Şubat 2015
Sayı: 11
dil, edebiyat, kültür, sanat
Meksika’dan Esen Bir Rüzgar: FRIDA KAHLO
Sırça Fanus’ta iki isim:
Sylvia Plath Tezer Özlü
Kırgız Çadırı:
BOZÜY
Bir “HOCALI” Hikayesi: “Ben Bir Nöbetçiyim”
Ateşten Gömlek Giyen Bir Kadın :
Halide Edip
İncir Çekirdeği Dergisi E Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
Yazı İşleri Müdürü
Sultan DEMİRTAŞ
Sırdem Kemiksiz
Editör
Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Afra Nur Akkayalı Aziz Nadir Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Merve Başol Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Zeynep Tosun Misafirler Haskız Yıldırım Erdi Yeşilağaç Serpil Südüpak Salih Özışık Hüseyin Arda Salkaya
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD
EDİTÖRDEN... Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları… Yeni ve yine dopdolu bir sayı ile sizlerle buluşabildiğimiz için her zamanki gibi mutlu ve bir o kadar da heyecanlıyız. Bu ay dergimizde sizleri neler bekliyor, neler okuyacağız bir göz atalım. Dergimizin bu ayki dosya konusu Halide Edip Adıvar oldu. Hayatıyla, eserleriyle Halide Edip siz okuyucularımızla buluşacak. Işık Selin Orhuntaş Sylvia Plath ile Cadı Avı’na devam ediyor. Tuğçe Erkol James Joyce ve Uleysses’i sizler için yazdı. Mehmet Altınova Hocalı Katliamını bir öykü ile anlatıyor. “Ardından” yazı serisi Sırdem Kemiksiz’in kaleminden yine sizler için devam ediyor. Editörümüz Kübra Tarakçı’nın Berlin, Prag ve Viyana turu, güncesinde okumanız için sizleri bekliyor. Dergimizin sinema, tiyatro ve kitap köşeleri bu ay da tanıtımlara devam ederken okuyucularımızdan gelenler de misafir köşesinde yine yerini aldı. Artık sizleri yeni sayımızla baş başa bırakıyor ve iyi okumalar diliyorum. Esen kalın.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İçindekiler Havadis Halide Edip’in Kronolojik Hayatı “Ölüm”- Şiir / Halide Edip Adıvar “Handan” – İnceleme / Işık Selin Orhuntaş Halide Edip Adıvar’ın Sultanahmet Mitingi Konuşması Bir Kurt, Üç İsim / Ayşe Bengisu Akdağ “İstanbul” – Şiir / Halide Edip Adıvar Handan Handan’a Karşı / Tuğçe Erkol “Mor Salkımlı Ev” Eserinin Tahlili / Mehmet Altınova “Kent ve Ben” – Şiir / Aziz Nadir “Çizilmiş Yol” – Şiir / Serpil Südüpak Muhteşem Bir Yapı: Bozüy / Busenur Aslan Cadı Avı-3 Sylvia Plath / Işık Selin Orhuntaş “Gökyüzü Aldatmaz Beni” – Şiir / Erdi Yeşilağaç Korkunun Hikayesi / Zeynep Tosun “Ben Bir Nöbetçiyim” – Hikaye / Mehmet Altınova “Gidiş” – “Genç Bir Zaman” – Şiirler / Sema Keser Ardından – 8. Bölüm / Sırdem Kemiksiz
Bir Erasmuslunun Güncesi / Kübra Tarakçı “Kalemime” – Şiir / Haskız Yıldırım İlm-i Kelam – Şiir / Süleyman Erkut “ULU SES”: James Joyce / Tuğçe Erkol Ali Şir Nevai’den Gazel Fotoğraf / Aybige Akdağ Meksika’dan Esen Bir Rüzgar: Frida Kahlo / Hilal Akarslan “Tekzip Et” – Şiir / Hüseyin Arda Salkaya “Kara Kız” – Şiir / M. Salih Özışık Alternatif Tiyatro: Bavul / Sultan Demirtaş Beyaz Perde’den / Afra Nur Akkayalı Arka Kapak / Merve Başol
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
HA VÂ DİS İsmail Gaspıralı’yı en iyi ifade eden öğrenciler ödüllerini aldı
İsmail Gaspıralı, yoğun bir katılımla Bursa ve dışarıdan öğrencilerin yüzlerce eserle katılımıyla ele alındı. Yarışmaya dahil olan eserler, 7 akademisyen tarafından değerlendirildi. Eski
Eğitim Araçları Dede Efendi Salonu’nda meydana gelen mükafat töreninde Bursa Devlet Klasik Türk Müziği Korosu da bir konser verdi. Koronun seslendirdiği eserlerle katılımcılar keyifli dakikalar yaşadı. Kompozisyon yarışmasında üniversite seviyesinde Uludağ Üniversitesi Türk dili ve Edebiyatı bölümü çifte sevinç yaşadı. Bölüm öğrencilerinden Adem Kaçar 1. olurken, Genel Yayın Yönetmenimiz Ayşe Bengisu Akdağ ikinci oldu.
ATAOL BEHRAMOĞLU BURSA’DA KONFERANS VERDİ Türk edebiyatının önemli isimlerini halkla buluşturan Nilüfer Belediyesi, şiir tutkunlarını usta kalem Ataoğlu Behramoğlu ile bir araya getirdi.
Ataol Behramoğlu, Nilüfer Belediyesi Kütüphane Müdürlüğü’nün düzenlediği “Şairin Şiir Evreni” söyleşine katıldı. Şiir Kütüphanesi’nde düzenlenen ve Akif Oktay’ın yönettiği yaptığı söyleşi ilgi gördü. Salonun tıklım tıklım dolduğu söyleşide usta şair, şiir hakkında görüşlerini dile getirdi. Edebiyatçının sırf piyasa için üretmesinin çok kötü olduğunu söyleyen Behramoğlu, “Şairler bunu istese de yapamaz. Şiir hemen tüketilecek bir şey değil, çileli bir iş. Şiir yazmak ancak sevgiyle olur, para kazanmak için şiir yazılmaz” diye konuştu.
Edebiyat bilgesi MEHMET KAPLAN 100 yaşında
Hocaların Hocası, Türk
edebiyatının unutulmayan bilgini merhum Prof. Dr. Mehmet Kaplan,
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
doğumunun 100. yılında ESKADER (Edebiyat Sanat Kültür Araştırmaları Derneği) tarafından anıldı. Cağaloğlu semtindeki Timaş Kitap Kahve’de gerçekleşen anma toplantısında konuşmacı ise, Aydın Üniversitesi öğretim üyesi, eski Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Necat Birinci oldu. Prof. Birinci, Mehmet Kaplan’dan ilgi çekici hâtıraları dinleyicilerle paylaştı. Kaplan’ın çalışma hayatını, fikirlerini, eserlerini, çalışma disiplinini ve öğrencileriyle münasebetlerini anlattı.
"Bülbülü Öldürmek" romanının devamı geliyor
Yeni romanın ismi: "Git Bekçiyi Ayarla"
Hayal Kurmaktan Uzak Çocuklar İçin Çocuk Edebiyatı Sempozyumu Edebiyat alanına çocukların ve gençlerin dikkatini çekmek, yaratıcılıklarını artırmak amacıyla Üsküdar Üniversitesi ev sahipliğinde 1. Uluslararası Marmara Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Sempozyumu düzenlenecek. İnternetle birlikte hayal kurmayan ve düşünmeyen bir nesille karşı karşıya olunduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Nevzat Tarhan, sempozyumun bu kapsamda çok önemli olduğuna vurgu yaptı.
Arnavut yazar Kadare’ye Kudüs Edebiyat Ödülü ABD'li ünlü romancı Harper Lee, tek eseri olan "Bülbülü Öldürmek"ten 50 yıl sonra ikinci bir kitap basacağını açıkladı. O kitap, ünlü romanın devamı niteliğinde olacak.
Arnavut şair ve yazar İsmail Kadare işlediği temaların evrensel değere sahip olması nedeniyle 2015 yılı Kudüs Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Kadare ödülünü
şubat ayında gerçekleşecek Kudüs Uluslararası Kitap Fuarı’nda alacak.
Kudüs Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Arnavut yazar İsmail Kadare, açılışı 8 Şubat’ta gerçekleşecek Kudüs Uluslararası Kitap Fuarı’nda düzenlenecek özel bir törenle ödülünü alacak. Yapılan açıklamada, bu ödülün kişinin toplum içindeki özgürlük hakkını en iyi ifade eden yazara verilmekte olduğu bildirildi. Kadare, çalışmalarında Arnavutluk tarihine ve toplumuna odaklanan konuları, özgürlük ve insan hakları temalarını işlemekte. Ülkesini ve totaliter rejimi eleştirmesi ile de sivrilen 79 yaşındaki Kadare, Arnavutluk’un en ünlü yazarlarındandır
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Halide Edip Adıvar’ın Kronolojik Hayatı
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Halide Edip Adıvar 1884 yılında Beşiktaş, İstanbul'da doğdu.
Halide Edip, 1911 yılında ikinci kez İngiltere'ye gitti, kısa bir süre kaldı. Yurda döndüğünde Balkan Savaşı başlamıştı.
Annesini küçük yaşta veremden kaybetti. Evde özel dersler alarak ilköğrenimini tamamladı.
1911'de Harap Mabetler ve Handan isimli romanları yayımlandı.
İngilizce öğrenirken çevirdiği kitap 1897’de basıldı. Bu, Amerikalı çocuk kitapları yazarı Jacob Abbott'un "Ana" adlı eseri idi.
1916'da Cemal Paşa'nın daveti üzerine okul açmak üzere Lübnan ve Suriye'ye gitti.
1899 yılında bu çeviri nedeniyle II. Abdülhamit tarafından Şefkat Nişanı ile ödüllendirildi. Robert Kolej'den diploma alan ilk Müslüman kadın oldu. Kolejin son sınıfında iken matematik öğretmeni olan Salih Zeki Bey ile okuldan mezun olduğu yıl evlendi. Birkaç Sherlock Holmes hikayesinin çevirisini yaptı. Fransız yazar Emile Zola’nın yapıtlarına büyük ilgi duymaya başladı. Daha sonra ilgisi Shakespeare’e yöneldi ve Hamlet adlı yapıtının çevirisini yaptı.
Bursa’da, aile doktorları Adnan Adıvar ile nikahları kıyıldı. Türk ordularının Lübnan ve Suriye'yi boşaltması üzerine 4 Mart 1918’de İstanbul'a döndü. Yazar, hayatının buraya kadar olan bölümünü Mor Salkımlı Ev adlı kitabında anlatmıştır. İzmir'in işgalinden sonra "milli mücadele" en önemli işi haline geldi. Karakol adlı gizli örgüte girerek Anadolu’ya silah kaçırma işinde rol aldı. Halide Edip Refik Halit, Ahmet Emin, Yunus Nadi gibi aydınlarla 14 Ocak 1919'da Wilson Prensipleri Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı.
1903 yılında ilk oğlu Ayetullah, bundan on altı ay sonra da ikinci oğlu Hasan Hikmetullah Togo dünyaya geldi.
Yıllar sonra Halide Edip Türkiye'ye geri döndüğünde verdiği bir röportajında Milli Mücadele için , "Mustafa Kemal Paşa haklıymış !" demiştir.
