-HYPNOS FANZÄ°N-
HYPNOS
FANZIN
5.SAYI
1
YA Z AR L AR
HYPNOS FANZIN K ı rl a n g ı ç Fü r u g St e r be n Öz g ü r K a f k a Hor t l a g i He id i Ko ba
2
. ÇIZERLER
Fü r u g Da m a rl ı Ç ı çe k s ı z Öz g ü r Ne ri
-HYPNOS FANZİN-
Uz u n z a ma n önce u z a k bi r ga la k side 4 . Say ı m ı z ı ç ı k a r ıp, or t ad a n k ay boldu k . Pek i, ne oldu? Sa n ı r ı m ba şla ng ıç t a k i ş e vk i m i z i y it i rd i k . Pek i, ne oldu d a ger i dönüyor u z . Çü n k ü se s si z l i k ten sı k ı ld ı k hem de çok . Ay n ı z a ma nd a çoğa ld ı k . Bi r sü r ü se s oldu k . Yen iden k â ğ ıt la r a dök ü le si m i z geld i . Bi l mem öz lend i k m i, u ma r ı z öz len m i şi z d i r. Çü n k ü bi z si z i çok öz led i k… Hy pnos Fa n z i n 5. Say ı sıyla yen iden si z lerle... K aç ay geç t i a r ad a n ay r ı ay r ı Bit t i a r t ı k bu ha sret bu lu şt u k gay r i…
3
-HYPNOS FANZİN-
Del i ler
Ha r ma n ı : Eylü l’ü n K apı sı
Göz alasıya bir maviye uyanmayalı ne kadar zaman olmuştu bilinmez. Ama, işte şimdi buluşmak zamanıydı. Alacakaranlıkta vardığı bu kimilerine göre köhne evde ilk sabahı. Ciğerlerini yakan bir iyot kokusu, seslerini unuttuğu kuşların, böceklerin cıvıltıları… Pencerenin önünde cılız bedenine rağmen kararlı duruşunu sürdüren iğdenin yaprakları güneşin gözlerine serbest dalışını engelliyordu ama çenesi ve iman tahtası tatlı bir sıcaklıkla buluşmuştu. Şehir yaşamından kalma alışkanlığıyla döşeğinden hızla kalktı. Eli düne kadar ait olduğu “medeniyet”e dair bir şeyler aradı önce. Aradığı hiçbir şeyin burada olmayışı yüzüne tatlı bir tebessüm kondururken kapıya doğru yöneldi. Evin bir zamanlar görkemli olduğu anlaşılan hayatı şimdi yaban otlarının işgalinde, insandan ırak bir bahçeye dönmüştü. Arnavut kaldırım taşlarının arasından isyan ederek çıkan türlü çiçekler manzaranın güzelliğini daha da artırıyordu. 1-2 adım sonra ayağına batan dikenlerden irkilip ayağına bir şeyler giymeye geçecekti ki görünmez bir el durdurdu onu. Dudaklarında inceden bir türkü hafifçe avlu-bahçeyi adımlarken yaban otlarının vücudunu sardığını, binbir renkli çiçeklerin kıvrımlarında açtığını hissediyordu.
Hoş geldim...
