Hypnos Fanzin 4. Sayı

Page 1

-HYPNOS FANZÄ°N-

1


YAZARLAR

HYPNOS FANZIN BAJAR ÖZGÜR KAFKA HORTLAĞI ORAK LEYL DON JUAN DEMİRCİ KAWA KIVILCIM AKSU KIRLANGIÇ KAVUNU

2

ÇIZERLER VE TASARIM

NOYİ C.C. ÖZGÜR


-HYPNOS FANZİN-

Pek muhterem beyefendi ve hanımefendiler,

Yukarıdaki cümle sizi tanımlıyorsa lütfen buradan sonrasını okumayınız. Çünkü biz pek muhterem bey ve bayanlara değil, kafası edebiyat, sanat, siyaset ve azıcık da 101’le sıyrılmış bizim gibi insanlara yazmayı daha çok seviyoruz. Merhaba dünyalı, NABER? :P

Çok güldüğümüz toplantılarda, çok ciddi kararlar alıp artık bu işleri bir düzene koyma kararı almış olsak da fanzinciliğin doğasından ötürü 1 aylık bir gecikmeyle karşınızdayız. Senenin sonuna geldiğimiz için yılı kendi kafamızda özetleyeceğimiz bir kapak yaptı size Özgür, Kıvılcım ise “100 yıl önce de kalsa da günceldir, abi” dediği bir konuyu yazdı, Kafka Hortlağı yine döktürmüş.. Ama size asıl güzel haberi vereyim mi? Yeni yazarlar, yeni çizerler var sayımızda!!

“Yârin yanağından gayri her şeyde ortak” sözünü fanzine uyarlayıp her kararı ortaklaştırmaya, Hypnos’u “Bu iş sadece bizim işimiz değil, kim el atarsa elini tutarız” diyerek koca bir dünya yapmaya çalışan bizler yeni Hypnos’çularla buluştukça sevinçten evde taklalar atıyoruz. -Şu yazıyı yazarken Özgür’ün kedisine de taklalar attırıyorum ama bunu sakın ona söylemeyin ;) Unutmadan; Bu giriş yazısı yazılırken Filistin’de bir genç Kudüs’ü savunduğu için vurularak öldürüldü, Bu giriş yazısı yazılırken Rıdvan Dilmen futbol dışında her şeyle ilgilenir haldeydi, Bu giriş yazısı yazılırken bir Suriyeli çocuk memleket haberlerine bakıp gülümsedi, Bu giriş yazısı yazılırken kafamda John Lenon’ın “İmagine”i ve Johnny Cash’in “Walk the line”ı çaldı, Bu giriş yazısı yazılırken bir adam düşündü “Geçse de yolumuz bozkırlardan, denizlere çıkar sokaklar”

3


-HYPNOS FANZİN-

BENİ RAHAT BIRAKIN İnsan kendi cesaretinden korkacak kadar korkaktır baylar, hatta bazen bu öyle bir noktaya varır ki insan kendi cesaretinden azap duyacak kadar küçülebilir. Sanki geri planda hep bir ceza vardır ve insan cezalandırılmamak için her şeyi yapar. Cehennem, tanrının tek kozuydu baylar. Cennet, özünde hiçbirimizin ilgisini çekmez ve mutluluk, baylar, sadece huzuru kapana sıkıştırma yanılgısı. Kim sonsuza dek mutlu olmak ister ki? Zekâmızı çürüten o hormon fazlalığını kim ister? “Yalnızca aptallar.” dediğinizi duyuyorum, baylar. Yalnız sizlere şunu da anımsatmak isterim ki, yaşamak dediğimiz şey sadece bu bahsettiğimiz aptallar tarafından gerçekleştirilen bir boşunalık. Yaşamı onlardan dinlemeli baylar; yaşamak başka, düşünmek başka şey. Umarım, bu söylediklerim, siz saygıdeğer bayları rahatsız etmiyordur, değil mi? Niçin yanıt vermiyorsunuz? Niçin bana öyle bakıyorsunuz? Hayır, hayır! Beni yanlış anladınız, daha doğrusu kendimi olmadığım biri gibi tanıttım. Ben sandığınız kadar zeki biri değilim, sadece zeki adamı iyi oynayabiliyorum. Gerçekten, lütfen inanın bana; söylediklerimin hepsi aptalca, saçma şeylerdi. Bunların hiçbirini ciddiye almamıştım. Lütfen siz de almayın. Sadece zihnimin açık olduğu bir ana denk geldiniz ve ben bunu iyi kullandım. Yarın bir aptalla karşılaşacaksınız; hayır, ben buna katlanamam. Söylediğim her şeyi unutun. Size yalvarıyorum baylar. Benden ve söylediklerimden kimseye bahsetmeyin... Demek sadece aptalın tekisiniz. Bunu söylemek için çok geç kaldığınızın farkında olduğunuzu umuyorum. Üstelik sadece zeki rolünü değil, aptalı da çok iyi oynadığınızı görüyorum. Gerçekten bayım, söylediklerinizi hiç duymamış gibi yapabileceğimizi sanacak kadar aptal mısınız yoksa? Hayır, hayır bayım. Az önce estirdiğiniz fırtına yabana atılacak gibi değildi. Âmâ merak etmeyin, size zorla bir şeyler yazdıracak ya da sürekli sizden bir şeyler duymayı bekleyecek kadar densiz değiliz. Sadece bize sunduğunuz bu şölen için teşekkür edip gidecektik. Ancak siz korkunç bir şey yaptınız. Sizi ciddiye almamamızı istediniz bizden. Bu bizim açımızdan kabul edilebilir olsa bile sizin için öyle olmamalı bayım. Kendinize en ufak bir saygı dahi beslemiyorsanız, bunu sizin yerinize biz yapamayız. Ama siz bunu zaten biliyorsunuz ve yine de bu oyunu sürdürmeye devam ediyorsunuz. Sebebi bizi ilgilendirmese de artık bu sebebi söylemekten kaçınamayacak kadar küçüldüğünüzün farkındasınızdır. Bu yüzden size bir yanıt almadan buradan gitmeyeceğimizi kesinlikle belirtmek isterim. Lütfen söyleyin bize: “Alçalmakla ne çeşit bir haz buluyorsunuz?” Yeterince keyifliyse, buradaki herkes adına yemin ederim ki bir an olsun düşünmeden hepimiz, sizin kadar alçalacağız, hatta belki bunda sizi bile geçebiliriz. Haz için her şeyi kurban etmeye hazır olduğumuzu görüyorsunuz ya. Hem ne demiştiniz az önce:“İnsan kendi cesaretinden korkacak kadar korkaktır mı?” Yapmayın ama bayım, gözlerinizi kaçırmak sizi saklamayacak, bir bardak şarap daha ister misiniz? Belki konuşmanıza yardımcı olur, ne dersiniz? 4