1905 yılında gerçekleşen Japon-Rus savaşında batı uygarlığının bir parçası sayılan Rusya'yı Japonların yenmesinin verdiği sevinçle oğluna Japon Deniz Kuvvetleri Komutanı Amiral Togo Heihachiro'nun ismini vermişti.
İzmir’i Yunanlıların işgal etmesi üzerine İstanbul’da, iyi bir hatip olan Halide Edip, 19 Mayıs 1919 günü kadın hatiplerin de konuşmacı olduğu ilk açık hava mitingi olan Fatih Mitingi’nde kürsüye çıkan ilk konuşmacıydı.
1908'de gazetelerde kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya başladı. İlk yazısı Tevfik Fikret'in çıkardığı Tanin'de yayımlandı.
Attığı nutuk ile belleklerde büyük iz bıraktı.
31 Mart Ayaklanması sırasında öldürülme endişesiyle kısa süre için iki oğluyla Mısır'a gitti. Oradan İngiltere’ye geçti. 1909'da İstanbul'a geri döndü; siyasi içerikli yazıların yanı sıra edebi yazılar da yayımlamaya başladı. 1910 yılında eşinden boşandı ve artık yazılarında Halide Salih yerine Halide Edip adını kullanmaya başladı.
20 Mayıs’ta Üsküdar mitingi, 22 Mayıs’ta Kadıköy mitingine katıldı. Bunları Halide Edip’in başkahramanı haline geldiği Sultanahmet mitingi izledi. Önceden hazırlanmadan ve yazmadan yaptığı konuşmada sarf ettiği “Milletler dostumuz, hükümetler düşmanımızdır.” cümlesi bir vecize halini aldı. İngilizler İstanbul’u 16 Mart 1920’de işgal ettiler. Hakkında idam emri çıkardıkları ilk kişiler arasında Halide Edip ve eşi Dr. Adnan da vardır. Çocuklarını İstanbul’da yatılı okulda bırakarak 19 Mart 1920 günü Adnan Bey ile at sırtında yola çıkan Halide Hanım, Geyve’ye ulaştıktan sonra
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
buluştukları Yunus Nadi Bey ile birlikte trene binip Ankara’ya gitmiş ve 2 Nisan 1920 günü Ankara’ya varmıştı.
Üniversitelerinde dersler verdi. Konferanslarını bir kitapta topladı, ayrıca Hindistan izlenimlerini içeren bir kitap yazdı.
1921’de Ankara Kızılay başkanı oldu. Aynı yılın Haziran ayında Eskişehir Kızılay’da hastabakıcılık yaptı. Sakarya Savaşı sırasında onbaşı oldu.
1936 yılında en ünlü eseri olan Sinekli Bakkal’ın İngilizce orijnali "The Daughter of the Clown" yayımladı. Roman aynı yıl Türkçe olarak Haber Gazetesi'nde tefrika edildi. Bu eser 1943 yılında CHP Ödülü’nü aldı ve Türkiye’de en çok baskı yapan roman oldu.
Yunanlıların halka verdiği zararları incelemek ve raporlamakla sorumlu Tetkik-i Mezalim Komisyonu’nda görevlendirildi. Vurun Kahpeye adlı romanının konusu bu dönemde oluştu. Türk'ün Ateşle İmtihanı(1922) adlı anı kitabı, Ateşten Gömlek(1922),Kalp Ağrısı (1924), Savaş boyunca cephe karargahında görev yapan Halide Edip, Dumlupınar Meydan Muharebesi’nden sonra ordu ile İzmir’e gitti. İzmir’e yürüyüş sırasında rütbesi başçavuşluğa yükseldi. Savaştaki yararlılıklarından ötürü İstiklal Madalyası ile ödüllendirildi. Halide Edip, cumhuriyetin ilanından sonra Akşam, Vakit ve İkdam gazetelerinde yazdı. Bu arada Cumhuriyet Halk Fırkası ve Mustafa Kemal Atatürk ile siyasi fikir ayrılıkları yaşadı. kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye'den ayrılmak zorunda kalarak İngiltere'ye gitti. 1939 yılına kadar 14 yıl boyunca yurtdışında yaşadı. Bu sürenin 4 yılı İngiltere'de, 10 yılı da Fransa'da geçti. Halide Edip, yurtdışında yaşadığı dönemde kitap yazmayı sürdürdüğü gibi Türk kültürünü dünya kamuoyuna tanıtmak amacıyla pek çok yere konferanslar verdi. 1928 yılında ABD'ye ilk gidişinde Williamstown Siyaset Enstitüsü'nde yuvarlak masa konferansına başkanlık yapan ilk kadın olarak büyük ilgi çekti. 1932 yılında Columbia Üniversitesi Bernard Kolej'den gelen çağrı üzerine ikinci kez ABD'ye gitti ve ilk gidişindeki gibi seri konferanslarla ülkeyi dolaştı. 1935 yılında İslam üniversitesi Jamia Milia'yı kurmak için açılan kampanyaya katılmak üzere Hindistan'a çağırıldığında Delhi, Kalküta, Benares, Haydarabad, Aligar, Lahor ve Peşaver
1939'da İstanbul'a döndü ve 1940 yılında İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Filolojisi kürsüsünü kurmakla görevlendirildi ve 10 yıl kürsü başkanlığını yürüttü. Shakespeare hakkında verdiği açılış dersi büyük yankı uyandırdı. Bu süreçte İngilizce yazılmış incelemeleri oldu. 1950 yılında Demokrat Parti listesinden İzmir milletvekili olarak TBMM'ye girdi ve bağımsız milletvekili olarak görev aldı. 5 Ocak 1954 günü Cumhuriyet Gazetesi'nde Siyasi Vedaname başlıklı bir yazı yayımlayarak bu görevinden ayrıldı ve tekrar üniversitede görev aldı. 1955'te eşi Adnan Bey'in kaybı ile sarsıldı. Halide Edip Adıvar, 9 Ocak 1964 yılında İstanbul'da 80 yaşındayken böbrek yetmezliği nedeniyle yaşamını yitirdi. Cenazesi, Merkezefendi Mezarlığı’na defnedildi.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÖLÜM Yapraklar üşürken dökülür; Ağaçlar kışa soyunurken ölür. Nedir acelesi ecelin? Daha bitmeden yaşama sevincim.
Neden bu kadar soğuk ellerim? Gözlerim aynı noktada donuk. Nedir bu sonsuz karanlık? Ve bu bitmeyen yalnızlık.
Nereden çıktı bu tabut? Ne işim var benim içinde? Ve bu kalabalık. Yüzler; bu yüzler hep tanıdık.
Herkes bırakıp gitmiş. Geceye sessizlik çökmüş. Gözlerim hâlâ açık, Ve bitmeyen yalnızlık.
Halide Edip Adıvar
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Işık Selin ORHUNTAŞ
H A N D A N
‘’Ben artık zelil ve sefil bir günahkâr oldum. Ben artık tarihin en melun çehresi Yehuda 'ya bir nazire oldum. Yehuda nasıl dünyanın pek muazzez bir simasını, efendisini birkaç dinar için sattı ise ben de dünyanın beni en çok sevmiş bir ruhunu, o ruhun hududu olmayan emniyetini, muhitini sattım, dünyada en çok sevdiği bir şeyin kalbini ondan çaldım. ‘’
Günümüzde Halide Edib’in diğer eserlerine nazaran az bilinen romanı. 1912 yılında Tanin gazetesinde dizi olarak yayımlanır. Karakterlerin kendi arasında mektuplaşmalarından oluşur. Ana karakter Handan’dır. Genç bir kadının aşkını, sevgisini ve sıkıntılarını işler. Yani II. Meşrutiyet dönemindeki kadınların iç dünyasına yolculuk yapılır. Böylece Türk Edebiyatı’na kadın psikolojisi Halide Edip ile girer. Handan’ın aşk hikayesi konu edinilir romanda. Büyük aşkı Nazım’dır ama Nazım
sosyalisttir. Nazım’ın önceliklerinin farklı olduğunu düşündüğünden ondan gelen evlenme teklifini ret eder. Handan içindeki vicdan azabıyla birlikte yeni bir evlilik yapar. Kadınlığını yaşayabileceğini düşündüğü Hüsnü Paşa ile evlenir. Aşkını kalbine gömer. Handan’ın çekeceği acılar yeni başlar. Bu evlilik Nazım’ı intihara sürükler ve geride ölümünden Handan’ı suçlayan bir mektup bırakır. Hüsnü Paşa ile yapılan evlilik yolunda gitmez. Metresleriyle düşüp kalkan Paşa yaşadıklarını Handan’a anlatmaktan hiç çekinmez. Bir zaman sonra Handan, kuzeni Neriman ve eşi Refik Cemal’in yanına Londra’ya gider. Bu ziyaret esnasında Hüsnü Paşa ile araları iyice bozulur, yavaş yavaş depresyona girer ve hafızasını kaybeder. Tedavisi için Sicilya’ya gitmesi gereken Handan’a yolculukta Refik Cemal eşlik eder. Mecburi seyahat aralarında aşk doğmasına
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
sebep olur. Handan’ın asıl trajedisi burada başlar. Ancak söz konusu aşk çok sevdiği kuzenine ihanet anlamına gelir, yaşadığı vicdan azabı onu ölüme sürükler.
Handan’la beraber büyürsünüz. Ona imrenirsiniz, yerinde olmak istersiniz neticede kahramandır; hatalar yapıp onuruyla ölebilen bir kahraman!
Halide Edip, Handan’ı yazarken kuşkusuz malzeme olarak kendi yaşamından kullanır. İdeal kadın tipi çizer Handan’la. Günümüzde kadına çizilen tablodan çok farklıdır. Üç çocuğu ile eve tıkılmış Tanzimat dönemi romanları misali köle değildir kadın. Sosyal hayatın içindedir, insanları zekasıyla kendine hayran bırakır. Gerektiği yerde kendi ayakları üzerinde de durabilir. Onurludur aynı zamanda. Vicdan azabından ölebilecek kadar onurlu.
Kavgası yüzünden birleşemeyen aşıklar sadece Halide Edib romanında yoktur. Nazım Hikmet’in şiirinde de vardır. ‘’Mavi gözlü dev minnacık kadın ve hanımelleri ‘’ şiiri de bize kavuşamayan aşıkları anımsatır. Bir rivayete göre Hikmet bu şiiri hayalleri, idealleri, düşünceleri farklı olduğu için Nüzhet Berkin’i Türkiye’ye geri göndermesi üzerine yazmıştır.
Eşinin onu aldattığı dönemlerde yazılan otobiyografik roman sadece ideal kadın tipinden söz etmez. Fark ettirmeden nasıl sevmemiz gerektiğini de öğretir; Nazım’ın Handan’ı sevdiği gibi. Dış güzelliğe önem vermeden klasik tabirle iç güzelliğine tutulur onun. Mükemmele yakın kadının karşısına mükemmele yakın bir erkek konur. Nazım’ın mükemmel olamayışındaki sebep ise ( Handan’a göre ) ülkü peşinde olmasıdır. Çünkü Nazım, Handan’ı ülküsü kadar sevemeyecektir. Kedine eş değil yoldaş aradığını düşünmesi yüzden evlilik teklifine içi yanarak olumsuz cevap verir. Dışarıdan baktığımızda bu düşünce de Handan’ın – çok güzel olamayışı dışında – mükemmel olamamasının sebebi gibi gelir. O kadar kusur Halide Edib romanlarında bile olur değil mi ? Söz konusu roman genellikle lise çağlarında okunur. Handan ve Handan’ın hayatındaki üç erkek okuyucuyu içine çeker. Eğer duygusal biriyseniz kitabın ilk sayfalarında ağlamaya başlarsınız. Nazım’ın Handan’a yazdığı mektuplarda kendinizi kimin yerine koyduğunuzu anlayamadan gözyaşlarınız dökülmeye başlar. Bu dediklerim duygusal insanlar için geçerli. Su götürmez bir gerçek var ki o da Handan ile beraber olgunlaşacağınız ve kendinizi bulacağınızdır.
