Hypnos Fanzin 3. Sayı

Page 1

1


2


MERHABA Dünyanın ucunda bir gül açılmış Efil efil esen yele merhaba Karanlığın sonu bir ulu şafak Sarp kayadan geçen yele merhaba Bir yazının en zor kısımlarının giriş ve sonuç olduğuna ilişkin saçma tespiti düşünerek ve bir yandan da Zülfü Livaneli’nin “Merhaba” adlı şarkısını dinleyerek yazmaya çalışıyordum şu an okuduğunuz kelimeleri. Şarkının beni motive etmesi gerekirken halay çekmeye başladım. Düşüncelerim ise kafamı kazana çevirdi. En sonunda aklımdan ne geçiyorsa onu yazmaya karar verdim. Merhaba! HYPNOS Fanzin’in dünyayla, hayatla, düzenle, sistemle ve bir sürü şeyle sorunu olan yahut sadece “Sabah nasıl uyanılacak?” telaşına düşmüş hipnozlardan kalkıp gelmiş yazarları olarak 3. sayımızı sizlerle buluşturuyoruz. Mutluyuz, şu anda Bursa’nın sokaklarında davul zurna çalarak geziniyoruz. -Siz bunun farkında değilsiniz!-. Mutluyuz ama neden? Bundan yaklaşık 1 yıl önce bir grup kafadar bir araya gelip, ne yapsak diye düşünmeye başladık. Düşünmeyi çok sevdiğimiz için bir sonuca ulaşmamız zaman alsa da sonunda aklımızdan geçenleri, ruhumuzu daraltanları ya da bizi çok mutlu eden şeyleri yazıp, basıp, dağıtma fikrini çok sevdik. Sonra Can Yücel’in “El Tutuşa Tutuşa” şiirinde olduğu gibi yeni eller eklendi yanımıza, azıcık büyüyünce hemen ilk meyvemizi verdik, HYPNOS’un 1. sayısını çıkardık. Ardından aramıza katılanlar, aramıza ayrılanlar, haypnos mu, hipnos mu nasıl okunacak yahu bu isim geyikleri, şunu mu yazsak, bunu mu çıkarsak tartışmaları arasında 2. sayı katıldı aramıza. Eğitim-öğretim dönemi sonuna yetişmeye çalışan 3. sayımız ise finallerden geçemedi bütünlemeye kaldı. İşte bundan dolayı mutluyuz. Bütünlemeyi verdik yeni dönemde 3. Sayımızla sizlerleyiz. Biz kimiz? Azıcık sorunlu muyuz? Evet, sanırız ki azıcık sorunluyuz. Ya da bu düzen sorunlu ve biz de boşvermişlik yerine sorunları çözmeye, sorunlarla baş etmeye çalıştığımız için düzen tarafından sorunlu ilan ediliyoruz. Yoksa bizler de senin gibi sıradan gençleriz, bir farkımız yok. Biz kimiz? Dünyada, hayatta, düzende belirli şeyleri değiştirmek isteyen, üreten, yazan, şarkı söyleyen, aşık olan gençleriz! Çoğumuz öğrenci aramızda çalışan 1-2 arkadaşımız da var. Ne yaparız? Yazarız, çizeriz, yaşarız -bazılarımızın içtiği vs de söylenir, terbiyesizler :)- ve en güzeli fanzin çıkarırız. Bağımsız, dayanışma usulüyle yaşamını sürdüren, özgür bir seslenme aracı olduğu için seçtiğimiz fanzin yolunu da çok severiz. Su çok güzel sen de gelsene? Fanzinlerimizi çıkarmak, birlikteliğimizi büyütmek, yaşamdan alınacak keyfi katlamak için de bir araya geliriz. Bu “Merhaba” sayısında seni aramızda göremedik ama bundan sonraki sayılar için su çok güzel, fanzin çok güzel sen de gelsene? Eğer fanzini, fanzincilerden birinden almadıysan bize fanzinin sonunda yer alan sosyal medya hesaplarımızdan 7/24 ulaşabilirsin. -Çalışan adminlerden biri gece yazınca huysuzlanıyor o yüzden sen yine de gece 2’den sonra yazmasan iyi olur :)-

3


HARUN BEY’E NERESI MEMLEKET? -2Yolculuğu, apartmanın merdivenlerini tırmanışı, kilide oturmakta zorlanan anahtarı nazik bir hamleyle çevirip kapıyı açışı, yıllardır kapalı perdeleriyle güneşin içeri girdiği günleri unutmuş, üstü kefen gibi beyaz örtülerle kaplanmış mobilyalarla dolu salona girişi bir rüya gibi geride kalmıştı o an. Gülümsemeleri, tavırları artık fotoğraf karelerinde yaşayan anne-babasının birlikte çekilmiş tek fotoğrafını eline alıp, vücudunu saran koltuğa kendini nasıl attığını bile hatırlamıyordu. Fotoğrafın bir kopyası da yıllardır cüzdanında durur, yalnızca canı sıkıldıkça, gözleri yaşardıkça daha da canını sıkmak, hıçkıra hıçkıra ağlamak için çıkarırdı yerinden. Şimdi fotoğrafın orijinaline dokunmak sanki bir güzel Bursa akşamı annesine, babasına sarılmışta içli bir türkü tutturmuş gibi hissettiriyordu. Oysa annesi neyse de babasına hiç sarıl-a-mamıştı. Belki öldüğünde sarılabilirdi. Ama ülkesinin üstünde gezinen kara bulutlar, babasının artık bu dünyadan gitmiş bedenini görmesine bile izin vermemişti. Berlin’in yağmurlu bir akşamında aldığı telefonla öğrenmişti babasının öldüğünü. Küçük bir çocukken bıraktığı kardeşi hıçkıra hıçkıra “Gelemezsin biliyorum, ama gitti” diyerek haber vermişti ona. Gelemezdi! Uğruna ölümlere gidip geldiği sevgili ülkesine girişi yasaktı. Kim bilir kaç leylim bahar sürecekti bu. Oysa omzuna ihtiyacı olan bir kardeşi, bir anası oracıkta yolunu gözlüyordu. Oysa cansız göğsüne başını koyup ağlamalık babası, çocukken bahçesindeki ağaçları talan edip, oyunlar oynadığı camiinin musalla taşında uzanıyordu. Gözlerindeki yaşı silerek kalktı koltuğundan. Evdeki her eşya farklı bir anıyı, kişiyi hatırlatıyordu ya “Artık bu hüzünlü nostaljiden kurtulmalıyım” diye düşündü. Buradaydı işte, yılların ardından! Perdeleri açtı önce, açtı ki güneş tüm coşkusuyla doldursun evin içini. Pencereyi aralayıp mahallesinin, kentinin, ülkesinin havasını bir kez daha içine çekti. Sonra kefenlerini çekip yaşam verdi mobilyalarına. Boyası eskmiş duvarlar, raflarda tozlanmış kitaplar hepsine bir el atıp “Ben geldim” demeliydi. Eski alışkanlıkla kitaplarında gezinmeye başladı birden. Çocukluğundan beri nerede kitap görse dayanamazdı zaten. Romanlar, Savaş Üstüngel’in “Savaş Yolu”ndan tut da Lenin’in “Bir Adım İleri, İki Adım Geri”sine türlü siyasi yayınlar, sayfalar arasında karalamalar, kurumuş yapraklar, notlar, yıllar öncesinden kopup gelmiş kocaman bir dünya açıldı işte bak önüne. Gençliğindeki el yazısını hatırladı görünce, ne kadar da başına buyruk, ne kadar da tutkulu. El yazısı, aynı insan gibi değişir insan değiştikçe. Kitaplarının arasında bir kağıt parçasına takıldı gözü. 20’li yaşlarının el yazısı, 20’li yaşlarının duyguları, 20’li yaşlarının…. hüzünlü bir sonbahar yağmurunda sırıksıklam olmuş, kuru yapraklar gibiydim karşında. bir köşede usulca toplanmış, topuk seslerinden heyecanlanıp dört gözler beklerdim iş çıkışlarında çapkın bir rüzgarı üstüne salması için beni. Bir perdenin arkasında gördüğü gündüz rüyasını hatırlattı kelimeler, kabarık saçlarının arasına çiçek takan elleri hatırlattı, evinin köşesine dönüşünde sertleşen mevsim rüzgarlarını hatırlattı, kurşun sesini, izini, acısını hatırlattı kelimeler. Ilk gördüğüm an gibi genç ve güzel diye düşündü apartman girişinde gördüğü gündüz rüyasını hatırlayıp. Belki de topu topu 5 saniyede tüm ayrıntılarını tekrar tekrar işlemişti zihnine. Kapanalı 10 yıllar geçen yarası sızladı. Bir sonbahar gününde gördü kendini. Gözleri açıktı, uyanıktı ama yine rüya görüyordu işte.

