İELEV - im Dergisi

Page 1

ielev im Fikir, Sanat ve Edebiyat Dergisi Sayı-1 /Aralık 2017

Hepimiz bir im’iz, birimiz hep im’iz!

Sabahattin Ali

Kapak konusu:


ielev İM Fikir, Sanat ve Edebiyat Dergisi ‘’Hepimiz bir im’iz, birimiz hep im’iz’’

İÇİNDEKİLER

Yıl: 1 Sayı:1

4

Okul Müdürümüz M. Banu Keskin’le Söyleşi

9

Yaşamından Eserlerine Süzülen Sabahattin Ali

11

“Arabalar Beş Kuruş” ama Dostluklar Bedava

12

Sabahattin Ali’nin Kızı Filiz Ali’yle Söyleşi

14

Sabahattin Ali Kimdir?

16

Sinop Cezaevi ve Tutsaklıkta Üretmek Üzerine

17

Sabahattin Ali’den Kızı Filiz’e Mektup

18

Derin Ülgen’in gözünden Sabahattin Ali

19

Bana göre Sabahattin Ali…

20

Sabahattin Ali’den...

22

Ruhi Su’nun “Dostlar”ından Bir Ses: Selahattin Başaran

24

Ölümsüzlük Yıl Dönümü

26

Gezegenimiz Değişiyor

27

Yalvaç Ural’la Gençlik ve Edebiyata Dair

32

Bir Dedektiflik Hikâyesi: Frank Holmes

33

Yeni Nesil

34

Amok Koşusu

36

Dışarda Hiçbir Şey Var

37

Onlar da Birer Canlı

38

Mazide Kalan Oyunlar

39

Beton Yığını

40

Elveda

41

Kim Onlar?

42

Gezelim, Yazalım.

YAYIN KURULU Yılmaz Elgün Hülya Uğur Ercan Hatice Taşkıran Damla Erdönmez Zeynep Bektaş YAZI İŞLERİ Damla Erdönmez Öykü Elverdi Zeynep Bektaş EDİTÖRLER Yılmaz Elgün Hülya Uğur Ercan Hatice Taşkıran Damla Erdönmez Eylül Hatipoğlu Salih Emre Demirci Roni Yeruşalmi ÇİZERLER Defne Karaali Zeynep Derin Ülgen DÜŞÜNSEL KATKI Şahika Demirkol Alp Deniz Sevim Ali Alp Binay Zeynep Bektaş Öykü Elverdi ÖN KAPAK RESMİ Damla Erdönmez ARKA KAPAK RESMİ Selin Coşar TASARIM Selim Özübek BASIM TARİHİ VE YERİ İstanbul, Aralık 2017

Sevgili İELEV Ailesi, Öğrenmenin ve öğretmenin yaşam boyu her alanda sürdüğüne inanarak eğitim dümenimizi biraz daha üretmeye doğru kırıyoruz. 21. yüzyılın çocuklarının yaratıcı ve üretken yanlarını bizler de sözcüklerle, hayal gücüyle, sanat ve edebiyatla besleyelim istedik ve öğrencilerimizin bizzat içinde bulundukları bu dergiyle yolumuza devam etmeye karar verdik. Bizler, eğitime salt soyut bir zaman olarak bakmadan, yaşamın gerçekliğinden kopmadan ama yaşama gerçeklik katarak birlikte yürüyoruz. Öğrenmenin tek yönlü olmayacağı gibi sınıfta da bitmeyeceğini kavramış, emek vermeden var olmanın mümkün olmayacağına inanmış öğrenci ve öğretmenlerle aydınlık bir ülkenin bozkırlarına yeşiller ekiyoruz. Yaşadığımız coğrafyada uygarlık, özgürlük ve bağımsızlık adına sahip olduğumuz ne varsa emek ve fedakârlıkla yoğrulduğunu; umutla beslendiğini unutmuyoruz. Bu yüzden de iyiye doğru attığımız her adımı kalıcı bir im’e dönüştürmek istiyoruz. Dergimizin adını öğrencilerimizin bir bölümüyle yaptığımız fikir alışverişleri sonucunda im olarak belirledik. Türk Dil Kurumunda belirtilen anlamına göre im, alamet ve işaret demek. Alamet ise belirti, işaret, iz anlamına geliyor. Yani biz sözcüğün hem alamet hem de işaret anlamlarına dayanarak dergimize bu adı veriyoruz. Çünkü içinde hem geçmişi hem geleceği barındırdığını düşünüyoruz. Bu im’le İELEV’li gençler geçmişe güzel ‘’iz’’ler, ‘’işaret’’ler bırakacak; gelecek aydınlık günlerin ise ‘’alamet’’i olacaklar. Dünya döndükçe her şeyin bir im olduğunun bilinciyle bakıyoruz hayata. Nasıl ki kararan ve sıkışan bulutlar yağacak yağmurun imiyse, nasıl yıldızı bol bir gece sabaha doğacak güneşin imiyse bizler de İELEV’den yarına doğacak güneşlerin bu ülkenin aydınlık geleceğinin imi olduğuna inanıyoruz. Bu yüzden biz; emekle var olan, kendini ve tüm insanlığı saygı ve sevgiyle kucaklayan, adil, cesur, kararlı, umutlu ve aydınlık bir aileyiz. Boşuna durmuyoruz dünyada. Güzele ve iyiye doğru hepimiz bir im’iz, birimiz hep im’iz! Yolumuz, sesimiz açık olsun. Sevgi ve saygıyla merhaba… Damla ERDÖNMEZ

3


-Röportaj-

Okul Müdürümüz M. Banu Keskin’le Söyleşi

sevimli hâle getirmek isterdim.

Kişisel gelişime önem vermeniz, öğretmenlik ve yöneticiliğinizi nasıl etkiliyor? Örneğin felsefenin yöneticiliğinize katkısı oluyor mu?

Ulusal çapta yapılan sınavlar ve bu sınav sistemlerinin değişmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Elbette… Felsefe size düşünmeyi öğretiyor. Muhakeme yapmayı, olayları değerlendirmeyi... Bu çok önemli, hele ki karar mekanizmasında çalışıyorsanız son derece önemli. İnsanlarla iletişiminizde, onları anlamakta, bir olaya herkesin bakış açısından bakabilmekte… Mitolojiden bir şeyler, düşünme şeklinden, Antik Yunan’dan bir şeyler öğreniyorsunuz. Okuduğunuz bir kitabı daha doğru, daha iyi anlayarak okuyorsunuz. Tabii ki insanın kendine kattığı her türlü artı değer, yaşamının diğer alanlarına yansıyor. Benim yaşantım siz öğrencilerle. Bana katılan her şey aslında size de yansıyor diye düşünüyorum.

Çok olumsuz. Her şeyden önce belirsizlik, yorucu. Bakın bu çok önemli. Belirsizlik kadar insanın yapısına ters düşen bir şey yok. Çünkü insan kendini daha belirgin ortamda güvende hisseder. Şu anda yaşadığımız bu belirsizlik, güven ortamının bozulmasına da sebep oluyor. Çocuklarımızın kaygı düzeyi yüksek, aynı şekilde bizim ve ailelerin de. Huzursuzluk hâkim eğitim sürecine. Bir an önce karar verilip netleştirilmesi gerekir diye düşünüyorum. İELEV Cağaloğlu olarak ulusal çapta yapılan sınavlarda yakaladığımız başarımızın sizce sırrı nedir?

Bir ülkenin eğitim sistemini oluşturma yetkiniz olsaydı nasıl bir sistem geliştirirdiniz?

Şöyle düşünüyorum ben: Biz insanla çalışıyoruz. Bizim öğrencilerimizin verdiği emekle doğru orantılı bu. Siz de görüyorsunuz ki bazı arkadaşlarınız gereken önemi vermiyor, dikkate almıyor, buna bağlı olarak boşluklar kalıyor. Kazanımları öğrenmede eksiklik olursa zaten başarının yükselmesi -sınav başarısından bahsediyorum- çok mümkün olmuyor. Ama düzenli çalışan, bu işe emek veren, zaman ayıran öğrencilerle başarıyı sağladığımızı görüyoruz.

Şu anki sistemden iyi diye bahsetmek çok mümkün değil. Hele ki bu belirsizlik ortamı, öğrenci için çok rahatsız edici. Özellikle 8. sınıf öğrencileri için söylüyorum bunu. Ben nasıl bir okul hayal ederdim? Daha entelektüel yapıda ve sınav kaygısı olmayan bir okul… Ama çocuklara becerilerini geliştirebilecek olanaklar sunan bir okul. Dediğim gibi sanat, spor, müzik vb. kültürel faaliyetlerin, düşünme becerilerinin yer aldığı bir okul her zaman için daha tercih edilir. Bizim sistemimizde biraz kaygı var. Sınav odaklı olduğundan biraz daha kaygı düzeyi yüksek bir sistem. Bu da öğrencilere olumsuz yansıyor. Öğrencilerden de bize olumsuz yansıyor elbette. Bizi de o yarışın içine sokuyor. Çünkü iyi okul olmak demek, çocuğunuzun kaç puan aldığıyla doğru orantılı oluyor. Tabii kolay değil, zor bu işler… Bunlardan arındırmak gerekir sistemi. Biraz daha hafifletmek gerekir diye düşünüyorum. Bazen çocukların yorulduğunu görüyoruz. Yapmanız gereken birçok şeye zaman bulamadığınızı görüyoruz. Bir etkinlik hayal ediyoruz ama bir düşünüyoruz: Yarım gün dersi götürür, yarım günlük zaman diliminde 5 ders var. Onu da ihmal etmek istemiyoruz. Biraz geri adım atıyorsunuz böyle olunca. Onun için çocuğa da yüklenen, öğretmene de yüklenen, biz idareye de yüklenen sevimsiz yükler var. Belki bunları biraz kaldırmak gerekirdi diye düşünüyorum. Mesela birlikte film seyredip üzerinde konuşmak, beraber bir konsere gidip onu değerlendirmek, bir tiyatro oyunu üzerinde konuşmak… Bazı şeylere çok az zaman buluyoruz. Bazı şeylere bir iki kez zaman buluyoruz. Hâlbuki biz 10 ay bir aradayız. Bu, az bir süre değil. Ama nedir işte sınav telaşı var, yazılı oldular, kaç puan aldılar, neler öğrendiler, takviye çalışmaları, şunlar, bunlar… Kolay iş değil hiçbirimiz için… Bunu belki birazcık daha

İyi bir yönetici adil “olmalı, adaletli olmalı,

Ö

riyorum; her dil ayrı bir kapı, ayrı bir zenginlik. Ben Küçük Prens’te çalışırken hep İELEV’i takip ederdim. Buradaki müdürlerle, vakıfla iş birliği hâlinde birçok proje yönettik. İELEV de her zaman saygı duyduğum, sevdiğim bir kurumdu. Değişiklik gerektiği gün İELEV’i tercih ettim. İnandığım bir kurumdu burası. İlkeleriyle, yapıp ettikleriyle, çalışmalarıyla…

ncelikle nasılsınız? İyiyim, rutin koşuşturmalar devam ediyor ve öğrencilerle birlikte heyecanla ara tatili bekliyoruz.

Fransızca öğretmeni olduğunuzu biliyoruz. Uzun süre öğretmenlik yaptıktan sonra kariyerinizi yöneticilikle sürdürüyorsunuz. Öğretmenlikle idarecilik arasında ne tür farklar var? Öğretmenliği özlüyor musunuz?

Buraya gelmeden önce sizin hakkınızda biraz araştırma yaptık. Felsefeye, yazma çalışmalarına, kişisel gelişiminize önem verdiğinizi duyduk. Yoğun temponuza rağmen bu alanlarla ilgilenmeniz zor olmuyor mu? Motivasyon kaynağınız nedir?

Tabii öğretmenlikte derste olmak ayrı, yönetim ayrı. Benim idareciliğim öğretmenliğimden daha fazla oldu. Önce meslekte kaç yılı doldurduğumu söyleyeyim. Böylelikle yaşım da çıkıyor ortaya ama yapacak bir şey yok… Bu meslekte 40. yılımı doldurdum. Az değil tabii ki. Bunun öğretmenlikle geçen kısmı daha azdır. Ancak idarecilikte de çocuklarla hep iç içe olduğumdan sınıfta bulunmak gibi bir özlemim olmadı. Çünkü farklı alanlarda onlarla birlikteyim. Belki de yöneticilik, bana daha uygun olduğu için böyle düşünüyorum. Ayrıldığımda bu ortamı özlerim, o yüzden zor olacak benim için. Şimdi bu ortamın içindeyken çok fark edemiyorum belki ama işi bıraktığımda okul yaşantısını, çalışma hayatını özleyeceğimden eminim.

Yorgunluğum biraz da ondan kaynaklı, benim için kolay olduğunu söyleyemem. Aslında ben öğrenciyim şu anda. Benim öğrenci kartım var. Maltepe Üniversitesinde Felsefe Bölümü öğrencisiyim. Master yapıyorum, aksi bir durum olmazsa bu dönem bitecek. Çok ödevim var, öğretmenlerim çok ödev veriyor. Bu ödevlerden çok şikâyetçiyim. Proje yaz, onu yaz, bunu yaz, kitap oku, defter tut, temize geç... Akşamları, öğrenci olduğum okula gidiyorum ama inanılmaz zevk alıyorum. Yorucu olmasına rağmen bu çalışmalar beni çok mutlu ediyor. Felsefe, edebiyat, yazma çok ilgi duyduğum alanlar. Belki ileride, yaşlılıkta, evde otururken oradan yazarım. Ama öğrenciliğime devam edeceğim. Çünkü ben bugüne kadar bir şekilde hep öğrenci oldum ve her zaman tavsiye ederim, müthiş bir duygu.

Fransızca öğretmeniyken neden Alman ekolünü benimseyen bir okulda çalışmayı tercih ettiniz? Çünkü bütün dillere ve kültürlere çok kıymet ve4

haksızlık yapmamalı. Bu, güveni de beraberinde getirir.

Sınavlara göre şekillenmiş eğitim sisteminin baskısına rağmen sosyal etkinlikler düzenlemekten ödün vermemenizin nedeni nedir? Dediğim gibi o düzen aslında bu konuda sağlayabileceğimiz ortamların ne yazık ki az olmasının sebebidir. Onun için bunları çoğaltmaya çalışıyoruz. İşte yaşam becerileri kampı, beraber yapılan festivaller, etkinlikler, orada birlikte yaşadığımız ortak heyecan… Örneğin 29 Ekim’e hazırlanırken orada aslında yaşama dair de öğrendiğiniz birçok şey var, sadece ders değil. Çünkü eğitim-öğretimden bahsediyoruz. Öğretim, işin akademik kısmı. Eğitim diğer etkinlikler, sanatsal faaliyetler, sportif etkinlikler… Bunların hepsi, insan için olmazsa olmaz şeylerdir. Onun için de ihmal etmemeye çalışıyoruz. 10 yıl sonra İELEV’i nerede görüyorsunuz? Ben olması gereken yerde, yaşadığı çağın, dönemin ihtiyaçlarına yönelik olarak öğretmen ve öğrencilerini donatacağı bir seviyede olacağına inanıyorum. Çünkü vakfın tutumu da bunu açtığı liseyle kanıtlamış durumda. Yaptığı çalışmalara ve takip ettiği alanlara bakıldığı zaman hep ileriye dönük bir çabası var. Doğru tespitleri var. Bu doğru tespitler üzerinden giden bir çizgisi de var. Böyle bakıldığı zaman çocuklarımızın daha iyi noktada olabileceğini düşünü-

5


çocuğu anlamazsa iyi öğretmenlik mümkün değildir. Öğretmenlik formasyonu olmalı, anlayışlı olmalı, hâlden anlayan, iyi empati kurabilen yapıda olmalı, sabırlı olmalı, şefkatli ve sevgi dolu olmalı. Her şeyden önemlisi “koşulsuz kabul” sınırı olmalı. Terör estirerek ders anlatılmaz ya da o yöntemle çocukta istenen değişiklik sağlanamaz.

yorum. Hem yabancı dil adına hem de farkındalıkların yükselmesi amacıyla yapılan etkinliklerin daha nitelikli olması adına daha iyi yerde olacaktır. Sizce ideal bir yönetici nasıl olmalıdır? Birinci sınıf öğrencilerinden küçük bir kızımız var, bana dedi ki “Siz bu okulu çok güzel yönetiyorsunuz.”

Sizce ideal bir okul nasıl olmalıdır?

Tabii bir şeyi yönetmek, öncelikle o alanı bilmek demek. Yani hakkında bilgi sahibi olduğunuz alanı yönetebilirsiniz. İyi bir yönetici adil olmalı, adaletli olmalı, haksızlık yapmamalı. Bu, güveni de beraberinde getirir. Güven ortamı sağlar. Adaletli ve güvenilir bir ortamda insanlar kendini iyi hisseder. Öğretmenler, öğrenciler, veliler, çalışanlar için bu ortamı sağlamak gerekir. Yapılan işi sevmek gerekir çünkü sevdiğiniz zaman gönlünüzü, aklınızı, zamanınızı o işe ayırabilirsiniz. İyi yönetim, yönetilen alanın içselleşmiş olmasıyla ilgili bir şey. Yani çalıştığınız alan, sizin sevdiğiniz güzel bir alan olursa daha verimli ve rahat çalışabilirsiniz. Bunları birleştirdiğiniz zaman bir de işinizi iyi takip ederseniz zaten her şey sorunsuz yürür, diye düşünüyorum. Yöneticinin pratik zekâsının olması, iyi empati kurabilmesi, insanları anlayabilmesi, kendi duygularını kontrol edebilmesi, iyi ilişki yönetmesi çok önemli. Yani birçok ilişkiyi yönetiyoruz aynı zamanda.