Handan hem dönemin kadın-erkek ilişkilerini yorumlamak hem de okunduktan sonra yazarın hayatına farklı bir gözle bakmak için önemli bir eser.
Ölümünün 51. Yılında Halide Edib‘e ve bahaneyle anımsatmış olduğumuz mavi gözlü deve sevgiyle… ‘’ O mavi gözlü bir devdi. Minnacık bir kadın sevdi. Mini minnacıktı kadın. Rahata acıktı kadın yoruldu devin büyük yolunda. Ve elveda! deyip mavi gözlü deve, girdi zengin bir cücenin kolunda bahçesinde ebruliiii hanımeli açan eve. ‘’
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Halide Edip ve SULTANAHMET Konuşması “Hanımlar, bugün elimizde top, tüfenk denilen alet yok, fakat ondan büyük, ondan kuvvetli bir silahımız var: Hak ve Allah var (Alkışlar). Tüfek ve top düşer, hak ve Allah bakidir. Topun yüzüne tükürecek kadar evlatlar, analar, kalbimizde aşk ve iman, milliyet duygusu var. Biz dünyada millet sınıfına layık bir millet olduğumuzu, erkek, kadın ve çocuklarımıza kadar ispat ettik. Bugün memleketimiz taksim tehlikesi karşısında adım adım, adeden kendi durumumuzdaki milletleri başımıza efendi yapmak istiyorlar. Bugün İzmir, yarın Konya, öbür gün İstanbul, sonra Müslüman dünyasının başı olan Türk susturulmuş olacaktır. Buna karşı ne silahımız var? Kurşun, top, bomba... Bir top bebeklerimizi öldürebilir. Bizim bundan da kavi silahlarımız var. Sesimizi mutlak dünya işitecektir. İşitmek ve işittirmek için bugün kuvvetli ve metin bir millet halinde bulunmalıyız. Arkadaşlar, Müslümanlar, Türkler, bugün buraya toplanan şu halk kütlesinin bir tek isteği var. O da en tabii haklarının kendisinden alınmamasıdır. İsteyeceğimiz basit, yüksek ve ulvi bir haktır. Bizim sözümüzü onlar dinlemeyebilirler, fakat biz padişahımızdan bize babalık etmesini rica ederiz. Biz erkeklerimizle beraber milletin kalbinden gelen en kuvvetli, en akıllı, en cesur, milleti en çok temsil edecek bir kabine isteriz. Padişahımıza halkın hissiyatını tebliğ eder ve deriz ki: İşte kara bir gün yaşıyoruz, bugün herkes susmuştur. Bugün Türk ve Müslüman, padişahın etrafında toplanmıştır. Hanımlar, efendiler, bugün bunun beş bini kadar bir miting de yapmış olsak bir semeresini göremeyiz. Fakat yarın var, çocuklarımız var. Buradaki Müslüman aleminin kalbidir. Siz düştüğünüz zaman birçok şeyler düşecektir. Kadınlar silahsız ve zayıf, fakat kalbi gayet metindir. Bütün alem-i İslam hep kardeşimizdir.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bundan dönen Türk kadını değildir. Ya Rabbi, hakkın ve milletlerin bir mahşeri, bir mahkeme-i kübrası hazırlanıyor. Bu mahkemeye millet ve hakkı çiğneyen zalimler gelecektir. Ve bu zalimleri en evvel kendi milletleri mahkum edecektir. Milletlerin ruhunda her vakit ilahi bir hak ve büyüklük vardır. Dinleyiniz! Sizin iki dostunuz var: Bugünkü Müslüman alemi, öteki millet hakkı için bağıracak milletler; Birini kazandınız, ötekini bugünkü açtığınız davanın hak ve ulviyeti kazanacaktır.
Hükümetler düşmanınız, milletler dostunuz, kalbinizde isyan kuvvetinizdir. Böyle muazzam bir günü Osmanlı tarihi, Osmanlı toprağında bir defa daha idrak edemeyecektir. Bugün size haber verdiğim milletlerin hak günü uzak değildir. O gün gelirse içimizden bugün burada bulunanlardan bazıları bu dava yolunda ölmüş olursa, onun mezarı üstüne istiklal bayrağınızla geliniz ve o günü müjdeleyin. Şimdi yemin ediniz ve benimle tekrar ediniz: Milletlerin ilahi hakkı ilan olunacağı güne kadar kalbimizde heyecanımız kalacak, eksilmeyecektir. Yedi yüz senenin en asil ve büyük mirası olan vakarımızı, adalet ve terbiyemizi unutmayacağız. Yemin ediniz! Yedi yüz senenin tarihini, ağlayan minareler altında yemin ediniz:
Bayrağımıza, ecdadımızın namusuna hıyanet etmeyeceğiz.”
(Kaplan ve diğerleri, 1992 95-96; Adıvar, 1987: 34-35; Arıburnu 1951: 43-44.)
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir Kurt, Üç İsim: Alfred de Vigny, Yahya Kemal ve
Ayşe Bengisu AKDAĞ
Halide Edip
Yahya Kemal “Eğil Dağlar”* eserinin içinde yer alan 4 Mayıs 1912 tarihini düştüğü “Kurdun Dişisi ve Yavruları”** başlıklı yazısında Fransız mekteplerinde çocuklara okutulan, şair Alfred de Vigny'nin “Kurdun Ölümü” isimli meşhur bir şiirinin hikayesini anlatır. 1797-1863 yılları arasında yaşamış Fransız şair, oyun ve roman yazarı olan Vigny edebiyatla uğraşmak adına subaylıktan ayrılmış bir romantik. Tıpkı Bekir Sıtkı Erdoğan, Nazım Hikmet, Turgut Uyar gibi. Vigny’nin bu şiirini dinleyen Fransız çocukların gözleri dolar, gönüllerinde saf bir dağ rüzgârı esermiş. Fikirlerini hürriyet ve istiklâl sevdası alırmış. Fransa'da o yıllarda şiirleri, bizim “Orda Bir Köy Var Uzakta” gibi, “Dağ Başını Duman Almış” gibi okutulurmuş. Yahya Kemal’in anlattığı, şiirin hikayesine göre; Aralarında şairin de bulunduğu avcılar, gece, tüfeklerinin beyaz parıltılarını gizleyerek gördükleri taze ayak izlerini takip etmekte, ağaç dallarını ayırarak yavaş yavaş ilerlemektedirler. Bir ara avcıların üçü duraklar. Vigny, onların ne gördüklerini merak edip aranırken ansızın karşısında alev saçan iki göz görür: Kurt! Yavruları biraz ötede sessiz sessiz oynamakta; fakat içgüdüleriyle, düşmanlarının yakında, pusuda beklediğini bilmektedirler. Dişi kurt tehlike karşısında sessiz ve hareketsizdir. Erkek kurt ise bütün kaçış yollarının kapalı olduğunu anlayınca, önce ön ayaklarını kumluğa saplayarak çömelir, sonra üzerine saldıran köpeklerden en cüretlisini seçer ve bütün gücüyle gırtlağına sarılır. Avcılar açtıkları ateşle erkek kurdu delik deşik eder, bıçaklarını gövdesine üşürürler. Ne var ki o, demir gibi çenesini açmaz ve sonunda köpeği öldürür. Başını çevirip avcılara bakar, ağzından akan kanları diliyle yalar, avcılara bir daha baktıktan sonra, nasıl öldürüldüğünü bilmeye tenezzül etmeksizin, ailesini korumuş olmanın iç huzuruyla iri gözlerini kapatır.
*Yahya Kemal, Eğil Dağlar-İstiklal Harbi Yazıları, 1975, İstanbul Fetih Cemiyeti **a.g.e. s.91
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu maceradan sonra, Vigny, başını tüfeğinin namlusuna dayayarak şöyle der: "Eğer bu iki yavru olmasaydı o güzel ve kederli dul, erkeğini bu büyük imtihanda yalnız bırakmazdı! Lakin bir vazifesi vardı. O iki yavruyu dağlara kaçırmak, onlara orada açlığa tahammül etmeyi ve şehirlerde, bir lokma ekmeğe ve bir yatacak yere mukabil insanın önünde av avlayan zelil hayvanların insanla akdettiği ittifaknameye hiçbir zaman dahil olmamayı öğretmekti!" Şair Vigny devam eder : "Hayattan ve bütün ıstıraplardan nasıl feragat edilir? Şu ulvî hayvanlar, yalnız siz biliyorsunuz!'' Yeryüzünde ne olduğumuzu ve arkamızdan ne bıraktığımızı bir kere iyice hesap ettikten sonra anlaşılır ki ulvî olan ancak sükûttur, maadası zaaftır." Şair, kurdun o son bakışında ne demek istediğini anlar. Asil hayvan, o son bakışıyla demek ister ki: "İnlemek, ağlamak, yalvarmak hepsi zillettir. Kaderinin seni sevk ettiği yolda uzun ve ağır vazifeni dişini sıkarak ifa et! Sonra da benim gibi hiç ses çıkarmaksızın ıstırap çek ve öl!”