-HYPNOS FANZİN-

Ah, elinizdeki silah da nereden çıktı? Aklınızca gitmezsek kendinizi öldüreceğinizi mi ima ediyorsunuz? Bizi güldürüyorsunuz bayım. Henüz sizinle işimiz bitmedi. Ama sizi rahatlatacaksa bu küçük oyunu sürdürmeye devam edebilirsiniz. Nasıl olsa tetiğe basamayacaksınız. Merak ediyorum bayım, yalnız kaldığınızda bu silahı kaç kez başınıza doğrultup rahatladınız acaba? Ateş edemeyeceğinizi bile bile kaç kez tekrarladınız bunu? Terliyorsunuz, size bu kadar yüklen-memeliydik doğrusu(!) Gidiyor musunuz? Demek çözümü kendi evinizi terk etmekte bulacak kadar küçüldünüz, öyle mi? Lütfen oturun bayım. Böyle gereksiz hareketlerde bulunmanıza hiç gerek yok. Cevabımızı aldığımızda gideceğiz, söz verdiğimiz gibi. Şimdi lütfen daha fazla naz yapmayı bırakıp aydınlatın biz aptalları, şimşekler yollayın bayım üzerimize, şimşekler... Öyle sanıyorum ki size yanıt versem bile evimi terk etmeyecek, zorbalığınıza devam edeceksiniz. Siz bilirsiniz baylar, burada istediğiniz kadar kalabilirsiniz. Bundan sonra ağzımdan tek kelime dahi duymayacaksınız, sizi temin ederim.

Siz delisiniz bayım. Bu nasıl bir gurur? Neler söylediğinizin farkında mısınız? Evinizi terk etmeyeceğimizi düşünüyorsunuz ve üstüne bunu kabul mü ediyorsunuz? Gerçekten incelemeye değersiniz bayım, gerçekten... Bu kadar soytarılık yeter mi? Ah, bir de silah doğrultuyorsunuz, yoksa ağlayacak mısınız? Size imreniyorum bayım, her hareketiniz de kendinize ihanet ediyorsunuz; doğrusu bu biraz saygıyı hak ediyor. Şimdilik gidiyoruz bayım, ancak sizden o yanıtı almadan yakanızdan düşmeyeceğimizden de emin olabilirsiniz!

Hakikati sadece kendinize saklayamayacaksınız...

KAFKA HORTLAĞI

5


-HYPNOS FANZÄ°N-

6


-HYPNOS FANZİN-

YALNIZLIĞIN HALLERİ

Ben bağımlıyım…

Alkole, sigaraya bağımlıyım. Nefes alırken ciğerlerimden çıkan hırıltıya bağımlıyım. Uykusuz gecelerimde, rahat uyuyabilmek için içtiğim şaraba bağımlıyım. Rüyalarımda gördüklerim mi gerçek, şu halim mi ayırt edemediğim. Cehenneme gitmek ya da cennete, fark etmez. Çok inançlı değilim. Her gün uyandığım dünya mı, cehennem mi, bilmediğim…

Ben arkadaşlarıma bağımlıyım. Onlarca insan arasında yalnız olmaya bağımlıyım.

Mutlu olmadığımı bile bile, adım gibi bildiğim halde, mutlu olmaya bağımlıyım… Dışarıdan görünen o mutlu, yüzünden gülücükler eksik olmayan adamın içinde çok yalnız ve ağlayan küçücük bir çocuk var… Aklımda, ruhumda, içimi acıtan düşünceler var. Cam kırıkları gibi içime içime kanayan kesikler… Sanki iki elimle sıkıyorum. Daha çok acı, daha çok sıkılmışlık… “ İçimdeki çocuğa bağırıyorum. Sus artık, ağlamayı bırak. Sesini duyurmaya çalışma, Seni duyan kimse yok. Duyamayacak. Kimse Sana o kadar yakın değil…” Küçük rahatlamalara ihtiyacım var. Ufak, anlamsız gülümsemeler üstümdeki baskıyı azaltmıyor artık. Bazen rüyalar görüyorum; hayallerin gerçek olmaya başladığı, bazense yaşıyorum düşünceleri… Ne kadar ağlamak istesem, gözlerimden sağanak yağışlar gibi süzülse de damlalar; kötü, korkunç düşüncelere dalsam da uykusuz gecelerde, ağlamak bir rüya gibi…

ÖZGÜR

7


-HYPNOS FANZİN-

Biz Üç Kişiydik... “Evet, Sayın Dinleyiciler, Bugün, günlerden pazartesi. Okullar, bugün sömestr tatiline girdi. İstanbul, Bursa ve çevre illerde yoğun bir kar yağışı bekleniyor. Trafik sürücülerinin yola çıkmadan önce kar lastiklerini veya zincirlerini aldığını umuyoruz ve istek parça almaya devam ediyoruz. Sıradaki parça Ahmet Kaya’dan: ‘Tedirgin’. İstanbul’dan Afyon’a yolculuk yapan Ayıcık Recep’e hediyemiz olsun; kendisine, kazasız belasız yolculuklar dileriz. Şimdi, sizleri Ahmet Kaya ile baş başa bırakıyorum.”

“Geceler mi sen, ben mi yorgunum Mermiler mi sen, ben mi yangınım Düşlerim tutsak, yüreğim sürgün İçimde bir çocuk tedirgin Suskunum, vurgunum, tedirginim ben” ...

Hep radyo spikeri olmak istemiştim be Recep. Ayşe’yle ben çocukken radyoculuk oynardık. Çok eğlenirdik. Kahkahalarımız mahallenin dört bir yanında yankılanırdı. O zamanlar mahallede benimle çok dalga geçerlerdi, bir kızla oyun oynuyorum diye. İşte, ta o zamanlardan âşık olmuştum Ayşe’ye. Hiç sormadım ama o da bana âşıktı galiba. Bizim aşkımız çocukluk aşkıydı be Recep. Ben daha hiç duymadım be Recep, insanların çocukluk arkadaşıyla evlendiklerini. Ama oldu işte Recep, biz Ayşe ile evlendik. Sonra hayatımıza “Nazlı” bir bebek girmişti. Neşemiz olmuştu. Günler birbirinin aynıydı ama yüzümüz hep gülüyordu, biz üç kişilik çekirdek bir aileydik. Nazlı okul çağına geldi. Okul alışverişi için çarşıya çıktık. Sonra birden seni gördü. Tutturdu ayıcık diye. Bütçemiz kısıtlı olsa da aldım seni Recep; çünkü insan, yavrusunun gülen yüzünü görüyor ya, işte o zaman asıl saadeti buluyor. Bilirsin işte, sonrasında hep seninle beraber uyudu. Bazen okula seninle gitmek istiyordu da, annesi izin vermiyordu hani. Nihayetinde işte, o malum gün geldi çattı: sömestr tatili. Ayşe, memlekete gitmek istedi Nazlı’yı alıp. Ben de hayatımın en b.ktan hatasını yaptım. Tamam, dedim. Ben de çok özlemiştim bizimkileri ama benim çalışmam lazımdı. Bir evde kimse çalışmazsa eve para girer mi Recep? Hemen ertesi gün otogara gittim. Bütün firmaları dolaşıp en ucuz bileti aradım. Gidiş dönüş aldım biletleri. Epey ucuza geldi. Biletleri aldığım günün akşamı otogara onları uğurlamak için ben de gidecektim. Daha az dolmuş parası verebilmek için onları yalnız başlarına da yollayabilirdim. Belki benim durumumdaki çoğu kişi öyle yapar. Ama onları tam on beş gün göremeyeceğimi düşünüyordum, çok özleyecektim. Bir yandan da on beş gün nedir ki insan hayatında, çok çabuk geçer diye düşünmeye çalışıp kendimi kandırabileceğimi sanıyordum. 8


