2019 GÜZ SAYI 3
Edep
Arap Baharı Fecr-i Âti Edebiyatı Amasya Darüşşifası Medeniyetlerin Tıp Tarihi
2018 Güz - Sayı 3
Sahibi Hayat Sağlık ve Sosyal Hizmetler Vakfı Ankara Şubesi adına Saim Kerman Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Çağrı Emin Şahin Editör Fakih Cihat Eravcı Yayın Kurulu Burhan Sami Benli Çağrı Emin Şahin Enes Karabulut Fakih Cihat Eravcı Şeyda Akbal Zeycan Kübra Cevval Zeynep Balık Tasarım Uygulama Hüseyin Karacabey İletişim Sakarya Mah Hamamarkası Sk No. 7 Altındağ Ankara Türkiye 0312 287 02 10 ankara@hayatvakfi.org.tr HSVankara ankara.hayatvakfi.org.tr ISSN 2636-7696 Dergide yeralan yazılardan yazarları mesuldür. © Yayın hakları yayıncıya aittir. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
Merhabalar değerli okuyucumuz, Üçüncü sayı ile birlikte, sizle yeni bir sayı ile buluşmanın heyecanı içerisindeyiz. Hayat kendi ikliminde akıp giderken bizler kış sayımızı, dopdolu ve derinlikli derlemeleri ile, sizlerle buluşturuyoruz. Modern zamanlarda hızla akan hayatın içerisinde kendimize dönük düşünme ve okuma yapmak ne kadar zorlaştı ise bir o kadar da ehemmiyeti arttı. Durup düşünmeyen ve değerlerini, kimliğini ve varoluşsal anlamını unutan, içi boşalan ve şekle, zahire önem veren bir zamanda yaşadığımızın farkında olarak; bu dönüşüm sürecimize teslim olmamak adına sizlerle buluşuyoruz. Yaprak misali rüzgara teslim olan değil, kökleri ile dimdik ayakta duran çınar ağacına yemin edip, bu metaforu örnek almak arzusundayız. Bu mahiyette köklerimizden aldığımız güç ve üzerimize düşen sorumluluk ile ateşin düştüğü yeri değil, nereye düşerse bizi yakar anlayışında olmak niyeti ile araştırıyor ve karşınıza muayyen aralıklar ile çıkmaya çalışıyoruz. Manadan güç almadan, madden boşlukta hisseden kişiler olarak daha fazla durup, daha fazla vakıf olup, daha fazla haberdar olarak derinlemesine konuşacağımız meselelerin çeşitliliği ile bu dertleri sizlere ulaştırıyoruz. Dergimizde okuyacağınız konuların işlenmesi öğrenci bakışındaki hürriyeti, merak etmedeki genişliği göstermesinin yanı sıra, talep edilerek peşinden ekip olarak koşulması ile emeğin meyvelerini vereceğinin somut örneği olduğunu düşünüyoruz. Sizleri dergimizin selamlama kısmında daha fazla tutmadan içindekiler kısmına davet ediyor ve bu sayımızın içeriği ile baş başa bırakıyoruz. Keyifli okumalar.
içindekiler 06
EDEP
‘Edeb bir tac imiş Nur-u Hüda’dan’ der Yunus Emre ve ‘Hiçbir bîedep vasıl değildir Hüdâ’ya’ diye tamamlar İmam Rabbani. O’na vasıl olabilmek o tacı başımızın üstünde taşımakla mümkünse ve bir Müslümanı diğerlerinden ayıran en önemli nişane, giyilmesi gereken o edep tacı ise önce bilmek lazım gelir ki, edep nedir? Bu sayımızda -edep- kavramının etimolojisini, ilişkili Kuran ayetlerini, en güzel edebin sahibi Efendimiz’in hadislerini, edep penceresinden El-Latif ve El-Halîm isimlerini, ‘edeb-iyat’ gibi ilişkili kavramları ve İmam Rabbani adabını inceledik. Edeb tacını giyenlerden olabilmek duasıyla, yazımızı siz değerli okuyucularımıza sunduk.
18
ŞEHZADELER ŞEHRİ AMASYA
Amasya binlerce yıldır Anadolu’nun en gözde şehirlerinden biri olarak birçok medeniyete ev sahipliği yapmıştır. Karadeniz’e ulaşmak isteyen her ülkenin ele geçirmek istediği bu şehir Osmanlı döneminde ise en üst düzey yöneticilerin görev yaptığı bir yer olarak “Kasr’ul Selatin” ünvanını almıştır. Yanıbaşımızda, tarihi dokusu ve kendine özgü coğrafi konumu ile İslam medeniyetinin izlerini yaşatan bu şehrin, tefekkürü solutan tüm bu eserlerini; literatür eşliğinde elde ettiğimiz bilgilerle değerli okuyucularımıza sunuyoruz.
28
AMASYA DARÜŞŞİFASI
Dünyada müzikle ve su sesi ile tedavinin yapıldığı ilk yer olması özelliğiyle bilinen Amasya Darüşşifası, 1225 yılından bu yana ayaktadır. Bu süreçte 14 yıl başhekimlik yapmış olan Şerefeddin Sabuncuoğlu’nun şifahanedeki etkisi çok daha fazladır. Sahip olduğu bilgi ve becerisiyle döneminin ünlü hekimlerinden olan Sabuncuoğlu’nun günümüze ulaşan birçok eseri mevcuttur. Yazımlarının Türkçe olması ile dönem eserlerinden ayrılmaktadır. Birçok hastalığın tedavi yöntemlerinin ve Sabuncuoğlu’nun yaptığı deneylerin sergilendiği Amasya Darüşşifası’nı, güncel akademik kaynaklar ışığında sunuyoruz.
44
2007 BANGLADEŞ SİDR SİKLONU TIBBİ İNSANİ YARDIM ORGANİZASYONLARI
Her sayısında farklı bir afeti konu alan dergimizin bu sayısında 2007 Bangladeş Sidr Siklonu’nu her yönüyle ele aldık. ‘Siklon nedir? Rüzgar hızına göre sınıflaması nasıl yapılır? Tayfun ve kasırgadan farkları nelerdir? Siklonunun etkileri nelerdir ve yardım yapan kuruluşlar kimlerdir?’ sorularına cevaplar aradık ve sizlerin dikkatine sunduk.
56
2007 BANGLADEŞ SİDR SİKLONU’NDA AFETE BAĞLI SAĞLIK SORUNLARI ‘2007 Bangladeş Sidr Siklonu gerçekleşmeden önlem alınabilir miydi? Erken uyarı sistemi nedir ve nasıl işler? Siklonun neden olduğu hasarı önlemede yeterli olmuş mudur?’ Sorularıyla yola çıktığımız bu yazımızda hem sorularımıza cevaplar aradık hem de siklonun yol açtığı bulaşıcı hastalıklar ve yetersiz beslenme olmak üzere önde gelen halk sağlığı problemleri ve buna yönelik alınan önlemleri ayrıntılı olarak inceledik. Yalnızca halkın maruz kaldığı değil, aynı zamanda kamu personeli ve yardım ekiplerinin de risk altında olduğu tehditleri kapsamlı bir şekilde inceleyip siz değerli okuyucularımıza sunduk.için bu sayıda yerini aldı.
64
AHISKA TÜRKLERİ
Bu derlememizde, Kafkasya bölgesi incelemelerimize bir yenisini ekledik. Önceki sayılarımızda yer alan Acaralılıarın, Tatarların ve Çerkeslerin sürgününe sahitliğimizi bir başka Kafkas toplumu olan Ahıska Türklerinin göç serüvenine ve yaşanılan sorunlarına taşıdık. Göçmenlerin yaşadığı sürecin yanı sıra Ahıskalıların etnik ve sosyokültürel yapılarını da ele alarak sizlerle buluşturduk.
ARAP BAHARI
74
Kimilerine göre “bahar”, kimilerine göre “kışa dönüşen bir süreç”. Arap ve Müslüman ortak paydasındaki ülkelerde demokrasi, fikir hürriyeti, adalet ve ekonomik güç talepleri ile ortaya çıkan ve yeni gelişen sosyal medya platformları ile hızla yayılan bir sivil itaatsizlik örneği olarak tarihe damga vurdu. Bu dalgadan nasibini alan her ülkede sonuç farklı farklı oldu. Bu derlememizde bu sürecin her ülkedeki tarihsel arka planı ile birlikte neticelerini okuyacaksınız.
EĞİTİM POLİTİKASI
88
Göçmenlere uygulanan eğitim politikalarının ülkeden ülkeye ne tür farklılıklar içerdiğini İspanya, Fransa, Almanya ve Türkiye örnekleri üzerinden inceledik. Ülkelerin kendilerine has göçmen mevzuatlarını, artıları ve eksileri ile masaya yatırdık. Dil eğitiminden topluma uyumlarına, üniversite eğitimlerinden meslek kazandırma kurslarına kadar geniş bir perspektifte incelediğimiz eğitim politikalarının; hayata yansımalarını sorunlar çerçevesinde ele aldık.
EDEBÎ ŞAFAK ARAYIŞI: FECR-İ ATİ EDEBİYATI
104
ABDÜLHAK HAMİT TARHAN
112
20. yüzyıl edebiyatımızın henüz başında ortaya çıkan ve “gelecekteki şafağı” arzulayan Fecr-i ti Edebiyatı, II. Meşrutiyet sonrası üzerindeki baskılardan bir süreliğine kurtulmuş olan basın ve yayın ortamında kendine yer edinebilmiş ve Ahmet Haşim, Fuat Köprülü, Yakup Kadri, Refik Halit, Celal Sahir, Ali Canip gibi edebiyatımızda ün yapmış kişileri kısa süre de olsa bir araya getirebilmiştir.
Hangi şair bir güzel kıza onu görmeyenlerin nazarında tecsim edecek kadar cismaniyyet vermiş? Hangi kalem mehasin-i tabiiyyeyi hakkıyla taklid etmiş? Bizim yazıp da en güzel bulduğumuz şiirleri bize ilham eden tabiattır. O şiirler, suda görülen akse benzer ki, mutlaka hariçte bir müsebbibi olur.
MEDENİYETLERİN TIP TARİHİ
132
İnsanlığın başlangıcından beri var olan tebabet, zaman geçtikçe yeni keşiflerle beraber çeşitli disiplinlere bölünmüştür. Bu bölünme tıp eğitiminde uzmanlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Lakin genelden özele doğru ilerleyen bu süreç, beden ve ruhtan oluşan insana bütüncül bakabilme yetisini azaltmıştır. Bu derlememizde geleneksel ve tamamlayıcı tıp tedavilerini İslam, Mısır, Hint, Çin ve Yunan medeniyetlerinin tıp anlayışları ve tedavi yöntemleri ışığında güncel akademik kaynaklardan edindiğimiz bilgilerle sizlere sunuyoruz.
İSLAMİ İLİMLER Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüz, yaşamın ve yaşamanın kılavuzu olan İslam dininin ilk emri olan “İkra!” ayetini düstur edinerek ‘İslami İlimler’ adı altında çeşitli okumalar yapmaktadır. Amacımız, ‘Biz ataların dini üzerineyiz’ diyen putperestler gibi ezbere bir din anlayışını benimsemek yerine okuyarak, araştırarak, anlayarak; kulaktan dolma bilgilerin içini dolduran, meselenin kaynağına, kavramların derinine inen, doğrunun ve doğru tanımların peşinde olan bir Müslümanlığı benimsemektir. Koordinatörlüğümüz ekip çalışması ile her ay bir başlık üzerinde okumalar yapıp çalışmalarını ayın sonunda derlemeler halinde yayımlamaktadır ve çalışılan konular ile ilgili söyleşiler düzenlemektedir.
Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Kavram • Sîret 2. Söyleşi • Mahremiyet
Edep ﺍدب EDEP KAVRAMININ DİLSEL İNCELEMESİ
KAVRAM ÇALIŞMA GRUBU Zülal DURU * Hicret Ravza AYTEMİZ 3 Ayşe Kübra GÜLLÜ 3 Nur KAYABAŞI 2 Esma SAYIN 2 Şevval YİĞİT 1
2
Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 1
2
*İletişim: zlalduru@gmail.com
8
Edep bir davranış kuralı, bir hareket tarzı olarak hayatın her alanında yer almasına rağmen hiçbir yerde açık bir şekilde tanımlanamamıştır. Bir Arap edebiyatı uzmanının dediği gibi ‘Edebi somut olarak bir ekrana yansıtamayız. Çünkü edep bir arayışın müteharrik hedefidir.’ Bu nedenle henüz olgunlaşmamış ve tanımlanması zor bir kavramdır. Ancak edebin İslam ahlak düşüncesindeki en temel ve kurucu düşüncelerden biri olduğu belirtilebilir. Edebin amacı bir insanda doğru teamül, tecessüm ve disiplinin oluşmasını sağlamak kısacası onurlu bir şekilde davranma, layıkıyla tartışma, doğru bir şekilde değerlendirme yetilerinin gelişmesini sağlamaktır. İnsanın hataya düşüp utanılacak şeyler yapmasını önleyen, yerinde ve ölçülü davranmasını sağlayan meleke, her hususta haddini bilip sınırını aşmama, terbiye, nezaket, zarafet anlamlarını da taşımaktadır. Edep kelimesinin etimolojisi ve en eski anlamları hakkında farklı görüşler vardır. Birçok Arap dil uzmanı edep kelimesinin ‘e-d-b’ ( )ﺍدبkökünden geldiğini söyler. Bu kökten türediğini kabul ettiğimiz edep kavramının İslam öncesi dönem ve İslamiyet’in ilk yıllarında ‘davet etme, çağırma’ anlamını taşıdığı görülür. Ki onunla aynı kökten türeyen ‘üdbe’ ve ‘me’debe’ kelimeleri ‘ziyafet yemeği, düğün yemeği’ anlamında kullanılmıştır.
Edebin amacı bir insanda doğru teamül, tecessüm ve disiplinin oluşmasını sağlamak kısacası onurlu bir şekilde davranma, layıkıyla tartışma, doğru bir şekilde değerlendirme yetilerinin gelişmesini sağlamaktır. Kuran’da edep veya ondan türetilmiş herhangi bir kelime geçmez. Ancak 4 ayette ‘adet, alışkanlık, eskilerin uygulamaları’ anlamında ‘de’b’, bir ayette aynı anlamda ‘deeb’, başka bir ayette de ‘sürekli’ anlamında ‘daibeyn’ kelimeleri yer almaktadır. Hadislerde ise hem edep hem de çoğulu adap ile aynı kökten isim ve fiiller kullanılmıştır. Abdullah Bin Mesud’un rivayet ettiği ve sözlük yazarlarının edebin kökündeki davet anlamı ile sonradan kazandığı iyi alışkanlıklar anlamı arasında münasebet kurmak için faydalandıkları bir hadiste; ‘Gerçekten bu Kuran Allah’ın bir sofrasıdır(me’dibetullah). O’nun sofrasından gücünüz yettiğince bilgi toplamaya çalışın’ denilmektedir. Başka bir hadiste de Kuran’dan Allah’ın edebi olarak söz edilir. Bu şekilde etimolojik bakımdan ortak bir kökten gelen me’debe ve edep kelimelerinin her iki hadiste de Kuran’a nispet edilmek suretiyle anlamları da ortaktır. Böylece hadis dilinde edebin hayırlı, yararlı bilgiler ile davranış alışkanlıklarını ifade ettiği, Kuran’ın da bu bilgi ve davranışları barındıran ilahi bir edep kaynağı olduğu anlaşılmaktadır. Edep kavramı ‘gelenek, görenek, ahlak’ gibi ilk anlamları yanında İslam kültürünün tarihi gelişimi içinde son derece geniş kapsamlı bir kavram haline gelmiştir. Örneğin edep kavramı çeşitli mevkiler, meslek ve sanatlar, eğitim ve öğretim, tasavvuf ve tarikat, ilmi araştırma ve tartışmalar, dini faaliyetler, yeme, içme, giyim, kuşam vb. günlük meşguliyetler, her türlü sosyal ilişki ve hayatın diğer bütün alanlarına dair -bilgiler ve en uygun davranış tarzları- için kullanılmıştır. Bu suretle edep terimine dinî, dünyevî, tasavvufî,
* Görsel, Kalem Güzeli sitesinden alıntıdır.
ahlâkî ve sosyal uygulamaları sistematize eden ilke ve kuralları içine alacak şekilde kapsam zenginliği kazandırılmıştır. Edep kavramı ahlak kavramını kapsayan bir kavramdır. Bunun nedeni ‘çağırmak, davet etmek’ olan asli manasına teşbihledir. Bu asli manaya teşbihen sahibini hayır ve hasenata çağıran kavli ya da fiili güzel ahlakların tümüne birden edep denmiştir. Edep bir tac imiş Nur-u Huda’dan Giy o tacı emin ol her beladan - Yunus Emre EDEP KAVRAMI KUR’AN AYETLERİ İNCELEMESİ İslam düşünürü İmam Gazali, ‘Ahlakın en üstünü dinde edeptir. Müslüman için gaye olan bu mertebeye ulaşmak, Allah’ın (cc) emirlerine ve O’nun resulü Hz Muhammed’in edebine uymakla mümkündür.’ diyerek edebi kulun yaşama kılavuzu olan Kuran’da ve hadislerde aramamız gerektiğine değinmiştir.
inceledik.
hal ve davranışlarda riayet edilmesi gereken ölçü olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu cihette Kuran ayetlerini ‘toplumsal ve şahsi inşayı hedef alan edep’ olarak iki başlık altında
Şahsi Edep Ankebut 45 – Sana vahyedilen Kitabı güzel güzel oku ve namazı kıl! Muhakkak sahih namaz edepsizlikten ve uygunsuzluktan alıkoyar. Muhakkak Allah’ı anmak en büyük iştir ve Allah, her ne işlerseniz bilir. Isra 37 – Yeryüzünde böbürlenerek dolaşma. Çünkü sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin! Hucurat 2 – Ey iman edenler! Sesinizi, peygamberin sesi üzerine yükseltmeyin. Farkında olmadan çalışmalarınızın heba olmaması için, birbirinize bağıra çağıra konuştuğunuz gibi ona karşı bağırarak konuşmayın. Lokman 18-19 – “Küçümseyerek surat asıp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüneni sevmez. Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt.”
Kuranı Kerim’de edep kavramı Arapça bir kelime olarak orijinal haliyle kullanılmamakla birlikte iyi ve güzel davranışları örnekleyen, kötü davranışlardan da onları çirkinlik addederek uzak durmamızı öğütleyen pek çok ayet mevcuttur. Kuran’da edep kavramı şahsiyetlerin ve toplumun Müslümanca inşasında İSLAMİ İLİMLER
9
Müminun 3 – Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.
man, ondan daha iyisiyle selam verin veya ayniyle mukabele edin.
A’raf 55 – Rabbinize yalvararak ve gizlice dua edin. Çünkü o haddi aşanları sevmez.
Mücadele 11 – Ey iman edenler! Size “Meclislerde yer açın” denilince yer açın ki Allah da size genişlik versin. Size “Kalkın” denilince de kalkın ki Allah sizden inananları ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
Toplumsal Edep Nur 27-28 – Ey iman edenler! Kendi evinizden başka evlere, geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir; herhalde (bunu) düşünüp anlarsınız. Orada hiçbir kimse bulamadınızsa, size izin verilinceye kadar oraya girmeyin. Eğer size, “Geri dönün!” denilirse, hemen dönün. Çünkü bu, sizin için daha nezih bir davranıştır. Allah, yaptığınızı bilir. Nur 61: Evlere girdiğiniz zaman, Allah tarafından mübarek ve pek güzel bir yaşama dileği olarak kendinize (birbirinize) selâm verin. İşte Allah, düşünüp anlayasınız diye size ayetleri böyle açıklar. Nisâ-86: Size bir selam verildiği za-
10
Hucurat 11- Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Nur 58: Ey inananlar! Ellerinizin altında olan köle ve cariyeler ve sizden henüz erginliğe ermemiş olanlar (çocuklar), üç vakitte odalarınıza girebilmek için izin istesinler: Sabah namazından önce, öğleden sonra elbi-
selerinizi çıkarıp yatacağınız vakit ve yatsı namazından sonra. Bunlar sizin üstünüzün açılabileceği üç vakittir. Bunların dışında hizmetçilerin ve çocukların, izin almadan içeri girmelerinden dolayı size ve onlara bir günah yoktur. İsra 23-24: “Rabbin, kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, ana-babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara “öf!” bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle. Onlara merhamet ederek tevazu kanadını indir ve de ki: “Rabbim! Tıpkı beni küçükken koruyup yetiştirdikleri gibi sen de onlara acı.” ‘Gerçekten bu Kuran Allah’ın bir sofrasıdır(me’dibetullah).O’nun sofrasından gücünüz yettiğince bilgi toplamaya çalışın.’ HADİS-İ ŞERİFLERDE “EDEB” İmam Gazali edebi şu şekilde tarif
ediyor: "Edep, güzel huyların süsüdür." Elbette ki huyu en güzel olan Peygamberimiz (s.a.v)'dir ki O Kur'an ahlakı ile ahlaklanmıştır. Bizi Müslüman olmayan kimselerden ayırt edecek olan husus da Kur'an ahlakını hayatımızın vazgeçilmez süsü kılmaktır. Bu konuda bize yol gösteren de en başta Rasulullah (s.a.v)'in öğütleri ve sünnetleridir. Yaşamımızın her alanında güzel ahlakı da adabı da ondan öğreniriz.
‘Hal’imizde Edep İmran bin. Husayn (r.)'dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Hâyâ ancak hayır kazandırır." (Buhari, Edeb 77; Müslim, İman 60)
ki; her türlü ihtiyacında, işinde, Rabbinin fazlından istemeli. Bu isteyiş ki, kulun aciz olduğunun, atâ etmek kudretinin ancak Rabbinin elinde oluşunun bir idrakidir.
o belaya gücün yetmez. Onun yerine şöyle deseydin ya: “Allah’ım! Bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi cehennem azabından koru” (Buhari, Edebül Müfred 748)
Efendimiz(sav) şöyle buyurmaktadır: "Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin.” (Tirmizi, Da'avat 149, (3607, 3608))
Hâlbuki o kimse, bunu Rabbine yakınlık vesilesi olarak istemişti. Öyleyse kimi zaman, güzel bir niyet üzere olduğumuzu düşünürken, edebe riayet etmeyişimiz ziyanımızı hazırlar. Kulun edebi, kendini her daim Rabbine karşı aciz görmesinde ve muvaffakiyetin ancak O’nun inayetiyle mümkün olduğunu bilmesindedir. Belki, belayı dilemek, beraberinde, ona göğüs gerecek kudrette olduğumuzu iddia etmenin bir göstergesi olduğundan Efendimiz(as) bunu hayır görmemiştir. Bizler de Mevla’mızdan sözlerimizin özündeki mahiyetin idrakinde olmayı diliyoruz.
"Allah dua eden herkese icabet eder. Bu icabet, ya dünyada peşin olur, ya da ahirete saklanır yahut da dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek suretiyle olur, yeter ki günah talep etmemiş veya sıla-ı rahmin kopmasını istememiş olsun, ya da acele etmemiş olsun. " Tirmizi, Da'avat 146, (3602, 3603)
Ebû Hureyre (r.)’den rivayet edilAllah Resulünün bu kutlu beyanına diğine göre Rasulullah (s.a.v): “ Müslümanın Müslüman üzerindeki "Allah dua eden herkese icabet eder. Bu icabet, ya hakkı altıdır”, buyurdünyada peşin olur, ya da ahirete saklanır yahut da du. ”Ey Allah’ın Resulü dua ettiği miktarca günahından hafifletilmek suretiyle nedir onlar?” denildi. olur, yeter ki günah talep etmemiş veya sıla-ı rahmin “Onunla karşılaştığınkopmasını istememiş olsun, ya da acele etmemiş olsun. " da ona selam ver, seni davet ettiğinde davetine git, senden nasihat isDuanın edebi, ‘bedeni’ ile devam tediğinde nasihat ver, aksırdığında ve sarılmak ne büyük rahmet. Duasında eder. Bu duanın nasıl inşa edildiği ile ‘elhamdülillah’ dediğinde ‘yerhamü- aceleci olmamalı mümin, etmiş oldu- alakalıdır. Okuduğumuz hadislerden kellah’ de, hasta olduğunda ziyaretine ğu duanın elbet icabet gördüğünü bil- derledik ki duamızın efdal olanı, O git, vefat ettiğinde cenazesinde bulun.” meli. Kul bu hal ile hem özündeki sabrı çağrıyı yaptığımız yegâne Zat’a, hambuyurdu. (Müttefekun Aleyh Hadisler, palazlandıracak, hem de nefsi şu ayeti dederek başlamakla, sonra O’nun hacelilenin sırrına bir nebze vakıf olacak- bibine salât ve selam getirmekle hâsıl Selam, sf. 594) tır: “Allah bilir, siz bilmezsiniz.” olur. Duayı; öz ama muhtevası geniş, Ebu Hureyre (ra) Rasulullah ’tan(kendinden başlayıp halka halka geHayra dua eder gibi şerre de dua sav) hadis rivayet eder ve şöyle derdi: nişleyen ve tüm müminleri sinesine ettiğimiz vaki. Efendimizin; “Nefis“O ön tarafa döndüğü vakit, vücudualan bir yakarışla gönle, dile dökmek, nun tamamıyla dönerdi. Geriye dön- lerinizin aleyhine dua etmeyin”(Ebu Davud, Salat 362) inzarı işlemeli içine min diyip, Efendimize(sav) salat ile tadüğü vakit de vücudunun tamamıyla bir müminin. Rabbinden ancak afiyeti mamlamak icap eder. dönerdi. Hiçbir göz onun gibisini gördilemeli. İlmin Adabı memiştir ve asla görmeyecektir.” Bir adam Rasulullah’ın (sav) yanınİlmin adabından söz ettiğimizde ise, Duanın Edebi da “Bana sadaka verebileceğim bir mal şu hadis-i şerifler üzerinde durduk: Rabbimizle mahremimizde nasıl bir vermedin, hiç olmazsa içinde mükâfat "Kim, bir ilimden sorulur, o da bunu rikkatin gerektiği hususundaki hadis- olan bir bela bana ver” diye Rabbine leri incelediğimizde bu edep ‘duanın yakarınca, Allah Resulü ona şöyle bu- ketmedip söylemezse (kıyamet günü) kalbinde’ başlar. Evvela kul bilmelidir yurdular: “Allah’ı tesbih ederim! Senin ateşten bir gem ile gemlenir." (Ebu * Görsel, Sudan mülteci kampından
İSLAMİ İLİMLER
11
Gazali ‘Latîf’ isminden ilham alarak kulun edinebileceği niteliğin şundan ibaret olduğunu kaydeder: Allah'ın kullarına müşfik davranmak; Allah'a ve ahiret mutluluğuna davet ederken şiddet ve taassuba kapılmadan, tartışmaya girmeden nezaket ve yumuşaklıkla hareket etmek. Davud, İlm 9, (3658), Tirmizi, İlm 3, (2651)) "Vallahi, senin hidayetinle bir tek kişiye hidayet verilmesi, senin için kıymetli develerden müteşekkil sürülerden daha hayırlıdır." (Ebu Davud, İlm 10, (3661), Buhari, Ashabu'n-Nebi 9, Müslim, Fedailu'l-Ashab 34, (2046))
İlişkilerimizde Edep Ebû Zer (r.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Din kardeşini güler yüzle karşılamaktan ibaret bile olsa, hiçbir iyiliği küçümseme." (Müslim, Birr 144; Tirmizi, Et'ime 30, Birr 45)
Bildiklerini unutmaktan endişe eden ve Resulullah(as)’a ‘bana câmi bir kelime söyle’ diyen sahabeye hitaben Efendimiz: "Bildiklerinde Allah'a karşı muttaki ol (bu sana yeter) ve onunla amel et!" buyurdular. (Tirmizi, İlm 19, (2684))
Yeme-İçme Adabı
Mümin iman ettiği şeyin mahiyetini öğrenmelidir, bu onun imanına karşı edebidir. Edindiği bu malumata karşı edebi ise, o ilimle amel etmesi, amelinde ihlas sahibi olmasındadır. Onunla kibirlenmek, öğretilmesi icap eden bir malumatı enaniyetle kendine saklamak, onu dünyalık bir meta olarak kullanmak, ilme karşı zulüm ve edepsizlikten başka bir şey değildir.
Misafirlik Adabı
Sözümüzde ve Konuşmamızda Edeb Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Güzel söz sadakadır." (Buhari, Edep 34, Cihat 128; Müslim, Zekât 58) Ebû Hureyre (r.)'den rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu: "Münafığın alameti üçtür: Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet edilince hıyanet eder." (Buhari, İman 24, Edeb 69; Müslim, İman 107- 108; Tirmizi, İman 14; Nesai, İman 20) 12
Ömer b. Ebû Seleme (r.) şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Besmele çek. Sağ elinle ye. Hep önünden ye.” (Buhari, Et’ime 2-3; Müslim, Eşribe 108) Ebû Hureyre (r.a)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Biriniz yemeğe davet edildiği zaman davete katılsın; şayet oruçluysa yemek sahibine dua etsin; oruçlu değilse yesin.” (Müslim, Nikâh 106, Siyam 159; Ebû Dâvûd, Et’ime 1, Savm 75) Ebû Şüreyh Hüveylid b. Amr el Huzâ’i (r.)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse misafirini güzel ağırlasın. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse akrabasına iyilik etsin. Allah’a ve ahiret gününe iman eden kimse ya hayır söylesin ya da sussun.” (Buhari, Edeb 31, 85; Müslim, İman, 74, 75, 77; Ebû Dâvûd, Edeb 123; İbni Mace, Edeb 4)
Giyim-Kuşam Adabı Muaz b. Enes (r.)’den rivayet edil-
diğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Bir kimse, gücü yettiği halde mütevazı davranarak lüks elbise giymeyi terk ederse Allah kıyamet gününde o insanı yarattıklarının en başında huzura çağırır ve onu iman ehlinin giyeceği elbiselerin dilediğini giymede serbest bırakır.” (Tirmizi, Sıfatu’l Kıyamet 39; Ahmed bin Hanbel, Müsned III 338,339) Aişe (ra.) şöyle dedi: Rasulullah (s.a.v) temizlenmeye, (saçını sakalını) taranmaya, ayakkabısını giymeye varıncaya kadar her işe sağdan başlamayı çok severdi. (Buhari, Vudû 31, Salat 47, Et’ime 5, Libas 38; Müslim, Taharet 66-67)
Sohbet Meclisinde Edep Ebû Hureyre (r.)’den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: “ Bir kimse bir mecliste oturur da orada Allah’ın ismini anmazsa Allah’a karşı eksik bir iş yapmış, bir günah işlemiş olur. Bir kimse yatağa yatar da orada Allah’ı zikretmezse yine eksik bir iş yapmış olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb 25; Ahmed bin Hanbel, Müsned II 422) Abdullah bin Ömer (r.)’dan rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ”Bir kimse diğer bir kimseyi oturduğu yerden kaldırıp oraya kendisi oturmasın. Ancak siz yer açınız, genişleyiniz(desin).” (Müttefekun Aleyh Hadisler, Selam, Toplantı Yerlerinde Bazı Görgü Kuralları, sf. 597) EDEP KAVRAMI VE ESM -İ HÜSN İsmin çoğulu olan esma ile "güzel, en güzel" anlamındaki hüsna kelimelerinden oluşan Esmâ-i Hüsnâ (el - esmaü'l-hüsna) terkibi naslarda Allah'a nispet edilen isimleri ifade eder. Sadece Kuran'da geçen ilahi isimler 100'den fazladır; muhtelif hadislerde Allah'a
nispet edilen başka isimler de mevcuttur. Bu başlıkta El-Latif ve El-Halim isimlerini işledik.
El-Latîf ()اللطيف Sözlükte "nazik ve merhametli davranmak, iyi muamele etmek" anlamındaki lutf kökünden sıfat olan latîf kelimesi "nazik ve yumuşak davranan, yumuşaklıkla muamele eden" demektir. Latîf Allah'ın isimlerinden biri olarak "fiillerini rıfk ile gerçekleştiren, kullarına iyilik ve merhamet eden, yaratılmışların ihtiyacını en ince noktasına kadar bilip sezilmez yollarla karşılayan, zatı duyularla algılanamayan, en gizli ve ince hususları dahi bilen" manalarına gelir. Latîf ismi Kur’an-ı Kerîm'in yedi yerinde geçmektedir. Her ne kadar bazı âlimler Latifte "lütuf ve ihsanda bulunma manasının ağır bastığını söylüyorsa da, Kur'an'daki bütün kullanışlarında " hiç kimse tarafından bilinip sezilemeyen en ince noktalara vakıf olma" anlamının hâkim olduğu görülmektedir. Gazali ‘Latîf ’ isminden ilham alarak kulun edinebileceği niteliğin şundan ibaret olduğunu kaydeder: Allah'ın kullarına müşfik davranmak; Allah'a ve ahiret mutluluğuna davet ederken şiddet ve taassuba kapılmadan, tartışmaya girmeden nezaket ve yumuşaklıkla hareket etmek. Bu çağrı konusunda takip edilecek en güzel yöntem çağrı sahibinin kabul görmüş güzel davranışlar sergilemesidir. Bu yöntem tumturaklı çok daha etkili ve başarılıdır. Latîf ismi, "en gizli ve ince hususları bilen" manasıyla lim ve Habir isimleri; “kullarına iyilik ve merhamet eden” manasıyla Berr, Rahman, Raûf ve Kerîm isimleri; "zatı duygularla algılanamayan" anlamıyla da Batın ismiyle muhteva yakınlığı içinde bulunur. Latif ismi bu manaların birincisine göre sübûtî, ikincisine göre fiili, üçüncüsü-
ne göre de tenzihi isim ve sıfatlar grubuna girer. El-Latîf isminin geçtiği ayetler: • Evlerinizde okunan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, her şeyin iç yüzünü bilendir ve her şeyden haberi olandır.(33:34 Ahzâb) • Allah kullarına lütufkârdır, dilediğini rızıklandırır kuvvetlidir, güçlüdür. (42:19 Şûrâ) • Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.(67:14 Mülk)
El-Halîm()الحليم "Sabırlı ve temkinli, akıllı ve ağır başlı olmak" manasındaki hilm mastarından sıfat olup "sabırlı ve temkinli olan, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyip ileride meydana gelecek gelişmelere fırsat tanıyan" demektir. Dil âlimleri kelimenin "kudreti olduğu halde cezalandırmayan" ve "cezayı büsbütün terk etmeyip gelişmelere göre hareket eden" şeklindeki iki anlamına dikkat çeker. Halîm ismi "sabırlı, acele ve kızgınlıkla muamele etmeyen" manasına gelir. Hak edilmiş cezaları hemen uygulamayıp mühlet veren, anlamının yanı sıra "yapılan iyilikleri ve faziletli davranışları bazı eksiklikleri hesaba katmadan fazlasıyla mükâfatlandıran" manasını da içerir. Halîm isminin tecellisi Allah'ın içtimai hayatı yönetmede ve toplumların varlıklarını sürdürmedeki nizamını da açıklamaktadır. Kur’an-ı Kerîm'de yaptıkları zulüm ve kötülükler yüzünden insanlar hemen ilahi cezaya çarptırılmış olsaydı yeryüzünde hareket eden hiçbir canlının kalmayacağı, yani sosyal düzenle birlikte ekolojik ve fizik düzenin de bozulacağı ifade edilmekte ve bu tür davranışların cezalarının belli bir süreye kadar ertelendiği haber
verilmektedir. Halim isminin türediği hilm mastarı "Sabırlı ve temkinli, akıllı ve ağır başlı olmak" manasıyla da edep kavramının alanına girmektedir. Halîm Esma-i Hüsnası’ ndan ilham alarak kulun edinebileceği güzel nitelikler, bir durum bir olay karşısında sabırlı olmak, acele ve kızgınlıkla muamelede bulunmamak, yapılan hatalar karşısında muhataba mühlet verebilmektir. Halîm isminin yukarıda zikredilenlerden başka şu isimlerle de anlam yakınlığı vardır: "Günahları bağışlayan ve tövbeleri kabul eden" anlamındaki Afüv, Gaffâr, Gafûr ve Tevvâb; "her şeyin iç yüzünden haberdar olup bütün ayrıntıları bilen" anlamındaki Habîr, Muhsî, Vâsi; "her şeye gücü yeten, kudretli" anlamındaki Kâdir, Kavî, Metîn, Muktedir ve "çok sabırlı" manasındaki Sabûr. El-Halîm isminin geçtiği ayetler: • Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Lâkin kasıtlı yaptığınız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar. Allah Gafûrdur, Halîmdir. (2:225 Bakara) • Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur. (2:263 Bakara) • (Uhud'da)iki ordu karşılaştığı gün, sizi bırakıp gidenleri, sırf işledikleri bazı hatalar yüzünden şeytan(yerlerinden)kaydırmıştı. Yine de Allah onları affetti. Çünkü Allah, çok bağışlayıcıdır, Halîmdir. (3:155 l-i İmrân) • Eğer Allah'a(rızası uğruna) ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat arttırır ve sizi bağışlar. Allah çok mükâfat verendir, ceza vermekte acele etmeyendir. (64:17 Teğâbun) EDEP İLE İLGİLİ KAVRAMLAR
Edep Ve Edebiyat Hicri 5. yüzyılın sonundan hicri 6.
İSLAMİ İLİMLER
13
yüzyılın başına kadar geçen sürede edep kelimesi sarf, nahiv, lügat, belâgat, meani, beyan, aruz, kafiye gibi ilimlerin karşılığı kullanılmıştır. Günümüzde “duygu, düşünce, istek ve hayallerin estetik kaygı güderek, edebi zevk vermek amacıyla yazılı ve sözlü ifade edilmesi” şeklinde tanımlanabilen edebiyat kelimesi, çeşitli sözlüklerde; dini ve bilimsel nitelikte olmayan yazın tekniklerinin tümü; nazımlı nesirli güzel sözler, bu sözlerden bahseden ilim şeklinde anlam bulur. Edebiyat sözcüğü kelime dağarcığımıza Tanzimat döneminde girmiştir. Tanzimat dönemine kadar edebiyat kelimesi yerine ilm-i edeb ve belagat kelimeleri kullanılıyordu. Edep ve edebiyat kelimeleri hem lafız hem de mana bakımından iç içe geçmiş ve birlikte bir bütünlük arz eder halde iki kavramdır. Bu iki kelime iç içe geçip tek bir kelime olduklarında her ikisinin ayrı ayrı taşıdıkları manalardan daha ulvî, daha derin, daha estetik bir mana arz etmektedir. Edebiyat, en genel manada “sözün edebi ”dir. Bir başka deyişle sözü, bir kural, bir ölçü dâhilinde söy14
lemek üzere lafzı tanzim etmektir. Bu bağlamda edep ile edebiyat arasındaki ilişki iki başlık altında incelenebilir: • Pedagojik Amaç: Edebin sosyal bir ıslah aracı olduğu bilinen bir gerçek olduğu gibi geçmişten günümüze edebiyata yüklenen farklı misyonlar olsa da edebiyatın bir eğitim aracı olarak görülmesi sürekli olmuştur. Bu çerçeveden bakıldığında edebin ve edebiyatın telkine dayalı bir yöntemle toplumun idealize ettiği tavır ve davranışları ortaya çıkarma çabasında olduğu görülmektedir. • Şekil – Yöntem – İçerik: Tüm sanat dallarında olduğu gibi edebiyatın özünde de estetik kaygı ve estetik haz yatmaktadır. Estetik kaygı nitelik olarak edepten ayrı düşünülmemesi gereken bir olgudur. İki olgu da ideal olanı benimser. Estetik kaygı ve haz, ideal olanın fiziksel ve göreceli kombinasyonu iken edep, bu kombinasyonun toplumdan topluma değişebilen sosyal bir uzantısıdır. Edebiyat da edebin bir uzantısı olarak ruhu eğitmek, estetik
hazzı beslemek şekli ile vücut bulmuştur.
Edep Ve Eğitim Günümüzde eğitim, genel olarak insanın her yönden gelişmesi ve olgunlaşması için yapılan etkinlikler bütünü olarak anlaşılmaktadır. Eğitimin yalnızca bir bilme, ders öğrenme, bilişsel yönden aydınlanma ve gelişme olmadığı, bilginin karakter kazanımı ve mesleki formasyon için bir araç olduğu da bir gerçektir. Bundan dolayı eğitim olayının, öğrenme ve öğretimi içine almakla birlikte ondan daha geniş anlamlar taşıması bakımından başka türlü ifade edilmesi gerekmektedir. İnsanın maddi boyutunu aşan, ruhsal ve bilişsel yönünü kapsayan bir eğitim tanımı bu noktada önem kazanmaktadır. Bu ve benzeri değerlendirmelerin etkisiyle olsa gerek ki, özellikle insanın karakter yapısı, ahlaki eğilimleri ile ulaşılması gereken eğitim hedefleri dikkate alındığında daha çok edeb ve aynı kökten türeyen âdâb ve te’dib gibi kelimelerinin eğitim ile sıkı sıkıya ilişkili olduğu görülmektedir. Te’dib kelimesinin içinde geçtiği iyi bilinen
* Görsel Vietnam Kadın Müzesi'nde sergilenmiştir
bir hadis vardır: “Beni Rabbim eğitti ve eğitimimi (te’dibî) ne güzel yaptı!” Burada te’dib kelimesinin eğitim öğretimle doğrudan ilişkili bir biçimde ve daha çok anlayış ve kavrayış gücü, huy, ahlak ve karakter güzelliği kazandırma anlamını dile getirdiği görülmektedir. Genel kullanımı bakımından eğitim kavramının “değer ”den ve belli bir hedeften yoksun nötr bir kavram olduğu söylenebilir. Edep ve te’dib ise, özellikle insanın ahlaki olgunlaşması yolunda bilinçli bir çabayı, toplumsal ilişkilerde ölçü, denge ve uyumu, hikmet ve adaleti gözeten bir tutumu ifade etmesi bakımından eğitime farklı ve incelikli bir pencere açar. Edep, insanın doğrudan doğruya bir “değer” varlığı olduğu düşüncesinden hareket eden bir eğitim anlayışıdır.
Edep, Medeniyet Ve Medenilik Medeniyetin ve medeniyetin türediği "medeni(leşmiş)" kavramı, belli bir yönetim şekli olan, genellikle yerleşik şehir hayatı yaşayan ve okur-yazar olan kişileri; göçebe olan yani kaba, görgüsüz ve doğru toplumsal davranışlardan haberi olmayan ve de barbar kişilerden ayırmak için kullanılan bir kavramdır. Ancak, genel medeniyet kavramının merkezinde bir paradoks vardır. Bir yandan medeniyet, sömürgeci amaçlar için sömürgeci düşünürler ve sömürgeci güçler tarafından kullanılan modern bir kavramken aynı zamanda medeniyet kavramının özünde, bir medenilik mefhumu veya kişinin nasıl davranması gerektiğine dair geliştirilmiş bir duyarlılıklar dizisi vardır. Özetle medeniyet hem sömürgeci bir kavramdır hem de toplumun temellerini kurucu işlevi vardır. Medeniyet kavramının ‘sömürgecilik’ ve ‘toplumsal gelişme’ paradoksuna açıklık getirmek ise İslam medeniyeti özelinde toplumun kurulmasında en merkezi rolde yer alan edeb kavramı ile mümkün olmaktadır. Zira İslam medeniyetinin önemli bir yapı taşı
olarak edep kavramının toplumların oluşturulması, geliştirilmesi ve evrensel bir miras oluşturulması yönünde dünya tarihine açtığı ufuk; medeniyetin toplumu kurucu işlevinin açıkça bir parçasıdır. İslam medeniyetinin dünya tarihini yeniden inşa etmeye yönelik rolü, bu medeniyetin merkezinde yer alan edeb kavramının doğru toplumsal davranışı telkin edici, insan fiillerini motive edici ve toplumun geneline yayılan bir erdemin gelişmesine sebep olan işlevleri ile açıklanabilir. Gelişmiş teknoloji, ileri teknik, edebî ve felsefi başarılar temelinde şekillenen Batı Medeniyeti özelinde medeniyet kavramı ise modernite tarihindeki asıl kavramlardan biridir ve İslam medeniyeti gibi esas olarak edep kavramının toplumu kurucu işlevlerine dayanmaz. İMAM RABBANÎ VE EDEB Fikir ve irşadlarıyla asırların ötesine ışık tutan İslam büyüklerinden biri de “ikinci bin yılın müceddidi” ve İmam-ı Rabbani gibi lakap ve vasıflarla anılan Serhendli Ahmed el Farûkî’dır. Asıl ismi Ahmed bin Abdülehad bin Zeynülabidin bin Abdülhay. El Farûkî lakabı da büyük dedesi Hz. Ömer’den kaynaklıdır. 971. hicret yılında Sirhind’de doğmuştur.(m.1564) Okuma çağına gelince ilk tahsilini babası Abdullah’tan almıştır. Ondan Arapça öğrenmiş ve küçük yaşta Kuran-ı Kerim’i ezberlemiştir. Daha sonra tahsilini ilerletmek için Siyâlkût şehrine gelmiş, arada Kemâleddin Keşmirî’ den aklî ilimleri esaslı bir şekilde tahsis etmiştir. Hadis ilimlerini Mekke ve Medine’nin büyük muhaddislerinden öğrenmiştir. Genç âlim henüz 17 yaşındayken tahsil devresini bitirmiş; telif, cihad ve irşad faaliyetlerine başlamıştır. İmam Rabbanî hazretleri bir müddet Serhend’de talebe yetiştirmekle meşgul olup, insanlara doğru yolu anlattıktan sonra, hocası Muhammed Bakibillâh’ı ziyaret için Delhi’ye gitti. Hocasına ya-
pılması mümkün olmayan bir edeple davranırdı. Talebelerinden Muhammed Haşimi Keşmi (k.s) şöyle anlatmıştır: “Hocam, İmam Rabbanî’yi methedip övdükten sonra; ‘Mertebesi yüksek fazileti çok olmakla birlikte, edebe riayette Muhammed Bakibillâh’ın talebelerinden hiçbiri İmam Rabbanî hazretleri gibi değildi. Bunun için bereketler herkesten önce ona nasip oldu.’” Edebe riayetle ilgili kendisi de Mektuplar adlı eserinde şöyle demiştir: “Edepten arî ve uzak olanların Allah’u Teâlâ’ya vasıl olmaları mümkün değildir.” İmam Rabbanî küçük büyük her hareketinde mutlaka Resul’ü Ekrem Efendimizin sünnetine uyar ve herkese de böyle yapmasını tavsiye ederdi. Yolculuk esnasında dahi bineğinin üzerinde, bir yastığın üzerine koyarak, Kuran-ı Kerim’i tilavet ederdi. Bir gün hafızlardan biri, kendi minderlerinden aşağı bir minder koyup üzerine oturarak, Kuran’ı Kerim okumaya başladı. İmam Rabbani hazretleri(k.s) derhal bu durumun farkına varıp, hemen üzerinde oturduğu yüksek minderi bir kenara çekip yere oturdu. Hiç bir zaman Kuran’ı Kerim okumakta olan hafızdan yüksekte oturmazdı. Kuran’ı Kerim’e çok büyük bir hürmet ve edeple yaklaşırdı. Bu konuyu İmam Rabbanî hazretlerinin talebelerinin meşhurlarından olan Muhammed Haşimi Keşmi şöyle anlatmıştır: “Bir gün Hazret-i İmam’ın huzurlarında oturuyordum. Onlar marifetleri yazıyordu. Aniden bevl sıkıştırması sebebiyle kalkıp helâya gitti. Fakat hemen süratle dışarı çıktı. Böyle süratle helâya girip, hemen aceleyle dışarı çıkmalarına hayret ettim. Helâdan çıkar çıkmaz su ibriğini istedi ve sol elinin baş parmağının tırnağını yıkadı ve ovaladı. Sonra tekrar helâya girdi. Bir müddet sonra çıkınca buyurdu ki: ”Bevl sıkıştırdı, aceleyle helâya girdim İSLAMİ İLİMLER
15
ve oturdum. Gözüm tırnağımın üzerine gitti. Üzerinde siyah bir nokta vardı. Kalem yazıyor mu diye kontrol etmek için bunu yapmıştım. Hâlbuki o nokta Kuran’ı Kerim harflerini yazarken kullanılırdı. Orada oturmayı doğru görmedim ve edeb dışı buldum. Bevl sıkıştırmasından dolayı sıkıntı çektimse de, bu sıkıntı bir edebi terk etmenin vereceği sıkıntının yanında çok az geldi. Dışarı çıktım. O siyah noktayı yıkadım ve tekrar içeri girdim’”. İmam-ı Rabbani edep noktasındaki hassasiyetini şu sözleriyle zirveye taşımıştır: “Manevi yolun tamamı edeptir. Hiçbir bî edeb, vasıl-ı Hüdâ olamaz.” (Mektuplar Risalesi, s.155) “Manevi yolda kaybedip zarar eden ve hüsrana uğrayan, bu yola girdiği halde adabına riayet etmeyen şahıstır.”(Mektubat, Cilt 1,s.292) “Edebi gözetmek, zikirden üstündür. Edebi gözetmeyen Hakk’a kavuşamaz. ” (Mektubat, Cilt 1)
KAYNAKÇA 1. Topaloğlu B. Latîf; TDV İslam Ansiklopedisi; Cilt:27; sayfa: 108-109.
9. İslam limleri Ansiklopedisi. Türkiye Gazetesi Yayınları. Cilt 15; s 318; 2015.
16. http://mervealkan.blogspot.com.tr/p/ ilgili.html
2. Topaloğlu B. Halîm; TDV İslam Ansiklopedisi; Cilt:15; sayfa: 334-335.
10. Çekiç İ. Edep ve Edebiyat Arasındaki İlişki Üzerine Bir İnceleme, 2016 Hoca Ahmet Yesevi Yılı Anısına Uluslararası Türk Dünyası Eğitim Bilimleri ve Sosyal Bilimler Kongresi, 2016.
17. https://kuran.diyanet.gov.tr/tefsir
3. Hughes M. A. Edep ve Medenilik Fetih veya Terbiye Olarak Edep; Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Medeniyet Araştırmaları Anabilim Dalı; 2014. 4. Toprak Ş. Hadis Literatüründe Kitab’ül Ahlaklar; 2006. 5. Yılmaz İ. Edep ve Adap Kavramlarının Semantiği ve Tarihsel Seyri; Marife Dergisi; yıl 6; sayı 2; s. 165-17; güz 2006. 6. Dündar İ.H. İslam’da Edep Geleneği ve Feridüddin-i Attar’ın Pendnamesi; Van; 2008. 7. Karaman H. İmam-ı Rabbani ve İslam Tasavvufu; 2009. 8. Rabbani İ. Mektubat-ı İmam-ı Rabbani; 2004.
16
11. Hökelekli H. Eğitim ve Edep İlişkisi Üzerine Kavramsal Bir Değerlendirme, Dem Dergi. Sayı 4. 2007. 12. Kocaer A.F. Müttefekun Aleyh Hadisler- Buhari ve Müslim in İttifak Ettiği Hadisler; Hüner Yayınevi; 2.baskı; Konya; 2007. 13. Nevevî İ. Riyâzü’s-Sâlihîn Elçilerin Efendisi’nden Sözler; Konevi Yayınları; 5.baskı; 2013. 14. Canan İ. Kütüb-ü Sitte Hadis Ansiklopedisi Tercüme Ve Şerhi; Akçağ Yayınları; Ankara; 2016. 15. Buhari İ. Edebü’l-Müfred (Tercüme ve Şerhi, Rauf Pehlivan); Motif Yayınları; İstanbul, 2010.
18. http://www.illaedep.org/1447/ayetler/ 19. http://www.gencdoku.com/nezaketlerin-en-guzeli-edeb-6928.html
İSLAMİ İLİMLER
17
İSLAM ŞEHİRLERİ Araştırmaları Koordinatörlüğü Şehirlerin İslam Medeniyeti’nin simgesi olduğuna, bu yüzden şehirlerin ve ruhunun bizlere emanet olduğuna inanmakta olup, emanetleri korumanın en iyi yolunun onları tanımak ve tanıtmak olduğunu düşünen bir ekipten oluşmaktadır. Bu bağlamda her ay İslam dünyasındaki kadim şehirlerden ve kadim eserlerden biri üzerine yapılan akademik okumalar ile, günümüze miras kalan yazılı ve mimari yapıtlar üzerine incelemeler yapmaktadır. Bunun yanı sıra İslam dünyasında iz bırakmış alimleri; hayatlarına dair bilgiler, fikir yolculukları ve eserleriyle inceleyerek bu medeniyetin yapı taşlarını anlamaya çalışmaktadır. Koordinatörlüğümüz İslami düşünceyi, somut simgelerinden biri olan şehir ve şehre soluk katan alimler ile kavramaya çalışmaktadır.
Etkinlik 1. Çalışma Grubu • İslam Şehir Estetiği • Alimler ve Fikir Akımları • Şifahaneler ve Tıp Okulları • Şehir Tarihi • Edebiyat Gözüyle Şehir • Seyahatname Okumaları • Sağlıklı Şehir 2. Seminer Bağdat Kudüs San’a Semerkant-Buhara Konya Şam Kurtuba Üsküp Bursa Tunus İsfahan Medine Kahire 3. Gezi • Konya • Bursa • Amasya
ŞEHZADELER ŞEHRİ AMASYA
ŞEHZADELER ŞEHRİ AMASYA AMASYA COĞRAFYASI
İSLAM ŞEHİR ESTETİĞİ ÇALIŞMA GRUBU Aysel Bozkurt Betül Büşra Benek * 3 Ebru Bürkük 4 İlknur Akça 5 Kübra Nur Altıntaş 6 Leyla Dönder 7 Hacer Nur Çeri 1
2
Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi Ufuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi* 3 Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi 4 Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi 5 Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi 6 Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 7 Gazi Üniversitesi Mimarlık Fakültesi 1
2
* İletişim: b.benek65@gmail.com
20 KONAK
Karadeniz coğrafi bölgesinin, Orta Karadeniz Bölümünde yer alan Amasya kuzeyden Samsun, doğudan ve güneyden Tokat, batıdan Çorum ve güneybatıdan Yozgat illeriyle komşudur.Şehrin Göynücek, Gümüşhacıköy, Hamamözü, Merzifon, Suluova ve Taşova adlı altı ilçesi bulunmaktadır. Amasya ve çevresinde genel olarak karasal iklim görülmektedir.En önemli ovaları Taşova, Suluova, ve Merzifon ovaları olan Amasya’nın en önemli akarsuyu Yeşilırmak’tır.En eski devirlerden beri bağ ve bahçeleriyle ünlü olan Amasya’da genel olarak temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktır.Ayrıca Kuzey Anadolu fay kuşağı üzerinde bulunan şehir, geçmiş zamanlarda birkaç tane yıkıcı deprem atlatmış olup yeniden onarılmıştır. AMASYA TARİHİ Amasya, içinde bulunduğu stratejik konumu sebebiyle tarih boyunca önemini korumuş olan bir şehirdir. Anadolu’nun en işlek caddesi üzerinde bulunan Amasya, tarihi ipek yolu üzerinde yer almış; Karadeniz kıyıları ile İç Anadolu’nun şark kısmı ve Mezopotamya arasında ulaşımı sağlamıştır. Amasya,
ilk çağlardan günümüze kadar; Pontus Krallığına dini ve siyasi merkezlik yapmış, Roma döneminde eyalet merkezliği yapmış, Selçuklu sultanlarından yerel beyliklere ve Osmanlı şehzadelerine kadar birçok yönetici sınıfın gözdesi olmuştur. Amasya’nın geçmişi Neolotik (yeni taş) ve Kalkolotik (Bakır) dönemlere kadar uzanmaktadır. Bu stratejik önemden dolayı Anadolu’da uzun süre faaliyet göstermek isteyen devletler bu şehri ele geçirmek istemiştir. Amasya’yı elde eden devletler Karadeniz limanlarına açılan yolları denetim altında tutulabilmiştir. Hititler, Firigler, Kimmerler, İskitler, Medler, Persler, Pontus Krallığı, Roma ve Bizans hakimiyeti altına girmiş olan Amasya; Pontus krallığının başkenti olarak yaklaşık 250 yıl boyunca gelişmiştir. Roma İmparatorluğu’nun doğu sınırlarını güvence altına almak isteyen İmparator Jules Sezar, Zela (Zile) kalesi önlerine geldiğinde kendisini karşılayan Pontus kralı Fernak’ı M.Ö. 47 yılında yapılan savaşta mağlup etmiş Zela ile birlikte Amasya’da Romalıların eline geçmiştir.Roma egemenliği altında Pontus ülkesi ve Kapadokya birleştirilerek vilayet oluşturulmuş ve bu vilayetin merkezide Amasya olmuştur.M.S. 395 yılına kadar Roma idaresinde kalan Amasya bundan sonra Roma İmparatorluğunun doğu kolu olan Bizans İmparatorluğu sınırları içerisinde kalmıştır.Amasya, IV. yüzyıldan itibaren İmparator Marsiyannus tarafından Piskoposluk makamı yapılarak Hristiyanlığın yayılmasında önemli bir merkez haline getirilmiştir.Yaklaşık olarak 500 yıl kadar Romalıların idaresi altında varlığını sürdürmekle beraber kısa süreli de olsa miladın altıncı yüzyılında Acem Şah’ı Hüsrevi Perviz, Anadolu’yu ele geçirmiş ve Amasya bir süre İranlıların yani Sasani İmparatorluğunun idaresi altına girmiştir. Amasya, Emeviler döneminde bir-
kaç defa Müslümanların eline geçmiştir. İlk Emevi halifesi olan Muaviye zamanında İstanbul kuşatması nedeniyle, Muaviye’nin komutanları tarafından ele geçirilmiş olmasına rağmen; kuşatmanın başarısız olması nedeniyle kısa bir süre sonra Bizans hakimiyetine tekrardan alınmıştır. Abbasiler döneminde Abbasi hükümdarları olan Harun Reşit ve Mutasım dönemlerinde İslam ordularının eline geçmiş olsa da her seferinde Bizans kuvvetleri Amasya’yı tekrar ele geçirmişlerdir. 1071 Malazgirt zaferinden sonra Bizans imparatorluğunun barış şartlarını kabul etmemesi üzerine Büyük Sel-
çuklu Sultanı Alparslan, komutanlarına Anadolu’nun fethi emrini vermiştir. Danişmend Gazi ve onun komutanlarından birisi olan ve “Amasya Fatihi” diye anılan “İltekin Gazi” 14 Şa’ban 467 yani miladi 04 Nisan 1075 tarihinin Berat gecesinde, Amasya’yı Bizans elinden alıp fethederek burayı Türk yurdu haline getirmiştir Melik Daniş-
mend Ahmed Gazi, Amasya şehrini ve kalesini fethettikten sonra Amasya’daki birçok kilise camiye çevrilmiştir. Amasya’ya yerleşen Melik Danişmend Ahmed Gazi burada saray ve binalar yaptırıp fetihlerine devam etmiştir. Danişmendlilerde taht kavgaları yaşanması üzerine Anadolu Selçuklu Sultanı I. Mesut 1143 yılında Amasya’yı almıştır. Böylece Amasya ve yönetimi Anadolu Selçuklu Devleti’nin hakimiyetine geçmiştir. Amasya, Anadolu Selçukluları döneminde birkaç şiddetli deprem geçirmiştir. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad harab olan şehri yeniden onarmıştır.
Anadolu Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad’ın 1237 yılında ölümünden sonra onun yerine Selçuklu tahtına geçirilen II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Babailer isyanı diye tarihe geçen isyana ev sahipliği yapmıştır. XIV. yüzyıl başlarında Anadolu Selçuklu Devletinin sona ermesinden sonra onun idaresindeki yerler fiilen İSLAM ŞEHİRLERİ
21
İlhanlı devletinin idaresine geçmiş ve Anadolu kıtası İlhanlılar tarafından tayin edilen umumi valiler ile idare edilmeye başlanmıştır. İlhanlı Devleti döneminde de Amasya şehri, siyasi ve kültürel olarak önemini korumaya ve muhafaza etmeye devam etmiştir. Başlangıçta Anadolu genel valisi Timurtaş’a bağlı olarak, uçlarda yaşayan Türkmen beylerinin, İlhanlı devlet idaresine bağlanması için görevlendirilmiş olan Alaaddin Eretna Bey, meydana gelen gelişmeler neticesinde Eratnalılar adıyla tarihe geçmiş olan devletini kurup bağımsız olma imkanına kavuşmuştur. Böylece Amasya’da Eretnalılar’ın hakimiyetine girmiştir. Amasya 1386 yılında ise kendi isteği ile Osmanlı hakimiyetine girerek devletin bir eyaleti olmuş ve Amasya da eyalet merkezi olarak kalmıştır. Eyaletin ilk valisi olan Yıldırım Bayezid, I.Kosova Savaşı’na gittiğinde şehrin idaresini eski sahibi Fahreddin Ahmed Bey’e bırakmıştır. Bunu fırsat bilen Kadı Burhaneddin, Amasya’ya kadar ilerleyerek Fahreddin Ahmed Bey’i Kaleye sıkıştırmıştır. Sultan Murad’ın Kosova Savaşı’nda şehid edilmesi üzerine padişah olan Yıldırım Bayezid tekrar Amasya’ya kadar gelmiş ve bunun üzerine Kadı Burhaneddin geri çekilmek zorunda kalmıştır. Amasya 1386 yılından 1568 yılına kadar Osmanlı Şehzadeleri’nin yetiştirilmesi görevini üstlenmiştir. Amasya kurulduğundan beri daima kral, şehzade, beylerbeyi ve eyalet valisi gibi devletin en üst düzeydeki yöneticilerinin görev yaptığı bir şehir olduğundan bir zamanlar “Kasru’l- Selatin” ünvanı ile de anılmıştır. AMASYA KUŞ BAKIŞI Amasya tarihi, kültürel ve doğal güzellikleri ile beraber kalbimize nakşeden bir şehir olma özelliğine sahiptir. Bu bölümde Amasya’ya kuş bakışı bakıp, önemli yapılarına ve var olan mirasına kısa özellikleriyle değinmiş olacağız.
22
KONAK
Aynalı Mağara
Kral kaya mezarlarının en iyi işlenmiş ve tamamlanmış olanıdır. Şehir merkezine 3 km uzaklıkta yer almaktadır.
Burmalı Cami
2. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında yaptırılmıştır. Mimari açıdan bakıldığında, Kıble duvarlarına dikey uzanan üç nefli plana sahiptir.
Büyük Ağa Medresesi
Sultan II. Bayezid’ in kapı ağası Hüseyin Ağa tarafından 1488 yılında yaptırılmıştır. Sekizgen plan şeması görülür. Medrese, Amasya’ da en yüksek derecede eğitim ve öğretimin yapıldığı yer olmuştur.
Çilehane Cami
Yakup Paşa tarafından 1413 yılında yaptırılmıştır. Mescit, türbe ve çile hücrelerinden oluşmakta olup aynı zamanda Halveti Tekkesidir.
Ferhat Su Kanalı
Kentin su ihtiyacını karşılamak için Helenistik dönemde yapılmıştır. 75 cm genişliğinde 18 km uzunluğundadır.
Fethiye Cami
Eski bir Bizans kilisesinden camiye çevrilmiştir. Kilisenin 7. yy.’da Bizans İmparatoru Phocas’ın kızı Helena tarafından yaptırıldığı sanılmaktadır. Danişmendliler Döneminde Fetih Gazi bu büyük kiliseyi camiye çevirtmiş ve ismini Fethiye Camii olarak koymuştur. İlk halinde minaresi bulunmayan camiye 1883 yılında İncezade Hacı Mehmet tarafından bir minare eklenmiştir Cami, kilisenin apsis kısmında kuruludur.
Gök Medrese Camisi ve Türbesi
Seyfettin Torumtay tarafından yaptırılmıştır Cami, medrese ve mezar odası ile kapalı bir külliye şeklindedir. Yanındaki kümbet mavi renkte çinilerle süslendiğinden Gök medrese denilmiştir. Anadolu’ da eyvan biçimli portalı olan sayılı camilerdendir.
Gümüşhacıköy Cami
Kiliseden camiye çevrilmiştir. Tavanında restorasyon sırasında Hz İsa ve dört havarisinin figürleri bulunmuştur.
Kral Kaya Mezarları
Helenistik dönemde, Amasya’yı başkent olarak kullanan Pontus Krallarına aittir. Yeşilırmak Vadisi boyunca 21 mezar olduğu bilinmektedir. Bazı dönemlerde hapishane ve cezalandırma mekanı olarak da kullanılmıştır.
Merzifon Kara Mustafa Paşa Cami
Kara Mustafa Paşa tarafından 1666 yılında yaptırılmıştır. Şadırvanın tavanındaki kalem işi süslemelerde 3 yerin resmedildiğine inanılır: Bunlar İstanbul, Amasya ve Viyana’dır.
Sabuncuoğlu Şerafettin Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi
İlhanlı dönemi izleri olan tek eserdir. Anadolu Selçuklu mimarisinin orijinal sütun başlıkları olan geometrik yaprak tezyinatlı ve mukarnaslı sütun başlıkları kullanılmıştır Sadece Amasya Bimarhane’sine mahsus özellik olarak kapı kilit taşında diz çökmüş vaziyette insan kabartması mevcuttur. Müzikle tedavi yapılan ilk hastanedir.
Sultan II. Bayezid Külliyesi
Cami, medrese, imaret ve şadırvandan oluşmaktadır. Mimarı Şemseddin Ahmet’ dir. Evliya Çelebi’ Amasya’ da bulunan on medreseden en süslü ve en bakımlısı olarak anlatmıştır.
Amasya'daki mimari eserler
Amasya Kalesi Amasya il merkezinin kuzeyini kaplayan Harşena Dağı üzerindedir. Kalede sarnıçlar, su depoları, Osmanlı dönemine ait hamam kalıntıları, kayaya oyulmuş Pontus Kral mezarları bulunur. Kale; içeri şehir (Hatuniye Mahallesi), Kızlar Sarayı ve Yukarı Kale (Harşena) olmak üzere üç kısma ayrılmaktadır. BURMALI CAMİ Amasya kent merkezine bağlı Dere Mahallesinde bulunan XIII. yüzyıla ait kabul edilen cami ve türbedir. Bugünkü Bakırcılar Çarşısı arkasında yer alır. Burmalı Minare Camii, kapısı üstünde bulunan kitabesine göre Selçuklu Sultanı Keykubad oğlu Gıyaseddin ll. Keyhusrev zamanında (1237- 1246) onun emirlerinden Ferruh Bey tarafından yaptırılmıştır. Cami 1590'da zelzeleden zarar gör-
müş, 1602'de yanmış, ancak Müeyyedzade Piri Çelebi mabedi ihya ettirerek bir ahşap minare yaptırmıştır. Evliya Çelebi 1646'ya doğru Amasya'yı ziyaret ettiğinde gördüğü ahşap çatılı minaresi de ahşap "hücre içindeki tabutlarında bittamam endamlarıyla duran birçok kadidler" olan Mahkeme Camiinden bahseder. Bu caminin Burmalı Camii olduğu sanılmaktadır. Cami 1730'da tekrar yandığında da Hacı Ahmed Efendi tarafından yeniden tamir ettirilerek taştan bir minare yaptırılmıştır. Bu tamirden az sonra 1734'te Hıfzızade Hacı Osman Faik Efendi camiye bitişik türbenin üst katını kütüphane haline getirmiş, fakat sonraları buradaki kitaplar dağılmıştır. Burmalı Minare Camii uzun süre terkedilerek harap olmaya bırakılmış, 1930lu yıllarda da Ziraat Bankası'nın tarım aletleri ambarı olarak kullanılmıştır. 1962'de esaslı surette tamir edildiği gibi minaresi tamamlanmış, ihya edilerek ibadete açılmıştır. 1974
yılında ise kubbeleri bakırla kaplanmıştır. Burmalı Minare Camii kıble istikametinde uzanan dikdörtgen bir esasa göre yapılan erken devir eserlerindendir. Orta eksen üzerinde peşpeşe sıralanan kiremit örtülü üç kubbeye sahiptir. Örme payelere oturan kemerlerle ayrılan bu bölmeler dışında üç taraftan daha dar mekanlar ortadaki nefi çerçeveler. Giriş cephesinin daha itinalı bir işçilikle kesme taştan yapılmasına karşılık diğer cepheler moloz taşlardan örülmüştür. Burmalı Minare Camii plan bakımından, Amasya'daki Torumtay Camii ile Divriği Ulucamii gibi eserlerde uygulanan plan tipinin daha küçük ve sade bir örneğidir. Girişin bulunduğu duvarda açılan bir kapı bitişik türbenin üst katına geçit verdiği gibi buradan bir merdivenle de girişin hemen içindeki bölümün üstündeki mahfile çıkılır. Burmalı Minare Camii'nde önemli bir mimari süsleme yoktur. Yalnız evvelce ahşap
İSLAM ŞEHİRLERİ 23
bir sundurma ile korunduğu kiriş deliklerinden anlaşılan giriş cephesinde taş kapının sivri kemeri kabartma oyma bir süsleme ile çerçevelenmiştir. Ayrıca mihrapta lacivert çinilerden bir çerçeve görülür. Bunun tepesinde dikdörtgen bir çerçeve içinde "amel-i Muhammed b. Mahmud el-Errani" yazısı okunmuştur. Ancak bu şahsın caminin mimarı mı, sadece mihrabın yapıcısı mı, yoksa çinileri yapan usta mı olduğu anlaşılamamıştır. Minare eski Selçuklu kümbetlerinde olduğu gibi köşeleri üçgen pahlı, kesme taştan bir kürsü üzerinde yükselir. Pabuç kısmında uçları aşağıya dönük sivri kabartmalar halinde başlayan yarım yuvarlak çubuklar ve aralarındaki yivler bütün gövdede helezonlu biçimde bükülerek şerefe çıkmasına kadar yükselir. Petek kısmı da daha ince çubuklu ve burmalıdır. Sonraları yıkılan bu petek kısmı son tamirde tamamlanmış, üstüne de kurşun kaplı ahşap külah konulmuştur. 24 KONAK
Şehrin merkezinde yer alan Gökmedrese, hem mimarisi hem de işlevi konusunda diğer medreselerden farklılık göstermektedir. Günümüzde camii olarak kullanılan eserin fonksiyonu ve tarihlendirmesi konusunda araştırmacılar arasında görüş birliğine varılamamıştır. Bazı araştırmacılar eserin zaviyeli bir camii, bazıları ise medrese olduğunu söylemektedir. Hatta eserin bir rasathane (gök bilimleri medresesi) olduğunu söyleyenler de bulunmaktadır. Eserin inşa kitabesi bulunmadığından yapım tarihi kesin olarak bilinmemektedir.
ulaşamadığı için inşa tarihi kesin olarak bilinememektedir. Torumtay vakfiyesinden yola çıkarak eser bazı araştırmacılar tarafından H.665 (M.1266-67) yılına tarihlendirilmektedir. Meyilli bir arazi üzerine kuzey-güney doğrultuda inşa edilen eserin kuzey doğu cephesinde bir türbe yer almaktadır. Caminin harim kısmı sekiz adet ayak tarafından taşınan sivri kemerlerle üç sahına ayrılmıştır. Sahınların üzeri on iki adet kubbe ve değişik formlardaki üç adet tonozla örtülüdür. Tonozların düzgün olmayan formu ve üst örtüdeki çeşitlilik, üst örtü elemanlarının farklı yıllarda yapılan onarımlarla değiştirildiğini göstermektedir.