Yahya Kemal’in eserinde hikayesini anlattığı bu şiirden kısa zamanda birçok kişi etkilenir. Bunlardan biri de Halide Edip’tir. Aradan yaklaşık on yıl geçtikten sonra Halide Edip, Kurtuluş Savaşı’nı, Milli Mücadele’yi, Türk’ün yeniden doğuşunu kendi gözlemlerinden hareketle anlattığı hikaye kitabına “Dağa Çıkan Kurt” adını verir. Vigny’nin kurdundan etkilenen Halide Edip başka bir kurt hikayesiyle karşımıza çıkar. Bu hikayede; Bir gün ormanda tüm hayvanlar derin öfke ve homurtularla toplanırlar. Aslanların kükremeleri, kaplanların ışıldayan gözlerle her an bir şeyin üzerine atlayacakmışçasına tavırları, ayıların iniltileri, çakalların uluyuşları ortalığı kaplar, kurtlar da bu sırada inlerinden fırlarlar ve büyük bir kavga kopar. Isıran, parçalayan, koparan, kemiren, pençeleyen hayvanlar her yeri kan ırmakları ve hayvan parçaları haline getirirler. Ortada ne sağlam bir in ne de durgun bir pınar kalır.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Uzun bir süreden sonra hayvanlar tekrar ırmak kenarında toplanırlar. Hepsinin bir yanı sakatlanmış halde acılarını birbirinden çıkarmak istercesine homurdanırlar. Ormandaki düzen tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonrası geriye kalan Avrupa gibi tamamen bozulmuştur. En büyük hayvan olan fil, Amerika’nın savaştan sonra yaptığı gibi artık hayvan dünyasında savaşın, hilenin, avlamanın yapılmayacağını anlatır. Küçük hayvanlar, büyük olanlar tarafından ne haraca kesilecek ne de besinleri alınacaktır ve fil öyle etkileyici ve güçlü bir sesle bağırır ki bundan tüm hayvanlar etkilenir. Bu kararla ortalık bir savaş sonrası sessizliğine bürünür. En son olarak çalıların arkasında duran köpekler, İngilizlerin Avrupa ülkelerini üzerimize kışkırtması gibi birden bire ortalığı ayağa kaldırırlar. Bu uysallığın ve sessizliğin tek bir cins hayvanın yemlik ve av diye feda etmekle sağlanacağını düşünürler. Sonunda ormanda hep birden daima korku gölgesi gibi dolaşan bir hayal hepsinin gözü önüne belirir ve haykırırlar : -Kurtlar, Kurtlar… 1914 ‘te bütün Avrupa ülkelerinin toplanıp yüzyıllardır baş edemedikleri, içlerinde onlar için hep korku olarak kalan, savaşta yıkamayıp ancak masa başında yıkmayı başarabildikleri Türk milletini bir av, sömürülecek bir yem olarak seçerler. Bu olayın ormandaki hayvanların işine gelmesi, kurtları çaresiz ve yalnız bırakır. Bunun üzerine bize ve soyumuza kurtlara, yani Türklere, hayat boyu hüküm giydirirler. Alınan karar aşamasında kurtların inleri çiğnenir, kurt yavruları çalınır, dişileri parçalanır, erkek kurtlar avlanır. Her şeyle kurt soyuna saldırılır. Bu eşi görülmemiş bozgun ve yıkım karşısında inlerinden, ormanından, av ve tuzak yerlerinden yaralı, bahtsız bir şekilde çıkarılan kurtlar, soyun öc adını ulumak için dağlara çıkarlar. Benzeri Birinci Dünya Savaşı sonrası olduğu gibi tüm İtilaf Devletleri, savaştan biçare kalkmış Türk milletinin topraklarına saldırırlar. Topraklar yağmalanır, yakılır, yıkılır, Türk erkekleri tek tek öldürülür, çocuklar kaçırılır, kadınlarımız kötü davranışlara maruz kalır. Bir fiil işgal edilen topraklarımızda yapacak herhangi bir şeyi kalmayan milletimiz tekrar birlik olup vatan topraklarını ele geçirmek için dağlarda Kuvay-i Milliye adında toplanır. Ta ki Türk milletine eski refah ve barış dolu yıllarını getirene kadar oradan inmemeye and içerler. Bundan sonra dağlardan, ufuklardan, korkunç bir uluma, bütün ormandaki kurtların uluması her yere bir anda korku salarak yayılır. İşte bu Türk’ ün sesidir.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ateşten Gömlek, Halide Edip Adıvar
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Handan, Handan'a Karşı
2014 yılının Ekim ayında kitapçıların raflarında yeni bir Handan romanı yerini aldı. Kısa zamanda birçok okuyucuya ulaştı. En başta Ayşe Kulin'in kemikleşmiş okuyucusuna, ardından da yavaş yavaş Halide Edib hayranlarına... Ayşe Kulin sevdiği, hayran olduğu ya da bir şekilde örnek aldığı kişileri eserlerine konuk etmeyi seviyor. Daha önce İçimde Kızıl Bir Gül Gibi ‘de Nazım Hikmet'i; Türkan'da Türkan Seylan’ı; Piraye'de de tıpkı Handan'da olduğu gibi Piraye adlı karakteriyle benzerlik gösteren Nazım'ın kızıl saçlı bacısı Piraye'yi ele almıştı. Şimdiyse Handan'da, Halide Edib' in ölümsüz kahramanı Handan'ı ele alıyor.
Tuğçe ERKOL
Ayşe Kulin Gizli Anların Yolcusu'yla başladığı serisine Bora'nın Kitabı ve Dönüş ile devam etmişti ki bu seriye şimdi de Handan eklendi. Handan'dan sonra bu dört eserdeki diğer karakterler üzerinden devam eder mi bilmem ama Handan kesinlikle bu dörtlünün içinde ayrı bir yerde olmalı. Çünkü Handan her şeyden önce hem edebiyatımız hem de geçmişimiz için oldukça önemli bir kişi. Lise bilgilerinden de ezbere bildiğimiz kalıp bir ifade ile söyleyecek olursak “Handan, kadın ruhunu yansıtan ilk kadın karakter”dir ve sene henüz 1912'dir. Yani ortada ne Milli Mücadele var ne de Cumhuriyet!
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bu kalıp ifadeyi bir kenara bırakmak gerekirse Handan modern kadının en güçlü temsilcilerinden biri. Eğitimiyle, zekasıyla güçlü bir kadın. Üstelik o sadece toplumun ona dayattığı görevlerle değil duygularıyla, hisleriyle, kadın ruhuyla ve psikolojisiyle tam bir kadın olarak çıkıyor karşımıza. "Modern Türkiye'nin çağdaş ve kişilikli kadını, hayata karşı dik duran, siyasi fikirleri, vizyonu olan bir kadın Handan!" diyor kitabında Ayşe Kulin, Handan için. Ayşe Kulin' in Handan'ı yaşadığı aşkları, evliliği, ayrılığı, aldatma ve aldanmayı, kardeş kaybını yaşarken hep yalnız, daha doğrusu yalnız sayılabilecek bir kadın. Yeni Handan'ın babaannesi "Bak kızım, bir roman okuyorum, kahramanı öyle zarif, öyle güzel ve akıllı bir kadın ki, herkesi büyülüyor, tesiri altına alıyor. Koskoca Halide Edip onca isim arasından başkahramanı için boşuna seçmemiş bu adı, lügate baktım, meğer Handan, şen ve neşeli demekmiş." diyerek kimseye itiraz hakkı tanımadan torununun adını Handan koymuş. Böylece yeni Handan'ın yolu eski Handan'la ilk defa böylece çakışmış. Yeni Handan'ın ölüm ve yaşam arasındaki seçimi sırasında yalnızlıktan çıldırdığını düşünürken başucunda duran bir kitapla önce kendini toparlıyor. Ardından da hayatını yeniden düzene koyarken o kitabın kadın karakteriyle yoluna devam ediyor. Elbette ki o kitap Halide Edib' in kaleminden çıkan Handan'dan başkası değil. Halide Edib' in bizzat kendisinin geçmişte verdiği savaşlarda
kurtardığı kadınlarımız gibi yazdığı eserleriyle bir kadının daha hayatını kurtarıyor. Ayşe Kulin' in Handan romanında yeri geliyor geçmişteki Türk kadınıyla günümüzdeki Türk kadınının çatışmalarına rastlıyoruz. Yeri geliyor geçmiş ve günümüz acılarının ortaklığına şahit oluyoruz. Yeri geliyor birbirinden zaman açısından farklı olan bu iki kadına gülüyoruz. Eski Handan teknoloji karşısında bocalıyor, yeni Handan eski kelimeler karşısında düşük not alıyor. Handan, Handan'a karşı oluyor yani yeri gelince. İki eser hakkında da söylenecekler bitmez ve bana kalırsa her iki eserin de okunması gerek. Birinde Osmanlı Devleti'nin son zamanlarındaki bitmiş halini görüyoruz, o zamanın İstanbul'unda yaşanan sosyal, siyasal ve duygusal hayatı; diğerindeyse Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasal ortamı çevresinde kalan bir kadının sosyal ve duygusal ilişkilerini okuyoruz. Her iki eseri de göz önünde bulundurarak son söz olarak söylemek gerekirse, Ayşe Kulin en büyük ustalarından biri olarak gördüğü Halide Edib' in bu eseri üzerinden tüm özgür ve eşit Müslüman Türk kadını adına şükranlarını sunmuş Halide Edib' e. Onunla beraber mücadele eden kahraman arkadaşları önce vatanımızı kurtarıp ardından da kadının hakkını savunmasaydı sadece Türk kadını değil, Türk erkeği de onların bize hediye ettiği Cumhuriyet'te fikri hür, irfanı hür yaşayamazdı. Yaşayamazdık! Sonsuz şükranlarımızı bir borç biliriz...