-HYPNOS FANZİN-

Kendimi kandırmak için hayaller kurdum be Recep. Bu on beş günde kafamı dinleyecektim evde. Televizyonun başına geçip bir bira açacaktım önce. Balkonda değil salonun göbeğinde sigara yakacaktım. Bir yanım gel keyfim gel diyordu; öbür yanımda da ayrılık acısı vardı, be Recep. Otogara gitmek için hazırlık yaparken beni bir tedirginlik sarmıştı. Belki hissetmiştim ne olacağını; belki de ayrılığın verdiği hüzündendi, kim bilir? Durağa doğru giderken kar lapa lapa yağıyordu. Nazlı üşümesin diye kat kat giydirmiştik. Elinde de sen vardın. Hatta dolmuşa bindiğimizde minicik elleriyle zar zor tutmaya çalışırken bile seni bana vermemişti. Hiç ayrılmıyordu senden. Öyle inattı ki sorma.

Otogara vardığımızda otobüsün kalkmasına yirmi dakika vardı. Ben de o sırada bir sigara yakayım dedim. Sigara yakarken Ayşe ile göz göze geldik bir an. “Çocukla vedalaşırken sarılacaksın, yakma şu sigarayı.” der gibi bir bakış attı bana. Ben pek umursamadım. Yine de yaktım o sigarayı. Sigaram bittiğinde eşyaları verirken muavine, “Eşimle çocuğum sana emanet.” dedim. O da “Tamam ağabey, bir sorun olmaz.” dedi. Otobüsün kalkmasına beş dakika kala ayrılık vakti gelmişti. Sanki bir daha görüşemeyecekmişiz gibi sarıldım. Erkekler ağlamaz derler ama ben kendimi tutmadım be Recep, mahalledekilere inat ağladım. Sonra otobüs hareket etti. Otobüs gözden kayboluncaya kadar el salladım onlara; Nazlı’yla öyle anlaşmıştık çünkü. Yalnızlığın verdiği acı ve kederle eve gittim. Bir bira açıp televizyonun başına geçtim, en sevdiğim film vardı. Sonrasında uyuyakalmışım. Tıpkı hayalini kurduğum gibi gelişiyordu her şey. Yalnızlığın hafifliği ve aynı zamanda burukluğu... Saat 04.37’de telefonum çaldı. Endişeli bir ses... otobüs... kaza... Ayşe’m... Nazlı’m... Hastaneye gitmem gerek... Nasıl gittiğimi hatırlamıyorum. Vardığımda her şey çoktan bitmişti. Elimde onlardan kalan eşyalar... O an elime seni tutuşturdular Recep. Sen de olmasan ne yapardım bilemiyorum.

İşte Recep, dedim ya, biz üç kişiydik; üç kişilik çekirdek ama koskocaman bir dünya... üç kişi, şu şarkıdaki gibi... Mutlu ve birlikte üç insandık: Ayşe, Nazlı ve ben. Şimdi yine üç kişiyiz be Recep. Yalnızlığımız, sen, bir de ben... Sade ben... Ben, Ali…

ORAK

9


-HYPNOS FANZİN-

Karanlıklara gizlenmiş, korkuların ve ıssızlığın oltasına takılmış bir geceden bu seslenişlerim... Gece... Hep gece... Kalemimde hissettiğim yazma hissiyatımı engelleyen bu garip gece... Gözlerimin altındaki şiş halkaların sahibi gecem... Bırak, rahat bırak!... Kınını kesen bıçak gibiydi kalem. Yıldızlara ilişti karanlık, bir beyaz kağıda düşer gibi düştü kadim harfler.. Nasılda susuyor kelam, bir yanımda zemheri bir yanımda yangın... Mahşer benim içimde, kıyamet benim... Belli ki cennete çok ister, cehennemse yüreğimde benim... Simsiyah bir gece durur pervazıma, karanlık asi, serçeler ürkek, mevsimler acı..

Ve yağmur... Ceketine bürünmüş, elleri ceplerinde soğuk taş duvarlardan aşağıya doğru düşen taze toprak kokusunu, iliklerinde hisseden bir adam... Başını yukarı kaldırıp gökyüzüne baktığında rahmetin canlı örneğinin yüzünde oluşturduğu ikileme... Ve kısacık bir namütenahi gülümseme... Her adımında kararlı ve dik duruşu ile sokağın başında buluyor kendini... “Yalnız” değil o... İlk defa hissetmiyor yalnızlığını, çaresizliğimi... Vakarlı ilerleyişiyle ardında bıraktığı yalnızlığı ve sokağın tenhalığını unutarak biraz sonra gözlerden uzaklaşıyor... Soldu gece tutsak edip yalnızlığa kendini… Kayboldu... Yıldızlara ilişti karanlık... Gece hep gece... Gökyüzünden düşmekte olan son damla misali tükeniyorum artık...

10

LEYL


-HYPNOS FANZİN-

Bir adam ki bu dünyadan, Hiç kimseye çarpmadan, kimseyle savaşmadan, Islak kaldırımlarda, ıssız sokaklarda düşe kalka… Yağmura vermiş sırtını Sevdi mi birini, sevildi mi bilinmez… Şimdi uzaklarda; tanıdı mı kimse? Çıkmazdı ki odasından gün doğumlarını beklerken… Gecelerce tutmuş nöbet, güneşe hasret, küsmüş bahara bile… Anahtar deliğinden izlemiş hayatı Görmemiş kimse hayalet gibi süzülüp giderken Yaşadı da denemez, hata kimde bilinmez… Tereddütler içinde bir adam ki bu dünyadan Rüzgâr gibi geldi, rüzgâr gibi gidiyor.