Gök Medrese, ismini firuze renkli çinileri ve giriş bölümünde olduğu ileri sürülen medresesinden almıştır. Eserin banisinin, II. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Amasya valisi olan Seyfeddin Torumtay olduğu günümüze ulaşan Torumtay vakfiyesinden anlaşılmakta, ancak kitabesi günümüze
Günümüzde de bu kubbenin hemen altında sekiz kollu yıldız formunda ve ortasında tahliye deliği bulunan bir tür mimari öğenin yer alması burada, iç avlulu camilerde gördüğümüz şekilde, üzeri fenerli bir şadırvanın yer aldığını düşündürmektedir. Camiinin kuzey cephede yer alan taç kapısından başka
GÖK MEDRESE
doğu cephede de bir kapısı bulunmaktadır. Geometrik motiflerle bezenmiş bir bordür ile çerçeve içerisine alınan mihrabın mukarnaslı bir kavsarası vardır. Harimin kuzeydoğu tarafında bulunan türbe iki bölümlü olup, ilk bölümü eyvan şeklinde düzenlenmiştir. Eyvan kemerinin aynası firuze ve mor renkli çinilerle bezenmiştir. Kemer karnı ise çini ve sırsız tuğlalarla yapılmış baklava dilimi motifleriyle bezenmiştir Eyvanın arka kısmında bulunan kare formundaki açıklık ile türbenin ikinci kısmına geçilir. Burada yer alan yedi adet sandukanın kime ait olduğu bilinmemektedir. Bu mekânın üstü iç kısımda kubbe, dış kısımda ise yüksek sekizgen kasnaklı bir külah ile örtülmüştür. Eserin kuzey cephesi, taç kapı ve yanlarda yer alan pencerelerle üç bölüme ayrılmıştır. Yanlarda ise dairevi formlarda yapılmış birer adet köşe kulesi vardır. Yapının bu simetrisini kuzeydoğu cepheye eklenen türbe bozmaktadır. Doğu cephede de bir adet payanda bulunmaktadır. Eserin kuzey cephesinin orta kısmında yer alan taç kapısı, eyvan şeklinde düzenlenmiştir. Eyvanın iç kısmı da üç kademeli sivri kemer formunda düzenlenmiştir. Bu bordürlerden en dışta bulunanı zencirek motifi ile bezenmiş, ikincisi sade bırakılmış, üçüncüsüne ise geometrik motifler yapılmıştır. Kapının iki yanında üzeri geometrik motiflerle bezenmiş sütunceler yer almaktadır. Camiinin harim kısmına ise basık yuvarlak kemerli bir kapıdan girilmektedir. Taç kapının iki yanında yer alan pencereler simetrik yapılmıştır. Üzeri geometrik motiflerle bezenmiş bir bordür tarafından dikdörtgen çerçeve içerisine alınan bu pencereler, mukarnas kavsaralıdır. Eserin kuzeydoğu cephesine eklenmiş olan türbe, kare planlıdır ve alt katı mumyalık olarak düzenlenmiştir. Türbenin kuzey cephesinde, merdivenlerle çıkılan, sivri kemerli küçük
bir kapısı vardır.Bu kapı ile günümüzde türbenin çatısına çıkılmaktadır. Eserin doğu cephesinde yer alan eyvan, çinilerle bezenmiştir. Bu eyvandan türbeye geçişi sağlayan açıklık orijinal görülmemektedir. Eserin en ilgi çeken özelliği eyvan şeklinde tasarlanmış olan taç kapısıdır. Eserde çoğunlukla geometrik bezemenin kullanılmış olması dikkati çekmektedir. Bitkisel bezemeler sadece rozet bezemelerinde, pencere bordürlerinde, sütunce gövdesi ve başlıklarında karşımıza çıkmaktadır. Eserde görülen diğer bir bezeme öğesi ise çini ve sırlı tuğlalardır. Esere dair tek kitabe, günümüzde Amasya Arkeoloji Müzesi’nde bulunan ahşap kapısının kitabesidir. Burada sülüs hat ile yazılmış “Min Amel’i Abu’s Silm el-Neccar” yani “marangoz Abu’s Silm (Selim)’in eseri” yazmaktadır. II. BAYEZİD KÜLLİYESİ II. Bayezid Külliyesi 1481-1486 yılları arasında, Amasya Valisi Şehzade Ahmet tarafından babası Sultan II. Bayezid adına yaptırılmıştır. Cami cümle kapısı üstünde ve iki yan duvarında bulunan üç parçalı inşa kitabesine göre Receb 891'de (Temmuz 1486) tamamlanmıştır. Bu sülüs yazılı kitabeler Ali b. Mezid adında bir hattat tarafından yazılmıştır. Cami, medrese, imaret, türbe, şadırvan, muvakkithane ve çeşmeden oluşan bir külliye olarak Yeşilırmak’ın kenarına yaptırılan yapı grubunun mimarı Şemseddin Ahmet’tir. Tasarımın en erken aşamasından itibaren bir arada tasarlandığı görülmektedir. Daha sonra caminin güneydoğu köşesine Şehzade Ahmet’in küçük yaşta ölen oğlu Şehzade Osman adına yaptırılan türbe ilave edilmiştir. CAMİ: Yaklaşık 160 X 120 m. ölçüsünde bir sahayı kaplayan bir dış avlunun orta-
sındadır. Caminin ayrıca bir iç avlusu yoktur.Cami beş kubbeli bir cemaat yeri ile geniş bir kemerle birbirine bağlanan arka arkaya iki kubbeli mekân ve buraya açılan yan mekânlardan ibarettir. 15. yüzyılın son çeyreğinde yan mekânlı cami mimarisinin gelişmiş bir geçiş dönemi örneğidir. Mihrap, minber ve taç kapısı genel olarak sade olup, beyaz mermerden özenli biçimde yapılmıştır. İhtişamlı taç kapısı, kitabesi, silmeleri ve zengin stalaktitleri (sarkıtları) ile zarif ve özenlidir. Ayrıca ahşap pencere ve kapı kanatları, 15. yy. ahşap kündekari tekniğinin en güzel örneklerindendir. Caminin ihtişamlı taç kapısı üzerinde üç çerçeve içinde kapı nişinin mukarnaslı tepeliği bulunur, bunun altında ve çift renkli mermerlerden yapılan giriş kemerinin arasına kitabe yerleştirilmiştir. Kitabeleri Hattat Şeyh Hamdullah yazmıştır. Ana mekândan, son cemaat yerine açılan mermer çerçeveli dört pencerenin alınlıklarında etrafları kalem işi nakışlarla bezenmiş lacivert zemin üzerine beyaz sülüs hatla çini yazılar yer alır. Caminin harem kısmı birbirini takip eden geçişleri tromplarla sağlanmış kubbeli iki mekân ile yanlardaki üçer kubbeli kanatlardan meydana gelmiştir. Kıble bölümünü ise yaklaşık 15 m. çapında ikinci kubbe örter. Mihrap fazla süslü olmayıp mütevazi ölçüde ve mukarnaslıdır. Minber beyaz mermerdendir. İçinde sadeliğin hakim olmasına karşılık caminin ahşap kapı ve pencere kanatları işçilik bakımından çok üstün tezyinat ve kalitededir. Yan girişlerin kanatları yok olmuştur. Esas kapı kanatları geometrik bir desene göre geçmeli yapılmış, pirinç kuşakları ve kabaraları durmaktadır. Alt sıra pencere kapaklarının hepsinde aynı desenler uygulanmıştır. Bunların ekserisinde yukarı bölümlerinde ağaç oyma tekniğiyle işlenmiş yazılı panolar vardır. Ayrıca caminin halıları içinde oldukça değerli eski halılar bulunduğu söylenmektedir. İSLAM ŞEHİRLERİ 25
ŞADIRVAN: Avlu ortasında yer alan 12 kenarlı şadırvan, 12 sütunun taşıdığı, 12 yüzlü sivri piramit bir çatıyla örtülüdür. MİNARELER: Girişleri son cemaat yerinden olan minareler caminin iki köşesinde yükselir. Kare kaideler üzerinde bulunan minarelerden sağdaki kırmızı renkte kakmalarla zengin surette bezenmiştir. Başka hiçbir minarede görülmeyen bu süslemede, uçlarında zambak motifleri bulunan zikzak çizgiler hâkimdir. Soldaki minarenin eski Türk minare mimarisi geleneğine uygun olarak gövdesi kırmızı ve beyaz çubuklar halinde yapılmıştır. Şerefe çıkmaları mukarnaslıdır. Caminin son cemaat yerinde, minareye açılan kapı üzerinde sûfî geleneğinin sırlı harfi 'vav’ yer alır. MEDRESE - MEKTEP: Caminin batı yönünde “U” planlı medrese bulunur. Külliyeyi çevreleyen avlunun batı duvarına bitişik olarak inşa edilmiş olan medrese, ortada genişçe bir avlu, avlunun etrafında kubbeli revaklar ve bunların arkasındaki öğrenci hücrelerinden oluşur. Kuzeydeki giriş kapısının karşısında, sekizgen kasnaklı bir kubbeyle örtülü, kare planlı dersane vardır. Evliya Çelebi’nin Amasya’da bulunan on medreseden en süslü ve en bakımlısı olarak anlattığı Sultaniye Medresesi, 1922 yılından beri İl Halk Kütüphanesi olarak kullanılmaktadır. Aşhane - imaretin yakınında olduğu bilinen mektep binası son yüzyıl içinde hiçbir izi kalmadan yıkılıp yok olmuştur. İMARET: “L” planlı İmaret caminin doğusundadır. İmaret’in dikdörtgen olan asıl mekânlarının üzeri tonozlarla örtülüdür. Bu mekânların önünde, İmaret’in camiye bakan yüzlerinde küçük kubbelerle örtülü revaklar bulunur. İma26 KONAK
rethane’nin büyük dikdörtgen salonu bugün Maket Amasya Müzesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. MUVAKKİTHANE: Caminin kuzeybatısında, Medrese’ye yakın bir yerde bulunan tek katlı, kare planlı küçük yapılı, güneşin konumuna göre namaz vakitlerinin belirlendiği XIX. yüzyılda yapılmış bir muvakkithane vardır. Kapısı üstünde beş beyitlik manzum kitabesinden bu yapının Hacı Hüseyin Zeki Efendi tarafından 1256'da (1840) inşa ettirildiği öğrenilmektedir. Önünde iki direğe dayanan bir sundurması olan esas bina dikdörtgen biçiminde "Tanzimat üslûbu’ndadır. Üstünü örten kırma ahşap çatı her cephede birer üçgen alınlıkla dışarı akseder. Muvakkithanenin duvarlarında çok zengin kalem işi nakışların bulunması bu küçük esere ayrı bir değer kazandırır. Çeşitli süs motiflerinden başka bu süslemede manzaralar, ağaçlar, bazı binalar görülür. Ayrıca nakışların arasında yakınındaki Beyazıt Camii'nin bir resmi de yer alır. Caminin önünde, şadırvanın iki yanında bulunan çınar ağaçları ise caminin inşaatı sırasında buraya dikilmişler, 500 yılı aşkın bir zamandır cami bahçesine gölgelerini düşürmektedir. ŞEHZADE OSMAN TÜRBESİ: Caminin güneydoğusunda, kıble duvarının hizasında kare planlı ve üstü kubbe ile örtülü bir türbe bulunmaktadır. Ön direğe dayanan ahşap bir girişe saçağı olan türbe kesme taş ve üç sıra tuğla hatıllar tekniğiyle inşa edilmiştr. Türbe, Sultan II. Bayezid'in oğullarından Şehzade Ahmed'in 1513'te Yavuz Selim tarafından öldürtülen oğlu Şehzade Osman Bey'in türbesi olarak kabul edilir. Ancak içinde bugün sanduka yoktur. KRALKAYA MEZARLARI Harşena Dağı’nın güney eteğine oyulmuş kireç taşı yığını olarak da adlandırılabilecek Kralkaya mezarları, antik çağ yazarı Strabon’un kayda aldı-
ğına göre Mitridat Krallığı zamanında krallar adına yapılmıştır. Kapısız olması hakkında iki farklı görüş vardır. İlki mezarlar tavaf edilebilsin diye arka kısmı boş şekilde ve kapısız olduğu yönündedir. İkincisi ise kayalardan sızan suların hava ile temasını sağlayarak mezar odasının korunması yönündedir ki bu akla daha uygundur. Mezar odasına çıkmayı kolaylaştıran bir taş merdiven bulunmamaktadır. Mezarların kendilerinden çok nehre kadar vardığı söylenen tüneller ilgi çekicidir. Kralkaya mezarları tarih boyunca gerek cezalandırma ve sürgün yeri gerekse Hristiyan keşişlerin inzivaya çekildiği mekân olarak kullanılmıştır. Kızlar sarayı üstünde yer alan üçlü mezar sağdan sola sırasıyla I. Mitridat, oğlu Ariobarzon ve II. Mitridat’a aittir. Bu mezarlardan en büyüğü kral Farnakes’e ait olmakla birlikte, en iyi işlenmiş olanı ise Aynalı Mağara’dır. AMASYA BEDESTENİ 1483’te II. Bayezid’in kapı ağalarından Hüseyin Ağa vakıflara gelir sağlaması düşüncesiyle yaptırmıştır. 1668’te olan depremde büyük hasar görmüştür. 1865 yılında Amasya mutasarrıfı Ziya Bey’in imar çalışmalarından nasibini almış, kubbelerin üzerindeki kurşun kaplama ayrılmış ve kubbeler ortadan kaldırılmıştır. Yeşilırmak’a bakan kısmı yıkılmış yerine İşhanı inşa edilmiştir. Günümüzdeki hali 1971 Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından yapılmıştır. AMASYA KÖPRÜLERİ VE YALIBOYU EVLERİ Amasya’da temel olarak beş köprüden bahsedebiliriz. Bunlar; Kunç (Kuş), İltekin Gazi (Çağlayan), İstasyon, Magdenüs, Alçak ve Hükümet Köprüleridir. Bu köprülerden İstasyon, Magdenüs, Alçak ve Hükümet Köprüleri ayrıca yalıboyu evlerini yer aldığı alanı tanımlayan yalıboyu köprüleridir. Kunç Köprüsü; Selçuklu hükümdarı
Sultan Mesud'un kızı Hundi Hatun tarafından yaptırılmıştır. Tamamen kesme taştan oluşur. Üç büyük ayak üzerindeki geniş kemer açıklığı en büyük özelliğidir. İltekin Gazi Köprüsü, Amasya il merkezine 5 km uzaktadır. 1076 yılında Danişmend emirlerinden İltekin Gazi tarafından, daha önce orada bulunan bir köprü temel alınarak yaptırılmıştır. Yapıldığı dönemde, Amasya'nın kuşatılması için gerekli olan askeri gücün ulaşımını kolaylaştırmak amaçlanmıştır. Tamamı kesme taşlardan oluşur. 1984 yılında, aslına uygun olarak restore edilmiştir. İstasyon Köprüsü, Selçuklu döneminde Sultan Mesud tarafından 1145 yılında yaptırılmıştır. Araçlarında geçiş amaçlı kullandığı köprünün en büyük kemer açıklığı 10 metredir. 1824 yılındaki ırmak taşkınında büyük ha-
sar gören köprü 1828'de yenilenmiştir. 1940 yılında tekrar esaslı bir onarımdan geçmiştir. Halk dilinde "Maydonoz, Madenüs" olarak da bilinen Magdenüs Köprüsü, Mevlevi Tacibeyzade Sadi Çelebinin kızı Fatma Hatun tarafında 1485 yılında yaptırıldığı ileri sürülmüştür. Ama Roma Dönemi öncesinde yaptırılmış olması daha olasıdır. Çünkü geçmişte iç kaleye açılan kapılardan biri bu köprü ile bağlantılıdır. Ahşap bir köprü olduğu için defalarca sel sularına maruz kalmış ve zarar görmüştür. 1968 yılında meydana gelen ırmak taşkınında sele kapılarak yıkılmış, yerine beton ayaklı ve demir gövdeli yeni bir köprü yapılmıştır. Alçak Köprü Roma Dönemi’nde (Pontus Krallığı, MÖ 323) inşa edilmiştir. Nehrin zamanla yükselmesi sonucu köprü kemerleri aşağıda kalmıştır. Osmanlı döneminde Amasya
valiliği yapan Ziya Paşa tarafından 1865’te köprü kemerleri üzerine ayaklar inşa edilerek günümüze kadar kullanılmaya devam etmiştir. Hükümet Köprüsü, ilk olarak, iç kalenin Helkıs Kapısı civarında yapılmış ahşap bir köprüydü. Yapılış tarihi kesin bilinmemekle beraber Roma döneminden itibaren kullanıldığı kabul edilir. Osmanlılar tarafından onarılmış ve uzun süre kullanılmıştır. 1938 yılında vali Talat Öncel ahşap köprüyü yıktırıp 1940 yılında beton olarak yeniden yaptırmıştır. Yalıboyu evleri; kentteki sivil mimarlık örneklerinin en başarılı ve özgün örneklerinin bulunduğu bölge Yalıboyu’ dur ve 1992 yılında tescillenerek koruma altına alınmışlardır. En eski evler Osmanlı’nın son dönemlerine uzanmaktadır. Tarihi sur duvarı üzerinde, bitişik nizamdadırlar. Kerpiç
İSLAM ŞEHİRLERİ
27
ve ahşap yapımlarında kullanılan malzemelerdir. Topografyaya, nehre ve sokağa uyum o dönemde doğaya saygıyı göstermektedir. Evler avlulu ve bahçelidir. Harem ve selamlıktan oluşan iki bölümlü evler çoğunluktadır, bu da mahremiyetin mimariye yansımasıdır. Genellikle bodrum üzeri 2 katlıdırlar, üst katları genellikle cumbalıdır ve eliböğründelerle desteklenmiş, Pencereler üst katta fazladır, bu da alt katların daha çok depo veya dükkân olarak kullanıldığı ve günlük hayatın geçtiği üst katta daha fazla ışık alınması istenmesindendir denilebilir. Hazeranlar Konağı halka açık müze ve galeri olarak kullanılan tipik bir Amasya evinin en güzel örneklerinden biridir. ANADOLU SELÇUKLU DEVLETİ MİMARİ ÖZELLİKLERİ Büyük Selçuklu Devleti’nin Anadolu’ya göç yerleşmesinden sonra oluşan Anadolu Selçuklu Devleti kültürel olarak farklılıklar yaşamasının yanı sıra mimari olarak da belirgin farklılıkları beraberinde getirmiştir. Bunun en göze çarpan örneği ise taş ve tuğla kullanımıdır. Taşın, temel inşaat malzemesi olması Selçukluların Anadolu’ya gelişleri ile başlar Asya ve İran’daki geleneğin dışına çıkılarak tuğla malzemenin yerini Anadolu’da inşa malzemesi olarak taş alır. İran’daki tuğla ve çini süslemenin yerini de Anadolu’da taş süsleme alır. Taş işlemeciliği Anadolu Selçuklu mimarisinin yapı taşıdır. Bu süslemeler genelde dış cephede yoğunlaşmaktadır. Özellikle yoğunluk yapıya giriş kısmında ve pencerelerdedir. Selçuklu taş süsleme programında taç kapıların yeri birincildir. Anıtsal kapılar Anadolu Selçuklu mimarisini tanımlayan öğelerdir. Yapıyı tanımlayan ve neredeyse temsil eden taç kapının davet edici, kucaklayıcı bir görevi vardır. Taç kapı bütün yapıların tasarımında olduğu gibi büyük kubbeli medreselerde de önemini korur. Taç kapılar Selçuklu mimarisinin karakteristik özelliğidir. 28 KONAK
Selçuklu mimarisinde taç kapılardan sonra süsleme yoğunluğu mihraplarda görülür. 12. ve 13.yy içinde inşa edilen 89 mihrap içinde malzemeye göre yapılan sınıflandırmada kesme taş en fazla kullanılandır. Selçuklu yapılarında kullanılan taş yüzey süslemeleri geometrik, bitkisel, yazı, sembollerden oluşmaktadır. En yoğun taş süsleme programı geometrik ve bitkisel süslemelerdir. İslam sanatının en büyük özelliği, insan figürünü ilkesel olarak dışlamış olmasıdır. Bu nedenle Selçuklularda geometrik düzenler önem kazanmıştır. Bu durum sanatçının ufkunu açmış, onu fizikötesi aleme itmiştir. Minyatür ve seramik dallarında kısıtlı da olsa görülen figür mimari cephelerde rastlanmaz. Böylece İslam sanatçısının motif ve konu dağarcığı, madde ile sınırlı kalmamıştır. Her şeyden önce, Kur’an-ı Kerim tefekküre (derin düşünceye) büyük önem verir ve insanları sık sık düşünmeye davet eder. Türk ve İslam mimari süsleme sanatının en çok sevilen ve zengin motiflerini teşkil eden yıldız ve çokgen motifleri, Kur’an-ı Kerim’de her fırsatta zikredilen bu tefekkür ayetlerinin bir neticesidir. Çizgiler belli bir düzen içersinde öyle zikzaklar çizerek devam ederler ki, insanın gözü onları takip etmekte aciz kalır. Bu Allah’ın ezeli ve ebedi olduğunun çizgilerle ifadesidir. Oradaki düzen ise Kur’an’da geçen ‘O Allah ki birbiriyle uyumlu yedi sema yaratmıştır. Sen O Rahman’ın yarattığında hiçbir nizamsızlık göremezsin’ (Mülk/ 3, 4, 5) şeklindeki ayetin taşa ve çiniye geçirilmiş şeklidir. Mimari cephe niye süslenir, amaç nedir? Güç gösterisi, zenginliğin göstergesi veya inancın ulviliği gibi bir mesaj iletmek amaçlıdır. Mimari elemanların düz blok ve katı kesimlerin arasında, süslemenin varlığı, yapıyı yumuşatma, daha fazla göz zevki ve duygulara yöneltmedir. İslam süslemesinde geometrik düzenlemelerin gelişimi, hendese (ge-
ometri) bilimi sayesinde olmuştur. Mühendislik de denilebilir. Hendese bilimi olmadan karmaşık geometrik süslemelerinin yapılmasının olanaksız olduğu düşünülmelidir. Onun için daha açıklayıcı biçimi ile hendese; Anadolu Selçuklu Devleti bilim dallarının tümüyle olduğu gibi matematikle de ilgilenmiştir. Bu ilgilenme sadece yer ölçüm çalışmalarıyla sınırlı kalmamış. Mimari de ve özellikle mimari yüzey geometrik süslemelerinde ve sembollerde kuruluş oluşumunda kullanılmıştır. Anadolu Selçuklu sanatında geometrik süslemeyi, bütün malzemeler üzerinde görmek mümkündür. Anadolu yapılarında gördüğümüz geometrik çizgi ve kompozisyonlarda, bir ölçüde, ritüel şekiller, dini ve mistik tasavvurların varlığını aramak yerinde olur. Anadolu Selçuklu sanatında mükemmelliğe erişmiş geometrik süslemelerden biri yıldız sistemidir.. Bu motifin çıkışı kağıt üzerinde ilk uygulama alanı olduğu tahmin edilmektedir. Süslemedeki özellikle yıldız sistemlerinden tek sayılı olanlar (5, 7, 9) sonsuzluk etkisi oluşturan motiflerdir. Yıldız sistemleri kırık çizgilerin iç içe girmesiyle, kesişmesiyle ya da geometrik şekillerin kare, beşgen, altıgen, sekizgen, ongen ve onikigen gibi çokgenlerin kesişmesi ya da içi içe girmesiyle biçimlenen farklı sayıdaki kollardan oluşur. Ayrıca bu kırık çizgiler ve geometrik şekillerin birlikte oluşturduğu yıldız sistemleri de mevcuttur. Yıldız motifi özellikle taş ve ahşap süslemede çok kullanılmıştır. 13. y.y. Anadolu Türk mimarisi anıt kapılarının dış çerçevenin bitiminden sonra bütün girişi dolanır Altıgen, Selçuklu süsleme sanatında en çok kullanılan olan geometrik şekillerden biridir. 11.y.y. ile 13. yy. arsındaki dönemde geometrik düzenlemelerde daha çok altıgen ve sekizgen birim şekillerle üretilen tasarımlara yer verilmiştir.
KAYNAKÇA 1. Algan N. Anadolu Selçuklu Dönemi Mimarisi Taş Yüzey Süslemelerinin İncelenmesi ve SeramikYorumları, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Seramik Anasanat DalıSanatta Yeterlik Tezi,2008 2. Etyemez L. Assessing The Integration Of Historical Stratification with the Current Context in Multı-layered Towns.Case Study: Amasya. Fen Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi . Orta Doğu Teknik Üniversitesi., 2001 3. Güzelci O. Z. Amasya Yalıboyu Evleri Üzerine Bir Biçim Grameri Çalışması. Fen Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans
Tezi . İstanbul: İstanbul Teknik Üniversitesi, 2002 4. Özcan S. Amasya’ da Sancak Beyliği Yapan Şehzadeler Döneminde Amasya Şehri, Amasya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 5 5. Şeker S. Yeşilırmak’ın incisi: Yalıboyu Evleri, Amasya Şehir Rehberi;s 44-52. 6. http://www.amasya.gov.tr/ Erişim tarihi 10.04.2018. 7. https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/amasya/ Erişim tarihi 16.04.2018. 8. Kertil F.Büyük Selçuklu Döneminden Osmanlı Yönetimine Kadar Amasya
Tarihi , Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, 2014 9. Erdoğan,İ. XX.yy Amasya Tarihi ve İnanç Coğrafyası,Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Yüsek Lisans Tezi, 1996 10. Dündar A.“Bir Belgeye Göre Amasya II. Bayezid Külliyesi”, AÜİFD Cilt XLIV(2003) Sayı 2 s. 131-172, 2003 11. Eyice S. Beyazıt II. Camii ve Külliyesi”, Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi,cilt: 6,syf 40-42, 19982
İSLAM ŞEHİRLERİ 29
AMASYA DARÜŞŞİFASI Amasya Darüşşifası’nın Tarihi Serüveni
ŞİFAHANELER VE TIP OKULLARI ÇALIŞMA GRUBU Leyla Dönder * Büşra Üstün 2 Gülbahar Yavuz 2 Nebahat ÖZÇELİK 1
2
1 2
Hacettepe Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Hacettepe Üniversitesi Hemşirelik Fakültesi
*İletişim: leyladonder@gmail.com
30 KONAK
Amasya darüşşifası bir çok isimle anılmıştır. 'Darüşşifa-i Merhum Alâeddin Ali' ve 'Darüşşifa-i Merhum Pervane Bey' bunlardan bazılarıdır. Bütün bunların yanında halk arasında ise bu darüşşifaya 'Amasya Bimarhane’si', 'Amasya Tımarhanesi' veya 'Amasya Şifahanesi' denilmekteydi. Bilinen bir diğer adı da ‘Anber b. Abdullah Şifahanesi’dir. Kitabesindeki bilgilere dayanarak 708(1308-9) yılında İlhanlı hükümdarı Sultan Olcaytu Han döneminde karısı İlduş Hatun(Yıldız Hatun)’un kölesi Anber b. Abdullah’ın inşa ettirdiği düşünülmüştür. Fakat yapılan araştırmalarla o tarihte Amasya’ya yeni gelmiş İlhanlıların bu kadar kısa bir sürede bu yapıyı inşa edemeyecekleri anlaşılmış ve yapının Selçuklu Sultanı I.Aleaddin döneminde 1220-1237 yılları arasında yapıldığı tespit edilmiştir. Yapının kitabesinin İlhanlılar tarafından yazılmış olması inşasının onlar tarafından yapıldığı bilgisine sebep olmuştur. Sonrasında ulaşılan belgeler ve tarihi süreçleri değerlendirerek yapılan araştırmalarla Selçuklular Dönemi’nde yapılmış olduğu anlaşılan darüşşifanın kuruluşu ile ilgili eksik ve yanlış bilgilendirmelerin düzeltilmesi gerekli ve de önemlidir. Amasya Darüşşifasının 1650 yıllarında işleyen ‘büyük bir vakıf eseri’ olduğu bilgisini Evliya Çelebi’nin eserinde bulmaktayız.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde bulunan bir belgede ise; 1732 yılında darüşşifaya yeni bir tayinden bahsedilmektedir. Hazinedeki defter kaydına göre belgenin sağ üst köşesinde Amasya’daki Sultan Alaeddin Vakfı Darüşşifası ismiyle kaydedilmiştir. Arşivde bulunan 1743 yılına ait bir diğer belge de atama ile ilgilidir.1743 yılına ait çok önemli bir belgede de darüşşifanın kadrosunu tespit edebilmek mümkündür. Hüseyin Hüsameddin Bey’in Ankara’da Vakıflar Arşivi’nde gördüğü Amasya defterinde darüşşifanın kadrosunu bulmuş ve bildirmiştir. Amasya Muhasebesi diye anılan Amasya Cihetler Defteri’nin 38.sayfasında siyakatle yazılı kadrosu şudur: Tabip muavini, mutemed, müremmim, nakib ve katip 1; zincirci 3 kişidir. Tabip, talebe, eczacı, çamaşırcı, aşçı ve hademe sayısı ise bilinmemektedir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi’ndeki bir diğer belge 1752 yılına ait olup Amasya ‘daki Sultan Alaeddin Darüşşifası’nda görevli olan tabip Mehmed öldüğünden onun yerine tabip Abdullah’ın tayini ile ilgilidir.1804 yılına ait başka bir belge de Amasya Darüşşifası’na tabip şakirdi tayini ile ilgilidir. Gene 1804 yılına ait bir belge de Amasya’daki Sultan Alaeddin Darüşşifası’na tevcih ile ilgili olup burada yeni tayin edilen Halife Mustafa ve bir önceki Halife Mehmed’in kaydı yer almaktadır. Amasya Darüşşifası’nın varlığını ve fonksiyonunu yerine getirdiğine dair elimizdeki en son belge 1837 yılına aittir. Böylece Osmanlılar döneminde Amasya Darüşşifası’nın fonksiyonunu yerine getirdiğini 1837 yılına kadar takip edebiliyoruz. Amasya Darüşşifası Selçuklular döneminde de görevini yerine getirmiş ve özelikle de kalabalık öğrenci ve tüccarların doldurduğu bir şehirde onların hastalıklarında hizmet vermiştir. Osmanlılar dönemindeki kayıtlarda 1435 yılından 1837 yılına kadarki
bir zaman diliminde darüşşifa olarak var olduğu ve işlediği tespit edilmiştir. AMASYA DARÜŞŞİFASI HEKİMLERİ Amasya darüşşifasında yetişen ünlü ve yetenekli Türk hekimlerinden bâzıları şunlardır: 1488’de ölen Şükru’l-lâh, 1516’da Halîmî, 1561’de Merzifonlu Atûfî ve Mehmed bin Lütfullâh, adlarından bahsedilmesi gereken ünlü hekimlerdendir. Ancak, bunlardan daha ünlüsü, 14 yıl boyunca bu darüşşifada başhekimlik yapan Sabuncuoğlu Şerafeddîn bin Ali’dir. Sabuncuoğlu, 1465’te, o zamânki Türk hekimliğinin ne kadar büyük bir hızla geliştiğini gösterir. “Kitâbü’l-Cerrâhiyye-i İlhâniye” isimli eseri resimli eseri çok ünlüdür. Bu eser, XIX. Yüzyılın başlarına kadar Türk hekimlerinin başucu eseri olmuştur. Vakıf defterinden öğrendiğimize göre; 1693’e kadar Bimarhane’de hekim, Ahter-i Bâlî’dir. 1693’te Tabib Kostuce gelir. 1708’de Esarbali tayin edilir. Daha sonra Esarbali’nin azliyle Hacı Mahmud bu hastaneye atanır. Hacı Mahmud Efendi İstanbul’da Tıbbiye okumuş bir kişidir ve İsmail ve İbrahim isimli oğulları da hekimdir. Özellikle, İsmail Efendi Amasya’da çok tanınan ve bilinen bir hekimdi. İsmail Efendi, bu hastanede çalışmamıştır. 1731’de İsmail Efendi’nin iki oğlu da bu hastanede hekimlik yapmaya başlamışlar, 1747’de ise her ikisine de görevden el çektirilmiştir. Mehmed Halife isminde bir hekim göreve başlamıştır. 1751’de Mehmed Halife’nin ölümüyle yerine Abdullah Efendi gelmiştir. Onun da 1758’de ölümüyle oğlu Mustafa Efendi hastaneye hekim olarak atanmıştır. O dönemlerde hekimler, oğullarını hekim olarak yetiştirmeye çabalamışlardır. Bununla beraber, üç kuşak boyunca hekim çıkaran aileler çok nadirdir.
Bunlardan birisi de Mustafa Efendi’nin oğlu Mustafa Efendi’dir. Mustafa Efendi, henüz sağ iken makamını oğluna devretmiştir. Daha sonradan Mustafa bin Ebubekir gelmiştir. Bu yıllarda hekim listesinde Mustafa Efendi’nin oğlu Ömer Efendi de yerini almış, defterin kaydına giren son hekimler ise Yusuf Efendi’nin oğulları Hafız Emin ve Seyit Mehmed Efendiler olmuştur. Aynı defterde asistanlar da sırasıyla şöyledir: 1693’te Mustafa bin Hüseyin, sonra Ahmed bin Mustafa ve akabinde Mustafa Efendi’nin oğulları Mustafa ve Mehmed Efendiler. 1762’ye gelindiğinde asistan, Ahmed Efendi’dir. Daha sonra oğlu, Mehmed Efendi gelmektedir. Onun da ölümüyle bu makama başka bir Mustafa bin Ebubekir gelmiştir. Kayıtlar bu şahısla sona ermektedir. ŞEREFEDDİN SABUNCUOĞLU Devrinin en ünlü hekimlerinden biri olan Şerafeddin Sabuncuoğlu, Amasya şehrinin yetiştirmiş olduğu en önemli şahsiyetlerden birisidir. 870H/1465M yılında yazdığı “Cerrahiyyetü 'l- Haniyye” adlı eserinde 83 yaşında olduğunu söylemektedir. 873H/1468M yılında yazdığı eseri “Mücerrebname”de de 85 yaşında olduğunu söylemektedir. Bu duruma göre Sabuncuoğlu'nun 787H/1385M yılında doğduğu anlaşılmaktadır. Sabuncuoğlu, Cerrahiyyetü'I-Haniyye adlı eserinde adını Şerefeddin bin Ali bin el Hacı İlyas Sabuncuoğlu olarak verir. Şerafeddin Sabuncuoğlu'nun, tebabette hocası Hekim Burhanettin Ahmet, Hekim Ahmet'in hocası ise Hekim Harizmli Lokman'dır. Ancak Sabuncuoğlu'nun eğitimini usta-çırak geleneğine göre aldığı yönünde görüşler vardır. Fakat Sabuncuoğlu'nun kültür seviyesi yüksek bir aileye mensup olduğunun anlaşılması, kendi kültür seviyesi yüksek olması; on sekiz medİSLAM ŞEHİRLERİ
31
resesi bulunan bir şehirde medrese eğitimi almamış birinin Baştabip olma ihtimalinin zayıf olduğunu ortaya koymaktadır. Bu nedenle Sabuncuoğlu'nun bir medrese eğitimi aldığı düşünülebilir. Sabuncuoğlu, memleketi Amasya'daki Darüşşifa'da 14 sene Baştabiplik yapmıştır. Şerafettin Sabuncuoğlu'nun ölüm tarihi bilinmemekle beraber, son eseri Mücerrebname'yi 85 yaşında (1468) yazdığına göre bu tarihten sonra ölmüş olmalıdır. SABUNCUOĞLU'NUN YAZMIŞ OLDUĞU ESERLER İLE İLGİLİ BİLGİLER:
cerrahlığının seviyesini göstermesi yanında o devir Anadolu Türkçesi’nin özelliklerini yansıtacak tarzda harekelenmiş bir eser olmasından dolayı da Türkçe’nin gramer ve fonetiği açısından kaynak durumundadır. Ayrıca minyatürleriyle de sanat tarihçilerinin araştırmalarına konu olmuştur. Eser üç bab şeklinde yazılmıştır; • • •
I.Bab:54 tedavi(dağlama ile), 7 alet ve 4 insizyon II.Bab:58 tedavi(cerrahi müdahele ile), 131 alet ve 10 insizyon III.Bab:24 tedavi(kırık ve çıkık tedavisi ile) ve 11 alet
1. Cerrahiyyetü'l-Haniyye:
2. Akrabadin Tercümesi:
XV. yüzyılda Fâtih Sultan Mehmed’e ithaf ettiği tıp kitabıdır. Endülüs İslâm hekimlerinden Ebü’l-Kāsım ez-Zehrâvî’nin (ö. 427/1036) Kitabü't-Tasrif li-men Aceze ani't-Ta'lif ' adlı tıp kitabının XXX. bölümünü teşkil eden cerrahlıkla ilgili kısmın büyük ölçüde tercümesi olmasına rağmen fazladan iki fasıl ile bazı aletlere ve hasta tedavilerine ait minyatürler ihtiva etmesinden dolayı ondan ayrılır. 870 (1465) yılında yazılan kitap, XV. yüzyıldaki Türk
Akrabadin'in sözlük anlamı ‘tıbbi formüller’ demektir. Amasya sancağına çıkarılan Şehzade II. Beyazıt, 1454'te Şerefeddin Sabuncuoğlu'ndan Türkçe Akrabadin yazmasını ister. Bunun üzerine Sabuncuoğlu, Zeyneddin Ebu İbrahim İsmail b. Ahmad b. Muhammedü' l-Hüseynü' l-Cüzeani’nin (Ölm. 562H/1136M) Farsça kaleme aldığı Zahire-i Harzemşahi adlı eserini Türkçe'ye tercüme etmiştir. Sonradan eklenen 29. babda ilaçların etki sürelerini ve formüllere giren maddelerin miktarlarını vermiş, 31. babda ise Farsça-Arapça-Türkçe bir sözlük yer almaktadır. 3.
Mücerrebname:
Şerefeddin Sabuncuoğlu'nun 873H/1468M yılında 85 yaşında yazdığı eser 17 bab yazılmış Türkçe tıp kitabıdır. Sabuncuoğlu'nun bu eserindeki konular ilaçların etkileri, kullanım alanlarına göre yapılmış ve en çok kullanılandan en az kullanılana doğru bir sıra takip edilerek hazırlanmış32 KONAK
tır. Yazar bu eserde, hayvanlar ve insanlar üzerinde veya bizzat kendi üzerinde denediği ilaçların hazırlanışı ve kullanılışını açıklamıştır. Sabuncuoğlu ilaçları hastalar üzerinde denerken başından geçen olayları nakletmiştir. En çok kullanılanlara öncelik verecek şekilde sıraladığı bu eseri 17 bölümden oluşmaktadır: 1.Bölüm: Tiryaklar (Antidot) 2.Bölüm: Macunlar 3.Bölüm: Diareikler ve Toz İlaçlar 4.Bölüm: Yakı ve Yakı Türü İlaçlar 5.Bölüm: Astranjan İlaçlar ve Fumigasyon İlaçları 6.Bölüm: Fitil ve Ovüller 7.Bölüm: Şurup ve Gargaralar 8.Bölüm: Göz Hastalıklarında Kullanılan İlaçlar 9.Bölüm: Tablet ve Pastiller 10.Bölüm: Cerahat Giderici İlaçlar 11.Bölüm: Merhemler ve Yağlar 12.Bölüm: Lavmanlar 13.Bölüm: Kusturucular 14.Bölüm: Burun Kanamasını Dindirici İlaçlar 15.Bölüm: Tabletler 16.Bölüm: Ağız, Boğaz, Diş, Dudak ilaçları 17.Bölüm: Enfiye ve Kuturlar
Terkipleri hazırlarken kullandığı genel yönŞerefeddin Sabuncuoğlu'nun tıp tarihinde önemli temde önce drogları habir yerinin olmasının sebebi, tedavi usullerini ve vanda dövüp toz haline tedavi aletlerini eserine resmetmesi ve o güne kadar getirmiş, eleyerek diğer bilinmeyen tedavi aletlerini yapmasıyla birlikte kendi katı maddelerle karıştırbulduğu yeni ilaçları hayvanlar üzerinde deneyerek mıştır. Bu karışımlar ya kontrol etmesidir. doğrudan kullanılan ya da kaynatılarak yoğunlaştırılan veya öz suyu alınan preparatlardır. mından hazırlanan bir şurup kullanıSabuncuoğlu ilaçları hazırlarken etki AMASYA DARÜŞŞİFASI’NDA larak anestezi uygulandığı, anestezinin ve kullanım alanlarını anlatmı; hangi YAPILAN SAĞLIK ardından da cerrahi ameliyatların gersoruna hangi ilacı kullanmak gerek- UYGULAMALARI çekleştirildiği bilinmektedir. tiği, ilacın içindeki drogların dozu ve Darüşşifalarda ilaçlar ve yiyecekler hangi ilaçlarla birlikte kullanılması hastalara ücretsiz verilirken, tedavileri Amasya Darüşşifası’nın en önemli gerektiğini açıklamıştır. Hastalarda de ücretsiz yapılırdı. Darüşşifalardaki hekimi olan Sabuncuoğlu Şerefeddin, gördüğü müspet ve menfi etkileri bebu uygulamalar sağlık hizmetlerinde modern cerrahiye çok çeşitli katkılar lirtmiştir. sosyalizasyonun ilk örneklerini teşkil yapmıştır. Kaleme almış olduğu üç Terkiplerde kullandığı bitkisel drog- etmektedir. Özellikle ruh hastalıkları- eseri bugünkü tıp ve eczacılıkta önemlara birkaç örnek verecek olursak; nın tedavisinin de darüşşifalarda ya- li bir yere sahiptir: Cerrâhiyyetü'l-Hâpıldığı, tedavi için müzikten ve telkin- niyye, Mücerrebname ve Akrabâdîn. Bezr-i Bassal (soğan): Gaz söktürüden yararlanıldığı görülmektedir. Cerrâhiyyetü'l-Hâniyye, Sabuncucü, ateş düşürücü, sindirimi kolaylaşoğlu Şerefeddin’in eseridir. 1465 yılıntırıcı. Bitkisel İlaçlar: O dönemin bilimsel da yazılan eser 136 cerrâhî girişim ve Zaferan (safran): Ağrı kesici, mide- tıbbında kullanılan bazı bitkilerden de 163 cerrâhî âletin resimlerini ihtivâ etfaydalanılmıştır. Örneğin uzun süren vi ve tiryak terkiplerinde kullanılır. ateşli hastalıklarda sarımsak veya bal; mektedir. Resim ve minyatürler sebeGül: Yumuşatıcı, sindirimi kolay- hararette bal ve sirke karışımı; soğuk biyle Sabuncuoğlu tıbbî illüstrasyonda laştırıcı, göz hastalıklarında ve tiryak algınlıklarda bal, sarımsak, yoğurt; is- öncü olmuştur. terkiplerinde kullanılır. halde sarı helile; kabızlıkta mahmude; SCI-Expanded (akademik dergileri bağırsak ağrılarında tiryâk ve tiryâk-ı periyodik olarak kontrol eden ve tarafarûkî, uykusuzlukta haşhaş sütü; gözü yan bir sistem) kapsamındaki dergiler4. Fütüvvetname: kuvvetlendirmek için çiğ şalgam; hava de yayınlanan Türkiye kaynaklı yayınYapılan araştırmalar sonucu bu eser değişikliklerinde sulandırılmış şerbet- ların yazarları, Cerrahiyetü’l- Haniyye başında müellif künyesinin açıkça be- ler kullanılmıştır. içindeki çeşitli konuları, kendi uzlirtilmiş olması aksi kesin olarak orAyrıca, deri hastalıklarında kaplıca- manlık alanlarına göre yorumlayarak taya konulmadıkça da Sabuncuoğlu kitabın değerini vurgulamaya çalışŞerefeddin’in bugüne kadar ortaya lara gidildiği, nezlede kan aldırıldığı mışlardır. Bu çalışmalardan da eserin çıkmamış bir eseri olarak kabul etmek ve hamamda yıkanıldığı eserlerden içeriğinde yer alan sağlık uygulamaları öğrendiklerimizdir. gerektiği söylenmektedir. hakkında bir fikre sahip olmaktayız. Ameliyatlar: Anadolu Selçuklu ve Şerefeddin Sabuncuoğlu'nun tıp Eserin içeriği göz önüne alındığında tarihinde önemli bir yerinin olması- Osmanlı Darüşşifa yapıları içerisinAmasya Darüşşifası’ndaki sağlık uygunın sebebi, tedavi usullerini ve tedavi de bulunan polikliniklerde hekimler aletlerini eserine resmetmesi ve o güne hastaları ayaktan tedavi de etmişlerdir. lamaları şunlardır: kadar bilinmeyen tedavi aletlerini yap- Ameliyathanelerde ise çeşitli ameliyatAkupunktur: Cerrahiyetü’l-Haniymasıyla birlikte kendi bulduğu yeni lar gerçekleştirilmiştir. Tıp medresesi ye’de yer alan dört ayrı başlık, akuilaçları hayvanlar üzerinde deneyerek bölümünde öğrenilen teorik bilgiler punkturun temel bilgileriyle uyumlu kontrol etmesidir. ameliyathane odalarında uygulamıştır. görünmektedir. Bu açıdan 1. bölümdeSabuncuoğlu bu ilaçlardan bazıları- Bu odalarda hastalara İbn-i Sina meto- ki (Dağlama) üç başlık ile 2. bölümdenı kendi üzerinde deneyerek kullanıla- du adı verilen; “şarap, afyon, sarısabır, ki (Cerrahi) bir başlık içindeki bilgiler, bilirliğini ispat etmiştir. âdemotu ve hindistan cevizi” karışı- Sabuncuoğlu’nun akupunktur ve Çin İSLAM ŞEHİRLERİ 33
tıbbı bilgilerine hâkim olduğunun bir göstergesi sayılabilir. Uyguladığı dağlama, cerrahi işlemler ve kırık-çıkık tedavilerinin hasta için ağrılı işlemler olduğuna dikkat çeken Sabuncuoğlu, bu ağrılı işlemlere “tahammül edemeyenler” için adamotu kökü ve badem yağı karışımı uygulamıştır. Ayrıca baş ağrısı, migren, sinüzit ağrısı, siyatik, diş ağrısı, boğaz ağrısı ve bel ağrısı gibi yakınmalar için krem, pomat, plaster, merhem, losyon ve oral preparatlar yanında dağlamanın da kullanılması, yayınlara konu olmuştur. Beyin Cerrahisi Uygulamaları: Beyin cerrahisiyle ilgili tedavi yöntemleri birçok yazarın ilgisini çekmiştir. Günümüz bilim insanları yazılarında, Cerrahiyetü’l-Haniyye’deki kafa travması, hidrosefali, spinal travma, siya34 KONAK
tik, kifoz, spinal deformiteler, bel ağrısı ve hemipleji konularının tanıtımını yapmışlardır. Çocuk Cerrahisi Uygulamaları: Çocuk cerrahisiyle ilgili makalelerde imperfore anüs, perineal fistül, hipospadias, sünnet, vajinal atrezi, üretral atrezi, anal atrezi konularıyla ilgili bilgi verilmiştir. Damar Cerrahisi Uygulamaları: Özellikle varis tedavisi üzerinde durulmuştur. Genel Cerrahi Uygulamaları: Proktoloji konuları (hemoroid, anal fissür, perianal apse ve fistüller) yer alır. Göz Hastalıkları Uygulamaları: Bilindiği gibi Cerrahiyetü’l-Haniyye’de çok çeşitli göz hastalıklarının tedavisi
açıklanmaktadır. Türk araştırmacıların makalelerine konu olan bu hastalıklar arasında şunlar sayılabilir: göz kapağı bozuklukları, gözyaşı kanalı bozuklukları, korneal vaskularizasyon, üveit, katarakt, konjonktival bozukluklar. Kadın Hastalıkları Ve Doğum Uygulamaları: Bu konuda anormal gelişler, aletli doğumlar, hidrosefali ve ölü fetüsün çıkarılması gibi konular yer almaktadır. Kulak-Burun-Boğaz Uygulamaları: Fasiyal palsi, seste kabalaşma, tonsil ve uvula tümörleri, boyun ve larinks tümörleri, nazal fraktür, mandibula fraktürü, kulak ağrısı, başağrısı, boyunda kanayan damarların koterizasyonu, kulakta yabancı cisim, frenulum
insizyonu, nazal polipler, trakeotomi, adenoid hipertrofisi, dış kulak yolu atrezisi, baş ve boyunda apse, burunda kötü koku gibi hastalıklar ve tedavilerin aktarıldığı görülmektedir. Nöroloji Uygulamaları: Nörolojiyle ilgili yayınlarda epilepsi, migren ve fasiyal palsi gibi konular işlenmiştir. Onkolojik cerrahi Uygulamaları: İyi ve kötü huylu kitleler için eksizyonun ve dağlamanın önerildiği bölümler de, ayrı bir makalenin konusunu oluşturmuştur. Ortopedi Uygulamaları: Cerrahiyetü’l-Haniyye’nin 3. bölümü kırıklara ve çıkıklara ayrılmıştır. Vücudun çeşitli bölgelerindeki kırıklar ve çıkıklar yanında polidaktili ve sindaktili de ele alınmıştır. Plastik Cerrahi Uygulamaları: Bu alanı ilgilendiren yarık dudak, poli-
daktili, jinekomasti, göz kapağı cerahisi ve maksilofasiyal cerrahi bölümleri bulunmaktadır. Psikiyatri Uygulamaları: 2006’da American Journal of Psychiatry’nin Images in Psychiatry bölümünde “mal-i hülya” tedavisinde dağlama kullanımının resmedildiği Cerrahiyetü’l-Haniyye’den alınma bir çizim yer almıştır. Bu kısa yayında, Sabuncuoğlu’nun hem “mal-i hülya”, hem de “unutsaguluk” için dağlama tedavisini kullandığından bahsedilmektedir. Üroloji Uygulamaları: Cerrahiyetü’l-Haniyye’de tanımlanan sistoskopi, mesane taşı, idrar retansiyonu, mesane irrigasyonu, pediatrik ürolojik girişimler (meatus darlığı, üretral atrezi, hipospadias, epispadias, fimosis, sünnet), hidrosel, varikosel, orşiyektomi, penektomi, üretrosistoskopi, penil ve skrotal lezyonlar, hermafroditizm ve penil siğillerle ilgilidir.
Diğer Uygulamalar: Bu temel alanlar dışında, Cerrahiyetü’l-Haniyye’deki cerrahi alet çizimleri de birçok yazar tarafından ele alınmıştır. Göğüs cerrahisinde, oftalmolojide, göz kapağı cerrahisinde, beyin cerrahisinde, ürolojide, genel cerrahide, çocuk cerrahisinde, kulak-burun-boğaz cerrahisinde ya da algolojide kullanılan çeşitli cerrahi aletlere ve bunların çizimlerine özellikle dikkat edilmiştir. Günümüzde tamamlayıcı tıp yöntemleri arasında sayılan kupa çekme işlemi de Sabuncuoğlu’nun pnömotoraks tedavisinde, mihceme olarak adlandırılan bu tedavi yöntemini kullandığı da bilinmektedir. Bir diğer eseri olan Mücerrebnâme’de Sabuncuoğlu, denemiş olduğu ilaçların yapılışlarını anlatmıştır. On yedi bâb olarak tertip edilmiş olan ve tıpta kullanılan ilaçların merhem, şuİSLAM ŞEHİRLERİ 35
rup, hap, macun, yakı vb. hazırlanış şekillerine göre tasnif edilmiştir. Mücerrebname’de anlattığı deneylerinden örnekler: Bir gün zehirli bir yılanı (engerek) olduğunu söyleyen yılancı gelir ve Sabuncuoğlu yapmış olduğu tiryaka güvenir ancak test etmek ister. Bunun üzerine yılanı getirtirir ve sol elinin orta parmağını ısırttırır. Sonra bu tiryaktan şerbet yapıp içer ve yılanın ısırdığı yere de tiryaktan sürer ve yılan zehrinin parmağında ya da vücudunda bir etkisi kalmadığını söyler. Zehri kendi üzerinde denemesi onun ilacına ne kadar güvendiğinin ve cesaretinin de bir kanıtıdır. Tiryakının tazeliğini ve etkisini ölçmek için bu kez de bir horoz üzerinde deney yapar. Bir gün yine bir yılancı güçlü zehri olan bir yılanının olduğundan bahseder, yılanı inceleyen Şerefeddin zehrin kuvvetli olduğunu fark eder ve bu defa da bir horoz getirir. Horozun budunun tüylerini yolar ve yılana 3 kez ısırtır. Bu defa tiryaktan küçük parçalar hazırlayıp horoza yut36 KONAK
turur ve merhem şeklinde hazırladığı bir kısmını da yılanın ısırdığı yere sürer, horozu kümese geri koyar ve gözlem altında tutar. Bir süre sonra horozun yara yerinin yeşillendiğini görür. Ertesi gün tekrar gelip kontrol eder ve yeşil rengin kızarıklığa döndüğünü görür. Böylece tiryakın başarısını bir kez daha kanıtlamış olur. Burada kullandığı tiryakın “Tiryak-ı Faruk” olduğunu belirtir. Deneyimlerine birkaç örnek daha verilebilir: Sabuncuoğlu ve yardımcısı İstanbul’dan Amasya’ya dönerken bitlenmişler. Tedavi için cıva ve çam reçinesini karıştırıp, keten ipliğinden de fitili hazırlayıp ilacı sürerek boynuna bağlamış, kalanını da koltuk altlarına sürmüştür. Daha sonra bu yöntemin daha önce omzunda var olan ağrıyı da giderdiğini görmüştür. Amasya’ya döndüğünde bu tedaviyi de kullanmıştır. Bir başka örnek de çocuk düşürücü ilaç ile ilgilidir. Ana karnında ölen bir çocuğun düşürülmesi için verdiği ilacın rahimde oluşan ura da iyi geldiğini görmüştür.
Darüşşifaların yanı sıra ‘’Halk Hekimliği’’ denilen bir alan vardı. Halk Hekimliğinde Sabuncuoğlu’nun Mücerrebname adlı eserinde de geçen ortak bazı bitkisel ilaçlar kullanılmaktaydı. MÜZİK İLE TEDAVİ Eski Türk hekimleri, korku, heyecan, kuşku ve ruhi bunalım gösterenlerin nabızlarındaki değişim ve bu değişimin neden olduğu huzursuzluk için hastalarına çeşitli melodileri dinletirler, bu sırada nabızlarını kontrol ederek hastaya en uygun melodiyi bulurlar, hatta aynı hastalığı olan hastaları bir araya getirerek tedavi ederlerdi. Hekimler ve deneyimli bilginler, insan nabzının müziğin hareketli makam ve usulü ile ilgisi bulunduğunu ve nabız hareketlerinin bir makama ve nameye uygun olduğunu düşünüyorlardı. Müzikle tedavi, nabzın düşmesi, yükselmesi, genişliği gibi hallerinin her birine farklı makamın uygulanması ile başlamıştır. Örneğin:
Rast Makamı: Felç illetine devadır, insana sefa, yani neşe ve huzur duygusu verir. Güneş iki mızrak boyu yükselince uygulanır. Kemik ve beyin üzerine etkilidir. Düşük nabzın yükselmesine neden olur. Heyecanı arttırır. Uyumayı engeller, iç huzuru ve rahatlık verir. Ulema meclisine etkisi fazladır. Rehavi Makamı: İnsana beka düşüncesi verir, imsak vaktinde etkilidir. Baş ağrısına ve hafakana faydalıdır. Bu makam sofiler meclisine etkilidir. Doğuma faydalıdır. Akıl hastalıklarında kullanılır. Zengule (Zirgüle) Makamı: Kalp hastalıklarının devasıdır. Uyku hali verir. Sabah ve öğlen arası etkilidir. Toprak tabiatlı, sıcak ve nemlidir. Menenjit ve beyin hastalıklarına etkilidir. Mide ve karaciğeri rahatlatır. Ruh hastalıklarının tedavisinde etkilidir. Hüseynî Makamı: Barış, sakinlik ve rahatlık hissi verir. Sabahleyin gün
ağarırken etkilidir. Su tabiatlıdır. Güzellik, iyilik, sessizlik ve rahatlık verir. Güven ve kararlılık duygusu aşılar. Karaciğer, kalp ve mideye iyi gelir. Barış duygusu verir. Otistik ve spastik rahatsızlıklarda kullanılır. Bu makamların dışında buselik, uşşak, neva, ırak, ısfahan, büzürk vb. pek çok makam bulunmakta ve bu makamlar akıl hastalarının tedavisinde kullanılmıştır. Akıl hastalıklarının tedavisi için yaptırılan hastaneler ve darüşşifalarda müzikle tedavi amacıyla, belirli gün ve saatlerde mehterhane-i hakani çalınmıştır. Bundan başka ayrıca musiki takımları da bulunmuştur. Kullanılan müzik aletleri; zurna, davul, trampet, nakkare, zil, kös vb. aletler olmuştur. Ses titreşimlerinin doğrudan beyin dokularına etki ettiği düşüncesi, ruh hastaları üzerinde müzikle tedavi uygulanmasını sağlamıştır. Amasya Darüşşifası da dünyada akıl hastalık-
larının müzik ve su sesiyle iyileştirildiği ilk yer olmasıyla önemli bir yere sahiptir. Tarihte müzikle tedavinin yapıldığı ilk yer olması hem de Şerefeddin Sabuncuoğlu gibi bir hekime ev sahipliği yapması yönüyle önemli bir yeri olan yapının sağlık uygulamalarındaki yeri ve öneminin ön plana çıkarılması, tanıtım ve bilgilendirmelerin artması ülkemizdeki sağlık alanında yeni veya farklı tedaviler için bir kaynak olabilecek iken, günümüzde uygulanan tedavilerin de geliştirilmesini sağlayacağı aşikardır. Darüşşifadaki eğitim süreci ile ilgili yeterli bilgiye ulaşılamaması bu konunun aydınlatılması için buna yönelik araştırmaların yapılması da önemlidir. Özellikle günümüz tıp eğitimi sürecinin kalitesini arttırmak, yeni araştırma alanlarının ortaya çıkması ve öğrencilerin alanlarında yeniliklerin öncüsü olmaları için tetikleyici olacağı değerlendirilmesi gereken bir husustur.
KAYNAKÇA 1.
Acar, V. H. Yazılışının 550. yılında Cerrahiyetü’lHaniyye hakkında Scı-E kapsamındaki dergilerde yayınlanan Türkiye kaynaklı makaleler. Lokman Hekim Dergisi. 5(2), 37-44. 2005
2.
Ak, A. (ed). Avrupa ve Türk-İslam medeniyetinde müzikle tedavi tarihi gelişimi ve uygulamaları. Özeğitim Ltd. Şti Dergisi. 1997
3.
Akdeniz, N. Osmanlılarda hekim ve hekim ahlakı (Doktora Tezi). İstanbul Üniversitesi. İstanbul. 1997
4.
Bayat, A. H. Tıp Tarihi. İzmir, 2003.
5.
https://ipfs.io/ipns/tr.wikipediaon.pfs.org/wiki/ Şerafeddin_Sabuncuoğlu.html
6.
Birkan, I. (2014). Müzikle tedavi, tarihi gelişimi ve uygulamaları. Ankara Akupunktur ve Tamamlayıcı Tıp Dergisi. 40-42.
7.
Buharalı, E. (1970). Üç Türk hükümdarın yaptırdığı üç sağlık kurumu: Tolunoğulları, Zengiler ve Memlüklerde sağlık hizmetleri. Belleten Dergisi. 36, 121-149.
8.
Cantay, G. (2005). Anadolu Selçuklu ve Osmanlı
darüşşifaları. AÜ DTCF Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi. 25-40, 29-39. 9.
Dinçer, F. Kişisel görüşme, 27 Mayıs 2010
10. Dişli, G.(2014). Anadolu Selçuklu Ve Osmanlı Darüşşifalarında İşlevsel Sistemlerin Ve Koruma Ölçütlerinin İrdelenmesi, ,Gazi Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Doktora Tezi,Ankara. 11. Doğan, Ş. Terceme-i Akrabâdîn Sabuncuoğlu Şerefeddin (Giriş-İnceleme-Metin-Dizinler). Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya. 2009 12. Erer, S. ve Atıcı, E. Selçuklu ve Osmanlılarda Müzikle Tedavi Yapılan Hastaneler, Uludağ Üniv. Tıp Fakültesi Dergisi. 36(1), 29-32. 2010 13. Eroğlu, H. XV. Yüzyıl tabiplerinden Şerafettin Sabuncuoğlu ve Amasya darüşşifası. Ankara Üni. Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi. (11), 147-156. 2000 14. http : / / a m a s y a a b du l h a l i m . b l o g s p ot . c om . tr/2007/12/bimarhane.html
ilhaniyye 16. Kılıç, A. Anadolu Selçuklu ve Osmanlı şefkat abideleri şifahaneler. İstanbul : Diasan basım evi. 2012 17. Köksal, M. F.. Ünlü tabip Amasyalı Sabuncuoğlu Şerefeddin’in bilinmeyen bir eseri (mi?): Fütüvvetname. Tübar Dergisi. s. 228-247. doi XXXVI. 2014 18. Şar, S. ve Süveren, K. İç Anadolu bölgesi’nde kullanılan halk ilaçlarının Mücerrebname’deki benzer ilaçlarla karşılaştırılması, Pharmacia-JTPA Dergisi. Ankara. 32(1), 23-35. 1992 19. Şevki, O. (Sadeleştiren Uzel İ, (ed)).. Beşbuçuk asırlık Türk tababeti tarihi. Ankara: Kültür Bakanlığı. 1991 20. Terzioğlu, A. Ortaçağ İslâm-Türk Hastaneleri ve Avrupa’ya Tesirleri. 1-71. 1991 21. Ünver, A. S. Selçuk Tababeti XI-XIV üncü Asırlar. Ankara: Türk Tarih Kurumu. 47-83. 1940
15. https://islamansiklopedisi.org.tr/cerrahiyye-i-
İSLAM ŞEHİRLERİ
37
Amasya MEDENİYETLER BEŞİĞİ AMASYA
İSLAM ŞEHİR ESTETİĞİ ÇALIŞMA GRUBU 1 2
Ebru Bürkük İlknur Akça
1,2
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
*İletişim: ebrue662@gmail.com
38 KONAK
Amasya, sahip olduğu kültürel ve medeni değerler ile bulunduğu coğrafyada emsaline az rastlanır bir şehirdir. Uzun seneler boyunca şehzadelere ev sahipliği yapan bu kadim şehir, bir hafta sonu bizleri de misafir etti. Şehre güneş henüz yeni ışımaya başlarken girdik ve gün batarken ayrıldık. Bu sebeple diyebiliriz ki şehrin tüm güzelliklerine şahit olduk. Geçirdiğimiz zaman içerisinde bir çok medrese, cami, konak ve mezarlıkları görme şansını yakaladık. Bunun yanı sıra, Yeşilırmak etrafını birkaç kez turlama fırsatımız oldu. Dolu dolu geçen iki günü sizlerle paylaşmak istiyoruz. Haydi buyurun! Öncelikle Amasya'nın nasıl bunca kültürel mirasa sahip olduğunu anlatmakla işe başlayalım. Amasya'da bilinen ilk yerleşmeler Kalkolitik çağa kadar yani M.Ö. 5500-3000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Orta Tunç Çağında (M.Ö. 25002000 yıllarına tekabül eder) Mezopotamya yazılı belgelerinde 'Hatti Ülkesi' olarak anılmaktadır. Onlardan arta kalan eserler Amasya Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Altın, gümüş ve bronzdan oluşan bu süs eşyalarının yanında; ciddi el işçiliğiyle yapılan tarihi ahşap kapılar, pencereler, Cumudar Türbesinden getirilen mumyalar, Osmanlı zamanında kullanılmış kap-kacak, sancaklar gibi bir çok nesneyi bu müzeyi gezerken görebilirsiniz. Saat henüz 19.00’u geçmemişse bu müzeyi ziya-
İSLAM ŞEHİRLERİ 39
Şifahane’nin en ilgi çekici bilgileri ise burçlara göre musiki makamları olduğu, musiki makamlarının insan üzerinde fiziki, psikolojik, duygusal etkileri olduğu; makamların duygular, organlar, gezegenler, burçlar ile ilişkili olduğu idi.
ret etmenizi öneriyoruz. Amasya’da ilk güzergahımız Şifahaneler oldu. Günümüzde müze olarak işlev gören Şerafettin Sabuncuoğlu Bimarhanesine giderek döneminde kullandığı tıbbi gereçleri ve yöntemleri yerinde gördük. Burada portal ve dış cephe pencerelerindeki taş işçiliğine ve özenle süslenmiş mukarnaslara değinmeden geçemeyeceğiz. Taşkın taç kapı ve sağında ve solunda iki yanında yer alan pencerelerde kesme taşa girinti yaparak oyulmuş mukarnaslar
40 KONAK
büyük zenginlik sağlamış görünmekteydi. Şifahane’nin en ilgi çekici bilgileri ise burçlara göre musiki makamları olduğu, musiki makamlarının insan üzerinde fiziki, psikolojik, duygusal etkileri olduğu; makamların duygular, organlar, gezegenler, burçlar ile ilişkili olduğu idi. Daha sonraki durağımız Çilehane Camii idi. Bugün cami olarak kullanılan yapı esas olarak bir Halveti Tekkesi’dir. Tekke, mescid ve çilehane hücrelerinden oluşur. İç mekana batı
kapısından girilince, sağda mescid ve küçük geçitlerle ulaşılan halvet (çile) odaları; solda ise türbe ve tekke bulunur. Cami ve tekkeyi büyük birer kubbe örter.