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mehmet Altınova
Mor Salkımlı Ev Adlı Eserin İncelenmesi
Halide Edip, 1882′de Mehmet Edip Bey’in kızı olarak Beşiktaş’ta Mor Salkımlı Ev’de dünyaya gelmiştir. Aile, çeşitli sebeplerle ara ara bu evden ayrılmakla birlikte her defasında mor salkımlı eve geri döner. Halide’nin annesi o küçük yaşta iken veremden ölmüştür. Halide, onu çok az ve silik hatırlamaktadır. Halide’nin hayatında, mor salkımlı evde ‘Haminne’ diye hitap ettiği anneannesinin büyük yeri olmuştur. Eyüp Sultanlı Nakiye Hanım (Haminnesi), Mevlevi, aşırı derecede merhametli, cömert, elindeki her şeyi yoksullara dağıtmaya çabalayan bir insandır. Haminne’siyle birlikte Çingene olduğu söylenen sütninesi Hatice ile de çok iyi anlaşmaktadır. Bunların dışında Halide’nin annesinin ilk evliliğinden olan Mahmure ablası onun çocukluk yıllarındaki en büyük arkadaşıdır. Halide Edip’in zihninde, babası Mehmed Edip Bey’in de büyük bir yeri vardır. Mehmed Edip Bey, işi gereği bazı geceler sarayda kalmaktadır. Halide, annesinin ölümünden sonra çok hassaslaştığı için babasının sarayda kaldığı bir gece evde ‘Babamı isterim!’ diye sinir krizi geçirmiş, ev halkı mecburen küçük kızı saraya babasının yanına götürmüştür. Bir süre sonra, Mehmed Edip Bey, bir başkasıyla evlenerek Yıldız’da bir ev tutar. Halide yeni üvey annesi ile tanışmak zorunda kalır. Önce üvey annesine ısınsa da eve ve muhite alışamaz. Mor salkımlı evi ve oradaki yakınlarını özler. Babası
Mehmed Edip Bey, katı bir İngiliz terbiye usulü benimsemiştir. Halide, buna dayanamaz. Kış günlerinde, kollarını, bacaklarını açıkta bırakan lacivert ve kısa elbiseleri, yazın beyaz kıyafetleri giymekten hiç hoşlanmaz. O, sokaktaki küçük kızlar gibi renkli elbiseler giymek ister. Beslenmesi de katı İngiliz terbiye metoduna göre düzenlendiğinden şekerleme yemesine izin verilmez.Halide, bugünlerde kendini çok yalnız hisseder. Küçük Halide, KiriaEleni adlı bir Rum kadının işlettiği bir çocuk yuvasına verilir. Halide, buradaki tek Türk çocuğudur. Halide, KiriaEleni’yi çok sever ve buraca bir sıcaklık hisseder. Fakat babasının evinde çektiği sıkıntı ve yalnızlık onun hastalanmasına neden olur ve babası mecburen onu mor salkımlı eve gönderir. Mor salkımlı evde, kalabalık bir aile içinde Halide, içe kapanık bir çocuk olur. Saraylı Hanım teyzesi ona Afrika Seyahatnamesi adlı bir kitap verir. Halide, okuma zevkine ilk olarak bu kitapta ulaşır. Daha beş yaşında olmasına rağmen babası, ondaki okuma arzusunu görerek özel hoca tutar. Halide’nin bu günlerde arka arkaya iki kız kardeşi dünyaya gelir: Nilüfer ve Nigâr. Bir süre sonra Halide’nin dayısı ve büyük babası mor salkımlı evde vefat edince aile Üsküdar’daki İbrahim Efendi Konağı’na taşınır. Halide bu evde piyano dersleri de almaya başlar. Fakat müzikte çok başarılı değildir. Ancak müziği derinden sevmektedir. Konağa gelen
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ve Halide’yi etkileyen kişilerden biri de Ahmet Ağa’dır. Üç yıl boyunca onlarla kalan Ahmet Ağa, Halide’ye okuması için Battal Gazi, Ebu Müslim gibi eserler verir. Halide’nin hayal gücüne büyük tesiri olur bu eserlerin. Ahmet Ağa, onu Karagöz’le de tanıştırır. Halide’nin hayatında bir değişiklik meydana gelir. Saraylı Hanım teyzesi ile babası evlenir. Eski üvey annesi bu durumdan çok rahatsız olur. Bu karmaşayı ve hüznü yakından gören Halide ömrü boyunca çok evlilikten nefret eder. Babası huzursuzluğa son vermek için iki eşini ayrı yerlere yerleştirir ve Halide tekrar mor salkımlı evde yaşamaya başlar. Halide yaşı büyütülerek Üsküdar Amerikan Kız Kolej’ine gönderilir. Bu okulda çok şey öğrenen Halide evinde Rıza Tevfik’ten de ders almaktadır. Rıza Tevfik, ona mistisizmi ve folkloru tanıtmıştır. 1899′da tekrar Amerikan Kız Kolej’ine devam eder. Burada din üzerine düşünmeye başlar ve kolejin kütüphanesinde Hristiyanlığı araştırır. Sonuçta Hristiyanlığın çok tahrip olduğu kanısına varır. 1900′de matematik dersinde yetersiz olduğunu fark e-den Halide, babasından özel hoca tutmasını ister. Dönemin ünlü matematikçi ve pozitivisti Salih Zeki Aktay hocası olur. Salih Zeki, Halide’nin fikir dünyasına çok tesir eder. 1901′de ilk Türk kızı olarak koleji bitiren Halide kendisinden yaşça büyük Salih Zeki ile evlenir. Mutlu bir evlilikleri olur. Birlikte çalışmalar yapmaktadırlar. 1903′de ilk oğlu, on altı ay sonra da ikinci oğlu dünyaya gelir. Halide Edip, çocukları ile ilgilenirken çalışmalarına devam etmektedir. 1908′de Meşrutiyetin ilanı onu derinden etkiler. İstanbul’a iner ve Tevfik Fikret’in başyazarlığını yaptığı Tanin gazetesinde yazmaya başlar. Meşrutiyet’in rahat dönemi bitmeye başlayınca Halide Edip, serbest kadın fikirleri yüzünden tehdit edilir. Ama o, farklı dergilerde kadın haklan ile ilgili fikirlerini yazmaya devam eder. Bu arada İngiliz gazeteci İsa-bel Fry ile tanışır. 1909′un 31 Mart’ında siyasi karışıklık son haddine varır. Tanin matbaası basılarak tahrip edilmiştir. Halide Edip de kara listededir. Bu yüzden bir süre Amerikan Kız Koleji’nde saklanmak zorunda kalır. Tehlike artınca iki oğlu ile birlikte zorlu bir vapur yolculuğu ile Mısır’a gider. IsabelFry’in daveti üzerine İngiltere’ye gider. Orada
entelektüel bir çevre tarafından takip edildiğini ve tanındığını görünce çok sevinir. 1909′da İstanbul’a döndükten sonra roman çalışmalarına devam eder ve Heyula, Raik’inAnnesini, yayınlar. Pedagojik mevzularla ilgilenmektedir. Darülmuallimat’da ve İdadi’de beş yıl öğretmenlik yapar. 1910′da onu üzen bir olay olur. Kocası Salih Zeki bir kadınla daha evlenmek istemektedir. Halide buna müsaade etmez. Dokuz senelik evlilikleri bu yüzden sona erer. Babasının Fazlı paşa Yokuşu’nda tuttuğu eve gider. Orada uzun bir hastalık geçirir. Bu hastalık süresince manevi hisleri artar. 1910-1912 yılları arasında Türk Ocağı’na girer. Milliyetçilik fikirlerinden etkilenir. Bazı farklılıklar dolayısıyla bir süre sonra Ziya Gökalp ile yollan ayrılır. 1912′de Balkan Muharebesi patlak verince Halide, Teali-i Nisvan Cemiyeti’nin faaliyetlerine katılır. Bir hastanede gönüllü olarak çalışır. Memleketi yakından tanıma fırsatı bulur. 1913′de Balkan Savaşı son bulur. Halide Edip, öğretmenlikten istifa eder. Kız Mektepleri Umumi Müfettişliğine getirilir. Bu görevi dolayısıyla İstanbul’un arka mahallerindeki fakir insanların hayatını yakından görme fırsatı elde eder. 1914′de I. Dünya Savaşı çıktığında aynı görevi sürdürmektedir. 1916′da Cemal Paşa’nın daveti üzerine maarifçi olarak Lübnan’a gider. Buralarda mektep açma faaliyetlerini üstlenmesi için görevlendirilmiştir. Günde 16 saat çalışmaktadır. 1917′de Adnan Adıvar’la evlenir. Tatil için Türkiye’ye gelirler. Lübnan’a tekrar döndüklerinde orada Kenan Çobanlarını yayınlar. Bu eser bestelenerek opera şeklinde defalarca temsil edilir. Mart ayında okullar kapanınca Halide Edip tekrar İstanbul’a döner. Mor Salkımlı Ev, Halide Edip Adıvar’ın çocukluk günlerinden 1918 yılına kadar anılarını anlattığı kitaptır. Bu yüzden o dönemler içerisinden o dönemde ki siyasal ve ruhsal olayları, zihniyeti yani toplum yapısını öğrenebiliriz. Öyküleyici anlatım türü kullanılmıştır çünkü Halide Edip Adıvar’ın hayatını anlatmaktadır. Bunları anlatırken sade bir dil kullanmayı ihmal etmemiştir. İki bölümden oluşan bu eser, dönem, yazar, gelenek görenek ve sosyal çevre bakımından bilgi veren nadireserlerdendir.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KENT ve BEN Bir dert var bu kentte; İlacı yokmuş yağmurdan başka. Derler ki; Yerde bitkiler yetiştirir yağmur Her gelişinde huzur getirir yağmur Derdi de melâli de bitirir yağmur. Kuraklık mı oldu bilmem, Yağmur mu yaramadı kente Hala içinde gezersin Benden çok uzakta. Yıprandı kent Çünkü Kavuşmamız ulu çınarlardan Daha çok yakışırdı ona Bu dert hep saklı kaldı böylece onda. Bir dert var bende, Sen gibi sultan dururken Resmi makamlara arz olunmaz. Dediler ki; Bir âşık varmış, ayrılık görüp korkak olmuş, Dert tekmiş, bendeymiş, kent gelmiş ve ortak olmuş. Bir kuytu var bu kentte, Ben kentte değilim kent değil bende. Şimdi ben o karanlık, dipsiz kuytudayım, Çıkar tülbendini, sarkıt da kurtulayım.
AZİZ NADİR
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Çizilmiş Yol Tepeleme yığılmış iyi kötü anlarım, Sanma kirden arınmış az olsa da yıllarım. Biçare ki zamandan boşa geçen bir andan, Galibi değer veren, asıl darbeler ondan Sessizce bir hilalin aydınlattığı karanlık, Çehremin çamurunu örtbas eden bataklık, Ruh suretle kavgalı, yalnız huzurda rahat. Bahsedilenler sağlam, ürettikleri sakat Kapsam dışı çosturlar, su altı yılanları Kestirme yol sandılar , batık gemi malları Çağır meclisi danış fikrini, kalk ve yol al. Kin dolu küplerim sevgi bağımla kırıldı, Gül, diken saçarken gözlerime takıldı. İçimi karartan duman; gurur, kibir ve yalan, Keskin bakışlarımla yediklerim kuru bir saman, Zaman rüzgarı esiyor; kansız bedenime Sonsuzluk yolu kefeni hazırladım kendime. Gayretime karşılık, adım kalsın köşede Alsak artık helallik dönmeden bir cesede Çakal sürüleri toplanın, gün büyük gündür Çizdiğiniz yol benim hesapsız ölümümdür...
Serpil Südüpak
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Muhteşem Bir Yapı: BOZÜY
Türkler, bilindiği üzere tarih öncesi devirlerden itibaren hayvancılıkla uğraşmışlardır. Hayvancılığın bir getirisi olarak konar-göçer olarak yaşamlarını uzun bir süre sürdürmüşlerdir. Kışları geniş ovalara, yazları ise yayla denilen alanlara göçmüşlerdir. Yemeiçme davranışları, doğumları, barınakları bu yaşam tarzına uygun hale gelmiştir. Takdir edersininiz ki konar-göçer yaşam şeklinde yerleşim kolay değildir. Belli bir alan yurt olarak tayin edilmediği için insanlar, barınak ihtiyacını karşılamak için bugün kullandığımız yapılardan daha farklı bir yöntem tercih etmişlerdir. Bu tercihleri, kolayca sökülüp kurulabilen çadırlardan yana olmuştur. Yazımızın konusunu, bu çadırlardan UNESCO
Somut Olmayan Kültürel Miraslar Listesi’ne dahil edilen, Kırgızlara ait olan Bozüy (Boz-ev) adlı çadırlar olarak belirledik. Ev denilince hepimizin aklına gelen ilk kelime ‘’yuva’’dır elbette. Yuva demek, sıcaklık, huzur, samimiyet demektir. Kimimiz bu kelimenin anlamını apartman dairelerinde kimimiz ise müstakil evlerde buluyoruz.
Busenur ASLAN
Kırgızlar ise bu kelimenin manasını Bozüylerde buluyor. Bu evler hakan çadırı şeklindedirler. Keçeden yapılırlar ve yağmura, kara ve yazın sıcak havalarına karşı korunaklıdırlar. İçi kışta sıcak, yazda serindir. Tam bir mühendislik harikası olan, çadır-ev şeklinde oluşan Bozüyler bir evde ihtiyacımız olan her şeye sahiptir. Kolay bir şekilde kurulup sökülebilmesi sayesinde de göçmen halk için büyük bir kolaylık sağlamaktadır. Göz alıcı bir şekle sahip olan bu çadırlar Kırgızistan’da bir çok yerde karşımıza çıkabilirler. Bozüyün ana malzemeleri; kasnak kısmını oluşturan ağaç sırıkları, keçe ve iptir. Ağaç sırıkları genellikle kayın ağacından elde edilmektedir. Bozüyler, zamana karşı da çok dayanıklıdırlar. Günümüzde kullanılan diğer yapılar kısa sürede yıkılmakta veya çökmektedir. Fakat Bozüyler varlıklarını çeyrek asır kadar bir süre devam ettirebilecek kadar dayanıklıdırlar. Her biri farklı bir büyüklüğe sahiptir. Büyüklüklerine göre; dört kanat, sekiz kanat, on iki kanat olabilirler. Bozüylerin kubbe kısmını oluşturan kısıma ‘’uuk’’ adı
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
verilmektedir. Bu kısmı oluşturan sırıklara göre de ‘’ 50, 70, 80, 100 başlı ‘’ olarak da adlandırılmaktadır Bozüyler. Bu yapılarda, kubbe bölgesindeki eğrilmiş sırıklardan yere kadar olan eğri ağaç duvarlar bulunur. Bu duvarlara, ‘’kerege’’ adı verilmektedir. Uuk ve kerege bu sıcacık yuvanın kaburgasını oluşturur. Nasıl binaların sağlam temelleri varsa Bozüylerin de sağlam bir kaburga kısımları mevcuttur. Geleneğin getirisi olan Bozüylerin kurulma aşaması da gelenekseldir denilebilir. Çünkü öyle ki geleneğe göre, Bozüyleri kadınlar kurmaktadır. Bu bize ‘’Yuvayı dişi kuş yapar.‘’ deyimini hatırlatmaktadır. Yalnız Bozüylerin ‘’tündük’’ adı verilen ve çatı kısmında bulunan pencere kısmının yapımında, erkekler yardımcı olmaktadır. Bu kısım aynı zamanda, baca görevini de üstlenmektedir. Öyle muhteşem bir şekilde oluşturulmuştur ki bu kısım hem pencere hem bacadır ve gündüzleri bu sıcacık yuvanın ışığını sağlamaktadır. Aynı zamanda havanın devinimi için de önemlidir. Çünkü içeriye hava girmesini de sağlamaktadır. Tündük kısmı tekerlek şeklindedir. Bu şekil Kırgızistan bayrağının da ilham kaynağı olmuştur.