DON JUAN

11


-HYPNOS FANZİN-

A

FORİZMA KÖŞESİ

Bazı gecelerde ölmeyi bilmeli insan. Yoksa geriye sadece bir hayalet kalıyor ve bu hayaletin istediği tek şey daha fazla gece.. ************* Hemen doldurmaya bakardım mutluluk kotamı, pervasızca harcardım onu. Yerini bırakmak zorunda olan şeye bırakması için korkunç baskılar yapardım. Giderdi o da, istenmediğim yerde duracak değilim derdi, duyardım. ************* Gerçeği farklı kelimelerle dile getirmekten başka bir işe yaramıyoruz. Âmâ gerçeğin maskesini her seferinde farklı bir yoldan düşürmek hoşumuza gidiyor olmalı. ************* Bende bir şeylerin yokluğunu duyumsamak, yanımda olmadığında özlemek ona ulaştığımdaysa mutlu olmak istedim. Ne mi yaptım dersiniz? Sigaraya başladım. ************* İnsanlara onlardan bahsettiğimde, şunu fark ettim, bunu kendilerine yapılmış bir saygısızlık olarak algılıyorlar, iç yüzlerinin, yüzlerine karşı söylenmesinden hoşlanmıyorlar, bu durumdan o kadar rahatsız oldum ki sonunda sustum, onlara küstüğümden ya da darıldığımdan değil, susmak zorunda olduğum için sustum. ************* Kütüphanede hüküm süren sessizlik değildir olurda durup kulak verirseniz, insanların çığlıklarını, haykırışlarını duyabilirsiniz.

12


-HYPNOS FANZİN-

TAKİPÇİLERİMİZDEN GELEN YAZILAR İSİMSİZ 1 Sıfırdan bir şeyler yazmak kadar zor bir şey var mıdır ki şu hayatta? Henüz yazılmamış bir şey bulmak, bir keşif yapmak ne kadar mümkün olurdu şu sonsuz evrende; milyarlarca insanın dile getirip başkalarının yazıya döktüğü ya da kendilerinin yazdıklarının üstüne yeni şeyler söylemek… Zor olan, yeni şeyler üretmek mi yoksa üretebileceğine inanmak mı? Aslında her şey inanmak ile başlıyor hayatta. Bir insanın inancı olmadan her hangi bir şeyde nasıl bir başarı elde edebilir ki? Öncelikle başaracağına inanmak ve onu başarmak için yeni yollar aramak gerek. Bulduğu yollar her zaman doğru yere çıkmayabilir elbette bu yolda hayat gibi her zaman yeni keşifler ile aslında o yolun doğru olup olmadığını ve başka bir yola gitmemiz gerektiğini söyler bizlere. Yazdıklarımız aslında daha önce söylenmiş olanları bir tekrar gibidir. Aristo, doğuştan bilgiye sahip olduğumuzu söyler. Belki de yaptığımız tek şey hatırlamak ve hatırladıklarımızı sırayla tekrar etmek. Eğer bilgiye doğuştan sahip isem yaptığım tek şey onu hatırlamak olur ve bu aslında bizim herhangi bir yaratıcılık bir keşif yapmadığımızı gösterir. Kendimizi tekrarlayarak varabileceğimiz bir yer var mıdır gerçekten? Yaptığımız tek şey, yerimizde saymak ve hatalarımızdan hiçbir ders almadan tekrar tekrar kendimize kıymak. İnsanlığın en büyük düşmanı, aslında yine insanlık ve dünyanın başına gelmiş en büyük tehlike de bizleriz. Gördüğümüz, yaşadığımız şeyler bizlere hiçbir şey öğretmiyor ve her zaman bildiğimizi uyguluyor ve sonuçlarına tüm insanlık katlanıyor. Bunun değişebileceğine inanmak da hayalperestlik olur; çünkü insanın bu hırsını dindirebilecek bir şey yok dünyada, her zaman daha fazlasını talep ediyor ve doymuyoruz.

İSİMSİZ 2 “Yaşamaya mecbur edildiğim hayattan doğmuş zavallı umutlarım benim!” diyor Pessoa. Doğmak bizim tercihimiz değil hayatta ama yaşamak bize kalmış bir şey. Neden var olduğumuzu bilmiyoruz, ölümden sonra ne ile karşılaşacağımızı da. Ama anlamsız bir şekilde daha çok yaşamak için çaba sarf ediyoruz. Peki, ya daha çok yaşamak için çaba sarf etmemiz bir hastalık ise ? Daha çok acı, keder belki biraz mutluluk ama sonunda hepimizin gideceği yer belli. Nedir insanoğlundaki bu uzun yaşama çabaları? Milyarlarca galaksi, trilyonlarca gezegen yıldız, evrenin büyüklüğü bizim hayallerimizin ötesinde iken insanın kendini üstün görmesi hep daha fazlasını istemesi kadar ironik bir durum olamaz. Evrende bir kum tanesi kadar değerimiz bile yokken. Bu kadar uzun süre içersinde evrende var olma, yaşamı deneyimleme zamanımız 70-80 yıl, en iyi ihtimalle. Öldükten sonra ne olacağını bilmiyoruz ve elde ettiklerimiz de bizimle beraber gelmeyecekler. İnsan devamlı fazlasını istiyor, bu doğasında var; bilmeye aç varlıklarız. Bilgi ile birlikte güç geleceğini biliyoruz fakat bu gücün bizi ölümsüz yapmayacağını, dünyadaki varlığımızın sınırlı olduğunu unutuyoruz. İnsanlık varoluşundan beri varlık sebebini amacını sorguluyor ama cevabı henüz bulabilen yok…

13


-HYPNOS FANZİN-

NEDEN?

Hiç bilmediğim sokaklarda yürüyorum. Çöp yığınları sarmış her bir yanı Her şey siyah beyaz, Renksizlik almış umutları. Uzaklardan gelen uğultular, İrkiltiyor benliğimi. Ağlayan çocuk sesleri, titretiyor Vicdan denen hayaleti Zamanın, anlamsızlığıyla yükselen, Yıldızlara bakıyorum… Korkmak, kaçmak istememem neden? Ayaklarımın titremesi, Kalbimin yerinden çıkmak için yalvarması faydasız. Sadece utanıyorum! Ruhumu görüyorum köşeyi dönerken, kaçıyor. Boşaltılmış bedenler karanlığa yürüyor, Rüzgârın bile laf olsun diye estiği Yalnız sokaklarda… Haykırıyorum, bütün öfkemle… Neden?

14

ÖZGÜR


-HYPNOS FANZİN-

5 yaşında bir kız öldü. Ölümünde bir rüya gördü. Rüyasında kirli bir acı, acının geldiği yer kasıklarıydı. Baktı baktı acısı arttı arttı. Gözlerindeki kan kasıklarında yaşa dönüştü. Bağırdı bağırdı. İnce bir ses kulaklarından aktı ve sustu acısından sustu. Suskunluğunda kirli bir acı vardı. Sustu sustu, rüyasında ölümünü gördü. Acı veren, kusan ölümünü. 5 yaşında bir kız öldü, acısı sustu...