Görülmeye değer başka bir yer: Büyükağa Medresesi. Bu medrese II. Bayezid zamanında Selçuklu mimarisine benzer yaptırılmıştır. Osmanlı zamanının ilk sekizgen planlı medresesi olma özelliğine sahip ve 528 yıldır kesintisiz olarak hafız yetiştiren bir ilim yuvasıdır. 8 kenarlı yapının ortasında bir avlu, avlunun da tam ortasında bir şadırvan var ve avluya bakan cepheler üçer kemerli revaklarla çevrelenmiştir. Esas mekanın üstü büyük bir kubbeyle, diğer tüm kenarlarda kalan talebe hücreleri ise küçük kubbelerle örtülüdür. Burası için ekleyemeden geçemeyeceğimiz
detay ise yeşil sarmaşıkların kemerleri sarıp tarihi mimariyi kucaklaması olacaktır. Mimarinin yeşille buluşması günümüzde imrenilerek bakılan tablolar haline geldiği bu dönemde bu görüntü çok etkileyiciydi. Medreseleri gezerken taçkapıdan başlayarak tüm binanın nakış nakış işlendiğini, yüksek kemerlerle ayakta tutulduğunu, talebelerin kaldığı hücrelerin tavanına kadar her yerin yüksek kubbe veya tonozlarla örtüldüğünü gördüğümüzde ilime ne denli ehemmiyet verildiğini gözümüzle görmüş olduk. Kaleye tırmanışa giden yolları adımlarken, gördüğümüz saat kulesinin Ziya Paşa tarafından yaptırıldığını öğrendik. 17. yüzyıl tarihli bu eseri gerimizde bırakıp ilerlerken Kale’nin henüz eteklerinde Kızlar Sarayında soluklandık. Yalnızca 2 kubbesi ayakta kalabilmiş, büyük kısmı yıkılmıştı. Bu üzücü görüntü karşısında zamanında ne amaçla yaptırıldığını ve kullanıldığını konuşup tırmanmaya devam ettik. Kimi seyir noktalarında şehri izledik ve daha gezmediğimiz yerleri görerek heyecanlandık. Kaledeki Kral Kaya mezarlıkları, bazı tarihçilere göre kaleyi Pontus Kralı Mithridates yaptırmıştır. Tarihi mücadeleler içinde birçok kez el değiştirmiş ve bunların çoğunda tahrip olmuştur. Persler, Romalılar, Pontus ve Bizanslıların egemenlikleri döneminde birçok saldırıya uğrayan Kale her seferinde yeniden inşa edilmiştir. Kale 1075’te Türklerin Amasya’yı fethetmesinden sonra önemli bir onarım görmüştür. Kalede sarnıçlar, su depoları, Osmanlı Dönemine ait hamam kalıntıları ve kayaya oyulmuş Pontus Kral Mezarları bulunmaktadır. Yeşilırmak’tan 300 metre yüksekte bulunmaktadır. Kaleden görünce dahi heyecanlandığımız Burmalı Minareli Camii’ne girip 720 senedir orijinal kalmış mihrap ve minberine dokununca heyecanımız kat be kat artı. Burmalı Minareli Camii diye adlandırılmasının nedeni
yangınlar sonucu deforme olan orijinal ahşap minaresi yenilenirken beden duvarına uygun olsun diye taştan ve burmalı formda yapıldığı içindir. Giriş kapısının yanında yer alan Cumudar Türbesi geçmişte camiyi yaptıran Ferruh Bey ve ailesine aittir. İlhanlıların Anadolu hakimiyeti sırasında Amasya valisi tayin edilen Cumudar Beyin mumyası bir süre bu türbede tutuldu. Günümüzde türbe boştur. Mumyalar Arkeoloji müzesine nakledilmiştir. Gökmedresenin tamamı restorasyonda olduğu için gezemedik. Mavi çinilerini ve Torumtay Türbesinin taş işçiliğini görememek can sıkıcı oldu. Aynı şekilde Bayezid Külliyesinin medrese dışında kalan yerlerine de ne yazık ki ulaşamadık. Fakat üzülmeyin, Bayezid Camii bu Ramazan ayında ibadete açılacak. O tarihten itibaren gidip görebilir, Osmanlının Amasya’ya bıraktığı en prestijli yapıyı idrak edebilirsiniz. Biz yalnızca şu anda Halk Kütüphanesi olarak kullanılan medresesini görme imkanına eriştik. Medresenin öğrencilerinin ders çalışabildiği bir Halk kütüphanesi haline getirilmesi belki de günümüzde alabileceği en iyi işlevlerden birisi olmuştur. Avluya bakan iç cephesindeki tüm revakları cam duvarlarla kapatılmış ve alan biraz daha genişletilerek geçmişteki fonksiyonuna benzer bir fonksiyonu görecek hâle getirilmiş, ne mutlu ki. ‘U’ plan tipinde, yeşil örtüyle sarılmış, külliye yapılırken dikilmiş çınar ağaçları ile 500 seneyi aşkın bir süredir ayakta. Bu külliyenin hikayesi kısaca özetlemek gerekirse şöyle: “II. Bayezid Han henüz tahta çıkmamış şehzade iken, Amasya’da valilik yapıyordu. Hat hocası ve yakın dostu Hamdullah Efendi ile sohbet ederken “bir gün sal-
tanat bana nasip olursa bu diyara bir cami yaptırmak isterim” dedi ve nereye cami yaptırayım diye sordu. Bunun üzerine Hamdullah yayını gerip bıraktı ve “okumun düştüğü yer uygundur” dedi. II. Bayezid bir yıl sonra tahta geçti ve okun düştüğü yere yerine vali atadığı oğlu Şehzade Ahmed’e külliyeyi inşa ettirdi.” Ertesi gün ki gezimiz Merzifon ilçesi ile başladı. İlk olarak Çelebi Sultan Medresesine uğradık ve Çelebi Sultan Medresesi’ne yaptırılan saat kulesinin sahibinin de Ziya Paşa olduğunu öğrenince onun gerçek manada yenilikçi bir zat olduğuna hem fikir olduk. Bu medresenin mimari özelliklerinden bahsetmek gerekirse; kare planlı, 4 eyvanlı, tam ortasındaki şadırvanla tipik Selçuklu medrese örneği olduğu bârizdir. Giriş kapısının karşısındaki eyvanın üstü kubbe ile örtülüdür ve bu kubbenin altındaki sedirlerde soluklanmanın keyfine diyecek yoktur. Ardından ilçe meydanında -Kara Mustafa Paşa Camii ile Sultan Çelebi medresesinin ortasına tekabul eden bir yerde- Merzifon maketi görerek ilçeyi daha iyi idrak etmeye çalıştık ve karşısındaki Kara Mustafa Paşa Camii’ne doğru yol aldık. Şadırvanındaki kalem işi resimleri görmek için gitmiştik aslında Merzifon’a. Evet, gerçekten sadece onu görüp geri dönseydik bile değerdi. Şadırvanın kubbesine, eğri yüzeye, kahverengi, yeşil ve mavi renkleri kullanılarak yapılan, üç şehrin tasvirlendiği rivayet edilen, bir ustanın elinden çıktığı aşikar 2 boyutlu resimleri görmek şahaneydi. 19. yy.’da yapıldığı sanılan şadırvanın, kalem işi süslemelerinin Zileli Emin tarafından yapıldığı, süslemeler arasına düştüğü
Şadırvanındaki kalem işi resimleri görmek için gitmiştik aslında Merzifon’a. Evet, gerçekten sadece onu görüp geri dönseydik bile değerdi. Şadırvanın kubbesine, eğri yüzeye, kahverengi, yeşil ve mavi renkleri kullanılarak yapılan, üç şehrin tasvirlendiği rivayet edilen, bir ustanın elinden çıktığı aşikar 2 boyutlu resimleri görmek şahaneydi.
İSLAM ŞEHİRLERİ
41
tarih ve isimden anlaşılmaktadır. Bu resimlerde tasvirlenen ilk yer İstanbul’dur. Resim dikkatle incelendiğinde Galata ve Bayezid Kuleleri arası, Haliç ve Galata Köprüsü, Sultanahmet, Ayasofya ve Süleymaniye Camileri ve Çemberlitaş seçilebilmektedir. İkinci sahne Amasya’ya benzetilir. Kale, nehirdeki su değirmenleri ve Bayezit Camii’ne benzer yapılar görülebilmektedir. Üçüncü sahnenin ise Viyana şehri önlerindeki Osmanlı ordusunu tasvir ettiği düşünülür. Viyana’nın resmedilme sebebi Kara Mustafa Paşa tarafından fethedilmesi arzulanan şehir olmasıdır. Amasya’nın doğal güzelliklerinden Borabay Gölü renklerin en güzel hallerini görebileceğimiz bir yer. Taşkent ilçesine 25 km uzaklıktaki doğal heyelan gölü olan Borabay’da baharın geldiğinin tam manasıyla farkına vardık. Yemyeşil doğa, zümrüt yeşili göl ve tertemiz havasıyla ve insanlarının 42 KONAK
özeni ile sağlanan temiz çevresi ile size huzuru, sakinliği ve doğayla iç içe olmayı vaad ediyor. Şehri bir kolye gibi saran Yeşilırmak’tan da bahsetmeden Amasya’ya dair bir gezi anlatılamaz. Yeşilırmak, Sivas'ın kuzeyinde Kösedağ eteklerinden doğan ve Çarșamba'dan Karadeniz'e dökülen nehirdir. Nehrin bir tarafından diğer tarafına geçmek için antik zamanlardan beri yaptırılan birden çok köprü mevcuttur. Bu köprülerden en kayda değeri Alçak Köprüdür. Alçak Köprü kesme taştan dört kemer üstüne yapılmış Roma Dönemi eseridir. Nehir yatağının yükselmesiyle ayakları gömülmüş, bu sebeple Alçak köprü olarak anılmaya başlamıştır. Üzerinde bir çok dönemden kalma tadilatlar olduğu görülmektedir. Şehrin Kale yapısının eteğinde kalan kısmında bir çok konak bulunmaktadır. Bu konaklar Osmanlı Dönemi yöresel sivil mimariyi yansıtması ba-
kımından önem arz etmektedir. Konaklar haremlik ve selamlık olarak iki kısımdan meydana gelmektedir. Günümüzde bazıları müze, bazıları restaurant, geriye kalanları da farklı amaçlarla kullanılmaktadır. Eğer yemek yiyecekseniz bir konağı tercih etmenizi ve bu zarif yapılarda vakit geçirmenizi tavsiye ederiz. Gelelim hediyelik eşya alma kısmına: Yine Kale eteklerinde birçok satış tezgahı bulabileceğinizi söylemekle beraber eğer tarihi bir mekandan alışveriş yapmak isterseniz Hüseyin Ağa Hayratı olan Amasya Bedestenine de bir uğrayabilirsiniz. 4 eş kubbe ile örtülü tarihi bedesten halen faal durumdadır. Biz İslam Şehirleri Araştırma Koordinatörlüğü olarak Amasya’yı çalışarak burayı görmeye geldiğimiz için çok mutlu olduk. Yeni serüvenlerde görüşmek dileğiyle, hoşçakalın!
İSLAM ŞEHİRLERİ 43
44
TIBBİ İNSANİ YARDIM Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüzün amacı; her ay farklı bir afeti konu edinerek, farklı alt çalışma gruplarının araştırmaları ile tıbbi insani yardım kavramının daha iyi anlaşılmasıdır. Çalışma gruplarımız; konuları ile ilgili literatür taramaları sonucu ulaşılan kitap, makale ve rapor gibi referans kabul edilebilir kaynaklardan faydalanmaktadır. Her afet sonrasında afeti daha geniş gruplarla irdelemek için atölye çalışmaları düzenlemekteyiz.
Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Afete Bağlı Sağlık Sorunları • Tıbbi İnsani Yardım Kuruluşları • Akademide Afet Tıbbı • Acil Afet Yönetimi • Afet Tıbbı Etiği 2. Atölye • Yemen İç Karışıklığı 2015 • Pakistan Sel Felaketi 2010 • Japonya Fukuşima Nükleer Kazası 2011 • Filipinler Haiyan Tayfunu 2013 • Van Depremi 2011 • Haiti Kolera Salgını 2010 • Tayland Sel Felaketi 2011 • Somali Kıtlık Felaketi 2011 • Bangladeş Sidr Siklon Felaketi 2007
2007 BANGLADEŞ SİDR SİKLONUNDA TIBBİ İNSANİ YARDIM ORGANİZASYONLARI VE YAPILAN FAALİYETLER
2007 BANGLADEŞ SİDR SİKLONUNDA TIBBİ İNSANİ YARDIM ORGANİZASYONLARI VE YAPILAN FAALİYETLER SİKLON, SİDR SİKLONU VE BANGLADEŞ’TE YAŞANANLAR TIBBİ İNSANİ YARDIM ORGANİZASYONLARI ÇALIŞMA GRUBU Büşra YENİNARCILAR 2 Merve KARACA * 1 Merve RENÇBER 1 Awab ALNEAMY 1 Rabia KASAL 1 Rumeysa BAHADIR 3 Rüveyda YILDIZ 1
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ufuk Üniversitesi Tıp Fakültesi 1
2
* İletişim: karacamerve652@gmail.com
46 KONAK
Rüzgar ve Tropikal Siklon Nedir? Rüzgar, atmosfer basıncındaki farktan kaynaklanan bir hava hareketidir. Siklon ise atmosferde alçak bir basınç alanı çevresinde hızlıca dönen hava kütlesidir. Güney yarımkürede saat yönünde, kuzey yarım kürede saat yönünün tersine dönerler. Siklonlar tropik ve ekstratropik olmak üzere 2’ye ayrılır. Tropik siklonlar okyanus üzerinde oluşur. Fırtına merkezi çevre havasından daha sıcaktır. Özellikle yaz mevsimlerinde etkilidirler. Ekstratropik siklonlar ise tropik siklonların dışında oluşurlar. Fırtına merkezi çevre havasından daha soğuktur. Özellikle kış ayları boyunca yaz etkilidirler. Beaufort Rüzgar Ölçeği: Rüzgarın hızını ve etkilerini değerlendiren Beaufort rüzgar ölçeği İngiltereli Amiral Sir Francis Beaufort tarafından 1805'te oluşturulmuştur. Ölçek 0-12 arasında seviyelendirilmektedir. Bu ölçeğe göre maksimum
sürekli rüzgar hızı 63 km/s altındaysa tropikal depresyon, 63 km/s ve üzerinde ise tropikal fırtına olarak adlandırılır. Maksimum rüzgar hızı 119 km/s ve üzerine çıkarsa kaynaklandığı bölgeye göre 3 şekilde adlandırılır: •
Kasırga (Hurricane)
•
Tayfun (Typhoon)
•
Siklon (Cyclone)
Rüzgar, atmosfer basıncındaki farktan kaynaklanan bir hava hareketidir. Siklon ise atmosferde alçak bir basınç alanı çevresinde hızlıca dönen hava kütlesidir.
Kuzey Atlantik, Orta Kuzey Pasifik, Kuzeydoğu Pasifik Okyanusunda gelişirse ‘KASIRGA’; Kuzeybatı Pasifik Okyanusunda gelişirse ‘TAYFUN’; Güney Pasifik, Hint Okyanusunda gelişirse ‘SİKLON’ olarak adlandırılmaktadır. Saffir-Simpson Kasırga Rüzgar Ölçeği: Sürekli rüzgar hızına göre kasırgaların şiddetini değerlendirilen bu ölçek rüzgar mühendisi Herb Saffir ve meteoroloji uzmanı Bob Simpson tarafından oluşturulmuştur. Ölçek 1-5 arasında kategorilendirilmektedir. Kategori 3 ve üzeri kasırgalar, ciddi hasar ve can kaybına yol açma riski nedeniyle büyük kasırgalar olarak kabul edilmekte olup her bir kategori artışında hasar riski yaklaşık 4 kat artmaktadır. Sidr Siklonu hızı saatte 240 km olan
ve Saffir-Simpson Kasırga Rüzgar Ölçeği’ne göre 4. kategori (sürekli rüzgar hızı 210-249 km/s arası) bir kasırgadır. 4. Kategori bir kasırganın olası etkileri arasında iyi inşa edilmiş iskelete sahip binaların, çatı yapısının çoğunun ve/ veya bazı dış duvarlarının kaybıyla ciddi hasarlanması; kıyıya yakın yapıların alt katlarında büyük hasarlar meydana gelmesi; çalılıkların, ağaçların yerinden sökülmesi veya kökü ile gövdesinin ayrılması; işaret levhalarının ve güç direklerinin devrilmesi; düşmüş ağaçların ve elektrik direklerin yerleşim bölgelerine erişimi engellemesi ve bu bölgeleri izole etmesi; elektrik kesintilerinin haftalar-aylarca devam etmesi; bölgelerin çoğunun haftalar-aylarca yaşanmaz hale gelmesi yer almaktadır. Afetlerle İçiçe Bir Ülke: Bangladeş Bangladeş, Güney Asya ülkesi olup Hindistan ve Myanmar’a komşudur.
Himalayalar ve Bengal Körfezi arasında ayrıca kendi topraklarında yakınlaşan üç güçlü nehir (Ganj, Brahmaputra ve Meghna) arasında yer alan Bangladeş’te seller, şiddetli yağmurlar, erozyon ve siklonlar sıklıkla görülmektedir. Kasırganın merkezi Hint Okyanusu olması nedeniyle ‘siklon’ olarak adlandırılmaktadır. Okyanusa kıyı kesimlerde doğal kaynakların zengin olması ve insanlara geçim kaynağı sağlaması sebebi ile kıyı kesimlerde nüfusun yoğunluğu fazladır. Bu nedenle Bangladeş’te siklonlar çok sayıda can kaybına neden olmaktadır. Sidr Siklonu, 9 Kasım 2007’de Andaman Adaları'nın güney doğusunda ve Nicobar Adaları yakınlarında zayıf alçak basınçlı hava dolaşımıyla başlayıp 15 Kasım 2007’de saatte 240 km’ye ulaşmıştır. Önce Bangladeş'in güney batı sahiline çarpmış ve daha sonra iç bölgelere ilerlemiştir. Kategori 4 kasırgaya 6 metreye varan yükseklikte gelgit dalgaları eşlik etmiş, kıyı ve nehir bentleri yıkılmış, alçak bölgeler sular altında kalmış ve büyük fiziksel tahribat gelişmiştir. Bangladeş 6 idari bölgeye, bölgeler de toplam 64 ilçeye ayrılmıştır. Bu bölgelerden üçü, yani Barisal, Khulna ve Dhaka, Sidr'den ciddi şekilde etkilenmiştir. Siklondan en çok etkilenmiş 12 ilçenin 6’sı Barisal’de, 3’ü Khulna’da, 3’ü de Dhaka’dadır. Sidr’den özellikle Güneybatı sahilinde yoğun olmak üzere 30 ilçede 9 milyona yakın kişi etkilenmiştir. TIBBİ İNSANİ YARDIM
47
Siklonun Uydu Görüntüsü 48 KONAK
OCHA Regional Office for Asia Pacific
Bangladesh: Tropical Cyclone SIDR
GMT + 6
Issued: 19 November 2007
RAJSHAHI
DHAKA
NEPAL
BHUTAN
Dhaka INDIA
KHULNA
BANGLADESH
Mandaripur
Jessore
Gopalgonj
Jessore
Shariatpur Chandpur
BARISAL Barisal
Khulna
Satkhira
Bagerhat
Laxmipur
Jhalakat
Bhola
Jhlakhati
Mongla
Noakhali
CHITTAGONG
Barisal
Pirojpur Khulna
MYANMAR
Chittagong
Patuakhali
Barguna
Chittagong
Patuakhali
Barguna
Cox’s Bazar
Cox’s Bazar Capital
Most affected districts
Major town or city
Affected district
International boundary Province boundary 0
50 Kilometers
100
Datum: WGS84 Map data source: UN Cartographic Section, Global Discovery, FAO, USGS, IFRC, UNDP, DMIC/DMB
UN Office for the Coordination of Humanitarian Affairs (OCHA) Regional Office for Asia Pacific (ROAP) Executive Suite, 2nd Floor, UNCC Building Rajdamnern Nok Ave, Bangkok 10200, Thailand http://ochaonline.un.org/roap
The names shown and the designations used on this map do not imply official endorsement or acceptance by the United Nations
Sidr Siklonunun Etkileri Yerleşim Üzerindeki Etkileri: Konutlar felaketten en belirgin etkilenen yapılar olmuştur. Birçok alt yerleşim yerlerinde özellikle sosyoekomonik düzeyi düşük ailelerin yaşadığı, çatısı samanla örtülmüş evlerin çoğu tamamen tahrip olmuştur. Kıyı bölgelerinde oluklu demir çatılı, ahşap çerçeveli evlerin büyük bir kısmı tahrip olmuş veya ciddi şekilde hasar görmüştür. Su Üzerindeki Etkileri: Afetten etki-
lenen bölgelerde içme suyu kaynakları, tuz ve enkaz sebebiyle kirlenmiş; borularla suyun taşındığı yerlerde gelişen elektrik kesintileriyle suya ulaşım etkilenmiştir. Eğitim Üzerindeki Etkileri: Birçok eğitim kurumu zarar görmüş, kitap ve mobilyalar da dahil olmak üzere büyük miktarda eğitim materyali yok olmuştur. Altyapı Üzerindeki Etkileri: Ulaşım ve iletişim ağlarında yaygın bir hasar
Map Ref: OCHA_BGD_SIDR_Cyclone_v2b_071119
oluşmuştur. Kırsal yollar ve bu yolları koruyan setlerin çoğu geniş çapta hasar görmüştür. Özellikle kıyı bölgelerde belirgin hissedilen gelgit dalgaları yolların hasarlanmasında belirgin rol oynamıştır. Geçim ve Gıda Kaynakları Üzerindeki Etkileri: Satkhira, Khulna ve Bagerhat bölgelerinin güney kesiminde yer alan sulak alanlar Sidr siklonundan önemli ölçüde etkilenmiştir. Siklon sırasında gelgit dalgalanmalarının toprakta artan tuzluluğa ve aşırı toprak TIBBİ İNSANİ YARDIM 49
birikimine sebep olması tarımsal üretkenliğe zarar vermiştir. Buna ek olarak, stoklar ve depolar da zarar görmüş, çok sayıda meyve ağacı devrilmiş, binlerce hayvan ölmüştür. Ayrıca felaket insanların satın alma gücünü ve günlük geçim kaynağına erişimini önemli ölçüde kısıtlamıştır. Dükkanlar zarar görmüş, devrilen ağaçların yolları tıkaması gıda taşımacılığını güçleştirmiştir. SİDR SİKLONUNA SAĞLIK ODAKLI ULUSLARARSI YANIT VE DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ (WHO) Bangladeş 2007 Sidr siklonuna tıbbi yardım götüren başlıca uluslararası organizasyonlar şunlardır:
•
Barınak ve gıda dışı öğe (mutfak eşyası vs.) yardımı
•
Su ve sanitasyon hizmetleri (filtre ve bidon dağıtımı, su kaynaklarının arıtılması)
•
Beslenme desteği (yüksek enerjili, yüksek proteinli bisküvi dağıtımı, emzirmenin teşviki)
•
Gebelere sağlık hizmeti sunulması
•
Anne-çocuk sağlığı hizmetleri
•
Su ya da vektör kaynaklı hastalıklara karşı önlem alınması
•
Acil ve birincil sağlık hizmetleri
•
Birleşmiş Milletler (UN)
•
Mülteci haklarının korunması
•
Dünya Gıda Programı (WFP)
•
Psikososyal destek
•
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)
•
Yardımların koordinasyonu
•
Birleşmiş Milletler Çocuklara Yardım Fonu (UNICEF)
WHO’nun Sidr Siklonuna Yaptığı Tıbbi Yardımlar:
•
Dünya Sağlık Örgütü (WHO)
WHO, Sidr siklonunda tıbbi yardımları üç aşamada yapmıştır:
•
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)
1. Afet öncesi hazırlık çalışmaları ve ihtiyaç analizi:
•
Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyon Ofisi (OCHA)
Siklondan etkilenmesi en muhtemel bölgeye iki tıbbi ekip göndererek Bangladeş Hükümetinin sağlık ekibinin hazırlık çalışmalarına yardım etmiştir.
Sidr siklonuna etkili yanıt oluşturmak için UN tarafından 6 koordinasyon kümesi oluşturulmuştur. Bu alanlardaki çalışmalar: 1. Gıda; WFP liderliğinde 2. Erken İyileşme; UNDP liderliğinde 3. Lojistik; WFP liderliğinde 4. Su, Sanitasyon ve Hijyen; UNICEF liderliğinde 5. Acil Barınak; IFRC liderliğinde 6. Sağlık; WHO liderliğinde yürütülmüştür. Bangladeş Sidr siklonunda uluslararası kurumların yaptıkları yardımlar başlıca şu alanlardadır: 50 KONAK
Dahil olduğu UN kuruluşlarıyla afetten en çok etkilenen Barisal, Borguna, Potuakhali ve Pirojpur’da analizler yapıp saptadığı sorunları rapor olarak sunmuştur. Buna göre: Bölgenin güç kaynağı ve yol iletişimi tamamen kesintiye uğramıştır. Ağaçların yaklaşık %30’u yıkılmış ve ilçe merkezleri ile Upazilalar (ilçelerin alt bölgelerine verilen genel isim) arasında yol iletişimi güçleşmiştir. İlçelerdeki sağlık tesisleri hasar görmüştür. Düşen ağaçlar yüzünden bazı hastanelerin çevre duvarları yıkılmıştır. Bazı sağlık tesislerinde su depoları ve
borular zarar görmüştür. Zayıf sanitasyon ve güvenilir içme suyu yokluğu sebebiyle su ve gıda kaynaklı hastalıklarının oluşabileceği tespit edilmiştir. Pek çok bölgede elektirik kesintisi tespit edilmiş olup Genişletilmiş Bağışıklama Programı (EPI) aşılarının ideal sıcaklıkta tutulması için Sadar Hastanesine jeneratör kurulmuştur.
2. Yanıt: Koordinasyon, Sürveyans ve Kapasite Oluşturma: WHO’nun Bulaşıcı Hastalıklar-Çalışma Grubu (CD-WGE) tarafından Bulaşıcı Hastalık Risk Değerlendirmesi ve Müdahalesi adında bir rapor yayınlanmıştır. Sidr’den etkilenen şehirlerde 9 önemli hastalık için Saha Operasyon personelleri tarafından hastalık sürveyansı ve erken uyarı sistemi yürütülmüştür. Kolera, tifo, tetanoz, hepatit A, çocuk felci, kızamık ve kızamıkçık hastalıklarına karşı aşı ile bağışıklama yapılmıştır. Vektör kontrolü ve kişisel korunma amaçlı öncelikle gebe kadınlara ilaçlı cibinlik dağıtılmıştır. Su, gıda ve vektör kaynaklı hastalık riskini azaltmak için hijyen eğitimi verilmiştir. Siklon sonrası sağlık yönetiminde yerel seviyede kapasite oluşturmak için Sidr’den etkilenen bölgelerde kıdemli sağlık yöneticilerine Sidr sonrası surveyans, beslenme yönetimi, üreme sağlığı, ve psikososyal destek alanlarında eğitim verilmiştir.
3. Toparlanma Fazı: WHO’nun herhangi bir afet sonrası toparlanma fazındaki prensibi ‘‘Daha İyi Yap’’ olmuştur. Bu prensip doğrultusunda; Hızlı tespit, değerlendirme, yanıtlama açısından Sidr’den etkilenen bölgelerde Acil Tıbbi Servis (EMS) sistemi oluşturulmuştur.
WHO, Sağlık Bakanlığı ile birlikte tıbbi personele psikololojik danışmanlık eğitimi vermiştir. Bu sayede tıbbı görevliler Sidr’den etkilenen bölgelerde travma geçirmiş kişilere danışmalık ve yönlendirme servisi sağlayabilmişler. KIZILHAÇ VE KIZILAY HAREKETİNİN SİDR SİKLONUNA İKİ AŞAMALI YANITI Uluslararası Kızılhaç ve Kızılay Dernekleri Federasyonu (IFRC)’nun bu afete yaptığı müdahele 1991 sel operasyonundan beri Bangladeş’teki en büyük acil müdahale olmuştur. Bangladeş, kurtarma desteği sağlama açısından, Bangladeş Kızılayı (BDRCS) tarihindeki türünün ilk örneği olmuştur. IFRC, BDRCS ve bazı partner ulusal kurumlar, siklona ve sonraki iyileşme sürecinde ihtiyaçlara cevap vermiş ve siklondan ciddi şekilde etkilenen dört bölgeye (Barguna, Patuakhali, Pirojpur ve Bagerhat) odaklanmışlardır. Barınma, geçim kaynakları, sağlık, su ve sanitasyon alanında belirlenen programlarla felakete hızlı ve etkin bir şekilde iki aşamada cevap verilmiştir.
1. Yardım Aşaması: Afetzedelerin ihtiyaçlarına yönelik yardım paketlerş hazırlanıp teslim edilmiştir. 2007 Aralık-2008 Mart ayları arasında 13 ilçede toplam 84.000 aileye gıda ve gıda dışı yardım yapılmıştır. 2009 Mart-2009 Kasım tarihleri arasında kurtarma programları uygulanmıştır.
Yollar ve köprülerin hasarlanması sonucu ulaşımda zorluklar yaşanmasına ragmen 330.000’in üzerinde kişiye yardım ulaştırılmıştır.
2. Toparlanma Aşaması: Erken toparlanma operasyonu çoğunlukla en çok etkilenen Pirojpur, Patuakhali, Barguna ve Bagerhat bölgelerinde entegre bir şekilde uygulanmıştır.
a. Barınak: Seçilen ailelere 1.250 oturulmaya elverişli barınak inşa edilmiş ve teslim edilmiştir. 5.093 ailenin evleri tamir edilip, var olan barınakları genişletilmiştir. Ailelere barınak onarım eğitimi düzenlenmiş, araç kitleri ve nakit bağışlar dağıtılmıştır. TIBBİ İNSANİ YARDIM
51
b. Sağlık: Sağlık programında Halk Sağlığı Eğitim Programı (PHiE) kılavuzu geliştirilmiş, toplam 263 gönüllü eğitilmiştir. PHiE projesi, ishal, vektör kaynaklı hastalıklar, anne ve çocuk sağlığı, beslenme ve epidemiyoloji alanlarını kapsamıştır. Ayrıca ilk yardım eğitimleri gerçekleştirilmiştir. BDRCS, mobil sağlık ekiplerini Sidr’den hemen sonra seferber etmiştir. Kasım 2007-Şubat 2010 arasında 13 ilçede 82.937 hastaya temel sağlık hizmetleri ve temel ilaçlarla destek verilmiştir. Yardım dağıtımının bir parçası olarak 360.000'den fazla kişiye oral rehidratasyon sıvısı (ORS) ve hijyen paketleri dağıtılmıştır. c. Su ve Sanitasyon: Su ve sanitasyon programı kapsamında; kalıcı tuvalet sağlanması, güvenli su kaynaklarına erişim ve hijyen teşvik faaliyetleri ile toplam 6.649 aile desteklenmiştir. 253'ten fazla su kaynağı (kuyu, göletler) operasyonun erken aşamasında onarılmıştur. d. Geçim kaynağı: Genel kurtarma stratejisinin temel amaclarından biri de Sidr siklonunun sebep olduğu yıkımın bir sonucu olarak hasar görmüş üretken geçim varlıklarını yeniden geliştirmek, onarmak için destek sağlamak olmuştur. Bu amaçla:
Bangladeş Sidr Siklonuna Müdahele: MSF; Bhola, Patuakhali, Jhalakati, Pirojpur ve Bagherat bölgelerindeki köylerde tıbbi faaliyetlere başlamış, yardım malzemelerinin dağıtımı ve temiz suya erişimin iyileştirilmesi üzerinde çalışmışlar yapmıştır. Pirojbur bölgesinin güneyindeki Mathbaria çevresinde, Sapelzehat (45.000 kişi) ve Betemore (28.000 kişi) bölgelerinde 4 mobil klinik kurmuştur. İlk iki klinik, köylerin en çok zarar gördüğü nehir kıyısı alanlarına kurulmuştur. Ekipler, siklonla bağlantılı sağlık problemleri, ishal, dizanteri, solunum ve deri enfeksiyonları gibi problemleri ve küçük yaralanmaları tedavi etmişlerdir. Mathbaria'ya 1 doktor, 4 hemşire ve 1 eczacı göndermiştir. Pirojpur bölgesinde siklondan zarar gören Madbhuri hastanesinde çalışmalara yardımcı olmuştur. Su arıtma ve atık yönetimi için tıbbi malzeme ve teknik destek sağlamıştır. Hijyen ve ev gereçleri kitleri dağıtmıştır. Patuakhali bölgesindeki Galachipa adalarından biri olan Char Bangla'da 350 aileye mutfak eşyası, sabun, battaniye ve temiz su dağıtmıştır. Aralık ayı boyunca, % 75'i 5 yaş altındaki çocuklardan oluşan 7.000 kişi 4 mobil klinikte tedavi edilmiştir. Tıbbi bakımın yanı sıra 5 yaş altındaki 5.500 çocuğa bir battaniye ve bir kg sabun verilmiştir.
15.000 aileye tohum ve fidan dağıtımı yapılmıştır.
Diyare hastalarına sabun ve su arıtma tabletleri dağıtılmıştır.
4.997 aileye geçim kaynakları için para yardımı yapılmıştır.
Battaniye, sabun, kova, kıyafet ve mutfak takımı da içeren 4.000 kit, Güney Patuhahali ilçesinin az erişilebilir bölgelerinde 20.000 kişilik bir nüfusa dağıtılmıştır. Her iki ilçede de hasarlı sanitasyon tesisleri onarılmış, yeni tesisler inşa edilmiştir. Ayrıca 60 alaturka tuvalet inşa edilmiştir.
Geçim becerileri için eğitimler düzenlenmiştir. SİDR SKLONUNDA VE DİĞER ACİL DURUMLARDA SINIR TANIMAYAN DOKTORLAR (MSF) 52 KONAK
MSF Bir Projeyi Nasıl Başlatır? Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF), dünya çapında 60’tan fazla ülkede çalışır. Herhangi bir acil durum ortaya çıktığında, ihtiyaçların boyutunu ölçmek için o sırada sahada görev yapan MSF çalışanlarını harekete geçer veya hemen faaliyet başlatmak için sahaya doğrudan acil durum ekibi gönderilir. Bu iki grup birbiriyle yakın temas halinde çalışır. Bu sayede bir taraftan proje bir bütün olarak tasarlanırken, diğer taraftan eş zamanlı olarak insanlar tedavi edilmeye başlanabilir. Örneğin, 2010 yılında yaşanan Haiti depreminin ardından çalışanlar, daha acil durum ekibi toplanmadan, depremden yalnızca 3 dakika sonra olay yerinde depremzedelere müdahale etmeye başlamıştır. Bunu mümkün kılan; ameliyat ve kolera kitlerinden şişme hastanelere kadar her türlü acil durum ekipmanın ve afetler için ayırılmış olan acil durum fonunun daima hazırda tutulmasıdır. Bu sayede kurumsal bağışçıların fon transfer etmesini veya acil durum ertesinde toplumsal farkındalığın oluşmasını beklemeye gerek kalmaz. MSF, acil durumlara karşı her zaman hazırda bekler ve değerlendirme çalışmalarında farklı kaynaklardan bilgi toplar. Bunlar: •
Afetzedelerle zaten çalışmakta olan MSF ekipleri
•
Yerel hükümet
•
Uluslararası kamuoyu
•
Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Departmanı (UNDHA) gibi insani yardıma odaklanmış çeşitli kuruluşlar
•
Avrupa Komisyonu İnsani Yardım Ofisi (ECHO) gibi fon kaynakları
•
Yerel ve ulusal sivil toplum kuruluşları
•
Medya raporları veya sosyal medya üzerindeki bilgiler
Toplanan bilgiler teyid edildikten sonra sağlık ve lojistik uzmanlarından oluşan bir ekip, hızlı ve etkili bir değerlendirme yürütmek üzere acil durum bölgesine gönderilir. Bu uzman ekip, halihazırda bölgede çalışmakta olan görevlilerden seçilebileceği gibi, merkez ofislerinde çalışan uzmanlaşmış kişilerden de seçilebilmektedir. Acil Durum Ekibi: Acil durum ekibi, kilit bölgelerde sağlık hizmeti, lojistik desteği ve yönetim konusunda ciddi saha deneyimine sahip olan bir grup çalışandan oluşur. Bu kişiler 7/24 hazır durumdadır ve herhangi bir acil durumda bir kaç saat içerisinde toplanmaları gerekir. Genellikle yalnızca ilk değerlendirmeden sorumlu olan bu kişilerin, bazen hayat kurtaran çalışmaların sürdürülebilmesi için uzun soluklu bir proje başlatılana kadar aylarca bölgede kalması gerekebilir. Önerge: Acil durum ekipleri, sahadaki durumu değerlendirip acil yardıma ihtiyaç duyan insan sayısını analiz eder ve MSF merkez ofislerine bir önerge gönderir. Önerge kabul edildiğinde, MSF merkez ofislerinde çalışanlar, bölgeye gönderilecek personeli seçme, malzeme ve kaynakları organize etme ve projeyi yürütmek için gerekli bütçeyi sağlama sürecini başlatır. Projenin İlk Adımı: Bir projenin planı hazırlanıp onaylandığında, teknik ekipman ve gereken malzemeler proje bölgesine gönderilir. Büyük çaplı acil durumlarda, derhal müdahaleye başlayabilmek için hava taşıtları bölgeye gereken tüm malzemeyi ve tedariği teslim eder. Protokoller, özelleşmiş yardım kitleri ve lojistik merkezler sayesinde gerekli ekipman ve malzemenin ulaştırmasını yalnızca birkaç saat içerisinde yapabilir. Böylelikle toplanan acil müdahale ekibinin olay bölgesine ulaşır ulaşmaz çalışmaya
Herhangi bir acil durum ortaya çıktığında, ihtiyaçların boyutunu ölçmek için o sırada sahada görev yapan MSF çalışanlarını harekete geçer veya hemen faaliyet başlatmak için sahaya doğrudan acil durum ekibi gönderilir.
başlayabilmesi için gereken her şey hazır olur. Afet ve acil durumlara meyilli olan bazı ülkelerde, MSF; hazırda bekletilen depolarda çeşitli acil yardım erzağı, araç ve gereçleri bulundur. Sahadaki Ekip: Ortalama bir saha ekibi, 4 ila 12 uluslararası gönüllü ile beraber çalışan 200 kadar yerel gönüllüden oluşur. Saha operasyonları, bir koordinasyon ekibi ile beraber, bir yönetici tarafından idare edilir. Bu ekip, genellikle MSF’nin çalıştığı ülkelerin başkentinde yer alan bir medikal koordinatör, bir lojistik koordinatörü ve bir finans koordinatöründen oluşur. Bu kişiler projeyi gözlemler ve denetlerler. Aynı zamanda, MSF ve yerel otoriteler, partnerler ve diğer sivil toplum kuruluşları arasında irtibat ve işbirliği sağlama görevini üstlenirler. Düzenli olarak merkez ofislerdeki Operasyon Departmanı’na rapor verirler. SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI VE SİDR SİKLONUNDA BANGLADEŞ’E YAPILAN YARDIMLAR CARE CARE Bangladeş (CARE-B), Sidr'in yıkıcı etkilerinden kurtulmak için Siklon Sidr Yanıt Programı'nı uygulayarak 350.000'in üzerinde haneye yardım etmek amacıyla 17 milyon dolarlık yardım göndermiştir. Müdahale Programı, 10.37 milyon dolarlık fon ve 6.72 milyon dolarlık gıda maddelerinden oluşmuştur. 10 adet kuruluş ve 2 Birleşmiş Milletler ajansının yanı sıra çok sayıda
özel bağışçı ve CARE'in uluslararası organizasyonunun farklı bölümleri tarafından bu fon finanse edilmiştir. Müdahale Programının temel faaliyetleri; gıda maddelerinin ve gıda dışı öğelerin temini, yeni su kaynaklarının bulunması, hasarlananların tamir edilmesi, sağlık tesislerinin kurulması, hijyen eğitimi ve iş karşılığı para (CFW) olarak adlandırılan geçim kaynakları faaliyetleridir. Program; Barguna, Patuakhali ve Bagerhat bölgelerinin bazı kısımlarında sivil toplum örgütleriyle ortaklaşa ve doğrudan dağıtım yoluyla uygulanmıştır.
Yardım Aşaması: CARE-B, Bangladeş halkının temel ihtiyaçlarını, su, gıda ve gıda dışı ürün paketlerini temin ederek karşılamıştır. Barguna'da CARE-B, Chittagong deposundan, hem Barguna hem de Bagerhat'ta gıda ve gıda dışı ürün dağıtımı yapmıştır. Ayrıca, Sidr’in yol açtığı yaralanmalardan veya diğer sağlık sorunlarından muzdarip kişiler için 570 sağlık kampı kurmak üzere Dhaka Toplum Hastanesi ile ortaklık kurulmuştur. CARE-B, ilk kez bir psiko-sosyal program başlatmıştır.
Kurtarma Aşaması: CARE-B, Patuakhali ilçesinin iki upazilasında yaklaşık 1100 yeni konut inşa etmiştir. Benzer şekilde, göletleri temizlemek, rehabilite etmek ve yeni havuzların kum filtrelerini ve borularını tamir TIBBİ İNSANİ YARDIM 53
etmek için fon sağlamıştır.
inek ve 500 keçi dağıtılmıştır.
Sanitasyon ihtiyaçları giderilmiş, hijyen kitleri dağıtılmıştır.
Bagerhat'ta bir çok okulun onarımı ile eğitime katkıda bulunmuş ve 2.000 öğrenciye temel okul malzemeleri sağlamıştır.
CARE-B, ana bileşenleri yol onarımı için iş karşılığı para ve balıkçıları destekleyecek geçim kaynağı projelerini hayata geçirmiştir. Rehabilitasyon Aşaması: Özel Müdahale Programı faaliyetlerinin içeriğinde; Hijyen eğitimi, Siklon sırasında yaralananlar veya siklonun neden olduğu hastalıklardan muzdarip insanlar için hızlı tıbbi yardım, CFW'den gelen istihdamlar, Eğitim materyalleri dağıtmak gibi konular yer almıştır. MuslimAid Sidr siklonundan hemen sonra, MuslimAid acil durum için 215,000 £ ayırmış ve daha sonra yardımı 3 milyon £ daha yükseltmek için kampanya başlatmıştır. Bagerhat, Patuakhali ve Pirojpur’da rehabilitasyon faaliyetleri gerçekleştirmiştir. Barınak ve istihdam alanındaki çalışmalar; eğitim kurumları ve camiler için toprak doldurmak, kanallar kazmak, yollar ve barajları onarmak olmuştur. Tarımsal destek alanında, Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü (UNFAO) ve Bangladeş Tarım Bakanlığı (DAE) ile ortaklaşa olarak, Bagerhat ve Patuakhali ilçelerindeki yaklaşık 60.000 çiftçiye pirinç tohumları ve diğer tarla bitkileri ile dağıtımı yapmıştır. 5.000 haneye sebze tohumları dağıtılmıştır. İhtiyaç sahibi ailelere 6 ay boyunca gıda yardımı ile birlikte toplam 400 54 KONAK
Habitat for Humanity (HFH) HFH International ve HFH Bangladeş'ten yedi kişilik bir değerlendirme ekibi, ülkenin güneyindeki felaketin ilk iki haftası içinde bölgede çalışmalarına başlamıştır. 480 geçici evin her biri için hijyenik bir tuvalet inşa edilmiştir. Yerel bir sivil toplum örgütü olan Güney Sosyo-Ekonomik Kalkınma Programı, HFH desteğiyle barınaklar inşa etmiştir. Bir diğer yerel grup olan Toplumsal Kalkınma Ajansı, UNICEF Bangladeş materyallerini kullanarak temel sağlık ve sanitasyon alanında 480 aile için eğitim sağlamıştır. ActionAid Bhagerat ve Potuakhali ilçelerinde barınak sağlanması ve acil gıda dağıtımında görev almıştır. Bu kapsamda 135 aileye gıda desteği verilmiştir. 2009 yılı Ocak ayı sonunda 40 adet kalıcı barınak /ev inşa edilmiştir. Save the Children Save the Children faaliyetleri Borguna Sadar upazilasında 10 köy üzerinde yoğunlaşmıştır. 10 köyde 472’si kadın olmak üzere toplam 1.500 kişi, yollarının yeniden inşa edilmesi ve drenaj kanallarının kurulması gibi çalışma faaliyetlerinden faydalanmıştır. Yolların yapılması sağlı ve eğitim hizmetlerine erişim ve tarım ürünlerinin yerel pazarlara taşınmasına oldukça katkıda bulunmuştur.
Toplam 35 km toprak yol onarılmış, 280 çiftlik evi temizlenmiştir. 3 köyde 150 hane halkına 6 ay boyunca iki süt ineği ve tuğla döşeme, ahır, veteriner bakımı ve eğitim verilmiştir. Terre des Hommes Acil durum yanıtı Borguna Sadar upazilasına odaklanmış olup bu alt ilçenin 33 köyüne ulaşmıştır. Gıda dışı öğelerin dağıtımı ve barınakların yeniden inşası faaliyetleri yürütülmüştür. 20 bini çocuk 26.500 kişiye giysi ve battaniyeler dağıtılmıştır. 20 Ocak 2008'e kadar kıyafet içeren 6.500 paket dağıtılmıştır. 15 Mart 2008’e kadar 150 ev yeniden inşa edilmiştir. International Medical Corps (IMC) IMC, Sidr Tropikal Siklonunun ardından Bangladeş'e Acil Durum ekibi görevlendirmiştir. Bu ekip tıbbi malzeme, gıda dışı ürünler, beslenme ve hijyen desteği ile su / sanitasyon hizmetlerine odaklanmıştır. Sağlık kitleri, su arıtma tabletleri ve diğer yardımlar da dahil olmak üzere acil yardım malzemelerini almak ve dağıtmak için bir yerel yardım grubu belirlemiştir. Direct Relief Bangladeş'te Sidr Siklonu’ndan etkilenen bölgelere yerel ortağı Sangkalpa Trust aracılığıyla 1.2 milyon dolar değerinde yardım göndermiştir. Bu yardım Direct Relief ’in dünya çapındaki acil durumlara verdiği yanıtın standart bir parçası olan bir dizi afet modülü, dikişler, dikiş eldivenleri, analjezikler, geniş spektrumlu antibiyotikler, cer-
rahi aletler ve vitaminler içeren 8 ton tıbbi malzemeyi içermektedir. Sangkalpa Trust, iki doktor, üç hemşire ve iki laboratuvar teknisyeni ile çalışan bir mobil sağlık ekibi oluşturmuştur. Ekip, özellikle Barguna, Patuakhali ve Sathira bölgelerinde, sağlık hizmetlerine sınırlı erişimi olan diğer uzak bölgelere ulaşıma yardımcı olmuştur. BANGLADEŞ YEREL ORGANİZASYONLARI VE YAPILAN ÇALIŞMALAR Devlet Kurumları
Acil Müdahale Hemen Etki Sonrası Müdahale: Bangladeş Ordu Şefi 16 Kasım 2007’de helikopterle olay yerine gitmiştir. Silahlı Kuvvetler (AFD), hasar tespiti yapmış, arama kurtarma çalışması başlatmıştır. Ayrıca ölen insanlar için toplu mezarlıklar kurmuş, ölü hayvan atıkları uzaklaştırmıştır. 17 Kasım 2007 itibariyle arama kurtarma ve yardım faaliyetleri önemli ölçüde artırılmıştır. Birleşmiş Milletler Hızlı Başlangıç Değerlendirmesi başlatmış bu kapsamda etkilenen bölgelerdeki hükümet yetkilileriyle işbirliği yaparak ilk etkiden sonraki 6 gün içinde ayrıntılı bir rapor sunmuştur. Rapora göre 4’ü kötü 18’i orta derece olmak üzere toplamda 30 ilçe etkilenmiştir. Yerel İstişare Grubu (LCG) Afet ve Acil Durum Müdahale (DER) alt kurumu hükümetin uluslararası insani yardımını hızlı ve koordineli bir şekilde yapması için plan oluşturmuşlardır. Hükümet, sivil toplum kuruluşları ve bağışçılar arasında bir dizi koordinasyon toplantısı düzenlemiştir. İlk iki toplantı 18 ve 22 Kasım 2007’de Afet ve Gıda bakanlığı (MoFDM) Genel Sekreteri tarafından, 27 Kasım 2007’deki son toplantı ise afet yönetim onursal danışmanı tarafından yönetilmiştir. AFD geniş çaplı kriz için yardım, arama ve kurtarma faaliyetlerini koordine etmede etkin rol oynamıştır.
Sağlık ve Beslenme: Barisal, Khulna ve Bağerhat merkez ofislerinde bulunan tampon ilaç stoklarının siklondan zarar gördüğü tespit edilmiştir. Erken müdahaleye hazır olmak için Pakistanlı bir sağlık ekibinin de arasında bulunduğu sağlık personelleri bölgeye sevk edilmistir. Morrelgonj, Sharankhola ve Rampal hastanelerinde en az 700.000 kişinin etkilendiği tespit edilmiştir.
Strateji: 1. Kritik müdahaleleri tespit etmek için sürveyansı güçlendirmek 2. Kritik sağlık yönetimi 3. Sağlık eğitiminin tanıtımı 4. Düşük performans alanında bağışıklama 5. Hasarlı tıbbi ekipmanların acil durum ilaçları ve lojistik malzemeleri ile değiştirilmesini desteklemek 6. Su ve gıda kaynaklı bulaşıcı hastalık salgınlarını azaltmak 7. Gereken tıbbi malzemeleri tedarik etmek 8. En önemli ölüm nedenlerini ele almak, sağlık hizmetlerine erişimi aşağıdaki sekilde arttrmak a. Aşı kampanyalarını desteklemek b. Herhangi bir salgının önlenmesi için bölge sağlık yetkililerine ilaç ve tıbbi malzeme sağlamak c. Sağlık çalışanlarını ve gönüllüleri; eğitim, psikososyal destek, akıl sağlığı bakımı, su ve sanitasyon, gıda güvenliği, toplu ve bireysel hijyen konularında eğitmek d. Su ve Sanitasyon Kümesinde ortaklara yardımcı olmak e. Vektörle bulaşan hastalıkların riskini azaltmak için sığınakları ilaçlamak ve cibinlik dağıtmak
9. En kötü etkilenen bölgelerindeki insan kaynakları ve maddi kaynaklarının geliştirilmesi için Sağlık Bakanlığı'na operasyonel ve lojistik destek sağlamak 10. Tıbbi ekipman temini, temiz su temini ile hasarlı sağlık tesislerini rehabilite etmek Topluluk genelinde Kaynak Oluşturma (Building Resource across Community) BRAC İhtiyaç analizi: Aralık 2007'de, Güneydoğu Bangladeş'e çarpan Sidr siklonun hemen ardından BRAC tarafından gerçekleştirilmiştir. İlk değerlendirmenin bulguları, Nisan/Mayıs 2008'de BRAC tarafından yürütülen ikinci bir değerlendirmenin sonuçları ile güncellenmiştir. Yararlanıcılar / hedef gruplar: Siklondan etkilenen çiftçiler, hayvan yetiştiricileri, balıkçılar, çiftlik sahipleri, küçük işletme sahipleri ve işçiler hedef grubu oluşturmuştur. Doğrudan yararlanıcıların toplam sayısı 424.024 olarak tahmin edilmiştir. Bunlar arasında, tarımsal çalışanlar, özellikle altyapı geliştirme veya bakım faaliyetleri için İş Karşılığı Para (CFW) programı kapsamında 730.981 kişi (çoğunluğu kadınlar olmak üzere) yer almaktadır. Yardım ve kurtarma faaliyetleri: BRAC, Sidr'den hemen sonra 185.000 aileye acil gıda paketleri dağıtmıştır. 41.000 aileye battaniye, 120.000 haneye giysi dağıtılmıştır. Su arıtma tabletleri kullanarak yaklaşık 70.000 haneye güvenli suyun ulaşması sağlanmıştır. Yaklaşık 37.000 hane için arıtma, acil durum bazında yaklaşık 22.000 haneye güvenli su temin edilmiştir. Ekim 2009 itibariyle toplam 246 havuz kum filtresi (PSF) yenilenmiş ve 229 PSF inşa edilmiştir. Etkilenen bölgelerde BRAC 200 derin tulumba kurmuştur. Çocuk, hamile ve emziren annelere odaklanan yaklaşık 85.000 aileye beslenme desteği sağlanmıştır. İş karşılığı TIBBİ İNSANİ YARDIM 55
para kapsamında 930.000 kişi günlük nakit karşılığında çalıştırılmış, istihdam sağlanmıştır. Ayrıca, BRAC, Ekim 2009 itibariyle 1302 yeni konut sağlamış ve 2645 evi onarmıştır. Rehabilitasyon: Ekim 2009 itibari ile 275 dönüm arazinin faydalanıcılarına pirinç girdileri için ödeme yapılmış, 70.098 dönüm araziye pirinç ekilmiştir. Ayrıca mısır, sebze/meyve ve betel yaprak üretimi desteklenmiştir. Yerine Koyma (Kayıp Keçiler): Sidr’den etkilenen alanlarda geçim rehabilitasyonunu desteklemek için BRAC Mart 2009'da 268 kadına 536 keçi vermiş, 4000 keçi kümülatif rakamı 2000 kadına ulaşmış ve Mart 2009 sonu itibariyle % 100 hedefe ulaşılmıştır. İş karşılığı para (Cash for Work): BRAC, korumasız hane halklarına ek gelir sağlayacak ve halkın kırsal altya-
pısını ortalama Taka (Bangladeş para birimi) ücretiyle geri kazandıracak istihdam fırsatları yaratmak amacıyla bu çalışma programını gerçekleştirmiştir. “CFW" projesinin faydalanıcıları temel olarak siklondan etkilenen fakir kadınlar olmuştur. Her ay 460 gruptan (grup başına 10 faydalanıcı) oluşan 4.600 yararlanıcı para karşılığı çalışmıştır. BRAC, Ağustos 2009'da çalışma programı için nakit hedefi yerine getirmesine rağmen, muson ve gelgit dalgalanmalarında kısmen zarar gören bazı yol onarım çalışmaları (846 kişi/ gün) için bu projeye devam etmiştir. TÜRKİYE’DEN BANGLADEŞ SİDR SİKLONUNA GÖNDERİLEN YARDIMLAR Türkiye Dışişleri Bakanlığı tarafından bir milyon ABD doları tutarında nakdi insani yardım yapılmıştır.
Türk Kızılayı tarafından 2 Afet Müdahale Uzmanı bölgeye görevlendirilmiş, görevli personellerin bölgede yaptığı ihtiyaç tespit çalışmaları sonucunda afetten etkilenen insanlara 1.000 ailelik gıda paketinden oluşan yardım malzemeleri dağıtılmıştır. 2007 TİKA Kalkınma Yardımları Raporuna göre 2007’de Bangladeş’te meydana gelen Sidr Siklonunda STK’lar kasırgadan etkilenen halka 1.000 adet battaniye temin etmiş, başta çocuk ve kadınlar olmak üzere 17.612 çift ayakkabı hibe etmiştir. Deniz Feneri Derneği ilk etapta mobil klinik ve geçici barınma hizmetleri ile afetzedelere destek vermiştir. Ayrıca temiz su, gıda, battaniye gibi ihtiyaç malzemeleri Bangladeş halkına dağıtılmıştır.
KAYNAKÇA 1.
https://www.weather.gov/mfl/beaufort.
2.
https://www.nhc.noaa.gov/aboutsshws.php.
3.
https://www.weather.gov/mfl/saffirsimpson.
4.
https://www.nhc.noaa.gov/pdf/sshws.pdf.
5.
https://www.mgm.gov.tr/FILES/genel/makale/ beaufort.pdf.
6.
Cyclone Sidr United Nations Rapid Initial Assessment Report. Final Report. United Nations; 2007.
7.
Cyclone Sidr in Bangladesh Damage, Loss and Needs Assessment for Disaster Recovery and Reconstruction. Government of Bangladesh; 2008.
8.
http s : / / rel i e f we b. i nt / re p or t / b ang l a d e sh / bangladesh-cyclone-sidr-ocha-situation-reportno-12.
9.
https://reliefweb.int/report/bangladesh/wfp-feedworst-affected-bangladesh-cyclone-six-months.
10. http://w w w.who.int/governance/eb/who_ constitution_en.pdf. 11. Bangladesh Cyclone Sidr Situation Report. Latest Update. United Nations Children's Fund; 2007. 12. Annual Report Of The Humanitarian / Resident Coordinator On The Use Of Cerf Grants. United
56 KONAK
Nations Central Emergency Response Fund; 2007.
23. MA Quaiyum Sarkar. Assessing The Efforts
13. Emergency Humanitarian Action Focus. Volume
Of Ngos In Cyclone Disaster Management In
2. World Health Organization; 2008 14. Emergency Humanitarian Action Focus. Volume 3. World Health Organization; 2008 15. WHO – Health Action in Crises Annual Report 2007. Annual Report. World Health Organization; 2008. 16. The Final Evaluation of the BDRCS/IFRC Cyclone Sidr Operation in Bangladesh: November 2007 –November 2009. Final Report. International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies; 2010. 17. Bangladesh: Cyclone Sidr Final Report Emergency Appeal. Final Report. International Federation of Red Cross and Red Crescent Societies; 2010. 18. Delegate Profile Public Health In Emergencies (Phie) Delegate. Australian Red Cross; 2017. 19. http://www.msf.org/en/article/msf-focusesbangladeshs-remote-coastal-areas-affectedcyclone-sidr. 20. http://msf-seasia.org/news/7564. 21. http://msf-seasia.org/5376. 22. http://sinirtanimayandoktorlar.org/hakkimizda/ calisma-sekli/proje-baslatmak/.
Bangladesh. Dhaka; BRAC University; 2009. 24. Agire Bangladesh Cyclone Sidr Appeal Evaluation Process. Final Report. Agenzia Italiana Risposta Emergenze; 2009. 25. Bangladesh Cyclone: Rebuilding After Cyclone Sidr. Habitat for Humanity; 06 May 2009 26. USAID Funded Cyclone Sidr Response Program. Completion Report. CARE Bangladesh; 16 August 2010. 27. Ian T., S. M. Nurul A., Nayeem W., at all. Independent Evaluation of CARE-B’s Response to Cyclone Sidr. Available from: https://insights. careinternational.org.uk/media/k2/attachments/ sidr-evaluation-final-report-aug08.pdf. 28. Taznim Jahan Sukhi. NGO’s role in Cyclone Disaster management of Bangladesh: focusing cyclone Sidr in Patuakhali. Dhaka; University of Dhaka; 2011. 29. Super Cyclone Sidr 2007 Impacts and Strategies for
Interventions.
Government
of
People’s
Republic of Bangladesh, Ministry of Food and Disaster Management; February 2008. 30. Türkiye Kalkınma Yardımları Raporu. Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı; 2007.
BATI’DAKİ BİYOMEDİKAL ETİK TARTIŞMALARINDA
ÖZERKLİK VE İNSANLIK ONURU Heike Baranzke İngilizce orijinalinden çeviren
M. Kemal Temel
Kök hücre araştırmaları, reprodüktif insan klonlama tasarıları, kimerizm ve transgenez ürünü canlıların yaratımı vb. hususların tartışıldığı ve böylece kimin (ya da neyin) bir “insan” olduğunun biyolojik bakımından dahi sorgulandığı günümüzde, “insanlık onuru” içeriği her zamankinden de tartışmalı ve muğlak, geçmişteki sağlam yeri artık oynak bir nosyon haline gelmiştir. Dr. Baranzke, esaslara dair bu eserinde, bir süredir yerli yersiz bir biçimde kullanılmakta oluşundan ötürü halihazırda anlamı bulanıklaşmış olan bu esasi kavrama açıklık getirmeye girişmekte, bunu yaparken de kavramın antikiteden moderniteye dek tarihi süreçte beslenmiş olduğu eklektik kaynaklara ve dolayısıyla geçirdiği girift gelişime etraflıca değinmektedir. Alman biyoetiği ile Amerikan biyoetiği arasındaki yaklaşım farkına dikkat çekmekte, çeşitli etik perspektifleri ve bunların sonuçlarını kıyaslamaktadır: özne-odaklılık, muhatap-odaklılık, eylem-odaklılık. Dr. Baranzke’nin bu çok yönlü çalışması, “insanlık onuru”nun gerek tarihini, gerekse bugünkü etik rol, anlam ve yerini inceleyenler için Türkçe literatürde yararlı bir kaynak olacaktır.
TIBBİ İNSANİ YARDIM
57
2007 BANGLADEŞ SİDR SİKLONUNDA
AFET SONRASI ORTAYA ÇIKAN SAĞLIK SORUNLARI
2007 BANGLADEŞ SİDR SİKLONUNDA AFET SONRASI ORTAYA ÇIKAN SAĞLIK SORUNLARI
AFETE BAĞLI SAĞLIK SORUNLARI ÇALIŞMA GRUBU Büşra DEMİR* Büşra Doğan 1 Rumeysa BULUŞ 3 Tuğfan KÖKTÜRK 1
2
Kırıkkale Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 3 Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi 1
2
* İletişim: hbusrademir@gmail.com
58 KONAK
Bangladeş'te yaşanan 2007 Sidr Siklonu pek çok halk sağlığı sorununu beraberinde getirmiştir. Bulaşıcı hastalıklar ve yetersiz beslenme bu sorunların en önemlileri olup özellikle çocukları daha sıklıkla etkilemiştir. Nüfusun kalabalık olması, güvenli suya yetersiz erişim, hijyen eksikliği, yetersiz tuvalet tesisleri, güvenli olmayan gıda hazırlama ve taşıma uygulamaları hastalıkların bulaşma riskini arttıran faktörlerdir. Bulaşıcı hastalıklar içinde ishal ve solunum yolu hastalıkları en çok ölüme neden olan hastalıklar olmuştur. Siklon sonrası bölgede; 15.045 yaralanma, 13.967 ishal, 15.442 solunum yolu enfeksiyonu, 35.127 cilt hastalığı, 11.007 göz enfeksiyonu ve 50.249 tifo vakası rapor edilmiştir.
Siklon sonrası bölgede sürdürülebilir güvenli suya erişim ve sanitasyon çalışmaları: Etkilenen bölgelerdeki içme sularının çoğu tuzlu su ve enkaz ile kirlenmiş, su boruları ve depoları zarar görmüştür. Kontamine suların içilmesi veya bu sularla hazırlanmış gıdaların tüketilmesine bağlı olarak ishal salgınları sıklıkla görül-
müştür. Hepatit A, hepatit E, kolera ve rotavirüs başlıca ishal etkenleri olmuştur. Yetersiz beslenme ve malnütrisyon çocuk hastalar başta olmak üzere ishale bağlı ölümlerin sayısının artmasında en önemli faktör olmuştur. Sağlık tesislerinin hasarlanması ve ulaşımla ilgili sıkıntıların da olması ölümleri artırmıştır. Bu amaçla acil durum aşamasında 123.620 bidon su, 3.245.200 su arıtma tableti (WPT), 71.920 hijyen paketi dağıtılmıştır. 360.000'den fazla kişiye oral rehidratasyon sıvısı (ORS) verilmiştir. 100.000 hane için sürdürülebilir su arıtma araçları ve su kapları sağlanmıştır. Ayrıca sularda klorlama çalışmaları yapılmıştır. Yerli halk da toprak filtreler yardımıyla suyu arıtmaya çalışmıştır. UNICEF 100.000'den fazla aile için güvenli içme suyu, ishali tedavi etmek
için 1 milyon oral rehidratasyon çözeltisi paketi,100.000 battaniye, 30.000 branda ve 40.000 plastik levha, beş yaş ve altı çocuklar için 99.000 kışlık ceket, 32.000 aileye yönelik kıyafetler, mutfak eşyaları ve temel ev eşyalarını içeren aile kitler dağıtmıştır. MSF, su kalitesini iyileştirmek ve gerektiğinde lavaboları inşa etmek, su noktalarını temizlemek ve onarmak amacıyla klor ve su pompaları gibi su ve sanitasyon malzemelerini getirmiştir. Ayrıca malnütrisyonun önüne geçip ölümleri azaltmak için BP-5 olarak adlandırılan yüksek enerjili besin dağıtımı gerçekleştirilmiştir.
Siklon sonrası bölgede yapılan aşılama çalışmaları; Sidr siklonu sonrası bulaşıcı hastalıkların yaygınlaşmasını önlemek adına atılan adımların önemli bir kısmını aşılama hizmetleri oluşturmaktadır.
Ön planda ishal etkenlerine karşı olmak üzere hepatit A, hepatit B, rotavirüs aşısı ile kızamık-kızamıkçık karma aşısı, sıtma aşısı uygulanmıştır. Kızamık ve kolera tanısı düşünülen hastaları takip amacıyla sağlık tesislerinde karantina bölgeleri hazırlanmıştır. Bölgede tıbbi yardım veren prefabrik evler, mobil sağlık ekipleri oluşturulmuştur. Siklon sırasında genel kamu çalışanları, kurtarma ekipleri ve temizlik operasyonlarında yer alan kişilerin maruz kaldığı tehlikeler Siklonlar, karaya vurduklarında şiddetli fırtına, yağmur ve yüksek dalgalarla büyük hasara neden olmaktadır. İlk aşamada bölge halkı etkilenmektedir. Bölgeye yardım amaçlı gelen kamu çalışanları, kurtarma ekipleri ve temizlik operasyonlarında yer alan kişiler de siklon sürecinde çevreye saçılan kimTIBBİ İNSANİ YARDIM 59
yasallara ve diğer pek çok tehlikeye maruz kalmaktadırlar.
Kimyasal maddelere bağlı gelişen sorunlar: •
Yangından kaynaklanan yanmalar ve aşındırıcı kimyasallara maruz kalma (açığa çıkan kimyasalların taşkınlarla reaksiyona girmesi üzerine toksik ve/veya yanıcı buharların oluşması)
•
Yanma ürünleri ve lifler de dahil olmak üzere tahriş edici gazların solunmasından kaynaklanan solunum yolu yaralanması
•
Dökülen zehirli kimyasallara maruz kalan kontamine yiyecek veya su tüketiminden zehirlenme
•
Elektrik, barbekü, mangal ya da kömür ve kömürden ısıtma ve pişirme için yakıt yakan jeneratörlerin yanlış kullanımı sonucu oluşan karbon monoksit zehirlenmesi veya su basmış odaları kurutmak için benzinle çalışan pompalar ve nem gidericiler
•
Vektör ve kemirgen kontrolü için kullanılan pestisitlere aşırı maruz kalma
•
Kurtarma ve temizleme ile ilgili işlerde yaralanmalar ve zehirlenmeler
Kimyasal maddelere bağlı olmayan etkenlerle gerçekleşen sorunlar:
60 KONAK
•
Boğulma
•
Elektrik çarpması, yıldırım çarpması
•
24 ° C'den daha az suda bulunmaktan dolayı hipotermi
•
Hayvan kaynaklı zehirli ısırıklar ve sokmalar
•
Uçan, düşen ve yüzen cisimler sebebiyle enkaz sonucu yaralanmalar ve ölümler
•
Tahliye sahalarında bulaşıcı hastalık riskinin artması
•
Hasta transferinde önceden var olan sağlık sorunlarının alevlenmesi, sağlık hizmeti tesislerinin kapasitesinin aşılması, yetersiz kalması
Siklon öncesi afet müdahale planı ve risk yönetimi Bangladeş, doğal afetlerin sık görüldüğü bir bölgede olması nedeniyle etkin bir afete hazırlık ve müdahale planına ihtiyaç duymuş ve bu kapsamda afet müdahale planı ve risk yönetimi programını yürürlüğe koymuştur. NDMC (National Disaster Management Council) ülkenin başbakanı tarafından yönetilen, afet yönetimine her alanda stratejik rehberlik sağlayan en üst kuruldur. MoDMR (Ministry of Disaster Management Relief) afet müdahale politikasını formüle eden, uygulanmayı denetleyen 29 bakanlığın üstleneceği afet müdahale çabalarını kontrol eden kilit kurumdur. Siklondan korunmak için Bangladeş hükümeti kıyı dolguları inşa etmeye başlamış ve halkı olası bir siklona karşı önceden uyarmak için erken uyarı sistemi geliştirmiştir. Bu erken uyarı sisteminden Bangladeş Meteoroloji Bölümü (BMD) sorumludur ve geniş
bir alanda çeşitli hava parametrelerini gözlemleyerek siklon için erken uyarı vermektedir. BMD’nin Siklon Uyarı Merkezi (SWC) meteorolojik verileri değerlendirdikten ve bir tehdidin yaklaştığını belirledikten sonra, siklon uyarılarını deniz limanlarına, nehir limanlarına ve halka iletmektedir. SWC aynı zamanda doğrudan Başbakan'ın başkanlık ettiği Ulusal Koordinasyon Komitesine uyarı gönderir. Bu komite Afet Yönetimi ve Yardım Bakanlığı ve Bangladeş Kızılayı’nın ortak girişimi olan Siklon Hazırlık Programı'nın (CPP) temsilcilerini içerir. CPP, Bangladeş Meteoroloji Bölümü siklon uyarı sinyallerinin topluluklara hızlı bir şekilde yayılmasını sağlar. Bir kez uyarıldığında CPP sığınmaya, kurtarmaya ve acil tıbbi yardım sunmaya yardımcı olur. Sidr siklonunda da CPP afet sonrası toparlanmaya ve kapsamlı rehabilitasyon operasyonlarına büyük ölçüde dahil olmuştur. Bangladeş hükümeti afet müdahale planı kapsamında 1972 yılından itibaren siklondan korunma amacıyla sığınaklar inşa etmeye başlamıştır. Sığınaklar genellikle 1.500-2.000 insanı barındırabilen üç katlı, betonarme binalardır. Bangladeş Kızılay Derneği
de, her biri 500'den fazla insanı barındırabilen 60 sığınak inşa etmiştir. Ancak bugüne kadar, inşa edilen 3.976 siklon barınağının neredeyse yarısı nehir erozyonundan zarar görmüş veya uygun bakımın yapılmaması nedeniyle kullanılamaz hale gelmiştir. 2007’de gerçekleşen Sidr Siklonu gerçekleşmeden beş gün önce, Bangladeş hükümeti radyo ve televizyonlarda siklon hakkında uyarı yayınlamaya başlamış ve acil tahliye emri yayınlamıştır. CPP gönüllüleri, yerel yöneticiler ve acil durum yönetimi personeli, kıyı bölgelerindeki insanları siklon barınakları ve diğer güvenli yerlere gitmeleri için evlerinden çıkmaları konusunda uyarmıştır. Ancak ortak sığınma alanlarındaki kaynakların azlığı ve koordinasyon eksikliği gibi nedenler sonucunda halkın büyük bir kısmı erken uyarı sistemine uymamıştır. Sığınaklara gitmek yerine kendi sığınaklarını inşa etmeyi veya onarmayı denemiş, ya da akrabalarının evlerine gitmişlerdir. Ayrıca evlerinin çatısını halat ve bambu ile bağlayıp önlem almaya çalışmışlardır. Ancak tüm bu çabalar yetersiz kalmış, siklonunun neden olduğu kayıplar oldukça fazla olmuştur.