Görünüşüyle ve sahip olduğu özellikleriyle bizi bizden alan bu muhteşem yapının içine girelim artık. Eşik denilen giriş kısmını geçtikten sonra, sağ ve sol kısım olmak üzere karşımıza iki kısım çıkar. Sağ kısımda mutfak bulunmaktadır. Bu kısım genellikle kadınların bulunduğu kısımdır. Sol kısımda ise oturma yerleri bulunmaktadır. Bu kısım ise daha çok erkeklere aittir. Evin ocağı olan kadına haliyle ocağın içinde olduğu mutfak kısmı verilmiştir. Bir de İki kısmın arasında bulunan kısım vardır. Burada da genellikle misafirler ağırlanmaktadır. Gördüğünüz gibi bu muhteşem yapılar bugün barınmakta olduğumuz ve lüks adı altında anılan evlerde bulunan birçok özelliğe de sahiptir. Günümüzde Bozüyler daha çok, turistik amaçlı kullanılmaktadır. Kültüre ait olan bu kadar harika bir şekilde tasarlanmış olan yapılar haliyle birçok insanın dikkatini çekmektedir. Bu amaçla Bozüyler, genellikle yol kenarlarına kurulmaktadır. Dinlenmek, kültürü tanıtmak, birbirinden lezzetli Kırgız yemeklerinin tadına bakmak ve Türklerin daima şifahi bir özellik kattıkları kımızı içmek için ideal birer mekan halini almışlardır. Dünyaca tanınan Bozüyler artık Kırgızistan’ın sembolü olmuşlardır. Muhteşem bir zekanın ve mimarinin ürünü Bozüyler, Kırgızların hem yuvası hem geçim kaynağı hem de sembolleri olmuştur. Bu yapılar tarih boyunca bugünkü kadar ilgi odağı olacaklardır ve daima eşsizliklerini koruyacaklardır. Kırgızların zekasının ve kültürünü önemli sembolü olmaya devam edeceklerdir.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
CADI AVI -3 Işık Selin Orhuntaş Sırça Fanus’unun içinde ölen Tezer Özlü ve Sylvia Plath hatırasına saygıyla… -Yolculuk nereye ? - Yaşamın ucuna… Yaşamın Ucuna Yolculuk yaparken Tezer Özlü yanında Svevo , Kafka ve Paves’i alır,tek tek mezarlarına gider. Bense Sylvia Plath’i. Aynı onun gibi intihar düşüncesiyle dolup taşan şair,yazar ve bir anne ; Sırça Fanus’unun içinde.
Daha sonra yine bursla Cambridge Üniversitesi'ne gider. Susturamadığı ses yazıya dökülmeye devam eder. Onun gibi şair olan Ted Hughes'la evlenir. Mutlu evlilik zamanla kabusa dönüşür. Plath’in kıskançlık krizleri Hughes’ı bıktırır. Bu krizler yersiz değildir çünkü Hughes onu aldatır. Önce evliliklerini düzeltmek için çocuk sahibi olmaya karar verirler. Bu plan da pek işe yaramaz. Başarısız evliliğin Plath üzerindeki kötü etkisi büyüktür. Evlendikten sonra yaratıcılığının sınırlandığını, gerilediğini düşünür.
Kadınların en bilindik özelliği duygusal olmalarıdır. Bunu yaşama sevinciyle birlikte ölüme giden kadınların şiirlerinde çok rahat görebiliriz. Sadece duygusallığı değil , bambaşka duyguları da… Alman bir babanın kızı Plath. Almanca’yı zorla öğrenmesi ilk yaralardan. Çünkü buna zorlayan babası. İlk şiirini sekiz yaşında yazar Plath. Yoğun nefreti hissetmemek imkansız. ‘’ dikenli tellere takıldı kaldı ich, ich, ich, ich güçlükle konuşurdum her alman'ı sen sanırdım hele o yüz kızartıcı dilin … baba, babacığım, alçak herif, seninle işim bitti. ‘’ İlk şiirini babasının ölümü üzerine yazar. Saplandığı boşluktan hayatı boyunca kurtulamaz. ‘’ İçinde susturamadığı bir ses olduğu için yazdığını’’ çok sonra Sırça Fanus’ta söyler. Şiirler yazmaya devam eder. İlk intiharını on yaşında dener. Bulunmak isteyenlerden değildir o. Sonsuz ışığa sonsuz sessizliğe kavuşacağını düşünür. Başarısız olur. Gizdökümcü şiirler onunla başlar. Plath itiraflarını şiirlere dökerken Özlü ise anlatılarında yoğurur. Bursla gittiği okulda ikinci intiharına kalkışı başarısız olur.
Yaşamına pek çok şiir ve pek çok kitap sığdırır. Yetenekli ve zeki kadın zaferini 11 Şubat 1963 günü kazanır. Sabah kalkar, çocuklarına süt ve bisküvilerini hazırlayıp odalarına götürür. Kapıyı sıkıca kapatır. Hatta bant, battaniye vb şeylerle kapının bütün boşluklarını kapatır. Mutfağa gider kafasını fırının içine sokarak intihar eder. 30 yıl boyunca yanında taşıdığı ölüm gün yüzüne çıkmıştır artık. Üçüncü intihar girişimi başarılı olur. Şiirlerinde kalkıştığı intihar girişimleriyle gurur duyar. Her şeyin yanında bir kadın olarak ölüme giderken bile çocuklarını düşünür. Gazdan etkilenmemeleri için önlem alır. Ne kadar naif bir düşünce…
"Yola düşen gölgemin, yorgun yol arkadaşıdır ömrüm."
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
de gürültü yapıyordu. Ama ben hiçbir şey duyamıyordum. Kent ışıldayarak, göz kırparak, bir afiş gibi yamyassı asılmış duruyordu penceremde. " Pür dikkat okunduğu zaman altını çizecek tekrar tekrar okunduğunda huzursuz edecek cümle çok. Ariel ‘ de toplanır şiirleri: ‘’Ölmek, Plath öldükten sonra kocası Günlükler ‘i yayımlar. Bu kitaba yazdığı önsöz yüzünden Sylvia hayranları ondan nefret eder. Önsözde güncelerin bazılarını imha ettiğini söyler. Sebebi de çocuklarının rahatsız olabileceğidir. Bu saygısızlık şu soruyu akla getirir: Kendi bencilliği çocuklara olan sevgisizliğinin önüne mi geçti? Çocuklar sadece Sylvia’nın mı? Bu sorular doğru kadının ( Sylvia’nın ) hayatı boyunca yanlış adam için çabaladığı gerçeğini değiştirmiyor. Sırça Fanus ( The Bell Jar ) Ocak 1963’te Victoria Lucas takma adıyla yayımlanır. Güzel başlayıp kötü süren yaşamın kağıda dökülmesidir. Otobiyografik bir kitaptır. Plath kendi yaşamını yazmıştır. Kahramanların isimleri farklıdır sadece, yaşananlar aynıdır. New York ‘ da bir moda dergisinde çalışan kahraman zamanla yaşamdan soyutlanmaya başlar , bunalıma girer. Gördüğü tedaviler , yaşadıkları , hissetikleri ve adım adım ölüme yaklaşımı yazılıdır. Ölür yeniden dirilir yazarak. Hayatla kavgası sessizlik içinde sürüp gider. O yüzdendir ki kitapta sessizlik her sayfada vardır. Sırça Fanus ’ un içine hapis olmuş durumdadır. Normal bir yaşam sürebilmek için her şeyi yapmıştır oysa ki... Fildişi kulede yaşamak yetmez bu yüzden Sırça Fanus ‘ a tırmanır. Yazarın kullandığı kelimeler ve benzetmeler çok çarpıcıdır. "Sessizlik bunaltıyor beni. Sessizliğin sessizliği değil bu. Benim kendi sessizliğimdi. Çok iyi biliyordum ki otomobiller gürültü yapıyordu. Otomobillerin ve yapıların aydınlık pencerelerinin gerisindeki insanlar da gürültü yapıyordu. Nehir
Her şey gibi bir sanattır, Bu konuda yoktur üstüme. ‘’ Yaşamın saçmalığına katlanamayan anne şair/yazarlar geride özel hayatlarına girmemiz için günlük bırakırlar. Sylvia Plath ‘ in günlükleri bana Tezer Özlü’ yü hatırlatır. Aslında ikisini ayıramam. Her ne kadar Türk Edebiyatı’nda Plath hayranlığını açık açık söyleyen Nilgün Marmara olsa da Özlü’ yü ayırmak haksızlık gibi geliyor bana. İkisi de yaşamla savaşır; yaşama karşı ölümü savunurlar. Baba sevgisizliğinin kurbanı kız çocuklarıdırlar. Yaşamın ucuna gidişlerinin özlemle anıyoruz…
yıldönümlerinde
Son olarak; Türkçeye pek az eseri çevrilmiştir. Merak eder de okumak isterseniz Kırmızı Kedi Kitapevi’nin çevirilerini tercih edin. 2003 yılında yazarın hayatı Oscarlı oyuncu Gwyneth Paltrow ’un ünlü şairi canlandırdığı “Sylvia” filmine de aktarıldı. Nilgün Marmara Sylvia Plath’ın Şairliğinin İntiharı Bağlamında Analizi adıyla İngilizce tez yazmıştır. Yazıldıktan 20 yıl sonra Türkçe’ye çevrilmiştir. The Bell Jar ‘ın yayımlanmaması için Plath ‘in annesi uzun uğraşlar vermiştir. Lakin bu uğraşlar eseri Amerikan’ın ilk feminist romanı olmasını engelleyememiştir.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gökyüzü Aldatmaz Beni Akşamüstü ağaçlarla, Çok düşünmüştüm ben Çok saftı güneşle sema, Yıldızlar sanki ben gibiydi... Ne zaman baksam, Ellerimden tutarlardı, Pandora bir an gözüme ilişirdi... İkinci bir şans yeni doğmuştu, Güneş batınca, Görüntüsü beni götürmüştü... Siyah dalgalar gelse de yüreğime, Bir ağaç akıtmıştı zehri. Yıldızlar ve gezegenler semada paralanıyordu, Bir rüzgar aklımı alıyordu. Gece ne kadar da karanlık olsa, Gökyüzü aldatmazdı beni biliyordum... Unutuyorum birden şehri ve dünyayı, Tepemdeki taze hayale bakıyorum, Belki de bir gün bir yıldız çıkacak, Beni alıp götürecek... Gönlüm, bahtım kara ama biliyordum, Gökyüzü aldatmaz beni... Erdi YEŞİLAĞAÇ
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Korkunun Hikayesi
Zeynep Tosun