İdeal okul dendiği zaman beklentiye uygun olmalıdır. Sen ne bekliyorsun, öbürü ne bekliyor, herkes nasıl bir okul hayal ediyor? Çevremize baktığımız zaman birbirinden farklı okul tiplerini görüyoruz. Mesela çok sayıda sınav odaklı okul var. Ne diyorlar: “Ben sınava hazırlıyorum.” Dershane modeli dediğimiz okul var, bunu da isteyip seçen veliler var. İşte sanata, spora çok önem veren okullar var. Onlar o ayarda devam ediyor. Yurt dışına öğrenci hazırlıyorum diyen okullar da var. Buradaki sınavı reddediyorum, diyorlar. Biz, daha eski tarzdaki gibi okul olmaya dikkat ediyoruz. Çocuğun sosyal ve akademik anlamda gelişmesi, öğrenmesi, hayata hazırlanması, yarına hazırlanması… Sizce ideal okul hangisi, derseniz çocuğun hem doğal yapısını hem fizikî yapısını reddetmeyecek; aynı zamanda kendi kişiliğini, kendi yapısını koruyacak, çünkü makine değil kimse, herkesi aynı duruma getiremezsiniz, getirmemelisiniz. Çocuğun kendi durumunu ve var oluşunu da koruyarak kendini gerçekleştirebileceği bir alan en idealidir. Tabii burada huzur olmalı, mutluluk olmalı, sevgi olmalı, merakı giderebilecek olanaklar olmalı.

Zamanı doğru değerlendirmek ve kullanmak gerekir çünkü zaman ne kadar anlamlı ve doğru kullanılırsa o kadar yararlı oluyor, insanı mutlu ediyor.

Sizce ideal bir öğretmen nasıl olmalıdır? İdeal bir yöneticiyle aynı görevi yapıyor. O da sınıfını yönetiyor. Çocukları yönetiyor. Herhangi bir yerdeki yönetici neyse, öğretmen de aynı şey. Onun da bir defa alan bilgisi güçlü olmalı. Yaptığı işi iyi bilmeli, sevmeli. Çocuğu sevmezse, sabırlı olmazsa,

Öğretmenlerimize ve öğrencilerinize bir tavsiyeniz var mı? 6

Öğretmenlerimize zaman zaman oluyor, bunları kurullarımızda konuşuyoruz, onların fikirlerini alıyoruz. Yani şöyle düşünüyorum: Yaşam kıymetli, değerli. Hepimiz için öyle. Zamanı doğru değerlendirmek ve kullanmak gerekir çünkü zaman ne kadar anlamlı ve doğru kullanılırsa o kadar yararlı oluyor, insanı mutlu ediyor. Zaten insan haz varlığı, mutlu olmak istiyor. İnsanı bir yere yönelten şey, mutluluğu aslında. Bunu yapmaları için kendilerine fırsat tanımaları, kendilerini iyi tanımaları ve bu alanda kendilerine bu iyiliği yapmaları gerekir. Mesela sen resimden hoşlanıyorsan kendine bunu yapma fırsatı tanı. İşte ne bileyim, müzikle uğraş, sporla uğraş. Mesela ben felsefeyle uğraşıyorum. Kendim için iyi bir şey yaptığımı düşünüyorum. Çünkü bu beni çok mutlu ediyor. Onun bana çok şey kattığını biliyorum. Ve bunu yapmadan ölmek istemiyorum. Keşke diyorum daha önceden gitseydim çünkü zaman kıymetli. Onun için zamanı daha verimli kullanmak gerekir.

Bir adada kalsaydınız yanınıza alacağınız üç şey? Kitapları alırdım. Bir sürü kitabım var. İyi bir müzik dinleyicisiyim. Müziklerimi alırdım, etti iki. Kızım var, çocuklar var ama onları da ıssız adaya götürmek haksızlık olabilirdi. Yazık etmeli mi bilmiyorum. Sizce mutluluk nedir? Yankı Yazman’ın bir söyleşisine katıldım, orada şöyle dedi: “Mutluluk, hatırlanabilendir.” Gerçekten de öyle. Şimdi diyorum ki geçmişi düşünüp “Ne güzel günlermiş!..” Yani aslında o anda fark etmediğimiz, üstünden zaman geçince çok güzel olduğunu fark ettiklerimizdir mutluluk. Demek ki an’ın mutluluğunu yakalamalıyız. Yani mutluluk, çok şeye sahip olunması ya da her şeyin istediğimiz gibi olması demek değildir. Kurtulmak isteyip de kurtulamadığınız bir alışkanlığınız var mı?

Okul yaşamınızla ilgili unutamadığınız bir anınız var mı?

Yok. Sigara içiyordum kurtuldum. Şu anda kurtulmak istediğim bir alışkanlığım yok.

Açıkçası bizim dönemimiz biraz sert çizgilerle çekilmiş, biraz fazla disiplinliydi. Korkutucuydu yani. Çok unutamadığım bir anı olmadı. Okula giderdim, çok çalışırdım. Okulda tiyatroyla ilgilenirdim. “Güzel Helena” vardı. Hep beraber onu sahneye koymuştuk kız lisesindeyken. Oradaki o heyecanımı hiç unutamam. Okulda disiplin kurulu başkanıydım aynı zamanda, demek ki o dönemde de varmış kontrol etme merakı... Mesela bir fizik öğretmenim vardı, onu çok severdim. Ama öyle anlatabileceğim belirgin bir anım yok maalesef. Yine de o sahne heyecanımı diyebilirim bu konuda.

Alışkanlık hâline getirmek istediğiniz bir davranış var mı? Var. Gerçekten onu yapamıyorum işte. Spor yapmam gerekiyor. Hiç olmazsa bir yarım saat yürüsem iyi olur. Çünkü çok hareketsiz yaşıyorum. Hangi olağanüstü yeteneğe sahip olmak isterdiniz, neden? Uçmak isterdim. Böyle denize yukarıdan bakmak, dağlara bakmak, doğayı izlemek… Belki de şehirde yaşadığımız için bunlar. Yani uçabilmek, beni çok dinlendirirdi. Bana iyi gelirdi.

En sevdiğiniz yazar? Okuduğum çok yazar var, ayırt edemem. Yaşar Kemal var, Cemil Kavukçu var, Ahmet Cemal’in dilini severim. Ben kitapta dili severim, yani yazarın dili çok önemlidir. Eğer bir kişi dili iyi kullanıyorsa ben o kitabı okurum.

Röportaj Zeynep BEKTAŞ

Çok sevdiğiniz bir kitap var mı? Yani öyle bir kitap yok. Bu aralar çok da ödevim olduğu için sürekli kitap okuyorum aslında. Yaşar Kemal’in dili beni çok etkiler. Şiiri de severim. Yani öyle bir tek kitap adı veremem. Edip Cansever’i çok severim. Unutamadığınız bir film? Sophie’nin Seçimi çok kalıcı bir film. Sevgili diye bir film oynadı birkaç sene önce, bunları söyleyebilirim. Nerede yaşamak isterdiniz? Uygar olan her yerde yaşayabilirim, beni rahatsız etmez. Sadece uygarlık beni ilgilendiriyor.

7

Şevval Beyza BALABAN


-Deneme-

Yaşamından Eserlerine Süzülen Sabahattin Ali

E

rın arasında insanlardan uzaklaşan ve huzuru kendi içinde bulan bir karakteri okuruz. Annesi ve babası bir gece vakti eşkıyalar tarafından basılan evlerinde öldürülen ve kendisi şans eseri -saklandığı dolap sayesinde- kurtulan Yusuf, olay sonrası eve gelen kaymakam tarafından evlat edinilir ve yeni bir aileye kavuşur ancak romanın başında Yusuf’u yalnız kalmışlığıyla, tek başınalığıyla buluruz o odada. Sonra kaymakamın evinde yeni hayata başlayan Yusuf, aynı yalnızlıkla sürdürür günlerini. Tıpkı o yatağın ba-

debiyatımızın içli yazarıdır Sabahattin Ali. Huzursuz bir çocukluk, hayat boyu sürüklenen göçebe bir beden, insanların hoyratlığı ve ikiyüzlülüğünü reddeden bir vicdan, buna bağlı olarak peşini bırakmayan buhranlı günler ve bunları duyan yaralı bir ruhun sıkıştığı kara kuyudan kaçma çabası… Çaresiz ve naif bir dille isyan ederken şunlar dökülür dilinden: “Çalmadan, çırpmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?”

Sahte hayatların, iki“yüzlü ilişkilerin ve zorba

Eldeki bilgilere göre Sabahattin Ali’nin annesi dırdırcı, huzursuz hatta ruh sağlığı bozuk bir kadındır. İki oğlundan biri olan Sabahattin Ali’yi hiç sevmediği, yalnızca öteki çocuğunu sevdiği söylenir. Bu koşullarda Sabahattin Ali, kendisi ve iki kardeşi için mutsuz bir yaşantıya fedakârca katlandığını düşündüğü babasına aşırı bir bağlılık duyar. Nitekim onun ölümünün ardından, yaşadığı sarsıntıyı “Hayatımın direği yıkıldı sandım.” diyerek dile getirir.

insanların karşısında naif bir ruh hâliyle duruşu, yarattığı karakterlerde de görülebilir. Bu durum, doğaldır çünkü Sabahattin Ali kaleminin mürekkebi, gerçeğin hokkasından damlamıştır.

Geride bıraktığı fotoğraflarına bakarken içinde taşıdığı huzur heveslisi sade insanı görmek pek de zor değil. Merdiven kenarlarına, ağaç dallarına tırmanmış muzır gülüşleriyle dünyadan ve hayattan beklediğinin bu kadar basit olduğunu haykırır gibidir. Sahte hayatların, ikiyüzlü ilişkilerin ve zorba insanların karşısında naif bir ruh hâliyle duruşu, yarattığı karakterlerde de görülebilir. Bu durum, doğaldır çünkü Sabahattin Ali kaleminin mürekkebi, gerçeğin hokkasından damlamıştır. Bunda babasının da payının büyük olduğu söylenir. Babası ile çıktıkları avı anlattığı ilk kompozisyonunda “Sabah güneşin ilk ışıkları penceremize vururken...” diye başladığını gören babası “Biz ava çıktığımız zaman daha güneş doğmamıştı. Sen nasıl olur da güneşin ışınlarından söz edersin! Bu bir aldatmacadır. Yazacaksan doğru dürüst yaz. Yalan dolan istemez!” der ve Sabahattin Ali’yi daha o zamanlardan gerçeğin kucağına bırakır. Sabahattin Ali de bu acımasız ama yalansız kucağın soğuk sevgisiyle düşe kalka büyür ve sanat anlayışını bu durumu kanıtlarcasına şöyle açıklar: “Benim kanaatimce sanat, insana insanı ve hayatı ve bunların manasını öğretmekle muvazzaftır.” Yani gerçeğin sözcüsüdür.

Başım dağ, saçlarım kardır, Deli rüzgârlarım vardır, Ovalar bana çok dardır, Benim meskenim dağlardır.

şında diz çöküp, gözünü dikip kendisini üzen gerçeğe bakması gibi bakar hayata ve çevresindekilere. Ondan sonra Yusuf’u hayata bağlayan ve yaşam belirtisi göstermesini sağlayan tek bir şeye rastlarız: Muazzez. Muazzez, kaymakamın tek çocuğudur. Yusuf’la birlikte büyürler. Onlar büyüdükçe birbirlerine duydukları sevginin boyutu da büyür ve bir aşka dönüşür. Hayatın her yönüyle devam ettiği romanda Yusuf, Sabahattin Ali gibi çevresinde olup biten ikiyüzlülüklerin, haksızlıkların karşısında elinden geldiğince kendini korur ama bu konudaki yalnızlık, onu yorgun ve huzursuz bıraktığında romanın sonunda çareyi kaçışta bulur. Bu noktada, nereden kaçıp nereye gittiği de önem taşır. Sabahattin Ali’nin tüm eserlerinde ve hayatında “doğal” olana meyli bilinen bir gerçektir. Dolayısıyla Yusuf’un ikiyüzlü kasaba ilişkilerinden bunalıp kendisi için doğal olan tek şeyi -sevdiği Muazzez’i- de alıp dağlara doğru yola çık-

Sabahattin Ali’nin sanat anlayışı göz önünde bulundurularak incelendiğinde yarattığı karakterlerde kendi hayatından izlere rastlamak mümkün. Örneğin Kuyucaklı Yusuf’ta bir Sabahattin Ali yalnızlığı göze çarpar. Yozlaşmış insan ilişkileriyle örülü karanlık kasabalarda, gereksiz detaylara boğulmuş hayatla-

8

9


rının Almanya yıllarından esinlenmeler barındırdığı söylenir. Raif Efendi, babasını kaybedince yurda döner ve orada yaşadığı aşkı geride bırakmak zorunda kalır. Sabahattin Ali de babasını kaybettiğinde hayattaki en büyük sarsıntılardan birini yaşar çünkü daha önce de belirtildiği gibi babasına olan bağlılığı oldukça kuvvetlidir.

ması önemli bir göstergedir. Dağ, ikiyüzlü insanların inşa ettikleri yalancı kasabanın karşısında saflığını ve doğallığını koruyan yerdir. “Kasaba ile Yusuf arasında kurulamayan uyum, Yusuf ile doğa arasında

...aslında dağın kendisidir o. Karanlık basmış düzlüklerin karşısında temiz ruhuyla yükselmiş, peşinde kurdu eksik olmamış ama göğünde her daim kuşlar uçmuş..

Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Efendi’si, kendi deyimiyle ‘’sebepsiz ve ani çekilip giden’’ Maria Puder’den uzak düştükten sonra yurduna döner ve bir aile kurar. Fakat bu da yalnızlık duygusuyla boğulmasını ortadan kaldırmaz. Çünkü Sabahattin Ali, Raif Efendi’de bugün bile çözülemeyen bir toplumsal düğümü okurun fikrine tutuşturur. Aynı ailenin parçası olan bireyler bile anlaşmak için çaba harcamaz çoğu zaman. Bu koşullarda hayatın içinde dönen birçok gereksiz ayrıntı ve sahtelik karşısında başkarakter, yine kendi iç dünyasına döner ve bulunduğu genel hâli, romanda Maria Puder’le konuştuğu bir yerde bizzat şöyle tarif eder: “ …Tamamen yalnızım… Ama Berlin’de değil… Bütün dünyada yalnızım. Küçükten beri…”

kendiliğinden vardır.” Ovalar, Yusuf’a da dardır ve onun da Sabahattin Ali gibi meskeni dağlardır.

Kürk Mantolu Madonna’da Sabahattin Ali’nin başardığı şey, bugün hâlâ tartışılıyor. Belki de insana dair çok şeyi daha o günlerden görüp yaşanan ve yaşanacak sosyal trajediye tanıklık etmesindendir bu tescilli başarı. Romanda insanların ön yargıları Raif Efendi üzerinden iki yönlü aktarılır. Önce anlatıcı kişinin Raif Efendi hakkındaki yargılarının kırıldığı anda görürüz bunu ki burası benim için en etkileyici bölümlerdendir. İnsana dair sarıldığımız peşin hükümlerin yanıltıcılığını yüzümüze vurur. Anlatıcı, yeni iş yerinde aynı odayı paylaşacağı Raif Efendi’yi tanıdığı ilk günlerde onun pasif, sessiz bir karakter olduğunu düşünür hatta bazen ona acır. Ancak Raif Efendi’nin bir gün patrondan azar işittikten sonra çok kısa sürede çizdiği portreyi görünce düştüğü şaşkınlığın ardından bu gizemli ve derin adamı keşfetmeye çalışır. Romanın sonunda Raif Efendi’nin defterini okumayı bitirdiğinde ise onunla ilgili ilk yargılarının ne kadar geçersiz olduğunu fark eder. Ön yargının mahkûm edildiği ikinci nokta, hastalığı nedeniyle gizemli bir şekilde ortadan kaybolan Maria Puder için Raif Efendi’nin düşündükleridir. Ancak Raif Efendi, bu ön yargının bedelini -roman

Kuyucaklı Yusuf, uygar(!) yaşamın bozulmuş yapısının içinde “bir sur harabesi üzerinde çıkan yabani incir ağacı” gibidir. Bütün doğallığıyla vardır ve öyle var olmaya çalışır. Yusuf, romanda doğal olanı temsil ederken romandaki kasabanın kokuşmuş yüzünden rahatsızdır ve bu nokta, Sabahattin Ali’nin uygarlık sorgusudur bir bakıma. Bugün bile dünyadaki pek çok acının uygarlık(!) gerekçesiyle yaratıldığını düşününce bu sorgunun ne kadar yerinde olduğunu görürüz. Bütün bunların yanında Yusuf karakterinin sadece “gerçek”liği hakkında söz söyleyecek olursak bu nokta su götürmezdir. Sabahattin Ali, “Kuyucaklı Yusuf”ta anlattığı Yusuf’u cezaevindeyken tanımış ve adını bile değiştirmeden romanında başköşeye kondurmuştur. Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Efendi’sinde de yine Sabahattin Ali’den izler sezilir. Raif Efendi eğitim amacıyla babası tarafından Almanya’ya gönderilir. Sabahattin Ali de Cumhuriyet’in ilk yıllarında yabancı dil öğretmeni ihtiyacıyla devlet tarafından Almanya’ya gönderilen gruptaki öğrencilerden biridir. Zaten Sabahattin Ali’nin bu romanda anlattıkla-

10

boyunca gördüğümüz üzere- tüm hayatını saran bir pişmanlıkla öder. Her şeyden elini eteğini çeker, ailesini oluşturan insanların arasında bile yabancı bir ruhla geçirir ömrünü.