KAYNAKÇA 1. 1.WHO-November 2007-Communicable disease risk assessment and interventions Cyclone Sidr disaster: Bangladesh. 2. 2.IFRCS- 25 February 2010-Bangladesh Cyclone Sidr Final Report. 3. 3.http://www.msf.org/en/article/ msf-focuses-bangladeshs-remote-coastal-areas-affected-cyclone-sidr (29 November 2009) 4. 4. http://www.msf.org/en/article/bangladesh-msf-teams-assessing-cyclone-affected-area (22 November 2007) 5. 5.The Government of Bangladesh Assisted-April 2008- Cyclone Sidr in Bangladesh Damage,
6. Loss and Needs Assessment For Disaster Recovery and Reconstruction Report. 7. 6.Paul BK. Why relatively fewer people died? The case of Bangladesh’s Cyclone Sidr. 13 January 2009; pp 289–304. 8. 7. Who-Chemıcal Releases Assocıated Wıth Cyclones-2018. 9. 8. Who-Global Report On Drownıng Preventıng A Leadıng Kıller-2014. 10. 9. GFDRR, World Bank Group, European Union,UNDP- Planning and Implementation of Post-Sidr Housing Recovery: Practice, Lessons and Future Implications -September 2014.
11. 10. Paul B, Dutt S. Hazard Warnıngs And Responses To Evacuatıon Orders: The Case Of Bangladesh’s Cyclone Sıdr. The Geographical Review; July 2010. 12. 11. Sarkar R, Mallick B, Witte S at all. Local Adaptation Strategies of a Coastal Community during Cyclone Sidr and Their Vulnerability Analysis for Sustainable Disaster Mitigation Planning in Bangladesh. Journal of Bangladesh Institute of Planners; December 2009; pp 158-168. 13. 12. https://www.nhc.noaa.gov/aboutsshws.php(4.)
TIBBİ İNSANİ YARDIM
61
AFET İLE İÇ İÇE BİR ÜLKE BANGLADEŞ VE 2007 SİDR SİKLONU Bir rüzgar çeşidi olan siklonu ve sonuçlarını merak ederek başladığımız 2007 Bangladeş Sidr Siklonu Felaketi konulu atölye çalışması, 6 Mayıs 2018 tarihinde Ankara Üniversitesi ve Ufuk Üniversitesi öğrencilerinin katılımı ile gerçekleşti.
Tıbbi İnsani Yardım Atölyesi
Siklon (Fırtına) Felaketi
Bangladeş Sidr 2007
Değerlendiren Merve Karaca Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 4. Sınıf karacamerve652@gmail.com
Atölye başlangıcında, Bangledeş ve siklon hakkında yapılan ayrıntılı sunum ile katılımcılar araştırılacak olan Sidr siklonu hakkında fikir sahibi oldu. Bu sunumdan sonra afetten en çok etkilenen bölgelerin isimlerinin verildiği Khulna, Barisal, Dhakka, Bagerhat, Barguna adlı gruplara dağılan katılımcılar koordinatörlüğümüzün her bir grup için belirlediği konu ve klavuz sorular çerçevesinde araştırma yaptılar. Atölye boyunca; •
Afete tıbbi yardım yapan sivil toplum kuruluşları ve MSF kimlerdir?
•
Afete tıbbi yardım yapan Kızılay ve Kızılhaç Hareketi ve Uluslararası Kurumlar nelerdir?
•
Afete tıbbi yardım yapan Bangladeş yerel kurumları kimdir?
•
Afete Türkiye’den yapılan tıbbi yardımlar nelerdir? Sorularına cevaplar aradılar.
Oluşturulan sistemle gruplara dağıtılan katılımcılar, araştırmaları sonucunda edindikleri bilgileri farklı gruplarda sunarak edindikleri bilgileri diğer katılımcılar ile paylaştılar. Bu sayede tüm katılımcılar araştırma, öğrenme ve öğrendiklerini paylaşma sürecinde aktif olarak yer aldılar.
Oluşturulan sistemle gruplara dağıtılan katılımcılar, araştırmaları sonucunda edindikleri bilgileri farklı gruplarda sunarak edindikleri bilgileri diğer katılımcılar ile paylaştılar. Bu sayede tüm katılımcılar araştırma, öğrenme ve öğrendiklerini paylaşma sürecinde aktif olarak yer aldılar.
62 KONAK
Atölye öncesinde gerçekleştirilen kahvaltı ile hem tanışma hem de sohbet fırsatı bulan katılımcılar aktif bir öğrenme sürecinin her aşamasına katılarak düzenlenen bu atölyede keyifli ve kaliteli zaman geçirdiler. Katılımcılar bu sayede siklonun nasıl oluştuğu, bu felaket için nasıl önlem alınabileceği, oluştuğunda o bölgede ne gibi problemlere yol açtığı ve bu problemlerin çözümü için neler yapılabileceği hakkında fikir sahibi oldu. Atölye sonunda yapılan heyecanlı ve bir o kadar da çekişmeli geçen yarışma sonucunda birinci olan arkadaşımız özel hediyenin sahibi oldu.
TIBBİ İNSANİ YARDIM 63
İtalyan donanması, Akdeniz sahilinde Afr tekneyle denize açılan sığınmac 64 KONAK
Massimo
rika kıyılarından cıları kurtarması. 7 Haziran 2014. o Sestini—Polaris
GÖÇ HAREKETLERİ Araştırmaları Koordinatörlüğü Koordinatörlüğümüz; Ensar ve Muhacir kardeşliği çerçevesinde yeni bir medeniyetin temellerinin atıldığı Hicret’i kendisine yol gösterici bilen, göç kavramına bu pencereden bakmanın yanı sıra yüzyıllardır karşı karşıya kaldığımız ve insanların yurtlarından ayrılmak zorunda kalmaları neticesinde ortaya çıkan kitlesel göç hareketlerini tüm yönleriyle araştırmayı, öğrenmeyi, bu alanlarda etkinlikler düzenleyerek toplumsal duyarlılığı arttırmayı, projeler oluşturarak saha çalışmaları yapmayı amaç edinen ve bu alanda düzenli okumalar yapan ekip çalışmasıdır.
Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Tarihi Göç Hareketleri • Yakın Tarih Anadolu’ya Göç Hareketleri • Suriye’den Anadolu’ya Göç • Göç Politikaları • Yakın Tarih İslam Dünyası Göç Hareketleri • Göçe Dair Organizasyonlar • Göç ve Sağlık 2. Konferans • Hicret Hareketi • Endülüs’ten Mağrip’e Tehcir Meselesi • Yahudilerin Babil Sürgünü • 1864 Büyük Çerkes Sürgünü • Biladü’ş Şam (661-1918) • Kırım Tatar Sürgünü • 93 Harbi Sürgünleri
AHISKA TÜRKLERİ AHISKA COĞRAFYASI Ahıska bölgesi, Türkiye’nin kuzeydoğusunda, Türkiye-Gürcistan sınırına yakın bir konumda (Kars, Batum, Tiflis üçgeni ortasında) yer almaktadır. Günümüzde Gürcistan toprakları içinde kalan bölge, Ardahan ilimizle sınır teşkil etmektedir.
YAKIN TARİH ANADOLU’YA GÖÇLER ÇALIŞMA GRUBU
Ahıska Türklerinin anavatanı olan Ahıska bölgesinde, Ahıska, Adigön, Aspinza, Ahılkelek ve Bogdanovka gibi önemli yerleşim birimleri ve çok sayıda köy bulunmaktadır. Ahıska şehri, bu yerleşmelerin merkezi durumundadır. Ahıska şehrinin karayolu ile Tiflis’e, Batum’a ve Türkiye’ye (Ardahan ve Artvin’e), demiryolu ile Tiflis’e bağlantısı bulunmaktadır.
Busenur AKBAY* Elif Tayyibe POLAT 1 Maide Hazel YILDIRIM 3 Rumeysa DOĞAN 1 Şeyma Kevser BÜKÜŞ 2 Şeyma Yüsra SOĞANDA
Ahıska bölgesi genelde dağlık, engebeli bir arazi yapısına sahiptir fakat yer yer düzlükler de görülmektedir. Bölgenin iki önemli ovası, Ahıska ve Ahılkelek ovalarıdır. Ahıska topraklarının en önemli akarsuyu Kür Irmağı’dır. Ahıska’nın diğer irili ufaklı akarsuları toplanarak Hazar Denizi’ne dökülür. Ahıska toprakları tarıma elverişlidir, hayvancılık için de uygun şartlar bulunmaktadır.
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ankara Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 4 Hacettepe Tıp Fakültesi
1944 yılına kadar Türk unsurunun hâkim olduğu bölge, 1944 yılında Türk nüfusun sürgün edilmesiyle büyük ölçüde boşalmıştır. Sonraki yıllarda bölgeye Gürcüler ve Ermenilerin iskânına çalışılmasına rağmen Ahıska ve çevresinde nüfus seyrektir.
1
4
1
2
*İletişim: busenurakbay@gmail.com
66 KONAK
AHISKA TARIHI Ahıska bölgesinin Gürcü kaynaklarında Meskhetiya olarak geçmesi nedeniyle Ahıska Türkleri “Misket yahut Mesket Türkleri” diye de anılmaktadır. Dolayısıyla Ahıska ya da Mesket Türkleri adlandırmaları etnik değil coğrafi bir adlandırmadır. Ahıska bölgesinin de içinde yer aldığı Kafkasya’da, Türklerin varlığının çok eskilere dayandığına ilişkin görüşler vardır. Makedonyalı İskender’in MÖ IV. yüzyılda Kafkasya’ya geldiğinde burada Türklerle karşılaştığı kaydedilmektedir. Daha sonraki dönemlerde Hunlar, Hazarlar ve Kıpçaklar bu topraklara gelmiştir. Ahıska ve çevresi 1068 yılında Sultan Alparslan tarafından fethedilerek Selçuklu Devleti’ne katılmıştır. Zaman zaman Akkoyunlu, Karakoyunlu ve Safevî devletleri nüfuzu altında kalan Ahıska toprakları 1578 yılında Osmanlı Devletinin Kafkasya’yı fethi ile Osmanlı topraklarının bir parçası olmuş ve Ahıska şehri yeni kurulan
Çıldır Eyaleti’nin başkenti olmuştur. 1578’den 1828’e kadar 250 yıl boyunca Osmanlı Eyaleti ve Anadolu Türklüğünün ayrılmaz bir parçası olan bölge, 1828-29 Osmanlı-Rus savaşı sonunda imzalanan Edirne anlaşması (14 Eylül 1829) ile Ruslara terk edilmiştir. Günümüzde, toplam nüfusu yaklaşık 600.000 olan Ahıska Türkleri, dünyanın dokuz farklı ülkesinde yaşamakta (Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Türkiye, Ukrayna, Özbekistan ve ABD) ve yaşam koşulları yaşadıkları yerlere göre farklılık göstermektedir. Türkiye’de 40.000’den fazla Ahıska Türkünün yaşadığı tahmin edilmektedir. Ahıska Türklerinin Zorunlu Göçleri ve Sürgün Hayatı 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda Ahıska’nın Ruslara terk edilmesiyle Ahıska Türklerinin günümüze kadar devam eden ve baskılar altında geçen, göçebe-sürgün hayatı başlamıştır.
1853–1856 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı ordusuna yardım ettikleri gerekçesiyle Çarlık Rusya’sı tarafından acımasızca cezalandırılan Ahıska Türklerinin bir kısmı Rusya’nın baskısından kaçarak Erzurum’a sığınmıştır. 1877-1878 yıllarında, 93 Harbi’nin Osmanlı’nın mağlubiyeti ile son bulmasıyla Kafkasya’dan Anadolu’ya kitleler halinde göçler yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında (1914-1918) Ahıska Türkleri, Gürcü ve Ermeniler tarafından yapılan insanlık dışı uygulamalara maruz kalmışlardır. GÖÇ NEDENLERİ 1828-1829 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda topraklarını Ruslara bırakmak durumunda kalan Ahıska Türklerinin ilk göçü 1829’da binlerce Müslümanın Rusya’daki anayurtlarından Anadolu’ya göç etmeleriyle başlamıştır. Bu yıldan günümüze kadar din ve ırk farkı nedeniyle Ahıska Türkleri baskılarla göçe zorlanmıştır. Ruslar MüslümanGÖÇ HAREKETLERİ
67
ları; topraklarına el koyup yoksullaştırmak, sürgün ve katletmek, yetkilerini ellerinden alıp dini baskılar yapmak suretiyle göçe mecbur bırakmışlardır. Rusya ‘Hristiyanlaştırmak’ ve ‘Ruslaştırmak’ politikaları ile Ahıska Türklerinin dinlerini vatanlarında özgürce yaşamalarına engel olmuştur. Eğitim çağındaki çocuklar başta olmak üzere, İslam karalanıp Hristiyanlık propagandası yapılarak, gelecek nesillerin kendilerinden farklılık teşkil etmeyen, yozlaşmış bir nesil olması amaçlanmıştır. Hristiyanlığa karşı kendi dinini savunan Müslümanlar ise acımasızca cezalandırılmışlar, hatta Sibirya’ya sürülmüşlerdir. Göçe zorlanma, vatanında dinini yaşayamama ve ibadetlerini yerine getirememe Ahıska Türklerine birçok zorluk yaşatmıştır. Rusya uyguladığı dini baskıların yanında Müslüman ahaliyi sistemli olarak yoksullaştırmaya çalışmıştır. Vakıflarına el koymuş, arazilerini ya müsadere etmiş ya da Çarlık aristokrasisinin mülkiyetine verip bu topraklara Rus göçmenlerini yerleştirmiştir. Rusya savaş sırasında Osmanlı yanlısı tavır sergileyen Ahıska Türklerini cezalandırmıştır. Böyle gördüğü bazı 68 KONAK
Müslüman köylerde ahâlinin malları yağmalanıp kadınlara Rus askerler tarafından tecavüz edilirken; erkekler sürgüne gönderilmiştir. Hristiyanların muaf olduğu vergiler Müslümanlara yüklenmiştir. Müslümanların zorla askere alınması da bölgedeki memnuniyetsizlik sebeplerindendir. 1887’de, Rusların bu politikadan vazgeçmemesi üzerine Rus ordusunda askerlik yapmak istemeyen binden fazla Müslüman, Artvin ve Batum üzerinden bir göç dalgası başlatmış ve bunlardan 500’ü Rize’ye ulaşmıştır. Bölgeden yapılan göçlerin diğer bir sebebi de Ermenilerin, Revan ve Nahcivan bölgesinde çoğunluk olmaya çalışmaları nedeniyle bu bölgelere göç etmeleri ve sistemli olarak Müslümanların boşalttıkları yerlere Rusya tarafından yerleştirilmeleridir. Rusya, yapılan bu göçler sonucunda bir taraftan kendisine itaat etmeyeceğini düşündüğü Müslümanlardan kurtulmuş, bir taraftan da Müslümanların boşalttığı arazilere Hristiyanları yerleştirerek Kafkasya’yı Hristiyanlaştırmıştır. Rusya, yoksul kitlelerin akınına uğrayan Osmanlı ekonomisinin daha zor duruma düşeceğini öngörmüş ve
bu durumdan yeni çıkarlar elde etme planları yapmıştır. Bu göçle birlikte Mesheti’nin kaderi Rusya’nın eline geçmiştir. 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile Ahıska ve Ahılkelek savaş tazminatı olarak Ruslara terk edilmiştir. Bu savaşla birlikte Kafkaslardan Anadolu’ya, Ahıskalıların bitmeyen kitlesel göç süreci başlamış ve XIX. yüzyıl boyunca Osmanlı-Rusya arasında yaşanan savaş ve krizlerle devam etmiştir. 1853–1856 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı ordusuna yardım ettikleri gerekçesiyle Çarlık Rusyası tarafından acımasızca cezalandırılan Ahıska Türklerinin bir kısmı Rusya’nın baskısından kaçarak Erzurum’a sığınmıştır. 1921’den itibaren Ahıska Türklerine, Sovyetler Birliği tarafından artan derecede baskı ve şiddet uygulanmıştır. II. Dünya Savaşı’na kadar askere bile alınmadıkları hâlde savaş başlayınca Ahıska Türklerinden 40.000 kadarı Almanlarla savaşmak üzere, tecrübesiz oluşlarına bakılmaksızın cephelere gönderilmiş, 25.000 kadarı savaşta ölmüş, birçoğu da yaralanmış ve sakatlanmıştır. Kendi ülkelerinde temel ihtiyaçlarını sağlayamayan, dini inançlarının gereklerini yerine getiremeyen, beklentilerini karşılayamayan, yaşamlarını idame ettiremeyen Ahıska Türkleri için göç kaçınılmaz olmuştur. GÖÇMENLERİN ETNİK VE SOSYOKÜLTÜREL YAPISI Ahıska Türklerinin Etnik Kökeni Ahıska Türklerinin kökenine ilişkin yazında üç farklı görüş vardır. Bu üç farklı görüşün sahipleri Ruslar, Gürcüler ve Türklerdir. Gürcü tarihi kaynaklarının iddiasına göre – ki kaynak-
larda Ahıska Türkleri yerine “Mesh’’ veya “Mesketyalı’’ terimi kullanılmaktadır – Ahıska Türkleri “Gürcülüğünü terk etmiş’’, aslında etnik olarak Gürcü olan, öncesinde Hristiyan inancına sahip, ancak daha sonra Müslümanlaştırılmış/Türkleştirilmiş bir topluluktur. Bir başka anlatımla, bu iddiaya göre, Kars ağzıyla Türkçe konuşan, Hanefi Sünnî İslam inancına sahip Ahıska Türklerinin ataları, Osmanlı’nın Mesheti Cavahetya’da hüküm sürdüğü dönemde Müslümanlaştırılmıştır. Hatta Müslümanlaştırılmış bu Gürcülerin, iki bin yıl önce bölgede yerleşik olan Meshlerin soyundan geldiği de ileri sürülmektedir. Üçüncü görüş ise Türk kaynaklarının ortaya koyduğu görüştür. Bu görüş, Kıpçakların Ahıska Türklerinin atalarından biri olduğunu kabul etmekle birlikte Osmanlı’nın Mesheti Cavahetya’daki uzun süren istikrarlı varlığının buradaki bütün Türk
unsurları yeni bir formda birleştirdiğini, Ahıska Türklerinin de bu formun unsurlarından biri olduğunu ileri sürmektedir. Ünlü tarihçi Akdes Nimet Kurat’da Kıpçakların Ahıska Türklerinin etnik oluşumunda pay sahibi oldukları görüşünü savunmaktadır. Tüm bu farklı görüşlerden hareketle, belki de söylenebilecek en doğru şey, Ahıska Türklerinin; Kıpçaklar, yerli Oğuz karakterli Türkmenler (Karapapaklar/Terekemeler), Anadolu’dan gelen Türkler, Kürtler, çok az sayıda da olsa Müslümanlaşmış/Türkleşmiş Gürcülerden oluşan ve aynı kültür altında bütünleşmiş bir topluluk olduğudur. Aslında “Ahıska Türkleri’’ adı, 1980’li yıllarda yaygınlaşmış yeni bir etnonimdir. Ahıska Türkleri, 1944 yılındaki sürgünden önce Ahıska bölgesinde yaşarlarken kendilerini Kafkas
Türkleri olarak adlandırmaktaydılar. Sovyet rejimi boyunca birlikte yaşadıkları halklar da onları Türk olarak adlandırırken, Sovyet rejimi ise bir dönem Azerbaycanlı adlandırmasını kullanmıştır. Grubun Müslümanlaşmış Gürcüler olduğunu ispatlama çabasında olan Gürcistan ise Mesh veya Mesketyalı terimlerini tercih etmektedir. Batı yazınında İng. Meskhetian Turks veya İng. Meskhetians olarak adlandırılan Ahıska Türklerinin adlandırılması meselesinin siyasi boyutu vardır. Ahıska Türkleri, Gürcülerin Mesh olarak adlandırdıkları Ahıska Türklerinin Müslümanlaştırılmış Gürcüler oldukları iddialarını Acaraların örneğini vererek eleştirmektedirler. Kendilerinin Acaralardan farklı olduğunu belirten Ahıska Türkleri, Gürcülerin onların gerçekten Gürcü olduklarına inanmaları hâlinde sürülmeyeceklerini belirtmişlerdir. Müslüman olan GÖÇ HAREKETLERİ 69
Acaraların etnik olarak Gürcü oldukları Kurulduğundan beri Kafkasya’da egemenlik kurmak için sürülmediklerini isteyen Rusya, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin belirterek görüşlerini zayıflamış olmasından faydalanarak bu politikasına hız desteklemektedirler. vermiştir. Dolayısıyla, Acara örneği, Ahıska Türklerinin Müslüman oldukları için değil, Türk ve/ veya Türkiye’ye bağlıiçin bacadan gelinin basına şeker dö- Göçmenlerin Ulaşımda Yaşadığı lıkları nedeniyle sürüldüklerinin de külür. Sıkıntılar en önemli kanıtıdır. Sürgün sürecine Kadınlar evlerinin bereketinin kaçAnadolu’ya geçmek isteyenler bu isdair resmî Sovyet belgelerinde zaten maması için akşamları evi dışarıya teklerini Rus ve Osmanlı makamlarına sürgünün en önemli amacının Gürdeğil, ocağa doğru süpürmeye dikkat ileterek göç edebilmişlerdir. Göçmencistan-Türkiye sınırının güvenliğinin ederler. Nazar değmemesi için evin ler genellikle deniz yoluyla Samsun ve sağlanması ve sınır bölgesinin Türkiye giriş kapısına göz dikeni veya üzerlik Trabzon Limanları’na gelmiştir. Bunun yanlısı unsurlardan temizlenmesi olasılır. yanı sıra Kars, Ardahan, Oltu ve Kaduğu açıkça ifade edilmektedir. Müslüman Sünni inancına sahip ğızman’dan geçenlerin genellikle yanAhıskalı Türkler, Ramazan ve Kurban larında sürüleriyle geldiği görülmüşbayramlarına çok önem verirler. Bay- tür. Bazen izin verilen kişilerin arasıAhıska Türklerinin ram namazlarından sonra ilk iş olarak na karışarak kaçak yollardan girmeye Sosyokültürel Yapısı yaşlıları ziyaret ederler ve bu ziyaret- çalışanlara rastlansa da bunların sayısı Ahıska ailesi ataerkil yapıya sahiptir. ler sadece akrabalara yapılmaz, hiçbir oldukça azdır. Bazen de Anadolu’ya Kalabalık ailelerde yasça büyük olan yaşlı veya hasta unutulmaz. Ahıskalı girmek isteyen Ermenilere rastlanmışerkeğin sözü geçer. Onun izni olmaTürkler bulundukları her coğrafyada tır. Bunu engellemek isteyen Osmanlı dan veya ona danışılmadan hiçbir iş bu geleneğe sadık kalmışlardır. Belki Hükümeti, Ermenilerin topraklarına yapılmaz. Oğul torun sahibi olmuş de yaşanan göçler, ayrılıklar bu insan- girmemesi için her türlü tedbirin alınolsa bile evde babasının koyduğu kuları birbirine bu kadar bağlı kılmıştır. ması hakkında padişah kararnamesi rallar geçerlidir. çıkarmıştır. Ahıskalı Türklerin değişmeyen bazı Göçmenlerin ulaşım konusunda yakuralları vardır. Yeni gelin büyükler- GÖÇMENLERİN YAŞADIĞI şadıkları sıkıntıları ele alacak olursak le, özellikle de erkeklerle konuşmaz. SIKINTILAR karşımıza iki büyük sıkıntı çıkmıştır: ‘Gelinluh etmah’ olarak tabir edilen Kurulduğundan beri Kafkasya’da güvenli bölgelere ulaşmayı sağlayacak bu davranış biçimi kişilerin konumu, egemenlik kurmak isteyen Rusya, nakil araçları ve deniz kazaları. Göç kültürel bakış açısı, yetiştiği ortam XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin zaesnasında deniz yolunu kullanmak ne olursa olsun uyulması gereken en yıflamış olmasından faydalanarak bu zorunda kalan göçmenler Osmanlı, önemli kurallardandır. Bu eylem ba- politikasına hız vermiştir. Rusya’nın zen yıllarca uygulanır. Aile büyükleri saldırılarıyla güçsüzleşen Osmanlı, Rus, İngiliz, Yunan gemileri haricinde izin verdikten sonra gelin onlarla sözlü topraklarının büyük bir kısmını kay- özel gemiler ve sandallar ile taşınmış iletişim kurmaya başlar. Karşılığında betmiştir. Rusya da bölgede siyasi hâ- ve araçlar ayarlandıktan sonra da yer ‘yüz görumluği’ denen hediye verilir. kimiyetini tahsis ettikten sonra kültü- darlığı, dolandırıcılık, gibi sıkıntılar da Aile büyüklerine ve değer verilen ya- rel ve ekonomik alanda da egemenlik yaşanmıştır. Elverişli olmayan tekne, kınlara karşı uygulanan bir diğer ey- kurmak istemiştir. Bu amaçla bölgede sandal gibi araçların ulaşımda kullanılem de ‘temenni almak’tır. ‘Taza’ gelin baskıcı politikalar izlemiştir. Rusların mı zaman zaman deniz kazalarına yol ellerini çapraz biçimde göğsüne koya- bölge halkını Ruslaştırma ya da Hristi- açmıştır. rak başını eğer ve el öper. Gelinin eve bereket getirmesi temennisiyle ekşi hamur balla karıştırılıp gelinin eline sürülür; sütle ıslatılmış bir pamuk gelinin başına koyulur. Tatlı dilli olması 70 KONAK
yanlaştırma politikasına boyun eğmek istemeyen Kafkas halkı bilhassa Anadolu’ya kitleler halinde göç etmeye başlamıştır. Bu göç eden topluluklardan biri de Ahıska Türkleridir.
Sağlık Sıkıntıları Deniz yolculuğu süresince ve sonrasında var olan kötü beslenme koşulları
ve salgın hastalıklar göçmenlerin göç esnasında yaşadığı en ciddi sıkıntılar arasındadır. 1903 yılında Batum, Dağıstan ve Ahıska’dan İstanbul’a gelerek Maltepe Vapurunda toplanan göçmenlerin mevsimin kış olmasından dolayı bir hayli sefalet çektiği görülmüştür. Bu göçmenlerin Yenişehir ve İnegöl’e iskânı kararlaştırılmıştır. Göçmen taşıyan gemilerden birisi de İstanbul’a gitmek isterken, muhtemelen yolcular arasında salgın hastalık görülmesinden dolayı Sinop Limanı’nda karantinaya alınmıştır. Hükümet tarafından salgın hastalığın önüne geçmek için salgın hastalık olan yerlerden geleceklerin muayene edilmesi ve hasta olanların gemiye bindirilmemesi emredilmiştir. Muhacirlerin çiçek ve tifüsten etkilenmemesi için de iki doktor görevlendirilmiştir. Göçmenlerin İskânında Karşılaşılan Sıkıntılar Göçmenler Anadolu’daki nüfus yapısını değiştirdikleri için göçmenlerin iskânında asayişin korunması ve tarım alanlarının işlenerek üretimin artırılması ana amaç olmuştur. Bu durum göz önüne alınarak Anadolu’da göçmenler için yeni yerleşim birimleri oluşturulmuştur. Bursa, Çorum ve Adana Ahıska Türklerinin başlıca iskan bölgeleri olmuştur.
verecek olursak; 1894 yılında Çorum’a yerleştirilecek olan 700 kadar göçmen burada boş arazi bulunamamasından dolayı Yozgat ve çevresine gönderilmiştir. Göçmenler yerleştirildikleri bölgeyi beğenmeyip yerli halkın arazisine yerleşmeye çalışınca da bölgede sıkıntı yaşanmıştır. Ayrıca göçmenler, toplu olarak iskân edilmeleri mümkün olmadığında gruplar halinde yerleştirilme önerisine de karşı çıkmışlardır. GÖÇMENLERİN ENTEGRASYON SÜRECİ Rusya, kurulduğu günden bu yana Kafkasya’nın verimli topraklarına, sahip olduğu doğal kaynaklara gözünü dikmiş ve Osmanlı’yla sık sık söz konusu coğrafya için özellikle XVI. yüzyıldan itibaren karşı karşıya gelmiştir. 1828-1829 yılındaki Osmanlı Rus Harbi Rusya’nın galibiyetiyle sonuçlanınca, 14 Eylül 1829’da imzalanan Edirne Antlaşması ile Osmanlı Kafkasya’daki tüm haklarından vazgeçmiş ve Rusya Ahıska, Poti, Anapa, Ahılkelek ve Gürcistan’ı resmi olarak ele geçirmiştir. İran’ın bölgede Rusya’nın karşısına çıkmaya çekinmesiyle beraber Osmanlı 93 Harbi’ne giden süreçte Rusya’nın karşısında duran tek kuvvet olarak bölgedeki Türk ve Müslüman halkların haklarını ve canlarını korumaya çalışmıştır.
deki hâkimiyetinden vazgeçmek istemeyen Rusya ise Kafkasya bölgesinde bir Ruslaştırma ve yıldırma politikası izleyerek Çerkesler, Acaralılar ve Ahıska Türkleri gibi Kafkas topluluklarının Anadolu’ya göç etmeye başlamasına sebep olmuştur. Hâlâ Rusya’yla olan savaşına devam etmekte olan Osmanlı 1878 yılında imzalanan Yeşilköy ve ardından bu antlaşmadaki birkaç maddenin değişmesiyle oluşturulmuş Berlin Antlaşması’nın imzalanmasıyla sınırlarını Edirne Antlaşması’nda bahsedilen sınırların da gerisine çekmek zorunda kalmıştır ve bu durum Anadolu’ya göçe büyük bir hız kazandırmıştır. Göç isteklerini hem Rus hem Osmanlı yetkililerine bildiren Ahıska Türkleri Samsun ve Trabzon limanlarına getirilerek buradan Bursa gibi uygun iskân yerlerine dağıtımları sağlanmıştır. Resmi işlemler doğrultusunda Anadolu’ya göç eden halkın yanında bir o kadar da kaçak olarak Anadolu’ya yerleşmek isteyen Ahıska Türkü olmuştur. Bu insanlar tekrar Rus zulmünün eline atılmak istenilmediği için Anadolu’ya girdikten sonra Rus tabiiyetinden vazgeçeceklerine ve geri dönmeyeceklerine dair bir senet yapma suretiyle Anadolu’ya kabul edilmişlerdir. Anadolu’nun çeşitli bölgelerine iskânı sağlanmış Ahıska Türklerinin iaşe masrafları yerli ahali tarafından karşılanmış; ahalinin bu yardımı gerçekleştirmeye gücünün yetmediği durumlarda, göçmenlere ilk hasadı alıncaya kadar yaklaşık iki yıl süreyle mirîden ödenek ayrılmış ve bu ödenek muhtar
Rusya’nın güçlenmesinden rahatGöçmenler ve Osmanlı arasında sızlık duyan Avrupa devletleri 1854 yaşanan en büyük sıkıntı iskândır. Bu yılında başlayan Kırım Savaşı’nda konuda karşılaştıkları ilk sorun uygun Osmanlı’ya destek vererek Rusların arazi seçimidir. Göçmenler yerleştigerek Balkanlar’da gerek Kafkasya’darildikleri bölgeyi ya beğenmemişler ki ilerleyişinin önünü kesmek istemiş ya da iskân edilen akrabalarıyla aynı fakat başarılı olamamışlardır. Bölgebölgeye yerleştirilmek istemişlerdir. Ancak bu Balkanlar ve Kafkaslardan gelen yoğun göç hareketleri yüzünden her Deniz yolculuğu süresince ve sonrasında var olan kötü zaman mümkün olmabeslenme koşulları ve salgın hastalıklar göçmenlerin göç mıştır. esnasında yaşadığı en ciddi sıkıntılar arasındadır. İskân esnasında yaşanan sıkıntılara örnek
GÖÇ HAREKETLERİ
71
ve ihtiyar meclisleri aracılığıyla ihtiyaç sahibi göçmenlere ulaştırılmıştır. Zaten hâlihazırda 1864 yılına kadar göçenlerin yarısı fakir kabul edilmiş ve kendilerine bulundukları kaza emvalinden günlük yarımşar kıyye ekmek ayni veya bedeli nispetinde nakit olarak ödenmiştir. 1860’lı yıllardan sonra Osmanlı’nın Kafkasya’daki kaybı artık bir kesinlik kazanmış ve göçlerin artmasıyla göçmenlerin ianesi ve iaşesi büyük bir sıkıntı hâline gelmiştir. Devlet bu ekonomik zorluğu aşabilmek için 29 Haziran 1899’da nüfuz tezkiresi, mürur, pasaport, tapu gibi işlemlerde muhacirlerin masraflarını karşılamak amacıyla çeşitli bedeller mukabilinde pul alınmasını zorunlu kılan bir kanun çıkartmıştır. Muhacirlerin iskânında kullanılmak üzere Ziraat Bankası tarafından piyango biletleri satılması yoluyla gelir temin edilmeye çalışılmıştır. Hükümet, muhacirlere
72
KONAK
yardımda bulunanları Ceride-i Havadis ve Takvim-i Vekâyi’de yayınlayarak muhacirlere yönelik yardımı teşvik etmiştir. Göçün ilerleyen dalgalarında Anadolu’daki iskân bölgelerinin daha önce göçen etnik gruplara tahsis edilmesinden dolayı Ahıska Türklerinin yeni yaşayacakları yerleri seçme konusunda diğer göç grupları kadar şanslı olmadığı görülmüştür. Son iskân çalışmalarında hükümet ve Ahıska Türkleri arasında anlaşmazlıklar yaşanmış, Ahıska Türkleri de diğer göçmenlerin yerleştirildiği topraklara benzer niteliklere sahip bölgelerde yaşamak ya da daha önce Anadolu’ya yerleşmiş akrabalarının yanında iskân edilmek istemişlerdir. Bu konuda elinden bir şey gelmeyen Osmanlı Devleti, 1894 yılından sonra gelecek göçmenlere kendilerine gösterilecek araziye itiraz etmeden yerleşeceklerini ve iskân son-
rası tüm vergileri kabul edeceklerini taahhüt eden bir senet imzalatmaya başlamıştır. Hükümet ve göçmenlerin anlaşamadığı bir diğer konu ise tabiiyet ve askerlik olmuştur. Hükümet tarafından askerlik yoklamasına tabii tutulan Ahıska Türkü gençlerden bazıları henüz yeni yaşamlarına uyum ve geçimlerini sağlayamadıkları gerekçesiyle askerlikten muaf tutulmayı istemiştir, bazı Ahıskalı gençler ise Rus tabiiyetinden çıkmadan Anadolu topraklarında ikamet etmeye başlamış ve bu sayede askerlikten kaçma durumu söz konusu olmuştur. Bu durum ve istekleri göz önüne alınmış, Rus tabiiyetinden çıkmayanlarla ilgili gerekli işlemler yapılmış ve 27 Şubat 1889’da çıkarılan iradeyle göçmenlerin göç tarihinden itibaren altı yıl askerlikten muaf olmaları kabul edilmiştir.
22 Aralık 1905’te muhacirleri daha efektif bir şekilde yönlendirmek 22 Aralık 1905’te muhacirleri daha efektif bir şekilde için Muhacirin-i İslâyönlendirmek için Muhacirin-i İslâmiye Komisyonu miye Komisyonu kurulkurulmuştur. muştur. Bu komisyonla beraber muhacirlerin iskân edildiği vilayetlere muhacirin memuru ve bir kâtip tayin edilmiş, saymıştır. Ahıska Türklerinin, Türk ve İzmir, Ankara, İstanbul ve diğer bazı göçmenlerin kaydının daha sağlıklı tuMüslüman kimliği taşımaları Sovyet yerleşim birimlerinde yaşamaktadırtulması ve Anadolu’ya göç edip birbiryönetiminin kendilerine özerk cum- lar. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından lerini bulamayan akraba göçmenlerin huriyet kurma şansı vermemesinin en sonra Türkiye’ye gelip yerleşen Ahıska iletişimi sağlanmıştır. büyük nedeni olarak görülmektedir ve Türklerinin nüfusu 50 bini aşmıştır. Ahıska Türkleri her ne kadar Ana- bu noktada üzerlerinde acı sonuçlar Bu nüfusun da büyük çoğunluğu Iğdır, dolu halkı kültüründen ve dilinden doğuran politikalar uygulanmıştır. Bu İstanbul ve özellikle Bursa şehrine yerçok uzak olmasa da göçmenliklerini politika etkilerini şiddetlenerek devam leşmiştir. 2006 yılı verilerine göre 190 çok uzun süre sindirememişler ve ka- ettirmiş ve Ahıska Türklerinin yaşam- bin nüfusla Ahıska Türklerinin en fazpalı bir toplum olmuşlardır. Evlilikleri larını kısıtlamıştır. Etnik kimliklerini la yaşadığı ülke Türkiye olmuştur. kendi aralarında gerçekleşmiş ve kendi yok etme çalışmalarıyla devam eden Çarlık Rejimi ve daha sonra da Sovyaşam alanlarını uzun süre yerel hal- bu politikalar doğrultusunda önce yet yönetimi altında yaşayan Ahıska kın yaşam alanıyla karıştırmamışlar- Ahıska Türklerinin Azeri kimliğini ka- Türkleri her zaman kendisini Türbul etmeleri istenmiş ve dilleri zorunlu dır. kiye’ye daha yakın hissetmiştir. Bu olarak Azericeyle değiştirilmiştir. Bu nedenle Ahıska Türkleri daha çok Genel olarak tarımla uğraşmış olan değişimlerin Ahıska Türklerini, MüsTürkiye’ye sığınmışlardır. Rusya’nın Ahıska Türkleri Anadolu’da, barınlüman ve Türk kimliklerinden yeteringüneyindeki Krasnodar ve Rostov Böldırdıkları büyük alim ve din bilgini ce uzaklaştıramadığını gören Rusya, gesi’ne yerleştirilen Ahıska Türklerine, popülasyonuyla tanınmış, bu alim ve daha sonra Ahıska Türklerine Gürcü Rusya vatandaşlık hakkı ve devamlı din bilginleri devletin yaptığı fakirlik dili ve kültürünü empoze etmeye çaikamet izni vermemiştir. Bu nedenyardımlarını kabul etmeyerek Anadolışmıştır. le, Ahıska Türkleri 2-3 ayda bir geçici lu topraklarında hocalık ve muallimlik 1944 yılında Stalin’in kararıyla Orta ikamet izinlerini yenilemek zorunda yaparak geçimlerini sağlamışlardır. Asya’ya sürgün edilen toplum sürgün kalmıştır. Aynı zamanda mal mülk boyunca çok fazla kayıp vermiştir. edinememiş, birçok işte çalışamamış GÖÇÜN GÜNÜMÜZE Zamanla Ruslar, Özbekleri dolduruşa ve okullarda çocuklarına kötü muameYANSIMALARI getirmiş ve çıkan Fergana olaylarıyla leler edilmiştir. Ahıska Türklerinin bu Ahıska Türkleri bu bölgeden de ayrıl- acı dramını Birleşmiş Milletler MülteAhıska Türkleri günümüzde kenmak zorunda kalmışlar, yeniden sür- ciler Yüksek Komiserliği de fark etmişdi yönetimi altında olmayan tek Türk tir. Ayrıca, ABD yönetimi devreye girgüne maruz kalmışlardır. topluluğudur. Bu durum hem Ahısmiş ve bazı Ahıska Türklerini mülteci ka Türkleri için hem de tüm Türk Türkiye’de yaşayan Ahıska Türkolarak ülkesine kabul etmiştir. Böyletoplumları için acı vericidir. Ahıska lerinin büyük çoğunluğunu, 1921’de ce, Ahıska Türkleri 2004 yılı sonundan Türkleri XX. yüzyıl başlarına kadar Ahıska’nın Rusya’ya bağlanmasıyla itibaren kafileler halinde ABD’ye göç kendi vatanlarında yaşayan bir top- Türkiye’nin Artvin ve Ardahan illerine etmeye başlamıştır. lumdu. 1921 yılında Moskova Anlaş- göç etmiş Ahıska Türkleri oluşturmakGünümüzde Ahıska Türkleri 15’e ması’yla Sovyetler Birliğine katılmış tadır. Ayrıca, 1944’te sürgünün gerolan Ahıska Türklerinin yaşamları çekleştiği dönemde binlerce Ahıskalı, yakın ülkede ve 100’den fazla bölgeoldukça değişmiştir. Sovyet yönetimi, Rus askerleriyle çarpışmış ve onlarca de yaşamaktadır. Bunların yaşadıkları o dönemde zorla Gürcistan sınırları kişinin hayatını kaybetmesi pahasına ülke veya idari yerleşim birimlerine içerisinde bıraktıkları Abhaz, Asetin Türkiye’ye geçmeyi başarmışlardır. Bu göre sosyal, kültürel ve eğitimle ilgili ve Acarlara özerk cumhuriyet kurma göç edenler ve akrabaları halen Türki- birçok problemleri doğal olarak ortaya hakkı tanırken, Ahıska Türklerini yok ye’nin Artvin, Ardahan, Ağrı, Bursa, çıkmaktadır. GÖÇ HAREKETLERİ
73
Gürcistan’daki mevcut ekonomik durum, Gürcülere göre Ahıska Türklerinin Gürcistan’a dönmelerini imkansız kılmaktadır. Ancak, Gürcistan böyle bir göç başlattığında uluslararası kuruluşlar Gürcistan’a ekonomik destek vereceklerini beyan etmiştir. Özellikle, Avrupa Konseyi’nin başlattığı çalışmalar sonucu Gürcistan son dönemlerde yeni adımlar atma çabasına girerek, Ahıska Türklerinin anavatana dönüşüyle ilgili sözde programlar hazırlamaya başlamıştır. Ahıska Türklerinin dönmelerini engelleyen en önemli faktör Ermenistan’ın Gürcistan’a yaptığı baskıdır. Gürcistan 29 Nisan 1999’da Avrupa Konseyi’ne üye olmuş ve Avrupa Konseyi’ne giriş şartı olarak Ahıska Türklerinin Gürcü kültürüne ve kimliğine entegre olmaları gerektiğini öne sürmüş, ancak bu şekilde anavatanlarına dönmelerine izin veren hukuki bir çerçeveyle Ahıska topraklarına kabul edileceklerini ve Ahıska Türklerine Gürcistan vatandaşlığı elde etme hakkı tanıyacağını beyan etmiştir. Avrupa Konseyi de dönüş sürecinin 2011 yılına kadar tamamlanmasını istemiştir. Gürcistan Parlamentosu 22 Haziran 2007’de Ahıska Türklerinin Ahıska’ya dönmesine yönelik yaptığı görüşmesinde: 134 lehte 14 aleyhte oyla Ahıska Türklerinin öz vatanı olan Ahıska’ya (Güney Gürcistan) dönemeyecekleri kararını almıştır. Şimdiye kadar önemli bir çalışma yapmayan Gürcistan önümüzdeki dört yıl içinde bu sürecin
tamamlanmasının imkânsız olduğunu öne sürerek zaman uzatmak, zaman uzadıkça da Ahıska’ya döneceklerin sayısını azaltmak istemektedir. Ahıska Türkleri kendilerini bir arada tutacak ve anavatana dönüşleri konusunda kendilerine yardımcı olacak bazı kültür merkezleri, dernekler ve cemiyetlere sahiptirler. Türkiye’deki çatı kuruluşları Dünya Ahıska Türkleri birliği (DATÜB) , Ahıskalılar Vakfı, Bizim Ahıska dergisi, Ahıska Ajans, Ahıskapress, Sürgüne Uğramış Ahıskalıların Haklarını Koruma Derneği ve daha birçoğu hem Türkiye hem de yakın coğrafyada seslerini duyurmaya çalışan oluşumlardır. 1992 yılında Ahıska Türklerinin İskânına Dair Kanun çıkınca Türkiye’ye göçler hızlanmıştır. Bu kanuna göre iskân, geçim, sağlık ve iş bulma gibi birçok alanda destek verileceği ve gerekli şartlar altında çifte vatandaşlık hakkı tanınabileceği belirtilmiştir. Bu mevzuata sonradan eklenen madde ise şu şekildedir ve bu madde Ahıska Türklerinin vatandaşlık haklarını daha hızlı bir şekilde almalarını sağlamıştır:
lar aranmaksızın, başvuru tarihinden itibaren 6 ay içinde Türk vatandaşlığına alınarak çifte vatandaşlık statüsü sağlanır. Çifte vatandaşlık statüsü sağlananlar, Bakanlar Kurulunca belirlenen yerlerde iskân edilirler. 1993 -1995 yılları arasında 500 aile iskânı düşünülse de sadece 200 ailenin Türkiye’ye ulaşımı ve iskânı sağlanmıştır. 1992 yıllarından günümüze kadar devam eden göçler zaman zaman azalış ve artış göstermiştir. 2009 yılında, mevzuattaki bu ek ile başvuru sürecindeki Ahıska Türklerinin bekleyişini hızlandırmak amaçlanmıştır. Halen ülkemize kafile ya da bireysel göç devam etmektedir. Türkiye’ye gelmelerinde etkin kuruluş 2013 yılında kurulmasından bu yana Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’dür. Türkiye’ye gelmeye devam eden ve burada yaşayan Ahıskalıların da vatandaşlık hakkı kazanmasında yardımcı olan bu kurumumuz Ahıska Türlerinin yerleştirilmesinde de etkin rol oynamaya devam etmektedir.
1/1/2009 tarihinden önce ikamet tezkeresi almak suretiyle Türkiye'de ikamet eden Ahıska Türklerine bu maddenin yürürlüğünden itibaren 3 ay içinde müracaat etmeleri halinde; milli güvenlik açısından sakıncası olmamak şartıyla, 11/2/1964 tarihli ve 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu ve diğer ilgili mevzuatta öngörülen şart-
Bugünkü nüfusu 600.000 dolayında olan Ahıska Türklerinin dünyada en fazla bulundukları ülkeler ise Türkiye, Kazakistan, Rusya Federasyonu, Azerbaycan ve Kırgızistan’dır. Ahıska Türkleri geniş bir alana sürülmelerine ve buna bağlı olarak geniş bir coğrafyada yaşamalarına rağmen, Türklüklerinden hiçbir şey kaybetmemiş ve bugüne kadar, kendi bünyelerinde, Türk adını ve kimliğini yaşatmasını bilmişlerdir.
8.
Seferov R, Akış A. ‘‘Sovyet Döneminden Günümüze Ahıska Türklerinin Yaşadıkları Coğrafyaya Göçlerle Birlikte Genel Bir Bakış’’; Türkiyat Araştırmalara Dergisi; Ankara; s393; 2008.
9.
TRT Avaz. ‘‘Ahıska Türkleri’’; 3. Bölüm.
KAYNAKÇA 1.
Zeyrek, Y. ‘‘Ahıska Bölgesi ve Ahıska Türkleri’’; Ankara; 2001.
4.
Günay, N. ‘‘Osmanlı’nın Son Döneminde Ahıska Türklerinin Anadolu’ya Göç ve İskânı’’; 2012.
2.
Özözen S, İbrahimov A. ‘‘Kafkaslar’dan Sürgün Bir Toplumun Bitmeyen Göçü: Çanakkale’de Ahıska Türkleri’’; İzmir; 2013.
5.
Kurt, S. ‘‘Ahıska Türkleri İle Ahıska Yurdunun Türkiye İçin Önemi’’; 2017.
3.
Yılmaz A, Mustafa R. ‘‘1992 Sonrası Türkiye’ye Göçen Ahıska Türklerinin Göç, İskân ve Uyum Sorunlarına İlişkin Bir Araştırma, Bursa Örneği’’;2014.
6.
Alım M, Doğanay S, Şimşek, O. ‘‘Ülkemize Yönelik Göçlere Bir Örnek: Ahıska Türkleri’’; 2006.
74
KONAK
7.
Hasanoğlu, İ. ‘‘Ahıska Türkleri: Bitmeyen Bir Göç Hikâyesi’’; 2016.
10. MEVZUAT, 3835 Sayılı Ahıska Türklerinin Türkiye’ye Kabulü Ve İskânına Dair Kanun.
TIP VE NASYONAL SOSYALİZM Werner F. Kümmel 1933 yılına kadar bir hukuk devleti ve bir kültür milleti (Kulturnation) olan Almanya, daha sonra çok kısa bir süre içinde, hekimlerin ciddi destekleriyle ilk defa devasa ölçüde bir ‘Biyo-Politika’nın uygulandığı acımasız bir diktatörlük rejimine dönüşmüştür. O zamana kadar tasavvur dahi edilemeyen ‘Biyo-Diktatörlük’ün, modern ve son derece uygar bir ülkede gelişmiş olması ‘Tıp ve Nasyonal Sosyalizm’ konusunun sadece Almanya için değil, aynı zamanda tüm dünya için de bir ders olmasını gerekli kılmaktadır. Hem tıp tarihi hem de tıp etiği açısından bu kadar önemli olaylar ülkemizdeki farklı alanlarda eğitim ve araştırmalarda ya hiç yer almamakta ya da gerektiği kadar önemsenmemektedir. İşte bu konudaki önemli boşluğu doldurmak amacıyla Beşikçizade Tıp ve İnsani Bilimler Merkezi (BETİM) bu alanın dünyada en saygın uzmanlarından Prof. Dr. Werner Friedrich Kümmel’in kaleminden çıkmış bu telif eseri Dr. Süreyya İlkılıç’ın tercümesiyle ilk defa Türkçe olarak okuyucuların ilgisine sunmaktadır.