Artık bir parçası olduğu bu avlu-bahçeyi, etrafını saran duvarların ardından denize kadar uzanan ormanı ve insanın maviliğinde kaybolmak isteyeceği denizi içine nefes nefes çekip evine döndü yüzünü. Kömür tozuyla kaplı altına benzetti evi önce. Onun dışında bakan hiç kimsenin değerini anlamadığı. Beline kadar gelen saçlarını toplayıp etrafını büyük bir hayranlıkla izlemeyi sürdürerek eve doğru yöneldi. Evin önünde durup yıllardır güneşe, yağmura, kara karşı direnen sundurmanın deliklerini, kapının, pencerelerin dokunulmaya hasret, sarılmayı bekleyen yaralarını izlerken buldu bir an kendini. Kim bilir belki gerçekten bir anlık izlemişti belki de saatlerdir kapının önünde bekliyordu. “Bu törensel an o’nu tanımak için bir çaba mı?” diye düşündü. Öyle ya o burada büyümüştü ama burada o’na dair hiçbir şey yok gibiydi. “Ağaç dalına kazınmış bir “Harun” adı bile yok.” diye geçirdi içinden. Varlığını yıllar sonra öğrendiği o, o’nun büyüdüğü atalardan miras bu ev. “Herşeyi geride bırakmak da o’ndan miras herhalde” iç geçirmesiyle kalbi sıkışarak kapıyı açtı. Yatağın üzerinde duran telefona koşarak gitmesinin nedeni sıkışan kalbini şarkılarla kurtarmaktı. Şarkıların iyileştirici gücü! Duvarlara çarparak tüm eve, vücuduna, ruhuna yayılırken yarattığı o muhteşem duygu. Vücudunun evle ve çalan şarkıyla bütünleşerek savrulduğunu, kıvrımlarının hareketlerini farkettiğinde eski zamanlarda, uzak topraklarda ateşle, ritimle, doğayla bir olma anlarını hissetti içinde. Yükselerek. Dansını durdurmaya ihtiyaç görmeyerek çantasından kağıt kalem kaptı ve evi gezinmeye koyuldu. Yıllardır kimsenin adım atmadığı odalarda, koridorlarda dolaşarak evle nasıl bütünleşebileceğinin hayalini kurdu. Zihninde oda oda şekillendi tüm ev, yeniden ve eskisiyle birleşerek. Evin eksikleri sayfaları doldururken telefonunun ve onunla birlikte şarkılarının aşağıdaki odada kalmasına rağmen şarkıları aslında kafasının içinde çalarak dans etmeyi sürdürdüğünü fark etti. Deliliğine saldığı kahkaha tüm evde yankılanırken dans ederek evin banyolarından birine daldı. 30’lu yıllara ait mermer karoları, ahşap dolapları parmak uçlarıyla sevdikten sonra banyonun köşesinde unutulmuş küveti fark etti. Bir gün mutlaka geri dönme umuduyla buradan giden sahiplerinin kirlenmesin diye üstüne örttükleri muşamba mevsimlerin ardından tozlu, eprimiş bir halde üstüne yapışmıştı. Muşambayı kaldırınca gövdesine çizilen ince işlemeleri göz kamaştıran küvet güzelliğini sergileyerek çıktı ortaya. Defteri yere bırakıp, zarif bir hareketle uzandı yıllardır kimsenin dokunmadığı küvetin içine. Başını arkasına yaslayıp banyo tavanını seyretmeye koyuldu.
4
-HYPNOS FANZİN-
O’nun babası yani hiç görmemiş olsa da öz be öz dedesi ev’kafta önemli seviyede bir memur olmasının yanı sıra çevresinde zihni sinir işleriyle bilinen bir adamdı. Belki o yüzden banyonun tavanı Küçük Ayı’ya göz kırpan Büyük Ayı’dan çeşitli gök cisimlerine kadar detaylarla dolu bir gece manzarası sunuyordu. Banyonun yıldızlarına bakarak sonsuzluğa daldı. Sonsuzlukta kendisini bekleyen her şey güzel değildi elbet. İstanbul’da yıldızları hiç göremediğini hatırlattı mesela daldığı sonsuzluk. Her gün ofisin kapısını kilitleyip motoruyla rüzgarı tüm vücudunda hissederek “özgür”ce vardığı evinin balkonundan görünse görünse kırık bir dolunay görünebilirdi. Evin ve kentin yüz milyonlarca ışığının bahçedeki, balkondaki çiçeklerin uykuya geçmesine müsade etmeyerek büyümelerini engellediğini okumuştu bir yerlerde. Ya insanlar? Bunca hareketin, ışığın, sesin içinde ya insanlara ne oluyordu? İçinde yıllardır büyüyen ve bugün bağımsızlığını kazanarak benliğinden ayrılan yumruyu da aynı kent yaratmamış mıydı? Banyonun yıldızlarına bakarken durgunlaştığını fark etti. “HAYIR! HAYIR! Durgunlaşmayacağım!”