DEMİRCİ KAWA

15


-HYPNOS FANZİN-

AY’A SELAM ÇAKTIM Ayakta zor duruyorum… Zil zurna sarhoşum... Kendimi sokağa nasıl attım bilmiyorum. Yine arkamda çatlak burunlar mor gözler bıraktım. Tahmin edilemezliğimin sınırlarını zorluyorum, daha öncede yaptım bunu… Her şeyin olurunda gittiği alkollü gecelerde hiç sebep yokken bağırıp küfreder, sağı solu yumruklardım. Yine sebepsiz arkadaşlarımın kalbini kırdığım az olmamıştı. Farkında olarak mantıksız davranmak… Kendine ve çevrene zarar verecek davranışlarda bulunmak… Günlük hayatını devam ettiremeyecek kadar yorgun ve bitkin hissetmek. Obsesif kişilik bozukluğu, bi polar, kronik depresyon, demesi ne kolay ruhsal bozukluk… Asıl ben karşımda oturan bana teşhis koyan doktorun ruh sağlığından şüpheliyim. Ben mi hastayım? Yanlış davranışlardan, zarardan bahsedip duruyor, herhangi bir şeyin bana yarar ya da zarar sağlayamayacağını kendisinin de benden farksız olduğunu fark etmiyor… Anlatmaya çalıştım ne fayda. Dört elle sarıldığı gerçekliğin kırılganlığını göremiyor, o gözünde duran siyah bez parçası tozdan küften yeşile çalmış. O da ne!... Kafasının üzerinde gri bir eşofman mı var? Perde de nereden geldi? Aman doktor bey başınıza zarar vereceksiniz, o dolaba baş girer mi? Saklanamazsınız öyle benden söylemesi olan kaşınıza gözünüze olacak. Sorun sorun ne mi istiyorum? Ne istediğimi biliyorum, neden istediğimi de biliyorum ama nedenin nedenini asla. Ya siz doktor bey!.. Görmüyor musunuz?... Hayvan desen değiliz, bilgisayarda programlandık desen değiliz. Sarıldığınız hayata bir bakın, bırakın bina demeyi inşaat inşaat! Temeli nerede? Boşlukta durur mu öyle… Dünya burası dünya!.. Yerçekimi var, uçmasına izin verirler mi? Hayal doktor bey hepsi hayal.

Ya da kanın zaten ne fark eder, hepsi aynı yere. Uçar, uçmaz mı yeter ki isteyin.

Ama doktor bey bir tutturdunuz sizde mantık diye!.. Başıma ne geldiyse şu mantıktan gelmedi mi!.. Düşünmekten gelmedi mi… Öyle şeyler var ki onlara dokunulmaz, uğraşılmaz, eğer laf dinlemeyip de insan yaramazlık yaparsa yürüyen cesetten farkı kalmaz. Şimdi ben de içimde dışımda; başımın üstünde ya da çenemin altında; omuzlarımdan ayak bileklerime, yerçekiminden başka hiçbir bağım olmadığından gözlenmeyen atom gibi ne yapacağımı kendim bile bilemiyorum. 16


-HYPNOS FANZİN-

Öyle olsun.. Deli deyin ama benim görmediğim bir yer göstereceğinizi sanıyorsanız affedersiniz ama safsınız doktor bey.

Keyfiniz kaçtı, benim de kaçtı, kalın sağlıcakla.

Sonunda gördüm denizi… Cam gibi bir gece… Gökyüzü yıldızlardan oluşan bir toz bulutu.. Ve yerinde duran tek bir nokta yok. Bir Ay var ağırlığınca efendi efendi ışıldayan. Denizin tuzlu kokusu.. Haziran akşamı. Ve Akdeniz… Palmiyenin altındayım, çocukluğumdan beri buradalar, anılarımı astım dökülüp gitmişler yapraklarına, geçmişim şimdi şu palmiyenin gövdesi gibi yavan gözümde.

Delilik kahkahayla göğsümden taşıyor.

Bu nöbetler sonumu getirecek gibi görünse de olmasalardı, atmasaydım içimdekileri… Mezarımın üzerinde çoktan dulavrat otları bitmişti. Belki de tımarhaneye götürecek sonunda beni ama olsun, eğilmesem kırılırdım. Kaldırımda sarı altın kuma bir adım kala durdum. Sağıma soluma hafif hafif serin havayı tenimde hissetmek için salındım. Yetmiş yaşına mı basmıştım? Bu ne dinginlik.. Adana’da çiftlik evimin avlusunda öne arkaya sallanan sandalyeme oturmuş sıcak bir yaz akşamı hışırdayan buğday tarlalarını seyrediyorum, kızıl kızıl yanıyor, tarlaların sonunda beyaz badanalı ahırın duvarına sarı turuncu gölgeler düşüyor.

Ama nerede güneş… Neme gerek güneş… Aydan başkasına yer yok bu gece.

Sahile gelene kadar arşınladığım Antalya sokaklarında kurudu içimde yeşeremeden deliliğim. Yorgunum, bırakın akıllıca bir çözüm bulmayı, delice şeyler bile yapmak istemiyorum, deli için tehlikelidir bu, en azından deliydi, şimdi ise hiçlikten bir fazla… Hayır istemiyorum… Çırılçıplak bedenimi denize bırakmayı en ilkel halimle gölgemi yakamoza uzatmayı. İnsanların şaşkın bakışlarıyla parmaklarını bana uzatıp “ Hey!.. Delirmiş olmalı. Bu adam ne yaptığını sanıyor!” demeleri neyi değiştirir. Eğer biraz da olsa içimde bir şeylerin kıpırdayacağını bilsem… Ama yok, biliyorum.

Evet, doktor bey şikâyetçiyim, mutlu olamıyorum, nasıl güleceğimi- sebep bulamıyorum.

Şimdi antidepresan alsam mutlu olur muyum? Gerçekten mi, ne düşünürüm peki, ne şimdi? Öylece mutlu mu olurum? Saçmalık bu!.. Hem, mutlu olmak mı zorundayım. Tamam, tamam, çatmayın kaşlarınızı…

Az önce çıkmamış mıydım odanızdan?

Ne işiniz var burada, ben sahildeyim. Siz çıkın kafamdan kapıyı da dışardan kilitleyin.

Bağdaş kurup çöktüm ılık kuma, yerçekimi öyle kuvvetliydi ki… Yetmedi sırtımı da bıraktım. Ayaklarımı da uzattım, açtım da kollarımı, ruhum bedenimi bıraktı bırakacak. Ay mı benim evim? Burası için fazla ağır olmalıyım, yerçekimine karşı koyamıyorum. Ayda olsam böyle olmazdı. Elimi kolumu şöyle sağa sola savurarak sorumsuzca, gamsızca yürürdüm, yüzümde ukalaca bir gülümsemeyle serserilik yapardım. Gri kuma bir tekme savurur dudağımın köşesine yerleştirmek için saman çöpü arardım.

Yakanıza taktığınız da ne doktor bey, samandan bir kurdele mi?