ÖYKÜ İNCELEME “Arabalar Beş Kuruş” ama

Sabahattin Ali, ön yargı hakkındaki kurgusunu daha romanın ilk sayfasında sezdirir. Hakkında çok bilgi sahibi olmadan küçümsediğimiz, hafife aldığımız insanlar için anlatıcı ağzıyla şunları söyler: ‘’… onların da birer kafaları, bunun içinde, isteseler de istemeseler de işlemeye mahkûm birer dimağları bulunduğunu, bunun neticesi olarak kendilerine göre bir iç âlemleri olacağını hiç aklımıza getirmeyiz.’’ Daha başında bunları okuduğumuz romanın sonuna vardığımızda yazarın amacının biraz ‘’ön yargı’’yı yargılamak olduğunu düşünebiliriz.

Dostluklar Bedava

Günlük yaşamda birçoğumuz sokaklardaki zengin-fakir ayrımını görebiliyordur. İşte Sabahattin Ali’nin bu öyküsü, sözünü ettiğim durumu anlatıyor. ‘’Arabalar Beş Kuruş’’, sokaklarda annesi ile oyuncak arabalar satan bir çocuğun mektep arkadaşıyla karşılaştığı bir günde yaşanıyor. Maddi durumlarının yetersiz olmasından dolayı annesiyle birlikte sokakta araba satan çocuk, o gün sınıf arkadaşına rastlıyor. Arkadaşı, lüks mağazaların birinden annesiyle alışveriş yaptıktan sonra çıkarken onu görüyor ve sevgiyle yanına yaklaşıyor. Ancak zengin çocuğun annesi, araba satan arkadaşını ‘’fakir’’ olduğu için küçümsüyor. Bununla da kalmıyor, ‘’En iyisi ben sizin mektep müdürünüzle görüşeyim. Seni kendi seviyendeki insanların yanına koysun.’’ diyor.

Sabahattin Ali, yaşamı boyunca kendisiyle ilgili birtakım yanlış fikirleri, izlenimleri kırmak için mücadele etmiştir. Hatta bu konudaki talihsizliğini eşi Aliye Hanım’a yazdığı bir mektubunda anlattığı olayda da -belki biraz tebessüm ederek- okuruz. Sabahattin Ali’nin rahatlamak üzere kendini dağlara attığı bir gün, Edremit’te bir casus, polisin elinden kaçmış ve aranmaktadır. Adam, Sabahattin Ali’ye çok benzemektedir, hatta o günkü giysileri bile… Bu trajikomik rastlantı nedeniyle altı saat boyunca güneşin altında kelepçelerle dolaştırıldığını ve nihayet işin gerçeği anlaşılınca serbest kaldığını anlatır. O yüzden Sabahattin Ali’nin yaşamında da eserlerinde de anlamayan ve anlaşılmayan insanlar vardır. O, bütün bunlardan dolayı çok dertli ve kızgındır ama bunu gerçek hayatta çok da belli etmez. Ve yine bir mektubunda Aliye Hanım’a şöyle yazar: ‘’Ben zaten kızdığımı nadiren belli ederim. Teessürümü de hiç göstermem. Herkes beni keyfi yerinde, daima gülen biri sanır. İşte bunun için yazılarım çok dertlidir. Hayatımda gösteremediğim teessürümü yazılarımda gösteriyorum.’’

Sabahattin Ali’nin ‘’Arabalar Beş Kuruş’’ öyküsünü okuyan her çocuk, fakir çocuğun hâline üzülür; diğer çocuğun annesine de kızar. Sabahattin Ali, bu öyküsünde kendi yaşadığı zamanda da görülen bir sorunu yazmış. Çocuklar zengin fakir ayırmaz, bunu büyükler yapar. Bence şimdiki çocuklar da fakire zengine bakmaz. Onlar en doğrusunu yapar, yüreklere bakarlar. Öyküyü okuduğunuzda da iki çocuk arasındaki -sözünü ettiğim- bağı görebilirsiniz. Birbirleriyle iyi geçiniyorlar. Büyüklerin dünyasındaki gibi paraya, çıkara dayalı ve başkalarını küçümseyen ilişkiler kurmak yerine zamanlarını hesapsızca paylaştıkları dostluklar kurmaya çalışıyorlar.

Zor bir yaşamın taşıyıcısıdır Sabahattin Ali. Zor ve dolu bir yaşam… Gerçeğin ve haklının sözcüsü olmaya çalışmış, yozlaşmış her türlü ilişkiden kendini uzak tutmak için çabalamış, gazete çıkarmış, öyküler ve romanlar yazmış, şiirler söylemiş, eşini sevmiş, çocuğunu özlemiş, yokluk ve hasretle yaşamış derya derini bir insan. Elbette onunla ilgili sadece birkaç söz söylemek zor o yüzden. Kasabanın yabanisi Yusuf’tur biraz o, boğulunca dağlarda soluk alan… Suskun Raif Efendi’dir biraz, yaşamı boyunca yanlış anlaşılmaların ve anlaşılamamanın kurbanı olan…

Günümüze baktığımızda Sabahattin Ali’nin toplum ve insan açısından ileri görüşlü biri olduğunu anlayabiliriz. Çünkü bugün öyküdeki gibi kibirli büyükler de vardır toplumda, onların isteklerinin dışında birbirine sevgiyle yaklaşan çocuklar da. Sabahattin Ali yıllar önce bu durumun farkında olduğu için böyle gerçekçi bir öykü yazarak dış görünüşe göre yargılanan, küçümsenen insanların sesi olmaya çalışmış ve bunu gerçekten güzel bir biçimde dile getirmiş.

Bu nedenle Sabahattin Ali dağlarına aralanan küçük bir pencere açmaktı bu yazının niyeti. Perdeyi aralayınca görürüz ki aslında dağın kendisidir o. Karanlık basmış düzlüklerin karşısında temiz ruhuyla yükselmiş, peşinde kurdu eksik olmamış ama göğünde her daim kuşlar uçmuş.. Damla ERDÖNMEZ

Poyraz Nehir ALPTEKİN

11


-Röportaj-

Sabahattin Ali’nin Kızı Filiz Ali’yle Söyleşi Sizi tanımayanlar için biraz kendinizden söz eder misiniz? Ben İstanbul’da doğdum. Babam Sabahattin Ali, annem Aliye Ali. Babam öldükten daha doğrusu öldürüldükten sonra Ankara Devlet Konservatuvarının piyano bölümüne girdim. Parasız yatılıydı o zaman okul. Dokuz yıl piyano eğitimi ve müziğin diğer teorik eğitimlerini aldım. Mezun oldum. Mezun olduktan sonra Full Bright sınavına girdim. Burs alarak Amerika’ya gittim. Daha sonra öğretmenliğe başladım. Zaten çocukluktan beri piyano dersi verirdim. Yazdığınız kitapları henüz okuyacak yaşta değilim ama yaptığım araştırmalar sonucunda “Müziğin Sorunları” isimli bir kitap yazdığınızı öğrendim. Bize kısaca bu kitabınızdan söz eder misiniz?

söylemek. Üçüncüsü de bunları bir müzik aleti ile seslendirmektir. Tüm bunları hiçbir okula gitmeden tencere, tava ile de yapabilirsiniz. Biraz da çocukluğunuza dönmek isterim. Babanız Sabahattin Ali ile aranız nasıldı? Babamla iletişimimiz mükemmeldi ama tabii babam kendine göre disiplinliydi. Çok ciddi hâllerinin yanı sıra çok çocuksu zamanları da vardı. Mesela benimle çok oyun oynardı. Çok yakın ve sıcak bir bağımız vardı. Bugün Sabahattin Ali’nin romanları en çok satın alınan kitaplar arasında. Cinayete kurban gitmiş bir yazarın bu kadar çok okunması hakkında ne düşünüyorsunuz?

Esasen babam hayattayken tanınmış bir yazardı. Bütün kitapları yayımlanır Müziğin sorunyayımlanmaz ları hakkında bir okunur, eleşkitap var, “Müziğin tirmenler Portreleri” ve “Müziktarafından li Geziler” isimli kitapeleştirilir, larım da var. “Müzik ve Arkadaşımız Zeynep Genç, Filiz Ali ile beğenilirdi. Müziğimizin Sorunları” kitaSevilen, beğenibında gazete makaleleri yer alılen bir yazardı fakat yor. Türkiye’deki müzik eğitimi ile yurt siyasi nedenlerle öldürüldükdışındaki müzik eğitiminin karşılaştırıldığı yazılar... Verimli bir müzik eğitimi için neler yapılması gerek- ten sonra yine siyasi nedenlerle unutturuldu. On beş sene tiğini anlatmaya çalıştım bunlarda. unutuldu Sabahattin Ali. Hiçbir Bugün okullarda bilgi aktarmalı eğitim verili- kitabı yayımlanmadı öldükten yor. Böyle bir eğitim sistemi içerisinde ailelerin sonra. Hep popülerdi aslında çocuklarını müzikle tanıştırabilecekleri yöntem- babam. Eserleri on beş yılın ardından tekrar yayımlanınca ler nelerdir? aynı popülerlik yeniden hayat Esasen bütün bu söylediklerimizin kurumsal ola- buldu. rak bir karşılığı olması gerekir. Ne yazık ki Türkiye’de Babanızın şiirlerinin besbu kurumsal karşılık yok ama dünyadaki örneklerine bakacak olursak çok küçük yaştan itibaren, hatta telendiğini biliyoruz. Bu bir yaşından itibaren çocukların müziğin temel üç besteleri bir müzisyen olaprensibi ile karşılaşması lazım. Bunlar nedir? Ritim- rak siz nasıl buluyorsunuz? dir. Ritim harekettir, aynı zamanda insan bedeniyEn azından şunu söyleyele de ilgili bir şeydir. İkincisi melodidir. Yani şarkı 12

yim: “Aldırma Gönül” şiiri bir şarkı hâline geldiğinde neredeyse herkesin bildiği bir şarkı oldu. O derece ki şiirin Sabahattin Ali’nin şiiri olduğunu bilmeden sevenler oldu. Onun için belki de şarkı sözü gibi düşünülmesi bana ters gelmiyor.

Evet, bizimle çeşitli görüşmeler yapıldı; mutabık da kalındı ancak o kadar. Henüz basında çıktığı şekliyle bir gelişme yok. Daha proje aşamasında yani. Bize vakit ayırdığınız için teşekkür ederiz.

Sabahattin Ali’nin eserlerinde hayatına dair izler bulmak mümkün mü? Sabahattin Ali’nin bütün eserlerinde otobiyografik noktalar, bölümler bulabilirsiniz. Her yazarın olduğu gibi onun da öyle. Her şey hayal mahsulü değil ama tabii gerçeği bir parça hayalleriyle yoğuruyor.

Röportaj

Kürk Mantolu Madonna roman türünde yazılmış ve edebiyattaki tahtına oturmuş ancak bugün görüyoruz ki zamanı yenmesinin yanı sıra başka sanat dallarına da esin kaynağı oluyor. Örneğin yakın zamanda tiyatroya uyarlandı. Bunun dışında bir sinema projesine dair duyumlarımız var.

Bu konudaki gelişmeler hakkında bizi bilgilendirir misiniz?

13

Zeynep GENÇ


-Biyografi-

Sabahattin Ali Kimdir?

S

abahattin Ali, 25 Şubat 1907’de Edirne’nin Eğridere ilçesinde doğar. Babasının görev yerlerinin sık sık değişmesi nedeniyle ilköğrenimini İstanbul, Çanakkale ve Edremit‘in çeşitli okullarında tamamlar. Edremit’e göçtükleri sırada Yunan işgali olduğundan babası aylık alamaz ve aile zor durumlarda kalır. Ortaöğrenimini tamamlayınca Balıkesir Öğretmen Okuluna girer, sonra İstanbul Öğretmen Okuluna geçer ve oradan mezun olur. Bir yıl Yozgat’ta görev yaptıktan sonra devlet tarafından beş kişilik bir grupta dil öğrenmek için Almanya’ya gönderilir, iki yıl orada okur. Yurda döndükten sonra Aydın ve Konya‘da Almanca öğretmenliği yapar. Konya’da bulunduğu sırada Atatürk’e hakaret eden bir şiir okuduğu iddiasıyla bir yıl Konya ve Sinop Cezaevinde yatar. Dava boyunca her duruşmada kendisine bu konuda atılan iftiraların iç yüzünü açıklamaya ve gerçeği ortaya çıkarmaya çalışır. Bazı sahtekâr adamların kendi çıkarları uğruna ortaya attıkları tutarsız iddialarına karşı haklı mücadelesini sürdürür. Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla affedildikten sonra Ankara’ya gider. 1935 yılında Aliye Hanım’la evlenen Sabahattin Ali, o yıllarda geçimini dergilerde yazdığı yazılarla sağlar. 1936’da yedek subay olarak askere alınır, 1937’de “Hiç üzülmesin.” dediği kızı Filiz Ali dünyaya gelir. 1940 yılında ikinci kez askere alınır, orada bugün hâlâ ilgiyle okunan “Kürk Mantolu Madonna”yı kaleme alır.

tanınması zor hâlde olan bedeni, Bulgaristan sınırlarında bir çoban tarafından bulunur. Yaşamı boyunca kimseye haksızlık etmeden sevgiyle yaşayan Sabahattin Ali, meskensiz kaldığı için yurdunu terk ederken hayatını kaybeder. Bugün, kendisinin eserlerini okurken onun hayatının bu gerçeğini de hatırlamalıyız. Kürk Mantolu Madonna, Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan adlı romanların yazarı; Aldırma Gönül, Dağlar, Çocuklar Gibi, Leylim Ley gibi bugün şarkı olarak da dillerde dolaşan şiirlerin şairi; Aliye Hanım’ın eşi, Filiz’in babası, dağların ve rüzgârların sesi Sabahattin Ali’yi unutmuyoruz.

Elif YILDIZ

ÇOCUKLAR GİBİ Bende hiç tükenmez bir hayat vardı Kırlara yayılan ilkbahar gibi Kalbim hiç durmadan hızla çarpardı Göğsümün içinde ateş var gibi Bazı nur içinde bazı sisteyim Bazı beni seven bir göğüsteyim Kâh el üstündeydim kâh hapisteydim Her yere sokulan bir rüzgâr gibi Aşkım iki günlük iptilalardı Hayatım tükenmez maceralardı İçimde binlerce istekler vardı Bir şair yahut bir hükümdar gibi

Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz ile Marko Paşa adlı mizah dergisini çıkarır. “Halk için çıkarıyoruz.” dediği pek çok dergi ve gazete gibi Marko Paşa nedeniyle de hakkında pek çok soruşturma açılır. Kalemi yüzünden çok sıkıntı çeker ve bir yazısında bulunduğu durumu şöyle anlatır: “Çalmadan; çırpmadan; bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?” Bir başka dava nedeniyle üç ay daha hapis yatıp çıktıktan sonra yersiz yurtsuz kalır. Yaşadığı zorluklar onu yorunca yurt dışına çıkmak için pasaport almak ister ancak verilmez. Yasal yollardan izin alamayınca Bulgaristan’a kaçmak ister. Bulgaristan’a kaçmak üzere kendisine yardım edeceğini söyleyen Ali Ertekin adlı kişiyle birlikte yola çıkar ve bundan sonra kendisinden bir süre haber alınamaz. Daha sonra bu yolculuk sırasında ağaçlar arasında kitap okurken Ali Ertekin tarafından başına odunla vurulması sonucu hayatını kaybettiği ortaya çıkar. 16 Haziran 1948’de

Hissedince sana vurulduğumu Anladım ne kadar yorulduğumu ...

Sabahattin Ali’nin yukardaki şiirinden bestelenen aynı adlı şarkıyı Sezen Aksu’dan dinlemek için QR kodu okutabilirsiniz.

14

15


-Deneme-

Sinop Cezaevi ve Tutsaklıkta Üretmek Üzerine

Ü

bir yatak, dolap ve Sabahattin Ali’nin sazı bulunmaktaydı. Odanın Karadeniz’in dalgalarını gören demir parmaklıklı bir camı vardı.

nlü gezginimiz Evliya Çelebi, 1640 yılında Sinop’u ziyaretinden sonra Sinop Cezaevi hakkında şu notu düşer: “Dev gibi gardiyanlar, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmlar vardır. Gardiyanlar ejderha gibi dolaşır, değil mahkûm kaçırtmak kuş bile uçurtmazlar”.