4


Kayıp ne zamandır, kimsenin nerede olduğundan haberi yok. Ama içinde bir sızı var ki dinmiyor. Düşünmekten beyni patladı patlayacak. Görmeli, ne yapmalı ne etmeli ama görmeli. Hala okula gidiyor mu acaba? Gitmez mi? Tabi gider. Kaçta dönerdi? Yola çıkmalı, cebine koyup şiirleri. Önemsiz bir de kitap almalı ele. Şöyle göze batmayacak bir şey, hani şifre taşımak için kullanılan ucuz romanlardan biri. Ama saç sakal iyice uzamış, önce bir tenhada traş olmalı, sonra. Sonra tam köşeyi döndüğü anda çıkmalı karşısına. Ya sevinir, çığlığı basar tüm mahalleyi ayağa kaldırırsa? Kaldırmaz, zeki kadındır, içi kıpır kıpır olsa da ufak bir gülümsemeyle geçer gider yanından. Hah işte tam o sırada kitabı yere düşürmeli, çok ses çıkarmadan. Anlar, döner alır ben gözden kaybolunca. Ya anlamazsa? Ya mahallenin veletlerinin elinde kağıttan uçak, gemi olursa? Olsun be, çocukların mutluluğunu mu kıskanacağız? Gülüşünü görelim o da yeter. Her sabah annesinden “Aman evladım, ortalık karışık sağda solda oyalanma, okul çıkışı hemen eve gel.” öğütlerini duyduğundan olsa gerek tam tahmin ettiği vakitte döndü köşeyi. Ne kadar zamandır bekliyordu? 1 saat? Önce parkın köşesindeki yıkık barakada gizlenmişti farkedilmemek için. Zaman yaklaşınca yerinden çıkmış, başı önde voltaya durmuştu. Topuk sesleri, kokusu ve bakamasa da gülümsemesini hissettiğinde kaldırdı başını birden. Oradaydı işte. Durdu zaman, durdu dünya, rüzgar esmeyi bıraktı, güneş ışınları sarı kristallere döndü. Değil bu sokakta, ülkede evrende tek yaşayan ikisiydi sanki. Gülümsemesini gördü ya işte o an dünyalara bedeldi. Kendi yüzü gülüyor muydu, şaşkın mıydı girdiği halin farkında bile değilken biri düğmeye basmış gibi sönmeye başladı güneş. Onun gülümsemeyi niye bıraktığını, suratının niye asıldığını anlamaya çalışırken arkadan yankılanarak gelen bir sesle irkildi. DUR! Kurşun yediğinizde önce kulakları sağır eden bir sesle irkilir, sesin geldiği yöne döner insan. Kurşunun vücudu delip geçmesi, sıcak kanınızın deliğinden sızarak vücudu sarması nice sonra sezilir. Eliyle kurşun deliğini yoklamaya kalktığında ise çok geçtir. Kurşun yolunu bulmuş ve çoktan gücünü çalıp insanı sersemletmeye başlamıştır. DUR! Gözlerini alamıyordu hala ondan. Onun yüzüne ise büyük bir hüznün resmi çizilmiş gibiydi. “Gülümse hadi, bu an son an olacaksa böyle görmemeliyim” diye geçirdi içinden. Ayaklarına, kollarına hissizlik çökmeye başlamıştı bile. Arkasından gelen ayak sesleri bir mitingin coşkusunu yayıyordu zihnine. Karşısında tüm kusursuzluğuyla özgürlüğün geldiği gündü işte, bugün ölmek yasak. Hayır, yanaklarına değen de göz yaşı değil, hayır. 1 Mayıs’ı bitirmiş adalara gitmişiz, sermişiz pikeyi, gazete parçalarını, keyifli bir ilkbahar yağmuru çiselemeye başlamış. Keyfimiz gıcır. Gülsene hep, diye geçirdi içinden. Keyifli ilkbahar yağmurlarıyla oynaşan güneşler gibi olsun yüzün. ÇİVİ

5


CENNET BAHÇEMDEKİ YABANCI Günlerden hangi gündeyiz onu dahi unuttuğum zamanlar oluyor bazen. Günleri hatırlatan bazen telefon oluyor bazen bilgisayar. Hayattan kopamıyorum bir türlü. Aynı Monte Kristo Kontu’ndaki hatırlatma yöntemi gibi. Boşlukta gezmek isterken yüzeye çıkaranlar utansın, ne diyebilirim ki? Bu gün uzun bir aradan sonra dışarı çıktım. Romanlardaki gibi biriyle tanışıp, muhabbet edeceğim kişilerle tanışmak amacıyla çıktım diyebilirim aslında. Dışarı çıktığımda bir sigara yakma isteği duydum. Cebimden paketi çıkardığımda sigara paketinin bittiğini gördüm. Evde otururken o kadar soyutlamıştım ki kendimi dünyadan, bağımlı olduğum sigarayı unutmuşum. Zaman hissettiğimden daha çabuk geçiyor demek ki. Oysa günlük yaşantımdaki en büyük şikayetim: Zamanın yavaş akması! Sokaklara çıkma isteğimi de bu şikayete yoruyordum. Tedirgin oldum birden. Geri mi dönmeliydim acaba? Zaman geçiyormuş demek ki evde de. Dışarıya çıkmama gerek yokmuş demek. Ölüme evde de yaklaşılabiliyormuş aslında. Bir süre buna kafa yordum, evimin önünde ki bankta otururken. Yoluma devam ettim sonra. Uzun zamandır gitmediğim o cennet bahçesine benzeyen parka gitmeyi planladım. Ama orada da kimse yoktu ki. Demek ki ben hayalini kurduğum cennet bahçesinde de yalnızdım, düşüncelerim ve ben vardım sadece. Parka giden yolu uzatmaya karar verdim. En yakın tekel marketten bir Camel Soft aldım. Sigaramı yaktım. Sigaranın ilk dumanını çektiğimde uzun bir baş dönmesi yaşadım. Tamam, biraz abartmış olabilirim 2 saniye bile sürmedi belki de baş dönmesi fakat bu bana uzun metrajlı film gibi geldi. “Meğer ben uzun süre evde sigara içmemişim” diye düşündüm. Hızlı adımlarla parka yöneldim. Parka vardığımda birinin benim cennet bahçemi işgal ettiğini gördüm. Neyse ki çakal herif benim bankımda oturmuyordu aksi halde kavga çıkartabilirdim.

6


Gerçekten kavga çıkartabilir miydim? Sırf benim bankımda, benim cennet bahçemde oturuyor diye? Güzel ve anlaşılabilir bir nedendi fakat bende bu kuvvet ve psikoloji var mıydı? O insanla konuşabilir miydim? Kendime güldüm bir an. Sigara alırken, bir Camel Soft alabilir miyim? Derken bile sesim titrememiş miydi? Parayı uzatırken, önceden hazırladığım para üstü almamak amacıyla tam para olan miktarı verirken bile elim titrememiş miydi? Tam bir sosyofobiktim aslında. Nasıl kavga çıkartabilirdim ki? Kavga çıkartsam belki o adrenalinle birlikte şu benim cennet bahçemi işgal eden çakal herifi dövebilirdim. Ama psikolojim buna elverişli değildi buna kesinlikle emindim. Aklımdan bunlar geçerken bir yandan çaktırmadan adama bakıp eksik noktalarını arıyor, bir yandan da neden bu ne idüğü belirsiz, inin cinin top oynadığı parka gelmiş olduğunu düşünüp duruyordum. Sonra cennet bahçemdeki yabancı birden hareketlendi. Önce çakallar gibi etrafı süstü. Alanıma tecavüz edeceğini hissetim. Ne oluyordu? Neden bana yönelmekteydi? Adımlarını adeta bir çakalmışçasına yavaş yavaş atıyor, elinde şarap şişesiyle bana doğru yürüyordu. Hemen, yaşama içgüdüsüyle elimi yumruk yaptım ve bana yaklaşmasına izin verdim. Bir yandan da ona baktığımı hissettirmemek için akan çeşmeye baktım. Dalgın izlenimi vermekti amacım. __ Pardon rahatsız ediyorum galiba ama ateşiniz var mı? Ohhh, şimdi rahatladım. Amacı beni dövmek değilmiş. Ama tabi ki rahatsız ediyorsun! Seni çakal suratlı! Benim cennet bahçemde oturup şarap içiyorsun! Birde benden ateş istiyorsun. Tabi ki bunları diyemedim. Sadece düşündüm. Hatta bunları düşünürken dahi “Benim düşüncelerimi telepati yoluyla duyuyor mu acaba?” diye tedirgin oldum. Sözlerini duymadım sandı ki cümlesini tekrarlama isteği duydu salak. ___ Pardon acaba ateşiniz var mı? Sesimi titremesi engellemek amacıyla, sakin olmaya çalışıp, ses tonumu düşürerek cevap verdim. ___Evet, buyurun ateşiniz. Ovv kahretsin! Çakmağı verirken yine elim titredi ve sanırım bunu hisseti. Benim bağımlı olduğumu sanacak kahrolasıca. ___Sağ olun, teşekkür ederim. Daha önce sizi bu parkta görmedim? Bu parka sizi getiren şey ne acaba? Sana ne be adama, sana ne. Ayrıca hem sağ olun deyip hem de neden teşekkür eder ki bir insan? İki kelimede aynı anlama gelmiyor mu sanki? İki kelimeyi aynı cümlede kurduğun zaman daha mı çok kibar oluyorsun? Kelime israfından öte bir şey değil. Zaten bu salak insanlar her şeyi israf etmekten başka hiçbir şeyden keyif almazlar. Her şeyi israf ederler. Suyu israf ederler, yemeklerinin yarısını yemezler, çayın dahi belli bir miktarını bardakta bırakırlar ki kibar bir beyefendi sanılsınlar. Ulan o çayı süzgeçte neden süzüyorlar o zaman, madem süzülmemiş çay için. Ayrıca beni bu parkta daha önce hiç görmediğini söylüyor! Ulan ben bu parkın müdavimiyim be! Asıl ben seni neden daha önce görmedim. Sen onu anlat bir kere bana da ben dinleyeyim gavat herif. Sırf benimle muhabbet kurmak amacıyla soru soruyor ben yer miyim bu numaraları. ___ Ben bu parka sıklıkla gelirim aslında ama hiç karşılaşmadık sanırım. Sizde sık geliyorsunuz, anladığım kadarıyla. Ama hiç karşılaşmadık neden acaba? Off, ne yaptım ben? Soru sordum herife şimdi gitmeyecek durmadan sohbet muhabbet edecek. Tabi içen adam yalnız olmak istemez. Mutlaka muhabbet edeceği birini arar durur. Ateş isteme bahanesiyle yanıma geldi, bir de saçma bir soru sordu, bende adama açık kapı bıraktım resmen. Şimdi o kapıdan içeri girip, benim yanıma oturacak ve saçma sapan aptal insanların geyik muhabbeti gibi sohbet edeceğiz. Offffff. ORAK