GÖÇ HAREKETLERİ
75
Arap Baharı
ARAP BAHARI
SURİYE’DEN ANADOLU’YA GÖÇ ÇALIŞMA GRUBU Beyza Bekdik Busenur Keloğlu 1 Emine Beyza Nur Kaynar * 1 Mine Baş 2 Dilan Onur 2 Elif Ersöz 2 Sevdenur MERTASLAN 1 1
Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 2 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 1
* İletişim: beyzahp301@gmail.com
76
KONAK
Arap Baharı, büyük çoğunluğunu Arap veya Müslüman toplumların oluşturduğu Ortadoğu ve Kuzey Afrika (ODKA) bölgesinde, halkın “demokrasinin neden gelişmediği” sorusuna cevap aradığı direniş hareketidir. Arap Baharı, 1968'de Prag Baharı’ndan hareketle batılı ülkelerce böyle isimlendirilmiştir. Arap Baharı, ilk olarak Tunus’ta ortaya çıkmış ve kısa sürede Mısır, Ürdün, Yemen, Cezayir, Libya, Bahreyn ve Suriye gibi ülkelere yayılmıştır. Bu süreçte ODKA bölgesi hakları; grevler, toplu gösteriler, yürüyüşler ve toplantılar gibi sivil itaatsizlik tekniklerine başvurmuşlardır. Ayrıca sosyal medya ve teknolojiden büyük ölçüde yararlanmışlardır. Devletler binlerce protestocuyu tutuklamış, kitlelere karşı şiddete başvurmaktan çekinmemiştir. Bölgede bu sürecin sonucunda Tunus, Libya ve Mısır'da diktatör liderler iktidardan düşmüştür. Arap Baharı: Tunus Örneği Mart 1956'da bağımsızlığına kavuşan Tunus, 15.yy.’da İspanya ve Portekiz arasında egemenlik mücadelesine sahne olan ve 1574’te tamamen Osmanlı egemenliğine giren, 1881'de ise
Fransa tarafından sömürgeleştirilen bir ülkeydi. Fransa sömürgesini sonlandıran, bağımsız Tunus'un ilk Cumhurbaşkanı Habib Burgiba’dır. 1987’ye kadar, 31 yıl, ülkeyi ‘tek adam ve tek parti’ anlayışı ile yönetmiştir. 1987'de dönemin başbakanı Zeynel Abidin Bin Ali, Burgiba’nın sağlığının bozulduğu gerekçesiyle sivil bir darbe neticesinde yönetimi devralmış ve 23 sene boyunca ikinci cumhurbaşkanı olarak görevde kalmıştır. Bu 54 yıllık süreçte, sadece iki cumhurbaşkanı gören Tunus halkı, muhalefetin engellenmesi ve iktidarın alternatifsiz bırakılması ile demokratikleşmede oldukça geri kalmıştır. Tunus'ta 2010 sonlarında başlayan halk hareketlerinin öncesinde de bazı hareketlenmeler yaşanmıştır. Örneğin; 1978'de ülkenin en büyük işçi Sendikası UGTT’nin düzenlediği protestolarda, halkın üzerine ateş açılması nedeni ile o gün ‘Kara Perşembe’ olarak tarihe geçmiştir. 1984’te yüksek gıda fiyatlarını protesto etmek amacıyla düzenlenen, ‘Ekmek İsyanı’ olarak anılan olaylar gerçekleşmiştir. 17 Aralık 2010'da mühendislik fakültesi mezunu ancak iş bulamadığı için geçi-
mini seyyar satıcılık ile sürdüren Muhammed Buazizi, güvenlik güçlerinin kendisine aşağılayıcı bir şekilde davranması nedeniyle kendisini yakmıştır. Bu olayın ardından başlayan gösteriler, zaman içerisinde iktidar karşıtı bir içerik kazanarak halkın kitleler halinde sokağa dökülmesine neden olmuştur. Bin Ali’nin ortamı yumuşatmak için tedavi gördüğü hastanede ziyaret ettiği Buazizi, 4 Ocak 2011'de yaşamını yitirmiştir. Olaylar sonucunda Bin Ali koltuğunu bırakmış ve yurt dışına kaçmış ve bu süreç ‘Yasemin Devrimi’ olarak adlandırılmıştır. Daha sonra Libya ve Mısır'a sıçrayan olaylar, uluslararası medyada Arap Baharı olarak adlandırılmaya başlamıştır. Tunus'taki protestolarda itici güç, gençlerin Facebook, Twitter gibi sosyal medya hesapları olmuş ve yaşanan süreç bazıları tarafından ‘Facebook Devrimi’ ya da ‘Twitter Devrimi’ olarak da adlandırılmıştır. Bin Ali’nin yolsuzluklarına ilişkin bilgilerin Wikileaks'te yayınlanmasının ardından olayların tırmanmasına istinaden, ‘Wikileaks Devrimi’ olarak da adlandırılanlar çıkmıştır. Kısaca Tunus'ta yaşanan Yasemin Devrimi, tüm
bölgeyi etkisi altına alan Arap Baharı zincirinin ilk halkasını oluşturmuştur. 1960-1980 döneminde hızlı bir kalkınma gösteren Kuzey Afrika ülkeleri 1980 sonrasında bu performansı gösterememiş ve ekonomik sıkıntılar yaşamıştır. Nüfusun artmasına karşın istihdam imkanları azalmış, işsizlik son 20 yılın en yüksek oranlarını görmüştür. Bu sıkıntılara rağmen Tunus, komşularından görece olarak iyi durumdaydı. Birleşmiş Milletler (BM)’nin 2011 İnsani Kalkınma Endeksi’ne göre yüksek insani gelişmişlik grubundaki ülkeler arasında yer almıştır. Arap ülkelerinde yaşanan sosyoekonomik gelişmenin o nispette demokratikleşme sağlayamamış olmasını ‘demokrasi açığı’ olarak nitelendiren BM, 2011 yılı raporunda, Yasemin Devrimi’ni Tunus'un insani gelişmişlik düzeyinde sağladığı önemli iyileşmenin doğal bir sonucu olarak nitelendirmiştir. Bu doğrultuda bazı uzmanlar Yasemin Devrimi'nin kalkınmamanın değil, aksine kalkınmanın bir sonucu olduğunu belirtmekte ve bunu ‘Arap demokrasi paradoksu’ olarak nitelendirilmekteGÖÇ HAREKETLERİ
77
dir. Okumuş gençlerin yüksek işsizlik oranları ve halkın önemli bir kesiminin işsiz veya düşük ücretle çalışmasına karşın yönetici elit ve çevresinin çok büyük bir serveti kontrol etmesi de bu süreçte önemli bir etkendir. Bin Ali, iktidara geldikten sonra çok partili seçimleri düzenlemesi ve halkın üzerindeki baskıyı azaltması ile Tunus'ta demokrasiye geçiş için bir umuttu. Ne var ki yıllar ilerledikçe, Bin Ali de gittikçe siyasi otoriteyi kendi elinde merkezileştiren, muhalefeti ve medyayı baskılayan bir politika izlemiştir. Burgiba’ya karşı önde gelen muhaliflerden olan En Nahda Partisi de bu baskıdan nasibini almış, seçimlere girmesi yasaklanmıştır. 1991’de En Nahda (Mısır'daki Müslüman Kardeşler örnek alınarak kurulan İslami Uyanış Hareketi) terörist bir yapı olarak ilan edilmiş, parti üyeleri tutuklanmıştır. İlerleyen yıllarda insan hakları ihlallerinin giderek artması ve basın özgürlüğüne getirilen kısıtlamalar, Bin Ali’ye karşı hoşnutsuzluğun artmasına neden olmuştur. Bin Ali yönetimi, bireysel bir eylemin kitlesel ayaklanmaya dönüşümünü engelleyememiş, polis teşkilatı göstericiler üstüne ateş açmış ve kayıplar yaşanmıştır. Bin Ali bu süreçte halkı yatıştırmak için çeşitli vaatlerde
78 KONAK
bulunmuştur. Ancak verilen vaatler fayda etmemiş, meclis 13 Ocak günü olağanüstü toplanmıştır. 14 Ocak akşamı görevini geçici olarak Başbakan Gannuşi’ye devrettiğini duyuran Bin Ali, ailesiyle birlikte Suudi Arabistan'a gitmiştir. 16 Ocak 2011’de kurulan geçici hükümet devam eden protestolar neticesinde 27 Ocak'ta istifa etmiş, aynı gün Gannuşi eski iktidardan kimsenin bulunmadığı yeni hükümeti ilan etmiştir. Dinmeyen tepkiler sonucu Gannuşi de 27 Şubat'ta istifa etmiş, yerini Burgiba döneminde bakanlık yapmış Biji Sait Essebi’ye bırakmıştır. Aynı yıl En Nahda’nın yasağının kalkması ile Raşid Gannuşi de ülkeye geri dönmüştür. Ayrıca bu süreçte yüzden fazla siyasi parti açılmış ve siyasi mahkumlar serbest bırakılmıştır. Geçici yönetimin hazırlıklarıyla 23 Ekim 2011'de Arap Baharı'nın ilk seçimi yapılmıştır. Bine yakın gözlemcinin izlediği seçimler adil olarak değerlendirilmiştir. En Nahda oyların %41’ini alarak meclisteki en büyük siyasi grubu oluşturmuştur. 2. Sırada merkez sol Cumhuriyet Kongresi partisi, 3. Sırada ise sosyal demokrat Ettekatol olmuştur. Bu üç parti, koalisyon hükümeti kurmuş; Başbakan En Nahda’dan Cibali, Cumhurbaşkanı Cumhuriyet Kongresi
Partisi'nden Mezkuri, meclis başkanı ise Ettekatol’dan Bin Cafer olmuştur. 2013'te önde gelen solcu liderlerden Şükrü Belayid’in suikast sonucu öldürülmesi ülkeyi ciddi şekilde sarsmıştır. Arka planda En Nahda’nın olduğu iddiaları halkı gösterilere itmiştir. Başbakan Cibali görevinden istifa etmiş, yerine İçişleri Bakanı Ali Larayid gelmiştir. Temmuz 2013'te bir başka laik solcu lider, Muhammed İbrahim'in öldürülmesi ile ülkede tansiyon tekrar tırmanmıştır. 26 Ekim 2014 seçimlerinde Nida Partisi (En Nahda’ya karşı sol grupların birleştiği parti) ilk sırayı alarak hükümet kurma yetkisini alırken, En Nahda ikinci sırayı almıştır. Günümüzde Nida Partisi'nden Yusuf Şahid başbakan olarak görev yapmaktadır. Arap Baharı: Yemen Örneği Yemen tarihinde pek çok iç savaş ve darbe görülür. Yemen, 1990’daki birleşmeye rağmen hiçbir zaman gerçek anlamda bir ulus devlet olamamıştır. Silahlanmış aşiretler, merkezî hükümetin başkent dışındaki bölümleri kontrol etmesini güçleştirmektedir. Ülkenin tamamına yayılan aşiretçi-
lik, özellikle Zeydiliğin yaygın olduğu kuzey bölgelerde etkindir. Zeydilik; Şii İslam’ın kollarından biridir. Zeydi imamlar, 17. yy.’dan 19. yy.’a kadar Yemen’i yönetmiş ve kuzeyde ilk siyasî düzeni kurmuşlardır. Kuzeydeki bu yönetim tarzı 1962’de devrilmiş, cumhuriyetin kurulması için girişimler olmuştur. 27 Eylül 1962’de, Yemen’in önde gelen aşiretlerinden Haşid’in şeyhi Abdullah El Ahmar’ın da desteklediği, Nasır taraftarı olan Albay Abdullah El Sallal, Kuzey Yemen’de bir darbeyle İmam El Bedr’i iktidardan uzaklaştırmış ve Yemen Arap Cumhuriyeti’ni (YAC) ilân etmiştir. Arabistan 1968’e kadar bu ilâna karşı çıkmış ancak 1970’te YAC’ı tanımış ve ateşkes ilân edilmiştir. Kuzey Yemen’deki iç savaşın bitimine yakın bir tarihte, 1967’de, İngiliz mandası Güney Yemen, bağımsız bir devlet olmuştur. İngiliz sömürge
yönetimi, Güney Yemen’de bulunduğu süre içerisinde Arap Yarımadası’nda farklı bir şehirli işçi sınıfı oluşturmuştur. Sol eğilimli ulusal bir hareket haline gelen bu sınıf, ideolojik düşüncesini tüm Güney’e empoze etmiş, bölgedeki geleneksel sosyopolitik dinamiklere kısmen zarar vermiştir. Devlet bu düşüncelerle kısa sürede kendini “Yemen Demokratik Halk Cumhuriyeti” olarak tanımlayarak Arap dünyasının ilk Marksist devleti olmuştur. 1980’lerin sonuna doğru iç çatışmalarla uğraşmaya başlayan Güney Yemen, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve en önemli destekçisi Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla varlığını sürdüremez hâle gelmiştir. Petrol çıkarma konusunda Güney’deki yönetimin ihtiyaçları, Kuzey’deki yönetimin hırsı ile birleşince 1990’da Birleşik Yemen Cumhuriyeti oluşmuştur. Güney Yemenli liderler,
demokratik sistem içerisinde kendilerine bir rol verileceğini düşünerek bu bütünleşmenin gerçekleşmesini desteklemişlerdi. Ancak bu beklenti, 1978’den beri Kuzey Yemen’in başında bulunan Ali Abdullah Salih’in birleşik Yemen’in de başına geçmesi ve Güney’i yönetim kademesinden dışlamasıyla karşılıksız kalmıştır. Güney tekrar ayrılmak için 1994’te Kuzey’le savaşa girmiştir. Bu iç savaş, Kuzey kuvvetlerinin çatışma sonrasında Güney’in başkenti Aden’i ele geçirmesiyle iki ay sonra sona ermiştir. Güney’de memnuniyetsizlik devam etmiş ve Kuzey’e olan düşmanlık 2007’de “Güney Hirak Hareketi” olarak isimlendirilen bir grubun kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Bu grup, ekonomik açıdan ihmal edildiklerini, siyasî baskı altında olduklarını düşünen Güneylileri bir araya getirmiştir. Salih, bunları sert tedbirlerle bastırmıştır. GÖÇ HAREKETLERİ
79
Bu ayaklanmalar ülkenin kuzey kesiminde de şiddetli bir şekilde yaşanmıştır. Kuzeydeki Hutiler (Husiler), hiçbir zaman diğer kesimlerle entegre olmamış ve her zaman ülke bütünlüğüne tehdit olmuşlardır. Hutiler, Yemen nüfusunun %35-40’ını oluşturan ve Sanaa’nın kuzeyine yoğunlaşan, Zeydilerin içinden çıkmış isyancı gruptur. Hutiler özellikle 2004’ten sonra ayrımcılık yaptığı ve Suudi Arabistan’ın kendi Selefî anlayışını bölgede yaymasına izin verdiği gerekçeleriyle Salih rejimine karşı gerilla savaşı başlatmıştır. İsyancılarla ordu arasındaki çatışmalar, 2004’te Zeydilerin ABD aleyhine sloganlar atmasıyla başkentte başlamıştır. Güvenlik güçlerinin Sanaa’da bu eylemlerin elebaşı Hüseyin el Huti’yi yakalamasıyla başlayan çatışmalar, büyük bir başkaldırıya dönüşmüş ve binlerce Huti destekçisinin yakalanmasıyla sonuçlanmıştır. 2009’da Hutiler, isyanlarını Yemen ordusunun topraklarını kullanmasına izin verdiği gerekçesiyle Suudi topraklarına da taşımış; Arabistan, kuvvetlerini bölgeye sevk ederek karşılık vermiştir. Hükümet ile Hutiler arasındaki çatışmada bin80 KONAK
lerce insan ölmüştür. Bunlara 2009’da Arabistan kaynaklı El Kaide terörü de eklenmiştir. Arabistan ülkesindeki El Kaide’ye karşı bir mücadele başlatınca buradan kaçan üyeler Yemen’i yeni üssü yapmıştır. Arap Yarımadası’ndaki El Kaide (AYEK) olarak bilinen örgüt, kısa sürede Yemen’de ölümcül bir örgüt niteliği kazanmıştır. Ülkenin büyük kısmının Salih’in kontrolü dışında olması, ordunun yarısından fazlasının General Ali Muhsin’e sadık olması ve nüfusunun yarısının bile desteğine sahip olamaması rejimi ‘savaş ağaları’ arasında birinci olmakla yetinmeye zorlamıştır. Salih, bu parçalı yapıyı dengede tutmakta başarısız bir politika izlemiştir. Salih, içeride ülke ekonomisinin büyük kısmının kontrolünü birkaç elit gruba vermiştir. Salih’in 1990’da, ABD’nin Irak müdahalesi sonrasında izlediği dış politika da ülke ekonomisini ciddi bir darboğaza sokmuştur. Yemen, %70’i kırsalda yaşayan ve çoğunluğu tarımla uğraşan, 24 milyonluk bir ülkedir. Dünyanın en büyük nüfus artış oranına sahip Yemen’de genç, işsiz ve memnuniyetsiz
büyük bir kesim vardır. Kötü eğitim sistemi ve yeteneklerini geliştirme imkânlarının olmaması neticesinde işsizlik gençler arasında %50 civarındadır. Ülkenin yaşadığı bu sorunlara, petrol ve su kaynaklarının azalması da eklenince ülkenin içinde bulunduğu durum daha da kötüleşmektedir. Tüm bu yaşananların ardından gençler sokağa çıkmış, rejim değişikliği talebinde bulunmuşlardır. Arap dünyasının en fakir ve internete erişimi en düşük ülkesi olan Yemen’de bile Facebook ve Twitter gibi sosyal medya kanallarının kullanımı bu ayaklanmaların ortaya çıkmasında önemli bir faktör olmuştur. Yemen’de Arap Baharını gençler ve sivil toplum örgütleri başlatmıştır. Yemen’deki ayaklanma için halk desteğinin artması ve iktidar partisinin devlet başkanlığı için dönem sınırlamasını kaldırmayı düşündüklerini açıklaması, Salih ve ailesinin uzun bir süredir devletin güç ve kaynaklarını ellerinde toplamasının yarattığı huzursuzluğu gün yüzüne çıkarmıştır. 1990’larda kurulan “güç dengesi”ndeki ilk değişiklik, 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’ye
yapılan saldırılar sonrasında ortaya çıkmıştır. Bunu Aralık 2007’de Şeyh El Ahmar’ın ölümü takip etmiştir. Bu olaylar sonrasında Salih, kendi iktidarını daha da sağlamlaştırmıştır. El Ahmar ile uzlaşı sona erince de Salih’in müttefikleri olan kişiler muhaliflerin tarafına geçmeye başlamıştır. Bunların arasında asker ve güvenlik konularında Salih’ten sonra gelen General Ali Muhsin de yer almıştır. Ali Muhsin’in muhaliflerin safına katılması, yöneticilere örnek olmuş ve onlar da muhalif saflara katılmışlardır. Yemen’deki ayaklanmalar Ocak 2011’de küçük bir gösterici grubunun protesto için sokağa çıkmasıyla başlamıştır. Kısa bir süre sonra “gençlik hareketi” ismi altında protestocular, Salih’in görevi bırakması taleplerinde bulunmaya başlamışlardır. Muhalefet partileri son ana kadar daha ihtiyatlı bir tutum takınmış, başta Salih’in gitmesinden ziyade ciddi reformların yapılması talebinde bulunmuşlardır. Gösterileri için izin alan muhalefet partileri, doğrudan rejim taraftarlarıyla karşı karşıya gelmemeye çalışmıştır. Muhalefetin bu tutumu uzun süreli olmamış, 2 Mart’ta Salih’e 2011’in sonuna kadar görevi bırakma-
sını öngören barışçıl bir yol haritası sunmuştur. Salih, muhalefetin istediği diyalog çağrısını 7 Mart’ta yapmış; muhalefet ise ancak Salih’in bir yıl içerisinde görevi bırakmayı kabul etmesi halinde görüşmelere başlayacağını ifade etmiştir. Salih rejimi ayaklanmaları bastırmak için ilk olarak ekonomik tedbirler almıştır. Asker ve diğer güvenlik birimlerinin rejime sadakatinin devam etmesi için maaşlarında artışa gidilmiş, ücretsiz yiyecek ve gaz verilmiştir. Vergiler ciddi şekilde azaltılmıştır. Üniversite harçları kaldırılmış, yeni mezunların iş bulmaları için bir proje ilan edilmiştir. Alınan ekonomik tedbirler işe yaramayınca Salih bazı siyasî tavizler vermeye başlamıştır. Salih, 2013’teki başkanlık seçimlerinde kendisinin ve oğlu Cumhuriyet Muhafızları Komutanı General Ahmet Ali Abdullah Salih’in aday olmayacaklarını açıklamış ve başkanlık seçimlerinde dönem sınırlamasını kaldıracak anayasa değişikliğini yapmaktan vazgeçmiştir. Daha fazla askerin ayaklanmacılara katılmasından korkan Salih, Ali Muhsin’in de istifa etmesi halinde
yetkilerini yardımcısına devredeceği ve 60 gün içinde erken seçimleri yapacağına söz vermiştir. Salih, korkulanın aksine askerlerin ayaklanmacıların tarafına geçmediğini görünce istifa sözünden vazgeçmiştir. 22 Mayıs 2011’de, başkentte Salih taraftarı askerler ile Ali Muhsin ailesine bağlı milisler arasında çatışmalar başlamıştır. 3 Haziran’da başkanlık yerleşkesindeki camide patlayan bomba sonucunda Salih ciddi şekilde yaralanmıştır. Böylece, barışçıl şekilde halkın başlattığı ayaklanmalar silahlı bir çatışmaya dönüşmüştür. Salih, halkın görevi bırakması yönündeki taleplerini on bir ay sonra 2011’de imzalayarak kabul etmiştir. Sorunlar Salih görevi bıraktıktan sonra çözüme kavuşmamıştır. Arap Baharı: Ürdün Örneği Ürdün komşularına kıyasla daha istikrarlı bir ülkedir fakat Arap Baharı’ndan etkilenmiştir. Buradaki protestolar Ocak 2011'de başlamıştır. Gösterilerin ortaya çıkmasına ülkedeki ekonominin kötü şartları sebep olmuştur. GÖÇ HAREKETLERİ
81
Bununla birlikte halkın siyasi talepleri de bulunmaktadır. İslamcılar, solcular ve aşiret mensupları reform için bir araya gelmişlerdir. Sonrasında iki başbakan art arda istifa etse de gösteriler yatışmamış ve gözler Kral Abdullah'a çevrilmiştir. Ürdün küçük ve dış yardımlara bağlı bir ülkedir. Bunun için komşu ülkelerle ilişkiler önemlidir. Ülkede önemli bir nüfusu sığınmacı ve göçmenler oluşturmaktadır. Bunun yanında ülke kendini koruyabilecek stratejik derinliğe sahip değildir. Tüm bu sebeplerden dolayı Ortadoğu'da oluşabilecek güvenlik sorunu, yönetimin en büyük endişesi olmuştur. 7 Şubat 1999’da Kral Hüseyin'in yerine oğlu Kral II. Abdullah geçmiştir. Siyasi, ekonomik ve toplumsal reform sözleri vermiştir, fakat bu vaatler gerçekleştirilmemiştir. Kral II. Abdullah, Haşimi Hanedanlığının bir üyesidir ve bu sebeple saygı görmektedir. Başta gösterilere karşı uzlaştırıcı rol oynamış ancak halkın asıl isteği tahtın yetkilerinin kısıtlanması ve demokrasi olmuştur. Kasım 2010'da yapılan seçimlerde koltukların çoğunu hükümet yanlısı bağımsız adayların alması ülkede geniş çaplı protestolara yol açmıştır. Muhalefetteki Müslüman Kardeşler ve onun siyasi uzantısı olan İslami Hareket Cephesi, bu seçimleri boykot etmiştir. Ocak 2011'den itibaren Tunus ve Mısır'da başlayan ayaklanmalar binlerce Ürdünlünün de sokağa çıkmasına ve gösterilere neden olmuştur. Pahalı yaşam, yolsuzluk, yoksulluk ve yüksek işsizlik oranı protestoların sebeplerindendir. Bunun üzerine Kral Abdullah Başbakan Samir Rifai'nin yerine eski General Maruf Bakhit'i getirmiştir ve iki komisyon oluşturmuştur. İlki seçim ve parti yasalarıyla ilgili reform, diğeri de anayasada sınırlı da olsa bazı yenilikler yapmak için kurulmuştur. Haziran 2011'de Kral, başbakan ve kabineyi atama yetkisini 82 KONAK
meclise verme planını duyurmuştur. Protestocular ve muhalif eylemciler bu adımları olumlu olarak görse de birçoğu, yolsuzluk mücadelesi ve kralın yetkilerine sınır getirilmesi için gösterilere devam etmiştir. Kral, Eylül 2011'de meclis tarafından kabul edilen anayasa yeniliklerini onaylamıştır. Bu yeniliklerle bir sonraki seçimler öncesinde yargı daha bağımsız olacaktır, Anayasa Mahkemesi oluşturulacak ve bağımsız seçim komisyonu kurulacaktır. Bu reformlara rağmen memnuniyetsizlik devam etmiştir. Kral Abdullah Ekim 2011'de başbakanı tekrar değiştirmiştir. Bakhit'in yerine Avn el Hasavne gelmiştir. Ancak onun da görevi uzun sürmemiştir. Reform taleplerini karşılayamamakla eleştirilmiş ve Nisan 2012'de yerine Fayez Taravne getirilmiştir. 2012 sonuna doğru gösteriler artmıştır. Ekim 2012'de Kral Abdullah Meclisi feshetmiş ve 2013 başında erken seçime gidilmiştir. Başbakanlığa Abdullah Nusur atanmıştır. Müslüman Kardeşler ve siyasi kolu İslami Hareket Cephesi seçimleri boykot edeceğini ve gösterilere devam edeceğini açıklamıştır. Müslüman Kardeşlerin isteği kralın yetki sınırıdır ve başbakanın seçildiği bir sistemdir. Seçimler öncesi Bağımsız Seçim Komisyonu kurulmuştur. Seçim sonrası oluşturulan parlamento ilk kez Başbakan seçmek için müzakerelere başlamıştır. Daha önce kral, başbakanı tek başına atarken bu sefer parlamentoya da danışmıştır. Abdullah Nusur tekrar başbakan olmuştur. Arap Baharı adı altında yaşanan olaylar siyasal ve toplumsal yapıyı sorgulatmıştır fakat sonuçları sınırlı kalmıştır. Demokratikleşme yolunda atılan adımlar gerginliği yatıştırmak ve Haşimi Krallığını garanti altına almak için atılmıştır. Krala riayet protestoların şiddetini azaltmıştır. Ürdün'deki şiddet diğer Arap ülkelerindeki kadar büyük değildir ve yaşanılanlar sınırlı kalmıştır çünkü barışçıl gösteriler,
rejimi devirmek yerine mevcut rejimi düzeltmek için çağrıda bulunmuştur. Arap Baharı: Suriye Örneği 2010’un sonlarında ODKA’da başlayan halk ayaklanmaları, Suriye rejimini endişelendirse de rejimin ilk tepkisi bu değişim rüzgarının Suriye’yi etkilemesini önemsememek ve Suriye’nin diğer ülkelerden farklı olduğunu savunmak olmuştur. 17 Mart 2011’de Dera kentinde gösteriler başlamıştır. Ayaklanmaların Dera’da başlamasının en önemli nedenleri, bütün ülkeyi etkileyen kuraklık ve yolsuzlukla beraber burada yaşayanların Lübnan’daki iş olanaklarını yitirmesi sonucu büyük bir işsizlik sorununun ortaya çıkmasıdır. Daha sonra ayaklanmalar Banyas, Lazkiye, Hama, Deyrizor ve Humus’a sıçramıştır. Rejimin baskıdan yana takındığı tavır ile olaylar iç savaş halini almıştır. Rejim, halkın ayaklanmasını kriz olarak, kendi yerel dinamikleri içinde ortaya çıkan sorunlar olarak değerlendirmiştir. Genel çözümlerden ziyade yerel çözümlerin yeterli olacağını düşünmüştür. Rejim yaşanan ayaklanmaları şiddetle bastırmayı tercih ederek güvenlik ve istikrar sağlayıcı konumunu korumak istemiştir. Şehirleşme, okuryazarlık ve eğitimde artış, endüstrileşme, kitlesel ve sosyal medya imkânlarının artması gibi toplumsal ve ekonomik değişimler, siyasi farkındalığı arttırmış, talepleri çoğaltmış ve katılımı genişletmiştir. Diğer ülkelerdeki benzer motivasyonlar Suriye’de de geçerli olmuştur; çoğunluğu eğitimli olan gençlerin iş imkanlarından yoksun bulunması, yolsuzluk ve rüşvet, ekonomik dar boğaz. Bu ekonomik zorluklara, ayaklanmaların başlamasından sonra elektrik kesintileri, petrol ve ocak gazında sıkıntılar, temel ihtiyaçların fiyatlarındaki artışlar eklenmiştir. Suriye rejimi bu zorlukları, uluslararası yaptırımlara ve
silahlı muhalif grupların verdiği zararlara bağlamıştır. Arap Baharı denilen halk ayaklanmaları Suriye’ye sıçradığında Suriye muhalefeti çabalarına yeni bir boyut kazandırmıştır. Muhalefet gösteri-
ler yapmaya ve yerel koordinasyon komiteleri oluşturmaya başlamıştır. 2011’den sonra rejime karşı birçok muhalif grup ortaya çıkmıştır. Bunlardan, Suriye ordusunu terk edenler ve silahlanan siviller tarafından Ağustos 2011’de Türkiye’de kurulan Özgür Su-
riye Ordusu, silahlı mücadele eden bir muhalif gruptur. Muhalefete bakıldığında rejime alternatif olabilecek güçlü bir liderlik görülememiştir. Esed ilk başta, 17 Mart 2012’de birkaç göstericinin tutuklanmasıyla başlayan gösteriler karşısında protestoları engelleyebilmek için baskı ve taviz karışımı bir politika izlemiştir. Esed, kamu çalışanlarının ücretlerini arttırmış, yeni sosyal yasalar çıkarmıştır. Esed kamuda çalışanlara ve emeklilere 360 milyon dolarlık petrol yardımı ve 400.000 fakir aileye 270 milyon dolarlık yardım yapmış ve daha önceki ilaç zamlarını geri çekmiştir. Temel gıda maddelerine uygulanan vergilerini düşürmüştür. Petrol fiyatını %25 düşürmüştür. Esed, olayların önüne geçebilmek için Nisan 2011’de olağanüstü hâl yasasını kaldırmıştır. Şubat 2012’de Baas Partisinin devletin ve toplumun lideri olduğunu belirten maddenin yer almadığı yeni GÖÇ HAREKETLERİ 83
anayasa taslağı referanduma sunulmuştur. Suriye rejimi kabul oylarını %89,4 olarak açıklamıştır. Rejim, muhalefeti ve isteklerini meşru olarak kabul etmemiş ve onları terörist ve isyancı ilan etmiştir. Rejim krizden öte bir sorun göremediği için uzun vadeli olumlu sonuçları olacak strateji ve kararlardan ziyade kısa vadeli sonuçları olacak kararlarla kriz yönetimi uygulamıştır. Kimyasal silahların kendi rejimi tarafından kullanıldığını kabul etmeyen Esed, dış güçler tarafından desteklen muhalif grupları suçlamıştır. Esed karşıtı devletler Arabistan, Katar, Türkiye ve Fransa’dır. Ayrıca Lübnan’da Hariri liderliğindeki grup ve yeni Libya rejimi de Suriye rejimine karşı mücadele etmektedir. Katar ve Arabistan muhaliflere para ve silah desteği sağlamıştır. Suriye’nin eskiden en önemli destekçisi olan Rusya, yine Suriye’ye destek olmaya devam etmiştir. Rusya ile beraber Çin, BMGK’nın daimî üyeleri olarak konseyde Suriye’ye karşı bir kararın çıkmasını engellemişlerdir. Türkiye, Suriye Hükümeti ve Merkez Bankası ile olan tüm banka işlemlerini durdurmuş, kredi anlaşmasını askıya almış, silah alım satımını durdurmuş, Suriye hükümetinin Türkiye’deki mal varlığını dondurmuş ve Esed’in lider takımının ülkeye girişlerini yasaklamıştır. Buna karşılık Suriye de Türkiye ile olan serbest ticaret anlaşmasını askıya almıştır. Suriye’deki insani krizin daha en başında Türkiye, Suriyeli sığınmacılara kapılarını açmıştır. Türkiye, Esed rejimiyle diyalog yollarını açık tutarak yönetimden halkın reform taleplerine kulak vermesini istemiştir. Suriye’nin halkına karşı şiddet eylemlerine başvurması ve uyguladığı şiddeti giderek artırmasıyla Türkiye ve Suriye arasındaki ilişkiler kopmuştur. İç çatışmaların başladığı Suriye, dünya güçlerinin vekalet savaşlarını yürüttüğü bir sürece girmiş ve 7. yılını doldurmasına rağmen sonlanmamıştır. 84 KONAK
Arap Baharı: Libya Örneği Osmanlı’nın Afrika’da kalan son toprağı olan Libya, 1551’de Kanuni tarafından İspanyollardan alınmıştır. Libya 1912’de imzalanan Uşi Anlaşmasıyla İtalyanların hâkimiyetine geçmiştir. Ancak İtalyanlarla Osmanlılar arasında meydana gelen çatışmalar 1917’ye kadar sürmüştür. Libyalılar, bir İslam toprağının Hıristiyanlar tarafından işgalini kabullenmemeleri sonucu, yirmi yıl boyunca direnişlerine devam etmişlerdir. İtalyanlar ancak 1932’de Libya’da tam hâkimiyeti sağlamıştır. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Libya’nın kanaat önderleri, 1918’de bağımsızlıklarını ilan ederek Trablusgarp Cumhuriyeti’ni kurmuşlardır. Kısa bir süre hüküm süren bu devlet, İslam dünyasının ilk cumhuriyeti olmuştur. İtalya’nın suikastleri sonucu liderlerini yitiren Libyalılar, faşist İtalya’nın baskıcı tutumuna karşılık uzun süre mücadele ederek pek çok kayıp vermişler. Ancak bu mücadele sonucu değiştirmeye yetmemiştir. 1923-1932 arasında en önemli direniş eylemleri, Ömer Muhtar’ın liderliğinde ortaya çıkmıştır. Modern İtalyan ordusuyla efsanevi bir şekilde savaşan Ömer Muhtar’ın yakalanarak asılması sonrası İtalya ülkeye tamamen hâkim olmuştur. İtalyanların bölgeye baskı ile hâkimiyeti II. Dünya Savaşı'nın sonuna kadar devam etmiştir. Savaşın ardından İtalyan ve Alman kuvvetlerinin ülkeden çıkarılması ile Libya’nın büyük kısmı İngiliz, küçük bir kısmı da Fransız kontrolüne bırakılmıştır. Soğuk Savaşın başlangıcındaki güç mücadeleleri sonucunda Libya, 1951’de Meşruti Krallık olarak bağımsızlığını kazanmış ve BM aracılığıyla bağımsızlığa kavuşan ilk ülke olmuştur. Libya’yı zengin ülkeler statüsüne 1959’da keşfedilen zengin petrol rezervleri kavuşturmuştur. Libya’nın ilk kralı olan İdris’in petrol gelirlerinin oluşturduğu zenginliği elinde bulundurması ve İsrail’e karşı ODKA’ da yürütülen Arap Mil-
liyetçiliği propagandaları, ülkede hoşnutsuzluğa neden olmuştur. 1969’da Mısır Kralı Nasır’ın etkisinde kalan Cumhuriyetçiler tarafından, Türkiye’de tedavi gördüğü esnada Kral İdris el Senusi’ye darbe yapılmış ve yönetim ele geçirilmiştir. Kral bu haber üzerine Yunanistan’a geçerek, buraya iltica etmiştir. 1971’den itibaren Kahire’ye geçen Kral, ömrünün sonuna kadar burada kalmıştır. Libya, Kaddafi rejiminin 1969’da yönetime gelmesinden sonra Arap dünyasının en yoğun ve en hareketli dış politikasına sahip ülkelerinden birisi olmuştur. Bu politikaların altyapısını anlamamızı sağlayan Zawara Beyanı ve Yeşil Kitap, Kaddafi’nin önemli iki fikrî eseridir. 1970 ile 1990 arasında Libya, dış politikasında diğer Arap ülkelerinin dış politikasından farklı bir tutum sergilemiştir. Bu dönemde Libya dış politikası, uluslararası politikanın boyutlarını yeniden şekillendirerek Arap ve İslam dünyası ile Afrika ülkelerini etkilemenin arayışı içerisine girmiştir. Kaddafi’nin dış politikadaki en önemli hedeflerinden birisi Arap birliğinin kurulması olmuştur. Ancak Arap liderlerin birçoğu böyle bir birlikteliği prensipte kabul etse de uygulamaya koymanın uzun bir zaman gerektirdiği düşüncesinde hemfikir olmuşlardır. 1970’te Mısır ve Libya arasında birebir görüşmeler başlamış, Cemal Abdülnasır’ın aynı yıl içerisinde ölmesine rağmen diyalog devam ettirilmiştir. Bu görüşmelere Suriye’nin de dâhil olmasının ardından 1971’de Libya lideri Kaddafi, Mısır devlet başkanı Enver Sedat ve Suriye devlet başkanı Hafız Esad tarafından üç ülke arasında federasyon şeklinde bir birleşme olacağı duyurulmuştur. 1972’de kâğıt üzerinde yürürlüğe giren ve adı Arap Cumhuriyetleri Federasyonu olarak belirlenen bu birleşme, Kaddafi’nin tüm girişimlerine rağmen, zamanla yaşanan anlaşmazlıklar neticesinde uygulamaya geçememiştir. İlerleyen tarihlerde Suriye, Çad gibi ülkelerle de birleşme girişimleri olsa
da başarılı olunamamıştır. Kaddafi döneminde Arap Birliği yönünde izlenen dış politika haricinde, bir diğer önemli husus da uluslararası terörizme verilen destektir. Kaddafi’nin düşünce anlayışına göre terörizme verilen destek, emperyalizmle mücadelenin ve dünya devrimini gerçekleştirerek sosyalizme ulaşmanın bir yöntemi olarak görülmüştür. Kaddafinin sosyalizm ile İslamiyet’in sentezlenmesi gerektiğine inancı ve Cemal Abdülnasır hayranlığı bilinmektedir. Libya tarafından terör örgütlerine verilen destek, kendi ülkesi ile sınırlı kalmamış; gerilla savaşı eğitimi verilmesi, istihbarat paylaşımı, silah yardımı, ulaşım kolaylığı sağlanması, sahte pasaport temini, Avrupa’da güvenli evler tahsis edilmesi gibi yöntemlere dönüşmüştür. Terör örgütlerinin 1980- 1990 aralığında gerçekleştirdiği birçok eylemin arkasında Kaddafi’nin desteğinin bulunduğu bilinmektedir. ABD ile sık sık ilişkilerin gerilmesine ve hatta 1992-1993’te koyulan ambargolara rağmen Kaddafi, uzun bir süre yaptırımlara direnmiştir. Ancak 2004 yılında ödenen tazminatlar ile yaptırımlar kaldırılmıştır. Tunus ve Mısır’da başlayan halk hareketlerinin yarattığı etkiyle Şubat 2011’de Li-
bya’da başlayan olaylar, insan hakları savunucusu Fatih Turbel’in Bingazi’de tutuklanması ile iyice şiddetini arttırmış ve ülke geneline yayılmaya başlamıştır. Halk hareketlerini bastırmak üzere yönetimin aşırı güç kullanımı ve artan insan hakları ihlalleri üzerine aynı ay içerisinde Libya’nın Arap Birliği’ndeki üyeliği askıya alınmış, BM İnsan Hakları Konseyi Libya yönetimini bu konuda uyarmış, BMGK Kaddafi yönetimini öldürücü güç kullanımıyla suçlayıp bir dizi yaptırımlar getiren kararlar almıştır. Mart ayı içerisinde ise AB Konseyi Libya yönetimindeki bazı isimlere yönelik kısıtlayıcı yaptırım kararları almış, BMGK sivilleri korumak adına aldığı kararla Libya’yı uçuşa yasak bölge ilan ederek havadan müdahale ve gerekli olabilecek tüm tedbirlerin alınmasına onay vermiştir. Ardından Koalisyon Güçleri’nin hava saldırıları başlamış, Londra’da 40 dışişleri bakanı ve temsilcinin katılımıyla düzenlenen Libya konulu konferansta Kaddafi yönetimi yasadışı kabul edilerek ilave yaptırım kararları alınmış ve NATO, hava müdahalesinin komutasını devralmıştır. Libya’da başlayan halk hareketlerinin dönüm noktası ise resmi olarak 5 Mart
2011’de Bingazi’de kurulan UGK (Ulusal Geçiş Konseyi) olmuştur. Halk hareketlerinin düzen kazanmasına ve güçlenmesine katkı sağlamış, ancak her şeyin ötesinde özgür, bağımsız ve demokratik bir Libya hayaline olan inancı arttırmıştır. UGK liderliğinde halk, 20 Ekim 2011’de tüm yakın çatışmalar ve ağır kayıplardan sonra memleketi Sirte’de Kaddafi’yi linç ederek öldürmüştür ve yönetim UGK’ye geçmiştir. 42 yıllık Kaddafi yönetiminden sonra halen ülkede istikrar ve iç huzur sağlanamamıştır. Ulusal bütünlüğün sağlanamadığı ülkede, Tobruk ve Trablus’da iki ayrı parlamento yer almakta ve ülke iki meclisle üç hükümet tarafından yönetilmeye çalışılmaktadır. Arap Baharı: Lübnan Örneği 1932’de yapılan son sayımla Lübnan 3,6 milyon nüfusuyla ve 17 farklı mezheple Ortadoğu’nun en kozmopolit toplumudur. Nüfusun yaklaşık %59,7’sini Müslümanlar, %39’unu Hristiyanlar ve %1,3’ünü ise çeşitli dinsel gruplar oluşturmaktadır. I. Dünya Savaşı sonunda Lübnan, Suriye ile birlikte Fransız mandasına bırakılmıştır. Suriye Fransa tarafından beş birime ayrılmış ve Lübnan da bu beş siyasal birimden biri olmuştur. 1 Eylül 1920’de kurulan Lübnan, 26 Kasım 1941’de bağımsızlığını ilan etmiştir. 31 Aralık 1946’da Fransa ile Lübnan arasındaki antlaşma ile Fransızların ülkeden çekilmesine rağmen Lübnan istikrara kavuşamamıştır. 1948’de İsrail’in kurulmasıyla ortaya çıkan “Filistin Sorunu” Lübnan’ı etkilemiştir. 1947-1950 arasında 100 binden fazla Filistinli Lübnan topraklarına sığınmıştır. FKÖ (Filistin Kurtuluş Örgütü)’nün Lübnan’da artan gücü, Hristiyanların Müslümanlarla ilişkilerini gerginleştirmiştir. 1975’te Falanjistler ile FKÖ arasında başlayan çatışGÖÇ HAREKETLERİ 85
maları durdurmak için 1976'da Suriye'nin öncülüğünde oluşturulan Arap Caydırıcı Gücü, Lübnan’a girmiştir. Güney Lübnan’da FKÖ ile İsrail arasındaki çatışmaların şiddetlenmesiyle 1978’de Lübnan İsrail birliklerince işgal edilmiştir. 1982’de FKÖ’yü bölgeden çıkarmak için operasyon başlatılmıştır. 1983’te Lübnan, İsrail ve ABD arasındaki antlaşmayla, İsrail birlikleri Lübnan’dan çekilmiştir. Lübnan’daki iç savaş, 1989’da Taif Antlaşması’na kadar sürmüştür. Antlaşma uyarınca, 1991’de Lübnan ordusu kurularak militan gruplar dağıtılmıştır. Bu ordu sekteryan yapıya göre oluşturulmayan tek ulusal kurumdu. Silah bırakmayı reddeden Hizbullah, bunun en büyük istisnası olmuştur. Mayıs 1991’de Suriye ile Lübnan arasındaki “Kardeşlik, Koordinasyon ve İş Birliği Anlaşması” ile birlikte Suriye, Lübnan’ı bağımsız bir devlet olarak tanımış ve iki ülkenin çıkarları birbirlerinden ayrılmaz olarak kabul edilmiştir. 86 KONAK
Sedir Devrimi ve sonrası Lübnan, 14 Şubat 2005’te eski Başbakan Refik Hariri’ye düzenlenen suikast ile tekrar karışmıştır. Muhalefet, Suriye’nin ülkedeki varlığına muhalif politikalarından dolayı Hariri’nin öldürüldüğünü ve olayların asıl sorumlusunun Suriye olduğunu savunmuştur. Suriye yanlısı Başbakan Ömer Karami; suikastın aydınlatılmasını isteyen Dürzîlerin, Sünni Müslümanların ve Hristiyanların Suriye karşıtı protestoları karşısında direnememiş ve 28 Şubat 2005’te istifa etmiştir. Hizbullah liderinin çağrısıyla toplanan on binlerce Şii, 8 Mart’ta bir araya gelerek Suriye’ye destek vermişlerdir. Buna cevaben 14 Mart’ta bir milyondan fazla Lübnanlı, Suriye’ye tepki göstermişlerdir. Bu siyasi grup “14 Mart Hareketi” adıyla Suriye karşıtı bir ittifak oluşturmuştur. Suriye yanlıları ise Hizbullah ve Şii Emel örgütü liderliğinde ve “8 Mart Hareketi” adıyla örgütlenmişlerdir. Daha önce Hizbullah’a destek veren Velid Canbo-
lad bu sefer karşı tarafta yer almıştır. Lübnan’ı “Suriye karşıtları” ve “Suriye yanlıları” olarak ikiye bölen, sekteryan ayrımları derinleştiren bu protestolar dizisine, protestocuların elindeki Lübnan bayraklarına atıfla “Sedir Devrimi” adı verilmiştir ve muhalif gruplar yönetimde bir araya gelmiştir. Şam yönetimi, başından beri suikast suçlamalarını reddetmesine rağmen, sonunda Lübnan'daki baskılara dayanamayarak, Nisan 2005’te askerlerini geri çekmiştir. 29 Mayıs 2005’te Suriye’nin denetimi olmadan düzenlenen Lübnan genel seçimleri 20 Haziran 2005’te sonuçlandı. Seçimleri Suriye karşıtı koalisyon kazanmıştır. BMGK, Hariri suikastının soruşturulması için bir komisyon oluşturmuştur. Bu komisyon dışında, Hariri suikastını aydınlatmak için kurulan BM Lübnan Özel Mahkemesi, yaptığı soruşturma sonucunda 2011’de hazırladığı iddianameyle suikastten doğrudan Suriye’yi değil Hizbullah’ı sorumlu tutmuştur. Lübnan’da
hükümet ortağı durumunda bulunan Hizbullah, mahkemenin belirlediği zanlıların tutuklanmasına izin vermemiştir. 2006 Temmuz’da Hizbullah, İsrail’e yönelik bir saldırı başlatmıştır. İsrail’in karşı harekâtıyla “Temmuz Savaşı” denen çatışmalar başlamış ve ağustosta sona ermiştir. Hizbullah, kendisini savaşın galibi ilan etmiştir. 2007’de devlet yeni başkanının seçiminde Hizbullah, meclis oturumlarına katılmamış ve seçimlerin tekrarını istemiştir. Müzakereler sonuçlanmayınca 8 Martçı bakanlar istifa etmiştir. 14 Martçıların adayı Nassib Lahud iken, 8 Martçıların adayı ise Mişel Aun’du. Yeni cumhurbaşkanının seçilmesinin zorlaşması, Lübnan siyasal sistemini kilitlemiş ve büyük çatışmaları başlatmıştır. Kısa süre içerisinde Hizbullah milisleri, Batı Beyrut’u kontrolleri altına almıştır. Müstakbel Hareketi’ne bağlı milislerin de sokağa inmeleriyle Lübnan, iç savaşı tekrar yaşamıştır. Olaylar Arap Birliği ve Türkiye’nin
arabuluculuğuyla, 2008’de çözülmüştür. Haziran 2009’da yapılan genel seçimleri, bir kez daha 14 Mart İttifakı almıştır. 2011’de Hariri suikastını araştıran Lübnan Özel Mahkemesi, Lübnan’ı bir kez daha krize sürüklemiştir.
rundu. Komşu ülkelerle bozulan ticari ilişkiler ve göçmenlerin maddi yükü, ekonomiyi olumsuz etkilemiştir. Krizin Lübnan’a diğer etkisi, Hizbullah’ın 2013’te sahaya inerek çatışmalara katılmasıydı.
Hizbullah, Başbakan Saad Hariri’den mahkemeyi tartışmak için meclisi toplamasını istemiş, Hariri teklifi reddedince, 8 Martçı bakanlar istifa etmiştir. Velid Canbolat’ın İlerici Sosyalist Partisi’nin de desteğini çekmesiyle hükümet düşmüş ve Mişel Aun yeni kabineyi kurma görevini, 8 Mart İttifakı’ndaki Nur Hareketi lideri Necip Mikati’ye vermiştir. Lübnan’da kurulan yeni hükümet, Arap Baharı’nın etkisiyle zorlu bir sürece girmiştir.
2013’te koalisyon ortaklarıyla anlaşmazlığa düşen Başbakan Necip Mikati, istifa etmiştir. Mikati’nin istifasıyla Tamim Selam’ın ortak bir koalisyon hükümeti kurması kararlaştırılmıştır. Mevcut konjonktür nedeniyle her iki ittifak da çoğunluğu ele geçirememiş ve 2014’te Lübnan’da yeni krizler olmuştur. Mayısta görev süresi dolacak olan cumhurbaşkanının, halefini belirlemek üzere toplanan parlamentoda uzlaşma sağlanamamıştır. 14 Mart İttifakı’nın adayı Lübnan Güçleri Partisi’nin başkanı Samir Caca’yken, 8 Martçılar eski General Mişel Aun’u aday gösterdi. Uzlaşma sağlanamamasıyla meclisin görev süresi uzatılmıştır.
Suriye krizinin Lübnan’a etkileri iki şekilde olmuştur. Lübnan nüfusunun yaklaşık dörtte birini, gelen Suriyeli göçmenler oluşturmuştur. Lübnan gibi hassas bir ülke için bu ciddi bir so-
GÖÇ HAREKETLERİ 87
Arap Baharı: Mısır Örneği Arap Baharı, 1952’den bu yana altmış yıldır devam eden askeri vesayetin oluşturduğu rejimin yıkılması umuduyla Mısır’a sıçramıştır. “Öfke Günü” olarak da bilinen 25 Ocak 2011 tarihinde, Kahire’nin Tahrir meydanında; açlık, işsizlik, yolsuzluk, diktatörlük gibi sorunlar sebebiyle halk isyan etmiştir. Bu süreç içerisinde radyo ve televizyon büyük oranda devlet kontrolünde olması nedeniyle Müslüman Kardeşler ve diğer muhalif kesimler, alternatif iletişim araçları ile topluma ulaşmıştır. Bu sebeple ise hükümet internet erişimini engellemiştir. Polis halka saldırmış, fakat asker halkın yanında yer almıştır. Ülkede büyüyen isyanla Hüsnü Mübarek’in 1981’de başlayan yönetimi 11 Şubat 2011 de istifa etmesiyle son bulmuştur. Mübarekten sonra yönetime Hüseyin Tantavi geçmiş, başbakan ise Ahmet Şefik olmuştur. 2012’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerini ise Muhammed Mursi kazanmıştır. Mursi, Mısır’da seçimle başa
88 KONAK
geçen ilk cumhurbaşkanıdır. Oluşturulan anayasada orduya askeri işler dışında bir görev verilmemiş ve tüm çabalar ülkeyi diktatörlükten kurtarmaya yönelik olmuştur. Mursi, devrim sürecinde yaşanan insan hakları ihlallerindeki faillerin yargı önüne çıkarılmasında, askeri vesayetin de etkisiyle, başarısız olmuştur. Fakat Mursi’nin görev süresindeki kısalık, tam bir değerlendirme yapabilmek için yeterli değildir. Haziran 2012’de seçimin ikinci turu gerçekleştirilmesinin öncesinde Mursi’nin tekrar cumhurbaşkanı olamaması için önlemler alınmıştır. Yüksek Askeri Konseyi (YAK), Mursi’nin yetkilerini kısıtlayan maddeleri anayasaya eklemiştir. Bu maddelerden biri cumhurbaşkanının subayları ve başsavcıyı atamasının engellenmesidir. Mursi halkın önünde açıklama yapmış, daha sonra Anayasa Mahkemesi önünde yemin edip göreve başlamıştır. Hişam Kandil başbakan olmuştur. YAK; Mursi’ye ülke içerisindeki temizlik, trafik, güvenlik gibi alanlardaki sorunları yüz
gün içerisinde düzeltmesi yönünde emir vermiştir. Daha çağdaş bir Mısır için çalıştığına inanılan Mursi’ye karşı; kimi zaman protestolar düzenlenmiş, kimi zaman yargı tarafından yapacağı yenilikler engellenmiştir. Mursi, YAK Başkanı Tantavi’nin emekli olması gerektiğini açıklamıştır. 1 Aralık 2012’de anayasa referandumuna gidilme kararı alınmış, 15-22 Aralık tarihleri arasında referandumun iki aşamalı olarak belirtilmiştir. Referandum sonucu birinci kısımda yüzde 57 “evet”, ikinci kısımda da yüzde 64 “evet” oyuyla kabul edilmesiyle birlikte Tahrir Meydanı, Mursi karşıtı protestocularla dolup taşmıştır. Ülkedeki protestoların artmasıyla 1 Temmuz 2013’te Mısır Ordusu, Mursi’ye olayları çözmek için 48 saat vermiştir, eğer sorunlar çözülmezse yönetime el koyacağını belirtmiştir. Sorunlar çözülemeyince hükümette görev yapan başkanlar Mursi’nin görevden alındığını açıklamıştır. Askeri darbeyle sonlandırılan bu sürecin devamında Mursi’ye ve Müslüman Kardeşler yöneticilerine seyahat yasağı
müebbet hapis ve idam cezaları verilmiştir. Mursi, Katar’a belge sızdırmakla casusluktan yargılanmıştır. Mursi’nin casusluktan aklanmış ancak yasa dışı bir örgütün lideri olma suçundan hüküm giymiştir. Duruşmada, ikisi Al Jazeera muhabiri altı kişi de idam cezasına çarptırılmıştır. Müslüman Kardeşler yasa dışı ilan edilmiş, İslamcı hareketin on binlerce üyesi hapsedilmiştir. Gelişen olaylarla Mursi, destekçilerine yapılan hiçbir suçlama ve alınan kararı kabul etmediğini, sonuna kadar söylediklerinin ve yaptıklarının arkasında duracağını belirtmiştir. Muhammed Mursi Mısır ordusu tarafından uzun süre gizli bir yerde tutulmuştur. Bu darbe, Mursi yanlıları tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmış, Rabia ve Nahda meydanlarında büyük bir direniş başlamıştır. Buna karşı Mısır ordusu saldırıya geçmiştir. Ordu, 8 temmuzda oturma eylemi gerçekleştiren protestoculara silahla karşılık vermiş, 50’den fazla insan hayatını kaybetmiştir. Ardından 17 temmuzda Rabia Camii’nin önündeki darbe karşıtı halk ile asker arasında yaşanan büyük çatışmayla, muhabir ve gazetecilerin bulunduğu 80 kişi hayatını kaybetmiştir.
Mısır ordusu 11 Ağustos’ta yapılan protestoların devamıyla direnişçilere nota vermiş, tüm meydanların boşaltılmasını emretmesiyle asıl iç savaş başlamıştır. Halk darbeye karşı koymaya kararlılıkla devam etmiştir. Protestocuların emre uymadıklarını gören Mısır Ordusu, 14 ağustosta halka tekrar saldırmaya başlamıştır. Protestocuların yaşadıkları alanlar, kullandıkları seyyar hastaneler ateşe verilmiştir. OHAL ilan eden askerler, cesetleri yok etmek için önce ezip, sonra da yakmışlardır. Askerler muhaliflerin sığınmak için kullandıkları Rabia Camisini yakmıştır. Çocuk ve kadınların da bulunduğu 700 protestocu, Kahire’deki Fetih Camiinde bir gün boyunca esir kalmıştır. Bu direnişte çok insan hayatını kaybetmiştir. 17 yaşında olmasına rağmen cesaretiyle herkesi kendisine hayran bırakan Esma Biltaci ve Müslüman Kardeşlerin yönetiminden olan babası Muhammed Biltaci darbeye karşı direnmiştir. Fakat etrafta bulunan keskin nişancılardan biri, Esma’yı başından vurmuş, Muhammed Biltaci de hapse atılmıştır. Cunta rejimi bu ihlallerle başta Müslüman Kardeşler olmak üzere muhalif kesimi şiddete teşvik etmeyi amaçlamış fakat bunu gerçekleştirememiştir. Ancak bu politika, DAEŞ’i özellikle
genç kuşak nezdinde güçlendirmiştir. Darbeden sonraki ilk 6 ayda gerçekleşen katliamların ardından, sayısı en az 20 bin olan tutuklamalar ve işkence sonucu infazlar gibi yoğun ihlaller yaşanmıştır. Bütün bunlara karşın cezasızlık politikası yürütülmüştür. Muhalifler yargı aracılığıyla baskı altına alınmış ve adil yargılanmamışlardır. Bu dönemde İhvan Hareketi yasaklanıp terör örgütü ilan edilmiştir. Aynı şekilde farklı muhalif hareketleri de çeşitli yaptırımlarla karşılaşmıştır. Mübarek döneminin askeri istihbarat şefi, Mursi döneminde de Genelkurmay Başkanı olan Abdülfettah Sisi darbeyle başa geçmiştir. Sisi’nin cunta rejimi; uluslararası kamuoyunun dengesiz tutumu nedeniyle zamanla onaylanmıştır. 2015’de Ulusal İnsan Hakları Konseyi raporunda Muhammed Mursi’ye yapılan darbenin bilançosu yer almıştır; 30 Haziran 2013 ve 31 Aralık 2014 arasında 2.600 kişinin darbe sonucu yaşamını yitirdiği belirtilmiştir. Günümüzde Muhammed Mursi, Tora cezaevinde tutulurken Hüsnü Mübarek serbesttir.
KAYNAKÇA 1. Gün MS. ‘‘Yemen’de Arap Baharı’’; 2013. 2. ORSAM. ‘‘Ortadoğu Analiz’’; Cilt:5, Sayı:59; Kasım 2013. 3. SETA. ‘‘Lübnan Raporu’’; Aralık 2006. 4. Kuşoğlu B. ‘‘Libya Arap Baharına Nato Katkısı’’; 2013.
6. Doğan G, Durgun B. ‘‘Arap Baharı Ve Libya’’; 2012. 7. Koçak KA. ‘‘Yasemin Devrimi’nden Arap Baharına Tunus’’; 2012. 8. Şen Y. ‘‘Suriye’de Arap Baharı’’; Yasama Dergisi; Sayı:23, s54-79; 2013.
5. Kuşoğlu B. ‘‘Lübnan Sedir Devrimi’nden Arap Baharına’’; 2013.
GÖÇ HAREKETLERİ 89
Göçmenlere Uygulanan Eğitim Politikaları TÜRKİYE-İSPANYA-FRANSA-ALMANYA
TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİLERİN EĞİTİMİNDE UYGULANAN POLİTİKALAR
GÖÇ POLİTİKALARI ÇALIŞMA GRUBU Betül EKİCİ Ferhan KOCADAL * 2 Ulviye Esra ERBAŞ 3 Songül GÖKŞİN 1 1
Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 1
2
* İletişim: ferhankocadal@gmail.com
90 KONAK
2011’den bu yana Suriye’de yaşanan kriz neticesinde milyonlarca Suriyeli evini terk edip Suriye içinde veya yurt dışına göç etmek zorunda kalmıştır. Türkiye, bu süreçte izlediği açık kapı politikası ile yaşanan krizden en fazla etkilenen ülke olarak yaklaşık 3.5 milyon Suriyeliye ev sahipliği yapmaktadır. Göç İdaresi Genel Müdürlüğünün (GİGM) Mayıs 2018 verilerine göre Türkiye’nin 10 ilinde kurulan 25 Geçici Barınma Merkezinde bulunanların sayısı 215.665 olup barınma merkezi dışında ise 3.373.719 Suriyeli bulunmaktadır. Suriyelilerin yoğun olarak bulunduğu ilk üç il ise İstanbul, Şanlıurfa ve Hatay’dır. Türkiye’deki toplam Suriyeli sayısı da 3.589.384’tür. Bu nüfusun yaklaşık yarısını (1.656.695) 0-18 yaş grubu oluşturmaktadır. Nüfusun büyük çoğunluğunu okul çağındaki çocuk ve genç kesimin oluşturması, uyum politikaları içerisinde eğitime verilmesi gereken önemi göstermektedir. Bundan dolayı Suriyelilere yönelik eğitim politikaları 2012 yılında başlamış, 2014/21 sayılı Yabancılara Yönelik Eğitim-Öğretim Hizmetleri başlıklı genelge ile son halini almıştır.
Suriyeli Çocuklara Yönelik Eğitim Politikaları Suriyeli çocukların eğitimlerine yönelik izlenen politikalar, ilk etapta Suriyelilerin geri dönecekleri varsayımı üzerinden geliştirilmeye çalışılmış ve kısa vadeli bu politikalar sadece kamp içindeki Suriyeli çocuklara yönelik hazırlanmıştır. Daha açık ifade ile 2012 yılında MEB tarafından Suriyelilere Türkçe öğretmek yerine Arapça müfredat ile eğitimleri desteklenmiştir. Bu vesile ile Suriyelilerin geri döndüklerinde herhangi bir sorun yaşamaması hedeflenmiştir.
2013 yılına gelindiğinde Suriye’deki iç savaş şiddetlenerek devam etmiş, Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı ise günden güne artmıştır. Dolayısıyla Milli Eğitim Bakanlığı da, 26 Nisan ve 26 Eylül 2013 tarihlerinde yayımladığı genelgeler ve çeşitli faaliyetlerle Suriyelilerin eğitim sorununa ilk kez kurumsal olarak çözüm üretmeye çalışmıştır. Suriyeli nüfusun 2 milyona yaklaştığı 2014 yılında ise Türkiye’de yaşayan Suriyelilere yönelik ilk kapsamlı yasal düzenleme hazırlanarak Nisan 2014’te 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası
Koruma Kanunu (YUKK) ile yürürlüğe girmiştir. Ekim 2014’te yürürlüğe giren Geçici Koruma Yönetmeliği sayesinde Suriyeliler sağlık, eğitim ve sosyal yardım hizmetlerine erişim hakkı elde etmişlerdir. Daha sonra 2014 tarihli Yabancılara Yönelik Eğitim-Öğretim Hizmetleri genelgesi ile Suriyeli çocuklara sunulacak eğitim hizmetleri belirli bir standarda bağlanmış ve güvence altına alınmıştır. Genelgeye göre, Türkiye’deki yabancı öğrencilerin eğitim öğretim hizmetleri Bakanlık ve İl Komisyonları tarafından yürütülmektedir. Söz konusu genelge çerçevesinde Suriyeli çocukların, MEB’e bağlı okullarda ya da Suriyelilere yönelik olarak oluşturulmuş Geçici Eğitim Merkezlerinde eğitim hizmeti alması sağlanmıştır. Eğitim hizmeti alacak mevcut şartları sağlayan öğrenciler, diploma ve öğrenim belgelerine göre denklikleri yapılarak yerleştirilir ve öğrenim göreceği okula yönlendirilir. Yabancı kimlik numarası bulunan yabancıların her türlü veri girişi e-okul ve yaygın otomasyon sistemleri üzerinden yapılır. İkamet izni olmayan, yabancı kimlik numarası edinemeyen, ilgili kurumca yabancı tanıtma belgesi verilmek sure-
GÖÇ HAREKETLERİ
91
Okullaşan toplam Suriyeli sayısına bakıldığında, en fazla okullaşma ilkokulda, en az okullaşma da lise düzeyinde görülmektedir. Erkek çocuklarında ekonomik sebeplerden dolayı çalışmak; kız çocuklarında ise erken yaşta evlendirilme sebep olarak görülmektedir. Bu durum, çocuk işçiliği ve kadına yönelik şiddet sorunlarını gündeme getirmektedir.
tiyle kayıt altında olan ve sınır dışı edilmeyenler de dahil olmak üzere yabancı öğrencilerden öğrenim belgesi bulunmayanlar ise beyanlarına dayalı olarak mülakat, gerektiğinde yazılı veya sözlü sınav yoluyla ülkelerinde öğrenim gördükleri sınıf seviyesi üzerinden denkliği belirlenerek öğrenim göreceği eğitim öğretim kurumuna yönlendirilir. Ayrıca yabancı kimlik numarası bulunmayıp yabancı tanıtma belgesi bulunan Suriyeli öğrenci ve öğretmenlerin veri girişi Yabancı Öğrenciler Bilgi İşletim Sistemi (YÖBİS) üzerinden yapılır. Türkiye’deki Suriyeli Çocukların Eğitim Durumları Suriye’de savaştan önce ilkokula gidenlerin oranının yüzde 99, ortaokula
92 KONAK
gidenlerin oranının ise yüzde 82 olduğu, ayrıca kız ve erkek çocuklarının okullaşma oranlarının büyük ölçüde eşit olduğu belirtilmektedir. Savaş sonrası ise tahminlere göre ülke içinde ve dışında yaklaşık 3 milyon Suriyeli çocuk okul dışında kalmıştır. Eğitimde yaşanan tüm bu gelişmelerle birlikte halen Türkiye’de okul çağındaki Suriyelilerin eğitime katılımında arzu edilen okullaşma oranlarına ulaşılamamıştır. GİGM’nin Mayıs 2018 verilerine göre Türkiye’de okul çağında (5-18 yaş arası) bulunan Suriyelilerin toplam sayısı 1.150.791’dir. Okul çağındaki en fazla grup ise 5-9 yaş aralığıdır. Bu kitlenin 519.980’i Geçici Eğitim Merkezleri (GEM) ve devlet okullarında eğitim görmektedir. 630.811’i ise halen okullaşamamıştır.
Suriyelilerin Eğitiminde Birinci Alternatif: Geçici Eğitim Merkezleri GEM okul çağındaki Suriyeli çocuklara ve gençlere yönelik hem kamplarda hem de kamp dışında faaliyet gösteren, Suriye Geçiş Hükümeti Eğitim Bakanlığı tarafından okutulan ders kitaplarının içeriğinde yer alan Suriye rejimini destekleyen ifadeler ayıklanmış haldeki müfredata bağlı kalarak Arapça eğitim veren, okul öncesinden lise son sınıfa kadar eğitimi kapsayan merkezlerdir. GEM’lerin kurulmasında öncü rolü STK’lar ve AFAD üstlenmiştir. Kurulan GEM’ler il/ilçe milli eğitim müdürlüklerine bağlı olup, görevlendirilecek personel il milli eğitim müdürlüğü önerisi ve valilik onayı ile yapılır. GEM yönetimin de ise bir Suriyeli yöneticinin yanında bir Türk yönetici bulunur. GEM’lerde Suriye müfredatı olduğundan ve dersler Arapça verildiğinden personelin büyük bir kısmını Suriyeli öğretmenler oluşturur, bu öğretmenlerin seçiminde ise MEB, Türkiye Diyanet Vakfı ile iş birliği yapmaktadır. Suriyeli öğretmenlere verilecek ödenek UNICEF’in PTT’ye aktardığı fonla karşılanmaktadır. Lakin bu fonun ihtiyaçları yeteri kadar karşılamadığı görüldüğünden çıkarılan Geçici Koruma Sağlanan Yabancıların Çalışma İzinlerine Dair Yönetmelikle, yabancı öğretmenlerin minimum asgari ücrete tabi olup, sigortalar yatırılarak ücretli öğ-
retmen olarak çalışmaları sağlanmıştır. GEM’lerde verilen haftada 5 saatlik Türkçe dersi için de Türk öğretmenler okullarda görev alır. Ayrıca MEB, sorumlu öğretmenlere hizmet içi eğitim vermektedir. Türkiye genelinde 21 ilde toplam 425 GEM bulunur. Bunların 36’sı kamplarda, 389’u kamp dışında faaliyet göstermektedir. En fazla Suriyeli öğrencinin bulunduğu Hatay’da, en fazla GEM bulunurken; en az öğrenci ise sınırlarında kampın olmadığı Siirt’te bulunur. Kamplarda bulunan 36 GEM’de toplam 82.503 öğrenci eğitim görmekteyken, kamp dışındaki 389 GEM’de 166.399 öğrenci vardır. Kamp içindeki okul çağı nüfusun yüzde 90’dan fazlasının okullaştığı görülürken, kamp dışında bu oran yaklaşık yüzde 25’tir. Bunun sebebi kampta bulunan çocuklara erişimin kolay olmasıdır. Ayrıca kamplarda yer alan GEM’lerde okul başına düşen öğrenci sayısı yaklaşık 2.290 iken bu sayı kamp dışındaki GEM’lerde yaklaşık 430’dur. Yalnızca sayıya bakıldığında kamp dışındaki GEM’lerin daha avantajlı olduğu söylenebilir ancak bu durumun temel nedeni kamp dışındaki GEM’lerin altyapı ve eğitim standartlarının yetersiz olmasıdır. Öyle ki pek çok GEM herhangi bir binanın bir katını kullanarak ya da okul standartlarına uygun olmayan binaların kiralanması ile eğitim hizmeti vermektedir. Bununla birlikte devlet okullarını öğleden sonra kullanan GEM’ler de vardır.
Suriyelilerin Eğitiminde İkinci Alternatif: Devlet Okulları
Suriyeliler Tarafından Açılan Özel Okullar
Türkiye’deki Suriyeliler için ikinci eğitim alternatifi Türkçe müfredatın uygulandığı ve eğitim dilinin Türkçe olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne ait devlet okullarıdır. MEB’in Yabancılara Yönelik Eğitim-Öğretim Hizmetleri genelgesine göre, Suriyeli çocukların kendilerine verilen yabancı tanıtma belgesi ile herhangi bir devlet okuluna kayıt yaptırması mümkündür. Ancak yabancı tanıtma belgesi ile Bakanlığa bağlı ortaokullara devam eden öğrenciler Bakanlıkça yapılan merkezi sistem ortak sınavlarına giremez; milli eğitim müdürlükleri bünyesinde kurulan öğrenci yerleştirme ve nakil komisyonları tarafından okul kontenjanları da değerlendirilerek uygun bulunan ortaöğretim kurumuna yerleştirilir.
Suriyeliler Türkiye’de devlet tarafından kendilerine tahsis edilen yahut kendi imkanlarıyla buldukları eğitim öğretim binalarında Suriye müfredatına göre eğitim verme imkanına da sahiptirler. Örneğin, İstanbul Bahçelievler’de Suriyeli öğrenciler için özel okul açılmıştır. Burada Suriye müfredatına uygun eğitim verilmektedir. Bu ve benzeri okullar İstanbul, Şanlıurfa ve Gaziantep gibi Suriyeli nüfusun yoğun olduğu illerde görülmektedir ancak bu okullara ilişkin verilere ulaşılamamıştır. Fakat bu okullara ilginin düşük olduğu, genel olarak Suriyelilerin sosyo-ekonomik durumu dezavantajlı olduğu için çocukları bu okullara gönderme imkanlarının da olmadığı varsayılabilir.
Devlet okullarına geçişte Türk ve Suriyeli öğrenciler arasında uyum çerçevesinde akran eğitimi sağlanması amaçlansa da devlet okullarında eğitim gören Suriyelilerin sayısı GEM’lerde eğitim gören Suriyelilerin sayısına göre oldukça azdır. Bunun sebeplerinden biri, Suriyelilerin kendi müfredatları ve öğretmenleri ile eğitim almak istemeleri, bunun dışında ara sınıflarda yaşanan dil, okul ve çevre yönünden uyum sorunudur. Bundan dolayı MEB devlet okullarında idareci, öğretmen, öğrenci ve hatta velilere de oryantasyon programları uygulamaya başlamıştır.
Suriyeli Öğrencilerin Üniversite Eğitimi MEB’in yayınladığı Yabancılara Yönelik Eğitim-Öğretim Hizmetleri genelgesine göre ülkemizde bulunan yabancılar açık öğretim kurumları yönetmeliklerinin ilgili hükümleri doğrultusunda eğitim alabilirler. Bunun dışında uygulanan eğitim faaliyetleri yüksek öğretim kurumları hariç alanları kapsamaktadır. Yüksek öğretimde ise farklı düzenlemeler vardır. Resmi gazetede yayınlanan, Yükseköğretim Kurumlarında Önlisans ve Lisans Düzeyindeki Programlar Arasında Geçiş, Çift Anadal, Yan Dal GÖÇ HAREKETLERİ 93
ile Kurumlar Arası Kredi Transferi Yapılması Esaslarına İlişkin Yönetmeliği, özel durumlarda yatay geçişi düzenlemektedir. Bu düzenlemeye göre, şiddet olayları ve insani kriz nedeniyle eğitim öğretimin sürdürülemez olduğu YÖK tarafından tespit edilen ülkelerde öğrenim gören öğrenciler Türkiye’deki yükseköğretim kurumlarına yatay geçiş başvurusu yapabilir. Bu başvuru için yatay geçiş yapmak istedikleri üniversitelerin şartlarını yerine getirmiş olmaları, Suriye’de eğitim görüyor olması gereklidir. Yatay geçiş için istenen belgelere sahip olmayan öğrencilerin Çukurova, Gaziantep, Harran, Kilis 7 Aralık, Mustafa Kemal, Mersin, Osmaniye Korkut Ata üniversitelerinden özel öğrenci statüsüyle ders alabilirler ancak resmi olarak bu üniversitelere kayıtlı değillerdir. Bunun yanı sıra bu üniversitelere Suriyeli öğrenciler diploma puanı ile yerleştirilebilirler. Suriyelilere Yönelik Eğitim Hizmetinin Uygulanmasında ve Hizmetin Alınmasında Yaşanan Sorunlar Suriye’de yaşanan iç karışıklıklar ve savaş en çok çocukları etkilemiştir. Ka94 KONAK
yıp bir neslin olmaması, eğitim çağındaki bu büyük kitlenin Türkiye’ye sağlayacağı, Suriye’nin yeniden inşası için sunacağı katkılar oldukça ehemmiyetlidir. Bu süreç içerisinde okullaşan Suriyelilerin yanında okullaşamayan Suriyeliler oldukça fazladır. Bu durum değişik sebeplerle açıklanabilmektedir. Bunlardan biri zorunlu göçün beraberinde getirdiği sosyo-ekonomik yetersizliklerdir. Nitekim göçmenlerin yaşam koşullarına baktığımızda temel ihtiyaçların tedarik edilmesi noktasında dahi sorunlar yaşandığı bilinmektedir. Dolayısıyla öncelik olarak geçinmelerini sağlamaya çalışmaları, eğitim çağındaki çocuk ve gençlerin eğitime dâhil olamamalarına sebebiyet vermektedir. Suriyelilerin ekonomik kırılganlıkları nedeniyle eğitime erişemeyen çocuklar için birtakım sosyal yardım mekanizmaları oluşturulmuştur. Örneğin UNICEF tarafından GEM’lerde okuyan 222.944 öğrenci için öğrenci başına 30 TL nakit yardımı okullara gönderilmiştir. Ayrıca Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Kızılay, UNICEF ve ECHO (Avrupa Sivil Koruma ve İnsani Yardım İşlemleri) iş
birliğinde Suriyeli öğrenciler için okula devam şartıyla yardım sistemi kurulmuştur. Eğitime erişimin önündeki bir diğer önemli husus, Suriyelilerin hak ve sorumluluklarına yönelik yeteri anlamında bilgi sahibi olmamalarıdır. Yapılan çalışmalarda görüldüğü üzere, Suriyeli veliler çocuklarının bilhassa devlet okullarında eğitim imkânlarının olduğunu bilmemektedir. Suriyelilerin en çok karşılaştıkları sorunlardan biri de dil sorunudur. Dil konusunda yaşanan iletişimsizlik devlet okullarına erişimin önünde, okullaşmış çocuklar için okula uyum noktasında en önemli sorun alanıdır. Bir diğer sorun ise Suriyeli çocuklar içerisindeki tek ebeveynli olan, refakatsiz ve engelli çocuklardır. Genel olarak babalarını savaşta kaybetmiş ya da beraberinde göç edememiş ailelerde ailenin geçiminde özellikle büyük çocuklar önemli rol almaktadır. Benzer şekilde ebeveynlerinden her ikisini de kaybetmiş çocukların eğitim süreçleri ile ilgilenebilecek kimsenin olmaması da eğitime erişimde önemli bir engel
teşkil etmektedir. Suriyeli çocuklar arasında engellilik durumu bulunan çocukların da eğitime erişimleri oldukça kısıtlıdır. Dahası zihinsel olarak öğrenme güçlüğü olmayan çocukların sadece fiziksel engellerinden dolayı engelliler okullarına yönlendirilmesi de bu çocukların eğitimden uzaklaşmasına sebep olabilmektedir. Suriyelilerin öncelikle kamplardan şehirlere doğru yatay hareketleri ve sonrasında şehirlerarası hareketliliği oldukça yüksektir. Bu nedenle sabit bir ikametleri bulunmamaktadır. Bu durum da çocukların eğitime dâhil olamamasına, olmuşsa da devamlılığın sağlanamamasına sebep olmaktadır. İSPANYA’DA GÖÇMENLERE UYGULANAN EĞİTİM POLİTİKALARI 1978 İspanyol Anayasası’nın 27. Maddesine göre herkes eğitim hakkına sahiptir. İspanya, eğitim hakkını birlikte yaşamanın demokratik prensipleri, temel hak ve özgürlüklere saygı kapsamında değerlendirmiş ve insan kişiliğinin gelişimine katkı sağlayacağını belirtmiştir. Mültecilerin hakları, İspanya'da sığınma ve ikincil koruma hakkını düzenleyen 12/2009 sayılı Kanun ihtivasında yer almaktadır. Söz konusu kanunun 36. Maddesi, bir mültecinin eğitim, sağlık, barınma, sosyal yardım ve sosyal hizmetler haklarının yanı sıra toplumsal cinsiyete dayalı şiddet mağduru olan kişilere uygulanacak hakları da içermektedir. Mültecilere yönelik hakların kullanımının İspanyol vatandaşlarının hakları ile aynı ölçüde olduğu kanun lafzından anlaşılmış olsa da pratikteki uygulanışın bu yönde olmadığını, yapılan araştırmalar göstermektedir. Kazanılan hakların uygulamada karşılaştığı hukuksuzluklara karşı kanun yollarında bulunan eksiklikler, mevcut ihtiyaçları karşılayacak sistemdeki tıkanıklıklar, kurumsal alt yapının
olmaması, bu alanda yapılacak daha kazuistik bir kanunun da bulunmaması gibi etkenlerden kaynaklı olarak mülteciler eğitim haklarından mahrum olabilmektedir. Genel anlamda, eğitim hakkını güvence altına almak, Eğitim, Kültür ve Spor Bakanlığı (İspanyolca kısaltması MECD tarafından bilinen) kapsamındadır. Bu bakanlık 1978 Anayasası'nın 149/1 maddesi uyarınca tüm İspanyol vatandaşları için temel yönleri ve eşitliği garanti etmekten sorumludur. Ancak aynı anayasal düzen, eğitim için farklı yasama ve yürütme yetkinliklerinden dolayı Özerk Topluluklar olarak adlandırılan yönetimlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bu da eğitim politikası açısından kayda değer bir iç çeşitliliğe yol açar. Eğitim hizmetlerinin sağlanması, sonuç olarak, bu toplulukların eğitim yönetimlerinin doğrudan sorumluluğu olup, vatandaşlara gerekli hizmetlerin sunulmasıyla görevli yerel yetkililerle işbirliği içindedir. İkinci makamlar, çocuk eğitimi, yetişkin eğitimi, özel mesleki eğitim programları, sanat eğitimi, merkezler için ulaşım ve yemek hizmetleri ve tamamlayıcı ve ders dışı faaliyetler veya oryantasyon hizmetleri alanlarında çeşitli eylemler yürütmektedir. Mülteciler için eğitim hakkının güvence altına alınmış olması maalesef bu konuda uzmanlaşmış ya da yasal olarak sorumlu olan belirli bir kurumun mevcut olması anlamına gelmemektedir. Ancak İspanya'daki eğitim sistemi göz önüne alındığında, yüksek düzeyde desantralizasyon (yerelleşme) söz konusu olduğu için, sorumluluğun nihai olarak bahsedilen Özerk Topluluklar da olduğu varsayılmaktadır. 2006 tarihli (İspanyolca Ley Orgánica de Educación, kısaltması LOE) Eğitimde Doğallık Kanunu’nda ve 2013 tarihli Kalite Eğitimi İyileştirme Yasası'nda yapılan değişiklikle, eğitimin garanti edilmesine yardımcı olabilecek önlemler otonom eğitim yönetimleri tarafından düzenlenecektir. Bu önlemler arasında çeşitlilik, müf-
redat uyarlamaları, bölünme grupları, materyallerin birleştirilmesi, esnek gruplamalar, sıradan gruplarda destek ve belirli materyallerin sunulması, öğrenmeyi ve performansı geliştirmek için uygulanacak programlar ile birlikte ayrıca özel öğrenciler için de iyileştirici programlarla dikkate alınacak özel eğitim desteği ile organizasyonel ve müfredat eylemleri yer almaktadır. İspanyol vatandaşlarıyla aynı şartlara sahip olması gereken mültecilerin, geldikleri yerde görmüş oldukları eğitimin seviyesinin tespiti veya mesleki eğitim ve yerleştirmelere erişiminin yanı sıra akademik ve profesyonel derecelerin ve sertifikaların, diğer kanıtların tanınması işlemlerinde mevcut zorlu prosedürden kaynaklı olarak mültecilerde, eğitimde hak kaybı, öğrenimde sene kaybı gibi problemler ortaya çıkmaktadır. Öte yandan, Devlet Okulları Kurulu, tüm merkezlerde ve her seviyede, zorunlu, insani ve maddi, eğitim ve teknolojik kaynaklara girenler de dâhil olmak üzere, özel ihtiyaçları olan öğrenciler için gerekli olan eğitim düzeyleri de dâhil tüm eğitimi garanti eder. Mültecilerden, sığınmacılardan reşit olmayanlar geç eğitim sistemi adı verilen bir sistem dâhilinde eksikliklerinin giderilmesi için eğitim görürler. Devlet Okulları Kurulu'nun 2016 Eğitim Sistemi raporuna göre, engelli olma veya ciddi davranış bozuklukları, yüksek entelektüel kapasiteler, eğitim sistemine geç entegrasyon, özel öğrenme güçlükleri, eğitim desteğinde özel ihtiyaçları olan öğrencilere yönelik “Çeşitlilik Politikaları” adı altında bir düzenleme oluşturmuştur. Eğitim alanındaki yönetim, sıradan merkezlerin bu tür öğrencileri ve özel ihtiyaçlarını tespit etmek için kullanabilecekleri prosedürleri tanımlamakta ve kaynakları, örgütsel formları, öğretmenleri ve müfredat uyarlamaları konusunda işbirliği yapılmaktadır. Zorunlu ortaöğretimde, bu genel kurallar, tercihen GÖÇ HAREKETLERİ 95
olumlu yönde etkilediği ve öğrencilerin topluma entegrasyon konusunda daha az zorlandıkları görülmektedir. Ciddi zorlukların veya çatışmaların olmamasına rağmen, ulusal ve uluslararası değerlendirmelerin sağladığı veriler, bu çocukların her zaman tatmin edici bir eğitim seviyesine ulaşmadıklarını göstermektedir.
eğitim ya da çaba eksikliğine atfedilemeyen ilgili öğrenme güçlükleri gösteren öğrencilere yönelik (İspanyolca kısaltması, PMAR) performans ve öğrenme geliştirme programları hizmeti verilmektedir. Temel Mesleki Eğitim için yeni döngüler ve eğitim sisteminde devamlılığının yanı sıra işgücü piyasasına erişime yönelik fırsatlar ile Gençlik Girişimciliği ve İstihdam Stratejisi (2013-2016) uygulanmıştır. Eğitimin Eşit Uygulanmasına Dair Uygulanan Politikalar Telafi edici eğitim politikaları sosyal, ekonomik, kültürel, etnik ya da benzeri nedenlerle ortaya çıkan eşitsizlikleri önleme, eğitim sistemini güçlendirme amacıyla hazırlanmıştır. Eğitimsel güçlendirme, oryantasyon ve destek eylemleri 2005-2006 öğretim yılından 2012-2013 eğitim-öğretim yılına kadar, Eğitim, Kültür ve Spor Bakanlığı ve Özerk Yönetim idarecilerinin işbirliği ile hazırlanmıştır. Güçlendirme, Oryantasyon ve Destek Planı (İspanya kısaltması, PROA) ve zorunlu ilk ve orta öğretimin sağlanması için kamu fonları oluşturulmuştur. Mülteci ve sığınmacı nüfusunun yoğun olduğu Ceuta ve Melilla'nın özerk şe96 KONAK
hirlerinde bu proje ve politikalardan faydalanılarak 2014-2015 mali yılında bu programdan yararlanarak Eğitim Destek Programı (İspanyol kısaltma, PAE) başlatılmıştır. Bu şekilde ülke içerisinde yasal olarak bulunan mülteci ve sığınmacı çocukların eğitimlerinde kolaylık sağlanmıştır. Eğitim sistemi ile ilgili sorunlar BMMYK, ulusal eğitim sisteminde mültecilerin çoğunluğu için koruyucu ve kaliteli eğitime erişimin acil ve ciddi bir şekilde ele alınmasına yönelik bir dizi tavsiyede bulunmuş ve böylece eğitimin uzun vadeli olduğu ortaya konmuştur. Çünkü mevcut durumda ülkede kalacak olan bu nüfus aslında ülke geleceği açısından büyük önem arz etmektedir. Ancak, bu cephedeki ilerleme şimdiye kadar sınırlı kalmıştır. Uzaktan Eğitim Üniversitesi Rektörü Alejandro Tiana'ya göre (İspanya'nın kısaltması, UNED), eğitim sisteminin yerinden edilmiş, mülteci, sığınmacı ve vatansız çocukların eğitim hakkını güvence altına alması için karşılaştığı temel zorluk, başarılı okullaşma için gerekli koşulların oluşmamasından kaynaklanmaktadır. İspanyol okullarında yapılan araştırmalar neticesinde, eğitim sürecinin karma şekilde olmasının başarıyı
Eğitim sisteminde bulunması gereken çeşitliliğin noksanlığından kaynaklı olarak küçüklerin eğitim alma konusunda zorluklarla karşılaştığı da görülmektedir. Her öğrenciye her eğitim seviyesinde cevap verebilen, farklılıkları gözeten bir sistem mevcut olmağı ancak İspanya’nın mülteci, sığınmacı ve göçmen öğrencilerin entegrasyonu ve telafi dersleri için gerekli adımları attığı görülmektedir. Çevirmenlik hizmeti, sosyal hizmet kurumları, telafi derslerin verileceği okul ve öğretmen temini bu hizmetler kapsamında işlevselliğini sürdürmektedir. Mülteci ve sığınmacıların eğitim alanında yaşadığı diğer bir problem de diplomaların akreditasyonu ile ilgilidir. İspanya'da eğitimine devam etmek veya eğitim vermek isteyen kimseler, zorlayan koruma kriterlerinden dolayı karmaşık bir süreçten geçmek zorunda kalmaktadırlar. Bundan en fazla etkilenenlerin arasında öğretmenlerin olması ve istihdam edilme konusunda da sıkıntılar yaşanması, eğitimin alınması ve verilmesi konusunda olumsuz etkilemektedir. Küçüklerin diplomalarının akreditasyonu ile bu durum karşılaştırıldığında daha az karmaşıktır. Söz konusu küçükler hala zorunlu eğitime tabiidirler ve uygulanacak sistem belirgindir. Öğretmen eğitimi ve çeşitliliğine ilişkin zorluklar Eğitimin Desteklenmesi Enstitüsü, uygun koşulların oluşturulmasına yönelik çok çeşitli
takviye, uyum tedbirleri ve eylemlerinin uygulanması için faaliyetlerde bulunmaktadır. Daha yakın bir doğaya sahip bu ölçüm grubunun ötesinde (veya göçmen öğrencilerin gelişinin en acil etkilerini hafifletmeye yönelik), öğretmenler ve diğer eğitim uzmanları için ayrı destek mekanizmalarıyla birlikte birçok öğretmen eğitimi ve mesleki gelişim programı uygulanmıştır. Böyle öğrencileri kabul etmede rol oynar. Bu kurslar, öğretmen eğitimi ve işbirliği merkezleri tarafından koordine edilmiş veya yönetilmiştir ve genel olarak, İspanyolcanın ikinci bir dil olarak öğretilmesi, metodolojik stratejiler, kişiselleştirilmiş değerlendirme modelleri, materyallerin geliştirilmesi, birlikte yaşama dahil olmak üzere eğitim sisteminde ortaya çıkan ihtiyaçlarla ilgilidir. Madrid Topluluğu için ve öğretmen oryantasyonu gibi konularda eğitim konusunda çeşitli çalışmalar yayınlanmıştır. Bununla birlikte, eği-
tim sektöründeki bütçe kesintilerinin mevcudiyetini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu programlar ve özellikle de öğretmen eğitimini sürdürmek için özerk topluluk planları, böylece mülteci küçüklere yönelik potansiyel uygulanabilirliklerini azaltmaktadır. Sıradan eğitim merkezlerinde, eğitimin çeşitliliğine katılan ana birimler aşağıdaki gibidir: •
•
Eğitim ve Danışmanlık Oryantasyon Ekipleri (İspanyolca kısaltma, EOEP): Okul öncesi ve ilköğretimde oryantasyondan sorumlu birimler aynı zamanda anaokullarında da aktiftir. Öğrencilerin özel eğitim ihtiyaçlarını, özel öğrenme güçlüklerini ve yüksek kapasitelerini tespit ettikleri öğrencilere yönelik özel destek ihtiyaçlarını belirler. Göçmen Öğrenciler için Destek Hizmeti (İspanyolca kısaltma, SAI): Madrid Topluluğu
Eğitim, Gençlik ve Spor alanlarında danışmanlık hizmeti, öğretim yılı içinde, özellikle de öğretim dilinin eğitiminde yetkin olmadıkları durumlarda, sistemdeki göçmen öğrencilerin eğitim entegrasyonunu kolaylaştırmak için danışmanlık ve destek sağlamak amacıyla kurulmuştur. •
Çeviri ve Tercümanlık Hizmeti (İspanyolca kısaltması SETI)
•
Terapötik pedagoji, dinleme ve konuşma ve benzeri diğer öğretmenler (sadece kreş ve ilkokullarda)
•
Telafi eğitimi öğretmenleri (Çeşitlendirme programlarıyla (PMAR) bağlantılıdır (sadece ortaokullarda))
•
Topluma hizmet için teknik öğretmenler, yani refah çalışanları (sadece ortaokullarda).