Şaşkınlık içinde izledim ve sonra düşündüm: Bana korkutucu gelen bu dört duvar arası, Sabahattin Ali’nin pek çok eserini ürettiği yerdi. Pek çok insanın içine kapanıp hayattan kopacağı yer, bir sanatçı için yaratıcılığın önünde engel bile olamıyormuş.

Sabahattin Ali de hakkında ortaya atılan bazı iddialar nedeniyle 1933 yılında Sinop Cezaevinde tutuklu kalmıştır. Cumhuriyetin onuncu yıl dönümü dolayısıyla çıkarılan af yasasıyla özgürlüğüne kavuşan yazar, Sinop Cezaevinde tutuklu olarak kaldığı süre içerisinde şiirler ve öyküler yazmıştır.

Ayrıca koğuşun bulunduğu koridorda sergilenmekte olan panoda Sabahattin Ali’nin hayatına dair yazılar gördüm ve onu daha iyi anladım. Sabahattin Ali’nin unutulmaz ‘’Hapishane Şarkısı’’ -çok bilinen adıyla Aldırma Gönül- şiirini yazdığı hücresi, müzeye dönüştürülen hapishanede turistlerin ilgisini en çok çeken yerdir. Şair, kapatıldığı hücrede kalenin surlarına çarpan Karadeniz’in dalgaları eşliğinde memleketine ve özgürlüğe duyduğu hasretle şiirini yazmıştır. Bu şiir daha sonra şarkı hâline gelmiştir. Pek çoğumuz da bu şarkıyı sanatçı Edip Akbayram’ın sesinden tanımış, Hababam Sınıfı’nın okulsuz kalıp da ormanda kendi okulunu kurduğu bölümü izlerken dinlemişizdir. Sizi -aşağıdaki satırlarda- sözünü ettiğimiz şiirle baş başa bırakırken bir önerim var: Yazının başında yer alan kare kodu, akıllı cihazınızda taratırsanız şiiri okurken fonda bu satırların şarkısını da dinleyebilirsiniz.

Sabahattin Ali’nin kaldığı süre içinde “Aldırma Gönül” şiirini de yazdığı Sinop Cezaevi günümüzde müzeye dönüştürülmüştür. Üç tarafı denizle çevrili tarihî kale duvarlarının içerisinde yer alan cezaevi, Türkiye’nin en eski cezaevlerinden biri olarak bilinir. Sinop Cezaevi, sinema ve dizi filmlerine de ev sahipliği yapmaktadır. Yazarın acılarının tanığı olan ve şiirlerini yazdığı paslanmış, demir kapılı koğuşuna izin olmaması nedeniyle giremesem de parmaklıklar arasında gördüğüm manzara beni çok üzdü. O sessiz taş yığınları arasında fark ettim ki yaşamak için özgürlük, soluduğumuz hava kadar önemlidir. Koğuşun duvarları yıkık dökük ve çok eski görünümdeydi. Odada sadece

Sabahattin Ali’den Kızı Filiz’e Mektup

! , sevgili Filiz’im ik ec an rt bi im en B tubunu aldım. Güzel yazılı mek ne sevindim. Seni Neşeli olduğuna lemezsin. Evde bi i im iğ d le öz k kadar ço nin sesini arıse i, n se ep h ça k dolaştı aya binip plaja ab ar le en n n A . yorum e ren. Gelecek sen öğ e m z ü y e ic iy git, lık’a gideriz. hep beraber Ayva e Ankara’ya iyic e. y ek em y l bo Bol ip çede çok dut yiy ah B . ön d an şm şi i çok zma. Sen de ben sakın mideni bo özledin mi? mir’e mektup İz a n ba r be ra be Annenle unutma. yazmayı sakın hasretle öperim, en d n ri le öz g a Kar üzel, sevgili yav g , ik ec an rt bi benim rum Filiz’im. an Bab S. Ali

Defne TARAKÇI

Hapishane Şarkısı

Başın öne eğilmesin, Aldırma gönül, aldırma; Ağladığın duyulmasın, Aldırma gönül, aldırma… Dışarda deli dalgalar Gelip duvarları yalar; Seni bu sesler oyalar, Aldırma gönül, aldırma…

anım Aliye H Ali, eşi in tt a h a Sab te ile birlik kızı Filiz

Görmesen bile denizi, Yukarıya çevir gözü. Deniz gibidir gökyüzü; Aldırma gönül, aldırma…

Sabahattin Ali’nin Sinop Cezaevindeki Odası

16

17

ve


-Portre-

Derin Ülgen’in gözünden Sabahattin Ali

Bana göre Sabahattin Ali… Öğretmenlerimize ve okul çalışanlarımıza Sabahattin Ali’yi sorduk. M. Banu Keskin-Okul Müdürü:

Timur Yavaş-Fen Bilimleri Öğretmeni:

“Kürk Mantolu Madonna’’ ve kızı Filiz Ali

Anadolu’nun iç yüzü.

Emrah Özdemir-Müdür Başyardımcısı:

Tuğba Toköz-Sosyal Bilgiler Öğretmeni:

“İçimizdeki Şeytan’’

İyiliği en güzel tanımlayan…

Özgür Karahasanoğlu-Müdür Yardımcısı:

Hatice Taşkıran-Türkçe Öğretmeni:

Kızımın en sevdiği şiirlerin şairi.

Kuytularımda sırça bir hatıra.

Ayşen Akayoğlu-Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık:

Şennur Çırak-Öğrenci İşleri Sorumlusu:

Duygusal durumları çok iyi betimliyor.

“Kuyucaklı Yusuf’’

Gamze Özbey-Öğrenci İşleri Sorumlusu:

Burcu Yayalar-Sınıf Öğretmeni:

“Kürk Mantolu Madonna’’nın harika yazarı.

Psikolojik analizleri başarılı bir yazar.

Hasan Soykan-Din Kültürü Öğretmeni:

Damla Erdönmez-Türkçe Öğretmeni:

“Kürk Mantolu Madonna”

Duvar diplerinde açmış bir çiçek.

Fitnat Sun-Kütüphane Sorumlusu:

Selahattin Başaran-Sınıf Öğretmeni:

“Kuyucaklı Yusuf”

Sinop Cezaevi ve ‘’Aldırma Gönül’’

Hülya Uğur Ercan-Türkçe Öğretmeni:

Sakine Demir-Sınıf Öğretmeni:

“İçimizdeki Şeytan”

Öykü ve romanda en iyi eserleri veren yazarlarımızdan.

Yusuf Karadeniz-Çay Ocağı Sorumlusu: “Aldırma Gönül’’

Özge Mırçık-Sınıf Öğretmeni:

“Başın öne eğilmesin’’

Betimlemelerini ve karakter analizlerini çok başarılı bulduğum yazarlardan biri.

Fahriye Şimşek-Sosyal Bilgiler Öğretmeni:

Umut Şükran Ergene-Sınıf Öğretmeni:

Şenay Kasap-Sınıf Öğretmeni:

“Kuyucaklı Yusuf’’

‘’Bir dürbünün ters tarafı gibi bu dünya En büyük şey, en asil şey küçülür burda. Burda yalan para eden biricik iştir, Burda her şey bir yapmacık, bir gösteriştir.’’ Sabahattin ALİ

18

Ağaçlar arasında kalmış bir hayat, susmayan bir ses.

Leman Eser Kahraman-Sınıf Öğretmeni: İnsanın iç dünyasındaki zıtlıkları okuyucuya aktarabilen bir yazar.

Hazırlayanlar Cem Deniz KÖKLÜ

Yılmaz Elgün-Türkçe Öğretmeni:

Eylül HATİPOĞLU

“Aldırma Gönül’’

Öykü ELVERDİ

19


Sabahattin Ali’den... “İyilik demek kimseye kötülüğü dokunmamak değil, kötülük yapacak cevheri içinde taşımamak demektir.”

(İçimizdeki Şeytan, s. 249)

uyuya en bir k nde n li i b ı ğ i dibi yaşadı akkak k esaretini rhanın h e u d j m e , r k i eb ek c lma “Dibind kahraman bu ir kuyuya inm b ir ydır.” inecek b hiç bilinmeyen aha kola d n a t u k ğ bulma ne oldu r insan a, s. 11) i b k e c e n göster Madon

ın“Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakk ğimiz geldi rast da söz söylemekten kaçtığımız hâlde ilk insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatıyla öteye geçiveriyoruz?” (Kürk Mantolu Madonna, s. 38)

antolu (Kürk M

rtasında bir tabiatın o k ca sı e v l ze rafniş, gü erini tekrar et zl gö t “Bu kadar ge a k a F i. ış gibiyd bakasıyla kendini şaşırm şağıda mor bir duman ta a di. Oraya, o en gördü ve irkil ta dolaştırırk ı y a b sa a k i ona n şlaya ek mecburiyet lm ü örtülmeye ba m gö ip d ur yere gi küçük ve çuk f, s. 102) uyucaklı Yusu (K ” i. ld ge cı pek a

yan bir rnazca olma u k e d ek p n izde aciz yta n yok… İçim “İçimizdeki şe ta y şe e d iz … İçim ve bunların k, bilgisizlik li kaçamak yolu iz es d a ir ekten lik var… ikatleri görm k a h ; y var… tembel şe ir b ha korkunç ytan, s. 250) hepsinden da (İçimizdeki Şe ” r. a v ı d a iy it kaçınmak

“Etrafını bu bu kadar kadar iyi tanıyan , karşısın keskin ve dak aç lanmasın a ve herh ık gören bir insan inin ta içini ın heyeca angi bir k var mıyd nimseye kız ı? Böyle b masına im ir adam, ile çırpın önün kân an yapabilir birine karşı taş gib de bütün küçüklü di? Bütün ğü i durmak tan başka teessürler detlerimiz im n e ,k iz beklenme arşımıza çıkan ha , inkisarlarımız, h dik tarafl iddiselerin arınadır. anlaşılma ve kimde Her şeye dık, n ne geleb h a ilec zır bulun mümkün an müdür?” eğini bilen bir ins anı sarsm (Kürk M antolu M ak adonn a, s. 23)

“Beni yüzde yüz doyurmayan, bana tam manasıyla lüzumlu görünmeyen şeyleri yapmak, beni kendi gözlerimde küçültüyor.”

(Kürk Mantolu Madonna, s. 97)

“… gökyüzündeki yıldızlardan çayın dibindeki çakıl lara, doğu tarafından kopup gelen bulutlardan batı tarafındaki denize kadar uzanan ve yayılan bu koca man gecenin içinde, yapayalnızdı. Düşüncelerini hang i istikamete koşturursa koştursun, karşısına kimse çıkm ıyordu… Sırtını ağaçtan ayırdı, derin bir nefes aldık tan sonra kasabaya doğru yürümeye başladı.’’ (Kuyucaklı

Yusuf, s.75)

lduğue kadar güç o n ın n a ım n nse, birlerini ta bbüs etmekte şe te e iş “İnsanlar bir li et tıkça biriçin bu zahm ancak çarpış e v nu bildikleri ı y a şm la o tercih stgele d erdar olmayı b a h körler gibi ra en d n ri cudiyetle birlerinin mev antolu Madonna, s. 32) ürk M ediyorlar.” (K


-Röportaj-

Ruhi Su’nun “Dostlar”ından Bir Ses: Selahattin Başaran çağrı yaptık. On iki ilk korist, birlikte 2014 yılından bu yana aralıksız çalışmaya başladık. 12 Eylül öncesi koro 30 kişiden oluşuyordu. 12 Eylül’den sonra arkadaşların bir kısmı yurt dışına gitmek zorunda kaldı, bir kısmı vefat etti, bir kısmı da İstanbul dışında yaşıyor. İstanbul’da yaşayanlarla tekrar bir araya geldik ve çalışmaya başladık. Çalışmalarınızın gidişatı hakkında bilgi verir misiniz? Kadıköy Belediyesi Barış Manço Kültür Merkezi ve Eczacılar Odasının kültür etkinlikleri salonunda haftada iki gün çalışıyoruz. Çalışmanın belli bir aşamasından sonra kendimize güvenimiz arttı. Bu çalışmaları kayıt altına almaya karar verdik. CD’ler ses kalitesi bakımından zamana direnebilen ürünler olmadığı için son zamanlarda tüm dünyada plaklara dönüş başladı. Biz de Dostlar Korosu olarak bu düşünce-

Selahattin BAŞARAN Yılmaz ELGÜN

Sabahattin Ali’ye vefa borcumuzu bir nebze de olsa karşılamak ve kitle örgütlerinin etkinliklerine destek olmak istedik. Aklımıza gelen ilk parça Aldırma Gönül oldu. Sinop Cezaevinden yükselen sesini halka ulaştırmak, bizim için ayrı bir öneme sahipti.

İlkokul öğretmenimiz Selahattin Başaran’la üyesi olduğu Ruhi Su Dostlar Korosu’nun dününü, bugününü konuştuk. Yıllar sonra bir araya gelen eski “Dostlar” neler yapıyor, niçin yeniden buluştular, Ruhi Su’nun bıraktığı müzik mirası bugün nerelerde vb. merak ettiklerimizi sorduk. Dostlar Korosu’nun ilk koristleri olarak 42 yıl sonra tekrar bir araya geldiniz. Bunca yıl sonra sizi yeniden buluşturan etken neydi? Dostlar Korosu olarak Ruhi Su ile altı yıl çalıştık. El Kapıları, Sabahın Sahibi Var ve Semahlar uzunçalarını birlikte çıkardık. Kırk iki yıl sonra bir araya gelmemizdeki amaç, türküleri aynı teknik ve biçimle geleceğe aktarmak ve kalıcı bir iz bırakmaktı. Koronun oluşum hikâyesini bize aktarır mısınız? Dostlar Korosu’nun ilk fikir babası Genco Erkal’dır. Ruhi Su, Dostlar Tiyatrosunda ara ara sahne alıyordu. Bir gün bir sohbet esnasında Genco Erkal, Ruhi Su’ya dönerek ‘’Neden bir koro kurmuyoruz?’’ diye sordu. Ruhi Su da ‘’Bu çok iyi bir fikir, hemen başlayalım.’’ dedi. Koroya eleman alımı için çağrı yapıldı, sınavla ilk koristler belirlendi. Koro 1975 yılının aralık ayında kuruldu ve Dostlar Tiyatrosu’nda çalışmaya başladı.

deyiz. Öncelikle bir uzunçalar, yani plak çıkarmaya karar verdik. Plaklar sadece yurt dışında basılabildiği için süreç uzadı. Ancak halkımızın CD’ye ulaşması daha kolay olduğu için aynı parçalardan oluşan bir de CD çıkardık. Bunların giderini imece yöntemiyle karşıladık. Plak ve CD’ler şu an satışta. 18 Kasım’da vereceğimiz tanıtım konserinden sonra çalışmamız dijital platformlarda da yer alacak.

Koronuz kaç kişiden oluşuyor? Demin de belirttiğim gibi yaşayan ilk koristlere bir 22

Su ile su Ruhi o r o K r a Dostl 975 birlikte 1

Bundan sonra konser veya turneleriniz de olacak mı? 12 Ocak 2017 Cuma günü Kadıköy Barış Manço Kültür Merkezinde konserimiz olacak. İlgiye göre turnelere de çıkmayı düşünüyoruz. Dostlar Korosu denince aklımıza ‘’Aldırma Gönül’’ geliyor. Bu parçanın sizde bir hikâyesi var mı? 1976 yılında Ruhi Su ile çalışmalarımız esnasında plaklarda yer alacak türküleri birlikte belirliyorduk. Bu arada değişik kitle örgütleri Sabahattin Ali ile ilgili etkinlikler yapıyordu. Sabahattin Ali’ye vefa borcumuzu bir nebze de olsa karşılamak ve kitle örgütlerinin etkinliklerine destek olmak istedik. Aklımıza gelen ilk parça Aldırma Gönül oldu. Hocamız, bestecinin Kerem Güney olduğunu söyleyince gülüşmeye başladık. Gençlik yıllarımız tabii… Kerem Güney’i tanımadığımız için bizde oluşan ilk algı, arabesk oldu. Ruhi Su Hoca’mız, ‘’Bildiğiniz gibi değil.” dercesine hafifçe gülümsedi. Sonra hiç beklemeden Aldırma Gönül’ü çalmaya başladı. Ezgileri duyunca gülüşmeler yerini hayranlığa bıraktı. Aldırma Gönül parçasını uzun süre çalıştık, sonra Sabahın Sahibi Var uzunçalarında kayıt altına aldık.