Küvetten olanca hızıyla kalkıp koşarak bahçeye indi. Rüzgar yüzüne çarparken güneşin denize doğru dalmaya hazır olduğunu fark etti. Evin içinde dans ederken, koştururken koca bir gün geçmişti. Koca bir ilk gün. Evin eksiklerini yazdığı defterin yanında olmadığını fark edip banyonun yolunu tuttu. Sayfalarca not almış olsa da evin ilk ihtiyacının temizlik olduğu şüphe götürmezdi. Arabasına gidip, yolda düşünüp aldığı temizlik eşyalarını indirdi. Eskiden olsa böyle bir temizliğe tek başına girişmeyi asla düşünemezdi. Her işi yapan birini bulmaya alışık olduğu İstanbullunun ardından her işini kendi yapan güçlü bir kadına dönüşünü heyecanla izledi. Bir iş yaparken ruhunun bedeninden çekilip yukarıdan kendisini izlediğini hissettiği o anlardan birini yaşıyordu işte. Bir zamanlar hiç tanımadığı atalarının yaşadığı bu evin tüm odalarını, çocukların oyunlar oynadığı verandayı, merdivenleri temizlerken saatlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varmadı. Yorgunlukla sızıp kaldığı arka avluya bakan odada gözlerini açtığında ilk gözüne çarpan yatağın kenarına iliştirilmiş bir fotoğraf oldu. Fotoğraftakilerden biri annesiydi, evet onu tanıyordu. Ya annesinin beline sarılmış adam? “O gençken böyle görünüyordu demek” diye içinden geçirirken fotoğrafa daldığının farkında bile değildi. Sadece fotoğraftaki insanlara değil fotoğrafın çekildiği ana, mekana kadar gitmişti. Eski bir şehir meydanı, heykel, arkada dört tekerlekli bisikletiyle fotoğraf karesine yanlışıkla girmiş kız çocuğu… 5
-HYPNOS FANZİN-
Normalde erken saatlerde uyanmaya alışkın olsa da işinin olmadığı günlerde ölürcesine uyumasıyla tanınırdı. On saat, on iki saat ve hatta çok içki içilmiş gecelerden sonra on dört saat! Ne kadar uyuduğunu öğrenmek için telefonuna baktığında günün erken saatlerinde olduğunu fark edip şaşırdı. Dünün yorgunluğunun uçup gitmesi bir yana ne zamandır aklını, kalbini saran bunaltının da kendisinden uzaklaştığını hissediyordu. Yalnız bunaltıyı düşündüğü anlar istisna. O anlarda kalbi sıkışıyor, yerinde durmak istemiyor, ev, bahçe, köy hatta bu koca dünyanın etrafında koşarak unutmak, düşünmemek istiyordu. Bir kaç lokmalık atıştırma için aşağı indi. Mutfağa henüz dokunmadığı için şehirden getirdiklerini çantasından çıkardı. Poğaçasından ilk ısırığında İstanbul koktuğu için geri bıraktı. “İstanbul kokmak.” Geride bıraktığı hiçbir tadı, hiçbir sesi istemiyordu şu an hayatında. Gelirken dörtyol ağzında bir market görmüştü. Açık mıdır acaba? Üstünde ne olduğuna dikkat etmeden saldı kendini dışarı. Dörtyol yaklaşık on dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Daraldığını da düşününce bu on dakika ona ilaç gibi gelebilirdi. Güneşin henüz yakmadığı saatlerde olduğu için yorulmadan vardı markete ya da bakkala. Oralılar gibi olmadığı için kendisine meraklı ve kuşkucu gözlerle bakan bakkalın bu halinin farkına