Siyah arabadan indi. Kırmızı şort ve tişört vardı üzerinde. Kafasındaki kocaman şapkası, gözlüğünün yetmediği yerde güneşten koruyordu onu. İner inmez kendisini siyah takımlı, kulağında kulaklık ve mikrofon taşıyan sert görünümlü bir sürü adamın ortasında buldu. Şaşkın değildi. Sonuçta kendi korumalarıydı. Fakat korumalar tuhaf davranıyordu o gün. Siyah arabadan inen kırmızı şortlu adamı umursamamış, duruşlarını bozmamışlardı. Patronlarını bekliyorlardı belli ki. Patronları gayet resmi bir adamdı. Takım elbisesi olmadan asla işe gelmez, konuşmalarında ciddiyeti hiç bir zaman elden bırakmazdı. Çalışanlarına iyi davranır, çalışanları da onu severdi. Yalnız rakip şirketlerle her zaman sorun yaşardı. Bir kaç gün önce haberini almıştı; rakiplerinden biri, bu rekabeti ebediyen sonlandırmaya karar vermişti. Duydukları onu korkutmuş, elini ayağına dolaştırmıştı. En yakın arkadaşıyla uzun süren konuşmalarının ardından karar vermişti: O gün işe kılık değiştirerek gidecekti. Zaten korumaları onu kapıda karşılardı, tanınmayacağı bir kılıkta gitmek, neredeyse her açıdan güvenliydi. Nihayet o gün gelmişti. Tıpkı karar verdiği gibi takım elbisesini giyinmedi. Havanın sıcaklığını da göz önünde bulundurarak kırmızı şort ve onu tamamlayan bir tişört seçti kendine. Kocaman gözlüklerini de kocaman şapkası tamamladığına göre, artık hazırdı. Çalışanları onu tanıyamayabilirdi belki ama bunu sorun etmedi. Son anda aklına gelen bir fikirle arabasını da değiştirdi. Şuan kullandığı arabası onu mutlaka ele verecekti çünkü. Bu yüzden daha küçük ve sade görünümlü, siyah bir araba seçti kendine ve şirkete kadar kendisi kullandı. Yol boyunca etrafı izledi, kılık değiştirmiş olmasına rağmen kendini korkudan geri alamıyordu. Nihayet vardığında korumalarına yakın bir yere arabayı park etti ve indi. Üzerindeki kırmızı şortuna rağmen korumaların dikkati dağılmamıştı. Birer heykel edasıyla öylece durarak patronlarını bekliyorlardı. Kırmızı şortlu adamı umursamadılar. Kırmızı şortlu adam, korumaların beklediği kişinin kendisi olduğunu göstermek için şapkasını çıkarmaya yeltendi, tam o sırada şirketinin yanında bulunan binanın camında, elinde büyükçe bir silahı olan adamı gördü. Yanında aşağı yukarı on yaşlarında bir çocuk vardı. Adam bu manzara karşısında dilini yuttu ve sendeleyerek yola doğru yürümeye başladı. Geriye doğru yürüyor ancak gözünü camdaki adamdan ayıramıyor, bir kaçış yolu arıyordu. Adeta kilitlenmişti. Korkusu, kalp atışıyla paralel hızda artıyordu. Dikkatsizce geriye doğru yürürken hızla gelen otobüsü fark etmedi. Otobüs şoförü direksiyonu farklı yöne kıracak zamanı bulamadı... Oğluna henüz aldığı kocaman su tabancasını ona nasıl kullanacağını öğretmeye çalışan camdaki adam, kaza sesiyle birlikte oğlunu içeri alarak camı ve perdeyi kapattı. Cadde kalabalıklaşıyor, ambulans vakit kaybediyor, korumalar hala patronlarını bekliyorlardı.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ben Bir Nöbetçiyim
HİKAYE
Mehmet Altınova
acımı kağıdım ve kalemim gibi zararsız dostlarımla
Ben bir gazeteciyim. İşim dışarıdan bakıldığında çok
paylaşırım. Bu artık bende alışılagelmiş bir hal oldu.
kolay gibi gözükür. Olayları yaşamayan biri gibi
25 şubat… Bu tarihte yazım daima beni
görünürüm bazen benden nefret ederler; olayları
1992 yılına çeker çünkü bir sonraki gün benim için
yaşamayıp empati yeteneği gelişmemiş insan
önemlidir. O gün yaşanan olayları tıpkı şöyle
olarak algılanırım. Sanki her gece başımı yastığa
yaşarım :
koyduğumda elimin kaleme gittiği anda o olayı yaşayan ben değilmişim gibi... Belki de haklıdırlar. Çünkü bilemezler benim ne hissettiğimi onların acı
Bir gece yarısı düşünün. Öyle bir gece yarısı olsun ki herkes derin bir uykudayken ani bir baskınla sizi öldürmeye kalksınlar. Kadın, çocuk,
ya da mutlu olduğu anlarda. Bu yüzden onlara yaşlı ,genç, sağlam sakat demeden sizi öldürsünler. kızmıyorum, zaten kızamam da buna hakkım yok. Bunun yapılmasındaki sebep de sizin olan toprak Yukarıda da sözünü ettiğim gibi ben bir
parçasını almak olsun. Öyle bir düşman düşünün ki
gazeteciyim. Yılın her günü benim için anlamlıdır.
postalları
İnsanların özel tarihleri olur, bunlar; doğum günü,
,çamura atıp onun üzerinden geçen ,dünyaya
ölüm günü , savaş günü , evlilik günü diye araya
gelmeyen çocukları öldüren ,onların organlarını
boşluklar koyup sonsuza kadar uzatabiliriz kısacık
alan
anı. Ama benim için bazı günler var ki matem gün
,kadınların ırzına geçen bir düşman var karşınızda…
olarak
anlarda
Bu eylemleri yapan hatta benim daha fazla yazmak
yazacağım konu bellidir. O matemimi anlatırım ve
istemediğim, daha doğrusu tahammül edemediğim
adlandırırım
bu
günleri.
Bu
kirlenmesin
,çocukların
diye
saçından
çocukları
tutup
dereye
sürükleyen
hatırlayınca "Bu kadar da olur mu ?"dediğim
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
eylemleri böyle bir düşman askeri tarafından
okuyordum. Sanki bir yandan işimi yapıyordum
yapılmış şekilde yaşarım. Bu eyleme karşılık veren
rüyamda belki de bu olayı yazıyordum daha
insanlar diri diri yakılmış , üzerlerinde bilim
yaşamadan… Ağır ağır şiddeti yükselen bir sesle
adamları deneyler yapmış,öldürülmüş ve onlara
beraber uzaklardan gelen birçok insan gördüm.
daha fazlasını yapılmış gibi hissederim. İşte ben
Zaman azıcık ilerleyince sayıları çoğaldı. Bu normal
böyle bir matemin içinde kaybolurum her yanı
bir duruma benzemiyor hissi beynime yer etmiş ki
Hocalı köyü olan dünya gibi bir yerde.
ben bunun olağandışı
bir hareket
olduğunu
anlamıştım. O da ne öyle ? Birkaç tane tank da mı Benim empati kuramadığımı söyleyen insanları suçlayamam. Her yıl olduğu gibi yazımın
var orada ? Şaşırmıştım ama yapımın ve görevimin bana sağladığı dürtülerle çabuk kendime geldim.
konusu bellidir. Hocalı Katliamı. Geçen gün rüyamda yaşadım bu olayı. Gerçekten beni etkiledi
Düşman askerleri olduklarından şüphem yoktu ama hangi
ülkenin
askerleriydi
bu
kişiler,
bunu
bu rüya. Açıkçası konuyu ilk kimden dinlediğimi de bilmiyorum ama anlatan kişi o kadar iyi anlatmış
kestirmeyi amaçlıyordum. Artık yanıma geldiklerini hissettim onların soluklarıyla, şah damarımın az olacak ki bende derin bir iz bırakmış. Yazımı yazdıktan sonra uykuya daldım. Aklımda yine
ötesindeydiler. Elimdeki tüfeğimle ateş etmek istedim. Amacım birkaç askeri öldürmek ve uykusu
Hocalı köyünün sakinleri vardı elbet. Rüya hep ilginç gelmiştir bana ve hep araştırmışımdır. Psikologların ve bu konuda uzman kişilerin rüyaların nelerden etkilenip oluştuğu ve oluşum süreci hakkındaki çalışmaları bende hep merak
ağır olanları -gerçi bu sesi sağırlar bile duyaruyandırmak için uyarı ateşi açmaktı. Ama tüfek ateş etmiyordu. İçinin dolu olduğundan adım kadar emindim. Ama etmiyor işte, lanet olsun ki etmiyor ateş! Rüyada olduğumun farkına vardım ama bu uyandırmıştır. Bu konu beni çok etkilediğinden olacak ki o gece rüya görmüşüm.
savaşı kazanmak zorundaydım, şimdi uyanıp onları yalnız bırakamaz idim. Rüya, insanları derinden Rüya şu şekildeydi: Bir kaledeydim. Koruma sırası
etkileyen olayların kendi yorumladığı ya da
bana gelmişti. Altı yüz kişinin canı bana emanetti o
yorumlamak
gece. Hocalı köyünü koruyacaktım. Sakin bir geceye
parçasıdır. Fakat ben hayal gücüme hakim olamıyor
benziyordu. Tabiri caizse çıt çıkmıyordu etrafta.
düşman
Hava zifiri karanlık , tek tük aydınlatma vardı
geleni yapıyordum, beynime hakim olabilmek için
çevrede. Elimde tüfeğim, yanımda çayım, gazetemi
ama sanki kaderim böyle olmasını istiyormuşçasına
istediği
askerlerini
hayal
ürünlerinin
öldüremiyordum.
bir
Elimden
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yönetemiyordum onu. Düşman askerleri bana
zincire vurulmuş vaziyette elbisesini soydular.
nispet yaparcasına sanki hareket kabiliyetimi almış
Çekilen kişiler “Biznen ne istirsiniz ?" (bizden ne
gibi
istiyorsunuz?)
hunharca,
öldürüyorlar;
iki
beni
kat
koruduğum
de
adeta
kişileri
hiçbir
"Bu
muxarebe
nedi?"
(Bu
şey
savaş/muharebe ne?) diyordu. Aralarından biri de “
yapamamanın verdiği vicdan azabıyla öldürüyordu.
mama”(anne) diye sayıklıyordu daha doğrusu çığlık
Savaşı bu sayede iki kez kazanıyorlardı...
atıyordu. Ama bu yapılanlar da ne ? Beyaz önlük giymiş adamlar çevrede dolanıyorlardı. Bir an için
Bir düşman askeri hamile kadının saçını çaresiz tutmuş
çekiyordu.