Sabahattin Ali’nin Dostlar Korosu üyeleri ve Ruhi Su için özel bir anlamı var mıydı? Sabahattin Ali’nin muhalif, toplumcu, aydın bir kimliğe sahip olması Ruhi Su’nun sanat anlayışıyla bağdaşıyordu. O yüzden Hoca’mız ona ayrı bir önem veriyordu. Bizim için de durum farklı değildi. Sinop Cezaevinden yükselen sesini halka ulaştırmak, bizim için ayrı bir öneme sahipti. Güzel sohbetiniz için teşekkür eder, bundan sonraki çalışmalarınızda başarılar dileriz. Röportaj Yılmaz ELGÜN

23


ÖLÜMSÜZLÜK YIL DÖNÜMÜ Yine bir 10 Kasım… Önce bir hüzün ve özlem sarıyor bedenimi, Milyonların sevgi seli olup sana koştuğunu görüyorum. Bu, hiç bitmek tükenmek bilmeyen bir sevgi seli… Yıllar geçtikçe çoğalan, Çoğaldıkça perçinlenen… Ben sık sık seni anıyorum, sen özlüyorum. Başım biraz eğilmiş gibi, neden bilmiyorum. Dizlerimin üstüne çökmüşüm, Seni düşünüyorum. Ellerimi uzatıyorum sana, Bir de bakıyorum ellerin yanağımda. Bana söylüyorsun: -Beni bekleme ayağa kalkmak için, -Benim düşüncelerim senin yüreğinde, beyninde, -Muhtaç olduğun kudret damarlarında akan kanda… O an, damarlarımda akan kanı duyuyorum. İnsanları düşünüyorum, insanlarımızı… Senin açtığın yolda yürüyen, Çağdaş medeniyete yüzünü dönmüş bireyleri… ‘’Ya istiklal ya ölüm!’’ diyen dev yürekli kahramanların bağımsızlık mirasını bıraktığı nesilleri… Seni düşünüyorum, sarı saçlı, ‘’mavi gözlü dev’’i… Sonra Anıtkabir’e dönüyorum: Ne ağır bir yüktür bu, ne zor bir görev O da biliyor belki seni bağrına sığdıramayacağını. Ama düşmana inat dimdik ayakta, eğilmiyor tek bir sütunu. Düşman! Senin de söylediğin gibi, her yerde, Dahilde ve hariçte… Ama biz yılmaz bekçileriyiz devrimlerinin, Ve elbette cumhuriyetin… Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesilleriz biz. Seni yaşadık, yaşayacağız. Ve fikirlerine, devrimlerine uzanan ellere karşı Fikrimiz, vicdanımız, irfanımızla kalkan olacağız…

24

25

Ezgi ARIKANOĞLU


-Deneme-

-Röportaj-

Gezegenimiz Değişiyor

Yalvaç Ural’la Gençlik ve Edebiyata Dair

K

amu spotu gibi olmasın ama insan türü olarak birbirimize sahip çıkamıyoruz. Madem bunu yapamıyoruz, altımızdaki mükemmel gezegene yedi milyar kişi nasıl bakacak? Daha kıyafet seçemiyorken, daha ekosistemi koruyamıyorken ve hatta bazılarımız yataktan düşerek ölüyorken nasıl bilinçleneceğiz? Bırakalım akışına, gezegen gözümüzün önünde yansın mı? Bence hayır.

hepsi bir radyasyon santrali, vücudumuzu öldürüyor. Sigara, egzoz gibi şeyler ise gezegeni kirletiyor, tıpkı fabrika atıkları gibi. İnterneti açtığımızda önümüze bunların zararlı olduğunu söyleyen binlerce site çıkıyorken bizler “Sadece ben kullanmasam dünya kurtulacak mı sanki?” diyoruz. Oysa bunu diyen milyonlarca insan var, fark etmeden o insanlarla diğer insanları ve kendimizi öldürüyoruz. Kaçak avcılık da yine gezegeni yok ediyor. Küçük bir karıncaya basmak bile bütün ekosistem zincirini çökertiyor. Dünyanın bir düzeni var: Karıncayı başka dominant böcekler yer, o böcekleri amfibi, sürüngen veya küçük memeliler yer, o canlıları daha büyükleri…

Artık -ne yazık ki- para tek odak noktamız. İnsanlar para için her saçmalığı yapıyor. Hayati organ verme, kandırma, hırsızlık, katillik… devam ediyor liste.

O zincirin sonunda biz varız.

Yani durumumuz o kadar vahim ki kendimize sahip çıkamıyoruz. Keşke bir araç olsaydı da gezegenin çoğu yerine elektronlar kadar hızlı manyetik dalgalar gönderilse ve artık gezegenin durumunu anlayabilseydik. Parfümün ozon tabakasına zarar verdiği yıllardır biliniyor olmasına rağmen hâlâ günde milyonlarca satılıyor. Cep telefonu, bilgisayar, tablet…

Demek istediğim şu ki bu gezegene en çok zararı biz verirken unuttuğumuz bir şey var: Sevgili insanlık! O kestiğin dal, bindiğin dal değil mi?

26

Roy YERUŞALMİ

yoksa hayatta karşılaştığınız bazı olayların etkileri mi belirleyici?

Sizi edebiyatın yoluna yönlendiren ne oldu? Benim ninem, çok masal anlatırdı ve bu konuda oldukça bilgili, deneyimli biriydi; pek çok kişiyi masalları ile büyütmüştür yani bence çok büyük bir masal dağarcığı vardı. Anlattığı masallar, hep bizim kültürümüze ait, onun da büyüklerinin anlattığı masallardı. Hatta bizde çok iyi bir masal derlemecisi vardır, onun masalları kadar zengin bir masal dağarcığı vardı. Onun anlattığı masallar, bende de yazma isteği uyandırdı. Ben de böylece çocukluğumda, ilk gençlik yıllarımda yavaş yavaş yazmaya başladım. Yazınca yazınca bir de baktım ki ben yazmaya başlayalı kırk beş, elli sene olmuş; elli senedir yazıyorum. O yüzden de önce büyüklere şiirler yazardım, büyük öyküleri de yazdım ama sonra çocuk edebiyatında karar kıldım ve çocuklar için eserler verdim. Yetişkinler için de şiirler yazdım ve bunların içinde kitaplaşmamış pek çok eserim var ama zaman içinde bunların hepsini bir yere taşıyacağım.

Ben böyle yaşamdan edinilmiş, başkalarına ait hikâyeleri pek yazmam; kendi yaşadıklarımdan, kendi gördüklerimden, kendi deneyimlerimden, kendi bakış açımdan, hatta kendim yaşamaya karar verip yaşadıklarımdan… Örneğin bir salyangozu beslerim. Bir salyangoz nasıl besleniyor, salyangoz nasıl bir hayvandır ve bir çocuğun onunla arkadaşlığı nasıl olabilir derim; oradan bilimsel bir sonuca varıncaya kadar o öyküyü yazarım, çalışırım; sonunda oradan bir kitap çıkar. Bakarım ki o kitap bambaşka benim için, hiç kimsenin o güne kadar üzerinde durmadığı türde bir kitap olmuş. O yüzden gerçek yaşamdan çok çocuklarla ve onların dünyasıyla; gençlerin bakış açılarıyla ilgili düşünerek oralardan doğru olanı bulmaya çalışırım. Yani benim amacım şudur: Doğru ve akılcı ürünler yaratmak, sözcük kalabalığı içindeki basit kurgu hikâyelerle uğraşmamak ve her kitabımı bir öncekinden Kimsenin okumayacafarklı bir yapısallığa taşığını bilseniz yine de yazar mak. Yani hikâyelerin hepmıydınız? si bir yaşam yansımasıdır. Kimsenin okumayacağıHasan hikâyesi, Hüseyin nı bilsem bile yazarım tabii hikâyesi, Ahmet Mehmet ama her kitabın bir okuru hikâyesi... Bunların benim vardır, her kültürün bir kitaiçin önemli olan tarafı, hepba eğilimi vardır, herkesin sinin birleştiği zaman ortailgilendiği bir edebiyat dalı ya insan ya da çocukla ilgili vardır: Kimi roman sever, bir fotoğrafın çıkabilmesikimi hikâye sever, kimidir. Yani ben o büyük fotoğsi uzun hikâye kimisi kısa rafa baktığımda bir yargıya, hikaye sever, kimi masal bir kanıya varmak isterim sever, kimi deneme yazıve öykülerimi de ona göre ları sever, kimisi şiir sever, kurarım. Öylesine bir mizah kimisi manzume dediğimiz öyküsü yazmam, bir okulşiir-düzyazı arasında yarı daki öğrencilerin kıra gidip Arkadaşımız Şahika Demirkol, şiir yarı nesir olan şeyleri de kırdan dönerken nasıl Yalvaç Ural ile sever, hatıra kitapları sever eğlendiklerini yazmam. Bekimi, öteki tarih ve anı kitapnim öykülerim, çocukların ları sever, gerçek tarih öyküleri sever, seyahat kitapları içinde merak uyandırmalı; onları düşünmeye yönelteseven vardır, bir başkası bilimsel kitaplar sever, felsefe, cek, araştırmaya itecek bir yapıda olmalı. çizgi roman… Öylesine zengin bir alandır ki yazın dünİnsanların çoğu ‘’Hayatımı yazsam roman olur.’’ yası, onun için her okurun bir beğeni alanı vardır. Bazı der. Sizce herkes kitap yazabilir mi? okurlar bu dünyanın her alanına ilgi duyar, her türde kiZaten herkes kitap yazıyor ama onların yazdıkları kitabı okur. Bir de daha çok farklı türde gerilim, şiddet, aksiyon, polisiye gibi şeyler yazanlar vardır; onların okurla- tap, kitap oluyor mu tartışmak gerekir. İnsanlar kendi yarı da ayrı okurlardır zaten. Onlar benim okurum değildir, şadıklarının anlatıldığı kitaplar yazıyor ama onların anılao yazılanlar da edebiyat değildir bence. Ben edebiyatla rı başka insanlara ışık tutacaksa önemlidir. Eğer sıradan bir yaşamdan söz ediyorsak o zaman bir kedinin de iç içeyim ve onunla yaşıyorum, onunla üretiyorum. yaşamını yazabiliriz; sokaktaki bütün kedilerin yaşamınEserlerinizin konularını nasıl seçiyorsunuz? Bundan bir hikâye çıkar: Birisi gece gidip bir bankta uyuyor, da rastlantıların mı yönlendirmesi oluyor daha çok, 27


benim için yazmak öncelikle bir altyapı ister. Yazacağım esere yönelik bilgi toplamam gerekir, öyle kafama geldiği gibi yazamam. Neyle ilgili yazıyorsam ona dair bütün bilgileri edinmeye çalışırım. Özelliklerini ve onu kendi türündeki diğerlerinden ayıran yönleri, onunla ilgili yazılmış başka şeyler varsa onları araştırırım. Araştırma yapmadan oturup yazdığım hiçbir şey yoktur. Eserlerimin hepsi üzerinde uzun zaman harcamışımdır.

birisi gidip kulübeye sığınıyor… Tüm canlıların bir öyküsü vardır, gözlemlerseniz görürsünüz ki öyküsüz ne kuş vardır ne köpek ne de kedi. Hepsinin bir öyküsü var. O yüzden önemli olan o köpeğin, o kedinin öyküsünden insana yani çocuğa, gence oradan bir sonuç çıkarabilmek. Yoksa yaşanan her şey kendi hâlinde bir öyküdür zaten. Sizi diğerlerinden daha çok mutlu eden bir eseriniz var mı?

Bugünün gençlerine üç tavsiye verecek olsanız ne derdiniz?

Ben eserlerim arasında ayrım yapmam. Ama beni en mutlu edenlerden birisi ‘’Müzik Satan Çocuklar’’dır. Çünkü Makedonya’da Çingene Üniversitesi kurulmuş ve bu kitabım, dünyada ilk defa Çingeneceye çevrilen kitaplardan biri olmuştur. Düşünsenize bu ülkede hiç kimsenin kitabı Çingenece basılmamıştır.

Üç öneri diyorsun değil mi? Evet. Tavsiye eski bir sözcük çünkü. Atatürk’ün bir sözü vardır: Dilini başka dillerin boyunduruğu altından kurtaramayan milletler özgür olamazlar. Bizim dilimizin içinde çok fazla Arapça, Farsça sözcük var. Öyle kelimelerin çoğunu ayıklamalıyız. Zaten zaman içinde sizin gibi gençler onları ayıklıyorlar. Ama böyle televizyonlarda, orada burada konuşuldukça sanki doğrusu buymuş gibi bir yanlışlık içerisinde -doğrusunu söylemek gerekirse biraz da hava olsun diye- yabancı sözcükleri kullanıyorlar. Gerçeği söylemek gerekirse kendi dilimizi, arı dilimizi kullanmak zorundayız. Şimdi soruna gelince… Üç tane -bir, iki, üç tane- öneri istiyorsun gençler için, değil mi? Öncelikle birinci koşul okumayı sevmek, tamam mı? Ve kitabın her türlüsünü okumak. Ayrıca sıkılmadan önemli edebiyat ürünlerini, şiirleri, her türlü kitabı okumak. Sonra kişinin var olması için kendini geliştirmesi; yarına hazırlanması için de düşünce kitaplarını, felsefe kitaplarını okuması gerekir. Dünyada yaşanan olaylar arasında ilişkiler kurmayı, sebep-sonuç ilişkilerini bulmayı ve algımızı geliştirerek baktığımız zaman önümüzde duranı görmeyi öğrenmeliyiz. Sadece körler mi önünde duran bir camı görmez? Hayır, bazen gözü açık körler de camı ya da sokaktaki bir sorunu görmezler. Bir sokakta üç dilenci varmış. Dilenciler o adama hiçbir şey ifade etmez ama bilir ki burada yoksul insanlar var ve bu yoksul insanlar buraya gelmişler çünkü kendilerine yardım edecek insanları burada bulacaklarını düşünmüşler. Bu demektir ki burada oturan insanlar vicdan sahibi yani iyi yürekli, birilerine yardım eden insanlar. Onu görebilmek gerekiyor, onun için gençler çizgi roman dahil her türlü kitabı okumalı ve kendilerini geliştirmeli. Bilgisizlik kadar insanı yanlış yaşamaya itecek, gördüğünü algılayamayacak, çıkmazlara itecek bir şey yoktur. En büyük kötülük insana bilgisizlikten gelir. Yani bilgisiz insanlar hiçbir zaman doğru yolu bulamazlar, bulsalar bile başları her zaman derde girebilir. Derde girdiği gibi bundan kaynaklanan sorunlarını da çözemezler, sorunlarının altından kalkıp doğru yola yönelemezler. Doğru arkadaş seçemezler, doğru okul seçemezler, doğru meslek seçemezler çünkü kendilerini tanıyamazlar. Bunun için önerim budur: Okuyup araştırmak, merak etmek, bilgilenmek, gördükleri ile ilgili notlar tutmak, bazı temel bilgileri ezberlemek, bazı algı oyunları ve bilmecelerle ilgili çalışmalar yapmak üzerine

Atatürk’ün bir sözü vardır: Dilini başka dillerin boyunduruğu altından kurtaramayan milletler özgür olamazlar. Bizim dilimizin içinde çok fazla Arapça, Farsça sözcük var. Öyle kelimelerin çoğunu ayıklamalıyız. Zaten zaman içinde sizin gibi gençler onları ayıklıyorlar. Yazarken içinde bulunduğunuz ortamın koşulları sizin için önemli midir? Ben daima bir odada yazmak isterim. Ve ışık bile gözümü alacak kadar fazla olsun istemem çünkü yazdıklarıma rahatlıkla yoğunlaşmak isterim. Mutlaka önceden notlarımı alırım. Öyküyü önce kafamda yazarım. Küçük basit bir kurgu kurarım, o kurgu yazarken gelişmeye başlar. Ama yazdığım tür ne olursa olsun defalarca denemeden onu yazdım saymam, üzerinde çok yoğunlaşarak çalışırım. Çok değer verdiğim, bilgisine güvendiğim arkadaşlarıma okuturum. Onların eleştirilerini gayet açıklıkla değerlendiririm. Kafama yatmasa bile tekrar araştırır, doğru olabileceğini düşünerek yine üzerinde yoğunlaşır, bazen onların önerisine göre düzeltir bazen de kendi bildiğimi sürdürürüm. Bu yüzden 28

mesini de engellediğiniz zaman her şey daha da kötü oluyor. Günümüzde dünyanın herhangi bir yerinde var mıdır bilmiyorum ama benim bildiğim kadarıyla sınıfta kalma diye bir eğitim sistemi var. Sınıfta kalmayacağını bilen hiçbir öğrenci çalışmaz, bunun sonucunda da üniversiteye girerken tek bir sınavla başarılı olmaya çalışır. Oysa öğrenci baştan bilinçli olarak yetiştirilirse bu, gelecek kuşaklara da her konuda iyi yansır. Bizim de toplumu cahil bırakmayı hedef alan ya da sadece dinî eğitim vermeye çalışan bir eğitim sistemi yerine okuyan, sorgulayan, bilinçli bireyler yetiştirmeye önem vermemiz gerekir.

eğilmek… Sadece okumak değil elbette. Müziğe ilgisi varsa bu yönünü geliştirmek, spor yapmak, oyun oynamak… En son okuduğunuz kitabın adını paylaşır mısınız bizimle? Ben en son hangi kitabı okuduğumu değil de şunu söyleyeyim: Ben bir anda dört kitap birden okuyorum. Bir de çalıştığım eserle ilgili eksikliklerim olmasın diye o konuda bana ışık tutacak el altı kitaplarım bulunuyor. Ama bu dört kitaba gelince benim sürekli bir kitabım var: Hatasız Düşünme Sanatı. Bu kitap iki ciltten oluşmaktadır ve benim başucu kitabımdır. Belki o kitabı on sene sonra hâlâ okuyor olacağım. İkincisi Lacan diye bir psikanaliz var, onu okuyorum. Buna çok bağlı gelen Slavoj Zizek diye bir adam var, bu adam çağımızın önemli düşünürlerinden biri; onun kitabı var elimde. Bunların yanı sıra Mevlana’nın ‘’Mesnevi’’sini okuyorum. Bu ara üstünde en çok çalıştığım kitap o, onunla ilgili bir çalışma yapacağım. Yani biraz ondan okuyorum biraz bundan. Bir de okuduğum beş altı tane okul öncesi kitabım var.