bile varmadan alışverişini yapıp evine doğru yürümeye başladı. Evine doğru, yani burası, bu bahçe, bu merdivenler, onun evi. Yıldızların banyosunda bile olduğu bir çatıya ev demek. Tanrım, ne güzel bir his. Poşetinden çıkardığı salatalığı üstünde silip ısırırken bu hislerle gülümsüyordu. Şüphesiz ki o an biri kendisini görse köyün delisi sanıp geçebilirdi. Sansınlar, ait sanılmak delisi bile olsa. Tanrım, ne güzel bir his. Evin dış kapısına doğru yaklaşırken kapının yanına takıldı gözü. Alacakaranlıkta eve girdiği o gece evin dışına dair hiçbir şeye dikkat etmemişti. Zaten dikkat etse bile karanlık görmesini engelliyordu. Evin süslemelerle bezeli, bir zamanlar ihtişamlı, koyu bir renge boyalı olduğu belli olan, üstünde soyadı yazan kapısının yanında dört beş farklı renkle bezenmiş, üstüne türlü kumaşlar, iplikler serpiştirilmiş, tutacağı kuştan ufak bir kapıcık: “Eylül’ün kapısı”
KOBA
6
-HYPNOS FANZİN-
YALNIZLIĞIN HALLERİ
Ben bağımlıyım…
Alkole, sigaraya bağımlıyım. Nefes alırken ciğerlerimden çıkan hırıltıya bağımlıyım. Uykusuz gecelerimde, rahat uyuyabilmek için içtiğim şaraba bağımlıyım. Rüyalarımda gördüklerim mi gerçek, şu halim mi ayırt edemediğim. Cehenneme gitmek ya da cennete, fark etmez. Çok inançlı değilim. Her gün uyandığım dünya mı, cehennem mi, bilmediğim…
Ben arkadaşlarıma bağımlıyım. Onlarca insan arasında yalnız olmaya bağımlıyım.
Mutlu olmadığımı bile bile, adım gibi bildiğim halde, mutlu olmaya bağımlıyım… Dışarıdan görünen o mutlu, yüzünden gülücükler eksik olmayan adamın içinde çok yalnız ve ağlayan küçücük bir çocuk var… Aklımda, ruhumda, içimi acıtan düşünceler var. Cam kırıkları gibi içime içime kanayan kesikler… Sanki iki elimle sıkıyorum. Daha çok acı, daha çok sıkılmışlık… “ İçimdeki çocuğa bağırıyorum. Sus artık, ağlamayı bırak. Sesini duyurmaya çalışma, Seni duyan kimse yok. Duyamayacak. Kimse Sana o kadar yakın değil…” Küçük rahatlamalara ihtiyacım var. Ufak, anlamsız gülümsemeler üstümdeki baskıyı azaltmıyor artık. Bazen rüyalar görüyorum; hayallerin gerçek olmaya başladığı, bazense yaşıyorum düşünceleri… Ne kadar ağlamak istesem, gözlerimden sağanak yağışlar gibi süzülse de damlalar; kötü, korkunç düşüncelere dalsam da uykusuz gecelerde, ağlamak bir rüya gibi…
ÖZGÜR
7
-HYPNOS FANZİN-
Ö yle Bi r Rüya
Hüsnü Bey’in sesiyle başlıyor her şey. “Beyoğlu’nda bir tramvay raydan çıkmış vay, sensiz bunca yıl nasıl yaşadım ah vay ki ömrümüze vay” diyor. Heybeli’nin mehtaba çıkan geceleri düşüyor aklıma. Hasret bastırıyor içten içe. Buradan çok uzakta olmak istiyorum. Gerçekten özgür ve mutlu olabildiğim sıcacık yaz gecelerinde şarkılar söyleyerek dans etmeyi özlüyorum. Mumun ışığı odayı aydınlatmaya çalışıyor. Işığına değil belki ama alevine âşık olunabilecek gibi. Hayatlarımızdaki pek çok şey gibi aslında. Sahi neye göre seçiyoruz hayatımızı paylaştığımız insanları? Işığına