7


Ne uzun ne kısa orta boylarda, sıska görüntüsüne rağmen sağlam yapılı birisiydi. Kemikli suratının iki yanında kapaklı pörtlemiş gözleriyle bir baykuşu andırırdı. bu gözlere uzunca baktınız mı, içeride derin bir şeyler olduğunu sezerdiniz, ruhu boyunu çoktan aşmış birisiydi. Vücuduyla orantısız kocaman damarlı elleri ancak günde on saat kürek sallayan bir inşaat amelesinin sahip olabileceği kadar güçlüydü. Selamlaştığınız zaman isterse bir sıkışta parmaklarınızı iç içe geçirip kemiklerinizi kürdan gibi kırabileceğini sanırdınız, kırabilirdi de. Uzun yıllar köyünde tarımla uğraşan ailesine tarlalarda sabanla buğday biçerek yardım ettiğinden elleri bu kadar güçlü olmalıydı. Bir sabah kendisi söylemişti; Öğlen tepemizdeki güneşten çalışamaz hale gelip yemek molası verdiğimizde, taş gibi kasılmış olurdu bileklerim, parmaklarımı avucumun içinden çıkarmaya öyle zorlanırdım ki kaşığı öyle senin gibi parmaklarımla nazikçe tutamazdım kibar beyefendi, alırdım şöyle avucumun içine. Neden kürek tutar gibi tutuyorum sanıyorsun kaşığı. Yüzümden şaşkın bir ifadeyle; aaa hiç böyle düşünmemiştim dedim. Bastı kahkahayı şaka lan öyle şey mi olur. Neden olmasın abi belki de sebebi gerçekten öyledir. Biraz antropolojiye ilgim var biliyorsun, günlük hayatta kullandığımız çatal bıçağından en görkemli mimari yapılarımıza kadar yapım şekillerini, kullanım şekillerini seçmemizdeki sebepleri bir duysan kulağa ne kadar da saçma geliyor, ama uzun uzun okuyunca vay be diyorsun. Hatta bak bu Çinlilerin mimari yapıları neden diğer milletlerin yapılarına göre daha keskin hatlara sahipmiş biliyor musun? Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme; Lan başlatma Çinlilerine şuradan tütünü ver dedi. İlk karşılaşmada insan onun kaba saba bir köylü olduğunu düşünebilirdi. Kim olduğunuz fark etmezdi onun için kaba davranırdı, yaptığınız herhangi bir şey için ağzından teşekkür çıkmazdı, rica cümleleri onun tedavülünden kalkmıştı, hep emir kipiyle konuşurdu. Ama kim suçlayabilir onu, iki üniversite bitirmesine rağmen şu anda inşaatlarda amelelik yapıyordu. Her gün binlercesini taşıdığını söylediği sekize on dokuz tuğlalar, elli kiloluk çimento torbaları, saatlerce karıştırdığı harç onun okuyarak, yazarak geçirmek istediği zamanı acımasızca elinden çalıyordu. Akşamları kir pas içinde bir elinde akşam yemeği için aldığı bir torba dolusu patates soğan bir elinde de ustasına, patronuna, etrafındaki bütün insanlara edemediği bir torba küfürle gelirdi. O kadar yoruluyorum ki derdi bırak bir sayfa okumayı yatağıma uzanıp uyuyamıyorum bile. Yaşadığı onca eziyet dolu yıllar yabanileştirmişti onu. Her şeye rağmen hala umut vardı içinde, insana olmasa da insanlığa dair safça bir umut.

8

YALNIZLIĞIN HALLERİ


HOŞ GELDİN Simsiyah,pullu bir yılan Yatağıma doğru sürünüyor Toparlıyorum kendimi Hoş geldin diyorum Kaldırıyor kafasını Çatal dili dışarıda Selamlıyor yavaşça Ne korkum kalıyor Ne de endişem

Tanıdım seni diyorum,gülüyor Gülüşünde ölümü görüyorum Hep duyardım sesini Ama ilk kez görüyorum seni Benim için geldin biliyorum Benimle de gideceksin İyi o halde gidelim Erken ama gidelim

Yavaşça boğazıma dolanıyor Gözlerini görüyorum,ifadesiz İyice sarıyor beni,artık bütünüz Teni,ruhumun sıcaklığını emiyor Git gide soğuyorum,o oluyorum Son kez bakıyorum gözlerine Vedalaşmak için ama kiminle

KAFKA HORTLAĞI

9


SEPTİK SALYANGOZ Henüz küçük bir salyangozdum. Annemle birlikte bir göl kenarında ufak bir bitki üzerinde yaşıyorduk, yani annemin bana anlattığı kadarıyla bildiklerim bunlardı. Çünkü henüz kabuğumdan çıkmamıştım. Sadece ben ve annemdik. Bana yaşadığımız çevreyi tanıtan, hikâyeler anlatan annemle. Hayata dair bildiklerim sadece onun anlattıkları kadardı. Annem bu çevredeki tek salyangozların biz olduğunu söylüyordu. Ama diğerleri de ben kabuğumdan kafamı çıkarmadan önce mutlaka gelirlermiş öyle söylüyordu. Anneme sık sık ne zaman kabuğumdan çıkacağımı sorardım. Oda her seferinde çok yakında derdi. Sonrada bildiği hikâyeleri anlatırdı. Bu hikâyeler genelde korkunç olurlardı. Ama ben korkmadığımı göstermek için annemin sözünü kesmez, anlattıklarını sonuna kadar dinlerdim. Yine böyle bir günde. Annem korkunç bir hikâye anlatmaya başladı. Hikâyenin konusu henüz benim gibi kabuğundan ayrılmamış bir salyangozdu. Bu salyangoz kabuğundan kafasını çıkarmaya çok meraklıymış, kimsenin sözünü dinlemiyor ve yaramazlık ediyormuş. Bir gün henüz zamanı gelmeden kafasını kabuğundan çıkarmış ve o anda devasa büyüklüklerdeki bir karga onu gagasıyla kafasından tuttuğu gibi mideye indirmiş. Korkunçtu, kabuğum diken diken olmuştu. Anneme yavru salyangoza ne olduğunu sorduğumda artık bir karganın midesinde yaşadığını ve orada da yeterince mutlu olduğunu söyledi. Ama annemin yalan söylediğini biliyordum. Ne zaman korkunç bir hikâye anlatsa, ardından kahramanlar her seferinde hayatta kalmaya devam ediyorlardı. Buna inanmıyordum, çünkü bir zamanlar babama ne olduğunu sorduğumda da yine onunda bir karga tarafından avlandığını, üstelik beni dünyaya getirmek için çalıştıkları bir sırada kabuğunu geçici olarak terk ettiği bir anda… Annem ne zaman bu hikâyeyi anlatsa hikayenin sonunu getirmek üzereyken ağlamaya başlardı. Ağlamasından anladığım kadarıyla babam hala bir karganın midesinden yaşıyor olamazdı, çünkü yaşıyor olsaydı annem ağlamazdı. -Benimde çocuklarım olacak mı anne? -Elbette olacak oğlum ama dünyaya bir çocuk getirmek için kabuğunu terk etmen ve kendine yoldaş olacak başka bir salyangoz bulman gerekecek, o an geldiğinde bunu bileceksin. Bilmem nasıl anlatsam, o an demek o an demektir oğlum, bunu anlatamazsın ama zamanının geldiğini bilirsin. Ama çok dikkatli olman gerek, sonunun baban gibi olmasını istemiyorum, o çok dikkatsizdi, sen daha dikkatli olmak zorundasın. Zaman geçtikçe daha çok büyüdüğümü, kabuğumun da benimle beraber büyüyüp geliştiğini hissediyordum. Hatta bazen çıtırtılar duyuyor ve uykumdan uyanıyordum. Bu çıtırtıların kabuğumdan geldiğini anlayınca rahat bir nefes alıyor tekrar uykuya dalıyordum. Kabuklarımızın bizim için ne kadar değerli olduğunu çok iyi biliyordum. Onların içindeyken güvendeydik. Avcılar bizi bulamazdı. Bir gece yine kabuğumun çatlama sesleriyle uyandığımda, kafamda bir rahatlama hissettim, sanki biraz daha zorlasam, kabuğumdan kafamı çıkarabilecek gibiydim. Telaşla anneme seslendim.-ANNEEE Ama etrafta hiç ses yoktu. Tekrar denedim ama boşunaydı, annem gitmişti. Belki de yemek için kafasını çıkardığında bir avcı onu alıp götürmüştü. Etrafa bakmak için kafamı çıkarabileceğimi hissediyordum. Ama etrafta bir avcı varsa. Ve annemi avladığı gibi beni de avlarsa diye düşündüm. Ve kabuğuma neredeyse yapışacak kadar kendimi içeri soktum. Demek artık annem yoktu ve yalnız başımaydım. Bir an kendimi tutamadım ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Anne yalvarırım geri gel anne. Ama annem geri gelmedi. Haftalar geçti ve ben hala kabuğumun içinde ne yapacağımı bilmez halde bekliyordum. Bazen etrafta sesler duyuyor, âmâ seslerin kimden geldiğini ayırt edemiyordum. Ah keşke annemle biraz daha zaman geçirebilseydim. Eminim bana öğreteceği birçok şey daha vardı. Evet, kabuğumun içinde güvendeydim ama böyle nereye kadardı. Kendime yoldaş olarak bir salyangoz bulmam gerekmez miydi? Hem etrafta başka salyangozlar olup olmadığını nasıl anlayacaktım.