Gençler hakkında biraz konuşmuştuk. Günümüzde gençliğin face book, twitter gibi sosyal medya sitelerinde çok zaman geçirmesini nasıl değerlendiriyorsunuz? Ben bunu bir kitapla değerlendirdim. Bu kitabımın adı ‘’Başparmak Çocuklar’’ Bu benim için çok önemli, daha dün Sırpçası basıldı ve geldi. Türkiye’de de bugünlerde yine okutuluyor. İki yıldır da okullarda, üniversitelerde, liselerde, ortaokullarda bunu anlatıyorum. Bütün d ü n y a da çocuğun sadece biyolojik olarak değiştiğini değil -okuyunca anlayacaksın- ruhsal yapısında değişiklik yaptığını gösteren bir çalışma. Çocuk bütün gün ekrana bakıyor, bir ışığa bakıyor sürekli. İnsan, hayatında hiçbir zaman bir ışığa böyle durmadan bakmadı. Yalnızca eskiden ateş yakarken ısınmak için ateşe bakarlarmış. Güzel kızım, bu akıllı telefonlar insanların bu parmaklarını (başparmaklarını göstererek) çalıştırıyor, bu parmaklarını (diğer parmaklarını göstererek) öldürüyor. Japonlar bunlara ‘’oya yubi seday’’ diyorlar, başparmak kuşağı demek, yalnızca başparmağıyla iş görenler demek. Bu da insanın bu parmaklarını çalışmaz hâle getirir. Belki ileride bu yüzden evrim geçirebiliriz. Nasıl ki çok zıplayan bir adam upuzun oluyor, bunun da olmaması için bir sebep yok. Mustafa Sarıgül’ün eski eşinin -adını hatırlayamıyorum- anaokulu var, kendisi Ankara’ya kadar spor yapar gibi yürüdü. Ayakları otuz sekiz ya da kırk numaraymış yanlış hatırlamıyorsam, yürüyüşü tamamladığında ayakları 43 numara olmuştu. Sadece dört yüz kilometre yürüdüğü için… Bu parmakların da böyle uzamaması için hiçbir sebep yok diyorum. O kitapta da bundan başka ayrıntılı hikâyeler var, sen de incelersin.

Geçmişten bugüne ülkemizde eğitim sisteminin durumu hakkındaki düşünceniz nedir? Türkiye’de geçmişte Köy Enstitüleri, öğretmen okulları ve pek çok eğitim programı uygulandı. Buralarda hep öğrenci yetiştiriliyordu. Buralarda yetişen öğrenciler kitaplar okuyor, enstrümanlar çalıyordu. Ağaç ekiyorlar, ağaçtan meyve topluyorlardı. Marangozluk öğreniyor, oyunlar oynuyorlardı. Hayvan besliyorlardı. Yani her şeyi yapıyorlardı ve çok donanımlılardı. Bu eğitim sisteminde akıllı insanlar yetişiyor ve bilinçli bir şekilde topluma faydalı insanlar oluyorlardı. Ancak ülkeleri yönetenler böyle insanlar istemiyor. Çünkü akıllı insanları yönetmek zordur. Dürüst yönetilirse kolaydır ama dürüst olunmazsa zordur. Yöne- tirken insanları istediğin gibi yönlendirmek, istediğini yaptırmak, istediğini söyletmek yoluna girdiğin zaman sen, kendine köleler arıyorsundur; hâlbuki insanlık öyle bir şey değil. İnsan özgür olmalıdır. Çocuk da öğretmenini eleştirebilir, öğretmen de çocuğu eleştirebilir. Ama bunun için önce öğretmenin iyi yetişmesi engellenmemeli. Çünkü o engellenince ortaya eğri yetişen öğrenciler çıkıyor. Sistemi sürekli değiştirerek köklü bir eğitim geleneğinin geliş-

İlk serüveni çok beğendim zaten, o bizim okulumuzda da çok sık rastlanan bir durum. Hangisi? Yedi Pamuk Prenses, bir cüce… Çok güzeldi. 29


tek tek söylemem ama mesela şimdi ‘’En sevdiğiniz hikâyeci kim?’’ dersen Anton Çehov derim, Nazım Hikmet derim sevdiğim şair, ne bileyim ama Kemal Tahir’i, Orhan Kemal’i, ondan sonra Sabahattin Ali’yi bunları çok severim. Cemal Süreya’yı severim şair olarak, Ece Ayhan’ı severim; o kadar çoktur ki birini söylesem öteki kırılır. İlhan Berk’i severim, Orhan Veli’yi çok severim, Oktay Rifat’ı severim. Kemalettin Kamu’dan Ziya Osman Saba’ya kadar herkesi severim. Sonsuzdur benim sevgim, ayırmam ama dünyanın büyük yazarları Gorkiler, Tolstoylar, Hemingwayler, Steinbeck tabii ki en değerlileridir. Tolstoy’un da çocuk kitabı vardır, büyük romanları da vardır; Dostoyevski ulaşılmaz bir yazardır. Ne bileyim Çehov, dünyaya gelmiş en büyük hikâye yazarıdır; daha büyüğü yoktur bence ama bunun yanı sıra buna yakın pek çok yazar vardır. Yani bu büyük bir okyanustur, ülkemizde de çok insanlar vardır yazar olarak sevdiğim.

Güzel miydi? (tebessüm ederek) Peki, alayım diğer sorunu. İlk kitabınızı çıkarmayı ne zaman ve nasıl düşündünüz? Bunu gerçekleştirmek sizin hayaliniz miydi? Benim ilk kitabım ‘’Sincap’’ adlı şiir kitabım oldu hatta o arada Kültür Bakanlığı da bir kitabımı basmıştı: ‘’Gök Dolusu Güvercin’’ O yüzden o kitap -Ülkü Tamer diye bir şair yönetmen vardır, önemli bir insandır- Ülkü Tamer’in desteğiyle şiirlerin bir araya getirilmesinden oluştu ve o yayınladı. Böyle çıktı kitabım. Eğer yazar olmasaydınız hangi işle uğraşmak isterdiniz? Müzisyendim ben zaten, gençliğimde müzisyenlik yapıyordum. Edebiyatla müziği bir arada götürüyordum ama sonra baktım ki müzikle yaşamak çok zor, hele bizim ülkemizde… Belki başka ülkelerde de öyledir ama sonunda zaten çok düşkün olduğum edebiyata ağırlık verdim. Kitaplarım çıktı, şiirlerim yayınlandı; sonra gazeteciliğe başladım. 1979’da Milliyet gazetesinde işe başlayıp1980’e kadar orada çalıştım. Sonra bir seneliğine oradan Cumhuriyet’e gittim, ardından bir sene sonra tekrar Milliyet’e döndüm. Bu arada bir iki satan kitabım Hürriyet’te fotoroman oldu. Sonra Tarık Dursun Kaya zamanında okul öncesi çocuklar için bir dergi çıktı, bu derginin yazı işleri müdürü ben oldum. Milliyet Kardeş dergisi var, uzun yıllar onu sürdürdük; sonra onun yaş grubunu büyütüp devam ettik sanıyorum. 1988’de Gelişim Yayınlarına geçtim. Orada Bando adlı bir çocuk dergisi çıkardım ve birçok da kurum dergisi çıkardım, sonra tekrar Milliyet’e döndüm. Milliyet’te Miço’yu çıkardım. Miço’yla Türkiye’ye bir mühür koyduk. On bir yılda ortalama elli bin olsa ayda iki yüz bin, yılda iki buçuk milyonun üstünde Milliyet Miço dergisi çıktı. Bugün de herhâlde en az bir milyon okurum vardır. Belki de on milyon bilmiyorum.

Yazmak sizin için bir ömür boyu süren bir serüven mi? Evet. Yazmak bir vazgeçilmez; ekmek, su kadar önemli bir şeydir. Yazamadığı zaman insan ölür gibi geliyor bana. Bir yazar için yazıdan vazgeçmek çok zor, çok farklı bir karar denebilir. Yani böyle radikal derler ya hani… Üstünde çok planlı bir karar verilmiş olması gerekir, onun için yazmaktan vazgeçilmez ama gerçekten yazmayı sevip her gün yeni bir şeyi öğrenip yaşamda ömrünü sürdürüyorsan da çok önemlidir. Sorularım burada bitiyor. Bana zaman ayırıp bizimle bu kadar şeyi paylaştığınız için çok teşekkür ederim. Rica ederim. Ben teşekkür ederim. Derginize başarılar diliyorum. Sağ olun. Senin yazının güzel olmasını diliyorum. Yeni kuşakların bakar kör değil, bakan gören olmasını istiyorum; çok okumalarını, çok bilgilenmelerini, kendi çağlarıyla ilgili bilgi sahibi olmalarını, dünya klasik müziğini bilmelerini. Bach, Beethoven, Chopin’in hayatlarını bilmelerini, Fazıl Say’ın neler yaptığını bilmelerini, çağdaş yazarları ve öykücüleri, dergileri, edebiyat eserlerini okumalarını istiyorum. Yolunuz açık olsun.

Bir yazar olarak okuduğunuz ve beğendiğiniz yazarlar kimlerdir? Bir defa Türkiye’nin bütün usta yazarlarını severim, şairlerini de severim. Çok çeşitli sevdiğim yazar vardır, öylesine çoktur ki… İtalyanlardan, hatta Bulgar yazarlarından, Fransız yazarlarından, çocuk yazarlarından İsveçli yazarlar vardır, Alman derlemeciler vardır, Alman yazarlar vardır; yetişkin edebiyatıyla ilgili çok yazar vardır, çocuk edebiyatıyla ilgili çok sevdiğim, çok tanıdığım yüzün üzerinde yazar vardır onun için böyle

Defne KARAALİ

Röportaj Şahika DEMİRKOL

30

31


-Öykü-

-Deneme-

Bir Dedektiflik Hikâyesi: Frank Holmes

M

plastik bir tüfek verdi. Çalışıyordu ama plastikti sonuçta. “Plastik erir!..” diye bağırdım. Sonunda köpeğin neden o kadar fazla kurşunla vurulduğunu anlamıştım. Plastik tüfek kullanan katil, mermileri bitirip silahı yok etmek için köpeği vurmuştu. Sonra bir çakmakla tüfeği eritip köpeğin içine koydu. Bu biraz iğrençti ama önce bunu kanıtlamalıyız. Otopsisinin yapıldığı yerde köpeği dikkatlice incelemelerini istedik ve tüfeği bulduk! Ama köpeğin üstünde doktorun ve Ekrem’in dna’sı dışında bir şey bulamadık. Kuzenimin yardımına ihtiyaç duyunca onu arayıp her şeyi anlattım, bütün dosyaların da birer kopyasını gönderdim.

erhaba, ben Frank Holmes. Sherlock Holmes’un kuzeni. Az önce çözülmesi “imkânsız” olan bir cinayeti çözmüş olabilirim ama öncelikle olanları anlatmalıyım yoksa bunların hiçbiri size mantıklı gelmeyecektir. 9 yıl önce soğuk bir kış günüydü. Türkiye’ye yeni taşınmıştım. Saat sabah dokuz sularıydı ve kar, yerleri beyaz bir örtü gibi sarmıştı. Pencereden sokakta kardan adam yapan çocuklar görünüyordu. Evcil kaplumbağam açtı. Ona biraz yemek verip kahvemi içmeye koyulmuştum ki telefonum çaldı. Arayan, kuzenimdi. Kendisi ünlü bir detektiftir, adı Sherlock Holmes. Ona bir cinayet araştırmasında yardım etmemi istedi. Burası çok uzun hikâye. O cinayeti çözdükten sonra ben değiştim. Bir dedektif olmak istemiştim. Zaten yedi yıldır polis olduğum için bu olanaksız değildi. Üstelik bu konuda eğitimim de vardı.

BU SABAH Kahvemin ilk yudumunu almıştım ki telefon çaldı. Arayan kuzenimdi, evin içinde gizli bir tünel olabileceğini söyledi. Bunu söylerken çok doğal bir şeymiş gibi beş dakika içinde oradayım dedi. Bana bu işte yardım etmek için Türkiye’ye gelmiş. Şaşırdım elbette ama sevindim. Geldiğinde hemen hazırlandım ve çıktık. Berrin’in eski kocasını öldürmeye çalıştığını kanıtlamaya gittik. Ama bir şey bulamadık. Artık aradan 6 hafta geçmişti. Pes etmeye başlıyordum. Aklım bir su kaydırağı kadar karmaşıktı. Bu konu üzerinde o kadar durmuştum ki artık sakalımı tıraş etmeye vaktim kalmamıştı. Ondan sonra bir tünel bulduk. Şifreli bir panik odasına ulaştık. Şifre bulmada bir deha örneği olan Sherlock, kapıyı açtı; çalınan tüm eşyalar oradaydı. Sonunda hırsızın Ekrem olduğunu fark ettim. Ekrem, eşyalarının sigorta parası için kendini kurban gibi göstermişti. Şimdi Ekrem’e devletin verdiği koruma evine gidiyoruz. Orada olanları sonra yazarım.

Altı hafta öncesine gidelim. Bir eve hırsız girmişti. Hırsız evdeki köpeği öldürmüştü ama asıl amacı ev sahibi Ekrem’i öldürmekti, bunu başaramamıştı.. Ekrem bayılmadan önce polisi aramayı becermişti. Bu size normal bir hırsızlık gibi gelebilir ama işin tuhaf kısmı şuydu: Hırsız, köpeği altı kurşunla öldürüp Ekrem’i tek bir mermiyle yaralamıştı. Ayrıca kapılar içerden kilitliydi ve hiçbir zorlamaya uğramamıştı. Evden yaklaşık 100.000 dolarlık eşya çalınmıştı. Benim aklımdan o anda bir sürü soru geçiyordu. Katil neden köpeği 6 kurşunla öldürürken adama yalnızca tek kurşunu yeterli görmüştü? Katil onu tanıyor muydu? Kanıtları torbaya koyup eve gittim. Eve giderken kıvırcık saçlarım damla damla yağmurda ıslanıyordu. Siyah ceketim evdeki süngerden daha ıslaktı. Sigara kutum yağmur yüzünden sırılsıklam olmuştu. Sonunda eve gelmiştim. Epeyce ilerlemiş olan zamana yetişmek ister gibi hızlıca ılık bir duş alıp uyudum. Sekiz saat uyumuşum.

Yeni Nesil

B

Biz bugünün çocukları olarak evden çıkamıyoruz. Bunun iki nedeni var: Bi’ kere dışarısı bu sıralar çok tehlikeli olduğu için evimizin daha güvenli olduğunu hissediyoruz. İkincisi içimizden pek de dışarı çıkmak gelmiyor. Ailelerimiz bize tablet, telefon vb. eşyalar alıyorlar. Bazen evde durup o eşyalarla vakit geçirmemiz büyüklerimizin işine geliyor. Onlar daha rahat çıkabiliyor dışarı. Bu yüzden de bazen bu cihazlarla uğraşmamıza karşı çıkmıyorlar. Sonra da teknolojinin bizi dış dünyadan kopardığından yakınıyorlar. Keşke biz çocukları da anlasalar, hâlimizi bilseler… Ne zorlukları atlatmak için ne kadar zaman harcıyoruz, nelere özeniyoruz, nasıl deniyoruz ve başarılı olmaya çabalıyoruz... Ailelerimizin başarı yolculuğumuzda büyük emeği var, bu konuda onların hakkını yiyemeyiz elbette. Onlar da çalışıp para kazanarak ihtiyaçlarımızı gideriyorlar. Bu yüzden de kendilerine zaman ayırmaya ihtiyaçları var. Yine de bizlerle vakit geçirmelerini de istemeden edemiyoruz. Roni Eren YERUŞALMİ

iz insanlar günlük hayatta, telefonla mesajlaşırken veya konuşurken sınırsız kısaltmalar, yabancı kelimeler derken kendimizi kaybediyoruz. Yazışmalarda ‘’Naber?’’ değil de ‘’Nbr’’, ‘’Tamam’’ değil de ‘’Tmm’’ ya da ‘’Ok’’ derken hiçbir rahatsızlık hissetmiyoruz. Aceleden mi, havalı olduğunu düşünmekten mi bilemiyorum. Keşke Türkçemizi düzgün ve hakkını vererek kullansak ama bunun önemini anlamayan çok kişi var ne yazık ki. Bizim çağımızdaki çocuklar, anne babalarına soru sorduğunda pek çoğunun aldığı yanıt şöyle: ‘’Git, internetten bak.’’ İşte bu da toplumumuzun bugün geldiği noktada nasıl da sabırsızlaştığının ve tembelleştiğinin kanıtıdır.