göre mi yoksa alevine göre mi? Eğer seçebilmekten söz ediyorsak kuşkusuz sevgiye göre. Bizi seviyorsa, onu seviyorsak ya da gökyüzünü seviyorsa. Belki denizleri seviyor diye. Kim bilir belki de bakışlarını, ışıldayan gözlerindeki gülüşlerini seviyoruz diye. Bunları düşünürken cama vuran yağmur sesi de karışıyor odaya. Sakince usul usul iniyor damlalar camdan ve kararlı olduğunu gösterircesine. Bir şekilde kendine çekiyor bütün ilgiyi. Camı aralayıp yağmuru içeri almaya karar verdiğimde ne mum ışığını umursayabiliyorum ne de Hüsnü Bey’in yumuşak tınısını. Yağmuru hayranlıkla seyrederken rüzgârı çoktan zayıf mumu söndürmüş bile. Mumu yeniden yakmak yerine perdenin rüzgârdaki dansını izlemek daha çok keyif veriyor. Tercihlerimiz, önceliklerimiz ve harcadıklarımız arasında savrulan hayatlarımıza benziyor sanki perde. Yağmur onu ıslattıkça çırpınıyor. Oysa damlaların süzülüşünü ve mermere vurmalarını görebiliyor olmak güzel. Yağmur mu ışık mı derken ürperiyorum. Üşüdüğümü ancak fark edebiliyorum. Pencereyi kapatmayı akıl ettiğimde ıslanmış perde, içine su dolmuş mum ve acısını dışa vurmak isteyen ezgiler karşılıyor beni. Saate baktığımda 02.48’i görüyorum. 06.00’da uyanıp işe yetişecek olmak canımı sıkıyor ve imgelere vakit ayıramayacağımı kabullenerek yatağa gidiyorum. Yine de hayal kurmaktan kendimi alamıyorum. Daha özgür, müziğin göklere yükseldiği, bakışlarda kaybolunacak kadar âşık olunan yaz gecelerinin hayaliyle uyumaya çalışıyorum yeniden.
Öyle bir rüya işte...
K I R L A NGIÇ
8
-HYPNOS FANZÄ°N-
9
-HYPNOS FANZİN-
İnsan sevince şiirler yazmak istiyor. Piraye gibi sevmek, Nazım gibi sevilmek istiyor, satırlara haykırıyor yüreğindekileri. İnsan sevince gökyüzü oluyor içi. Bir buluta bağlıyor yüreğini, salıyor maviliklere özgürce, korkmadan. Çocuklar gibi mutlu oluyor insan sevince. Çocuklar gibi seviyor, saf, temiz, karşılıksız.
10
-HYPNOS FANZİN-
Bazen bir bebek gibi savunmasız bazen de kabuğunu kırmaya çalışan bir ergen gibi asi, hoyrat. Sevmek bazen 5 yaşında bir çocuk. Alıyor eline renkleri, boyuyor tüm karanlıkları. İnsan sevince umut oluyor. Sanki yeryüzündeki tüm çocuklar gülecek, kimse kimsenin kalbini kırmayacak, renk renk, çiçek çiçek olacak her yer. Tüm dünyanın kirini, pasını temizleyecek kadar güçlü oluyor insan sevince. H E I DI
11
-HYPNOS FANZİN-
123 456
S en i n le y a ş a n ma m ı şl ı k la r va rd ı, öpü şmem i z bi r son g ibiyd i s a n k i .
Olay se v i şmek de ğ i ld i a sl ı nd a , r u hu nu n r u hu ma i şleme siyd i .
H i sler i m i a k t a r ma k i st iyor u m, k a lbi mde pi şi rd i m g ü z el l i ğ i n i .
S ensi z l i k adet a t ı ma rha nedek i del i ler g ibi; y a l n ı z , k a s vet l i ...
Yok lu ğ u nd a k i k a lbi m her z a ma n k i g ibi ç a l ıyor y i ne a ş k z i l i n i .
Ru hu m su s a m ı ş ba k ı şla r ı na , oldu m ben S a h r a Ç ölü ’ndek i bede v i .