GÖÇ HAREKETLERİ
97
İspanyol sivil toplum örgütleri ve yerel yetkilileri öncü görev üstlenerek oluşturmuş oldukları proje, program gibi çeşitli faaliyetler ile İspanyadaki kurumsal altyapı eksikliğinden kaynaklanan sorunların çözümünde büyük katkı sağlamışlardır. Bu bakımdan, ekonomik krize rağmen İspanya, şu anda UNHCR'nin en büyük özel bağışçısıdır. Ulusal ölçekte, bir diğer önemli eylem, “öğrenme toplulukları” olarak bilinen INCLUD-ED projesidir. Community of Research on Excellence for All (İspanyolca kısaltması, CREA) araştırma grubu tarafından desteklenen bu proje girişime, toplumsal dönüşüme yönelik bir dizi eylemden oluşmaktadır. Güvencesi olmayan, zor durumdaki yetişkinlerin eğitimi, interaktif grupların birleştirilmesi, eğitim merkezlerinin karar verme süreçlerinde dışlanma durumundaki öğrencilerin ailelerinin dahil edilmesi gibi eğitim eylemleri yoluyla müfredat dışı etkinlikleri de içermektedir. Girişim mülteci öğrencilere yönelik olmasa da, projenin azınlık ve göçmen gruplarını içerme başarısı, bunun yerinden edilmiş insanların kabulü için iyi bir uygulama olacağını göstermektedir. Son olarak, öne çıkan bir başka program, kapsayıcı eğitimi teşvik etmek ve sağlamak için oluşturulmuş Roman Projesi'dir. Malaga Üniversitesi Eğitim ve
98 KONAK
Öğretim Kurumu tarafından önerilen ve geliştirilen bu model ile mülteci, yerinden edilmiş veya uluslararası koruma başvurusu yapan çocuklara eğitim hakkını güvence altına almak için önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Sığınmacı, mülteci statüsündeki öğrencilerin de tabii olduğu eğitim sisteminin yanlış olduğunu, sınıf içerisindeki çeşitliliği göz ardı ettiği gerekçeleriyle eğitim sisteminin değişmesi fikrini doğurmuş sonuç olarak, öğrenme güçlüklerinin sadece kişisel zorluklarla değil, müfredat yapısına dayandığının altı çizilmiştir. Üniversite sektöründen girişimler ise mülteci öğrencilerin kabulüyle ilgili yanıtlar gönderen yükseköğretim ile bağlantılı üniversiteler ve diğer kuruluşlardır. Bu kurumlar, yerinden edilmiş nüfus için eğitim beyanlarının kurumsal beyanlar olmasında ve destek programlarının uygulanmasının sağlanmasında büyük katkı sağlamıştır. En belirgin eylemlerden bazıları aşağıda açıklanmıştır. Deklarasyonlar ve taahhütleri ile katkı sağlayarak aktif rol alan ilk kuruluşlardan biri, İspanyol üniversitelerinin Rektörler Kuruluşu’dur (İspanyolca kısaltma, CRUE). Ayrıca bu organizasyon birçok kez, temsilci olarak hareket etme kararlılığını ve yine bu kararlılı-
ğını yineleyerek, üniversitelerin mültecilerin kabulü konusunda işbirliği yapmaya ve kendi alanlarında destek ve yardım sunmaya hazır olduklarını göstermiştir. Dahası CRUE, mülteci krizinin kamuoyunun tartışmasının merkezine getirilmesine defalarca yardımcı olmuş ve Avrupa hükümetlerine, İnsani Hukuk ve Uluslararası hukuk çerçevesindeki uluslararası taahhütlerini yerine getirmeleri (ister sığınma sağlayarak ister koruma isteyenlerin kitlesel olarak atılmasını engelleyerek olsun) çağrısında bulunmuştur. Bazı İspanyol üniversiteleri, İspanya'daki çalışmalarını başlatmak veya sürdürmek isteyen mültecilere destek olmak için az ya da çok kapsam dâhilinde farklı girişimler başlattılar. •
Madrid Complutense Üniversitesi tarafından bir Mülteci Resepsiyon Planını
•
Üç Suriye öğrencisinin 20152016 akademik yılında kaydolmasını sağlayan 20 Barselona Üniversitesi tarafından yönlendirilen insani yönelimle Arap ülkeleriyle işbirliği yapma çabası
•
Arap-Avrupa Yükseköğretim Konferansı'nın yapılması (Arap Üniversiteleri Birliği (AARU) ile Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA) arasında bir köprü olan Arap-Avrupa Yükseköğretim Konferansı'nın (İspanyolca kısaltması, AECHE) Barselona Üniversitesi’nin işbirliği ile gerçekleştirilmiştir. 2016 yılında düzenlenen AECH'in üçüncü baskısı, tamamen mültecilere ayrılmış bir bölüm içermekte olup aynı kurum, Suriye krizi için AB fonu olan Madad Fonu tarafından finanse edilebilecek projeleri hayata geçirmeye gayret gösteriyor.)
•
UNICEF, UNHCR ve Tres Culturas del Mediterráneo'nun [Akdeniz'in Üç Kültürü] yer
aldığı Entegre Projeye bu kurumun katılımı ile 2016 yılında Madrid'deki Camilo José Cela Üniversitesi tarafından çatışma bölgelerinden 10 öğrenci alımına karar verilmiş ve proje, mülteci veya sığınmacı öğrencilerin farklı disiplinlerdeki eğitim programlarına, ayrıca İspanya'daki kişisel, sosyal ve akademik entegrasyonlarına ve temel ihtiyaçlara (konut, refah) erişiminin kolaylaştırılmasına yönelik yürütülmüştür. •
•
Kasım 2016'da Malaga Üniversitesi (UMA) tarafından bir Mülteci Destek Planının hazırlanması (STK'larla işbirliği içinde tasarlanan bu plan, mültecilerin üniversiteye dahil edilmesine yönelik öneriler sunmaktadır.) Santiago de Compostela Üniversitesi tarafından Mülteciler için Destek Programı'nın başlatılması (Bu program dahilinde 2 Suriyeli mülteciyi, kayıt ve üniversitedeki yaz okulunda, konaklama da ücret muafiyeti sağlanmış, İspanyolca kursları ve pratik eğitim için aylık taksitlendirme ile ödeme seçenekleri sunulmuştur.)
FRANSA’DA GÖÇMENLERE UYGULANAN EĞİTİM POLİTİKALARI Fransa Ulusal İstatistik ve Ekonomik Çalışmalar Enstitüsü’nün (INSEE) 1 Ocak 2014 verilerine göre Fransa’da yaşayan toplam nüfus 65,8 milyondur. Bu nüfusun 4,2 milyonu yabancılardan ve 6,0 milyonu göçmenlerden oluşmaktadır. Göçmenlerin %43,8’ini Afrikalılar, %36,1’ini Avrupalılar, %14,5’ini Asyalılar oluştururken, Amerika ve Okyanusya kıtasından gelenler yalnızca %5,6’lık bir kısımdan oluşmaktadır. Sığınmacılar ve mültecilerin mevcut nüfus içindeki sayılarına yönelik enstitünün herhangi bir verisi bulunma-
maktadır. Ancak 2017 için Bileşmiş Milletler Mülteci Ajansı tarafından elde edilen verilere göre Fransa’da 252.264 mülteci ve 55.862 sığınmacı bulunmaktadır. Fransız Eğitim Sistemi Fransa’da zorunlu eğitim 10 yıl olup 6-16 yaş arasını kapsar. 2-6 yaş arasında da isteğe bağlı anaokulu eğitimi vardır. 6-11 yaşları arasında ilkokul eğitimi, 11-15 yaşları arasında ortaokul (kolej) eğitimi alan öğrenciler yapılan bir sınavla Brevet diploması almaya hak kazanırlar. Ardından lise eğitimi gelir. Liseden sonra isteğe bağlı olarak yüksek öğretime devam edilir.
belediye tarafından belirlenir. Lise kayıtları ise doğrudan ikamet yerine en yakın okula yapılır. Kayıt sırasında çocuğun velayet belgesi, ikamet adresini gösteren belge ve zorunlu aşıların tam olduğunu gösteren belge ibraz edilmelidir. Çocuğun yeterli seviyede Fransızca bilgisine sahipse çocuğun eğitim düzeyi Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı kurum olan Bilgilendirme ve Rehberlik Merkezleri (CIO) tarafından değerlendirilir ve bu kurum tarafından hangi sınıfa yerleştirileceği tespit edilir. De-
Ayrıca 16-25 yaş arasındakiler için Çıraklık Eğitim Merkezi (CFA) tarafından çıraklık eğitimi verilmektedir. Göçmenler ve Mültecilerin Eğitim Hakkı Fransız eğitim kanunu özel bir hükümle göçmen, sığınmacı veya mülteci çocukların eğitim hakkını hüküm altına almış değildir. Ancak kanunun 131-1. maddesine göre “Eğitim her iki cinsiyetten, Fransız ve yabancı uyruklular için 6-16 yaşları arasında zorunludur.”. Aynı kanunun 111-2. maddesinde “Her çocuk ailesinin vereceği öğretimi tamamlayacak bir okulda eğitim görme hakkına sahiptir.” diyerek de her çocuğun eğitim hakkı olduğu belirtilmiştir. Resmi Süreç ve Alternatif Yollar İlkokul çağındaki çocuklar için başvurular ikamet yerindeki belediyeye yapılır. Çocuğun kaydedileceği okul
ğerlendirmeye göre çocuklar yaş ve yetenekleri dikkate alınarak genel bir hazırlık sınıfına yerleştirilir. Bu hazırlık sınıflarındaki eğitimle çocukların en yakın zamanda normal sınıflara uyum sağlaması amaçlanır. Kabul merkezlerinde ve göçmenlerin yoğun olduğu yerlerde, dernekler, sivil toplum kuruluşları ve gönüllü topluluklar tarafından düzenlenen çeşitli eğitim programlarının olduğu bilinmektedir. Ayrıca Sosyal Uyum ve Fırsat Eşitliği Ulusal Ajansı (Acsé) tarafından yürütülen bir program da GÖÇ HAREKETLERİ 99
mevcuttur. Ajans tarafından yürütülen bu program yalnızca eğitimle ilgili olmayıp öğrencilerin sosyal hayata uyumu için gerekli olan kültürel ve sportif faaliyetlere yönlendirilmesini de içermektedir. Ancak bu programlar Milli Eğitim Bakanlığı tarafından yürütülen resmi sistemin bir alternatifi değildir. Karşılaşılan Zorluklar Göçmen ve mülteci çocuklar, kanunen vatandaş olan bir çocukla eşit eğitim hakkına sahip olsa da ne yazık ki gerçek hayatta birtakım zorluklarla karşılaşılmaktadır. Zorlukların başında resmi olarak mülteci veya göçmen statüsünü elde etmek gelmektedir. AIDA istatistiklerine göre 2017 yılında yapılan iltica başvurularının %73,2’si reddedilmiştir. Resmi statü elde edildikten sonra karşılaşılan bir diğer engel ise kayıt için istenen gerekli belgelerin (özellikle ikametgah belgesinin) temin edilememesidir. Bunların haricinde Fransızca’da yetkinliğini kanıtlayamayan çocuklar için öngörülen hazırlık sınıflarının yeterli sayıda bulunmaması da bir başka zorluktur. Ayrıca eğitim kanunen 16 yaşa kadar zorunlu olduğundan okulların 16-18 yaş aralığında100 KONAK
ki çocukları öğrenci olarak kabul etme yükümlülüğü yoktur. Bu da 16-18 yaş aralığındaki çocukların eğitim hakkını büyük ölçüde kısıtlamaktadır. OECD’nin göçmen ve göçmen olmayan çocuklarla ilgili okuma ve matematik performans verileri aşağıdaki tabloda görülebilir. Verilere bakıldığında Fransa’daki göçmenlerin bir alt soyu (ikinci jenerasyon) dahi göçmen olmayan çocuklar kadar başarı gösterememiştir. Bu da entegrasyon konusunda çalışmaların yeterli olmadığını göstermektedir. ALMANYA’DA GÖÇMENLERE UYGULANAN EĞİTİM POLİTİKALARI Almanya’da eğitim tüm çocuklar için zorunludur. Zorunlu eğitim 6 yaşını doldurduğu sonbahar başlar ve 18 yaşın sonuna kadar devam eder. Devlet okulları ücretsizdir. Ancak uygulanan eğitim eyaletlere göre değişir. Aynı zamanda engelli çocukların eğitimine de çok önem verilmektedir. Bu çocukların takibi yapılır ve mutlaka eğitim almaları sağlanır. Bütün bu olanaklar Almanya’da yaşamaya başlayan kişiler içindir. Berlin’de ilkokul eğitimi 6 yıl iken di-
ğer eyaletlerde 4 yıldır. Çoğunluk eve en yakın okulda eğitim görür. Bazı eyaletlerde velinin isteği doğrultusunda ilkokulun son sınıfından sonra çocuğun hangi ileri düzeydeki okula(ortaokul ve lise) gideceğine karar verilir. Bunun için ilkokulun öğretmenleri, geçiş tavsiyesi adı altında ebeveynlerle görüşür ve yönlendirmelerde bulunabilir. Almanya'da ortaokul ve lise düzeyinde okul sistemi çok çeşitlidir. DSH (Deutsche sprachprüfung für den Hochschulzugang) adı verilen sınav ile Almanya’da üniversite eğitimi almak isteyen yabancı öğrencilerin Almanca bilgilerinin yeterli olup olmadığı ölçülür. Göçmenler için ilk olarak okul kaydı için gerekli olan sağlık sigortasının yapılması gerekmektedir. Bu sigortaya sahip okul çağındaki çocuklar ilkokula doğrudan başlamakta ancak eyaletlerin farklı uygulamalarıyla dil kurslarına gidip uyum sağlaması gerektiği için bir çoğu öncelikli olarak dil eğitimi almaktadırlar. Bazı okullarda göçmenler için ayrı bir sınıf açılırken bazı okullarda diğer çocuklarla kaynaşmaları için herhangi bir ayrım olmadan aynı sınıfta eğitim verilmektedir. Sonraki süreç ülke vatandaşlarının eğitim süreci ile
aynı ölçüde devam etmektedir. Dil kursunun başarı ile geçilmesinin ardından farklılık söz konusu değildir. Ancak üniversite eğitimine devam etmek isteyenlerin zorunlu sağlık sigortalarını yaptırmaları gerekir. Hatta üniversite öğrenim süresince gerekli olan aidatı birkaç kere üst üste ödenmediği durumlarda üniversiteden kayıtları silinebilir. Liseden mezun olan öğrencilerin bir kısmı, isteği doğrultusunda mesleki eğitime aktarılır. En yaygın mesleki eğitim alanı otomotiv sektörüdür. Üniversiteye devam eden öğrenciler eğitim sonrasında da mesleki eğitim alabilir. Sabah ve akşam kursları açılır, kişilerin zamanlarına uygun olabilecek en müsait zamanlarda eğitim verilmektedir.
KAYNAKÇA 1.
France Statics, Asylum Information Database, http://www. asylumineurope.org/reports/country/france/statistics [E.T. 09.06.2018]
2.
16. Göç İstatistikleri, Geçici Koruma, 2018 http://www.goc.
publications/population-and-societies/the-populati-
gov.tr/icerik6/gecici-koruma_363_378_4713_icerik [E.T.
affichCode.do?cidTexte=LEGITEXT000006071191&date-
on-of-the-world-2017/ [E.T. 09.06.2018] Statics,
The
UN
Refugee
09.06.2018] Agen-
cy,
view#_ga=2.40206756.702559642.1528552640-
download/90015/699852/file/Guide-DA-en-France-versi-
1212011344.1528552640 [E.T. 09.06.2018]
http://popstats.unhcr.org/en/over-
statistique et des études économiques, 2016, https://www.
yond, OECD, 2015, http://www.oecd.org/education/Hel-
insee.fr/fr/statistiques/fichier/1906743/tef2016.pdf
ping-immigrant-students-to-succeed-at-school-and-be-
09.06.2018]
[E.T.
11. T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Temel Eğitim Genel Müdür-
Immigrant and Foreign Population, Institut national d'étu-
lüğü, Yabancılara Yönelik Eğitim-Öğretim Hizmetleri,
des démographiques, https://www.ined.fr/en/everything_
2014/21 Sayılı Genelge 12. Coşkun İ, Emin M N, “Türkiye’deki Suriyelilerin Eğitiminde Mevcut Durum”, Türkiye’deki Suriyelilerin Eğitiminde
Le livret d'information "Venir vivre en France", Ministère
Yol Haritası Fırsatlar Ve Zorluklar, SETA Yay., İstanbul
de l'Intérieur, https://www.immigration.interieur.gouv.fr/
2016,S.13-23
content/download/98443/772998/file/Livret_Venir-vivre-en-France_sept2016_TUR.pdf [E.T. 09.06.2018] Mainstreaming immigrant integration policy in France: education, employment, and social cohesion initiatives (Ed. Angéline Escafré-Dublet), Migration Policy Institute, 2014,
https://www.migrationpolicy.org/research/mains-
treaming-immigrant-integration-policy-france-educati-
17. Türkiye’deki Suriyeli Sayısı, 2018 http://multeciler.org.tr/ turkiyedeki-suriyeli-sayisi/ [E.T. 09.06.2018] 18. AFAD, Geçici Barınma Merkezleri Raporları, 2018 https:// www.afad.gov.tr/upload/Node/2374/files/21_05_2018_
10. Tableaux de l’économie française, Institut national de la
Helping immigrant students to succeed at school – and be-
immigrants-foreigners/ [E.T. 09.06.2018]
7.
Population
rieur, https://www.immigration.interieur.gouv.fr/content/
about_population/data/france/immigrants-foreigners/
6.
9.
Guide du demandeur d'asile en France, Ministère de l'Inté-
yond.pdf [E.T. 09.06.2018] 5.
Yay., Ankara 2015, s.93-113
nal d'études démographiques, https://www.ined.fr/en/
on-en-TURC.pdf [E.T. 09.06.2018] 4.
Uyumu Sorununda Kamu Yönetiminin Rolü, Umuttepe
Population&Societies (Ed. Gilles Pison), Institut natio-
Fransız Eğitim Kanunu, https://www.legifrance.gouv.fr/ Texte=20180608 [E.T. 09.06.2018]
3.
on-employment-and-social-cohesion[E.T.9.06.2018] 8.
13. Coşkun İ ve ark., Türkiye’de Göçmenlerin Eğitimi: Mevcut Durum ve Çözüm Önerileri, İLKE Yay., İstanbul 2018 14. Emin M N, Türkiye’deki Suriyeli Çocukların Eğitimi Temel Eğitim Politikaları, SETA Yay., İstanbul 2016 15. Özservet Y, “Göçmen Çocukların Şehre Uyumu ve Eğitim
Suriye_GBM_Bilgi_Notu.pdf [E.T. 09.06.2018] 19. Teyit, 2017 https://teyit.org/suriyeliler-universiteye-kosulsuz-sinavsiz-girebiliyor-iddiasi/ [E.T. 09.06.2018] 20. Cuesta B L, Education: Hope for newcomers in Europe/ Spain, 2018 21. Bonin H E, Analytical Report The Potential Economic Benefits of Education of Migrants in the EU, 2017 22. Uluslararası Bilim ve Eğitim Komisyonu, www.ubef.org.tr/ almanyada-egitim/ [E.T. 01.06.2018] 23. Deutsche Islam Konferenz, www.deutchsche-islam-konferenz.de/DIK/TR/Magazin/IslamSchule/BildungMLD/ builgund-mld-node.html [E.T. 01.06.2018] 24. Bundesamt Für Migration Und Flüchtlinge, www.bamf. de/TR/Willkommen/Bildung/Berufsausbildung/berufsausbuildung-node.html, [E.T.01.06.2018]
Politikası”, (Ed.Yakup Bulut), Uluslar arası Göç ve Mülteci
GÖÇ HAREKETLERİ 101
H
ayat Vakfı Ankara şubesi Göç Hareketleri Araştırmaları Koordinatörlüğü’nün ‘‘yakın tarih Anadolu’ya göç hareketleri’’ ile ilgili çalışmaları doğrultusunda düzenlenen “93 Harbi Sürgün Tarihi - Batum Gürcüleri & Ahıska Türkleri” konu başlıklı konferansımızda Gazi Üniversitesi öğretim görevlisi, “Bizim Ahıska Dergisi” editörü Yunus Zeyrek'i vakfımızda ağırladık. Yunus Zeyrek, konferansa harita incelemenin ve bölgeyi tanımanın önemini anlatarak başlamış, Acara ve Ahıska bölgeleri haritalarını detaylı bir şekilde inceleyerek şunları aktarmıştır:
Göç Konferansları
93 Harbi Sürgün Tarihi Batum Gürcüleri & Ahıska Türkleri Değerlendiren Maide Hazel YILDIRIM Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi
“Acara bölgesi Türkiye’nin kuzeydoğusundadır ve şu anki Gürcistan sınırları içerisinde yer almaktadır. Toprakları tarıma oldukça elverişlidir. Acaralılar, Kıpçak Türklerinin soyundan gelmekte olup Acara bölgesi folklor olarak Türkiye ve Ahıska bölgesinden farklı değildir. Kendilerine "Kartveli" denilen Gürcülerden uzaktır ve Türklere olan yakınlığı ile bilinmektedir; hatta Ahıska bölgesinden daha önce müslümanlığı kabul etmiştir.” Kendisinin bölgede çekmiş olduğu fotoğrafları paylaşarak; Acara'nın “müthiş coğrafyasını ve insanlarını” anlatmaya başlayan Zeyrek, Acara'nın kaderinden şöyle söz etmiştir: “Acara bölgesi Yavuz Sultan Selim zamanında Osmanlı egemenliğine geçmiş ve 1878 Berlin Konferansı'nda savaş tazminatı olarak Çarlık Rusyası' na bırakılmıştır. Acaralılar kaderlerini Anadolu halkından hiçbir zaman ayırmamış ve Osmanlı'nın yanından hiçbir zaman ayrılmamıştır. Haziran 1918'de yapılan halk oylamasıyla Acaralıların büyük çoğunluğu Osmanlı'ya katılma isteklerini göstermiş fakat başarılı olunamamıştır. Rusların bölge üzerinde uyguladıkları Hristiyanlaştırma faaliyetleri 1850'lerden bu yana hala devam etmekte ve Acaralı Müslümanların köylerine kiliseler inşa edilmektedir.” Konferansa Ahıska üzerine yazdığı kitapları bizlere kaynak göstererek devam etmiştir: “Ahıska'nın tarihi çok eskiye dayanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan daha önce burada Kıpçak boylarının olduğu tahmin edilmektedir. Fakat hem dünya basını hem Türk basını bu tarihi topraklarda yaşananlara sessiz kalmıştır. 1828'de Anadolu'ya göçler başlamış ama toprağından vazgeçmeyip zorlu şartlar altında hayata tutunmaya çalışan Ahıska Türkleri, 1944 yılında Stalin'in emriyle sürgüne mecbur edilmiş, Müslüman ve Türk nüfus o
102 KONAK
topraklardan sökülüp atılmıştır. Bu insanlar için göç hala sıcak bir kavramdır, hala devam etmektedir.” Son olarak Gürcistan’ın günümüz şartları ve Anadolu’ya devam eden göçlere değinen Zeyrek, Türkiye'de Ahıska Türkleri’ne yönelik çıkarılmış yasalar üzerinde durmuştur. Konferansımız konuşmacı Yunus Zeyrek’in bizlere hediye ettiği kitabını imzalamasıyla son bulmuştur.
Yunus Zeyrek, 1956 Posof doğumlu Türk edebiyatçı ve tarihçidir. Ankara Gazi Üniversitesinde öğretim görevlisi ve Bizim Ahıska dergisi (2004) editörüdür. 1979 yılında Kayseri-Pınarbaşı Lisesinde Edebiyat öğretmeni olarak göreve başladı. Millî Kültür, Divan, Doğuş ve Türk Edebiyatı gibi dergilerde şiirleri çıktı. 1988’de Türk kültür dersleri öğretmeni olarak Almanya’nın Münih şehrine gitti. Bu şehirde çıkan Türk gazetelerinde yazılar yazdı. Başta Münih olmak üzere birçok şehirde konferanslar verdi. 1994’te Türkiye’ye döndü. 2004 yılında Uluslararası Ahıska Türk Dernekleri Federasyonu Başkanlığına seçildi (2004-2007). Strasburg’da Avrupa Konseyi Parlamentosunda ilgili birimlerle görüştü ve Ahıska Türklerinin yaşamakta olduğu Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Rusya, Ukrayna ve ABD’de incelemeler yaptı. Bu konuyla ilgili birçok kitap ve makale yazdı, konferanslar verdi. 2011 yılı Ekim’inde Avrupa Konseyi Parlamentosunda Ahıska Türklerinin Hayatı konulu fotoğraf sergisi açtı. Bu sergi yurt içinde de birçok yerde açıldı. Çeşitli konularda 20’nin üstünde kitabı bulunan Zeyrek, evli ve üç çocuk babasıdır.
GÖÇ HAREKETLERİ 103
104 KONAK
EDEBİYAT Araştırmaları Koordinatörlüğü Edebiyatın bugününü anlamak için dününü tanımaya çalışan; bu amaç doğrultusunda geçmişteki ve günümüzdeki şair ve yazarları araştıran; bu şair ve yazarların eserleri üzerine okumalar yapan; yaptığı okumalar ışığında onların engin ve aşkın bilgilerinden faydalanarak kendi yüce manevi çizgisini bulmak için çabalayan; aynı zamanda bize miras kalan değerleri yaşatmak için çalışmalar yapan grupların yer aldığı koordinatörlüktür.
Etkinlik 1. Çalışma Grubu • Berceste Edebi Dönemler ve Şairleri • Lügaz Şiir Tahlili • Yolcu Yazarlık Atölyesi • Alegori • Lügat Çalışması • Masal Anlatıcılığı 2. Söyleşi • Nuri Pakdil Ziyareti
BERCESTE EDEBÎ ŞAFAK ARAYIŞI FECR-İ ATİ EDEBİYATI
FECR-İ ATİ DÖNEMİ EDEBİYATI DERLEMESİ Zeynep Önder * Zehra Tan 1 Afife Kübra Uğurlu 1 Hayrunisa Büke 1 Zeynep Baş 2 2
1 2
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
* İletişim: zeyneponder1997@gmail.com
106 KONAK
20. yüzyılın başında, Servet-i Fünun topluluğunun dağılmasından sonra edebiyat ortamı durgun bir döneme girmiştir. 1908’de İttihat ve Terakki mensupları Meşrutiyet’i ilan ettiklerini açıklamış ve bunun üzerine II. Abdülhamit Kanuni Esasi’yi yeniden yürürlüğe koymuştur. 1909’da 31 Mart Vakası’ndan sonra İttihat ve Terakki, yönetimi tamamen ele geçirmiş ve II. Abdülhamit tahttan indirilmiştir. II. Abdülhamit döneminde, özellikle son yıllarda sansürden ve siyasi sebeplerden dolayı basın yayın faaliyetleri İstanbul dışındaki kentlerde sürdürülmüştür. II. Meşrutiyet’in ilan edilmesiyle tekrar İstanbul’a kayan bu faaliyetler yeni oluşumlara zemin hazırlamıştır. Bu oluşumlardan biri de 20. yüzyıl Türk edebiyatının ilk topluluğu olan Fecr-i Ati’dir. Fecr-i Ati, edebiyatımızda bildiri yayımlayarak ortaya çıkan ilk edebi topluluk olma özelliğini taşır. Meşrutiyet’in ilanından sonra basına uygulanan sansürün azalması sonucu gazete ve dergilerin sayısının artması, 1908’den sonra yeniden toplanmaya çalışan Edebiyat-ı Cedide’nin yerine geçme isteği, bir birlik oluşturarak seslerini duyurabilme ve daha geniş kitlelere hitap edebilme arzusu, her şeyden önemlisi edebiyatta yeni bir devir başlatabilme düşüncesi gibi etkenler bu topluluğun oluşum nedenleridir. Şahabettin Süleyman ve Müfit Ratib’in dönemin genç
şair ve yazarlarını ortak ilkeler etrafında birleştirme gayretleri doğrultusunda Hilal matbaasının bir odasında yaptıkları toplantıda Fecr-i Ati’nin oluşum temellerini atmışlardır. Faik Ali’nin önerdiği “Geleceğin Şafağı” anlamına gelen “Fecr-i Ati” ismi kabul edilmiştir ve topluluğun sloganının “Sanat şahsi ve muhteremdir.” olması kararlaştırılmıştır. İlk toplantıdan on ay sonra “Fecr-i Ati Encümen-i Edebisi Beyannamesi” Servet-i Fünun’da yayımlanmıştır. Bu bildiride bir milletin gelişmesinde sanat ve edebiyatın oynadığı rolden söz edilmiştir. Beyannamede ayrıca edebiyat ve sanatın gelişmesine yaptıkları katkılardan dolayı Servet-i Fünunculara minnettar olduklarını ifade etmişlerdir. Bildiride yayın organlarının Servet-i Fünun olduğunu da vurgulamışlardır. Fecr-i Aticiler Servet-i Fünun takipçisi olmadıklarını belirtmelerine rağmen üslup, dil ve sanat anlayışları yönünden Servet-i Fünun’un devamı niteliğindedir. Topluluk olarak dönemlerindeki siyasi ve sosyal çalkantılar yüzünden fazla bir etkinlik gösterememiş olan Fecr-i Ati; daha sonra Ahmet Haşim, Fuat Köprülü, Yakup Kadri, Refik Halit, Celal Sahir, Ali Canip gibi edebiyatımızda ün yapmış kişileri kısa süre de olsa bir araya getiren bir topluluk olması yönüyle önemlidir. II. Meşrutiyet ortamında Batı’daki akımlara özenerek oluşmuş bu topluluk 1909-1911 yılları arasında faaliyet göstermiştir. Balkan Savaşlarının başlaması topluluğun ilkelerini hayata geçirememesine neden olmuştur. Savaş yıllarında “Sanat şahsi ve muhteremdir.” anlayışı tutunamamış ve topluluğun dağılmasına neden olmuştur. AHMET HAŞİM “Şairlerin en garibi” Ahmet Haşim 1887 yılında Bağdat’ta doğmuştur. Hem anne hem de baba tarafından kıymetli din adamları yetişmiş olup soylu bir aileden gelmektedir. Çok sevdiği annesi, Haşim sekiz yaşındayken vefat edince babasıyla İstanbul’a gelmiştir. İstanbul’a gelince Galatasaray Sultanisi’ne yatılı olarak girmiştir. Mezun olunca bazı memurluk görevlerinde bulunmuş, bir süre de Fransızca ve edebiyat muallimliği yapmıştır. I. Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılmış ve Çanakkale Savaşı’nda bulunmuştur. İki defa Paris’e gitme imkânı bulan Haşim, 1933’te İstanbul’da vefat etmiştir. Haşim, on yaşına kadar hep Arapça konuşulan çevrelerde yaşamıştır ve İstanbul’a ilk geldiğinde Türkçeyi iyi bilmemektedir. Okulda öğrenciler onunla “Arap Haşim” diye dalga geçmiş, çevresindeki her şey çocukluğunda gördüğünden farklı olduğundan içine kapanmıştır. Sanat ve edebiyatla ilgilenmeye de yine Galatasaray’daki öğrencilik yıllarında başlamıştır ve bunda edebiyat muallimleri olan Tevfik Fikret ve Ahmet Hikmet Müftüoğlu’nun etkisi büyüktür.
Ahmet Hikmet’in ona “şair” diye seslenmesiyle Haşim, adeta tutunacak bir dal bulmuştur. Ancak edebiyatı içe dönüktür. Haşim’in ilk bilinen manzumesi Hayal-i Aşkım ismiyle 1901’de Mecmua-i Edebiyye’de neşredilmiştir. Eserlerinin sayısının toplamı yaklaşık doksan beş civarında olup Haşim için verimsiz olmaktan ziyade, titiz ve saf şiirin peşinde olduğunu söylemek mümkündür. Türk şiirinde saf şiir görüşünün ilk büyük temsilcisidir. Haşim’in şiirlerini üç dönemde ele almak mümkündür. Bunlar, gençlik, kendini bulma ve olgunluk olarak adlandırılabilir. (Şair bir ressam kadar duyarlı olduğundan şiirlerinde renkleri oldukça ince işlemiştir.) Bu dönemler sırasıyla sarı, kara ve kırmızı renkleriyle temsil edilebilir. Şair, şiirinin ilk dönemlerinde Servet-i Fünunculardan etkilenmiştir. Yani Muallim Naci, Abdülhak Hamit ve daha çok da Fikret ve Cenab’ın etkileri görülmektedir. Gençlik dönemine ait olan 1908-1909 yıllarında neşrettiği Şi’r-i Kamer’lerde şahsiyeti ve orijinalliği belirmeye başlar. Bu şiirlerinde Bağdat’ta geçen çocukluğuna ait hatıralar izlenmektedir. Sonraki şiirlerinde ise platonik bir aşkla karışacak olan derin anne sevgisi, güneşten kaçıp çöle hayat veren geceye sığınma, hastalık, ölüm gibi temaları işlemiştir. Erken yaşta kaybettiği annesini ve çocukluk anılarını dizeleştirmiştir. Sembolizmden etkilenmiş ve şiirlerinde erişilmez ütopyalar kurmuştur. Bu ütopyalarda geçmişe özlem görülür. Bunun nedeni annesini küçük yaşta kaybetmesi ve annesiyle yaşadığı zamanları her daim hasretle yad etmesidir. Haşim’in “O” ve “O Belde” şiirleri kadın motifi, otobiyografik veriler ve imgeler kullandığı şiirlerine örnektir. Haşim’in ideal ülkesi, çocukluğunda yaşadığı anıların idealize edilmiş bir şeklidir. Ancak şair karamsardır ve O Belde’ye asla erişemeyeceğine inanmaktadır. “Uzak Ve mai gölgeli bir beldeden cüda kalarak Bu nefy-ü hicre müebbed, bu yerde mahkûmuz.” Yine Gurebahane-i Laklakan’da: “Geçmişe ait biçimlere fazla düşkünlüğün şu ahlaki kötülüğü vardır ki yaşayanları hayatlarından tad almaz bir duruma getirdikten başka, gelecekten de ümidini keser. Arkaya baka baka yere yuvarlanmaksızın istenilen yönde kaç adım gidilebilir?” demiştir. Sembolizmin etkisi altında kaldığından şiirleri netlikleri silinmiş, gölgelenmiş, karartılmış tablolar gibidir. Kendini bulma döneminde Haşim, zamanla annesine ve çocukluğuna dair anılarından uzaklaşmış, akşam duygularına yönelmiştir. Olgunluk döneminde ise Servet-i Fünun EDEBİYAT 107
etkisi belirgin bir biçimde azalmıştır. Haşim, Edebiyat-ı Cedide’nin devrini doldurduğunu ve yeni duyguları dile getirmeye yeterli olmadığını belirtmiştir. Dili oldukça sadeleşmiş ve Batı şiiri ile Divan şiirini birbirine yedirip Türkçenin kalıplarına döktüğü söylenebilir. Haşim’in dili ilk şiirlerinden son şiirlerine doğru sürekli arınmış, Türkçeleşmiştir.
dili konuşma dili olmayıp bütünüyle kendine özgü yapay bir dil kurmuştur.
Haşim hayatta istediği statüyü elde edemediği ve Araplığından dolayı dışlandığı için bazı mektup ve yazılarında bundan yakınmıştır. Yakınması bazen işsiz kalması, bazense iş bulduğunda layık işi yapamaması yönündedir. Aslında her şeyin en iyisini isteyen ve yetinmeyen bir mizaca sahiptir. Bunun sebebi aristokrat bir aileye mensup olması olarak düşünülebilir. Öfkesini dışa vuramaması nevrotik davranışlar göstermesine neden olmuştur. Kendisini çok çirkin bulmuştur. Öyle ki bazı geceler çirkinliğini düşünmekten gözüne uyku girmediği olmuştur. “Başım” şiirinde bu olumsuz duyguları görülebilir.
Şiirleri metaforların, ütopyaların arkasına saklanırken; düz yazıları anlatılmak istenileni tüm ayrıntılarıyla anlatır. Şiirlerinde konudan ziyade üsluba önem vermiş, aruz ölçüsünü kullanmıştır. Haşim’in nesirleri ise şiirlerinden farklı olarak açık, berrak, daha sade hatta nükteli bir ifade ile yazılmıştır. Yani düz yazıları mantıklı ve düşünceye dayalıdır. Fıkralar, edebi tenkitler ve seyahat notları her daim beğenilmiştir.
Bir şiirinin tenkit edilmesi üzerine Şiirde Mana ve Vuzuh adlı yazısını yazmış ve daha sonra bu yazıyı “Şiir Hakkında Bazı Mülahazalar” adıyla Piyale’nin başında yayımlamıştır. Bu yazıyla şiir hakkındaki görüşlerini açıklamıştır: “Şiir lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın ortaklaşa bir dildir.” Haşim kelime değişiklikleri ve ahenk endişeleri arasında mana kararırsa ruhun onu ahengin lezzetiyle telafi edeceğini savunmuştur. Şiirde mana ve anlaşılabilirlik aranmayacağını, şiirin didaktik, fikri ve belâgatçı değil, resullerin sözleri gibi çeşitli yorumlara müsait bir ifade sanatı olması gerektiğini ileri sürmüştür. Herkesin anlayabileceği şiirleri aşağı seviyede şairlerin işi olarak görmüştür. Yine Haşim’e göre; şairler insanlar arasında ruhani ve mutasavvıf zümresini teşkil etmekte, günlük dil ancak kudsî bir süzgeçten geçerek şiir haline gelebilmektedir. Sonuç olarak
108 KONAK
Haşim’e göre evren büyük bir düzen değil, sanatçı coşkunluğu içinde yaratılıvermiş bir karışımdır. Bu konuyla ilgili şu sözleri oldukça dikkat çekicidir: “Gelin kâinatı izah ve tefsire çalışacağımıza, onun zevkini sürmesinin bilelim.”
Modern (çağdaş) Türk şiirinin kurucularından kabul edilen Ahmet Haşim’in şiirleri, Göl Saatleri ve Piyale adlı iki kitapta yayımlanmıştır. Nesirleri ise Bize Göre, Gurabâhâne-i Laklahan ve Frankfurt Seyahatnamesi adlı kitaplarda toplanmıştır. Ahmet Haşim Osmanlı Devleti’nin yıkılışı, Çanakkale Zaferi, Kurtuluş Savaşı gibi insan duygularını etkileyecek ve harekete geçirecek büyük olayları bizzat yaşadığı halde bunlardan şiir ve yazılarında bahsetmemiştir. Bundan dolayı topluma sırtını çevirmekle suçlanmıştır. Hatta bazılarına göre Haşim, son devir edebiyatımızın cemiyet meseleleri ile en ilgisiz şairidir. Ancak düz yazılarında din ve ulusa bağlılık gibi duygular bulunmamakla beraber Haşim; yine de çağını sorgulamış, toplumla ilgilenmiş ve ona karşı mantıklı, uygarlıkçı ve ilerlemeci bir yaklaşım sergilemiştir. Haşim yazılarında dünyayı güçlü bir şekilde duyumsamış ve izlenimlerini yazılarına aktarmıştır. Yakup Kadri bu durumu Haşim’in sıradan bir insandan daha fazla duyuya sahip olduğunu söyleyerek yorumlamıştır.
Yaşam anne dilinden anadiline doğru bir yolculuktur. İnsanlar anne dillerinin içine doğar ama sevgililerinin dili içinde yaşarlar. Haşim, sevgili dili Türkçenin hem söyleyiş imkanlarını hem imge evrenini geliştirmiştir. Kapalı şiir yazmakla ya da toplumla ilgilenmemekle suçlansa da Ahmet Haşim mısralarıyla zihnimizde yer etmeyi ve eserleriyle günümüze kadar yaşamayı başarmıştır. MERDİVEN Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak, Ve bir zaman bakacaksın semâya ağlayarak... Sular sarardı... yüzün perde perde solmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta... Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller; Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller, Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer? Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta, Kızıl havâları seyret ki akşam olmakta... TAHSİN NAHİD Fecr-i Ati topluluğu içinde yer alan Tahsin Nahid, 1887 yılında İstanbul' da doğmuştur. Oldukça genç sayılabilecek bir yaşta önce boğazından hastalanmış, sonra da zatürreye yakalanarak 1919 yılında vefat etmiştir. Babası Gülhane Askeri Rüştiyesi öğretmenlerinden Yarbay Asaf Bey' dir. Eğitim ve öğretimini Soğuk Çeşme Askeri Rüştiyesi, Galatasaray Sultanisi ve Hukuk Mektebi gibi okullarda sürdürmüştür. Ancak Galatasaray Sultanisi ve Hukuk Mektebini bitiremeden yarıda bırakıp ayrılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sıralarında İaşe Müfettişliği görevinde bulunmuş olsa da memuriyette fazla kalmamıştır. Varlıklı bir aileye mensup olduğundan kendisini bütünüyle edebiyat çalışmalarına vermiştir. Okul yıllarında kuvvetli pazuları ve güçlü yapısıyla dikkat çeken Tahsin Nahid, bisiklete binmek ve futbolda oldukça başarılı olmuştur. Fiziksel olarak sportmen bir yapısı olsa da ruhen hassas, zarif, saf ve masum bir karaktere sahiptir. Fedakâr ve arkadaş canlısı yapısıyla, efendiliği ve iyi niyetiyle belirgin bir kişiliktir. Tahsin Nahid' in şiirlerinde romantikliği, sevme ve sevilme konusundaki heyecanı göze çarpmaktadır. Her türlü olayın onun hassas ruhunda derin etkilere sebep olması ve kalbinin titreyişlerinin oldukça kabarık oluşu şiirlerine de
yansımıştır. Aynı zamanda hayatında ve sanatçı duyarlığında Büyükada önemli bir yer tutmuştur. Edebiyatımızda ikinci Büyükada şairi olarak geçer. İlk şiirleri Tahsin Nahide adıyla 1905 yılında Selanik'te Çocuk Bahçesi dergisinde yayımlanmıştır. Bunlar arasında Fener, Küçüklere Bayram Hediyesi, Gecelerin İlhamı, Sabah-ı Bahar ve Takdir-i Perişan gibi şiirleri bulunmaktadır. Son şiirleri 1918 yılında Tahmis-i Gazel-i Yahya Kemal adıyla Şair dergisi ve 1919 yılında Tahmis-i Gazel-i Cenab-ı Nedim adıyla da Şair Nedim dergisinde yayımlanmıştır. Tahsin Nahid edebi kişiliğini oluştururken bazı Fransız sanatçıların ve Türk edebiyatçıların etkisi altında kalmıştır. Hatta bazı şiirlerinin arasında birtakım Fransız şairlerden alıntılar yapmıştır. Örneğin Aşk adlı bölümde Andre Chenier'den iki dize, Dua-yı Ramazan şiirinin başında Lamartine' den üç dize, Serab-ı Müstakbel adlı bölümün başında Edmont Rostand'dan dört dize alarak bu şairlere duyduğu saygı ve hayranlığı göstermiştir. Fuzuli, Nedim, Tevfik Fikret ve Yahya Kemal gibi şairlerden de etkilenmiş olup en çok Ahmet Haşim etkisinde kalmıştır. “Şiir” ve “İdeal” adlı şiirlerinde genel olarak soyut anlamda şiir kavramı ve şair kimliği hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmuştur. Ona göre şiir, zavallı bir hülya ve adeta sevimli bir rüyadır; kadınla özdeşleşmiş, salt kadınsı bir duygusallıktır. Hatta bazı şiirler öyle ağlatıcıdır ki büsbütün veremli birer sevdadır. Dolayısıyla şiire sosyal ve felsefi bir boyut hemen hemen hiç yüklememiştir. Bu da hiç şüphesiz içinde bulunduğu Fecr-i Ati topluluğunun “Sanat şahsi ve muhteremdir.“ ilkesinin bir sonucudur. Tahsin Nahid şiirlerinin hemen hemen hepsinde aruz ölçüsü kullanmış olup yalnızca “Koşma” adlı şiirini hece vezniyle yazmıştır. Şiirlerinde genellikle göz için kafiyeye uymakla birlikte bazen kulak için kafiyeye de uymuştur. “Ben” adlı şiirinden: Yine bu devre-i ömründe başlayıp sevda Teheyyücat-ı nümayandı ruh-ı safımda Neler neler?! O zaman sevgilimle ülfet için Serin ziyaları altında bir gecenin gibi beyitleri buna örnektir. Klasik nazım biçimlerinden genellikle mesnevi tarzı nazım biçimini tercih etmiş, aynı zamanda beşli kurulan nazım biçimlerinden “tahmis”i de kullanmıştır. Örneğin Nedim'in “Gibi“ redifli bir gazelini, Yahya Kemal'in “Hamid'e Gazel” ve “Mahurdan Gazel” ini tahmis etmiştir. Batı kaynaklı nazım biçimlerinden en çok İtalyan edebiyatında ortaya çıkıp oradan Fransız edebiyatına geçen “sone” nazım biçimini kullanmıştır. EDEBİYAT 109
Fecr-i Ati Beyannamesi 110 KONAK
EMİN BÜLENT SERDAROĞLU “En az ümid olunan yerde en kavidir ümid!.. (Hacer ve İsmail) Asıl adı Mehmet Emin Bülent’tir. 1886 yılında Halep’te doğmuştur. Asker kökenli ve nüfuzlu bir aileye sahiptir. İlk ve orta öğreniminin ardından Galatasaray Sultanisi’ne gitmiştir. Burada öğrenci olduğu yıllarda, Ali Sami Yen ve Emin Bülent’in de aralarında bulunduğu bir grup öğrenci, Galatasaray Futbol Kulübü’nü kurmuştur. Emin Bülent bu takımın ilk Türk kaptanı ve sol açık forvet oyuncusudur. Balkan Savaşı’nın başladığı günlerde hükümet asker toplamaya başlamıştır. Emin Bülent de askere çağrılmıştır. Son derece milliyetçi ve cesur birisidir. İlerleyen yıllarda memurluk yapmaya başlamıştır. I. Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından, Osmanlı’nın savaşa katılmasını hiç istememesine rağmen, yedek süvari subayı olarak Çanakkale ve Suriye cephelerinde savaşmıştır. Hayatının geri kalanında çeşitli kurumlarda memurluk yapmıştır. 29 Kasım 1942’de “Lüleburgaz, Lüleburgaz… Harbediyoruz!” diyerek son nefesini vermiştir.
Son iki mısra o dönemde çok ses getirmiş, çeşitli eserlerde de bu mısralara yer verilmiştir. Kin şiiri Emin Bülent’e “Döneminin Namık Kemal’i” kimliğini kazandırmıştır. Tevfik Fikret, Kin şiirini okuduktan sonra “Artık rahat ölebilirim. Şiirde bir halefim yetişti.” demiştir. Fecr-i Ati üyeleri ağır bir dille yazdıkları gerekçesiyle sürekli Genç Kalemler’in eleştirilerine maruz kalmıştır. Kin şiirinin ardından Genç Kalemler’i temsilen İstanbul’a gelen kişiler, Emin Bülent’e “Genç Kalemler’den Kin Şairine” yazılı bir altın saat ve kordon hediye etmişlerdir. Sosyal ve milli konularda da eser vermesi yönüyle Fecr-i Ati’den ayrılır. “Fecr-i Ati topluluğuna hâkim olan sanat için sanat estetiğinin putlaştırıcı havasından zamanla ayrılarak milli-destani temalara yer vermiştir.” (Ahmet Kabaklı) Kin, Hisarlara Karşı, Arslan’ın Ölümü, İstanbul, Bir Destan’dan, Hatay’a Selam, Dev Şarkısı gibi şiirleri Emin Bülent’in milli edebiyat çizgisine kaydığının bir göstergesidir.
Galatasaray Sultanisi’ne başladığı yıllar, Servet-i Fünun’un son yıllarıdır. Önceleri hep Fransızca eğitim veren kurumun, Ali Suavi önderliğinde Türkçeleştirilmeye çalışıldığı yıllardır.
Emin Bülent’in sürekli şiirle uğraşmaması dönemindeki herkesin dikkatini çekmiştir. Vala Nurettin kendisine bir mektup yazarak neden yeni eserler vermediğini sormuştur. Emin Bülent, ilham rüzgârlarının çok yüksekten esen hava cereyanlarına benzediğini, kendisinin artık ayakları toprağa değen basit hayatlı bir insan haline geldiğini, alnına o kutsi rüzgârın değmediğini söylemiştir.
Önemli şair ve yazarlar burada hocalık yapmaya başlamışlardır. Emin Bülent, böyle bir ortamda edebiyata ilgi duymaya başlamıştır. İlk okuduğu eserler ünlü Fransız edebiyatçılara aittir. Türk edebiyatından ise Fuzuli’ye ve Tevfik Fikret’e hayrandır. Sultani’den mezun olduktan sonra da Emin Bülent’in şiirleri öğrenciler arasında dilden dile dolaşmaya devam etmiştir.
Edebiyatçılar hakkında çalışma yapan birisi Emin Bülent’ten de sanat gayelerini anlatmasını istemiştir. Emin Bülent şöyle karşılık vermiştir: “Geçmişimizde birkaç şiir yazmak günahını işlemiş isek, bu demek değildir ki ömrümüz oldukça bunun hesabını verip azabını çekeceğiz. İşin mi yok Allah aşkına!” Hakkı Süha’ya göre Emin Bülent’in şiiri günah olarak görmesinin iki sebebi olabilir:
“Onun ismi ve şiirleri, Galatasaray Lisesi’nde Tevfik Fikret’in müdürlüğü zamanında hiçbirimizin dilinden düşmezdi. Bütün talebe, bu ağabeyimizin yüzünü görmeden dehasına hayrandık.” (Halid Fahri Ozansoy)
1. Kendini yaratıcı bir adam saymıyor ve böyle kısır bir varlıkla şairliğini uzlaştıramıyor. 2. Şiirin son yıllarda düştüğü çukuru işaret ederek bu düşüşten kendi varlığını korumaya çalışıyor.
Emin Bülent’in özellikle bireysel şiirlerinde Tevfik Fikret’in etkisi görülmektedir. Hamasi şiirlerinde ise daha çok Namık Kemal’den etkilenmiştir. Asıl ünlenmesini sağlayan ise Girit Müslümanlarına ithaf ettiği “Kin” şiiridir. Girit’in Yunanistan’a bağlanmasından derinden etkilenen Emin Bülent, Victor Hugo’nun Mavi Gözlü Yunan Çocuğu şiirini okuduktan sonra bu şiiri yazmaya başlamıştır.
Edebiyat anlamında genellikle şiirle uğraşmıştır. Günümüze ulaşan yirmi beş şiiri vardır. Bunların hepsini aruz ölçüsü ile yazmıştır. Şiirlerinde vatan sevgisi, Türklük, karamsarlık, yalnızlık, ölüm, aşk, sanat gibi temaları işlemiştir. Bunlar dışında Bahar Mehtabı isimli bir düz yazısı vardır.
“Dağlar lisana gelse de anlatsa hepsini, Binlerce can dirilse de nakletse geçmişi, Garbın cebin-i zalimi affetmedim seni Türküm ve düşmanım sana kalsam da bir kişi.”
“Ey Nedim’in ruhu, ey kalb-i Fuzuli kande siz? Server-i daruledeb, sertac-ı tilmizan menem. Nur alır kilk-i bülendnameden ezhar-ı deha Feyz-i inşadiyle yekta şair-i devran menem!” (Fahriye) EDEBİYAT 111
“Nerdesiniz ey Nedim’in ruhu, ey Fuzuli’nin kalbi? Edep yurdunun efendisi, öğrencilerin baş tacı benim. Bülendnamenin kaleminden nur alır dehanın çiçekleri Şiir okuma ilmi ile eşsiz, devrin şairi benim!” CELAL SAHİR EROZAN “Aşk ve kadın şairi” Celal Sahir, 1883’te İstanbul’da doğmuştur. Daha çocuk yaşta, şair olan annesinin etkisiyle şiire merak salmıştır. Güzel şiir okuma yeteneği ile okul merasimlerinde ön plana çıkmış hatta II. Abdülhamid’in huzurunda okuduğu bir şiir ile liyakat nişanı ve nakdi mükafat kazanmıştır. Vefa İdadisi’ni bitirdikten sonra Mekteb-i Hukuk’a başlamış fakat mezun olamamıştır. Fransızca, edebiyat ve kitabet dersleri vermiştir. Ayrıca ticaretle ilgilenmiştir. 1928-1935 yılları arasında Atatürk’ün isteğiyle Zonguldak mebusluğu yapmıştır. Harf İnkılabı Komisyonu üyelerinden ve Türk Dil Kurumu’nun kurucularından biridir. 1935’te kansere yakalanması sonucunda evinde hayata gözlerini yummuştur. 112 KONAK
Celal Sahir, ilk şiirini on dört yaşında, annesine yazmıştır. Sonrasında Ahmed Celal, Hikmet Celal, Velhan mahlaslarıyla yazdığı şiirleri dönemin önemli dergilerinde yayımlanmaya başlamıştır. On altı yaşında Servet-i Fünun topluluğuna katılmıştır. Böylece topluluğun en genç üyesi olarak edebiyat sayfalarında yer bulmuştur. Fecr-i ti’nin kurucularından biri olmuş daha sonra da Milli Edebiyat hareketine katılmıştır. Katıldığı hareketlere göre düşünceleri değişmiştir ama şiir hakkında bazı sabit fikirleri vardır. Bunlar: şiirde düşünceyi reddetme ve “Sanat, sanat içindir.” fikrine bağlı kalmaktır. Şiirde temel kaygısı güzelliktir ve buna uygun en güzel konu olarak aşkı görmüş olup en çok kullandığı temalar aşk ve kadın olmuştur: “Bütün hayatımı onlar verir de ben yaşarım, Kadınlar olmasaydı öksüz kalırdı eş’arım…” Romantizm akımından etkilenmiş ve şiirlerinde doğaya yer vermiştir. Özellikle Servet-i Fünun döneminin etkisiyle çağın hastalığı olan karamsarlıktan nasibini almış, gerçeklerden kaçma eğilimi göstermiştir. Onun için gerçeklerle karşılaşmak hayallerin sonu demektir:
Tecessüm eyleyerek ufk-ı iştiyakımda Beni esir ediyor hüsnüne bu alem-i şuh, Seninle istiyorum orda, hem-emel, hem-ruh, Tahassüsat-ı muhabbetle mest ü müstağrak Biraz sa'adet-i sevdayı anlamak, duymak. Fakat ben aldanıyorken bu tatlı hülyaya Bir an içinde gelip eyliyor harab efsus Bütün bu alem-i envarı bir yed-i menhus... Hiç şüphesiz Celal Sahir’in en önemli özelliklerinden biri, dilde sadeleşmeyi ve aruz yerine hece ölçüsünün kullanımını diğer şairlerden önce savunmasıdır. Bu konuda Servet-i Fünun dergisinde “Lisanımız” başlığı altında üç makale yayımlamıştır. Bu makalelerde genel olarak iki görüşün süregeldiğinden bahsetmiştir. Bunlar dilimize güzellik katan Arabi ve Farisi kelimelerin atılamayacağı ve düşüncelerimizi ifade etmemizde gerekli olmayan kısımların, özellikle terkiplerin atılmasıdır. Celal Sahir ise lisanın zaten sadeleşmekte olduğuna, “Bundan sonra lisanımıza girecek yeni bir kelime ancak kat’i bir ihtiyaç üzerine girebilmelidir…” diyerek de asıl
dikkat etmemiz gerekenin bundan sonrası olduğuna dikkat çekmiştir. Dilin bir anda değiştirilemeyeceğini bunun ilmen mantıksız olduğunu ama dilde sadeleşmenin elzem bir konu olduğunu söylemiştir. Milli Edebiyat ile sosyal konularda da şiirler yazmaya başlamıştır. Genellikle eskiden olduğu gibi duygusal ve romantiktir, fakat daha sert bir üslupla yazdığı şiirleri de vardır: Kafkas'ın dağları bembeyaz olmuş; Yollara bekleşen insanlar dolmuş; Hepsinin canında yurdun hicranı, Hepsinin gözünün baharı solmuş... Dönersem onları kavuşturmadan, Beni de ayırsın senden Yaradan! Bunları yapmazsan öl, fakat dönme! Sevginin güneşi! Bat; fakat sönme! Şiirlerini sırasıyla Kardeş Sesi, Beyaz Gölgeler, Buhran ve Siyah Kitap adlı kitaplarında toplamıştır. Ayrıca İstanbul İçin Mebus Namzedlerim adlı, mütarekeyi haklı görenleri eleştirdiği manzum bir eseri de vardır.
KAYNAKÇA 1. Emiroğlu Ö. Türkiye'de Edebiyat Toplulukları. Ankara: Akçağ Yayınları; 2016. 2. Okay O. Ahmed Haşim. TDV İslam Ansiklopedisi. 3. Fuat M. Ahmed Haşim. İzdiham Dergisi. 20 Aralık 2016. 4. Haşim A. Seçme Şiirler ve Yazılar. İstanbul: Kapı Yayınları; 2013 5. Haşim A. Paris, Frankfurt…yahut Hiç!. İstanbul: Notos Yayınları; 2008
6. Öztürk N. Ahmet Haşim'in İmge ve Ütopya Dünyası. Artuklu İnsan ve Toplum Bilim Dergisi. 2016; 1 (1): 1-12.
9. Çetin N. Tahsin Nahit ve Şiirleri
7. Yumuşak FC. Ahmet Haşim's Word of Poetry and Some Notes On His Poets' Sources, The Journal of International Social Research. 2012; Volume 5/23 Fall: 108-113.
11. Okay O. Celâl Sahir Erozan. TDV İslam Ansiklopedisi, 1993; 7: 245-246.
10. Apaydın M. Celal Sahir'in Şiiri. Ç.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi 1 (2), 1987: 6171.
12. Karaca N. Celal Sahir Erozan. Cumhuriyet Kitap, 526: 14-15.
8. Budak A. Ahmed Haşim. Din Duygusu ve Huzursuz Hayaller. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 2013; 38
EDEBİYAT 113
Abdülhak Hâmid Tarhan KENDİ TEZATLIĞINI ANLAMAYA ÇALIŞAN ŞAİR: ABDULHAK HAMİD HAYATI
LÜGAZ ÇALIŞMA GRUBU Zehra ORUÇ * Esma SAYIN 3 Betül Şeyma Karaköse 1
2
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi 3 Ankara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi 1
2
* İletişim: zehraoruc43@gmail.com
114 KONAK
Abdülhak Hâmid 2 Ocak 1852’de Bebek’te dedesi Abdülhak Molla’nın Hekimbaşı Yalısı’nda doğmuştur. Abdülhak Hâmid, doğuştan şanslı bir insandır; çünkü ilim, mevki ve paraca zengin bir aileden gelmektedir. Hâmid’in çoğu eserinde görülen “yüksektekilerin hayatını vermek kaygısı”nın bu yaşantıyla alakalı olduğu düşünülmektedir. Hâmid disiplinli bir öğrenim ve eğitim almamıştır. Beş yaşındayken Bebek’te Köşk Kapısı’ndaki mahalle mektebinden “Beni bilmem ne için bir mahalle çocuğu gibi, bir mahalle mektebine göndermişlerdi.” diye sızlanmış; mektebe gitsin diye alınan midillinin hatırı için mektebe birkaç ay devam etmiş, sıkılınca vazgeçmiştir. Hâmid, Lahey elçisiyken bile vazgeçmediği kurşun asker sevdasını bu dönemde, okuldan kaçıp ağabeyi Nasuhi Bey’in yanına gittiği zamanlarda kazanmıştır. Daha sonra Hisar Rüştiyesi’ne devam etmiş ve bu arada Evliya Hoca, Bahaeddin Efendi ve Hoca Tahsin Efendi’den dersler almıştır.
Abdülhak Hâmid, 1865 yazında Tahran büyükelçiliğine atanan babasının yanında İran’a gider. Yanlarında Bahaeddin Efendi de vardır. Burada ondan Arapça, Dâniş Efendi’den Fransızca dersleri alır. Bunların dışında sefaretin kâtiplerinden Mirza Hasan Şevket’ten de Farsça öğrenmeye başlar. Hâmid burada, İran edebiyatını kendi muhitinde tanıma fırsatı bulmuş; kuvvetli dil ve edebiyat kazançları sağlamıştır. Hâmid, Ocak 1866’da yani bir yıl sonra ise babasını kaybeder. Ölüm haberini aldığı sırada bir eğlencede olması ve neşe ile kederi aynı anda tatmış olması Hâmid’i daha çok sarsar. Eserlerini oluşturan tezatlı düşünüş onun hayatında karşısına çıkmış olan kişi ve durumlarla yakından ilgilidir. Hâmid bu halinden ancak babasının naaşının Şah Abdülazim Türbesi yakınına defnedildiği sırada atılan topları duyunca kurtulmuş ve ağlamaya başlamıştır. Babasının ölümünden sonra altı-yedi ay kadar daha Tahran’da kalan Abdülhak Hâmid memuriyet hayatına İstanbul’da Maliye ile Şûrâ-yı Devlet Mektubî Kalemlerinde devam etmiştir. Mektubî kalemlerinin, Hâmid’in Ebüzziya Tevfik, Samipaşazade Sezai ve Baha Bey gibi devrin edebiyatçılarıyla arkadaşlık etmesini sağladığı için birer okul yerine geçtiği söylenebilir. Burada Ethem Paşa’nın oğlu Kadri Bey’den “Hüsn ü Aşk”ı ve Sezai Bey’in babası Sami Paşa’nın çocukları arasına katılarak “Hafız Divânı”nı okumuş ve İran edebiyatındaki kültürünü artırmıştır. Hâmid daha sonra Recaizade Ekrem’le 1873’te ilk eseri Macera-yı Aşk’ı bastırırken tanışır. Bundan sonra arkadaş olduğu Ekrem’i daima “ikinci üstadı” olarak anmıştır. Birincisi ise, Tanzimat sonrası bütün genç yazarların etkisinde kaldıkları Namık Kemal’dir. Abdülhak Hâmid 1874’de Pirizade ailesinden Fatma Hanım ile Edirne’de Nasuhi Bey’in konağında evlenir. Daha sonra on üç yaşındaki karısıyla birlikte İstanbul’a döner. Evlenmelerinden sonra Hâmid eşiyle olan saadetini kaybetme endişesini hep içinde yaşatır. Bunu da kendisi ''Beraber gezerken düşecek diye tutacak oluyordum. Uyurken bir akşam uyanmayacak, ölecek gibi duruyordu. Güldüğü zaman güzelliğini uçacak sanıyordum.'' diyerek anlatır. Bu yıllar Hâmid’in eserlerini peş peşe yazdığı yıllardır. ‘İçli Kız, Sabr-ü Sebat, Garam ve Sardanapal’ gibi eserleri bu zamanlarda yazmıştır.
sa’ya gitmeden önce Namık Kemal’in Vatan, Zavallı Çocuk gibi piyeslerinin etkisi altında kalarak ‘Macera-yı Aşk ve İçli Kız’ gibi tiyatro eserleri yazan Hâmid burada da ‘Nesteren ve Tarık b. Ziyad’ı yazar. Hâmid ‘Nesteren’ adlı eserini Corncille’in Le Cid’ine nazire olarak yazmış ama içine kendinden ve devrinden başka çizgiler de katmıştır. Nesteren’de zalim bir hükümdara karşı halkın nefretini anlatan mısralar ve hükümdarlık kurumuna karşı düşünceler vardır. Paris’te basılan eserde ayrıca tâhtgâhına kadar düşman yürüyen bir hükümdarın yerinden kımıldamayışının eleştirilmesi saraya yansımış, bu da Hâmid’in görevinden alınmasına ve bir süre açıkta kalmasına neden olmuştur. Yeni bir göreve atanıncaya kadar geçen beş sene Hâmid’in çok sıkıntı çektiği dönemlerindendir. Hâmid, bu süre içinde önce Edirne’ye gitmiş, kendini edebiyata vererek ‘Sahra’ adlı eserini yazmış ve ‘Tezer, Eşber, Bir Sefilenin Hasbıhâli’ adlı eserlerini de tamamlamıştır. Kasım 1883’ün ortalarında ailesiyle beraber Hindistan’a varır. Bu esnada Fatma Hanım da hastadır. Hamid daha önce yazdığı ‘Duhteri Hindu’da’ hayal ettiği kızları ve Hint yiyeceklerinin tadını burada bulamaz ama doğa güzelliklerini çok beğenir. Duyguları, en güzel şiirlerinden olan 'Kürsî-yi İstiğrak' ve 'Külbe-yi İştiyak' ile Rize hatırasıyla burada yazdığı 'Zamane-i b'da bellidir. Bu duyguları hissettiği sırada yazdığı şiirlerinin hepsinde coşkunluk, karmaşık duygular ve kâinatı kucaklama isteği görülür. Hâmid bazen de pencereden pencereye koşarak gördüklerini belirlemeye çalışır. ‘Hindistan’daki Odam’ adlı şiirinde pencerelerinden gördüklerini tasvir eder. Bombay’a gelirken, hiçbir şeyi kalmamış gibi görünen Fatma Hanım için ise durum değişir ve Fatma Hanım’ın tekrar hastalanmasıyla yaşadıkları bu büyülü hava bozulur. Hâmid bundan sonra her an, onu kaybetme endişesiyle yaşamaya başlar. Bir akşamüstü yaptıkları araba gezintisinden sonra Fatma Hanım bayılır ve böylece hastalığına verem teşhisi konulur. Hastayı iyice tedavi ettirmek için istenen izin gecikince Hâmid, ailesini alır ve daha fazla beklemeden yola çıkar. Hâmid, Fatma Hanım’ın yolda ölmesi ve denize atılmasından endişelenmektedir. Fatma Hanım ise yolda biraz canlansa da Beyrut’a gelince yine kötüleşir ve orada ölür. O, ölümden sonra her gün Fatma Hanım’ın mezarını ziyaret eder; geceleri de bir bodrum katında Makber’ i yazar.