DON JUAN

17


FE İLM

-HYPNOS FANZİN-

LEŞTRİSİ

HUNGER Açlık nedir bilir misiniz? Son umut kırıntınızı açlıkta aradığınız oldu mu? Umudu açlıkta aramak… Yok, oluşa giderken umuda koşmak. Ben en fazla iki gün aç kaldım. Bütün düşündüğüm para bulduğumda hamburger yemekti. Midemdeki yanma ve guruldama sesi, çok sinir bozucuydu. Benim açlığım sadece parasızlıktan dolayıydı. Ama Bobby Sands’ın açlığı güzel günlere inancından dolayıydı. Bu film açlıktan umudu yakalamak gibi geldi bana. Uçsuz bucaksız dünyada düşüncelerinizi anlatacağınız ve aktaracağınız birçok eylemsellik vardır. Peki, mahkûmsanız ve 10 metrekarelik alana sıkışıp kalsaydınız ne yapardınız?

Bu film bizlere Bobby Sands’in insanlık dışı muamelelere maruz kalışındaki sertliği adeta yaşatıyor. Diyalogsuz sahnelerin vuruculuğu ile başlayan film, tüm filme yayılan dehşetli gerçeklik duygusu ile izleyeni kavrıyor. İlk başta hapishane kıyafeti ve yıkanmama eylemleriyle ilerleyen direniş, altı hafta süren ve sırayla başlayan açlık greviyle doruğa çıkıyor. Hayatı IRA mücadelesi ile geçmiş olan Sands’ın kendi vücudunu yaşamının son savaş alanı olarak addetmesiyle yaşanan dramatik süreç muazzam bir etkileyicilik ile gözler önüne seriliyor.

18

Filmi izledikten sonra birçoğunuzun aklına Nuriye Gülmen’in ve Semih Özakça’nın geleceğini düşünüyorum. İyi seyirler…


TE

-HYPNOS FANZİN-

İYATRO LEŞTRİSİ

BU GIDEN KIMIN CENAZESI? “CAMBAZIN CENAZESI” OYUNUNDA GÖMÜLEN KIM?

Nilüfer Şehir Tiyatrosu’nun yeni oyunu “Cambazın Cenazesi”ni izlediniz mi? Cevabı “Hayır” olanları bu yazıya doğru alalım. İzleyenler de bir yere gitmesin onlar da “Lan oyun böyle mi yorumlanır beee” diyebilmek için okusun.

Firuze Engin’in yazıp Doğu Yaşar Akal’ın yönettiği oyunda Ayşe Gülerman, Gökhan Kum ve Mesut Özsoy oynamıyor. Evet, oynamıyor adeta fırtınalar estiriyor. Erkeklerin genelde kadın oyunculardan rol çalmasına alışık olan gözlerimiz Gülerman’ın partnerleri karşısında sokak diliyle çatır çatır oyunculuğu karşısında ışıl ışıl parlarken ben oyunun kralı ödülünü Gökhan Kum’a veriyorum. Sadri Alışık’tan sonra bay mimik, bay dudak ödülünü almaya aday olan Mesut Özsoy’un yanında Gökhan Kum “Biz bu camiada uzun boylu oyuncuları sevmeyiz, kütük gibi olurlar” sözünü söyleyenlere “Halt etmişsiniz siz” dercesine kıvrak ve neşeli bir oyunculuk sergiliyor.

Buraya kadar başlıktaki soruları yanıtlamaya ait hiçbir şey söylemediğimi biliyorum. O konuya işte şimdi geliyorum. “Cambazın Cenazesi” adı üstünde bir “cenaze” eşliğinde küçük bir sahil kasabasının kentsel dönüşümünü anlatıyor. Ve oyunda bir tane bile vinç, kepçe, tır operatörü yok! Çünkü oyunda inşaat yapmıyorlar. Peki bu dönüşümü nasıl anlatıyorlar? Kasaba kentsel dönüşürken Cambaz’ın cenazesiyle birlikte kimlerin gömüldüğünü en güzel şekilde anlatarak.

Oyunu “Bol güldürmeli oyun işte yeaa” diye değerlendirmek de mümkün, “Çok hüzünlendim, onun bunun çocukları ne yaptılar öyle” diye değerlendirmek de. Ben ise “Vahşi kapitalizmin pençesini uzatmadığı neresi kaldı” diye düşünerek çıktım salondan. Oyundan çıkıp kentsel dönüşüm bölgesinin ortasındaki evime gitmem ise konuyu benim için bambaşka bir yere taşıdı. Daha da fazla anlatırım ama -spoiler verme, verme, vermeee- diye bağırırsınız siz şimdi oradan. Özetle “Bir bilet de bana alırsanız tekrar izlemek isterim” diyeceğimiz bir oyundu kendileri. Sahi kim bana bir bilet alır?

İSMINI VERMEK İSTEMEYEN BIR İZLEYICI

19


-HYPNOS FANZİN-

Her şey bitti mi? Bu muydu yani yaşam? Ne yaptım ben? Mahvettim kendimi… Ne zaman bu noktaya geldim? Dilimde her şeyin boşunalığı ve başka zırvalıklar… İstediğime inandığım hiçlik, istemediğimi bildiğim her şey. Korkunç… Çok korkunç hepsinin üstesinden gelebiliyor olmak… Hayatta olmak… Ne anlam ifade etmeliydi yatağımdan kaldırmak için beni? Bilmiyorum... Uzun zamandır ettiğim tek laf bu… “bilmiyorum” hem kendi hırslarına gülen birini kim yola getirebilir ki?

Belki de susmalı… Ama o da konuşmanın başka biçimi… Nereye kaçmalı? Şu etten kemikten sıyrılıp ne olmalı? Bulutlarda mı yoksa yaşam? Ah aptal romantik…

Kurtulsam kaygılarımdan. Ne kalır elimde geriye. Tasasızlık ne zor şeymiş böyle. Huzur, ne büyük düş... İntihar… Ne saçma kapı. Gitmek; yolda dinmeyecekse düşünceler, sadece konum değiştirmek. Hem dinse bile düşler, doğru gerisin geriye bu sefer.

Bir ben mi bilemedim yaşamayı? Ne büyük kibir! Ondan bir şey istemezsem o da bana bir şey vermez. Ya da borçlanmalıyım ki ona diğerleri gibi sevebileyim her gün… Lanet ettiğimi…

KAFKA HORTLAĞI

20


-HYPNOS FANZİN-

Yaprakların uğuldayan iniltisinde Saklı duruyor gizlerim... Öylesine bir ahuzarla haşroldu benliğim Pencereden akseden ışıklar... Tüylerimi ürperten bir mırıldanma Sanki boşlukta yayılan bir vaveyla Kim bilir.. Yıllanmış ak düşerken saçlarıma Acı damlar acıyan yanlarımdan... Yalnızlık iliklerime dokunur... Ayrı düşer ruh bedenden Kıyama durur kalemde kelam Saatlerin akrebi batar sessizliğin kalbine...