Bir çocuk ve annesi yolda yürürken yerden bir kitap bulurlar. Çocuk kitaba uzanmak isteyince annesi ‘’Ne işine yarayacak, internet var.’’ diyerek onu engeller. Çocuk bu duruma üzülmez çünkü onun kuşağındaki herkes bir kitabı okumak yerine onun filmini izler ya da özetini dinler; bizim için de böyle. Eskiden çocuklar eve gelirler, çantalarını odalarına bırakıp sokakta arkadaşlarıyla bilye ya da futbol oynarlardı. Zamanla teknoloji ilerledi, biz asosyalleştik.

Az önce Ekrem’i tutukladık. Ona kanıtları gösterince döküldü. O “çalınan eşyaları” internette ederinin iki katına satacakmış. Kendini ölmeyeceği garanti olan bir yerden vurmuştu. Sonra kanıtları saklamak için köpeğini öldürmüş. Şu anda her yerde kameralar bizi çekiyor, bütün gözler üstümüzde. Kuzenim bana iyi iş çıkardığımı söyleyerek veda etti ve evine döndü. Ben de sonunda gönül rahatlığıyla evime doğru yola koyuldum. Oturduğum dairenin kapısını açarken sokaktan polis sirenleri duyuluyordu. Ne olduğunu merak edecek hâlim kalmamıştı, duymazdan geldim. Kapıyı içerden kilitledim, kendimi salondaki kanepeye bir çırpıda bıraktım ve yavaşça göz kapaklarımı indirdim.

1 HAFTA ÖNCE Şüpheli listem tamamlanmıştı. 34 kişiyi sorgulamıştık ve sorguladığımız kişilerin 32’sinin evde olduğuna dair tanıkları vardı. Yani geriye sadece 2 şüpheli kalıyordu. Ekrem’in kardeşi Sabri ve Ekrem’in eski karısı Berrin. İkisinin de Ekrem’in evinde anahtarları vardı. Berrin bize olay gecesi 22.00-23.00 arası evde uyuyor olduğunu söylemişti ama kamera kayıtları onun o saatler arası evde olmadığını gösterdi. Bu da Berrin’i şüphe listesinde zirveye taşıyor. Berrin’e bu durumu söylediğimizde avukatını istedi. İki saat boyunca avukatı bekledik. O arada silahımın bozulduğunu fark ettim, bu yüzden Arkadaşım Charles ile yedek bürosuna gittim. Bana

32

Defne KARAALİ

Selin BUTTERWORTH 33


-Öykü-

Amok* Koşusu

*Amok; cinnet hâlinde olma, sonuçlarını hesap edemeden şiddet kullanma durumudur.

İ

ki güne kadar bir şeyim yoktu. Ama geçen pazar sabahı uyandığımda daha önce hiç olmadığım kadar bitkin ve yorgun hissetmemin böyle sonlanacağını bilemezdim. İki gün boyunca işe gidip gelmek benden bir ömür almıştı. Sanki iki gün boyunca uyanamamış gibiydim. En yakın zamanda görüştüğüm doktorun bu yaşadıklarımı “sıtma” olarak isimlendirmesiyle teşhis koyulmuştu. Şu an ise evde ateşler içinde yatıyor, düzenli olarak ilaç alıyor, şiddetli baş ağrımı yaratan yüksek ateşimi ve nefes daralmalarımı hissetmemeye çalışarak dinlenmeye çabalıyorum. Başımın altındaki yastığı bile binbir güçlükle düzeltmeye çalışmış, başarılı olamayınca vazgeçmiştim. Karım Asmira’yı çağırmak istesem de sesimi çıkaramamıştım. Karım üç gündür benimle ilgilenmekten kendi soluğunu bile alamamışken onu en azından yarım saatlik uykusundan edemezdim. Sıtma, beni değiştirmişti. İnanılmaz bir karamsarlık içindeydim. Sanki hiç iyileşemeyecek gibi… İçimde bir şeyler beni parçalıyor ama ben buna bir ad koyamıyordum. Aklıma geldikçe boşu boşuna insanlara sinirleniyor, söyleniyordum. Hem patronumun beni o hâlde görüp gitmeme izin vermemiş olmasını hazmedemiyordum -sadece bu bile işten ayrılmam için yeterli sebepti- hem de hiçbir dostumun beni arayıp sormaması yüzünden içimde herkesi yutacak bir kin topunu büyütüyordum.

biliyorduk. Oğlum da benim parasızlığım yüzünden ölmemiş miydi? Oğluma daha iyi bir yuva sağlamalıydım, daha iyi bir iş bulmalıydım diye geçirdim içinden. Beş yıl önce kanserden ölen oğlum yine aklıma gelmişti işte! Benim minik Iban’ım. Keşke daha iyi bir ailede doğsaymış diye geçirdim içimden. Keşke daha çok para kazanabilseydim, keşke daha iyi bir işim olsaydı. Ve başı sonu belli olmayan bu keşke listesi uzuyor, üzüyordu. Acı gerçekler soğuk bir suymuşçasına yüzüme yüzüme vuruyordu. Canımı yakıyor, soluk alıp vermemi engelliyordu. Ama bu sefer gözlerim dolmuyordu. İçimde yabancı bir hareketlilik canımı yakıyordu. ‘’Acı’’ diye adlandırdığım milyonlarca duygu, yerini sanki büyük bir ateşe bırakıyordu.

Acı gerçekler soğuk bir suymuşçasına yüzüme yüzüme vuruyordu. Canımı yakıyor, soluk alıp vermemi engelliyordu. Ama bu sefer gözlerim dolmuyordu. İçimde yabancı bir hareketlilik canımı yakıyordu. ‘’Acı’’ diye adlandırdığım milyonlarca duygu yerini sanki büyük bir ateşe bırakıyordu.

Anlık bir istekle ayağa fırladım. Son birkaç günün aksine yıkılacak gibi hissetmiyordum. Hatta uzun zaman olmuştu ki böyle hareketli değildim. Gözlerim yetilerini yitirmişti. Her yer kırmızıya, cehennem ve kötülük rengi kırmızıya, bürünüyordu. Oysa ben cehennemde değildim, özgürdüm; hatta hiç olmadığım kadar. Kulaklarım duymuyordu. Her şeyi yakıp yıkmamı emrediyordu içimdeki ateş. Ve ben sadece onun emrini yerine getirdim. Belki de yaptığım en saçma şeydi. Yıllarca sanki bu yetim elimden alınmış da birden onu yine yakalamış gibi hareketlendim. İlk hamleme birazdan yemek yiyeceğimiz masayı altüst ederek başladım, bir daha durmayasıya. Sehpadaki vazoyu elime almamla yere çalmam bir olmuştu. Onlarca parçaya ayrılan vazo sanki içimdeki ateşe odun atıyordu. Koltuğu devirdim. Temizlik sırasında azıcık ittirmem için yardım isteyen karıma ‘’Gücüm yetmiyor.’’ diyemeyip de belimin ağrıdığını söyleyerek bahane uydurduğum koltuğu şu an ufak bir uğraş bile göstermeden döndürebilmem ne ironiydi hâlbuki. Ardından odada sağlam bir şey kalmamasını istermiş gibi önüme geleni yıktım. Yine de içimdeki ateş dinmemişti. Odadan çıktım. Karım Asmira’yı gözlerini pörtletmiş, elindeki tencereyle kendini savunmaya çalışır hâlde buldum. İçimdeki ateşi

Fakat şu an çok şiddetli bir acı yaşamadığım için düşünebilirdim. Patronla başladım. On iki yıldır çalışıyorken, hiçbir kötülüğümü görmemişken… Benim her an ölecekmiş gibi hissetmem ve berbat görünmeme karşın erken çıkmak istediğimde önüme sadece bir yığın kâğıt bırakmıştı. Ah o kâğıtlar! Sürekli okuyor, kredi verip vermemeye karar veriyor, imzalıyor ve başkaları görsün diye sekreter Diana’ya bırakıyorduk. Malezya’daki küçük bir bankada çalışıyordum. Saatlerce çalıştığım hâlde zar zor geçine34

dişini geçiren. Cinnet geçiriyordum, hiç bitmeyecek olan bir cinnet. Ruhum zarar vermenin isteği ile dolup taşıyordu. Pişmanlık? Hissetmiyordum bile, bana bakan insanların gözlerindeki korkuyu duymadığım gibi. Siren seslerini işitince arkamı döndüm. Bir polis aracıydı. Niye korkmuyordum? Bunu da umursamadan önümde bana direnen delikanlıyı tuttuğum gibi yumruklarımı sallamaya başladım. Hiç olmadığım kadar güçlüydüm. Ölmesini istiyordum; şu an herkesin şuracıkta ölmesini ve her şeyin dağılmasını, bu ateşimin sönmesini istiyordum. Hızla meydana koşmaya başladım. Daha fazla insan, daha fazla yıkım… Caddeye varınca çevreye bakındım. Bir kadını tuttuğum anda yüzünü yerle buluşturdum. Yanındaki adama dönmüştüm ki o sıra midemde inanılmaz bir ağrı hissettim. Kafamı çevirdim. Beyaz bir araba vardı. Arabanın üstünde kırmızı lekeler vardı. Üzerime bakamadım bile. Devam etmek istesem de hareketim durdurulmuş gibiydi. Kolumu oynatmaya çalıştım. Olmadı. Demek burada bitecekti her şey. Son kez kafamı kaldırıp öylece bakındım. Hiçbir acı hissettirmedi o arabanın çarpması. Beni yakan şey, ‘’amok’’ adlı bitmeyen cinnete karşı gelememekti. Hâlâ yakıp yıkmak istiyordum ama artık yapamıyordum. ‘’Amok’’ ateşi beni yakıp kavururken gözlerimi yumdum ve sonsuzluğa kavuştum. Öykü ELVERDİ

söndürmek istiyordum ve bu yüzden tereddüt dahi etmeden karımın boğazını kavradığım gibi sıktım. Neden karımın ağlıyor ve yalvarıyor olması bana bir anlam ifade etmiyordu? Hareketsiz kaldığında durdum, yavaşça bıraktım. Pişman değildim. Yaptığım bu hareket ateşimi söndürmemiş, söndürememişti! Aksine daha da körüklemiş olması normal miydi? Daha fazla yıkmak istedim. Mutfağa gittim. Mutfak dolaplarının kapaklarını açıp tüm tabak çanağı bir bir camdan atıyor, kırılma sesini dinliyor, o an hiçbir şeyi önemsemiyordum. Kıracak bir şey kalmayınca camdan atlayıp dışarı çıktım. Yerdeki camlar elimi kolumu kanatıyor ama canımı yakamıyordu. Beni daha da fazlasına sürüklüyordu. İçimdeki ateşi söndürmeye itiyordu. Koşarak karşıdaki kafeye gittim. Tüm gözlerin benim kanlı kollarıma dönmesini umursamayıp içeri daldım. Müşterileri dövdüm. Aldığım bıçakla insanlara zarar verdim, masaları tek tek devirip ne varsa döktüm. Mutfağı dağıttım. Nedensizce... Nedensizce yapıyordum bunları; anlık bir kriz, istekle. Uyuşturucu gibiydi, zarar verdikçe sürdüresin geliyordu. Sayamadığım saatler boyunca sokakta önüme çıkanları rahat bırakmadım. Dükkân tezgâhlarındakileri yakıp yıktım. Ateş hiç sönmedi; ben yoruldum, o durmadı. Kudurmuştum, uzaktan kuduz gibi görünüyordum belki ama hayır, beni ısıran bir hayvan değildi. Ruhu kudurmuş bir insanlıktı bana

35


-Sanat-

-Deneme-

Dışarda Hiçbir Şey Var

Onlar da Birer Canlı

D

ışarda Hiçbir Şey Var, Shirley Maclaine tarafından yazılmış aynı adlı kitabın Türkçeye çevrilerek tiyatroya uyarlanmış hâlidir. Tek kişilik oyunun sahnesinde Betül Arım’ı görüyoruz. Betül Arım İstanbul Şehir Tiyatrolarındaki görevinden emekli bir oyuncu. Yaşama sanatına dair seminerlerindeki deneyimlerinden de yola çıkarak derleyip oluşturduğu bu tek kişilik -kendi deyimiyle- anlatıda hayatın dışarıda olup bitenlerle değil içimizdeki dünyayla belirleneceği fikrini aktarıyor.

kıymetini bilip keyfini çıkarmamız öğütleniyor. Vücudumuzdaki organlardan tutun da yaşadığımız en küçük bir zaman parçasının bile değerli olduğu hissiyle yaşadığımızda hayatın daha güzel olacağını anlatmak istiyor. Kendisiyle yapılan bir söyleşide “Ben de herkes gibi acıyı, kederi yaşıyorum ama sadece sevinci, neşeyi besliyorum.” diyen Betül Arım, bu oyunun temel noktasını da bu sözüyle belirtmiş oluyor aslında. Çünkü “Dışarda Hiçbir Şey Var”, her şey insanın içinde olup bitiyor. Bu yüzden siz, içinizdeki güzeli destekleyin, besleyin her zaman; kötüyü değil.

Oyunun bize anlattıklarından biri de vücudumuzun bize verilmiş bir armağan olduğudur. Bu yüzden organlarımızı sevmemizi istiyor. İzleyicinin dikkatinin çekilmek istendiği noktalardan biri de bilinçaltı. Oyun boyunca bilinçaltının düşündüklerimizi sorgulamadan yapmasına değiniliyor. Bilinçaltı bazen olmayan bir şeyi bile olmuş gibi hissettiriyor. Bu noktada hayatın kötü yanlarına odaklanmak yerine hayatın

Mehmet Devin ALDI

B

azı insanlar hayvanlara onların da birer canlı olduğunu unutmuş gibi davranıyorlar. Belki sert olacak ama söylüyorum: Bence böyleleri “insan” diye anılmayı bile hak etmiyor. Sadece eğlence için hayvanlara zarar veriyor, onları canlıdan saymıyorlar. Ama ne yazık ki daha kötüleri de var: Hayvanlara arabayla çarpıp kaçanlar. Böyle bir şeyi insan nasıl yapar, anlayamıyorum. Hadi, bilerek çarpmadı diyelim, yaralı hayvanı orada bırakıp gitmeye hangi “insan’’ın vicdanı elverir? Bazı insanlar batıl inançlara çok bağlıdır. Mesela merdiven altından geçmek uğursuzluk getirir, 13 uğursuz bir sayıdır ya da kulakların çınlıyorsa biri seni anıyordur... Bu yazının ilgi alanına giren batıl inanç ise kara kedilerin uğursuzluk getirdiğine dair yaygın inanış. Bunun kökeni eski Avrupa’ya dayanıyor. O zamanlar cadıların var olduğuna inanılıyormuş. İnsanlar da kara kedilerin cadıların kedileri olduğuna ve geceleri şeytana dönüştüğüne dair korku hikâyeleri anlatıyormuş. Günümüzde -her ne kadar bir batıl inanç olsa da- hâlâ buna inananlar ve kara kedilerin uğursuzluk getirdiğini düşünenler var. İnsanların düşüncelerine karışamam elbette ama bazı insanların bu konuyu abarttığını düşünüyorum. Cadılar Bayramı’nda kara kedileri kesen bazı caniler var. Bu yüzden Amerika’daki barınaklar Cadılar Bayramı günü kara kedileri sahiplenmek isteyenleri geri çeviriyor. Dünyada bencil ve düşüncesiz insanlar yüzünden neredeyse doğal alan kalmadı. Denizler de insanların kirlettiği yerlerden biri. Yakın zamanda okuduğum habere göre bir adam, denizde vücudunda bir şey olan bir balığa rastlıyor. Balığı yakından incelemek için eline alıyor ve balığın boynunda bir şişenin açma halkasını görüyor. Hem balığın hâline hem de insanların doğayı kirlettiğine üzülüyorum. Kim bilir o balık, o açma halkasıyla kaç yıl yaşamak zorunda kaldı. Geçenlerde sadece keyif uğruna bir sürü balina öldürdüler. O kadar çok balina öldürmüşlerdi ki koca deniz kıpkırmızı olmuştu. Bunun için yüzlerce balina öldürmüş olmaları gerek. Gerçekten üzücü... Hayvanat bahçeleri de hayvanlar için ayrı bir eziyet. Bir hapishaneye tıkılıyorlar. Düşünsenize, bir aslanın yaşamak için kocaman bir alana ihtiyacı var ama onu küçücük bir alana kapatıyorlar. İnsanlar keyfi için hayvanları doğal yaşamlarından uzaklaştırıyorlar. İnsanlar en fazla iki saat hayvanat bahçesini gezsin diye o hayvanlar bir ömürlerini o küçücük yapay yerde geçiriyor.