12
S T E R BE N
-HYPNOS FANZİN-
İsa’n ı n K ı z ı Onu basit kalıplarla mutlu etmeye kalkışmak baştan sona aptallıktı. Mutlu olmak için gerçek bir sebebi olduğunda olurdu, bu kadardı. Yine de insan sürekli bir duvara sevgi sözcükleri fısıldayıp, duvardan karşılık beklemekten sıkılabiliyordu. Bu da yine duvarın suçu değildi elbette. Kendini tüm insanlıktan üstün görmese de tüm insanlıktan soyutlamıştı. Oyunları görüyor, sıkılıyor, nefretini aktaracak hiçbir şey bulamıyor, belki de nefretini aktarmakla hiçbir şeyin çözülemeyeceğini düşünüyordu. Uysal görünüyor; ancak bu uysallığın altında gerçek bir cesaret barındırıyordu. Sevmeyi çok iyi biliyor; hatta sevmeyi biliyor oluşuyla yaşıyordu. Ona apaçık bir gerçek sunduğunuzda, bir de bakıyordunuz ki sunduğunuz şey sadece sizin için yeterince apaçıkmış. Sözlerinizi anlar, onlarla düşünür; ama duygularıyla konuşurdu. Onun tarafından sevilmek herhangi bir insan için ulaşılacak en son mertebelerden biriydi sanki. Kendinizden emin şekilde ona giderseniz, şüpheler içinde geri dönüyordunuz. Kendinden eminliğinde en ufak bir kandırmaca yoktu. Daha doğrusu onda en ufak bir yalan yoktu. Yalanı barındıramıyordu. Hatta yalana benzemeye başlayan herhangi bir şeye bile aşırı duyarlıydı. Karşısına kendiniz olarak değil de toplum olarak çıkarsanız; sizi dinliyor, anlıyor, ama sevemiyordu. Hem onu seven herkes onun tarafından sevilmek istenen tek kişi olmak istiyordu. Sevgisini tekelimizde toplayamadıkça da acı veriyorduk ona. Kötü ilan etmeye çalışıyorduk onu, belki de çarmıha germek. O bütün bunları görüyor ve anlamlandırmaya çalışıyordu. Ona göre bizim yaptığımız saçmalıktı, gereksizdi. Bizim içinse sanki bir zorunluluk bir kaçınılmazlıktı. Acılarını içten içe küçümsüyor, kendine olan inancını kaybetmesini istiyorduk. Mutlu olduğunda yanında olmuyorduk, mutsuz olduğunda ise koşa koşa gidiyorduk. Kendimizce borçlu kılıyorduk onu bize. Ama neyse ki birçoğumuz bu hatamızdan erken dönüp onu olduğu gibi görebilme cesaretini gösterebildik. Gururu yenebilecek tek şeyin sevgi olduğunu öğretti bize. Belki de onu hala gerçekten anlamadık; ama anladığımızı sandığımız şey bile yeterince kıymetliydi. Hem bir keresinde beni sevip sevmediğini de sormuştum. Gözleri erkenden yanıtlamıştı. Ben de gitmiştim. Başka ne yapılırdı? Yolda, gerçekliğinden emin olamadığım birkaç gözyaşıyla düşünüyordum. Ya evet deseydi. O zaman ne yapardım? Belki birkaç kez dizinde uyurdum. Sonra? Sonra sıkılırdım. Hem neden seviyorduk ki zaten, sevileni yok etmek için değil miydi? Kendime acımış, bahanelerime ise neredeyse inanmıştım.
K A F K A HORT L AĞI
13
-HYPNOS FANZİN-
Bİ L İ YORU M ... S onba ha r ı n k ı r ı la n y apr a k la r ı, Rü z gâ r ı n, a z i z h ı şı r t ı sı K i mse si z l iğ i n ç a re si z l iğ iy le , Ku la k la r ı m ı s a rs a n ü z ü nt ü lü ç ığ l ı k la r. Kork uyor u m… S oğ u k s aba h la rd a ten i m i ı sı r a n, k i m l i k si z ay a z .. Pa s kok a n sok a k la rd a , k ay bola n hay at h i k âyeler i… Ç a re yok, s adec e keder Kuc a k la r dolu su ü z ü nt ü , boş ba k ı şla r, ı sla n m ı ş göz bebek ler i… Bek l iyor u m… Ut a nc ı m g i z l iyor öf kem i, S oğ u k terler at ıyor, beden i m.. D ü şü nüyor u m… C e s a ret i m i k ı rd ı la r ben i m, Ne el i m, ne kolu m k a ld ı .. S adec e kel i meler, s a h ipsi z…. Su suyor u m…