10


.”Bu düşüncelere kapılıp gittiğim sırada----TAK TAK TAK Bir an korkudan kabuğumdan sıçradım. Bu ses benden mi geliyordu? Bir şeyler yakınımda olmalıydı. Bu ne demekti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kabuğumu tıklatan yoldaşım mıydı? Yoksa beni avlamak isteyen bir yırtıcımı, kafamı çıkarmam isteniyordu. Ama bir türlü cesaret edemiyordum. Annemin o an geldiğince bileceksin dediğini anımsadım. Ama o an bu an mıydı gerçekten? En iyisi biraz daha beklemekti, nasıl olsa kabuğumla birlikte güvendeydim. Bu şekilde haftalar geçti. Hala kafamı çıkarabilmiş değildim. Ah anne neden bana öyle hikâyeler anlatmıştın ki? Kendime lanet etmeye başlamıştım. Nasıl bir korkaktım ben? Belki de hayatımın aşkı dışarıda bir yerlerde kabuğumdan çıkmamı bekliyordu. Ama nasıl emin olabilirdim? Kafamı çıkardığım anda bir avcı tarafından mideye indirilmeyeceğimi nereden bilebilirdim? Bilemezdim. Biraz daha beklemeye karar verdim. Bekledikçe daha fazla beklemeye karar veriyordum. Şüpheyle baş başa kalmıştım, gördüğüm tek şey karanlık, duyduğum tek ses ise kendi sesimdi. Ama yine de hayattaydım. Hem belki diğerleri çoktan yem olmuştu. Annemin yalancı biri olduğunu düşünmeye başladım. Bence yoldaş diye bir şey yoktu varsa bile asla gelmeyecekti, gelse bile ben çıkacak mıydım? Belki bir gün diye düşündüm. Hem kabuğumu bir karganın midesine tercih ederdim. Çünkü daha önce hiç karga midesinde yaşamamıştım. Zaman geçmeye devam ediyordu. Yalnızlığa iyice alıştığımı zannediyordum. Âmâ bazen de önüne geçilemez bir şekilde kafamı dışarıya çıkarmak istiyordum. Her seferinde kendimi engelliyor, sonrada kendimden nefret ediyordum. Sanırım kabuğumdan hiç çıkmayacaktım… Hayır, hayır çıkacaktım, çıkmak zorundaydım böyle hayatta kalamazdım. Kalabilir miydim? Şimdiye kadar kalmıştım. Ama yoldaşım. Annemin anlattığı mavi gökyüzü, yeşillikler bunları görmeden bu kabuğun içinde ölümümü bekleyecektim. Nesi vardı? Bekleyebilirdim, gökyüzünü görmesem de olurdu? Olur muydu gerçekten. Dayanamıyordum bir türlü bir karara varamıyordum. Bütün bunları daha fazla düşünmek istemiyor ama her gün her saniye bunları düşünüyordum. Artık yaşlandığımı dahi hissetmeye başlamıştım. Kabuğum bana daha ağır geliyordu. Kendime katlanamıyordum. Annem bu halimi görse benden utanırdı herhalde. Bir parça dahi cesaretim yok muydu? Sonunda salyangozumuzun aklına dâhice bir fikir gelmişti. Şöyle düşünmüştü; Bir gün kabuğundan ayrılacağına inanarak ama hiçbir zamanda ayrılmayacağını bilerek yaşamaya devam edecekti. KAFKAHORTLAĞI

11


GAME OF THRONES’UN ÖTEKI YÜZÜ Westeros’un sokaklarında neler oluyor? Westeros’u resmi tarih dizilerinden takip edenler kavganın yalnızca ejderhaların annesi, isminin birincisi Daenerys ile tüm ölüm borçlarını ödeyen gerçek bir Lannister olan Kraliçe Cersei arasında geçtiğini sanadursun, biz sokaklara bakalım. Jaime’nin komutasındaki askerlere kılıç yaparak hayatını kazanan Demirci Kawa’nın atölyesi o gün çok önemli bir misafiri ağırlamaktaydı. Denizleri aşıp Kral Toprakları’na gelen Börklüce Mustafa ve kadim dostu Kawa kapıdan girişte hasretle sarıldılar birbirlerine. Uzaktan gelen misafirine bakarken gözleri parlıyordu Kawa’nın, Börklüce onun için umudun vücut bulmuş hali gibiydi. Yıllar önceki karşılaşmalarının ardından sonunda tekrar karşı karşıya gelmişlerdi. Kawa’nın gözlerindeki ışığı coşkuyla selamlıyordu Börklüce. O dünyanın özgür ve köle coğrafyalarında dolaşırken, Kawa’nın düşmanın merkezinde gizliden yürüttüğü çalışmaya büyük bir hayranlık duyuyordu. Merhabalaşmanın ardından Börklüce, dünyanın yükünü çekmiş omuzlarının ağırlığıyla kapıya en yakın koltuğa kendini atıp dinlenmeye koyuldu. Kawa’da misafirinin yatacağı yeri ayarladıktan sonra hızlıca sofrayı kurmaya girişti. Uzun deniz yolculuğu Börklüce’yi yormuştu ama akşamdan önce yapılacak çok iş vardı. Tavuktan, kara ekmekten bir kaç parça ağzına atıp işe koyulmak için ayağa kalktı. Elini yıkamak için su başına geldiğinde tüm ihtişamıyla önüne serilmiş olan Kızıl Kale gözlerini kamaştırdı. “1000’lerce işçinin alın teriyle ve kanıyla yükseldi denir bu bina için. Ne kadar da görkemli! Elllerimiz ne de güzel şeyler yaratıyor.” dedi sessizce Börklüce. Kawa’nın onu duyduğundan habersizdi ki “İçi daha güzeldir. Bu akşam bir kısmını göreceksin Börklüce’m.” diye yanıtladı Kawa. Atölyenin en karanlık köşesine gidip elinde bir parşömenle geri döndü. Parşömeni Börklüce’nin önüne serip, parmağıyla bir noktayı işaret ederek konuşmaya başladı. “İşte bizim görkemli şehrimiz. Bak işte tam buradan gireceğiz yoldaşlarımızla toplanacağımız yere. Ne Cersei’nin, Ne Laime’nin ne de 7 Krallık’taki diğer kan emicilerin toplandığımızdan haberleri olmayacak. Üstelik de gözlerinin dibinde olacağız, gözlerimizin dibinde olacaklar!” Gözleri haritada gezinirken ekledi “Hadi şimdi gel, sana şehri göstereyim. Sonra gelir toplantıdan önce son bir kez bakarız her şeye”. Karanlık atölyeden çıktıklarında gün ışığının derisini acıttığını hissetti Kawa. Karanlıkta çalışmaya o kadar alışkındı ki güneşe yabancı kalmıştı. O güneşe alışmaya çalışırken Börklüce, kenti seyre dalmıştı. Yalın ayak çocuklar, sokak köşelerinde bekleyen fahişeler, türlü hokkabazlıklarıyla pazarcılar, efendilerinin, patronlarının emri altında ezilerek çalışan köleler, işçiler, sokakları saran kirli ve ağır koku… Pazar yerinin ortasına geldiğinde güneşin altında bir mızrak gibi parıldayan Kızıl Kale’ye dönüp fısıldadı “Yarin yanağından gayri her şeyde…” Pazar yerinden geçerlerken Börklüce’nin bir yabancı olduğunu farketti Luna. Yetimliğin erken yaşta büyüttüğü çocuklardan biriydi. 9-10 yaşında olan bedeninde orta yaşlı bir adamı taşıyor denebilirdi. Kırpık saçlı biçimsiz kafası, sağı solu yırtık kıyafetleri onu sokakta herkesle bir hale getirse de çakmak çakmak bakan gözlerini farkedenler onu kalabalıkta bile kolayca ayırt edebilirdi. Çaktırmadan takibe koyuldu Kawa ile Börklüce’yi. Kentin surları arasında dolaşmalarını, pazarcılarla sohbetlerini, kerhane sokağından geçişlerini, limana uğrayıp eşrafla yaptıkları sohbetleri bir gölge gibi takip etti. Bir ara yaklaşıp bellerindeki keseleri çalıp kaçmaya yeltendiyse de Börklüce’nin sürekli kesesini yoklaması bu hırsızlığına mani oldu. Kawa’nın atölyesine vardıklarında içinden bir his çekip gitmesini engelledi. Çıkışlarına kadar kapının karşısında bir kuytuda bekledi Kawa ve Börklüce’yi. Çıktıklarında ise takıldı yine peşlerine.