36

37

Bir de kozmetik markaları var. Hayvanların üzerine bilmedikleri maddeleri sıkıp insanlar için zararlı mı diye bakıyorlar. Bazı hayvanlar bu deneylerde zarar görmüyor olabilir ama bir kısmı çok zarar görüyor. Bu konuyla ilgili bir YouTuber’ın sevdiğim bir sözü var: “İnsanlara zararlı mı diye hayvanlarda test edilen kozmetik markalarını kullanırken yüzünüz bile kızarmıyorsa o yüze dünyanın en güzel makyajını yapsanız ne, yapmasanız ne?” Hayvanlara şiddetle ve bencilce yaklaşacağınıza onları sevin, onları doğal ortamlarından ayırmayın, yardıma ihtiyaçları varsa onlara yardım edin, onların da bizim gibi birer canlı olduğunu unutmayın. Sizin kadar onlar da sevgi ve saygıyı hak ediyor. Deniz AYDIN


-Deneme-

-Deneme-

Beton Yığını*

Mazide Kalan Oyunlar

G

ünümüzde sokak oyunları ne yazık ki çok yaygın değil. Bunda teknoloji çağının payı büyüktür. Bunu söylerken şunu da kabul ediyoruz aslında: Teknoloji, getirdiklerinin yanı sıra götürdükleriyle de hayatımızın bir gerçeği.

Teknoloji söz konusu olduğunda onu kullanıp kullanmamak değildir aslında tartışılması gereken, onun ne ölçüde doğru kullanıldığıdır. Örneğin teknolojiyle olan bağınız, sadece ekrana bakarak oynanan oyunlar veya zamanı tüketen videolarsa bu durum tartışılmalıdır. Çoğunlukla projeler, belgeseller, yaratıcı çalışmalar için yani bilgi çağının gereklerine uygun kullanabiliyorsak bu, başarıdır. Eskiden çocuklar, akşam olup hava kararana kadar sokaklarda oyun oynarmış. B u g ü n o sokak oyunlarını genellikle büyüklerimiz bilir. Bu yüzden o büyüklerimden birine sordum, o da bana “Yağ Satarım, Bal Satarım”dan söz etti. Öteki oyunlarınızın arasına bunu da katmanızı dileyerek anlatıyorum: Bu oyunda ne kadar kalabalık olursanız o kadar keyifli olurmuş ancak grupta en az dört kişi olmalı. Bir kişi ebe olur, onun dışında kalanlar bir çember şeklinde yere otururlar. Ebe, elinde bir mendille yerde oturanların arkasından çemberin etrafında dolaşmaya başlar. Bu sırada oyuna adını veren şarkıyı söyler ve bütün çocuklar şarkıya eşlik eder: Yağ satarım, bal satarım. Ustam ölmüş, ben satarım. Ustamın kürkü sarıdır. Satsam on beş liradır. 38

*Hicabi Demirci’nin “Çizgili Dünya” adlı karikatür kitabında yer alan aşağıdaki karikatürden esinlenilerek yazılmıştır.

Bu şarkıyı söyleyerek yürürken yerde oturanlardan birini seçen ebe, elindeki mendili onun arkasına bırakır. Ebenin mendili bıraktığını gören herkes el çırparak şarkıyı “Zam-bak, zum-bak, dön arkana iyi bak” diye devam ettirir. Arkasına mendil bırakılan kişi, bunu fark ettiğinde ebeyi yakalamaya çalışır. Yakalama sürecinde yalnızca yerde oturanların kurduğu çemberin etrafında koşulur. Ebe, bu sırada kendisini kovalayan kişinin yerine oturabilirse kovalayan çocuk yeni ebe olur ve oyun aynı şekilde sürer. Ancak kovalayan çocuk, ebeyi yakalarsa yerine döner ve oyun, aynı ebeyle devam eder. Büyüklerimizi dinlediğimizde eskiye göre çok şeyin değiştiğini öğreniriz. Bu değişimlerin en üzücü olanlarından biri, sokaktaki çocuk oyunlarının unutulmasıdır belki. Teknoloji çağının çocuklarından biri olarak sesleniyorum: Başımızı televizyon veya akıllı cihazlarımızdan kaldırıp sokağa çıkalım, eski günlerdeki gibi temiz hava alalım, oyunlar oynayalım. Dünya eskisi gibi güvenilir olmayabilir, soluduğumuz hava eskisi kadar temiz olmayabilir ama belki de her şeyin bu kadar kirlenmesinin sebebi, çocukların evlere kapanmasıdır. Oyunlarımız ve çocukluğumuz mazide kalmasın! Aslı DALLI

H

er yer bina, beton yığını… Artık insanlara yürümek için bile yer kalmadı. Boş bulunan her yere hemen bina yapılıyor. Zaten hava kirliliğinin en temel nedenlerinden biri de bu değil mi? İnsanlara yaşayacak, nefes alacak yer bırakmadılar. Bu sadece bizi değil hayvanları hatta bütün canlıları etkiliyor. Boş bir alana bir park, bisiklet veya yürüyüş yolu yapsalar; ağaçlar dikip orayı güzelce şekillendirseler… En azından bir medeniyet belirtisi olsa, çok mu zor? Günümüzde çocuklara yer kalmıyor, onlar da bu yüzden eve kapanıyor. Sonra haberlerdeki manşetler: “ÇOCUKLAR NEDEN TEKNOLOJİYE BAĞLI KALDILAR?” Bunu soran ve bundan yakınan büyükler, bu sorunun yanıtını kendileri de bilmiyor mu? Yer bırakmadınız ki bize, çıkıp dışarıda oynayalım. Ben Almanya’da doğdum. Orada üç yıl yaşadım. Orada belediye, gölün kenarına yürüyüş yolu yapmış; banklar koymuş; çimenler, ağaçlar dikip güzel bir alan oluşturmuş. İnsanlar medeni bir şekilde gelip piknik yapıyorlar, dinleniyorlar. Biz neden öyle olamıyoruz? Çok mu zor geliyor? Hicabi Demirci’nin burada gördüğünüz karikatüründe de arkada binalar var. Buldozer geliyor, orada oynamaya çalışan çocuğu alıyor. Neden? Çünkü arkadaki binlerce bina ona yetmedi, oraya da bina yapacak. Sevgili büyükler, kentlerde beton yığınlarının arasına sıkıştırdığınız biz çocuklar,

yarının sahibiyiz. Bizleri betonla besleyemezsiniz. Bize daha çok ağaç, daha çok toprak, daha çok hava gerek. Ve elbette bunlara ihtiyacımız olduğunu size hatırlatacak daha çok sevgi…

39

Serra ARAS


-Öykü-

-Deneme-

Elveda

Kim Onlar?

Hayatımızdaki her şey mutlu sonla bitmez ne yazık ki. İşte benim hikâyemde de bunu göreceksiniz. Mükemmel bir dostluğun koşullar yüzünden ayrılığı…

N

arin, ailesiyle birlikte başka bir ülkeye gidiyordu. Çok üzgündü, bütün anılarını silip atmak zorundaydı. Özellikle de arkadaşı -hatta kardeşim bile diyebilirdi ona- Mina’yı çok özleyecekti. Ama sadece Narin mi? Hayır, annesi de... Narin’in annesi Nesrin Hanım çok duygulu bir kadındı, bir karıncayı bile incitemeyeceklerden... Ama artık Türkiye’de kalmaları imkânsız gibi görünüyordu babası Metin Bey’e.

Hanım ve Metin Bey başka bir şeye takılmışlardı. Üçü de gözlerini Mina’nın elindeki zarftan alamıyordu. Ne vardı acaba içinde? Narin, hiç kimseyi önemsemeden zarfı Mina’nın elinden çekti. Sonra annesinin sert ve ateşli bakışlarıyla karşılaşınca mektubu nazikçe geri uzattı. Neyse ki merakı çok kısa sürede dindi. Mektubun kendisine ait olduğunu öğrenince sevinçten havalara uçtu. Hadi gelin şu mektuba göz atalım:

Tam o sırada sağanak yağmurun şıp şıp sesleriyle Narin’in yüreği hopladı. Trenin de kalkmasına az zaman kalmıştı. Narin’in tek derdi şu an Almanya’ ya gitme konusuydu. Orada kimler vardı, nasıl bir okula gidecekti; hiçbir fikri yoktu. Hem ‘’Almanca ne?’’ deseler sadece “Ich heiße Narin.” diyebilirdi. Onu da kekeleye kekeleye… Bunu gidip babasına anlatsa biliyordu ki boşuna uğraşmış olacaktı. Babasının biletleri yırtıp atması için herhâlde bir mucize olması gerekiyordu.

Sayın Narin Ertuğ, Bu sene katıldığınız dans okulumuzun yarışmasında birinci oldunuz ve okulumuzda burslu okumaya hak kazandınız. Aile yakınlarınızın verdiği bilgiye dayanarak Almanya’ya taşındığınızı duyduk. Bu nedenle kayıt hakkınızı okulumuzun dünyadaki beş şubesinden biri olan Almanya’daki şubemize aktardık. Başarılar… Nedense Narin yerinde duramıyordu ama bu sefer mutluluktan değil, ne yazık ki üzüntüden. Ve nedeni çok basitti. Onu Türkiye’ye bağlayacak hiçbir şey kalmamıştı artık. Dans okuluna da Almanya’da devam edecekti. Zaten trenin kalkmasına otuz dakika kalmıştı. Narin sakinleşip Mina’ya sarıldı, hem de öyle sarıldı ki kimse onları ayıramazmış gibi. Ama Narin hafiften mutlu da olmuştu aslında. Oradaki yeni arkadaşlarını merak ediyordu. Hem istediği zaman Mina’yı görmeye gelebilirdi. Sonra Nesrin Hanım ve Metin Bey, Narin’in elinden tuttu; trene bindiler. Mina’ya el sallamaya çalışan Narin’in bedeni cama yapışmıştı. Son an’a kadar arkadaşını görmek istiyordu.

Evet, artık çok geçti! Trenin kalkmasına bir saatten az kalmış, Narin de hiçbir şey yapamamıştı. Sabahın ilk saatleri... Güneş daha yeni doğuyor. O soğuk karanlıktan kalan sadece minik bir esinti idi. “Sonundaaaaa, yetiştim!” diye bir bağırış ile Narin silkelenip sesin nereden geldiğini anlamak için bakındı. Ses arka taraftan geliyordu. Narin, adımlarını tedirgin bir şekilde atıyordu. Rüzgâr, onu geriye doğru çekiştiriyor; sanki gitmesine izin vermiyordu. Adımlarını attı, attı ve… Bir an durakladı, gördüğü şey acaba gerçek miydi? “Aaaa, olamaz!” diye haykırdı Narin. Annesi ile babası koşarak yanına geldi. Gördükleri şey Mina ve annesi idi. Narin, şaşkınlık içindeydi; yüreği hop hop diye içinde kendini sağa sola vuruyordu sanki. Koşarak arkadaşına gitti. İkisi de sanki yıllardır görüşmemiş de çok özleşmiş bir hâlde, birbirlerine yapışık ikiz gibi sarılmıştı. Birbirlerini özleyecekleri yarınlar içindi bu sarılma. Bütün bunlar olurken aslında Narin, Nesrin

H

isimler olmaz. Tiyatroya veya sinemaya gideceklerse asla kendi seçimleri olmaz, en popüler hangisiyse ona gidilir. Peki neden böyledir? Niçin zamanımız böyle bir insan tipi üretmiştir? Buradan itibaren onların gözlüklerini takalım lütfen.

iç çok mutlu ve güler yüzlü veya sessiz insanların içini merak ettiniz mi? Onların hayatlarının da zor olabileceğini düşündünüz mü? Buna bir örnek ‘’plaza kadınları’’. Onlara özellikle ‘’plaza kadınları’’ denmesi bile başlı başına bir sorunun varlığına işaret bence.

Her gün çok bakımlı ve süslü bir şekilde işe gitmek sizce de zor değil mi? Yorgunluk ve tükenmişlik hissi eninde sonunda oluşmaz mı? Henüz genç sayılabilecek yaşlarda bile yorgun görünmemek için başvurulan estetik müdahalelere ne demeli? Sürekli zayıf kalabilmek için yapılan diyetler?.. Asıl amaçlarının gösteriş yapmak olduğunu düşünmüyorum. Bence çoğunun kaygıları sadece içinde bulundukları ortamda ezilmemek, ayakta kalabilmek hatta işini kaybetmemek ihtiyacından kaynaklanıyor.

Süslü, gösteriş meraklısı kadınların hayatlarının pürüzlü ve zor; o boş vermiş, eğlenceli görünüşlerinin de bu pürüze makyaj olabileceğini hesaba katmak gerek. Birkaç madde ile bu kadınların nasıl tarif edildiğine bakalım. Bence bu maddelerden en kötüsü, kitapları sadece en çok satılan bölümde oldukları için almaları. Büyük olasılıkla o kitaplar, alındıktan sonra da evin ‘’çok alınan’’ bir köşesinde öylece duruyordur. Bir başka madde ise pahalı kahvelerin satıldığı yerlerden çıkmamaları. Öğle araları boş vakitlerini buralardan fotoğraf ‘’etiketleyerek’’ ve çevredeki insanları gözetleyerek geçirmeleri… Çalıştıkları yerin yemekhanesini kullanmak yerine dışarıda yemek, onlara bir ayrıcalık kazandırıyor gibidir. Başka bir konu karşı cinsleriyle aralarında geçen diyaloğu herkese anlattıklarının söylenmesidir. Eğer bir çocuğu varsa onun üzerinden gösteriş yapmaya çalışır. Çocuklarını birçok etkinliğe gönderirler ama sadece gitmiş olmaları önemlidir. Bunu da bütün iş arkadaşlarının bilmesini isterler. Ve bu çocukların adı asla Ayşe, Mehmet gibi sıradan

Şimdi tekrar düşünelim: Böyle madde madde etiketlenen kadınlar mı suçlu yoksa onları bu şekilde adlandırma kolaycılığına kapılan medya mı? Günümüz insanını birbirinden uzaklaştıran rekabet duygusu ve kadınlara dayatılan tek tip güzellik anlayışını da unutmayın! Zeynep GENÇ

Raylarda dönen tekerleklerin sesi duyuldu... Tren hareket etmeye başlamıştı! Sonra hızlandı, hızlandı... Mina ve Narin artık birbirlerini göremiyorlardı. Narin koltuğa yerleşti, pencereden dışarı baktı. Mina da sessiz ve hüzünlü bir şekilde annesinin yanında yürümeye başladı. Narin, oturduğu koltukta hafifçe geri döndü, baktı pencereden arkaya doğru, sanki Mina görebileceği kadar yakındı hâlâ. Sessizce mırıldandı Mina’ya ve yurduna: Elveda…

İllüstrasyon Damla ERDÖNMEZ

Duru ŞİMŞEK 40

41


, m i l e Gez . m ı l a Yaz

“Dünyayı dolaşın, görebileceğiniz rüyaların en muhteşemi.’’ Çok okuyan da bilir, çok gezen de. Tartışmayalım; gezelim, yazalım.

Biraz Mutfak

Biraz Tarih

Fransızların vazgeçilmezi: Kruvasan Elbette kruvasan yemeden dönmeyin ve yanında sütlü kahve için, ha tabii diyetteyim diyorsanız Paris kafe dolu; kafelerde yemek çeşidi otellere göre daha fazla. Mesela tavşan eti de Paris’te tadabileceğiniz yemekler arasında.

Tarih Sarayı: Louvre Müzesi Fransız İhtilâli’nden sonra 1793 senesinde açılmıştır. Birçok ünlü tablo ve eser bulundurmaktadır, ayrıca herkesin bildiği Mona Lisa tablosunun orijinali de buradadır. + bilgi: Eski Türklerden kalan arkeolojik nesnelere de rastlayabilirsin.

Her sayımızda buradan bir pencere açacağız, dünyaya varan. Birbirimize yol arkadaşı, gezi rehberi olacağız. Bazen başımızdan geçen komik bir olayı, bazen düştüğümüz zor durumları anlatacağız. Gezmek, hayatın aynası... İçinde hayatın her parçası var: Heyecanlanmak, merakla keşfetmek, yorulmak, acıkmak, doymak, özlemek, saatlerin kıymetini bilmek… Yollarımız açık olsun

Metro Şehri Paris

Paris, metroyu çok iyi kullanabilen şehirlerden biri. Bu şehirde taksi kullanmanızı önermem çünkü çok pahalıya patlıyor. Onun yerine bir metro kartı alın ve metroyu kullanın. Hem geçmek zorunda kaldığınız istasyonlar sayesinde şehrin hesapta olmayan güzelliklerini de keşfedebilirsiniz. Paris’te konaklamak istiyorsanız otelinizi metro istaMetro kartınızı unutmayın! syonuna yakın bir yerde seçin ve metroya binerken yanınıza mendil almayı unutmayın çünkü hijyen konusunda emin olamazsınız. Ayrıca gezi için üç adımlık öneri: Pardon

Büyük dönme dolap ve Eyfel Kulesi’nde de keyifli vakitler geçireceksiniz. Buralar, özellikle fotoğraf meraklıları için açılarının uygunluğu nedeniyle de kıymetli yerler.

ve

Bonjour demeyi öğrenin! Yanınızda sırt çantası bulundurun!

Selin COŞAR 42

43


Dışarda deli dalgalar Gelip duvarları yalar Seni bu sesler oyalar Aldırma gönül, aldırma

Selin COŞAR 44


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.