14
ÖZ GÜ R
-HYPNOS FANZÄ°N-
15
-HYPNOS FANZİN-
L AVA N TAYA AĞI T Buruk bir koku anımsıyorum. Eski taş bir evde yorganların arasından sızan biraz hüzünlü biraz da zarif bir koku... Yaşanmışlığı var üstelik belli. Göz kapaklarını ağırlaştıran ama bir o kadar da şehvet dolu bir koku bu. Artemis’in kutsal bitkisi lavanta. Artemis doğar doğmaz lavantayla yıkamışlar onu bir ömür boyu onun yoldaşı olmuş sonra. Herkes bir şeyler beklemiş ondan, bu yüzden sanırım bu burukluğu. Sağlık, güzellik, huzur, hepsini beklemişler ondan. Çalılıklar arasında uzamış o da. Dimdik ayakta kalmış kimseden su istememiş, toprak seçmemiş var olmanın yolunu aramış yine bir başına. Doğanın en kıymetli rengini seçmiş ama yine de kendisini hiç de öyle hafife almamış. Tutkusunu ateşini kırmızıdan, şifasını dinginliğini maviden almış ama kurumuş sonra, solmuş. Çiçek tanelerini bırakmış geriye. Babaannelerimizin evinde dolaplara kese olmuş, şehre gelmiş parfüm olmuş, kendini ezdirip yağ olmuş ama evimize gelip bir kap sıcak çay olmayı da unutmamış. Yetmemiş en güzel başlangıçlara umut için mum olmuş, iki sevgilinin sohbetine katılmış. Ama yetememiş yine de kimseye. Gül gibi olamamış mesela kimse aşkı ona yakıştıramamış, ıhlamur gibi şifa verememiş kimselere, lale gibi dimdik duruşun da simgesi olamamış. Yine bir başına hep o anlatılan hikâyelerdeki yan kahraman olmuş. Aslında o da istermiş ‘küçük bir oyun içinde önemli kişi olmayı’ ama arka fonda çalan o şarkı olmuş, ilk öpücük olmuş belki de unutamamışız onu, sandıkların dibinde kalmış. Rengi solmuş, kurumuş, nereye koysak orda kalmış detaylarda kaybolmuş görünür olamamış. Yorgunluğu kırgınlığı hep bunaymış. En sevdiği rengi kaybetmiş ama yine de bir şey diyememiş. Şifa vermeyi beklemiş hiç ses etmemiş, susmuş, kurumuş, tane tane dökülmüş ağlamış.
F Ü RUĞ
16
-HYPNOS FANZİN-
Bi r ga r ip gele c ek me sele si? Bir kuşağın ülke gündemini takip alanıymış duvarlar. 1970’li yıllar, ülkede gençlerin, kadınların, işçilerin, kiracıların, işsizlerin, tüm kent ve köy yoksullarının en fazla sesini duyurdukları dönem duvarlar bir gazete manşeti gibi parlarmış her köşe başında. Hatta o denli yoğun bir haykırış yansırmış ki duvarlardan yine o dönemin “beni bu mention’dan çıkarın”cıları duvarlara bakmadan, kafaları önde yürürlermiş. Duvarlara sözünü nakşedenler de o duvarların önünden büyük bir gururla geçmiş olsa gerek. Duvarların dile geldiği dönem duvarlara hayran hayran bakılan bir dönem mi olmuştur acaba? Biz oldu sayalım. Peki, o duvarlarda hangi sözler akıllarının, kalplerinin telini sızlatmıştır? Ne mi önemi var? Neden mi bu duvar güzellemesine giriştim? Çok değil 1 ay kadar önceydi. Deniz yoluyla 2-3 saatte ulaştığımız Kadıköy sokaklarını arşınlamanın mutluluğu bir yanda sesini duyuramayan herkesin sesi olmuş Kadıköy duvarlarının yarattığı sarhoşluk etkisi bir yanda Rıhtımdan Boğa’ya yürürken karşılaştım onunla. Belli ki 2-3 lirayı bir araya getirip sesini duyurmak için bir şeyler yapmaya çalışan senin benim gibi insanların seslenişiydi duvardaki. 