LEYL

21


-HYPNOS FANZİN-

SIZIN EKIM’INIZ HANGISI?

Doğum günü kutlamasını ilk kim çıkardı bilmiyorum ama tahminimce tarihin ilk devirlerinden beri insanların, hayvanların, teknolojik ürünlerin hatta ülkelerin bile doğum günlerini kutluyoruz. Kendimizin, kardeşimizin, sevdiğimiz bir teknolojik ürünün -yazar burada ismini vermeyeceği bol gürültülü bir motorsiklet markasını kastedip gülüyor- ve pek tabii ki güzel ülkemizin doğum günü bizim için ayrı anlam ifade eder. Çoğunlukla yaşayanların doğum gününü kutlasak da şu an aramızda olmayan ama bir zamanlar aramızda olmasından dolayı çok mutlu olduklarımızın doğum günlerini de kutlarız. Kafa karıştırıcı mı oldu? Dedemizin doğduğu günü biliyorsak “Vay be rahmetli de bugün doğmuş” der hafif bir gülümseriz mesela. Ya da “Vay beee Commodere 64 yıllar önce bugün piyasaya çıkmış abiii” der yine seviniriz -en azından benim gibi inekseniz sevinirsiniz :)-. Çünkü dedemiz bizim var oluş sebeplerimiz arasında olduğu, Commadore 64 ise bugünkü bilgisayarlara kaynak olduğu için önemlidir. İşte pek çok insan için, artık hayatta olmayan bir ülkenin kuruluş tarihi 7 Kasım da böyle bir mutluluk kaynağı. 7 Kasım ne ola ki? Dünyada emekçilerin demokrasi rüzgarını yayan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği için 7 Kasım 1917’de doğdu diyebiliriz. İşte bu yüzden her 7 Kasım’da yüzümde ayrı bir tebessümle başlarım güne. Bu sene ise yüzümü, odamı, sokaklarımı, yaşadığım, çalıştığım tüm alanı tebessümle doldurmak istedim. Neden mi? E bu sene benim için umudun göbek adı olan 1917 Ekim Devrimi’nin 100. yılı! 100 kere döndü dünya güneş etrafında 100 kere! Mutlu olunmaz mı böyle bir güne? Yeniden gelsin diye, yeniden umut yükselsin diye halaya durulmaz mı? - Kasım’da olan bir devrime neden Ekim dendiği Wikipedia’nın işi, lütfen araştırınız ;) Ekim Devrimi dyince neden halaya durmak gerek? Nedeni var mı a dostum? Sana, bana, karşı komşusuna, beşikteki bebeğe umut olmayı, dayanışmayı, birliği ana hedefi yapan aşkla örülen bir ülkenin, bir devrimin başlangıcına halaya durulmaz da ne yapılır? Ama bu sorunun gerçek cevabını bulmak için Ekim’i içselleştirmek, senin Ekim’inin hangisi olduğunu bulmak gerekir. Eveet, herkesin Ekim’i farklıdır aslında. Peki senin Ekim’in hangisi? Mesela Nazım Hikmet’in söylediği gecelerinde aç yatılmayan, gündüzleri işsiz gezilmeyen, çalışmanın ödev ve hak olduğu, yani emeğin korunduğu ve yüceltildiği Ekim, sen işçi gencin Ekim’i olabilir mi? Mesela tüm halkın -çocuklar ve gençler başta olmak üzere- EŞİT (bizim MEB’in iddiası gibi nitelikli okullar için sınava girin demeden, tüm okulların nitelikli olduğu), ÜCRETSİZ (sadece kitaplar değil giyiminden, ulaşımına her şeyiyle!), BİLİMSEL (burada Papaz Eriği’ni İmam Eriği yapmak yok!) eğitim hakkına sahip olduğu bir Ekim, sen öğrenci gencin Ekim’i olabilir mi? 22


-HYPNOS FANZİN-

Mesela her yıl ülkenin dilediğin bir kesiminde, gelirine, yaşına, cinsiyetine, annenin/babanın kim olduğuna bağlı olmadan tatil yapmanın yine görev ve hak olduğ bir ülke, senin Ekim’in olabilir mi? Mesela kadınlara yönelik her fiziksel, psikolojik ya da farklı tanımlara sığacak şiddetin, eş baskısının, çocuk bakmayı/yemek yapmayı/evi-babayı-kocayı çekip çevirmenin kadın görevi sayılmasının yasak ve bu yasağın da hem tüm ülkede kadınların örgütlülüğü hem de devlet tarafından garanti altına alındığı Ekim, sen yüreği güzel kadın kardeşim, senin Ekim’in olabilir mi? Mesela bir müzik aleti çalmanın, bir sporla uğraşmanın, hayata ve kendine katkı sunmanın ücretsiz ve nitelikli olduğu, üstelik herkesin kendini ifade edecek yeni yollar geliştirmesinin kendisine karşı bir sorumlulukmuşçasına teşvik edildiği, taksici çocuklarından ülkenin en iyi keman virtüözü çıkabildiği bir Ekim, sen müziksever, tiyatrosever, sanatsever genç, senin Ekim’in olabilir mi? Gece yıldızları saymak uyku getirir derler ama Ekim’in yıldızlarını saymak benim uykumu getirmiyor, yüreğimi pat pat pat attırıyor. Böyle bir ülkeyi tüm dünyaya yaymak için koşturan, gecesini gündüzüne katarak bilim, sanat, siyaset üreten insanların olduğu, özverili, çalışkan bir Ekim belki sen vefakar dostum, güzel kardaşım senin Ekim’in de bu olamaz mı? Yine Nazım’ın sözleriyle bitirmek düştü başa. Gayri biz susalım, bırakalım sözü paşa torunu olsa da tüm apoletlerini atıp, Ekim’in dostu olan Nazım arkadaşa:

Sen bu olağanüstü güzel yolculuktaki ilk sabahsın. Seninle başladı kutlu yürüyüş. Sen bütün tohumların tohumusun, ve dünya, dünya olalı beri, daha bereketli bir yağmur görmedi, Senden başka.