12


Kentte yaptıkları tur sayesinde her şey daha da oturmuştu Börklüce’nin kafasında. “Evet, bu soğuk kent, içinde yalın ayaklılardan koca bir ordu taşıyor. Zalimlerin boyunduruğu altında ezilen koca bir ordu.” diye geçirdi içinden. Haritaya ve gezdiği çeşitli diyarlarda aldığı notlara bakındı toplantıdan önce. Hava karardığında Kawa’nın işaretiyle yola koyuldular tekrar. 10 dakikalık bir yürüyüşün ardından yumurta çürüğü kokan bir kanala doğru ilerlediler. Kentin, dünyanın çektiği acı karşısında bu kötü kokan kanala sabretmek hiçbir şeydi. İkisi de bunu çok iyi bildikleri için yüzlerinde koca bir gülümseme, yüreklerinde coşkulu şarkılarla girdiler kanala. Bellerine kadar suyun içinde, karanlığa ve kötü kokuya dayanarak ilerlediler bir süre. Yolun sonunda ateş izi görüldüğünde Westeros’lu dostlarının gelmiş olduğunu anlayıp daha da bir mutlu oldu Börklüce: “Yolun sonu aydınlığa çıkıyor.” “Yabancıyı ve demirciyi takip etmekle hata mı ettim?” diye düşündü Luna kanalın yarı yolunda. Pazarın ardından balık tezgahının ortasında uyuyakalmış gibi hissettiriyordu koku ona. Kesif koku burnunu yakarken ilerde bir ışık gördü ve yabancı ile demircinin oraya yürüdüğünü anladı. Hayatında hiç maceraperest olmamıştı. Onun için maceraperestlik karnını doyurmasına engel olacak bir saçmalıktan ibaretti ama bu takipten de geri duramıyordu. Kanalın ucundaki mağarada karaya çıkınca farkedilmemek için saklanarak takip etti önündekileri. Mağarada kıyıya vardıklarında önce etrafı kolaçan etti Kawa. Bir tuzakla karşılaşmak istemiyordu. Hiçbir sorun olmadığını görünce, ilerleyelim diye işaret etti Börklüce’ye. Ateşin yarattığı ışığa attıkları her adımda daha da heyecanlanıyordu. Kawa’nın söylediğine göre kanalın sonunda vardıkları mağara Kızıl Kale’nin altında yer alıyordu. Varlığını sadece Kral Toprakları’nın cefasını çeken Kawa gibi işçilerin bildiği bu mağara onlar için Westeros’taki en güvenli yer olacaktı. Ateşin başına geldiklerinde beklenen tüm dostların orada olduğunu görerek sevindi. Liman tayfasını çekip çeviren Aegon, pazar ahalisi içinde saygın bir yeri olan Nigel, kentin kanalizasyon gibi pis işlerinde hayatını geçirmiş olan Dartanyan, Kawa gibi kılıç ve silah ustası olan Behreng ve Kral Toprakları’nın diğer işçileri arasında adını bilmediği dostları orada onu beklemekteydi. Sessiz ama coşkulu bir şekilde sarıldılar, selamlaştılar birbirleriyle. Luna gözlerine inanamıyordu. Kral toprakları sokaklarından bildiği, tanıdığı bu insanların yabancı biriyle ne işi olabileceğini anlamaya çalışıyordu. Gölgesinin onu ele vermemesi için iyice yere yapışmıştı. İnsanları bir perdenin arkasında izliyor gibiydi. Derken yabancının sesiyle irkildi. “Evet dostlarım. Güzel günler yaklaşıyor. Westeros’ta, tüm dünyada bizim, sokaklarında emek harcayanlarındır. Kanlı Kraliçe’yi de, onun katil kardeşini de 7 Krallık’ın ve tüm dünyanın kan emicilerini de def edeceğimiz gün ufukta. Haydi başlayalım!”

PANGEA OZANI

13


BENIM BAHTSIZ AYIM, SANA “NORA” DIYECEĞIM Kutup ayılarının yaşam mücadelesini anlatan bir belgesel izledim bugün. Gerçekten çarpıcıydı, çoğu kitaptan daha öğretici oldu benim için. Acımasız gerçek: “Başarıya ulaşamamış her çaba, hiçbir şey yapmamaktan çok daha acı verici oluyor”. Kimilerimizin bir şeylere başlamadan vazgeçmeleri bazen ileri görüşlülük gibi geliyor, sezgisel bir şeyler olmalı. Belki sonunda başarıya ulaşacaklarına inanıyorlar ama yanılırlarsa artık geri dönemeyeceklerini, daha da tükeneceklerini, en azından yürüyor olabileceklerini ama koşmaya kalktıklarından ve bunu başaramayıp yere düştüklerinden yürümeye de devam edemeyeceklerini bildiklerinden hiç koşmaya kalkmıyorlar. Bana bunları düşündüren izlediğim belgeseldi. Kış uykusundan uyanmış bir ayının hayatını anlatıyordu. Ayıya bir isim verdim çünkü gerçekten ona bir yakınlık duydum, kaderimin yansımasını gördüm onun yaşam mücadelesinde. Benim bahtsız ayım, sana “Nora” diyeceğim.

14


Nora kış uykusundan henüz kalkmıştı. Geçirdiği uzun kış boyunca neredeyse yağ rezervlerinin tümünü tüketmişti. Bir an önce ona enerji sağlayacak besinleri bulmalıydı ama bu kolay olmayacaktı. Gözlerini açtığı ilk günden beri mücadele ettiği bu çetin savaşta tek başına olduğunu biliyordu. Bir an olsun duramazdı, pes etme şansı yoktu. Tek rauntluk bir maçtaydı ve en küçük hatanın bedelini canıyla ödeyebilirdi. Henüz gençti Nora. Geçen kış şansı yaver gitmişti. Kışın bastırmasına yakın kıyıya vurmuş bir balina leşine rastlamış ve bütün kış yetecek kalorideki yağı depolamıştı. Peki bu seferde şansı yaver gidecek miydi? Bilinmezlerle dolu Kuzey Kutbu ona hayatta kalma ve türünü devam ettirme şansını verecek miydi? Bunu bilemezdi, zaman her şeyi gösterecekti. Nora erimeye başlamış buzullara doğru yöneldi. Ana parçadan kopan buzul parçalarının üzerinde bir düzine fok vardı. İlk hedefi yavru foklardı ama onları suda yakalama şansı yoktu. Buzulların üzerinde, savunmasız ve yavaş oldukları anda fokları yakalamalıydı. Kuzey Kutbu’nun buz kesen sularına atladı, fokların bulunduğu buzullara doğru yüzmeye başladı. Foklar onu çoktan fark etmişlerdi ama suya atlamak için acele etmediler. Kendilerinden emin bir halleri vardı. Buzula çıkmak üzereydi ki hepsi mavi sularda gözden kayboldu. Peşlerinden birkaç kez suya dalsa da enerjisini boşa harcadığını anlamıştı. İlk denemesinde kıyıya eli boş döndü ama yolun daha başındaydı, önüne birçok fırsat çıkacaktı. Daha dikkatli olursa bu fırsatları değerlendirebilirdi. Kıyıda buzulların üzerinde bir süre yürüdükten sonra başını, kırlangıçların yırtıcılardan korunmak için dev dalgaların dövdüğü sarp yamaçlara yaptığı yuvalara çevirdi. Bir süre kırlangıçları izledikten sonra kendini tekrar okyanusa bıraktı. Kırlangıçlar yuvalarını bu yamaçlara yaparken karadan gelebilecek yırtıcıları göz önüne alıyorlardı. Okyanustan daha önce bir tehdit görmemişlerdi ama şimdi bir kutup ayısı dalgaların arasından yamaca tırmanmaya çalışıyordu. Nora okyanustan kurtulmaya, pençelerini tutunabileceği, daha yüksekteki sert toprağa geçirmeye çalıştı. Tehlikeli bir yolculuktu bu. Yamaç yetişkin bir kutup ayısının çıkabilmesine pek elverişli değildi ama Nora’nın pes etmeye hiç niyeti yoktu. Sonunda tepeye ulaştı. Etrafını saran yavru kırlangıçların kıyamet gibi çığlıkları arasında midesini kırlangıçlarla doldurdu. Yiyebileceği bir şeyler kalmadığında etrafına bakındı. Kısa sürede kararından pişman olmuş, bu kırlangıç yavrularının onun için kemik torbasından farksız olduğunu, burada yaktığı kalorilere değmeyeceğini anlamıştı. Daha yağlı avlar gerekiyordu. Kırlangıç çığlıkları eşliğinde tırıs tırıs yamacı indi. Güneş batmaya başlamıştı. Nora kıyıdan uzaklara Kuzey Kutbu’nun derinlerine doğru ilerleyerek gözden kayboldu. Bir hafta geçmişti ortalıkta Nora’dan hiçbir iz yoktu. Öğlene doğru göründü. Daha da zayıflamıştı, yüksek ihtimalle karnını doyurabileceği avı yakalayamamıştı. Ağır adımlarla okyanusa doğru ilerliyordu. Buzulların okyanusla birleştiği yerde bir an, belki 1 saniye durdu. İki mavinin birleştiği ufka baktı. Karar anıydı o 1 saniye. Ve Nora kirlenmiş beyaz kürküyle kendini okyanusa bıraktı. Altı gün, gece gündüz hiç durmadan, 300 kilometre belki de daha fazla yüzdü. Yıldızlara bakarak yönünü buluyordu. Hedefi atalarının yıllarca yolculuk yaptığı rotaydı. Sonunda karaya ulaştı ama buzullar yoktu. Çamur ve kuru otlar! Yanlış yerdi burası ilk ayak bastığı anda anlamıştı. Telafisi olmayan bir hata!! Koskoca kutup ayısı bir deri bir kemik kalmıştı. O cüsseli gücün timsali Nora şimdi acınası bir haldeydi. Yürüdü, yürüdü, günlerce etrafına umutsuzca bakarak yürüdü. Ne yapacağını bilmiyordu. Sadece yürüdü, ta ki yürüyecek gücü kalmayana kadar. Bedeni yana yattı nemli toprağın üstüne. Onca çabaya rağmen, ait olmadığı topraklarda verdiği yaşam savaşında yenik düştü. Hak etmek, ne anlamsız bir cümle. YALNIZLIĞIN HALLERİ

15


SAIAN – SUÇ çocuk astı cunta aralık 13, 1980 darbeden akan en masum kan erdal eren toplum aç açıkta kaldı sen seyrettin gene bi günah keçisi buldun astığın şeyh bedrettin memleket mi yıldızlar mı gençliğim mi daha uzak nazım hikmet ran kanıyla beslenen aç kurtlar kostümlerine bakmadan temaşa eden erkan buhrana göz yuman kaçak vahdettin paşam menemende kubilay bak sivasta aziz nesin 24 ocakta uğur mumcu bu ne imtihan solingente yanan çıplak etler hepsi bizim adına mumlar yaktığımız onursuz katliam

tarih sade destan ihtiva etmez ki yekten elit entellektüel aydınlar zaten en büyük destanı yazarlar gazetelerden elimden aldın bütün değer yargılarımı ver bana patenti siyasal bi partiden tarih yemez inkılaptan başına güneş geçmiş devletin fitne koalisyon bazlı hökümetin milleti soylu sınıfı tekmil harp zamanı teslim kapütülasyon gitti ambargolar geldi peki amerikan piyade gemisi hoş geldi boş gitsin bezgin bekir 1968 tertip

[nakarat]

[nakarat]

çaldılar, çocuktum elimden aldılar geçmişimde çatlaklar yalanlarla sardılar şimdi suçlularda bir ihanet hüznü bakın suçlular kapatmış elleriyle yüzünü kırgınım, şimdi bir çocukça kırgınım küstürülmüş eski bir şair biraz yorgunum şimdi suçlularda bir ihanet hüznü bakın suçlular kapatmış elleriyle yüzünü

çaldılar, çocuktum elimden aldılar geçmişimde çatlaklar yalanlarla sardılar şimdi suçlularda bir ihanet hüznü bakın suçlular kapatmış elleriyle yüzünü kırgınım, şimdi bir çocukça kırgınım küstürülmüş eski bir şair biraz yorgunum şimdi suçlularda bir ihanet hüznü bakın suçlular kapatmış elleriyle yüzünü

...