Abdülhak Hâmid’in Fatma Hanım’dan Abdülhak HüBeyrut’ta kaldığı kırk günlük sürede mânen intihar etmiş seyin ve Hâmide adında iki çocuğu olmuştur. Hâmid yine gibi görünen Hâmid, İstanbul’a annesinin yanına geldiğinbu dönemde, 10 Haziran 1876’da Paris elçiliği ikinci kâtipliği ile Fransa’ya atanır. Hâmid, iki yıldan fazla kaldığı ''Beraber gezerken düşecek diye tutacak oluyordum. Fransa’da, Fransız EdeUyurken bir akşam uyanmayacak, ölecek gibi duruyordu. biyatını da yerinde inGüldüğü zaman güzelliğini uçacak sanıyordum.'' celeme fırsatını bulur. Edebiyata daha çocukken heveslenen ve FranEDEBİYAT 115
de ise yeniden doğmuş gibi olur. Kendini edebiyata verir ve Hindistan ile ilgili izlenimlerini yazar. Hâmid, artık Bombay’a da gitmek istememektedir. Bu sırada Makber yayımlanır ve Hâmid’in şöhreti birdenbire artar. Daha sonra eşi Fatma Hanım’ın hayaline ihanet olacağını düşünse bile yalnızlığa dayanamamış ve evlenmeye karar vermiştir. Asil bir İngiliz kızı olan Lady Florence Gors’a âşık olmuş ama ailesi Hâmid’in gelirini yetersiz bulduğu için onunla evlenememiştir. Bu asil ailenin Hâmid üzerindeki etkisi ‘Finten ve Cünûn-ı Aşk’ adlı eserlerinde fark edilmektedir. Bu arada ‘Zeynep ve Finten’ adlarındaki piyeslerini, basılma izni almak üzere İstanbul’a gönderir. M. Selâhi yaptığı incelemede Zeynep’te devlet ve hanedanla eğlendiğini söylemesi yüzünden şair, 24 Haziran 1888 tarihli emirle görevinden çıkarılır ve İstanbul’a döner. Bir süre boşta kalan Hâmid, yeniden Londra’ya dönmek için İkinci Abdülhamit’e bir dilekçe yazar ve ‘bir zamanlar nevheveslik dolayısıyla uğraştığı edebiyatla bundan sonra ilgilenmeyeceğine’ söz verir. Bu sayede işine geri dönebilir ve 28 yıl kalacağı İngiltere’yi yarı vatan edinir. Hâmid, 1894 yılı başında Londra Büyük Elçiliği Müsteşar Yardımcılığına atanır. 1895’te Londra Büyükelçisinin Ebüzziya Tevfik Bey ile yazıştığı şeklinde jurnal edilmesi üzerine İstanbul’a geri çağrılır ve bu kez de büyükelçi yardımcısı olarak geri gönderilir. 1894'te Londra Büyükelçiliği Müsteşar yardımcılığına atanan Hâmid, 1895’te Lahey Elçiliğine atanır. Lahey’den hoşlanmaz. Londra ile karşılaştırdığında kendini bir mezara girmiş gibi hisseder. Lahey’in kendisi için gündüzleri uyuyorsa, geceleri de ölü gibi olduğunu söyler. Bütün vaktini de masanın üstüne dizdiği kurşun askerlerini savaştırmaya ayırır. Bunun dışında da sık sık Londra’ya gider. İki yıl kaldığı Lahey’den 29 Haziran 1897 günü çıkan emirle ayrılır ve yeni görevi için (Londra Elçiliği Müsteşarlığı) Londra’ya gider. 1928’de İstanbul milletvekili olmuş ve sürekli olarak bu görevde kalmıştır. İstanbul Maçka Palas’ta 13 Nisan 1937 Salı günü, gece saat biri beş geçe ölmüştür. Hâmid’e büyük bir cenaze töreni yapılmış; tabutu Taksim’den Zincirlikuyu’daki Asrî Mezarlık’a kadar büyük bir kalabalıkla götürülmüştür. Bu yeni mezarlığa ilk gömülen de odur.
EDEBİ ŞAHSİYETİ Abdülhak Hâmid, eserlerinde doğu ve batı medeniyetlerinin zengin dil, kültür, sanat, fikir ve inanış unsurlarıyla, tarihi, içtimai hayatlarını ve edebiyatlarını yan yana getiren bir Tanzimat şairidir. Şairin eserlerinde bahsettiği milletleri yakından tanıma fırsatı olmuştur. İran, Kafkaslar, Fransa, Hindistan, Batı Avrupa ve İngiltere onun, sanatı için malzeme topladığı ülkelerdendir. Hâmid’ in Türk Edebiyatında etkisi altında kaldığı belli başlı isimler Namık Kemal, Şeyh Galib ve Fuzûlî’dir. İran Edebiyatında Hâmid, Sâdî, Hafız, Hayyam, Firdevsi gibi isimleri tanımıştır. Batı Edebiyatında ise sanatına örnek olarak başta Shakespeare ve Corneille olmak üzere Hugo, Racine, Goethe, Dante, İbsen gibi dehaları seçmiştir. Ancak Hâmid, yeryüzünün bu dağınık ülkelerinden yetişen dehalardan aldıklarını kendi sanatında birleştirmesini bilmiştir. Bu sanatın özellikleri arasında çeşitli yönlerden bir “Romantik oluş” vardır. Hâmid bazen şiiri tiyatrolaştırmış, bazen tiyatroya bir hikâye çeşnisi vermiş, bazen de tiyatroyu şiirleştirmiştir. Şekilde ve söyleyişte belli kurallara bağlı kalmak onun bazen yapmak istediği halde yapamadığı bir harekettir. Hâmid’de vezin, kafiye, hatta dil ve cümle kaygısı hep ikinci planda kalmıştır. Hâmid’in hayatı gibi şairliği de günü gününe uymaz. Onun birçok mısraı coşkun duyguları barındırır. Bir kısım eserinde çıplak tabiat güzellikleri karşısında duyulan heyecanlar vardır. Bazı eserlerinde ise renkli, gürültülü ve ışıklı hayatının zevki, hatıraları ve bir nevi sarhoşluğu yaşar. Hâmid’in vatancı ve milliyetçi duyguları yaymak için de eserler yazdığı görülür. Yazdığı eserlerde kendi devletini küçük düşürmemiştir. Onun tiyatro aracılığıyla yaptığı telkinler ve tenkitler daha çok bir ima inceliğinde kalmıştır. Şairin, yaratılışın sırları karşısında düşündüğü zamanlar da çoktur. Bu zamanlarda özellikle ölüme ve ölümün yaratıcısı Tanrı’ya karşı şiddetli haykırışları olmuştur. Bunlar düşüncenin yetersiz kaldığı anlara ait feryatlardır. Hâmid, onları benliğinde tutamamış, feryat ettikten sonra yine Tanrı’sının büyüklüğü karşısında sakinleşip çeşitli tövbelere ve düşüncelere dalmıştır.
Abdülhak Hâmid, eserlerinde doğu ve batı medeniyetlerinin zengin dil, kültür, sanat, fikir ve inanış unsurlarıyla, tarihi, içtimai hayatlarını ve edebiyatlarını yan yana getiren bir Tanzimat şairidir.
116 KONAK
MAKBER BİRKAÇ PERİŞAN SÖZ: MAKBER MUKADDİMESİ Makber sadece manzum mersiye kısmı ile değil mensur mukaddimesi ile de edebiyat tarihinde önemli bir yer tutar.
‘Birkaç Perişan Söz’ başlığını taşıyan Makber mukaddimesi Hamid’in şiir anlayışı için en değerli belge ve yeni şiirin müjdecisidir. Hamid, "Makber Mukaddimesi"nde, bir nevi, karanlığın, gayri şuurun, bilinmez, ulaşılmaz ve ifade edilmezin şiirini dile getirir. O'na göre, gerçek şiir ancak bilinçaltından gelen zorlu ürpertilerin baskısı ile yaratılabilir: "İnsan, bazı kerre, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninde uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryad koparır, yahud pek karanlık bir şey söyler, yahud hiçbir şey söyleyemez de kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.’’ Bu metnin, edebiyatımızda yeni bir şiir anlayışını ifade eden en güçlü metinlerden biri olarak ortaya koyduğu mahiyet kendinden sonra birçok şaire ışık olmuştur. Hamid döneminin akılcı dikkatini çevresinden ziyade kendi benliğine çevirmek suretiyle Kaplan’ın ifadesiyle ‘’Türk Edebiyatında ilk defa kendi kendisini anlamak cesaretini gösteren insan’’ olma statüsünde bulunmaktadır. Eserlerinde gerçeği kendi aklı ve iradesiyle sorgulayarak bulmaya çalışması, rahatsız bir zihnin arayış ve soruları olarak göze çarpar. Her şeyi sorgulayarak gerçeğe ulaşmaya çalışan şair bu arayıştan ötürü dinginliği yakalayamaz. Bir yandan hayatın içinde olmak diğer yandan da üstüne çıkıp sırlarını anlamaya çalışmak onda bir iç çatışmaya dönüşür. Hâmid’in şiirlerindeki güzellik de işte bu zıtlıklardan meydana gelir ve bu sebeple ‘tezatlar şairi’ olarak da anılır. Hâmid’e göre şiir, ne bir tabiat taklitçisi, ne de düz yazının alanına giren fikirlerin savunucusudur. Şairin amacının tabiatı aynen resmetmek değil, sıradan bakışlarla onda görülemeyenleri göstermeye çalışmak olduğunu düşünür. Şiirler, suda görülen akislere benzerler ve hariçlerindeki asılları tabiatta mutlaka bulunur. Şair, bu konudaki görüşlerini Makber Mukaddimesi’nde şu şekilde dile getirir: “Hangi şair bir güzel kıza onu görmeyenlerin nazarında tecsim edecek kadar cismaniyyet vermiş? Hangi kalem mehasin-i tabiiyyeyi hakkıyla taklid etmiş? Bizim yazıp da en güzel bulduğumuz şiirleri bize ilham eden tabiattır. O şiirler, suda görülen akse benzer ki, mutlaka hariçte bir müsebbibi olur.” Makber, kederin, kuvvetli bir beyin vasıtası ile çizilmiş grafiğidir. Heyecan, suçlama, şikayet, isyan, hıçkırık, yumruk, kahkaha, susmak, sarhoşluk, mertlik ve hicran!.. Makber, kaderin bütün bu anılarıdır... Tanzimat devri ikinci nesil şairleri içerisinde Türk ede-
biyatının yenileşip değişmesinde önemli katkısı olan şairlerden biri Abdülhak Hamid Tarhan’dır. Teorik alt yapısı oluşturulan yeni şiiri, Hamid pratiğe dökerek birinci nesil şairleri tarafından açılan yolda ilerlemiştir. Kenan Akyüz’ün deyişiyle ‘’Hâmid, Türk şiirini Batılılaştırma bahsinde ‘düşünen’ den çok ‘yapan’ adamdır.” Ölüm, aşkın ve hayatın son ucu olmak bakımından Hamid’in sanatını ve kişiliğini en iyi yansıtan konudur. Hamid’de ölüm konusunun en özel işlendiği ve Abdülhak Hamid dendiğinde söylenmeden geçilemeyecek olan eser hiç kuşkusuz Makber’dir. Bu eser Hamid’in eşi Fatma Hanım’ın ölümünden duyduğu acı ile Beyrut’ta kaleme aldığı, edebiyatımızdaki en ihtişamlı mersiye örneklerinden biridir. Fakat Makber sadece bir mersiye olarak tanımlanamaz. Mersiye temel olarak kayıptan dolayı duyulan üzüntü, kaybedilen kişinin fazilet dolu hayatı, mutlak olan ölüm karşısında tevekkül konuları etrafında şekillenirken Makber bunların üzerine felsefi bir sorgulama da içerir. Ahiret inancı olmasına rağmen tam bir teslimiyetten bahsedilemez. Teslimiyete olan isyanı ve bir fâniye olan bağlılığı ifade eden “Çık Fâtıma lahddan kıyâm et / Yâdımdaki hâline devam et” gibi mısralar olduğu hâlde; “Yarabbi bu emri sen buyurdun / Ol savt-ı hazîn nedir duyurdun” gibi yine de inancın varlığını gösteren mısralar tezatlar şairi Abdülhak Hamid’in isyan ve teslimiyet arasındaki bocalamalarının bir ifadesidir. İçinde feryad ve şüpheyi barındırır. Makber’de ölüm algısı sadece kulluk bilinci içerisinde bir kabul olma statüsünden çıkmış, kayıptan dolayı duyulan acıyı dile getiren bireysel ve hayatın mahiyetini sorgulayan felsefi bir kimliğe kavuşmuştur. Makber muhteva yönünden batılı tarzda akılcı bir sorgulama oluşturarak Tanzimat’a kadar olan dini dönem zihniyetinin çözülmesine ön ayak olmuş, Türk şiirinde farklı çıkış yolu açmış bir şiirdir. Makber’in Fatma Hanım’ın ölümünden alınan ilhamla yazılmış olduğu yaygın kanısının aksine Tanpınar’ın “Makber, Hâmid’in şuur altında Fatma Hanım’ın hikâyesinden çok evvel bir sembol olarak mevcuttur” ifadesi ile de tescillenen şekilde Makber; Fatma Hanım ölmeden önce yazılmaya başlanmıştır. Makber’de sorgulanan ölüm kavramı ve bunun ifade ediliş tarzı ‘Garam, Sahra ve Bunlar Odur’ gibi eserlerde prova edilmiş ve Makber için bir düşünsel hazırlık evresi olmuştur. Makber’le kazanılan anlayış ve dikkat ise şiirde yeni dil, düşünce, söyleyiş ve zihniyetin doğmasına zemin hazırlamıştır. Yani Makber yalnızca sevgili bir eşe yazılan mersiye değil, hâkim şiir söylemini değiştiren bir eserdir. Ölüm karşısındaki isyan, edebiyatımıza Makber ile beraber giren yeni bir konu olarak kendine has bir şekli de beraberinde getirmiştir. Eserin tamamı, 295 bent ve 2360 mısradan oluşmaktadır. Her bendi sekiz mısradan oluşur ve bu bendlerin kafiyelenişi, şekil bakımından Avrupaî olmakla birlikte; beyitler hâlinde yazıldığı için divan şiirindeki kafiyeleniş şemasına benzer özellikler ile karşılaşılır. Divan edebiyatına bakıldığında Makber, en fazla terkib-i bend’e EDEBİYAT 117
benzetilebilir; fakat kafiyelenişi ve mısralarının kısalığı ile terkib-i bend’den ayrılır. Batı edebiyatı nazım şekilleri düşünüldüğünde Makber balad’a benzer; fakat şiirin uzunluğu ve diğer kafiyeleniş özellikleri ona yalnızca balad tesiriyle yazılmış bir şiir demeye engel olur. Bu durumda Makber’in nazım şekli ile ilgili en açık tanım, onun kafiyeleniş ve düzen bakımından Avrupaî (kafiye şeması ottova rima yani aabbaaxa şeklindedir); fakat Divan şiiri etkisiyle de beyit esasına dayalı olarak bir araya getirilmiş ve içinde kendisine has bir ahenk örgüsü bulunan orijinal bir biçim olduğudur. Şiirdeki asonansların büyük bir kısmı /â/ sesinin fazlalığı ile sağlanmıştır. Şiir okunurken “âh”ları ve isyan iniltilerini hissettiren bu uzun /â/ sesleri muhtevanın şekle yansımasıdır. Makber, Aruz vezninin Mef ’ûlü / Mefâ’ilün / Fâ’ulün kalıbı ile yazılmıştır. Bu kalıbın kullanıldığı Leyla ile Mecnun ve Hüsn-ü Aşk mesnevileri de şekil ve hüznün ifade ediliş tarzları olarak Makber’i etkilemiş iki eserdir. Mesnevide bir hikâye olması gerekliliğinden yola çıkarak Makber’de eşinin yokluğundan yakınan bir şair hikâyesi olduğu söylenebilir. Makber modern Türk şiiri ses ve söyleyişine giden yolda önemli bir değerdir; çünkü eser, aklın ve imanın çatışmasını şiire taşıyarak muhtevayı kişiselleştirmiş; bu yeni içeriği anlatmak için de kendine has bir şekli, eski-yeni sentezi ile meydana getirmiştir. MAKBER’DEKİ BAZI BENDLERİN TAHLİLLERİ Eyvah!.. ne yer ne yar kaldı, Gönlüm dolu ah ü zar kaldı. Şimdi buradaydı gitdi elden, Gitdi ebede, gelip ezelden. Ben gitdim, o hak-sar kaldı, Bir kuşede tar-mar kaldı; Baki o enis-i dilden, eyvah! .. Beyrut'da bir mezar kaldı. "Eyvah! Ne yer ne de sevgili kaldı. Gönlüm ah ve ağlama (ile) dolu kaldı. Şimdi buradaydı, (ama) elden gitti. Ezelden gelip ebede gitti. Ben gittim (döndüm), o toprak içinde kaldı. Bir köşede perişan (dağılmış olarak) kaldı. Eyvah!·· O gönül arkadaşından geriye (kala kala) Beyrut'ta bir mezar kaldı." Hamid, bu bendin tamamında, Fatma Hanım'ın ölümünden doğan boşluğu ve üzüntüyü dile getirmektedir. Mersiyenin ruhuna uygun olan bir kelime ile ('Eyvah!') bende başlanarak bir nida sanatı yapılmıştır. Hamid tezatların şairidir. Bu bendde de gitmek-gelmek-kalmaK, ebed-ezel gibi kelimelerle tezat sanatı yapılmıştır. Ayrıca ölümün doğurduğu ölen ile hayatta kalan arasındaki tezat 5. dizede belirtilir. Bendin son beyitinde de benzer bir ilgi enis-i dil ile Beyrut’ta kalan mezar arasında kurulur ve baki kelimesine acı bir anlam yüklenmiş olur. 118 KONAK
______ Nerde arayım o dil-rübayı? .. Kimden sorayım o bi-nevayı? .. Bildir bana nerde, nerde ya Rab? .. Kim atdı beni bu derde ya Rab? .. Derler ki: "Unut o aşinayı, Gitdi, tutarak reh-i bekayı" Sığsın mı hayale bu hakikat'! .. Görsün mü gözüm bu macerayı? .. "O gönül alıcıyı nerelerde arayayım, o nasipsizi kimlerden sorayım. Ya Rab! Bana bildir, o nerededir? Ya Rab! Beni bu derde kim etti? Derler ki: "O eski tanıdığı artık unut, O sonsuzluk yolunu tutup gitti!" İnsan hayali, bu gerçeği nasıl kabul eder, göz bu maceraya nasıl dayanır?" Şair, bir taraftan sevgili ile geçirdiği güzel günleri anarken, bir taraftan da onu kaybetmenin acısı ile derin bir ıstırap duymaktadır. Ölüm gerçeğini kabullenmede zorluk çeken şair, Allah'a hitaben sorular sorarak ölümün gerçek manasını öğrenmeye çalışır. Acı bir ölüm üzerine yaşadığı bunalım ve şaşkınlık şiire istifham sanatı olarak yansımıştır. ______ Sür'atle nasıl değişti halim? .. Almaz bunu havsalam, hayalim. Bir şey görürüm, mezara benzer, Bakdıkca alır, o yara benzer. Şeklerle güzar eder leyalim, Artar yine matemim, melalim. Bir sadme-i inkılabdır bu, Bilmem· ki yakın mıdır zevalim? .. "Halim, çabucak nasıl da değişti. Bu değişikliği havsalam, hayalim bir türlü almıyor. Mezara benzer bir şey görürüm; biraz daha bakınca mezarı sevgili zannederim. Gecelerim şüpheler içinde geçer. Matemim artar, yine elemlerim artar. Bu insanı alt üst eden bir darbe (değişme}dir ki, acaba sonum yakın mıdır diye düşünürüm. Ölüm karşısında sarsılan insanın duygularını yansıtan bu bendde, şairin mezar gerçeğiyle sevgilisini bir tutmaya başladığı görülür. Yine ölümün yarattığı sarsıntı ile şairin soruları 1. ve 8. Beyitte devam etmektedir. ______
Çık Fatıma lahddan kıyam et,
Ufkumdan o mahpare gitdi,
Yadımdaki haline devam et,
Bir mat la' -ı şeb-nisare gitdi ...
Ketmetme bu razı, söyle bir söz.,.
Gördüm yüzünü misal-i zulmet,
Ben isterim ah, öyle bir söz ...
Matla' ona bir sitare gitdi.
Güller gibi meyl-i ibtisam et,
"Dert yerleştikçe yerleşti, çare gitti. Güya vatanım kenara (uzaklara) gitti. Ben sonsuz bir gurbet içinde kaldım, ümitsiz bir türbede kaldım. O ay parçası ufkumdan silinip gitti; sabahı olmayan karanlıklara gitti. Onun zulmete benzeyen yüzünü gördüm, bir yıldız gibi batıp gitti."
Dağ-ı dile çare bul, meram et; Bir tatlı bakışla, bir gülüşte Eyyam-ı hayatımı tamam et. "(Ey) Fatıma! Mezar(ın)dan çık, doğrul. Hatıramdaki haline devam et. Bu (ölüm) sırrı(nı) saklama, bir söz söyle... Ah ben öyle bir söz isterim... Güller gibi gülümse, tebessüm et. Gönül yarasına bir çare bulmaya çalış. Bir tatlı bakışla, bir gülüşle ömrünün geri kalan günlerini tamamla." Bu bendde Hamid acısının dindirilmesi ve ölümün sırları karşısında kafasında oluşan soruların cevaplarını almak için ölüye hitap eder, mededi ondan umar. Acılarına çare olarak sevgilisinin güller gibi yeniden gülümsemesini görür.
Eşini ay parçasına benzeten şair onun gelişi ile gidişini ayın doğup batması ya da yıldızın kaymasına benzetir; fakat arkada hatırası kalmıştır. ______ Gördüm yüzünü türab içinde, Geldim aradım kitab içinde. Bir hab gelir o, dideden dur, Gitdi diyemem mezara ol nur.
______
Bu sıfr nedir hisab içinde?
Ya Rab bana bir melek ıyan et,
Erkam ona inkılab içinde.
Bir de beni öyle imtihan et:
Bir hiç-i zi-vücud, yahud
Doğsun göreyim o mah yerden,
Bir kabrdir ıztırab içinde.
Nurun çıka ey İlah yerden.
"Onun toprak içinde yüzünü gördüm, geldim kitap içinde aradım. O gözden ırak sevgili için mezara gitti diyemem, bir hayal gibi geliyor. Bir hesap içinde sıfırın değeri ne ise, bütün rakamlar o değere ulaşıyor. O adı sanı olmayan bir yokluktur veya ıstırap içinde kıvranan bir kabirdir."
Maksud-ı hayatı dermiyan et, Ferda-yı beşer nedir, beyan et! Ya fikrimi ruhuna kıl isal, Ya ruhumu hakine revan et. "Ya Rab! Bana bir melek göster, beni bir kere de öyle imtihan et. O aya benzeyen sevgilinin yerden doğduğunu göreyim. Ey ilah! Nurun yerden çıksın. Yaşamaktan maksat nedir, bunu açıkla; İnsanoğlunun geleceği nedir, bunu söyle, izah et. Ya düşüncelerimi onun ruhuna ulaştır ya da benim ruhumu onun gömüldüğü topraklara yolla... " Şair yaşamanın amacını kavrayamamakta ve izah beklemektedir. Şiirin felsefi tarafının bir parçası olarak şair dirilmeyi gözle görüp kabullenmeyi düşünür. ______ Derd oldu mukim, çare gitdi, Guya vatanım kenare gitdi; Ben gurbet-i daimide kaldım, Bir türbe-i bi-ümide kaldım.
Ölüm karşısında aciz kalışın sözleri ve davranışları bu bendde gözlenmektedir. ______ Makber, sonudur dekayıkın bu, Bir sırr-ı garibi Halık'ın bu, Bir nur ki meyledince haba, İnmekte şu bir yığın türaba. En yükseğidir şevahıkın bu, En müdhişidir hakayıkın bu. Bed-baht, o hakikat anlaşılmaz, Şanın bu, cihanda layıkın bu .. "Bu mezar, (geçen) dakikaların sonudur. Bu, Yaradan'ın garip bir sırrıdır. Bir nur (gibi olan Fatma Hanım) uykuya yönelince (ölünce), şu bir yığın toprak(tan ibaret olan mezar) EDEBİYAT 119
a inmekte(dir). Bu, tepelerin en yükseğidir. Bu, gerçeklerin en dehşetlisidir. Bahtsız (Hamid!) o gerçek anlaşılmaz. Şanın budur, dünyada sana uygun görülen budur." Makber (mezar, ölüm) insan ruhu için anlaşılması güç bir sondur. Halık'ın bir 'sırr-ı garib'idir. Allah neden insanları hem var hem de yok eder? Bu, hakikatlerin en müthişi olmakla beraber, anlaşılması imkansız bir sırdır. Nura benzeyen bir varlığın kara toprak haline gelmesi de şairde bir teessür ile beraber hayret de uyandırır. Şair, 'gerçek ölüm'ün mahiyetini, herkes kendi şahsında tecrübe ederek öğrendiği için bilemediğini ifade eder. ______ Tecdid kılıp harab şi'rim, Destinde bulurdu tab şi'rim. Zihnimdeki fikre yar olurdu, Gaybeylediğim sözü bulurdu. Anlardım olur kitab şi'rim Ettikçe yazıp hisab şi'rim. Şa'irliği gayri neyleyim ben? Olsun dilerim türab şi'rim. "Benim harap şiirim seninle yenilenirdi, güçsüz şiirim senin elinde can bulurdu. Zihnimden geçen düşüncelere arkadaşlık eder, kaybettiğim bir sözü bulmama yardımcı olurdu. Yazdığım şiirleri hesap ederdi, böylece kitap olup olmayacağını öğrenirdim. Artık ben şairliği ne yapayım? Dilerim şiirim artık yere batsın." Bendin tamamında sevgiliye ait hatıralar canlanır. Bu hatıralar Tarhan’ın şairliğine yönelik hatıralardır. Şair bundan sonra şiirden bile zevk alamayacağını yazar. ______ Gitdi nazarımdan, ah gitdi...
ışığımdı, söndü (öldü). (Bu sebeple) ey Rabb'im! Seni (bile) karanlık görsem (görmesem) yeridir." Hamid, bu bendde özellikle son 2 beyitte şiddetli ıstırabın etkisiyle, gözünün nuru olan eşini aldığı için içten bir şekilde -aslında bir nevi sığınma sayılabilecek olan- Allah'a karşı isyan duygusu içindedir. Fatma Hanım'ın sebepsiz yere ve günahsız öldüğünü, onun eşsiz bir insan olduğunu ifade eden şair, güzelliği aya benzeyen sevgilisinin aylarca veremden dolayı eriyip tükendiğini, sonuçta da öldüğünü dile getirir. Fatma Hanım'ı ışığa benzeten şair, ışığın gitmesi ile görme olayının sona erdiği, bu nedenle Allah'ı bile 'karanlık' görebileceğini ifade eder. ______ Ey yar, şu nev-bahar sensin. Ben anlıyorum ki yar sensin Ettikçe nigah bahr u behre, Birden sanırım ki bazı kerre, Meşcerdeki ruzgar sensin Ağlar, derim, eşkbar sensin Türben görününce anlarım ki Öldüm, bana türbedar sensin. "Ey sevgili! Şu ilkbahar sensin. Ben anlıyorum ki sevgili sensin. Denize ve karaya baktıkça, bazı kere birden 'ağaçlıkta (esen) rüzgar sensin' sanırım. Ağlar ve 'gözyaşı döken sensin' derim. Türben görününce, öldüğümü (ve) benim için türbedarın sen olduğunu anlarım." Tabiatın her olay ve parçası sevgi ve hasretle dolu olan Hamid'e kaybettiği sevgilisini düşündürmektedir. Toprağa gömülen sevgili ölmemiş, tabiata karışmış, adeta bahara, denize ve karaya dönüşmüştür. Şair birdenbire ormanda esen rüzgarı o zanneder. Ağlar, ağlayanın o olduğu vehmine kapılır. Bu vehim o kadar ileri gider ki öleni sevgilisi değil de kendisi imiş sanır ve sevgilisinin de kendisini bekleyen bir türbe bekçisi olduğuna inanır.
Bi-maksad ü bi-günah gitdi. Her ferd cihanda birdir amma
Nâkâfi
Bir tane değildir, öyle -haşa!-...
Nasıl şerheyleyim ben derdimi, icâd nâkâfi,
Bir tane idi o mah gitdi,
Dua nâkıs, tazarru bieser, feryâd nâkâfi
Aylarca olup tebah gitdi,
Melekler, burclar ger kılsalar imdâd, nâkâfi,
Görsem yeridir seni karanlık,
Gamım levhi semâya eylesem inşâd, nâkâfi!
Nurum benim ey İlah gitdi.
Güler mi mâteme hiçbir sahibi insaf?
"Ah, gözlerimin önünden (o sevgili) gitti. Maksatsız ve günahsız gitti. Her insan dünyada bir tanedir. Ama (onun kadar) bir tane asla değildir. O ay yüzlü (Fatma Hanım) bir taneydi, öldü. Aylarca (veremden) tükenip ölüp gitti. (0) benim
Felâket görmemişsin, derdimi eylersin istihfâf
120 KONAK
Felâket olsa lâyıktır, bu halka sendeki evsâf Kifâyet gösterip ey eyleyen irâd, nâkâfi
Acep hûnı dili mecrûhumu sen mey mi zannettin? Sadâyı makberi bir na’ rai heyhey mi zannettin? Veyahut kendini âlemde sen, bir şey mi zannettin? Bugün ben yazdım, elbette yazar ahfâd nâkâfi Evet, tarzı kadîmi şi’ ri bozduk, her ü merc ettik. Nedir şi’ ri hakîki safhai irfâna dercettik Bu yolda nakdi vakti cem’ i kuvvet birle harcettik Bize gelmişti zirâ mesleki ecdâd nâkâfi. Ne dersen de, eminim ben bu yolda sermediyetten Ölür, lâkin cihânda kimse mahvolmaz hamiyetten Gelen imdâd kâfidir bana irfânı milletten, Ne rütbe olsa da tab’ımda isti’ dâd, nâkâfi (Hep Yahut Hiç, s. 129) Malzemesi dil olan edebi eserler arasında şiir şüphesiz önemli bir yere sahiptir. Ahmet Haşim şiiri: ‘Şairin lisanı nesir gibi anlaşılmak için değil fakat duyulmak üzere vücut bulmuş, musiki ile söz arasında, sözden ziyade musikiye yakın mutavassıt bir lisandır.’ şeklinde yorumlamıştır. Abdülhak Hamit Tarhan da bu düşünceden dışarı çıkmamış ve şiirlerinde musikiye ve söz dizelerinin birbiri ile olan uyumuna önem vermiştir. Nâkâfi adlı şiiri de birçok şiiri gibi buna örnektir. Hamit’in lirizmi canlı tuttuğu ‘Nâkâfi’ manzumesinin, ses özellikleri tabakası ele alınırken ilk göze çarpan ‘nâkâfi’ sözünün şiire kattığı ritimdir. İlk dörtlükte her mısranın sonunda söylenirken diğer dörtlüğün sonuna indirgenmiştir. Bu uygulama hem şiirin ritmik değerini arttırır hem de okuyucunun dikkatini ‘nâkâfi’ sözüne vermesini sağlar. Üzerinde durulması gereken bir diğer mesele ise soru sözlerinin çokluğudur. Fakat bu sorular soru sormak amacıyla söylenmemiştir. Cevaplar zaten bilinir. Şair soru sorarak dikkatimizi biraz daha çekmek istemiştir. Hem şiire anlam katmış hem de akıcılığı sağlamıştır. Anlam tabakasına gelince şiirin adını da aldığı ‘nâkâfi’ kelimesinden sekiz defa söz edilir ve her dörtlükte anlatılmak istenen temel düşünce bu sözcüğe bağlanır. ‘Nâkâfi’ sözü kendinden önceki kelimeye göre yetersiz, yok anlamlarını verir. Şiirin bütününe bakıldığında ‘nâkâfi’ gibi umutsuz bir kelimeyi karşılayacak bir havayla karşılaşırız. Bu şiir Hamit’in sitemidir. Makber şiirini eleştirenlere karşı bir üzüntü ve başkaldırıdır. Nitekim ‘Nara-i heyhey’ terkibini kullanış sebebi de bu yüzdendir. Eleştirilerin boş laf ve gevezelikten başka bir şey olmadığını dile getirir. ‘Ahvad’ torun anlamına gelir. Bu sözle gelecek kast edilmek istenmiştir. Hamit onun arkasından elbet geleceklerin olduğunu, şimdi anlaşılmasa da ileride değerinin anlaşılacağını belli etmiştir. Çünkü büyük şiirler her zaman geleceğe
intikal ederler. Hamit’in şiirleri de şüphesiz edecektir. Ayrıca ‘irfan-ı millet’ diyerek de dayanak noktasının millet olduğunu yani şu an da arkasında duranların olduğunu söylemiştir. Dördüncü dörtlüğün öznesinin ‘ben’den ‘biz’e dönüşmesi ve yüklemin ilk üç mısrada ‘ her ü merc ettik, derc ettik harc ettik’ şeklinde olması da yine yalnız olmadığına işarettir. Kullandığı ben sözcüğü şiir boyunca şairin acısının tekil olduğunu ve ona ait ona özel bir acı olduğunu dile getirir. Okuyucuların da şairle empati kurmasına olanak sağlar. Zaten Hamit her dizeye feryadını ve çaresizliğini ince ince adeta bir nakış işler edasıyla işlemiştir. Şiirinde yardım isteme unsuru olarak bile insan dışında kozmik unsurlar seçerek acısının büyüklüğünü daha da büyütmüş ve bir kasvet havası yaratmıştır. Hamit matem sözcüğünü kullanarak da yine içler acısı ve gülmeye imkan vermeyen bir durumda olduğunu dile getirir. İnsaf sahibi olanların ise onun bu durumuna saygı göstermesi gerektiğini vurgular. Nitekim Makber şiiri de şairin karısına olan özleminin şiiridir ve şair için bu acı eleştirilecek türden değildir. Eleştirenlerin ve acısını hafife alanların felaket görmemiş boş insanlar olduğunu söyleyen şair bu tip insanların aykırı ve halka büyük bela olabilen insanlar olduğunu söyler. Şiirin genelinde şairin insanlardan ziyade başka varlıklara kişilikler yüklediğini görürüz. Bu da Hamit’in aslında insanlarla iç içe olmak istemediğini ve arasındaki mesafeyi korumak istediğini gösterir. İlk dörtlükte haykıran Hamit ikinci dörtlüğe gelince adeta bir hesap sorma havasına bürünür. Soru cümleleriyle başlaması da bu havayı pekiştirir. Şairin yargıladığı kişi ona göre insaf sahibi olmayan biridir. O kişi öyle bir yerdedir ki halk için onun vasıflarının bir felaket olduğunu söyler. Şairimiz bu yermelerin arasında kendini övmekten de geri kalmaz. Hem şairlik yönünü övebilmek hem de yıkmaya çalıştığı geleneksel şiiri tanımlamak amacıyla ‘tarz-ı kadim’ ifadesini kullanır. Daha sonra ise kendi getirdiği yeniliklerin daha kullanılası ve özgün olduğunu dile getirir. Şairin buradaki çabası hakiki olan şiire varmaktır. Bu yolda ihtiyacı olan şey nakdi ve vakti birleştirmektir. Bunu uygulamasının sebebini ise bize miras kalan meslek-i ecdadın nakıs olmasına bağlar. Son dizelere geldiğimizde Hamit kendi amacını, yolunu net bir dille bize nakşediyor. Bu yolda kararlı olduğunu, çalışmakla kimsenin kaybetmeyeceğini, gerekli yardım ve desteğin ‘irfan-ı millet’ diye tanımladığı halktan geleceğini ve bunun kendisine yeterli olduğunu söylüyor. Sonuç olarak Nâkâfi şiiri bir tepki şiiridir ve anlamca oldukça yoğun bir şiirdir. Hem sitem hem özgüven hem sevgi hem sorgu barındıran bir şiir olması yönüyle de incelemeye ve anlaşılmaya layıktır. Anlaşılmasının ilk basamağı ise şairi bu şiiri yazmaya yönelten etmenlerdir. Hayatı, yaşadıkları ve bir nevi yaşadıklarının en özel yansıması olan Makber’i anEDEBİYAT 121
lamak bu şiiri anlamaya bir adım bir basamaktır. Kürsî-i İstiğrak
Eder yekdiğerin takbîl dâim zühre vü zerre, Yürür bir yolda murg u mâhî vü mehtâb ü şebperre, Otur şu minber-i deryâ-muhât-ı senge bir kerre,
Kenâr-ı bahrde hoş bir mahaldir, nâzır-ı âlem,
Hemen allah’ı gör şâmil semâdan bahr ile berre.
Tahaccür eylemiş bir mevcdir; üstünde bir âdem,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Hayâlettir, oturmuş, fikr ile meşguldür her dem;
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Giyinmiştir beyaz amma, bakarsın arz eder mâtem,
Yürür her burc bin asr-ı mücessemdir, mümâsildir,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Zılâle sûretâ, zannetme lâkin cism-i zâildir,
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Bu hey’et zîr ü bâlâ mercî-i aslîye mâildir, Giderler şâd ü handân cümlesi bir feyze nâildir.
Bu tenha yerleri gördün mü sen zannetme hâlîdir,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Hayâlâtımla meskûndur, bu yerler pür meâlîdir,
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Muhât-ı aczdir hem lâ-tenâhî birle mâlîdir; Bu mevkidir yerim sahilde bir kürsî-i âlîdir.
Döner vâdide dûr a dûr bir ses, rûdlar çağlar,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Çemen mâî, koyunlar penbe, rengârenktir dağlar,
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Şafaktan, bahrdan etmekte cem-i sîm ü zer bağlar. Bu şenlikte benim gönlümdür ancak varsa bir ağlar.
Sükûnetle kuşanmış hây u hûy-i şehri gûş eyle,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar, etrafımda hep mahrem;
Sehâb-ı hande-rîz ü berk-ı yekser-kahrı gûş eyle,
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Ağaçlardan çıkan efkârı seyret, nehri gûş eyle; Bu vahşetgâhda sen gel benimle dehri gûş eyle.
İner sisler içinde bir küçük kız kûhdan tenhâ,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Doğarken necm-i bî-hâb-ı seher peyda vü nâ-peydâ,
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Geçer peyk-i sabâ dûşunda aks-i cûşiş-i deryâ, Ceres yâd-ı vatanla dilde eyler derdimi ihyâ.
Düşün ol zâtı kim emriyle zâtından ıyân olmuş,
Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem;
Vücûd-ı sermedîsinden zemîn ü âsmân olmuş,
Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
Düşün deryâyı, her bir katre mevc-i bî-kerân olmuş, Hafâyâ-yı ilâhîdir ki yekdil, yekzebân olmuş. Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem; Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem… Odur hîçî-i mâzî lücce-i sürh-i meşiyyette, Bu târîkî-i müstakbel kebûd-ı sermediyyette, Durur bir kibriyâ-yı bî-nihâyet nûr u zulmette, Beraber cümle mevcûdât ü eşyâ hep muhabbette. Bulutlar, dalgalar, yıldızlar etrafımda hep mahrem; Ağaçlar, cûylar, kuşlar, çiçekler dâimâ hurrem…
122 KONAK
Bu şiirde Abdülhak Hamit kendi hakkında gerçekleri yine edebi dillerin en ezgilisi olan şiirle söyler. Şiirin adı günümüz türkçesiyle ‘Kendini Bulma Yeri’ olarak söylenir. Adına uygun olarak şairin anlattığı yer kendi özünü hissettiği yer olan tabiattır. Hamit, şiirinde tabiattaki varlıklarla empati kurarak karşısında hissettiği mutluluğu ve hayranlığı dile getirir. Tabiat onun için yalnızca seyredilen birşey değildir. Bir ruhu ve felsefesi vardır. Hamit’in tabiatı bu denli önemsemesi ve âlemi bir pencereden seyrediyor gibi yansıtması Panteizm etkisi altında olduğunu düşündürür. Panteizm, evreni ve yaratıcıyı iç içe geçmiş bir bütün olarak dile getiren düşünce sistemidir. Bu sistemi benimsemesinde ise Hindistan seyehatinin etkili olduğu düşünülebilir. İlk dörtlükte şair denizin kenarındadır ve dış dünyayı seyretmek için dalgaların vurduğu bir taşın üstüne oturmuştur.
Şairimiz hem üzüntülü hem de tefekkürlü bir hale sahiptir. Zıt hisler ve yansımalar da Hamit’in kullanmayı en sevdiği sanatlardandır. Bunalımlı olduğunu bildiren şairin kasvetli bir havaya bürünmesi beklenirken o aksini yapıp doğanın hazzını alır, alemdeki güzellikleri keşfeder.
mez kaynağı olan Paris yaşantısından izlerin oluşturduğu bir eserdir. Hamid, Tanpınar’ın ifadesiyle Paris’e ’19. asır modası genç, eğlence düşkünü bir hariciye memurunun’ acemiliği ve hayranlığı ile yaklaşarak şehir hayatının her manzarasını şiirleştirme çabasında olmuştur.
Şairin tabiatı sevmesinin sebebi tabiatın her şeyinin estetik güzelliğinden değil, insanlardan ve onu bunaltan her şeyden kaçtığı yer olmasıdır. Adeta hayalleri oraya yerleşmiş gibidir ve tabiatta ne tarafa baksa hayallerini görür. Dıştan bakınca öylece oturan şairin iç dünyası dışının aksine bir hayli hareketlidir. İçinin bu hareketinin tecellisi ise yine tabiattadır.
Sahra’da tabiatın merkeze alınmasının aksine Belde’de şehir yaşamına ve eğlenceye dönüş göze çarpmaktadır. Bu eserde Batı’ya ait şehir dekoru çok canlı olarak tasvir edilir. Fakat Hamid Paris’in sadece mekânsal olarak etkisinde kalmamış şehri oluşturan tüm unsurlar (kadınlar, parklar, mimari, edebiyat vb.) şiirinin konunu olmuştur. Şiirler şairin Paris güncesi gibidir ki Hamid’e kadar Türk edebiyatında günlük hayatını şiir malzemesi haline getiren bir başka şair olmamıştır. Bu açıdan Belde Türk şiirinde yeni bir türün ilk örneği sayılabilir. Fakat eserin ‘şiirlerden oluşan bir hatıra defteri’ niteliğinde olması, şiire ait derinlikten yoksun ve estetik açıdan zayıf olmasına sebebiyet verdiğini söylemek mümkündür.
Şair şiiri okuyanları dinlemeye çağırır. Şehirden uzakta fakat şehrin gürültüsünü duymakta. Bu da aslında şehirden kopmadığını hala bir yanının şehrin gürültüsüne saplı olduğunu gösterir. Ama bu gürültü yanını görmek şaire hüzün değil sevinç verir. Çünkü O, o gürültünün içinde değildir. Şaire göre şehir can sıkıcı kır ise huzur vericidir. Doğada, her şeyden uzakta olduğu haliyle huzurlu ve mutludur. Daha sonar maziyi hatırlar. Mazi şair için koca bir boşluk ve hiçlikten ibarettir. Denizin sonsuz maviliğinde ise istikbal karanlık görünmektedir. Vakit akşam vaktidir. Meşşiyetin kızıllığında mazinin yokluğunu hissetmektedir. Sonsuz maviliklerde ise geleceğin karanlığını görür. Ve sözü kararına ulaştırır. Tanrı’nın bütün karaları ve denizleri kapladığını hisseder.Her varlığın kendi halinde bir zikir yaptığını ve asıl yerlerine yani Tanrı’ya doğru bir yürüyüş yaptıklarını belirtir. Şair yine kendi iç huzursuzluğunu hatırlar. O sırada dağlardan sislerin arasından küçük bir kız iner. Adeta şairin kendi derdinin bir canlandırması gibidir. Bir Paris Tutulması: Belde Yahut Divaneliklerim ‘Belde’ ya da sonraki adıyla ‘Belde yahut Divaneliklerim’ yazılmasından on yıl sonra 1885 yılında basılır. Tanzimat şairleri için modern hayat ve entelektüel birikimin vazgeçil-
‘Vil Davri, Yine O ve Perlaşez’ de mekan ile kadın imgesi bütünleşir; şair sevgilisi ile geçirdiği anın yarattığı mest olma hali ile bütün kainatın böyle olmasını arzu eder. ‘Site Danten’de ise sevgilisi ile Sen Nehri kenarında uzanan şair bu ortamı cennete benzetir. Bu güzel ortamı bozan tek unsur ise şairin ‘Sonra peyda oldu bir battal burun’ şeklinde belirttiği büyük burnudur. Buradan hareketle şairin kendi vücuduna ve Doğulu kimliğine bir yabancılaşma yaşadığını söylemek mümkündür. Belde’de yer alan birçok şiirde doğal mekanlar ile insan eliyle oluşturulan mekanlar birbiriyle uyum içerisinde işlenir. Örneğin ‘Vil Davri’ bir semttir ve şiirde cennete; ‘Şanzalize’ bir caddedir ve şiirde burca benzetilir. Şair eserin adı ile uyumlu bir şekilde Paris’te karşılaştığı güzellikler karşısında bir divane aşık gibi kendinden geçer. Fakat ‘İsketin ve Perlaşez’ de geldiği yeri hatırlayıp kendisindeki değişime kızan ve gelenek-modernite çatışması yaşayan bir şairi görmek mümkündür.
KAYNAKÇA 1.
ENİGÜN, İnci, Abdülhâk Hâmid’ in Hatıraları,
Sesi: Makber’de Tabiata Ait Unsurlar Üzerine Bir
Makber’deki Yenilikler; Pamukkale Üniversitesi
Dergâh Yayınları
İnceleme
Eğitim Fakültesi Dergisi; Sayı:10; s. 72-78; 2001.
2.
TARHAN, Özlem, Abdülhak Hâmid Tarhan
3.
BİNGÖL, Ulaş, Türk Araştırmaları Dergisi 8 (Cilt
6.
Kilometre Taşı: Makber; 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum; Cilt 2; Sayı 4; s. 179-188; 2013.
8 Sayı 13): 543-543 ( 2013 ) 4.
BİNGÖL, Ulaş, Türk veya Türkçenin Dilleri, Edebiyatı
ve
Tarihine
İlişkin
7.
Uluslararası
Periyodik 8/4 Bahar 2013 5.
YILMAZ, Mehmet, Ölümün Doğada Yankılanan
APAYDIN, D. Şiirin Değişen Zihniyetinde Bir
8.
9.
KANTER, Beyhan, Türk Dili (Dil ve Edebiyat Dergisi) 106 (747), 2014
10. AYDOĞDU,Y.
Genç
Bir
Osmanlı
Aydını
ÇALIŞKAN, A. Abdülhak Hamid Tarhan’ın
Abdülhak Hamit Tarhan’ın Paris Tutulması: Belde
Makber’inden Bazı Bendlerin Tahlili; EKEV
yahut Divaneliklerim; İnsan ve Toplum Bilimleri
AKADEMİ Dergisi; yıl 9; sayı 22; s. 143-160; 2005.
Araştırmaları Dergisi; cilt:7; sayı:2; sayfa: 766-777;
ÖZER, E. Abdülhak Hamit Tarhan’ın Poetikası ve
2018.
EDEBİYAT 123
YIKI Yazar Ayşe Betül Polatol
Sokaklar. Soluklar. Yaklaşıyor, duyuyorum. Ve dünya, uzaklaşıyor kendinden. Soğuklar. Karanlığın en koyu tonu, tutulmamış bir el, güneşin değmediği derin denizler kadar. Soğuklar. Adına yakışmayan her eylem gibi; varlığa, zamana hatta hiçliğe, yokluğa karşı soğuk. Ayna ve aksimiz; kâğıtlara, ışıklara kazınmış biçimimiz tanıdık gelmiyor artık bize. İçimiz tanıdık gelmiyor. Gölgemiz bir başka siluet çiziyor yeryüzüne; ışık, gölgeler oluşturmaksızın, karanlığa dokunmaksızın düşüyor. Nereye düşüyor ışık? Sözlerimiz; öylesine art arda gelmiş, anlamını bilmediğimiz, mana veremediğimiz sesler. Hayatımız, o bilinmedik sanatçının yalnız izleyebileceğimiz, dokunamayacağımız filmi. Hayatlar dökülüyor sokaklara, ağaçların ölü yapraklarını uğurlayışı gibi; sayfa sayfa yaprak yaprak açılıyor, okunuyor, tek bir ünlem tek bir vurgu gerektirmeksizin geçiyor gözler önlerinden. Koca bir hayatın, o büyük o kıymetli yaşam olgusunun belleklerdeki tek belirtisi: birkaç göz hareketi. Ağaçlara dokunuyor bakışlar, hatırlanmayacak insan yüzlerine, binalara, kaldırım taşlarına. Kapalı kapılara dokunuyor. Kapılar bir kez açılıyor; sonra kapanıyor, duvarlar gibi davranıyor kapılar, açılmıyor. Gözler açılıyor, derken kapanıyor bir daha açılmamacasına; ölüveriyor insan, bedeni yaşarken ve kalbi atarken de. Soluk bir yüz, yansıdıktan sonra renkleri silinmiş üstünden; gördüğünün, görüldüğünün farkında olmayan boş gözleriyle. Aynada anlık görülen. Soluk bir ayna, yüzlerde anlık görülen. Duvarlar, maddeyi alıp sıkıştırıyor aralarında. Ve zaman, yaşamlar eziliyor başka hayatlar arasında. Kelimeler, hecelerini söküp atıyor içlerinden; anlam, manaya yabancı, bulutlar gökyüzünden uzak. Ve dünya, yabancılaşıyor kendine. Var olmanın amacı nasıl yok etmek oluyor ansızın. Sokaklar. Yaklaşmıyor, bense duymuyorum artık. Soluklar, soluyor göğüslerde, sönüyor. Sönen tek bir soluğun yokluğu bilinmiyor. Soğuklar. Durmuş bir kalbin sığındığı beden, alınmayan bir soluk kadar. Soğuklar. Çünkü tükenmiş zaman, çünkü yaşanacak tek kara parçası fazla uzak yeryüzünden.
Ayarlı Saatler ve Uyanış
Ayarlı Saatler ve Uyanış Yazar Esma Nur Yalçın
Kudüs'e hiç gitmedim, gidemedim. Açık konuşacak olursak Kudüs'le hiç muhabbet kurmadım. Nuri Pakdil “Ben Kudüs'ü kol saati gibi taşırım” demiş, Anneler ve Kudüsler şiirinde. Türk yazar ve fikir adamı bu dizeleri kaleme aldığında Kudüs'e ayak basmamıştı. Kudüs'le dertleşmemiş, onu dinlememiş, onunla hemhal olmamıştı. Hal böyleyken hiç göz göze gelmediğimiz bir şehri kol saati gibi taşıyabilir miyiz? Amacımız Nuri Pakdil'in sözünün doğruluğunun tespiti yahut ispatı değil. Amacımız; Kudüs'e değmek, Kudüs olmak. Nuri Pakdil'in dizesine dönecek olursak, sahiden dönmekten bahsediyorum.
124 KONAK
Kol saati, zamanı öğrenmemize yarayan araç, zaman ölçer. Zaman, anı ve yaşadığını bilmek. Kudüs, dirilmek. Kol saatini taşımak demek, farkında olmak demektir. Farkındalık tohum olsa öğrendiğim her bilgiyi su kabul edebilirim. Genel geçer dünyada santim santim boy atmak şüphesiz diriliştir. Bir kez güneşe değmek, Kudüs'e değmektir. Artık farkındayızdır. Tekrar açık konuşacağım; kaçma şansımızı yitirdik. Kudüs üzerine hak talep eden üç semavi din (İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik) vardır. Ben yani İslamiyet neden Kudüs’ü istiyorum? “Kulu Muhammed’i bir gece Mescid-i Haram’dan yola çıkararak, kendisine bazı mucizelerimizi gösterelim diye, çevresini kutsal kıldığımız Mescid-i Aksa’ya ulaştıran Allah, her türlü noksanlıktan uzaktır. O her şeyi işiten ve her şeyi görendir.” ( İsra, 17/ 1) ayetinden sonra yeni bir soru husule geliyor. Allah (c.c.) Peygamberimizi başka bir yerden - Mekke olabilir- Miraç'a yükseltemez miydi? Şüphesiz yükseltirdi. O halde neden Kudüs'ü seçti? Birçok sebebi olmakla birlikte benim en çok üzerinde durmak istediğim mesele, Müslümanların Kudüs'ü fark etmesiydi. Evet, Allah bizim Peygamberimizi çok seveceğimizi onun ayak izlerini, kokusunu Kudüs’te arayacağımızı biliyordu. Bu hadiseyle Allah'ın çevresini kutsal kıldığı Mescid-i Aksa’nın asırlardır varlığını koruyan önemi kavileşti. Yine olmadı yüz bir yıldır işgal altındaki Kudüs'ü neden ben kurtarayım? Efendim yanlış söylüyoruz Kudüs'ü kurtarmayacağız, biz kurtulacağız. Misalle fikrimi ispata gideceğim. Hocası talebesine değerli bir kitap hediye eder ve der ki: “Bu senin kitabın ancak çalışmazsan kitabı senden alır ve daha çok çalışan birisine veririm.” Sınıftaki herkes kitap için yarışır. Öğrenci aldığı kitabın değerini zamanla unutur ve çalışmaz. Hoca kitabı alır ve başkasına verir. Kitap yani Kudüs yüz bir yıldır batıl kimselerde. Ben çalışır, çabalar kitabı alırsam kitap mı kurtulur yoksa ben mi? Kitap benim fakat şimdi çalışıp kitabı alıp okuyamazsam, benim olan kitap bana fayda sağlar mı? Bu örneği hayata devşirdiğimizde düşünce kaymasına uğradığımız apaçık görünüyor. Sahiden görmekten bahsediyorum.
dimizi nasıl ki zamana, alacakaranlığa, ikindiye kuruyoruz; Pakdil de aynı şekilde kendisini Kudüs’e ayarlıyor. Attığı her adımı, yolunun üstündeki taşları Kudüs'e eşgüdümlüyor. Bizim ise Kudüs'ün halini, Kudüs'ün kalbini bütün taşımalara, ayarlanmalara rağmen duyamamış olmamız mümkündür. Duyduğumuzda ise çok geç olduğu çekincesi içinde açık yaraya kolonya değmesi misali irkildik. İrkilip farkına varan her bir kimse başını topraktan çıkarıp santim santim dirilmek için Kudüs’e sığındı. Ona konuşmak, ondan susmak istedi. Sarkaç gibi gitti geldi ama durup ıslak alnını silemedi. Ne konuşabildi, ne de susabildi. Her konuşmak istediğinde bir çocuğun toprağa düşüşüyle sustu. Her susuşunda bir kadının dirilişiyle konuştu. Ses yükseltmek de düşürmek de başlangıcı son yapmaya yetmedi. Sarkaç aynı hizaya iki kez gölge düşürdü. Amma Kudüs'ü dinlendirmedi. Bazı sosyal mecralarda karşıma çıkıyor, çocuklar görüyorum şen şakrak koşuyorlar bahçesinde. Sanki deva gibi. Onlar Kudüs'e yetti, biz yetemedik. Sırası geldi soruyorum: “Bir başına güneşe değen kaç fidan kurak dünyada kendine yer edinebilir?” Bir, belki iki, bilemedin üç. Güçlü bir rüzgârın önünde yüz metrekarede bir, belki iki, bilemedin üç ağaç direnebilir. Direniş ağacı çolak bırakır. Tektir çünkü. Arkası yoktur. Sağı solu da yoktur. Yokluk genellikle çolak bırakır, bazen ruhu bazen de koca bir şehri. Oysa sağında solunda arkasında ağaç olan bir fidan hiç korkmadan boy verir semaya. Şehirlerden bir şehir aşkına konuşuyorum: “Orman olalım. Orman olma fikrine sadık olalım. Sözde değil, yürüyüşümüzle ve kalbimizle. Sadakat sırlı tebessümlerin yoludur. Yolumuz kutlu, yolcumuz bereketli olsun.”
Kol saatini yani Kudüs'ü taşıyan Pakdil'in taşımaktan kastı bir nesnenin ağırlığını yüklenmek olması kuvvetle muhtemeldir. Onun en zor zamanlarında sessiz çığlığını kulaktan kulağa ruhumuza ve dimağımıza üflemiştir. Ağırlığı kaldırabilmek için hayatını ve kafasını Kudüs'e kurmuştur. Biz kenEDEBİYAT 125
BİZLER ŞAHİDİZ
Edebiyat Söyleşileri
Nuri Pakdil Değerlendiren Tuba SEYHAN Esma Nur YALÇIN
Öyle bir adam düşünün ki sarsak bir çağın ortasında, annesi onu Maraş'ta doğuruyor. Adam aldırmıyor, korkmuyor çağın getirilerinden. Direniyor üstüne gidiyor, bir slogan atıyor olmuyor, şiir yazıyor yetmiyor, okuyor hazmedemiyor. Çareyi yaşamakta buluyor. Yaşamak ki ne söze ne yazıya benzer. Söz söylenir, mürekkep akıtılır asıl olan dosdoğru yaşamaktır. Velhasıl bir devrimci ivedilikle yetişmiyor. Devrimin adını siz koyun, içerinize dokundurun. Biliniz ki devrim bireyseldir. Devrimin sonu tektir. Kendinizde bir devrim ateşleyin. Bizler aynı teklikte buluşabilmek niyetiyle Edebiyat Araştırmaları Koordinatörlüğü olarak Yazarlık Atölyemizin iki ay süren deneme ile ilgili çalışmasını taçlandırmak amacıyla büyük devrimcilerden Nuri Pakdil’in evine konuk olduk. Biz niyetimizi tazeleyip döndük. İsteğimiz bir düşünür, yazar, devrimci olan Nuri Pakdil’in yaşamına ve yaşadıklarına dair küçük bir ayna tutmak, edebiyata, hayata ve devrime yakından tanık olmaktı. Yazılanlar, çizilenler gerçek, bizler şahidiz ki Nuri Pakdil’in sözleri ve edebiyatı, hayatının ta kendisidir. Bu kadar söz yeterli haydi alacağımızı alıp çıkalım. Biraz ciddiyet! Nuri Pakdil genç neslin boş vakitlerini sürekli kitap okuyarak doldurması gerektiğini ve günümüz gençliğine çok güvendiğini vurguladı. Ardından kendisi de yazar olan ve aynı zamanda Nuri Pakdil'in yardımcılığını da üstlenen Necip Evlice, “Okumak, hele ki üniversite yıllarında okumak çok önemli. Gelecekte okumadığınız her sayfa için üzüleceksiniz." diyerek Üstat'ın sözlerini tamamladı.
Yaşamak ki ne söze ne yazıya benzer. Söz söylenir, mürekkep akıtılır asıl olan dosdoğru yaşamaktır. Velhasıl bir devrimci ivedilikle yetişmiyor. Devrimin adını siz koyun, içerinize dokundurun. Biliniz ki devrim bireyseldir. Devrimin sonu tektir. Kendinizde bir devrim ateşleyin 126 KONAK
"Bir yabancı dili muhakkak öğrenmek lazım. Çok zor olmakla birlikte, kendi çabamızla, öğrenebiliriz. Yeter ki azimli ve disiplinli olalım." diye sözlerine devam eden Büyük Usta, ikinci bir dilin gerekliliğini vurguladı. Bizler ikinci bir dilin edebiyat ve yazar olmak için gerekliliğinin nedenini sorduğumuzda, Pakdil şu şekilde cevap verdi “İkinci bir dil Peygamber Efendimiz ‘in de emridir. 'Arapçadan başka Farsça öğreniniz buyuruyor' ” dedi. Pakdil “İyi derecede İngilizce öğrenmelisiniz. Bugün İngilizce revaçtadır. Fransızca o kadar değildir. Fransızca bir kültür dilidir. Fransızca kitaplar vardır.” diyerek kendi döneminde Fransızcanın, İngilizcenin ve Almancanın revaçta olduğunu, günümüzde ise İngilizcenin öne geçtiğini söyledi. Üstat Fransızca kitapları orijinal halinden okuduğundan ve takıldığı yerlerde sözlüğe baktığından bahsetti. İlkokul ve lise yılları sonrasında da Fransızca dersleri almaya devam ettiğini ekledi. Rus Edebiyatı'ndan Dostoyevski, Fransız Edebiyatı'ndan
Balzac'ı , Tolstoy'un Savaş ve Barış'ını ve özellikle Suç ve Ceza'yı günümüz gençliğinin muhakkak okumaları gerektiğinin altını çizdi. Kendisinin 43 kitabını anlaya anlaya, notlar çıkartarak okumamızı söyledi. Pakdil “Ben Türk Edebiyatında fenomenim, olayım.” diyerek kitaplarını yazmak için Ulus’taki Zümrüt Pınar Oteli'nde, tek bir gece ayrılmaksızın, otelde yedi yıl sekiz ay altı gün kalmış bir yazar olduğunu belirterek disiplini ve azmi konusunda bizleri tekrar hayrete düşürmeyi başardı. Devamında “Elbette daha fazla kalan berduşlar vardır, devrimciler vardır ama arada bazı geceleri mutlaka başka yerlerde geçirmişlerdir. Benim ki öyle değil, tek bir gece ayrılmadım” dedi. Söyleşimizin devamında; günümüz edebiyatının iyiye gittiğini ancak yazı yazan genç yazarlarımızın metafizik ve duygulardan uzak olduğunu, bunu da kalemlerine yansıttıklarını düşünen Pakdil, yazarlarımızın yazarken yüzey-
sellikten çıkıp derin ve anlamlı yazmaları gerektiği konusunda nasihatte bulundu. Pakdil "Yazmadan önce çok okumak lazım. İnsan, kendini yazar olarak görmeye başlarsa ancak o zaman yazabilir." diyerek yazarlığın ön şartlarının çok okumak ve kendine inanmak olduğunu vurguladı. Kendisine hangi yazarları beğendiğini sorduğumuzda Rasim Özdenören'i, Cahit Zarifoğlu'nu, Alaeddin Özdenören'i, Mehmet Akif İnan'ı beğendiğini söyledi. Gününü; sürekli okumayla ve ziyaretçileriyle dolduran başarılı yazarımız, hala yazdığını ancak bunları kitap haline getirmeyi düşünmediğini, günlük muhakkak yedi gazete okuduğunu, ilerleyen yaşından dolayı, bu sayının üçe düşürüldüğünü, gündemi yakından takip ettiğini ve artık yaşından dolayı eskisi gibi hareketli bir yaşamının olmadığını anlattı. Eskiden geçirdiği bir gününe bakarsak; çok erkenden kalkar, yine erkenden kahvaltısını yaparmış.