KIVILCIM

23


-HYPNOS FANZİN-

SOKAKTA VALS Bulutlar, deniz ve müziğin arasında kaldığım bir vapur yolculuğundan dökülüyor bu notlar. Kulaklığımda ‘’Ay Dilbere’’. Sözlerini anlamsal olarak idrak edemesem de yüreğime verdiği acıyı hissedebiliyorum. Maviliğin özgürlüğünde olduğum o anlarda, yer ve gök arasında bir rüzgârda kaybolup bütünleşmek istiyorum. Tam da o ana değen bir figan yükseliyor. Başkasının acısı göğsüme dokunuyor... O acıyı sarmak istiyorum. Biraz sevgi, biraz dostluk her şeyi iyileştirmeye yetermiş gibi geliyor. Bütün evreni kucaklayabilirim, buna gücüm var diyorum. Yolculuğun başından beri içimde dinmek, sönmek bilmeyen bir ateş duyuyorum. En başta bir kıvılcım, durdurulamaz, önüne geçilemez kocaman bir yangına dönüşüveriyor. Modern dünyanın içindeki bir grup insanın iyiliği, sıcaklığı başlatıyor bu yangını. Dünyayı kurtarma isteğinden kendimi alıkoyamıyorum. Dünya demişken, yalnızca insanlık mı? Ya da medeniyet? Hayır, değil. Bu başka, bambaşka bir dünya ya da büsbütün doğa, şifam. Doğayla bir bütün olup ona karışmak düşüncesi... Belki de bundandır diyorum, belki de bu yüzdendir insanlara sarılmayı çok sevmem. Benim şifam çocuklar, bir zeytin ağacı, sonbahara yenik düşen bir çınar yaprağı, yan sokakta yaşayan 3 ayaklı tekir, belki de dünyadaki tek derdi yağmurlu bir asfaltı ezilmeden geçebilmek olan kabuklu salyangoz... Sahi.. Salyangoz demişken; salyangoz benim özgürlüğü temsil eden yanımdır: Gecenin sonsuz karanlığında, hele bir de yağmur yağmışsa değmeyin keyfime. Kulaklığımı takar, tarifsiz mutluluklara bulaşırım böyle gecelerde. Ve benim yol arkadaşlarım, bütün huzuru ve sakinliği ile bir dünya dolusu salyangoz olur. Onlara basmadan ilerlemeye çalışmak vals yapmakla eş değerdir benim için. İçim huzurla kaplı ve dünyanın en mutlu insanı olarak dönerim evime. Şifa kelimesi böylece ete kemiğe bürünüp somut bir hal alır. Yazmak; içini dökmek satır satır ya da bir kalemi alelade tutuşturup eline, aklına gelen bütün kelimeleri sıralamak anlamsızca... İşte benim de yaptığım bu, şifamı arama yolumu buraya çizmek. Şimdi bu fanzinin de sana şifa olmasını diliyorum canım okur. Sev, ne olursa olsun sev! Dünyayı, çiçekleri, kuşları ve çocukları sev. Önce kendini sev, kendini sar ki diğerlerini sevip sarabilesin. Bu dünyayı iyileştirmek ellerimizde. Çok geç olmadan, el ele işte sevgiyle...

24

KIRLANGIÇ KAVUNU


-HYPNOS FANZİN-

UMUT

Hücre, sonsuz karanlık. Acı, bilinmezlik ve sonsuza kadar sürecek bir sessizlik.

Kadın çaresiz etrafına baktı kimse yok. Sessizlik...

Düşünceler aktı gözlerinden, bir ışık arıyor ya da en azından bir umut. Çenesinin ağrısı bunu destekliyor.

Değişen bir şey hala yok.

Sonra bir ses.

İşte o ses; tüm yaşanmışlıkların sesi, o acıların, kurmak istenilen cümlelerin sesi.

Kadına o ses tanıdık geldi, kulak kesildi.

Sonra tekrar sessizlik. Boş koridorlar sustu. O ses kadına umut olmuştu ama sonra umut yerini korkuya, çaresizliğe bıraktı.

Birden kadının kafasında şarkı çalmaya başladı. Üç dakikalık özgürlük sonrası gözyaşı. Birden kapı sesi duydu kadın. Karanlığın içinden bir çiçek belirdi. Kadın hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Avazı çıktığı kadar bağırdı. Ama bu sefer gözyaşları yüzüne tokat değil öpücük konduruyordu. Bu sadece üç dakika sürdü. O çiçek onun için neydi? Kızı mı? Sevdiği adam mı? Hiç biri değil. O çiçek kadının çocukluğuydu, saflığıydı. Belki de onu son kez görmenin vermiş olduğu mutlulukla ağladı.

Kapı bir anda kapandı yüzüne, bir tokat gibi indi ve orada bir çocuk öldü.

Artık kadından geriye bir şey kalmamıştı. Sadece bir et yığını, gölgesi bile çoktan terk edip gitmişti.

Artık kadın düşünmeyi bıraktı ya da düşünceler onu, bilinmez. Şimdi o kadın, sonsuza dek susup boşluğa bakıyor, o şarkı tekrar çalsın, kapı yeniden açılsın diye.

AKSU

25


-HYPNOS FANZİN-

Herkes otobüs yolculuğu yapmıştır. Ama Anadolu’nun bir ucundan bir ucuna yolculuk yapıyorsanız apayrı bir tadı vardır. Koltuk arkadaşınız genelde cinsiyetinize göre belirlenir ve sanki 40 yıllık tanıdığınız olur. Etrafınızdaki 4-5 koltuk, aynı apartmanda sadece sabah ve akşam birbirini gören ama bir selam vermenin ötesine geçmeyen tanıdıklar gibidir. Hani insanın canı sıkılıp dışarı çıkmak isterken nereye gideceğini bilmediğinde oturur kalır ya yerinde, bu yolculuklarda, ayaklar gitmek istese de 24 saat boyunca bir sağa bir sola dönmek dışında bir şey yapamaz. Ayaklar hareketsizlikten şişer, gözler zaten ayrılığın verdiği üzüntüden dolup taşan ırmak misali ağlarken, üstüne uyku, uyanıklık... Gözlerin de şişkinliği alır başını gider. Ama kulaklığını takınca unutur insan bu acıları. Yeni acılara merhaba diyerek... “ Sahi ne çok öldük yine, Bir kocanın şiddetiyle, Bir tecavüzcünün bıçağıyla, Bir bombanın pimiyle, Bir sevgilinin kıskançlığıyla, Bir siyasetçinin ötekileştirmesiyle Ne çok ölüyoruz biz ” Hep ölmek zorunda kalan bizmişiz gibi… Hızlıca kulaklığı çıkarıp, teyzenin değişik sorularına aldırmadan derin nefes almaya çalışırsın. Sonra araba durur. Mola verdiğini sanırken askerleri fark edersin ve yine bir arama olduğunu görürsün. Her defasında bu aramalara maruz kaldıkça kendinden de şüphe etmeye başlarsın. Neyse işte, uzun yollar zordur. Ama gün batımında kafanı cama dayayıp, “Kış güneşini” izlemek, yan koltuktaki teyzenin bitmek bilmeyen sorularını, arkadaki Diyarbekir ağzını unutturur. Uzun yolculuklar yorucudur. Uykusuzluk, bazen bitmeyeceğini sandığın acılardır. Tıpkı hayat gibi. Neyse, ben uzun yolculuğun güzel tarafına döneyim. Daha şişecek ayaklar ve gözler beni bekler.

26

BAJAR


-HYPNOS FANZÄ°N-

27


-HYPNOS FANZÄ°N-

hypnosfanzin 28


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.