...

şimdi bütün bunlar neden saklanmakta bizden

“...yaşamak görevdir yangın yerinde...

16


GÖKANLAM III/ EDIP CANSEVER sen buzul mavi, sen kaç yılın aynalı dolapları kırılan bardakları elbiselerin ve çocukları lekesiz gözleriyle ne kadar maviyse o kadar hiç konuşmadıkları sen buzul, sen devamlı, sen... yaklaş bana, kimse hiçbir yere dokunmasın bana sessizlik et, düğümle saçlarımı çözülsün bu kartopları, gece yanan fırınlar, içimin sayıları akıt kanımı biraz, kimse hiçbir şey söylemesin kimse artık hiçbir şey söylemesin bana yalnızlık et, birleştir yalnızları sen buzul, sen devamlı, sen… sen kaç yılın aynalı dolapları kim bilir neydi biraz bir yüzü dünyadan çıkardıkları bir şeyi hiç sevmedikleri, sevince tekrarladıkları yani bir yaşam gibi yaşattıkları ölümü, korunamadıkları dökül artık, çözül artık ve akıt bütün kanları büyüt en büyük şeyi bize yalnızlık et, birleştir yalnızları yeni bir kan ol, getir en yeni anlamları bomboşuz, korkuyoruz da... bunu anlatmak için şehirde bayram vardı öyküler vardı dergilerde, beyaz fareler, cansıkıntıları bir gün ki şehir yandı, şimdi hiçbir şey anlatılmasın artık hiçbir şey anlatılmasın denilsin, soğumuş ceylanların ateşten dilleri kaldı. sen kaldın,bir de sen ey buzul mavi bizi bul, bizi yarat, bize güzellik et şimdi bomboşuz, korkuyoruz da.. ve kemikleri bunlar gökyüzünün altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün.

17


SİFTAH Küçüktüm korkuyordum. Büyüdüm, korkumda benimle beraber büyüdü. Kapının önünde durmuş, annemin sevinç dolu gözlerle yeni ayakkabılarımın bağcıklarını bağlayışını izliyordum. Uzun zaman sonra maddi değeri düşükte olsa yeni ayakkabılarım olmuştu. İçimden dışarıya koşup herkese ayakkabılarımı göstermek istiyor bir yandan da umarım kimse yeni olduklarını fark etmez diye dua ediyordum. Biraz garip bir kişiliğim vardı, insanların bendeki değişiklikleri, bu değişiklikler ufak dahi olsa fark etmelerinden ve beni alaya almalarından korkardım. Sanırım kendimi hiçbir şeyi hak etmeyen değersiz bir varlık olarak görmeye o zamanlardan başlamıştım. Annemin ayakkabılarımı bağlayışının bitimine yakın, merdivenlerden arkadaşlarımın sesleri gelmeye başladı, sanırım sadece iki kişiydiler. Yukarıya çıktıklarında, biraz olsun rahatlamıştım. Bunlar sevdiğim iki arkadaşımdı. Hem annemin yanında beni alaya alamayacaklarını da biliyordum. Ayakkabılarım hemen dikkatlerini çekti ve birbirlerine bakıp gülümsediler. Durumu fark eden annem sözü hemen devraldı. -Nasıl çocuklar Cüneyt’in yeni ayakkabıları güzel mi ?( Annem beni utandırmaya mı yoksa utanmamı engellemeye mi çalışıyordu bilinmez) Arkadaşlarım bir ağızdan eklediler. -Valla çok güzel Kevser teyze, artık bol bol top oynarız Cüneyt’le. -Dimi bizimkinin içine sinmedi gibi geldi bana ama bak Cüneyt arkadaşlarında çok beğendi.( Annem beni utandırmaya çalışıyordu.) Yerin dibine girmiştim, çünkü arkadaşlarımın kendi aralarındaki bakışmalarından ayakkabılarımı beğenmediklerini, beni alaya almak için fırsat kolladıklarını görüyordum. Bir anda sınıftaki diğer çocukları düşündüm, ya onlarda fark ederler ve beni alaya alırlarsa hayır bunun altından kalkamazdım. Hem ne diye böyle ayakkabılar almıştık ki. Evet, ben beğendim ama şimdi beğenmiyorum işte! Sızlanmanın faydası olmadığını anlayınca, arkadaşlarımla okulun yolunu tuttuk. Tam onda aklıma dâhice denilebilecek bir fikir geldi. Onlara kalem kutumu evde unuttuğumu beni beklememelerini söyleyecek. Bu fırsattan istifade eve doğru dönüp, anneme görünmeden yolun aşağısındaki, toprak arazide ayakkabılarımın üzerini biraz çamur ve tozla kaplayacaktım. Böylece yeni olduklarının anlaşılması güçleşecek ve bütün sınıfın üzerime çullanıp, ilgi odaklarının ben olmasından kurtulacaktım. Planım tıkır tıkır işledi ve işimi kısa sürede halledip, okulun yolunu tuttum. Herkes her zamanki yerinde andımızın okunmasını beklemek için sıraya girmişti. Ben yine de her ihtimale karşı sıranın en arkasına geçtim ve kimseyle ilgilenmiyor görünmeye çalıştım. Andımızın okunmasına az bir süre kala, birden sıradaki herkesin dönüp önce bana sonrada ayaklarıma bakmaya başladıklarını fark ettim, hepsinin yüzünde korkunç bir ifade vardı, bir şeyler yapacaklar ama sabırla beni süzüyorlardı. O an titremeye başladım, herkesin gözleri benim üzerimdeydi. Umursamaz görünmeye çalışıyor, ama adeta bir şaklabana benzediğimi de içten içe seziyordum. Tam o sırada andımızı okuyama başladık ve ilgi; kürsüde andımızı okuyan çocuğa kaydı. Bir an için rahatlamıştım ama sadece bir an için. Andımızı okumamız biter bitmez ön sıralardaki herkes bana doğru gelip sırayla ayakkabılara mı basmaya başladı. Bir yandan da “Siftah siftah” diye bağırıyorlardı. Ayaklarımı çekmeye çalışıyor ama hiç birine engel olamıyordum. Bir yandan kahkahalar atıyor, bir yandan da gözlerimin içine bakıp, ağlamaya başlayıp başlamayacağımı görmeye çalışıyorlardı. Onlara bu zevki tattırmak istemiyor, gülümsemeye çalışıyordum. O andaki yüz ifadem sanırım çaresizliğin tanımı olabilir. Ama neyse bunun bir önemi yok. Herkes bir yandan üzerime gelmeye devam ediyordu, tehlike geçmiş değildi. Bir an dayanacak gücüm kalmadı, gözlerim dolu dolu” yapmayın, annem biriktirdiği parayla aldı.

18


“ Diye mırıldanabildim. İnsafa gelmiş olacaklar ki sonunda rahat bıraktılar. Ama ben rahat değildim, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım. Bana doğru gelen sınıf öğretmenimi görünce daha fazla dayanamadım ve sıradan ayrılıp koşturmaya başladım. Ayakkabılarımı taşlara vura vura koşturuyordum. Nasıl anlayabilmişlerdi? Nasıl? KAFKAHORTLAĞI

19


ANADOLU Beşikler vermişim Nuh’a Salıncaklar, hamaklar, Havva Ana’n dünkü çocuk sayılır, Anadoluyum ben, Tanıyor musun ? Utanırım, Utanırım fıkaralıktan, Ele, güne karşı çıplak... Üşür fidelerim, Harmanım kesat. Kardeşliğin, çalışmanın, Beraberliğin, Atom güllerinin katmer açtığı, Şairlerin, bilginlerin dünyalarında, Kalmışım bir başıma, Bir başıma ve uzak. Biliyor musun ? Binlerce yıl sağılmışım, Korkunç atlılarıyla parçalamışlar Nazlı, seher-sabah uykularımı Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar, Haraç salmışlar üstüme. Ne İskender takmışım, Ne şah ne sultan Göçüp gitmişler, gölgesiz! Selam etmişim dostuma Ve dayatmışım... Görüyor musun ?

Öyle yıkma kendini, Öyle mahzun, öyle garip... Nerede olursan ol, İçerde, dışarda, derste, sırada, Yürü üstüne - üstüne, Tükür yüzüne celladın, Fırsatçının, fesatçının, hayının... Dayan kitap ile Dayan iş ile. Tırnak ile, diş ile, Umut ile, sevda ile, düş ile Dayan rüsva etme beni.

Nasıl severim bir bilsen. Köroğlu’yu, Karayılanı, Meçhul Askeri... Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini. Sonra kalem yazmaz, Bir nice sevda... Bir bilsen, Onlar beni nasıl severdi. Bir bilsen, Urfa’da kurşun atanı Minareden, barikattan, Selvi dalından, Ölüme nasıl gülerdi. Bilmeni mutlak isterim, Duyuyor musun ?