Kuşluk vakti mutlaka yürüyüşe çıkar, öğlenleri birileriyle buluşur konuşur, akşamüzeri de arkadaşlarıyla birlikte yemek yermiş. Bu sebeplerledir ki kitaplarında İstanbul’daki yer ve mekân adlarından sıklıkla bahsediyor Nuri Pakdil. İstanbul’u sokak sokak, köşe köşe bilirmiş. Evinin her bir köşesi adeta bir kütüphane olan Pakdil, okumadığı kitabı kütüphanesine koymadığını söyledi. Necip Evlice “Nuri Pakdil’in kitaplarını çok dikkatli okuduğunuzda klasik bir yazardan -her şeyin adını koyarak yazan- daha çok tamamen sembollerle, simgelerle anlatan ve asıl objesi insan olan, insana dair cümlelerin kurulduğu, göndermeler yapıldığı, çağrışımlar yapıldığı metinlerle karşılaşırsınız. Onun derdi insanladır. İnsanın içinde bir devrim yapmaktadır. Bu devrim sürekli bir devrimdir. Nuri Pakdil'in devrimciliğinde her ne kadar Türkiye putu vs. gibi kavramlar olsa da, asıl in-
EDEBİYAT 127
sanın içinde devrimi oluşturmaktan ve devrimin sürekliliğinden bahseder. İnsanın içinde bir şeyler değişirse, gelecek nesiller öylelikle kurtulur. Yoksa bir ülkede yönetimi devirip yerine geçmekle devrim yapmış olmuyorsunuz. İnsanı değiştirmeden olmaz. Hz. Muhammed (s.a.v.) büyük devrimci diyoruz. Çağında insanı değiştirdiği için öyle söylüyoruz.” diyerek Pakdil’in kitaplarını, devrimini bizlere anlattı. Evlice ise güncel edebiyatı öğrenmek için güncel çıkan kitapları, kitapevlerini, köşe yazılarını, gazetelerdeki kitap ilanlarını takip etmemizi tavsiye etti. Deneme için fikirlere, kelime dağarcığına, bilgiye ihtiyacımızın olduğunu söyleyen Evlice, öykü için daha çok olay kurgusuna, hikâyeye, düşe, iyi derecede cümle kurgusuna ihtiyacımızın olduğunu söyledi, bizlere genç öykücüleri takip etmemizi önerdi. Her bir öyküden farklı edinimler kazanacağımızı vurguladı. Bu edinimleri üslûp, anlatım biçimi, konu, metafizik, duygular olarak özetledi. Kendisinin de Nuri Pakdil gibi lisede dergi çalışmalarının olduğunu, liseyi bitirdikten sonra İstanbul'da Üstat ile tanıştığını ve kaderden doğan bu tanışıklıktan dolayı memnuniyetini açıkça belirten Evlice, Edebiyat Dergisi Yayınları'nın kapak tasarımını, sayfa tasarımını, kitapların düzenlenmesini, dağıtılmasını, reklamlarını gönüllü olarak üstlendiğini belirtti. Pakdil'in ya-
128 KONAK
zılar konusunda çok hassas olduğunu, beğenmediği yazılara, reklamlara çok şiddetli telgraflar çektiğini, elindeyse yırtıp attığını söyledi. Evlice “Biz onların çok faydasını gördük. Bu bile eğitim yöntemiydi bizim için. Onun için bir titizlik, bir hassasiyet, bir estetik duygusu kazandıysak Nuri Pakdil sayesindedir. Bunu da devam ettiriyoruz inşallah” diyerek Nuri Pakdil’in eğitim metodundan ve çelik gibi sarsılmaz iradesinden bahsetti. Devamında “Üstat’ın ne kadar farklı bir insan olduğunu gittiğim yerlerde de anlatıyorum. Hem yazdıklarıyla hem de yaşadıklarıyla 'bir eylem adamı, bir aksiyon adamı' olarak farklı olduğunu. Bir şeyi anlatırken hep sözle, cümlelerle anlatmadığını aslında davranışlarıyla, eylemleriyle anlattığım örneklerle anlatıyorum.” dedi. Evlice Üstat’ın asla bacak bacak üstüne atıp oturmadığını, karşısındaki insandan da aynı edebi beklediğini, bacak bacak üstüne atmış birisini gördüğünde “İndir o ayağını” dediğini, yüz yüze iletişimde elini cebine sokmadığını, ellerini arkadan bağlamadığını, kimsenin önüne düğmelerini iliklemeden çıkmadığını, yaptığı işe her zaman saygı duyduğunu o işe ruhunu kattığını, inancımız adına çalıştığını, mülkiyeti olmayan kıymetli bir adam olduğunu belirtti. Evlice “Hiç bir zaman cüzdan taşımamıştır. Paralarını yıpratarak, eskiterek harcamıştır. Parayı tahkir ve tehzib ederek harcamış-
tır, paraya değer vermediğini göstermek için, para cüzdanına cüzzamdır demiştir.” diyerek Pakdil’in paraya ve maddiyata değer vermediğini bizlere anlattı. Nuri Pakdil’in insana olan derin saygısını çoğu hareketinde açık seçik anlayabildik. Evine girdiğimizde hepimizin ismini ve okuduğumuz okulu kâğıtlara not ettirdikten sonra hepsini tek tek okudu. Okuduğumuz okullarla hassasiyetle ilgilendi, sorular sordu. Kendisi ise okulundan şu şekilde bahsetti “Hukuk Fakültesi dört yıldır. Nuri Pakdil İstanbul Hukuk mezunudur.” devam etti “Büyük kapının üstünde yazılı olan cümleyi söyleyebilecek var mı?” (Eş zamanlı olarak fotoğraftan gösterdi). Biz bilemedik. “Peki, Rasullallah'ın İstanbul’un feth olunacağını müjdeleyen ünlü hadisi şerifinin Arapça metnini okuyabilenler var mı?” diye sordu. Biz bilemedik. Hadis-i Şerif 'i okumaya başladı “ Bismillahirrahmanirrahim, Letüftehanne'l Kostantıniyyete, ve le ni'mel emrü zâlike'l emr, ve le ni'mel ceyşü zâlike'l ceyş. ‘İstanbul feth olunacaktır, ne güzel emirdir o fetihi gerçekleştirecek komutan, o fetihte bulunacak askerler ne güzel askerlerdir.” diyerek belleklerimize unutulmaz bir bilgi daha ekledi. Kendisini devrimci olarak atfeden Pakdil'e neyin devrimini yaptığını sorduğumuzda, sorumuzu “Türkiye putunu devirme devrimi” şeklinde yanıtladı. Türkiye putundan kastının ise firavun olduğunu söyledi. Nuri Pakdil, memleketi Maraş'a olan sevgisini ve o topraklarda yetişen şair ve yazarlarımızı gururla bizlere anlattı. Pakdil “Bizler Maraş’ta doğduk, Maraş'ta arkadaşlarla buluştuk, Maraş'ta edebiyat dergisini çıkarmaya başladık. Akif İnan hariç hepimiz Maraşlıyız. Akif İnan Urfa'dan gelip edebiyata katıldı” dedi. Maraş'tan bu kadar çok şair çıkmasına sebep olarak “Toprağında bereket var herhâlde” diyerek bizleri güldürdü. Sonrasında “Maraş'ta manevi bir zuhurat var” diyerek Maraş'ın maneviyatını anlattı. Kudüs'e olan aşkına ve Kudüs'ün önemine değinen 'Kudüs Şairi', “Kudüs Rasullallah’ın Miraç'a çıkma-
dan önce son ayak bastığı yeryüzü parçasıdır da onun için Kudüs'ü seviyoruz. Kudüs Müslümanların ilk kıblesidir.” diyerek Kudüs sevgisini anlattı. Devamında “Peygamber Efendimiz namaz kılarken Cebrail geliyor Efendimiz'e 'Mescid-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a yönel' diyor.” diyerek kıssayı bizlere aktardı. Nuri Pakdil İstanbul'a olan sevgisinin altında İstanbul’un maneviyatının yattığını söyledi. Ankara’yı ise yine manevi sebeplerden ötürü cehennem olarak adlandırıyor Pakdil. Söyleşinin devamı Necip Fazıl Kısakürek ve Rasim Özdenören ile olan anılarını, keyifli bir sohbetle anlatmasıyla son buldu. Necip Fazıl Kısakürek ile olan ‘Bıyık boyama' isimli hatırasını bizlere şöyle aktardı “Üstat bir gün bizim evdeydi. Şimdi gelmesin. Bu evde oturuyorduk. Kahvaltı yaptık. “Nuri kurşun kalem var mı?” dedi Üstat. “Var Üstat” dedim. Üstat bıyığını alttan ve üstten alırdı. Bıyığını siyaha boyadı. “Nasıl ol-
dum” dedi. Bende “Delikanlıya döndünüz” dedim. “Her zaman delikanlı değil miyim Nuri” dedi. “Doğrudur Üstat” dedim bende.” Bıyığını boyamasının sebebini ise “İstinabe suretiyle mahkemede ifade verecek. Mahkemeye giderken genç görünmek istiyor.” şeklinde açıkladı. Akif İnan ile para isteme meselelerini de anlatıyor bizlere. “Rahmetli Akif ile parasızız. “Akif Üstat geliyor.” dedim. “Üstat dedi biz Nuri abiyle İstanbul’dayız paramız yok, para.” dedi. Üstat “Akif seni Nuri mi saldı?” dedi. “Evet doğru Üstat Nuri abi saldı” dedi. Cüzdanını çıkarttı. Oradan yirmi lira verdi. Yirmi lirayla iki gün rahmetli Akif ile İstanbul'da yaşadık.” Nuri Pakdil’in kabul etmediği bir başka anıdan da Evlice şöyle bahsediyor “Üstat Necip Fazıl Ankara’ya geliyor. Edebiyat dergisi çıkıyor. Bir akşam diyorlar ki toplanıp gidelim Üstat ile bir röportaj yapalım, röportajı da dergide yayımlayalım. Daha önce yapılan bir röportajda Necip Fazıl'a yö-
neltilen “Çiçeklerle aranız?” sorusuna “Menekşeyle mükemmel” diyor ve röportaj bitiyor. Üstat ile yapılan röportajda menekşenin özel bir önemi var tabi. Dediklerine göre, her ne kadar kabul etmeseler de Menekşe adında birisi var Üstat’ın hayatında.” Nuri Pakdil Rasim Özdenören'in uydurması olduğunu söylüyor. Evlice devam ediyor “ Konuşmanın sonunda Üstat Necip Fazıl'a soruyor Nuri Bey diyor ki “Üstat çiçeklerle aranız nasıl?” diyor. Üstat ise uzun boylu gül anlatmaya başlamış. Güller şöyledir, böyledir, cennet çiçeğidir... Nuri Pakdil'i gülme krizi tutuyor. Necip Fazıl, Rasim Özdenören'e “Rasim Nuri'ye bak çıldırmış bu oğlan” diyor.” Söyleşimizin sonuna doğru evinde Türkan Şoray’ın neden fotoğrafı bulunduğunu sorduğumuzda “Türkan Şoray favorimiz. Başka sultan yok.” dedi hemen ardından “Bu bahsi kapatalım efendim” diye üsteledi. Keyifli söyleşimizi kitaplarımızı Pakdil'e imzalatarak noktaladık.
EDEBİYAT 129
Nuri Pakdil 1934 yılında Maraş’ta doğdu. İlk eğitimini ailesinden ve yakın çevresindeki aydın kişilerden alan Pakdil İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Nuri Pakdil birçok şekilde karşımıza çıkabilir. Ben birkaç tanesinden bahsedeceğim. Nuri Pakdil bir yazar. 43 adet kitabı var hâlihazırda. Edebiyat Dergisi Yayınları’nın kurucusu olan Pakdil, kitaplarını hala Edebiyat Dergisi Yayınları’nda yayımlamaktadır. Nuri Pakdil bir şair. İnsanı kör kuyulara hapseden, duvardan duvara çarpan sonra da zincirlerini kırdıran şiirleri var. Nuri Pakdil bir fikir adamı. Duruşuyla sözleri hiç bir zaman zıt düşmedi, çekinmeden, yılmadan, dönmeden dosdoğru fikirlerini haykırdı. Fikirleri için kitaplar yazdı. Nuri Pakdil nitelikli bir okur. Onun kitaplığının içinde evi var desek mübalağa yapmış sayılmayız. Okumanın öneminin her zaman altını çizdi. Hepsinden öte Nuri Pakdil bir devrimci, bir eylem, bir aksiyon adamı. O hiçbir zaman fildişi kulesine çekilmedi. Savundukları için yaşadı. Bahsini geçirdiğim ve geçirmediğim bütün özellikleri onda aynı zamanda zuhur etti. Ona yalnızca yazar, şair, okur, düşünür, devrimci, sanatçı demek ona bakarken dürbünü ters tutan, bırakın uzakları görmeyi yakını dahi göremeyen bir insana benzer. Dürbünü doğru tutun ki onu anlayabilesiniz. Nuri Pakdil'i ziyaret etmeyi düşünürken aklımızda onun yaşamına ve yaşadıklarına küçük bir ayna tutmak, edebiyatına, hayatına ve devrimine yakından tanık olmak vardı. Bizler gittik gördük. Yazılanlar, çizilenler gerçek; bizler şahidiz ki Nuri Pakdil’in sözleri ve edebiyatı hayatının ta kendisidir.
Günümüz edebiyatını nasıl buluyorsunuz? -Günümüz edebiyatı iyiye gidiyor ancak yazı yazan genç yazarlarımız metafizik ve duygulardan uzak, bu da kalemlerine yansıyor. Yazarlarımızın yazarken yüzeysellikten çıkıp derin ve anlamlı yazmaları gerekir.
130 KONAK
Nasıl yazar olunur? -Yazmadan önce çok okumak lazım. İnsan kendini yazar olarak görmeye başlarsa ancak o zaman yazabilir.
Hangi yazarları beğeniyorsunuz? -Rasim Özdenören’i, Cahit Zarifoğlu’nu, Alaeddin Özdenören’i, Mehmet Akif İnan’ı.
Hala yazıyor musunuz, gününüzü nasıl değerlendiriyorsunuz? -Günümü sürekli okumakla ve ziyaretçilerimle dolduruyorum. Tabi hala yazıyorum. Günlük muhakkak yedi gazete okurum. Gündemi yakından takip ederim.
Genç nesle güveniyor musunuz? -Elbette güveniyorum. İşte örnek sizlersiniz.
Genç nesle nasihatte bulunur musunuz? -Boş vakitlerinizde sürekli kitap okuyun. Bir yabancı dili muhakkak öğrenmek lazım. Çok zor olmakla birlikte kendi çabamızla öğrenebiliriz. Yeter ki azimli ve disiplinli olalım.
İkinci bir dil niçin gereklidir? -İkinci bir dil Peygamber Efendimiz ’in(sav) de emridir. Arapçadan başka Farsça öğreniniz buyuruyor. -İyi derecede İngilizce öğrenmelisiniz. Bugün İngilizce revaçtadır. Fransızca o kadar değildir. Fransızca bir kültür dilidir. Benim dönemimde Fransızca, İngilizce ve Almanca revaçtaydı. Ben Fransızca kitapları orijinal halinden okurdum, takıldığım yerlerde sözlüğe bakardım. İlkokul ve lise yıllarımdan sonra da Fransızca almaya devam ettim.
Kitap okumamızı söylediniz. Ne tür kitaplar okuyalım, bir kaç öneride bulunur musunuz? -Rus Edebiyatı’ndan Dostoyevski, Fransız Edebiyatı’ndan Balzac’ı, Tols-
toy’un Savaş ve Barış'ını ve özellikle Suç ve Ceza’yı günümüz gençleri mutlaka okumalı. Okumaya Nuri Pakdil'in 43 kitaplık külliyatından başlayabilirsiniz. 43 kitabımı anlaya anlaya notlar çıkararak okuyun. Ben Türk Edebiyatında fenomenim, olayım. Kitaplarımı yazmak için Ulus’taki Zümrüt Pınar Oteli’nde, tek bir gece ayrılmaksızın, yedi yıl sekiz ay altı gün kalmış bir yazarım. Elbette daha fazla kalan berduşlar vardır, devrimciler vardır ama arada bazı geceleri mutlaka başka yerlerde geçirmişlerdir. Benim ki öyle değil tek bir gece ayrılmadım.
Evinizde büyük bir kütüphane mevcut. Buradaki kitapların hepsini okudunuz mu? -Okumadığım kitabı kütüphaneme koymam.
Bizler sizi devrimci olarak tanıdık. Siz neyin devrimini yapıyorsunuz? -Türkiye putunu devirme devrimini yapıyorum.
Türkiye putu nedir? -Firavun
Maraş'tan bu kadar çok şair çıkmasını neye borçluyuz? -Toprağında bereket var herhâlde. Maraş'ta manevi bir zuhurat var. Bizler Maraş’ta doğduk, Maraş’ta arkadaşlarla buluştuk, Maraş’ta edebiyat dergisini çıkarmaya başladık. Akif İnan hariç hepimiz Maraşlıyız. Akif İnan Urfa’dan gelip edebiyata katıldı.
Kudüs şairi olarak size Kudüs'ü soralım. Kudüs'ün önemi sizde nedir? -Kudüs Rasulullah’ın Miraç’a çıkmadan önce son ayak bastığı yeryüzü parçasıdır da onun için Kudüs’ü seviyoruz. Kudüs Müslümanların ilk kıblesidir. Peygamber Efendimiz namaz kılarken Cebrail geliyor Efendimiz’e Mescit-i Aksa’dan Mescid-i Haram’a yönel diyor.
İstanbul’u sevme Ankara’yı ise sevmeme nedeniniz nedir? -İstanbul'da maneviyat var, Ankara’nın maneviyatı ise cehennemdir.
Necip Fazıl Kısakürek ile anılarınızdan bahseder misiniz? -Üstat bir gün bizim evdeydi. Şimdi gelmesin. Bu evde oturuyorduk. Kahvaltı yaptık. “Nuri kurşun kalem var mı” dedi Üstat. “Var Üstat” dedim. Üstat bıyığını alttan ve üstten alırdı. Bıyığını siyaha boyadı. “Nasıl oldum” dedi. Bende “Delikanlıya döndünüz” dedim. “Her zaman delikanlı değil miyim Nuri?” dedi. “Doğrudur Üstat” dedim bende. Bıyığını boyamasının sebebi ise İstinabe suretiyle mahkemede ifade verecek. Mahkemeye giderken genç görünmek istiyor. -Rahmetli Akif ile parasızız. “Akif Üstat geliyor” dedim. “Üstat biz Nuri abiyle İstanbul’dayız paramız yok para” dedi. Üstat “Akif seni Nuri mi saldı?” dedi. “Evet doğru Üstat Nuri abi saldı” dedi. Cüzdanını çıkarttı oradan yirmi lira verdi. Yirmi lirayla iki gün rahmetli Akif ile İstanbul’da yaşadık.
Evinizde neden Türkan Şoray’ın fotoğrafı var? -Türkan Şoray favorimiz. Başka sultan yok. Bu bahsi kapatalım efendim. Nuri Pakdil'in hayatı boyunca hiç bacak bacak üstüne atıp oturmadığını, yüz yüze iletişimde elini cebine sokmadığını, ellerini arkadan bağlamadığını, kimsenin önüne düğmelerini iliklemeden çıkmadığını, paraya değer vermemek için hiçbir zaman cüzdan taşımadığını, parayı hep eskiterek kullandığını, para cüzdanına cüzzamdır dediğini bizler sizlere söylemiş bulunalım. Nuri Pakdil’in derdi insanladır, insanın içinde bir devrim yapmaktadır, bu devrim sürekli bir devrimdir diye öğrendik. Orada yaşananlar bizde kaldı. Tek gayemiz o günden size küçük kesitler sunabilmekti. Hakkıyla yapabilmişsek ne ala, yapamamışsak haklar helal ola.
EDEBİYAT 131
132 KONAK
HALK SAĞLIĞI Araştırmaları Koordinatörlüğü Gün geçtikçe artan bireyselleşme, yaşam sürelerinin uzaması ve kent hayatı; kaygıların artışına, yaşam biçimi değişikliklerine ve akut-kronik birçok sağlık sorununa mahal vermektedir. Hastanelerin artan yükü ile birlikte hastaların tedavi doyumsuzluğunun önüne geçilememekte ve tedavi edici sağlık hizmetlerinde makineleşme hızla artmaktadır. Tıp, aşı gibi bazı alanlarda olağanüstü başarılar gösterirken; bir o kadar alanda da danışanlarını tatmin edememektedir. Tıpta bütüncül yaklaşımın geçtiğimiz her gün daha istismara açık hale gelmesi de bu sürecin sonuçlarındandır. Sağlık hizmetlerinde gelişmeleri takip eden etik tartışmaların, normalleşmesinde gecikme yaşanması, her gün yeni kişilerin mağduriyetine yol açmaktadır. Halk Sağlığı Araştırmaları Koordinatörlüğü olarak; halkın sağlığına olan bakışımızı, çok paydaşlı bir yaklaşımla destekleyerek, aşı, biyoetik ikilemler ve şifa (geleneksel ve tamamlayıcı tıp) çalışma grupları ile bütüncül kavrayışı yakalamaya çalışıyoruz.
Çalışma Grubu • Aşı • Biyoetik İkilemler • Şifa (Geleneksel ve Tamamlayıcı Tıp) • Epidemiyoloji ve İstatistik • Sağlığın Sosyal Boyutu • Sağlık 4.0
MEDENİYETLERİN TIP TARİHİ
İnsanlığın başlangıcından beri var olan tebabet, zaman geçtikçe yeni keşiflerle beraber çeşitli disiplinlere bölünmüştür. Bu bölünme tıp eğitiminde uzmanlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Lakin genelden özele doğru ilerleyen bu süreç, beden ve ruhtan oluşan insana bütüncül bakabilme yetisini azaltmıştır. ŞIFA (GELENEKSEL VE TAMAMLAYICI TIP) ÇALIŞMA GRUBU Aişe Gül GÜNEŞ Kübra YILMAZ 1 Nihan Elif TEKİN 2 Songül GÖKŞİN 1 Ulviye Esra ERBAŞ* 3 1
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi 3 Hacettepe Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi 1
2
* İletişim: ueserbas9816@gmail.com
134 KONAK
Geleneksel dünyada ‘ilm-i küll’ olan bütüncül bakışın önemi Mesnevi’de (Mevlana, Cilt III) geçen şu hikaye ile anlatılabilir; “Hintliler karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı. Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar. Birisin eline kulağı geçti, ‘Fil bir oluğa benzer’ dedi. Başka birisinin eline ayağı geçmişti, dedi ki: ‘Fil bir direğe benzer.’ Bir başkası da sırtını ellemişti, ‘Fil bir taht gibidir’ dedi. Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa fili ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif. Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı.” Hikâyeden de anlaşılacağı üzere; bütünün parçaları tek başına bir anlam ifade etmede yetersiz kaldığı ancak bütün olarak bir anlam ifade ettiğinde amacın yerine getirildiği söylenebilir.
Ayrıca anatomik bozukluklar, dahiliye ve hariciye alanlarına ait bir takım hastalıklar, cilt hastalıkları, göz hastalıkları, kadın hastalıkları, psikolojik rahatsızlıklar da kitapta geçmektedir. Bunun yanı sıra; ağrı, üşüme, kan birikmesi, boğuk ses, yüksek ateş, ter, hezeyân, kan akması, uyuşukluk, irin, derinin şişmesi veya kuruması, felç, kanın sütün kesilmesi gibi ip biçimini alması, nabız değişiklikleri, karın şişliği, idrar değişiklikleri gibi belirti ve bulgulardan yararlandıkları da görülmektedir.
Birbirinden farklı ilimlerde önemli olanın bütüncül yaklaşım olduğunu çeşitli medeniyetlerin tıp tarihi içerisinde görmekteyiz. Bu ayki çalışmamızın amacı ise, geleneksel ve tamamlayıcı tıp tedavilerini anlamaktır. Bundan mütevellit İslam, Mısır, Hint, Çin ve Yunan medeniyetlerinin tıp anlayışları ve tedavi yöntemleri araştırmalarımızın kapsamını oluşturmuştur. İSLAM MEDENİYETİNDE TIP İslam tıbbı, ilk dönemde Hz. Peygamber’in hadislerinden pratik olarak yararlanmış olup dönemin geleneksel Arap tıbbından olduğu kadar, antik Helen, antik Hint ve antik İran tıbbından da etkilenmiştir. Bu etkileşimleri de kapsayarak, İslam tıbbının gelişimi üç evrede incelenebilir. Yaklaşık olarak MS 7-8. yüzyıllara tekabül eden yabancı kaynakların Arapçaya tercüme edildiği ilk evrede; Sushruta kitabının çevrilmesiyle Hint tıbbı; Hipokrat ve Galen gibi Grek bilginlerin yapıtlarının çevrilmesiyle de Yunan tıbbı İslam dünyasına girmiştir. MS 9-13. yüzyıllardaki ikinci evrede
ise Ali İbn Abbâs, Râzî, Zehrâvî, İbn Sînâ, İbn Zuhr, İbn Nefîs gibi Müslüman tıp adamlarının katkılarını görmekteyiz. MS 13. yüzyıl sonrasındaki üçüncü evredeyse diğer bilim alanlarında olduğu gibi tıp alanında da bir durgunlaşma söz konusu olmuştur. İslam tıbbının dokuzuncu asırdan önceki bilgi birikimine bakacak olursak, Arap dili ve edebiyatıyla ilgilenen Halil b. Ahmed’in Kitâbü’l-Ayn’daki tıbbi terimleri bu konuda bize rehber olabilir. Kitapta anatomi, cerrahi, tıbbi malzeme, ilaç ve botanik terimleri yanında çeşitli tedavi yöntemleri de yer almıştır. Yeni doğan çocuğun anne karnında yuttuğu siyah sümüğümsü ifrazatı (mekonyum) çıkarmak için çocuğa bal ya da ilaç içirilmesi, baş yaralanmalarında oluşan kanın beyin zarına doğru inmesini engellemek için eritilmiş tereyağının yara üzerine dökülmesi kullanılan tedavi yöntemlerine; yemeği hazmettiren ilaca hâdûm, ilaç olarak hazırlanan en yumuşak nesneye merhem denilmesi ilaç terimlerine; amniyona çağnak, meatusa geçenek denilmesi anatomi terimlerine örnek olabilir.
İslam tıbbının çeşitli etkenlerle oluşan bilgi birikiminin yanında hastane oluşumları da zamanla gelişmiştir. Toplumsal yaşamın düzeni için, bedensel ve ruhsal sağlığını kaybetmiş kimseleri bir arada tutmak, bakımlarını yapmak ve iyileştirmek büyük önem taşır. Bundan hareketle 707 yılında cüzzamlı, kötürüm, kör, yatalak ve kimsesizleri barındırmak amacıyla İslam dünyasında ilk hastane kurulmuştur. İslam dünyasında kurulan bu ilk hastanenin ardından eğitim ve tedavi kurumu olarak hizmet verecek hastaneler kurulmuştur. Bu hastanelerde hastalar hastalıklara göre farklı koğuşlara konulmaktaydı, akıl hastalığı batıdaki gibi dini bir cezalandırma olarak nitelendirilmiyordu, sterilizasyon önemliydi, vakıf geliriyle ücretsiz tedavi uygulanmaktaydı, tedaviler bilimseldi. Batı’da ise bu özelliklere sahip hastanelerin kurulması çok sonraları gerçekleşmiştir. İslam Medeniyetinde Tıbba Bakış İslam tıbbında Arap, Yunan, Hint ve İran tıbbının izleri görülse de, sağlığa bakış açısı Hz. Peygamberin (s.a) ve dinin getirdikleriyle şekillenmiştir. Dini söylemin bir parçası olarak, bize emanet edilen bedenin korunması ve hastalanmaması için önlem almak HALK SAĞLIĞI 135
bugün de modern tıpta kan ve safra kirliliğinin hastalıklara sebep olduğu bilinmekte, bunların giderilmesi için kan aldırma, safra boşaltma, müshil kullanma gibi usullere başvurulmaktadır.
önemsenmiştir. Bu nedenle koruyucu hekimlik öne çıkan ilk konu olmuştur. Sağlığın korunması için ileri sürülen ilke İslam öğretisinde de olan temizliktir. Temizliğin yanı sıra aşırı yemek yemeden sakınılması, gerektiğinde perhiz yapılması vurgulanmıştır. Bu amaçla “Hıfzıssıhha” başlıklı birçok makale kaleme alınmış, halk bilgilendirilmeye çalışılmıştır. İslam dünyasında koruyucu hekimlik anlayışı dışında Ahlat-ı Erbaa anlayışı da hakimdir. Mısır ve Yunan
136 KONAK
medeniyetinden gelen bu anlayışa göre evren toprak, su, hava ve ateş olmak üzere dört temel unsurdan oluşmuştur. Aynı zamanda bu dört temel unsur soğuk-kuru, soğuk-nemli, sıcak-nemli, sıcak-kuru özelliklerini de yansıtmaktadır. Bu unsurların insan bedenindeki karşılıkları ise kara safra, balgam, kan ve sarı safradır. Bu anlayışa göre sağlık vücuttaki bu sıvıların dengede oluşuna, hastalık ise bu dengenin bozulmasına bağlıdır. Bundan dolayı tedavide kirli sıvıların boşaltılması (kan almak. müshil vermek vb.) yoluna gidilir. Nitekim
Dört sıvı ve onlara nispet edilen nitelikler, İslam dünyasında İbn-i Sina'nın Kanun Fi't-Tıbb adlı eserinde, duygusal, zihinsel durumlar, tavır ve rüyalar da eklenerek mizaç teorisi geliştirilmiştir. Demevi, balgami, safravi ve sevdai terimleriyle ifade edilen psikolojik tiplemelerin yanı sıra; sıcak tabiatlı, soğuk tabiatlı, kuru tabiatlı ve yaş tabiatlı şeklinde dört niteliğe dayalı karakter tasniflerine de gidilmiştir. Mizaç teorisine göre kişiye sahip olduğu niteliklere uygun tedavi verilmelidir. Örneğin vücudun dengesini korumak adına sahip olunan tat özelliklerinin zıddında diyet önerilirdi. Nitekim bu anlayış günümüzün ‘hastalık yoktur hasta vardır’ anlayışı ile de örtüşmektedir. Nebevi Tıbbı Tıp, sözlükte yumuşaklık ve bir işte maharet sahibi olmak anlamına gel-
mektedir. Hz. Peygamber’in(s.a) merhamet ve şefkatinin bir tezahürü olan tıbbi tavsiyeleri zamanla müstakil kitaplarda bir araya getirilmiş, İslam tıbbını şekillendiren tıbbi nebevi ortaya çıkmıştır. Hz. Peygamber’in tıpla ilgili hadisleri, hadis kitaplarının kitâbu’t-tıbb bölümünde tasnif edilmiştir. Buhârî’nin kitâbu’t-tıbbı üç ana kısma ayrılmıştır: İlk kısımda şifânın Allah tarafından indirildiği, kadınların erkekleri tedavi etmesinin caiz olduğu, şifâ veren bitki, gıda ve içecekler gibi tıbbın temel konuları ile ilgili hadisler vardır. Ayrıca hacamat, karantina, dağlama ve kül koyarak kan kaybının engellenmesi gibi tedavi metotlarını anlatan hadisler de yine bu kısımdadır. İkinci kısımda da, rukye (şifa niyetiyle ayetleri okuyarak dua etme), nazar, uğursuzluk, fal ve sihir gibi psikolojik hastalıklar ve tedavi yöntemleri konusundaki hadisler yer almıştır. Son kısımda ise hastalıkların bulaşması, zehirlenme, zehirden korunma ve su kabına sinek düşmesi gibi mikrobik hastalıklar, kimyevî terkipler yani eczacılıkla alâkalı konulardaki hadisler yer almaktadır. Hz. Peygamber’in tıbbî hadislerinin bağlayıcılığı konusunda İslâm âlimleri arasında farklı görüşler bulunmaktadır. Hz. Peygamber’den tıp konusunda rivayet edilen haberlerin bir kısmının vahiyle kendisine bildirildiği, diğer
kısmının ise Arapların âdetlerinden tecrübe ile elde edilen bilgiler olduğu İslâm bilginlerinin çoğu tarafından benimsenmiştir. Ancak bazı bilginler, Hz. Peygamber’in dünyevî konular olarak adlandırdığı tıpla ilgili meselelerde vahyî bir bilgiye dayanmadığı, kendi tecrübesini ve duyduğu, öğrendiği bilgileri ashâbına nakletmekle yetindiğini iddia etmiş; bu nedenle Hz. Peygamber’in tıpla ilgili hadislerinin bağlayıcılığının bulunmadığını ileri sürmüşlerdir. Ancak bunu savunanlardan bazıları bu yaklaşımlarına rağmen, tıbbî uygulamalar hadislerle çeliştiği zaman genelde hadisleri tercih etmiştir. Bunun yanında “Mantar, kudret helvasındandır; suyu göze şifadır (el-Buhârî,Tıbb, 20)” hadisine bakıldığında mantar suyunun göz hastalıkları için kullanılması Araplar ve Yunanlılar tarafından bilinmemektedir. Dolayısıyla bazı hadislerin vahiy olduğu düşünülmektedir. Nebevi tıbbından birkaç hadisi inceleyecek olursak: ‘Sen kalp hastası bir kişisin. Sakîfli Hâris b. Kelede’yi getirt, o tedavi etmesini bilen birisidir. Medine’nin acve hurmasından yedi tane alsın, çekirdekleriyle birlikte dövsün; sonra onları sana içirsin.’ (Ebû Dâvud,Tıbb, 12) hadisiyle hastalanıldığında doktora gidilmesini;
‘Sizin ilâçlarınızdan herhangi bir şeyde şifâ varsa, bu kan almada ve ateşle dağlamadadır. Fakat ben dağlamayı sevmiyorum.’ (Buhârî,Tıbb,17) hadisiyle de Hz. Peygamber’in dönemin yöntemlerini eleştirdiğini görmekteyiz diyebiliriz. GELENEKSEL ÇİN TIBBI Geleneksel çin tıbbının(GÇT) oluşumu 3000 yıl önceye dayanır. 3000 yıldır süregelen bu uygulama, çeşitli kitapların ve usta çırak eğitimi sayesinde günümüze ulaşmayı başarmıştır. En çok bilinen kaynak olan Huang Di Nei Jing ya da Sarı İmparatorun Dahiliye Klasikleri, milattan önce üçüncü yüzyılda yayımlanmış ve son iki bin yılda uygulayıcılara ışık tutmuştur. Tarih boyunca bu ilmin öğrenilmesindeki en büyük sorunun çeviri olduğu görülmüştür. Çin dili olan “pin yin” bilindiği üzere bir kelimenin birden fazla anlamının olduğu, dolayısıyla bir cümlenin bir çok farklı şekilde yorumlanabildiği bir dildir. GÇT’de Mekanizma Geleneksel Çin Tıbbı batı tıbbından çok farklı temellere dayanmaktadır ve izlediği yollar da farklıdır. En genel HALK SAĞLIĞI 137
farklarını açıklamak gerekirse GÇT bir etkinin sebebini araştırırken batı tıbbı daha semptom odaklıdır, kronik ve dahili hastalıkların tedavisinde daha büyük başarı gösterirken batı tıbbı ilk yardım ve cerrahi müdahalelerde daha başarılıdır, müdahaleleri 2000 yıllık bir geçmişe ve tecrübelere dayanırken batı tıbbı klinik deneylerle desteklenmektedir, uygulamaları masaj, bitkisel terapi gibi nispeten zararsız uygulamalarla iyileştirmeye odaklanırken batı tıbbının uyguladığı yöntemler daha kimyasal bazlı ve yan etkisi fazla olan uygulamalardır. GÇT felsefesinden bahsetmek gerekirse; çin tıp felsefesinde en önemli konsept Çin mitolojisine göre ilk imparator olan Fu-Hsi tarafından kurulan yin ve yang teorisidir. Çin filozofları ve şifacılarına göre dünya ve içindekiler daima bir bütünün parçasıdır. Bir bölüm yin iken onu tamamlayacak daima yangdır. Kırmızı renkle sembolize edilen yin karanlık, soğukluk, dişilik, sükunet gibi özeliklere sahiptir. Mide, safra kesesi, mesane, ince bağırsak ve kalın bağırsakta bulunur; ilkbahar ve yazda artar. Siyah renkle sembolize edilen yang ise aydınlık, sıcaklık, erkeklik, hareketlilik gibi özelliklere sahiptir. Kalp, akciğer, karaciğer, dalak ve böbrekte bulunur; sonbahar ve kışta artar. Alınan nefes içindeki enerji yang ile esas, yin ile yardımcı organlara dağıtılır. Yin-yang organlarda belli oranda denge içinde bulunduğunda vücut sağlıklıdır. Fizyolojik açıdan bakıldığında da vücudun içi yin, dışı yang olarak kabul edilir. Yin enerjiyi içte tutarken yang dışarıdaki kötü enerjiden korur. Yin ve yang ikilisindeki denge her nerede bozulursa bozulsun bir probleme işaret eder. Örneğin Yin soğuk, yang sıcağı temsil eder, bu da bize vücut sıcaklığı hakkında ipucu verir; fazla yin varsa vücut üşür, fazla yang varsa ateş yükselir. Ayrıca sistol ve diastol gibi zıt mekanizmalar da yin-yangın iki kutuplu olması ile açıklanır. 138 KONAK
GÇT felsefelerinden biri de “qi”, kan ve vücüt sıvıları üçlüsüdür. İlk olarak qi basitçe enerjiyi ifade etmektedir ve bu enerjinin bütün aktivitelerin merkezi olduğu kabul edilir. Qi eksikliği minimal fonksiyona sebep olurken fazlalığı tıkanmalara sebep olur. İkinci olarak kan, vücut sıhhatini gösteren önemli bir etkendir. GÇT’ye göre üç farklı kan hastalığı vardır; kan durgunluğu, kan eksikliği ve kan sıcaklığı. Kan durgunluğu menstrual ağrılarda, koroner arter hastalığında, bölgesel şişliklerde, hematomalarda ve travmatik yaralanmalarda gözlenmiştir. Tedavi etmek için kanı aktifleştirmek gerekir. Kan eksikliği ani kan kaybını ya da yetersiz kan üretimini gösterir. Anemi, kronik yorgunluk, fibromiyalji, düzensiz menstrual siklus, kırılgan tırnaklar, açık renkli dil ve zayıf nabızla kendini gösterir. Hamilelik ve doğumla beraber de görülür. Tedavi etmek için kanı artırıcı tedaviler uygulanmalı ve enerji kuvvetlendirilmelidir. Kan sıcaklığı ise daha kompleks hastalıklarda görülür. Kızıl hastalığı, kızamık, ensefalomiyelit, aplastik anemi, lösemilerde gözlenmiştir. Kan sıcaklığı kendini burun kanaması, mental depresyon, su isteği, kırmızımsı idrar, konstipasyon ya da siyah feçes, ateş, sarı tabaka kaplı kırmızı bir dil ve hızlı nabız ile gösterir. Tedavi etmek içinse kanı soğutacak tedaviler uygulanır. Üçüncü olarak vücut sıvıları vücütta normal koşullarda bulunan su miktarıyla ilgilidir. Bu vücut sıvılarının dengesi de sağlık için oldukça etkili bir faktördür. GÇT’de Uygulama GÇTnin uygulanması uzmanlaşmış kişiler tarafından kontrollü olarak ya-
pılır. Bir GÇT uygulayıcısının öncelikli öğrendiği kısım ise vücudun anatomisidir. GÇT uygulayıcısı anatomik olarak vücudu bir batı tıbbı hekiminden farklı inceler. GÇT nin anatomik tabirlerini anlamak için bazı terimleri öğrenmek gereklidir. GÇTye göre insan vücudu meridyen adı verilen kanal sistemlerine ayrılmıştır, ve bu kanal sisteminde denge bozulduğunda hastalık ortaya çıkar. Bu meridyen sistemi boyunca bazı özel noktalar bulunur (akupunktur noktaları) ve bu noktalar vücutta bazı semptomları dindirmek ve dengesizlikleri düzeltmek için kullanılır. Toplam 12 tane olan bu meridyenlerden “qi” (enerji) düzenli bir akış içerisinde yol alır. Bu meridyenleri kullanarak hastalıkların tedavi edilebildiği pek çok vakada gözlenmiştir. Bir GÇT uygulayıcısı hastayı tedavi etmeden önce muayeneler ve sorular süzgecinden geçirir. Bu muayeneler dilin yapısını ve nabzı özellikle inceleyici biçimdedir. Özellikle sorulan sorular şunlardan oluşmaktadır:
•
Soğuk sıcak hissiyatı,
•
Terleme,
•
Baş ve boyun ağrıları,
•
Idrara çıkma ve bağırsak hareketleri,
•
Beslenme düzeni,
•
Göğüs rahatsızlığı,
•
Duymada farklılık,
•
Su isteği,
•
Nabız özellikleri
•
Dil rengi,
•
Ruh hali.
Örneğin; dilde solukluk, ince beyaz bir tabaka ve diş izleri varsa enerji eksikliğini gösterir. Yorgunluk, iştah kaybı, ani terleme, nefes darlığı, fazla düşünme ve kaygı ile birlikte ortaya çıkabilir. Dilde beyaz yağlı bir tabaka varsa vücut nemi tutuyordur. Kişi şiş hisseder, göğüste ve karında dolgunluk hissi vardır. Kişide ağırlık hissi vardır. Dil soluk renkteyse ve bir tabaka gözlenmiyorsa kansızlık vardır. Kişide baş dönmesi, yorgunluk, çarpıntı, konsantrasyon ve hafıza bozukluğu, uykusuzluk görülür. GÇT uygulayıcısı teşhis koyarken, sekiz farklı sendromdan birini seçer. Bunlar yang veya ying sendromu, yüzeysel veya derin sendrom, sıcak ya da soğuk sendrom, eksiklik ya da fazlalık sendromudur. Bu sekiz sendromu tedavi etmek için sekiz farklı yol izlenir. GÇT uygulayıcısı muayeneyi bitirdikten sonra tedavi sürecine geçer. Geleneksel Çin tıbbında bilinen çok fazla tedavi yöntemi vardır. Bunlardan bazıları akupunktur, diyet takibi, bitkisel tıp, masajla tedavidir. Egzersizle tedavi yöntemleri de “Qi Gong” ve “Tai Chi”dir. •
Akupunktur: Latin kökenli acus (iğne) ve puncture (batırmak) kelimelerinden gelmektedir, vücutta belirli noktalara belirli amaçlarla iğne batırılmasıdır.
•
Diyet takibi: Kişiye özel yiyecek listesi ile vücudu düzene sokmayı amaçlar.
•
Bitkisel Tıp: Çeşitli bitkilerin tedavi amacıyla kullanıldığı tedavi yöntemidir.
•
Masajla tedavi: Vücuttaki çeşitli özel noktalara basınç uygulanan tedavi yöntemidir.
•
Qi Gong: Vücuttaki enerjiyi harekete geçirmesi ve düzene sokması için yapılan egzersiz benzeri hareketlerdir.
•
Tai Chi: Aslen bir dövüş sanatı olduğu kabul edilir ancak qi gong gibi vücudu düzene sokar.
AYURVEDA(YAŞAM BİLGİSİ) TIBBI Geleneksel ve tamamlayıcı tıp yöntemleri çoğu zaman toplumların yaşayış biçimleriyle şekillenmiştir. Örneğin rahip veya şaman gibi dinsel öğelerin fazla önemsendiği toplumlarda büyü ve dua ile tedavi öne çıkıyordu. Avcı ve toplayıcı toplumlarda kullandıkları keskin aletlerin getirdiği kabiliyetle cerrahi tedaviler, tarımla uğraşan toplumlarda ise şifalı otlarla tedavi göze çarpıyordu. Çünkü insanoğlu ulaşılabilirliği kolay malzemeleri seçmeye yatkındı. Lakin zaman geçtikçe toplumların gelişmesiyle dini inanışlara dayanan tedaviler, bitkiler ve cerrahi HALK SAĞLIĞI 139
yöntemler hemen hemen her toplumun tıp tarihinde görülmüştür. Bunlardan biri Ayurveda adı verilen geleneksel Hint tıbbıdır. Ayurveda tıbbı Mezopotamya, Yunan ve İslam tıbbını etkilemiştir. Bu topraklara ilaç ve tıbbi bilgi aktarılmıştır. Hipokrates bile Hintli hekimlere ait ilaç bilgilerini kitabında kullanmıştır. Yunan tıbbının humoral patoloji teorisi (su, ateş,toprak ,hava) Hint felsefesinden esinlenerek oluşturulmuştur. Felsefe ve kozmik yapılardan etkilenerek insanın ruh ve beden dengesinin bozulması halinde hastalık durumunun ortaya çıkacağı düşüncesi Ayurveda tıbbının temel yapı taşıdır. Bu yapı taşını da etkileyen beş önemli element vardır: su, toprak, hava, ateş ve boşluk. İnsan vücudunu bu elementlerle özdeşleştirmişlerdir. Beş elementin özelliklerini taşıyan ve insan vücudunu 3 bölmeye ayıran Ayurveda tıbbı, bu bölmelere “dosha” ismini vermiştir. "Vata dosha”, hava ve boşluktan oluşur. Kalın bağırsak, eklemler, merkezi sinir sistemi, idrar kesesinde bulunur. Sindirim sistemi hareketlerini kontrol eder. Hastalık durumlarında korku, depresyon ve sinirlilik yapar. En önemli hastalık örnekleri bel ağrısı, eklem iltihabı, nevralji, sinir ağrısıdır. Hastalıkların tedavisinde bitki ve yiyecek ağırlıklı yöntemler kullanılır. Eğer hastanın vata dosha kaynaklı bir hastalığı varsa hasta diyetinde tuzlu, ekşi, yakıcı, sert tatları olan yiyecekleri tercih edebilir. “Pitta dosha” su ve ateşten oluşur. Karaciğer, dalak, ince bağırsak, kan, safra, ter ve gözde bulunur. Metabolizma ve sindirimde görevlidir. Safra esaslı hastalık, 140 KONAK
karaciğer bozuklukları, mide ülseri en belirgin hastalık örnekleridir. İnce bağırsak bir sorun olduğunda belirtilerin çıktığı ilk organdır. Pitta doshanın hastalıkları öfke ve saldırganlık yapar. Hastalar diyetinde tuzlu, ekşi, yakıcı tatlar tercih edebilir. “Kapha dosha” su ve topraktan olu-
şur. Kalp, göğüs salgıları, yağ dokusu, burun, baş ve dilde bulunur. İnsan fizyolojisinin düzenli işleyişini sağlar. Balgam esaslı hastalıklar, sinüzit, bronşit gibi hastalıklar örnekleridir. Hastalar diyetlerinde tatlı yiyecekleri tercih edebilir. Kıskançlık ve oburluk kapha dosha da sorun olduğunda ortaya çıkabilir.
Ayurveda Tıbbında Hastalık, Teşhis ve Tedavi Ayurveda tıbbında hastalıkların insanların yaşadığı çevreden, yaşam stillerinden, beslenme alışkanlıklarından doğan birtakım düzensizliklerden dolayı ortaya çıktığı esas alınır. Sadece bunların değil tabiat olaylarının da insanın yaşam ve sağlık kalitesini son derece etkilediği düşünülmektedir. Bulutlar, nem ve rüzgar insanın ruh ve fiziksel dengesini önemli ölçüde etkileyen tabiat olayları olarak kabul edilmektedir. Hastalıkların teşhisi idrar, gaita, kusmuk ve nabız muayeneleri ile yapılırdı. Mevsimlerin hastalığın üzerinde etkisi olduğuna inanılır ve bunu takiben hangi mevsimdeyse onun getirdiği gerekli önlemler alınırdı. Örneğin kusturucu, idrar söktürücü, ishal yaptırıcı maddeler tedaviden önce verilirdi. Ayurveda tıbbı hastalığı önceden önleme esaslı bir sistemdir. Hastalığın önlenmesinde ve kişi hasta olduğunda tedavi edilme sürecinde ağırlıklı olarak bitkileri kullanmaktadır. Bitkisel çözümlerin yanında, hastalığın insan temelli olduğunu düşündüğünden, hastanın yaşam stilini değiştirmeye yönelik özellikle diyette yapılan kısıtlamalarla veya arttırmalarla kişiyi tedavi etme yolunda çalışmaktadır. Örneğin, tatlı tatlar “kapha”da bulunur. Balgam söktürücüdür, ishali ve mukus tabakası sorunlarını yatıştırır. Dokuları yapılandırır ve güçlendirir. Mart ve nisan aylarında tüketilmesinin iyi geleceği düşünülmektedir. Çünkü mevsimlerin de insanların metabolizmasını etkilediği ve tatlının bu aylarda yenilirse hastalığı iyileştirmede daha etkili olacağı düşünülmektedir. Tuzlu tatlar ise kaphada ve pittada bulunmaktadır. Yumuşatıcı ve sulandırıcıdır. Aşırı alımı kusmaya neden olur. Ekşi tatlar da pittada ve kaphada bulunur. Mayalanmış ve asitli yiyeceklerde ağırlıklıdır. Uyarıcı, besleyici ve susuzluk
gidericidir. Yakıcı tatlar pittada ve vatada bulunur. Uyarıcı ,gaz giderici ve terleticidir. Metebolizmayı iyileştiricidir. Son olarak sert ve kekremsi tatlar vatada bulunur. Kanamayı, ter ve ishali durdurur. Diyetin yanı sıra bitkiler de tedavide kullanılmıştır; •
Pueraria tuberosa: Toniktir, yaşlanmayı önleyici ve enerji vericidir.
•
Amalaki(Hindistan Bektaşi Üzümü): Kronik kabızlığı olanlarda ve irritabl bağırsak sendromlarında kullanılır.
•
Triphala: Amalaki, bibhitaki ve haritaki adı verilen üç meyvenin karışımından oluşan bileşendir. Kabızlık gidermede, gastrik boşaltmayı arttırmada kullanılır.
•
Papatya, nane limon: Şişkinliği azaltmada kullanılır.
•
Tarçın, kakule körfez: Bağırsak gazını azaltmada kullanılır.
•
Ipomoea digitata: Sütün artmasında, tüberkülozda, karaciğer büyümesinde kullanılır.
•
Isırgan: İlk yardım tedavisinde, yılan sokması gibi ısırıklarda kullanılır.
•
Kuşkonmaz: Gastrik ülser ve hazımsızlık tedavisinde aynı zamanda kök ekstratı laktasyonunu arttırmada kullanılır.
Bununla birlikte değerli taşlar, metaller tedavilerde oldukça yaygın kullanılmaktadır. Ruhsal dengeyi sağlaması açısından meditasyon ve yoga da kullanılırdı. Bir nevi nefes egzersizi olan “prada” bu uygulamaların örneklerinden birisiydi. Ses titreşimleri (dini ses ritüelleri) de kullanılan tedavi yöntemlerinden biridir. Bazı cerrahi yaklaşımlar da vardı. Katarakt, sezeryan gibi kompleks işlemler cerrahi aletler kullanılarak uygulanabilmekteydi.
Ayurveda Tıbbında Hekimler ve Önemli Kişiler Ayurveda tıbbına göre hekimler belli koşulları sağlamalıdır. Hekim doğru sözlü, kannaatkar olmalı hayatı pahasına bile olsa kendisini hastasına adamalıdır. Hekim mesleğe başlamadan önce hocaları, din adamı olan brahmanlar ve diğer hekimler önünde söz verir. Kanunlarından Manu kanununa göre mesleğini kötüye kullanan hekim para cezasına çarptırılır, Zoroastre Kanununa göre de hekimliği yetersiz olduğu tespit edilenler mesleklerine devam ederse parçalanarak öldürülürdü. Hastanın durumu bir jüri tarafından takip edilir, durumundan hekimin sorumlu olup olmadığına bu jüri karar verirdi. Ayurveda tıbbının önemli hekimlerinden biri olan Caraka’nın yüzlerce yıllık tıbbi bilgileri topladığı Carakasamhita adlı eserinde şeker, tüberküloz, sarılık gibi hastalıklara değinilmiştir. Ayrıca 600’den fazla ilaç ve 121 cerrahi alet anlatılmıştır. Susruta adlı hekim de Sushruta-Samhita kitabında hastalıklar, hastalıkların objektif belirtileri gibi konulara değinmiştir. MISIR MEDENİYETİNDE TIP Bereketli Nil Nehrinin kenarında gelişen Mısır Medeniyeti, etkisini tıpta da göstermiştir. Mısır tıbbı diğer toplumlarda da olduğu gibi toplumun dini ve sosyal yaşantısından etkilenmiştir. Eski Mısır tıbbının pnömotik bir anlayış sistemi vardır. Bu anlayışa göre solunum en önemli hayat belirtisi olup, soluk kesilince ölüm meydana gelirdi. Mısırlılar için solunumun durması kan dolaşımındaki bir bozukluğu ifade ederdi. Kalp ise damar sisteminin, aklın, duyguların merkezi; idrar, balgam, gözyaşı gibi vücut sıvılarının kaynağıydı ve bu sebeple mumyalamada yerinde bırakılırdı. Eski Mısır’da ölümden sonraki hayata olan inanış ölüyü en iyi şekilde koHALK SAĞLIĞI 141
rumalarını sağlamış fakat mumyalama işlemini hekimlerin yerine özel görevlilerin yapmasıyla anatomi ve fizyoloji bilgilerine katkıda bulunulamamıştır. Yapılan mumyalama yöntemiyle vücudun içine sedir likörü şırınga edildikten sonra tuz içinde bekletilir, likörün etkisiyle sıvı hale gelmiş olan iç organlar vücuttan bir şırınga yardımıyla tekrar çekilirdi. Bu tekniğin pahalı olması sebebiyle sadece tuz içinde bekletilip ailesine teslim edilen ölüler de mevcuttu. Mısır Tıbbında Hekimlik Mısır’da hekimlerin, astronomların, matematikçilerin, mühendislerin, mimarların ve katiplerin birçoğu rahip sınıfından çıkardı. Hekimler iki şekilde eğitim alırdı; bir hekimin yanında, papirüslerdeki bilgilerle hayat evi(pir ankh) adı verilen okullarda eğitim görerek veya din adamı niteliğinde mabetlerde yetiştirilerek. Eski Mısır’dan kalan belgelerde sinular, büyücüler ve sekhmet rahipleri 142 KONAK
olmak üzere 3 tip sağlık personelinden bahsedilir. Sinular din adamı olmayıp ampirik tıp ve cerrahi uygulayıcısıydılar. Ayrıca çeşitli ilaçlarla da hastaları tedavi ederlerdi. Sekhmet rahipleri tapınaklarda küçük cerrahi operasyonlar yapardı. Tedavi esnasında ve ilaç yapımında sihrin kullanılması büyücüleri de bu sınıflamaya dahil etmiştir. Bu sınıflamanın dışında en çok değer verilenler ise saray hekimleridir. Eski Mısır tıbbında hekimler göz, baş, diş, bağırsak, anüs ve sebebi bilinmeyen hastalıklar gibi çeşitli dallarda uzmanlaşmışlardır. Her hekim ihtisası içindeki konudan sorumlu tutulmuştur. Ebers Papirüsü gibi derleme yapıtlar bu uzmanlaşma şeklinin kanıtları niteliğindedir. Ancak daha sonra tıpta uzmanlaşma uygarlığın zayıflamasıyla gerilemiştir. Eski Mısır’da doktorlar arasında kadınlar da mevcuttu. Bunun yanında tapınaklarda kurban edilecek kutsal hayvanlarla ilgilenen veterinerler bile vardı. Bu durumların, zamanın şartları düşünüldüğünde dönemin mısır me-
deniyetinin temel bir yapıtaşının da tıp olduğu görülmektedir. Mısır doktorları tıp mesleğindeki başarılarından ötürü Mısır dışında da tanınırlardı. Hatta bazı yabancı Kral ve Prensler Mısırlı doktorlardan tedavi görürlerdi. Bazı kaynaklara göre Mısır kenti “Thebes” tıp kelimesinin orjinali olarak gösterilmiştir. Şehrin toteminin yılan olması bunun kanıtlarından sayılmıştır. Mısır Tıbbında Hastalık, Tanı ve Tedavi Eski Mısır medeniyetinde ruhlar ve şeytanlar hastalık nedenleri olarak kabul edilirdi. Çeşitli büyüler ve dualar tedavi yöntemi olarak kullanılırdı. Dini tedavide bir ana temel olan doğaüstü inanışların, hastalıkların iyileşmesinde etkili olduğu düşünülürdü. Bundan dolayı bazı tanrılar bütün hastalıklara karşı bir koruma aracı olmalarına rağmen bazı tanrılar da özel hastalıklar içindi. Seth, salgın hastalıklara yol açıyordu. Aslan başıyla sembolize edilen Sekhmet veba salgınlarının müsebbi-
nirdi. Edwin Smith ve Ebers Papirüsüne göre bu durum şöyle açıklanabilir; nabız, elle yoklama, gözle muayene ile kalp, karaciğer, safra kesesi, karın boşluğu, bademcik ve göz hastalıkları ayırt edilirdi. Manipülasyon, ilaçlar, sihri formüller ve dualar gibi gerekli tedavi yöntemlerinin endikasyonu göz önünde bulundurulurdu. Genel olarak hastalığın tanı ve seyri ile de tedavi metodu belirlenirdi.
biydi. Doğumu kolaylaştıran anneyi ve bebeği kötü ruhlardan koruyan ise Bes’ti. Sonuç olarak hastalığı veren tanrı onun tedavisini de yapar anlayışı hakimdi.
yıkanmaya, vücut kıllarını tıraş etme-
Dini inanışların yanında, aşırı beslenme de Mısır tıbbında hastalıkların en önemli sebebiydi. Bu düşüncelerini şöyle ifade ederler: “Yediklerimizin dörtte biriyle vücudumuzu, diğer dörtte üçüyle hekimleri besleriz.”
nın şikayetine ve mizacına göre belirle-
ye, zararlı sayılan hayvan etlerini yememeye özen gösterirlerdi. Mısır tıbbında tedavi metodu hasta-
Mısır eski devirde Nil Nehrinin de katkısıyla çeşitli bitkilere sahipti. Dolayısıyla ilaçları, zehirleri ve parfümleriyle meşhurdu. Papirüslerdeki reçetelerden anlaşıldığı üzere bitkisel (firavun inciri, hurma, pelinotu, reçine, safran…), hayvansal ve madensel (deniz tuzu, güherçile, deniz tuzu, şap) maddeler ilaç olarak kullanılırdı. Örneğin sindirim sistemi gazlarında anason, kişniş, kimyon; idrar söktürücü olarak ardıç; kabızlıkta bal ve hint yağı; gece körlüğünde sığır karaciğeri; cilt kesiklerinde küflü ekmek, paçav-
Aşırı beslenmenin vücut sıvıları arasındaki dengeyi bozup hastalıklara sebep olduğu gerekçesiyle kan alma, masaj yapma, vantuz çekme, dağlama, lavman, kusturma gibi tedavilerle sıvı dengesi sağlanmaya çalışılırdı. Bu düşünce sistemi Antik Yunan da humoral patoloji teorisinin oluşmasına yardımcı olmuştur. Diğer hastalık sebepleri arasında ise ham meyve tüketme, fazla içki, rüzgar, toz, iklim değişikliği ve parazitler vardı. Bu sebeplere rağmen koruyucu tedaviyi de önemserlerdi. Koruyucu tedavi yaklaşımları temizlik üzerineydi. O dönemde yaşayan toplumlar göz önüne alındığında ileri seviyede hijyen anlayışına sahiptiler. Hangi ekonomik ve sosyal seviyede olursa olsun her gün HALK SAĞLIĞI 143
Önceleri tapınaklarda hastaların yalnız fiziksel rahatsızlıkları ile ilgilenilirdi. Sonraları ruhsal etkinin değeri anlaşılmaya başlandı ve hastaların ruh ile fizik tedavileri beraber işlenir oldu.
ra ve tuz; böcek ısırmalarında ve cilt tahrişlerinde sarımsak kullanılmıştır. Menfis taşının, vücuttaki hasta kısımlara konulduğunda, ağrı hissettirmeden cerrahi operasyonun kolaylıkla yapılmasını sağladığı metinlerde yer almaktadır.
Odysseia adlı eserinde geçmektedir. Eserdeki tıp bilgilerinin yanında, Yunan tıbbı ikiye ayrılarak incelenebilir; mitolojik ve bilimsel dönem.
İlaçlar çoğunlukla basittir ama miktarları belirtilir, nasıl hazırlanacağı anlatılırdı. Bununla beraber ilaçlar hazırlanırken büyü ve sözler söylenirdi. Hazırlanan ilaçlar toz haline getirilip ekmek hamurunun, bira ve hurma şarabı, süt gibi sıvıların içinde verilirdi. Bu bilgiler sadece hekimlikte değil Eski Mısır tıbbında eczacılıkta da uzmanlaşıldığını gösterir.
Mitolojik dönemde hastayı tanrılar ile hekimlerin birlikte iyileştirdiğine inanılırdı. Örneğin, Asklepios sağlık konusunda en önemli tanrıyken, Afrodit kadın cinselliği ve sorunları ile ilgileniyordu. Hera, gebe kadınların koruyucusu, Eileithyia ebeliğin tanrıçasıydı.
Mısır tıbbının bu zengin kodeksi, etkili maddeleri içerdiğinden yakın zamana kadar Batı tıbbında kullanılmıştır. Mısır tıbbında kullanılan maddeler, Dioskorides’in “Materia Medica” adlı eseriyle Roma, İslam ve Avrupa tıbbına aktarılmıştır. Günümüz hekimliğinde kullanılan bazı hastalık isimleri(katarakt, migren) ve eczacılık kelimesinin karşılığı olarak kullanılan pharmacon(pharmaki) Mısır tıbbının hatıraları olarak yaşamaktadır. YUNAN MEDENİYETİNDE TIP Antik Yunanistan'daki tıp bilgileri genel olarak, milattan önce 9.yüzyılda yaşamış olan Homeros'un İlyada ve 144 KONAK
Mitolojik Dönem
Yunan tıbbında sağlık tanrıçaları olmasına rağmen, kadınlar alınıp satılan varlıklardı. Kadının tıptaki rolü ilk kadın hekim Agnodice ile incelenebilir. O dönemde kadınların hekim olması yasak olduğundan, erkek kılığına girerek mesleğini uygulayan Agnodice kadın olduğuna dair yapılan söylentiler sonucunda mahkemeye çıkarıldı. Ancak kadın birliğiyle Agnodice'nin cezalandırılması ortadan kalkmış, kadınların da hekimlik yapabilmesi sağlanmıştır. Mitolojik dönemde öne çıkan tanrıça ve tapınaklara, hekimlerin tıbbi ve cerrahi yaklaşımları, bitkisel ilaç deneyimleri işe yaramayınca başvurulurdu. Tapınaklarda rahip-hekimler ve dini görevi olmayan hekimler çalışırdı. Tapınaklardaki rahipler, tanrının soyundan sayılmışlar ve bilgilerini babadan oğula aktarmışlardır.
Tapınaklarda tedavi yöntemi olarak uykuya yatma, rüyaların yorumlanması, sıcak su banyoları (fizikoterapi), beden ve ruh eğitimi, tiyatro, müzik gibi meşguliyet tedavileri, diyet ve basit bitkisel ilaç uygulamaları görülürdü. Uygulamalardan önce hastalar tapınağa adak sunarlardı. Yalnız bazı tapınaklarda her hastaya müdahale edilmez hastalar seçilirdi. Örneğin, dönemin hastane niteliğindeki Asklepionlarda ‘Bütün Tanrıların Ululuğu İçin Mukaddes Yere Ölümün Girmesi Yasaktır’ yazılı olup hamilelerin de doğumda ölme ihtimali olduğu için hamile ve ölüm eşiğinde olan hastalar alınmazdı. İçeride durumu kötüleşenler de hemen dışarı çıkarılırdı. Bilimsel Dönem Bilime dayalı olan ve büyük hekimlerin yetiştiği bu dönemde, Kos ve Knidos adında tıbbi açıdan farklı bakış açılarına sahip iki okul vardır. Kos Tıp Okulu, hekimliğin bir yetenek olduğunu ve mesleğin usta-çırak ilişkisiyle öğrenilebilineceğini savunmuş; Knidos Tıp Okulu ise hastalardaki bulguların benzerlik ve ortak yanları esas alınarak ortaya konan teorilerle hekim yetiştirmeyi ve hasta tedavi etmeyi üstlenmiştir. Knidos Tıp Okulu bir süre sonra etkisini kaybetmiştir çünkü Kos Tıp Okulunun büyük üstadı Hipokrat'ın şahsiyeti ve fikirleri tıbba hâkim oldu. Hipokrat’ın fikirlerinden biri humoral patoloji teorisiydi. Bu teoriye göre canlılık, bedenin sıvı kısımlarını oluşturan su, katı kısımlarını oluşturan toprak, solumayı sağlayan hava ve canlılığın özü olan ruhu oluşturan ateştir. İnsan da bu dört elementten dünyaya gelmiştir ve dört sıvı barındırır. Kan havaya, balgam suya, safra ateşe, kara safra ise toprağa karşılık gelir.
Hipokrat'ın Eserleri ve Teşhis Tarzı Hipokrat'ın eseri olduğuna kesin gözle bakılanlardan en önemlileri şunlardır: Tanı, Özlü Sözler, Havalar, Sular ve Yöreler, Kalbe Dair, Bulaşıcı Hastalıklar ve Kutsal Hastalık (epilepsi). Bu eserleri dikkatli gözlemlere dayanarak oluşturup klinik gözlemlerini eserlerinde açıkça belirtmiştir. Hipokrat'ın asıl fikri ise hastalıkların doğal süreçler olduğu ve belirtilerin vücudun hastalığa verdiği tepkiler olduğudur. Sonuç olarak bu fikirle hastalar günahları nedeniyle tanrılar tarafından cezalandırılan kişiler konumunda düşünülmeyip, hastalıklar akılcı bir biçimde açıklanmaya başlanmıştır. Hipokrat’a göre hastalıklar dört konsepttir. İlk konsept insan bedeni ve çevresi, bunlar arasındaki ilişkinin bozulmasını kapsar. İkincisinde hastalık beden bütününün bozukluğunun sonucudur. Üçüncüde bedenin vital fonksiyonu organizmanın neşrettiği dört elemente bağlıdır ve elementler arasındaki denge bozulduğunda hastalık olur. Sonuncusunda ise hastalık temel dengedeki kırılmaya, hastanın kendisindeki içsel faktör veya dışsal faktörlere (atmosfer, yaşam tarzı, beslenmeye bağlı) ya da her ikisinin bir arada olmasına bağlıdır.
Salgın Hastalıklar adlı eserinde hasta muayenesini şu satırlarla anlatmıştır: “Hastalıkları şöyle teşhis ederiz: Bilgimiz ortak insan tabiatına, her kişinin kendi özelliğine, hastalıklara, hastaya, bedene zerk edilen maddelere, o anda yaşanılan iklim şartlarına; hastanın alışkanlıklarına, hayat standardına, yaşına, uğraşlarına, konuşmalarına, davranışlarına, düşüncelerine, uyku durumuna, rüyalarına, ellerinin düzensiz hareketlerine, kaşıntılarına, gözyaşlarına, idrarına, dışkısına, balgamına ve kusmuğuna; hastada ardarda meydana gelen hastalıkların niteliklerine ve onlardan kalan izlere; terleme, üşütme, öksürme, hıçkırma, geğirme, sesli sessiz yellenme, kanama ve basurların incelenmesine dayanır. Bir hastada dikkatle araştırılacak bu veriler hastalığı kavramaya imkân verir.” Teşhis için ise, “hekimin ilk günden itibaren dikkatini bulguların tümü üstünde toplaması gerekir” demiştir.
Yunan tıbbı Hipokrat’ın katkılarıyla kalmamış, Hipokrattan sonra da dört ekol gelişmiştir: Dogmatizm ekolünde Hipokratın görüşlerinin ve bilimsel bilgilerinin mantıklı, iyi bir anlatımla verilmesi gerektiği vurgulanmıştır. Ekolün temel amacı hastalığı anlamak olduğu için cansız vücudun açılmasını savunmuş, bu sayede anatomi, farmokoloji gibi birçok alanda gelişme görülmüştür. Ampirizm ekolü ise tecrübe ve deneme, klinik olgular, analoji olmak üzere üç temele dayanmaktadır. Bu ekoldekiler dogmatizm ekolüne karşı tecrübeyle uygulamayı savunmuşlardır. Metodizm ekolündekiler bazı hastalıklarda birkaç genel durum söz konusu olduğundan, bunların her birinin tedavisi için farklı metotlar gerektiği anlayışındadırlar ve bütün karmaşık teorileri reddederek diyeti esas almışlardır. Pnömatizm ekolü dogmatiklerden ayrılıp pneuma ve dört sıvı teorisine dönen bir grup hekim tarafından oluşturulmuştur. Bu ekole göre pneuma (nefes/ruh), hayatın kaynaklandığı temel madde olup vücuttaki bozukluğu sıvılarda dengesizliğe yol açıyor, böylece hastalıklar ortaya çıkıyordu.
KAYNAKÇA 1. 2. 3. 4. 5. 6.
7. 8.
Bayat AH. “Tıp Tarihi”; İstanbul; 2016 Demirhan E A. “Ahlat-ı Erbaa” Tekineş A. “Alternatif İslami Tıp, Tıbb-ı Nebevi”; 1998 Yılmaz N, Erdem R. “Uzmanlaşma ve Tıpta Bütüncül Yaklaşım Üzerine Bir Değerlendirme”; 2016 Topdemir HG. “İslam Dünyasında Tıp”; 2012 Öztürk L. “Halil b. Ahmed’in Kitabü’l-Ayn Adlı Eserinde Yer Alan Tıbbi Terimler Işığında Erken Dönem İslam Tıp Tarihine Yeniden Bir Bakış”; 2004 Bhikha R, Dockrat A. “The Medicine of the Prophet”; 2015 Tokyürek H. “Eski Uygurcada Ayurveda Tıbbı ve Beş Unsur”; 2014
9. 10. 11. 12. 13. 14. 15. 16.
Tunç N,Yalnız M. “Komplementer Tedavinin Fonksiyonel Gastrointestinel Sistem Hastalıklarda Yeri”; 2017 Diri M,Yarsan E. “Süt Verimini Artıran (Galaktojen) Bitkiler”; 2014 Nestler G ve ark. “Traditional Chinese Medicine, Complementery and Alternative Medicine”; 2002 Lam T P. “Epidemiol Community Health”; 2001 Dong JC. “The Relationship between Traditional Chinese Medicine and Modern Medicine”; 2013 Hsu E. “The History of Chinese Medicine in the People’s Republic of China and It’s Globalization”; 2009 Ceran B. “Antik Mısır ve Eski Anadolu Uygarlıklarında Tıp”; 2008 Doğan Alparslan M. “Haberler Dergisi”; Türk
Eskiçağ Bilimleri Enstitüsü; s. 22, 2006 17. Demirhan A. “Kısa Tıp Tarihi”; s13-16; Bursa; 1982 18. Erdem A. “Dünya ve Türk Tıp Tarihi”; s41-45; Aydın; 2007 19. Akça T. “Eski Yunan Tıbbı” ders notu; Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi 20. Aktuna G. “Tıbbın Evrimi Kadın Hekimlerin Devinimi” ders notu; Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi; 2016 21. Karataş M. “Antik Yunan Tıbbı” ders notu; İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi 22. Atar S. “Geçmişten Günümüze Kadın Doktorlar” ders notu 23. http://www.felsefetasi.org/asklepionlar/ [E.T. 03.12.2018]
HALK SAĞLIĞI 145