3 adet A3 afiş duvardan bana gülümsüyordu. “Geleceğimiz ellerimizde!” “GELECEĞİMİZ ELLERİMİZDE”. İki kelime ama ne çok anlam. Bir an durup afişi yapanların yerine koydum kendimi. İşçiyim, hayatımı çalışarak kazanmak zorundayım. Gelecek benim ellerimde mi? Şüphesiz ki bugün geleceğim ipotekli. Kim ipotek etmiş benim geleceğimi? Adam sen de bu da soru mu? Tabi ki emeğimi gasp eden, yaşam alanlarımı yok eden bir avuç insan. Ve bu lanet ipotek ortadan kalkmadıkça bir gelecekten bahsetmek pek de mümkün değil. Üç kuruşa saatlerce çalışmak, belki iş yerinde ölüme ya da meslek hastalıklarına kafa tutmak -ya da tutamamak- aşk ilişkisi dahil pek çok ilişkide yoksulluktan sebep doğabilecek sorunlarla baş etmek, bir yaz akşamında kafa rahatlığıyla bir parka çöküp arkadaşlarımla muhabbet edeceğim sırada çıkagelen ahlak zabıtaları, kira, faturalar, yemek gibi en basitinden ama omuzlarıma yük olan masrafların altında ezilmek ve saymakla bitmeyecek binlerce “geleceğimde bunlar varsa ben yokum aga” dedirtecek sorun. Bu ipotek bugün mü çıktı? Öğrenciliğim nasıldı? Harç parasını denkleştiremediğim için üniversiteye kayıt olmakta zorlandığım o sene geldi aklımda. Gerçi hiç aklımdan çıkmaz ama. Üç kuruş parayı bulduktan sonra 46 TL’ye 12 kişilik odada, nefes alamayarak yaşamaya çalışmam. Tavuk döner ayran alabilecek seviye için sabah okul akşam kafe veya barlarda çalışmak zorunda oluşlarım. Ders notlarına para ayırabilmek için yemeden içmeden feragat ettiğim gerçeği. Böyle zamanda gelecek hayali hiç kurulabilir mi? İpotek, ipotek, ipotek. Tanıdığım hiçbir kesim yok ki hayatında ipotek olmasın. Mazot parasına ve kuru ekmeğe 1 yıllık emeklerini satan köylüler, hayatın her alanında kendini var etmeye çalışırken sözlü ve fiziki saldırıya uğrayan milyonlarca kadın, dilediği müziği yapabilmek için hafta sonları düğünlerde mermi sesleri arasında müzik yapan dostlarım, tiyatro için ailesiyle arasını açıp meteliğe kurşun atan fedakâr oyuncu arkadaşlarım, hepsi bir sorunlar yumağının ortasında bulmakta kendisini. GELECEĞİMİZ ELLERİMİZDE! Bir büyüsü var bu sözün. Gelecek üzerine düşündürürken, geleceğimizin ne denli ipotekli olduğunu yüzümüze vuruyor. Ve ipoteği kaldırmanın tek yoluna kafa yorduruyor. Sahi o yol ne? Geleceğimizi ellerimize almak! Ne muhteşem söz,
17
-HYPNOS FANZİN-
Na z ı m şi i r i g ibi :
Dem i r, kömü r ve ş eker ve k ı r m ı z ı ba k ı r ve mensuc at ve se vd a ve z u lü m ve hayat ve bi lc ü m le s a nay i kol la r ı n ı n ve gök y ü z ü ve s a h r a ve mav i ok ya nu s ve ke derl i neh i r yol la r ı n ı n, sü r ü l mü ş topr a ğ ı n ve neh i rler i n ba ht ı bi r ş a fa k va k t i de ğ i şm i ş olu r, bi r ş a fa k va k t i k a r a n l ı ğ ı n kena r ı nd a n on la r a ğ ı r el ler i n i topr a ğa ba sıp doğ r u ldu k la r ı z a ma n. Sahi acaba Nazım’da bu şiiri bir duvar yazısından esinlenmiş olabilir mi? Düşünsenize Nazım Hikmet, şu an bizim yaptığımız gibi balkona çıkıp “Ge-le-ce-ği-miz El-le-ri-miz-de” diye haykırsın. Haydi en gür sesle “İpoteğe son! Geleceğimiz ellerimizde!”
GÜ N E Ş
18
-HYPNOS FANZÄ°N-
19
-HYPNOS FANZÄ°N-
hypnosfanzin 20