Gör, nasıl yeniden yaratılırım, Namuslu, genç ellerinle. Kızlarım, Oğullarım var gelecekte, Herbiri vazgeçilmez cihan parçası. Kaç bin yıllık hasretimin koncası, Gözlerinden, Gözlerinden öperim, Bir umudum sende, Anlıyor musun ? AHMED ARİF

20


HER FİLOZOF BİR KERE GENÇ OLMUŞTUR: GENÇ KARL MARX Hepimizin tarih sahnesinden kahramanları vardır. Benim kahramanlarımdan biri de Karl Marks. Gençliğiyle ilgili film yapılacağını duyduğum 2014 yazında heyecandan yerimde duramamış Raoul Peck’e Facebook’tan mesaj bile yazmıştım. Film, Bursa’da Mayıs ayı gibi Konak Kültür Merkezi’ndeki gösterimi kaçırdığım için Eylül başı Kazım Koyuncu Sanat Sokağı’nda gösterileceğini duyduğumda tüm programımı filme göre ayarladım. İyi ki de öyle yapmışım. Film Che’nin gençliğinin anlatıldığı “Motosiklet Günlüğü”yle birlikte en sevdiklerim arasında girdi. Filmin en güzel yanı, Karl Marks ve Friedrich Engels’i sahnede birer filozof, birer tarihi kahraman olarak değil aşık olan, heyecanlanan, bencillik eden, huysuzlanan birer insan olarak görmek oldu. Bu bazı insanlara göre aşağılayıcı bir tavır olsa da bence kahramanlarımızın insan olduğunu hatırlamak ve öyle resmetmek onları daha da önemli bir yere getirmektedir. Filmin akışında Marks ve Engels’in eserlerine çok fazla atıf vardı. Ve bu atıfların veriliş şekillerindeki ustalık filmi daha keyifli hale getirdi. Örneğin “İktisat” kürsüsünde de sıklıkla dile getirilen “Marks’ın 11. Tezi”nin Engels ve Marks’ın beraber içki içtiği bir sahnede Marks’ın beyin fırtınası eşliğinde duyulması tezi bilmeyenlerin aklına bile mıh gibi yerleştirecek nitelikteydi. Marks zamanın diğer önde gelen fikir insanlarıyla yaptığı tartışmaları, Komünist Ligi’nde yaşananları, Marks’ın Jenny ile olan ilişkisi, Engels’le nasıl yol arkadaşından öte can dost olduklarını gören pek çok kişi şaşırmıştır eminim. Gelelim filmin eksiklerine; filmde Marks’ın teorilerini daha yoğun görmek isteyen izleyiciler muhakkak çıkacaktır. Filmin asıl eksiği ise müziğiydi. Müzik filmlerde dikkat toplayıcı bir unsur olarak önemli bir yer tutarken bu filmde neredeyse hiç müzik yoktu. -Ki bende müziksiz yapamayan filmseverlerdenim.Peki müzik eksiğine rağmen film yarın bir daha gösterilse gider miyim? Koşa koşa. Hatta keşke tekrar gösterilse de tüm Hypnos okurları, yazarları beraberce izlemeye gitsek.

21


22


“VATAN” NE DEMEK? / “WELAT” WÊ Çİ YE?Bir şehri terk edebilirsiniz ama o şehrin insanlarını terk etmek zordur. O yüzden dönüp dolaşıp terk ettiğiniz şehirlere de uğrarsınız mutlaka. Benim de İstanbul maceram işte böyle bir macera. İki yıl oldu İstanbul’u terk edeli ve dönüp dolaşıp uğruyorum kürkçü dükkanıma. Her uğradığımda da eski alışkanlıkları sürdürüp soluğu Kadıköy’ümde alıyorum. Henüz istisnası olmadı. Son İstanbul ziyaretimde yine Kadıköy’de aldım soluğu. Makarnacının yanındaki yoldan Akmar Pasajı’na doğru ilerlerken karşılaştım Ercan’la. Tanıştığımızda ben üniversite 2’de uzatmalıyken o okula yeni başlamıştı. Başlar başlamaz da soluğu “daha iyi bir üniversite, daha iyi bir ülke” diyerek gençliklerini yaşamak yerine sokaktır, bir arada olmaktır, hayatı yeniden üretmektir vs. diye kafa patlatmakla meşgul olan bizlerin yanında almıştı. Bizler dediğim de öyle homojen bir toplam değil üniversite kantininde hep bir arada bulabileceğin özgür aşk savunucularından, sosyalistlere, azınlık hakkı savunucularından, komünistlere kadar geniş bir kitleyi içine alan bir tanım burada bizler. Neyse işte öyle bir ortamda tanışmış ve birlikte çok koşturmuştuk Ercan’la. Üniversite bittiğinden beri de karşılaştığımız yoktu. Sarıldık, naber/nasılsınlaştık. Sonra “Hadi” dedik “Bir çay içip iki lafın belini kıralım”. Antikacılar sokağına uzanıp çöktük 2-3 tabureli ufak masalı bir köşeye. Oturur oturmaz açıldı Ercan’ın çenesi, içinde tuttuğu bana sormak istediği şeyler varmış. “Yahu” dedi “Faşist mi kesildin başımıza? Ben seni solcu bilirdim. Nereden çıktı bu vatan, cumhuriyet bıdı bıdısı? Hani nerede kaldı “yaşasın halkların kardeşliği”? “Ah be Ercan’ım” dedim gülerek “Sen de mi?” “Benim aklıma yatmıyor arkadaş” diye sürdürdü sözlerini Ercan “Bu resmen falancalara benzemek. İyi bilirsin ki falancalar aslında faşisttir. Bak samimiyetine güvenerek söylüyorum bu sözleri, başkası olsa konusunu bile açmam, semtine bile uğramam.” “Ercan’ım” dedim “Kötü bir şey mi söylediğim? Yanlış bir şey mi? Gel istersen tek tek gidelim.” diyip sazı elime aldım. “Ne demişim ben mesela? VATAN? Vatan nedir sahi Ercan? Halk kitlelerinin üzerinde yaşadığı toprak parçası mıdır sadece? Bak ne diyor Nazım Hikmet vatan düşmanlarını anlattığı bir şiirinde: Bursa da havlucu Recebe, Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman, fakir köylü Hatçe kadına, ırgat Süleymana düşman, sana düşman, bana düşman, düşünen insana düşman, vatan ki bu insanların evidir, sevgilim, onlar vatana düşman… Vatan evimiz değil mi bizim? Bizim vatan savunusu yapmamız ne zamandan beri yanlış oluyor?” “İyi de” dedi Ercan “Nesini savunuyorsunuz şimdi vatanın? Hem daha önceleri hiç ağzınızdan vatan vs. lafı duymazdık!” diye ekledi. Sonra yanımızdan geçen garson çocuğa dönüp “Birader iki çay yollar mısın bize? Biri açık.” diyerek siparişimizi verdi.

23


“Vallahi en mantıklı şeyi az önce söyledin” dedim gülerek “-Çay yollar mısın?- demen -ya siz daha önce hiç vatan demezdiniz- demenden bin kat mantıklı. Dur yahu bozulma, bozulma. Yanlışın var, biz hiçbir zaman vatan hakkında olumsuz bir söz söylemedik. Hatta yine Nazım’dan örnek vereyim vatanı çek defterleri, çiftlikleri, bizi kanımızı kurutana kadar sömürdükleri fabrikaları sananlara karşı mücadele ettik hep. Fakat şu an bir kat daha gür sesle haykırıyoruz -Vatan- sözünü çünkü vatanın saldırı altında olduğunu düşünüyoruz.” Sözüm çayların gelişiyle kesilmiş oldu. Adettir masada özel bir şey ya da politika konuşuluyorsa garson gelirken ara verilir. “Ne saldırısı altında ülke ya? Hani işgal altında mıyız?” dedi Ercan şekeri atıp çayını karıştırırken. “Yıllardır patlayan 2-3 yılda yaşanan 30 küsür bombalı saldırıyı, yaşanan darbe girişimini vs. nereye koyuyorsun dostum? Bunlar ülkeye saldırı değil mi?” diye sordum, lafı hiç uzatmadan. “Tamam haklısın bunlar vatana saldırı ama şimdi asıl gündem bu mu? Hem ülkeyi yönetenler de saldıranlarla birlikte zaten!” diye savuşturmaya çalıştı sorumu. “Tamam, bak ne güzel diyorsun -bunlar vatana saldırı-. Evet, vatan saldırı altındaysa ana gündem o olur. Hem ülkeyi yönetenlerin yaptıklarına karşı da susmuyorum ki! Cumhuriyet diyorum mesela inatla.” diye sürdürdüm konuşmamı. “Hah dedi bak onu güzel hatırlattın. Sana ne ya burjuva cumhuriyetinden?” sözüyle tartışmayı yeni bir boyuta taşıdı Ercan. Anlaşmak istemez bir hali vardı. Yıllardır yaşadığı kafa karışıklığı onu yeni bir boyuta taşıyordu: Savunduklarının ne olduğunu farkedememe boyutu! “Ercan” dedim “Senin ağzından çıkanın ne olduğunu kulağının farkedemediğine dikkat ediyor musun?” Leyla ile Mecnun’un güzel İsmail Abi’sine selam çakan sözlerim aramızı yumuşattı. Atılan kahkaların ardından “Ya tamam, evet ülke gericileşiyor ve buna karşı temel kazanımları savunalım diyorsun ama hedef sosyalist cumhuriyet olmalı derken bunu söylemen de bence biraz şey” diyerek geri adım attı Ercan. “Ney dostum” dedim. “Bilemiyorum” diyerek savuşturdu bu sefer beni “Galiba çok alışık olmadığımız sözler olduğu için tepki verdim en başta”

24


“Aslında” dedim “Çok alışık olduğumuz sözler hepimizin. Sadece farklı gündemlere odaklanmışken, sorunlar listemizde daha alt sıralardayken üzerine yeterince düşünememiştik. Bak şimdi dostum, evet “Vatan, Cumhuriyet, Emek” diyorum. Ve bunları söylerken de ne solcu olmamla, ne de eski benle çeliştiğini düşünmüyorum. Bence bu ülke tehdit altında. Bombalar patlıyor, darbe girişimi oluyor vs vs. Üstelik bu yaşananlar iktidarlardan çok beni, seni yani sıradan insanı, yurttaşı, vatandaşı etkiliyor. -Yapılan saldırıların ardından dış mihraklar var!!- kolaycılığı değil benim ki, inan. Tüm dünyayı parmakları arasında ezmek isteyen güç, buraya da saldırıyor. En büyük fark, bu saldırının IŞİD’iyle, TAK’ıyla, FETÖ’süyle daha da büyümüş olması. Ben bu ülkenin sömürgenlerinin değil kendimin, annemin, babamın, senin, hayatımın, evim olan vatanı korumak gerek diyorum.” “Bu açıdan haklısın” dedi “Yani evet vatan bu anlamda önemli ama!” “Ama’sı yok aslında. Hani bir laf vardır üniversitedeyken çok söylerdik -Bu topraklarda koyun kurt ile Acem Kürt ile yüzlerce yıl birlikte yaşadı- diye. Hah işte benim vatanım tam olarak bu topraklar, hani Acem ile Kürt’ün, Türk’ün, Laz’ın, Ermeni’nin, Rum’un, Yahudi’nin bir arada yaşadığı. O yüzden benim vatan sözümden senin ama’na konu olacak ırkçılık çıkmaz! Bu vatanseverlik, toprak ağalarının, patronlarının vatanı değil anlıyorsun umarım?” diye sürdürdüm lafımı. “Anlıyorum” dedi “Cumhuriyet’i de -Asıl olması gereken işçilerin, köylülerin, emekçilerin cumhuriyetini yaratmak ama bugün laiklik, en basit seçme/seçilme hakları, yönetimde demokrasinin en ufak kırıntısı bile tehlikedeyken onları savunmak esastır- diyerek savunuyorsun öyleyse?” “Hay ağzını öpeyim” dememle biz yine gülümsemeye başladık. “Homofobi’ye karşı da mücadele esastır” dedi gülmeyi sürdürerek. “Tabi ki, dostum” dedim “Tabi ki” “Bak” dedi “En az karşı çıkacağım hatta hiç karşı çıkmayacağım kısım ise -Emek-. Yüzde 90 küsürü hayatını emeğini satarak, çalışarak kazanan bir ülkede tabi ki emek diyeceksin, tabi ki de emek en yüce değer sözünü dağa taşa yazacaksın”. Biraz durakladıktan sonra hınzır bir gülümsemeyle ekledi “Ama orada da azınlık sorununu unutmadan hareket etmek gerek!” “Yahu Ercan” dedim “Ezildikten sonra hepimiz aynı şarabız!” İkimizi birden gülümseten bu söz tartışmanın kıvama geldiğini gösteriyordu. Sırtımı sıvazlayarak “Evet, biliyorum ben de” dedi “-Azınlık, toplumsal cinsiyet ve daha bir sürü sorun aslında senin, benim çalışan, emeğiyle geçinen insanların sorunu- diyeceksin bana. Haklısın da. Biraz konu yumuşasın, gülümseyelim diye öyle söyledim” “Yok” dedim “Ama hadi 2 çay daha söyle bir de tavla atalım da, şurada hesap vermek zorunda kalmayayım”. Sözüm üzerine garsona döndü Ercan. El işaretiyle çay ve tavla isteğini iletirken bir yandan da bana laf söylemeye çalışıyordu. “Tavla da beni yenecekmiş. Rüya görüyorsun bak yine. Tartışmada beni ikna etmen, alt etmen mümkün. Ama tavlada sonuç” dedi ve elleriyle gösterip, destekleyerek ekledi “ 5 - 0!”

KIVILCIM

25


KAFKAHORTLAGI AFORIZMALAR *Korkaklar diğer korkaklara ne kadar cesur olduklarını anımsatır. *Bazı gecelerde ölmeyi bilmeli insan. Yoksa geriye sadece bir hayalet kalıyor ve bu hayaletin istediği tek şey daha fazla gece.. *Cehennemde dirilip dirilip tekrar yanacakmışız. Bu bana biraz dünyayı anımsattı. *Bende bir şeylerin yolluğunu duyumsamak, yanımda olmadığında özlemek ona ulaştığımdaysa mutlu olmak istedim. Ne mi yaptım dersiniz? Sigaraya başladım. *Mizahı kaybedersek her şeyi kaybederiz. Çünkü bu hayat sadece ona bakıp öfkeden gülmekten ibaret. *Olası bir uzaylı saldırısı beklemiyorum. Halimize gülmekten saldıramayacak ve geri döneceklerdir. *Kaçan fırsatlar, pişmanlıklar hepsi de yaşamayı beceremeyişimizin bahaneleri. *Neden durduk yere bir insan konuşmama kararı alır? Konuşacak bir şey kalmadığı için mi? Konuşacak kimse kalmadığı için mi yoksa en başından beri konuştuğu tek şeyin zaten kendisi olduğunun farkına varıp, dışarıya titreşim yaymanın gereksizliğinden mi?

26


FARUK Öyle bir şey ki bu insanları arkanda bırakıp umuda doğru gitmek… İnsanı derinden etkiliyor. Onlar sana gitme derken sen gitmen gerektiğini bilirsin ama nedenini onlara anlatabilmek çok zordur. Ay karanlıktır. Önünü dahi göremezsin. Göz bebeklerin dahi büyümez karanlıkta. Ama el yordamıyla umuda koşarsın. İşte tam bu sıralarda ne yapacağını bilmez bir haldeydi Faruk. Karanlığın içinden güneşi çıkarmaya çalışıyordu. Geri döndüğünden beri evden dışarı sadece sigara almaya çıkıyordu. Sürekli düşüncelere gömülmüş bir vaziyet içerisinde buluyordu kendini. Umudu düşünürken umutsuzluğa kapılmak gibi bir şeydi bu. Faruk işten çıkarılan öğretmenlerden sadece biriydi. Onun gibi bir sürü insan cadı avının kurbanı olmuştu. Ama hiç kimseden ses seda çıkmıyordu. Herkes sırasını bekliyordu işten çıkarılmak için ya da birinin çıkıp kurban olmasını ve o kurbanın arkasından yürümeyi bekliyorlardı kim bilir? İnsanların sürekli putlaştıracakları lider arayışı içinde olduğunu düşündü. Elini taşın altına sokmayıp kendini yakmak istemeyenlerin isteğiydi bu. Prometheus’un tekrar geleceğini hayal kurar insanlar. Kafkas Dağı’ndan kaçıp geleceğini, belki bu sefer mutluluğu çalacağını, belki güneşi getireceğini, belki de daha küçük bir istekle KHK’ları kaldıracağını… Ama Faruk için böyle değildi. Prometheus ve onun gibileri çoktan beyaz atlarına binip çekip gitmişlerdi. Bir an için hayal kurdu; insanların kraldan daha çok kralcı olmayı bırakıp krala itaat etmekten vazgeçtiklerini düşündü. Ve kitlelerin Prometheus’u düşünmeyi bırakıp ellerini taşın altına sokup aslında her birinin birer Prometheus olduğunu gördü. Muhteşemdi. Bir şekilde krala karşı direnen bir halk kitlesi oluşturuvermişti kafasında. Ama gerçek hayat, hayaller dünyasındaki hayattan daha zordur. Fedakârlık ister, mücadele ister. Direnmen lazımdır bütün zorluklara. Peki, Faruk’ta direnme azmi kalmış mıydı? Hele ki eşi ve çocuklarının onu terk ettiğini düşünürsek… Hayat onu adeta köşeye sıkıştırmış ve yumruklamaya başlamıştı. Sadece canını bir türlü almıyordu bu hayat, o kadar. Nedensiz terk edişler, nedensiz kovulmalar… Hayattan istediği ne kalmıştı ki. Bundan sonra bir somun ekmekten başka ne verebilirdi ki bu hayat ona. Umudu kalmış mıydı? İşini geri alabilmek için direnebilecek miydi? Umudu olmadan yaşayabilir mi insan? En ufak umut kırıntısı bile insana yaşama içgüdüsü verir. Belki hiçbir zaman umudu yeşermeyecekti, bir ağaç olamayacaktı ama direnmeye değerdi. Güneşe farklı bakabilmek, aya farklı bakabilmek, dünyaya farklı bakabilmek için direnmesi ve umudunu yeşertmesi lazımdı. İşte, benim arkadaşım Faruk son aylarını böyle geçirdi. Gözlerini kapadığında 48 kiloydu. Yanında ne sevdiği kadın kalmıştı ne de oğlu ama benim arkadaşım direnmeyi seçti ve direnerek öldü. Direnirken yanında kimse yoktu ama şimdi sokaklarda binlerce insan onun için var. Faruk’un ölmesi iyi bir şey mi oldu kötü mü oldu bilmiyorum ama Faruk’ un düşüncelerine göre kötü olduğu kesindi; çünkü Faruk hiçbir zaman Prometheus olmak istemedi; o sadece umudunun peşine düştü, o kadar. Keşke zamanında insanlar onun yanında olsaydı da Faruk gitmeseydi; hep benimle kalsaydı, canım arkadaşım... ORAK

27


Hypnos Fanzin

Hypnos Fanzin


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.