Kadın
korkuyla
düşmüş,
zavallı
insanlara
yardım
bebeğini
düşürdü. O anı görmemek için kapalı olan gözlerimi
edeceklerini düşündüm, yanılmışım.O götürdükleri insanların
derilerini
soyuyor.
Evet
yanlış
soyuyorlardı.
Ama
daha sıkı yumdum. Belki de benim göremediğim ama onların yapmış olduğu başka eylemler de
okumadınız
derilerini
endişelenmeyin bilim için yapıyorlar(!) Deneyi vardır.
Bunları
yaptıklarına
göre
göremediğim halde yapmış olabilir
benim
dediklerim
anlattığımda bu kadar da olmaz diyeceğinizden eminim ama bu olayın 26 Şubat 1992 yılında arasında şu eylem yoktur desem yalan söylemiş olurum: Yavrusunu emziren anne köpeği öldüren
yaşanmış bir hadise olduğunu söylemeliyim. Niçin mi yapıyorlar bu deneyi ? “ İnsanlar acıya kaç
düşman. Evet acımasız ama bu kadar acımasız düşman askeri niçin bunu da yapmamış olsun diye
saniye dayanır?”onu hesaplamak ve bu bilginin beyinlerinde yer edebilmesi için... Mamafih sadece
düşünüyorum işin açıkçası.
onlar değil, saklanan çocukları da bulup onları sırf “Bu savaş tamamıyla insanlık suçudur.”
bu vahşetten kurtulmayı umdukları için iki kat
diye haykırdım. Uluslararası insanlık suçu nerede?
eziyet çektiriyorlardı. Savaş epeyce bir vakit sürdü.
Nerede İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi! Nerede
Zaten şu anda da sürmüyor mu sanki ? Her 26
Avrupa'daki
Şubatta yıl kaçı gösterirse göstersin hepimizin içi
Adalet
Bakanları,
Komisyonları?
Nerede bunları imzalayan diğer devletler?
...
kan ağlamıyor mu ?
Nerede... Nerede ...? Evet... Bu söylediklerim yaşandı; en fazla Beyaz önlüklü birkaç kişi değişik yaş ve cinsiyet
guruplarından
insanların
yedi saniye sürebilecek rüyamda. Bu olayları
saçından
naklettim size. Nice zaferler kazandı bu millet.
sürükleyerek bir yere çekiyordu. İp gerilmiş ve
Çanakkale savaşını kazandık , donarak şehit düştük
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
, kaburgalarımız kırılıncaya kadar mermi taşıdık ,
Ermenilere- vermemek için canlarını ortaya koyup
elbiselerimiz bitlendi karıncalar yesin diye yollara
onların kötü amellerine maruz kaldılar. Orada
serdik , aç idik , susuz idik ama bizde düşman
ölenler yalnızca Azeri kardeşlerimiz değildi,biz de
askerlerinde olmayan bir husus vardı. Biz Türküz ,
oradaydık tıpkı onların bizimle daima oldukları gibi.
Azerilerimiz , Türkistan'ımız her bir köşe bucak da
Ne mi oldu rüyanın sonunda? Ben onları bütün
dünya denilen mekanda dört bir yana dağılmış
arzumla ve irademle çekmek istedim dünyaya ama
köktaşlarımız vardı. Aliyev'in dediği gibi biz "İki
gözümü açtığımda ben dünyada idim onlar hâlâ
devlet tek millet" idik ve onların kaybı bizim de
orada savaş içerisindeydiler. İnsan en fazla
kaybımız idi. Albert Coumus'un dediği gibi 20.yüzyıl
gölgesini
cinayetler yüzyılıydı. Nasıl olmasın ki ? Dünya
gölgem yanımda etten örülmüş vücudum ise
savaşları , Hocalı katliamı ve diğer savaşlar cinayet
oradaydı... Onları geri getiremedim , çok istedim
değil de neydi..? Kendi topraklarını düşmanlara -
ama olmadı...
götürürmüş
yanında.
Uyandığımda
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
GİDİŞ Gözlerimin rengini güneşe benzetenler, Bu bozkır sarısına bilemem ki ne derler? “Paçavralardan arınıp yürüyorsun gerçeğe Sırtında ki anılarla yıllanacak mahzene”
GENÇ BİR ZAMAN Pazartesi yağmurları, bu aralar kulak verse sesime,
Karanlıklarda uçan yarasalar gibiydik biz;
Yağmazlardı böyle hızlı, dinlerlerdi sessizce.
Elimizde erimiş kar taneleri,
Seyyah güvercinlerden haber aldım evvelce,
Dilimizde arka sokak kedileri,
Birkaç güne kalmadan, ağıtlar yakılır tepemde.
Gönlümüzde Bağdadın Babil’e açılan renkleri, Aklımızda Beatles’ın aykırı sözleri.
Çaputlar bağlasınlar dilek ağaçlarına benim vekilliğimde, Ateşler yansın nevruzda yeşil bir tekerleklide gidenlerin yerine.
Başımızdaydı elbet gençliğin pervasız halleri. Gözlerime gizlenmişti mutluluğun sembolleri. Her daim korkusuzduk, Ölüm’e meydan okuyan Firavun misali.
Çırılçıplak toprağı vücuduma giyeceğim, Hayat ipliklerini koparıp, aldığıma teslim ettiğimde.
Sema Keser
Sema Keser
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARDINDAN
Bölüm -8-
Sırdem Kemiksiz Bilgisayar başında geçirdiğim berbat bir gün daha… Bir yandan İzmir’den kaçıp hangi şehre yerleşsek diye açtığım Türkiye haritasına bakıyor bir yandan da acaba teyzemi kliniğe yatırmaya nasıl ikna edebilirim diye düşünüyordum. Haritadan yer beğeniyorum diye gülmeyin sakın. Kabul ediyorum, tercih listesini dolduran memur adayı gibiyim bu durumda ama teyzeme iyi gelecek bir şehir arıyordum. Bir an gözüm masanın ucunda duran Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ine takıldı.’’Sudan ibaret Bursa…’’ İhtiyacımız olan şey suydu. Thales de evrenin ilk maddesini su olarak tanımlıyordu. Bizim de ihtiyacımız olan şey belki biraz su biraz yeşillikti. Ellerimi çırpa çırpa aşağıya indim.’’Buldum, buldum’’ diye bağırıyordum. Duyan, Arşimet olup suyu buldum sanacak ama olsun. Bizim için bir çıkış yolu bulduğum söylenebilirdi. Teyzeme Bursa’ya yerleşme fikrini söylediğimde tahmin ettiğimden de çok sevindi. Artık bavulları tozlanmış yerlerinden indirme vakti gelmişti… Teyzem eşyalarını toplarken ben de biletlerimizi aldım. İçim içime sığmıyordu. Genellikle bir şeyin sonunu getirmeyi beceremediğim için onu hiç yaşanmamış sayıp yeni şeylere başlamaya bayılırım. Bu sebeple şu an tek düşündüğüm ‘’yeni olan her şey heyecanlandırır’’ düşüncesiydi. Benim hazırlanmam çok uzun sürmedi. Tek bir valizle geldiğim için saniyeler içinde toparlandım ancak bir sorun vardı. Mırnav hanım valizimin içine girmiş öylece bana bakıyordu. Bu kediler neden daracık kutularda, valizlerde çok mutlu oluyorlar bilmiyorum. Üstelik girince çıkmak da bilmiyorlar. Bir dergide bu tip yerlerde kendilerini güvende hissettiklerini okumuştum. Mırnav’ı kandırmak için ona ödül mamasından verdim. Garibim hemen kandı da ben de tüy içinde kalmış valizimi kapatabildim. Mırnav’ı kafesine koyup yolculuğa hazırlamak benim görevimdi. Çünkü teyzem adeta sırtında evi taşıyordu. Teyzemi beklerken annemi aradım. Eve dönmediğim için bana hayli kızgındı ama teyzemi bırakamazdım. Üstelik anlattığı şeyde gerçeklik payı varsa teyzemin tedavi olması gerekiyordu ve ben bu aşamada onu yalnız bırakamazdım. Anneme Bursa’ya gideceğimizi söyledim. Orada hiçbir akrabamız yoktu. Bu durum teyzem için bir avantajdı. Her ne kadar şu an aklımdan geçeni bilmese de tedavi olduğu süre içerisinde çevresinde gerekli gereksiz bir sürü insanın olmaması çok güzel bir şeydi. Gerçi benim birkaç arkadaşım orada yaşıyordu ama onların da bize sadece yararı olabilirdi. Teyzem elindeki valizi evden çıkarmaya çalışırken ağlıyordu. Valizi bahçe kapısına bıraktı ve bahçesine döndü. Begonyalarını, kamelyalarını öptü. Yeniden valizini aldı ve bahçe kapısını kapattı. Nazar boncuklu kapı numarasını da okşadıktan sonra ‘’gidebiliriz’’ dedi ve sıcak bir İzmir akşamında birlikte ‘’elveda İzmir’’ dedik…
Devamı gelecek…
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BİR ERASMUSLUNUN GÜNCESİ
Kübra TARAKÇI
Kübra'nın yolu bu sefer Avusturya'ya düştü. Osmanlı İmparatorluğu'nun geldiği ama alamadığı, Viyana Kuşatması'nın yapıldığı o meşhur şehir Viyana... Viyana'yı Avrupa'nın kültür ve sanat başkenti olarak nitelesek yalan olmaz sanırım. Baktığınız her yerde her köşede sanatsal bir obje görmeniz mümkün. Klasik Batı Müziği'nin buradan gelişip yayılması Viyana'yı aynı zamanda müziğin kenti de yapmaktadır. Freud ve Kafka gibi adından hala söz edilen önemli kişileri yetiştiren bu şehir caddeleri, sokakları, eğitim seviyesi, yaşam kalitesi ile Avrupa'nın önde gelen şehirlerindendir. Gezi için kış mevsimi gerçekten kötü bir seçim ama ne yazık ki başka seçeneğimiz yoktu. Dondurucu soğuğun altında şehri gezmeye çalıştık. Öncelikle Viyana'da ulaşım diğer ülkelere oranla çok daha pahalı bu yüzden biz de birkaç defa kaçak olarak tramvay ve otobüs kullandık ama şunu da itiraf etmeliyim ki bu çok tehlikeli. Çünkü eğer kontrole denk gelirseniz cezası 100 Euro civarı. Seçim size kalmış. İlk durağımız Schönbrunn Sarayı yani Kraliyet Sarayı oldu. Devasa büyüklükte bir arazi üzerine kurulan bu saray Viyana'nın en önemli yapıtı sanırım. İçinde imparator ve imparatoçilere ait eşyalar bulmanız mümkün ama biz maalesef içeri giremedik. Burada Avrupa'nın en eski hayvanat bahçesini , bitkilerle oluşturulmuş bir labirenti, onlarca ufak çiçek bahçesini, havuzları, spor yapan insanları yani kısacası burda bir çok şeyi bir arada görmeniz mümkün İkinci durağımız Aziz Stephan Katedrali. Katedral 1365 yılında inşa edilmiş. Daha sonra şehirde Hofburg Sarayı'nı ziyaret ettik. Saray başta Habsburg hanedanlığı olmak üzere Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun birçok yöneticisine ve hanedanına ev sahipliği yapmış. Ayrıca Hitler de, İkinci Dünya Savaşı zamanlarında bu sarayın balkonundan bir konuşma yapmış. Sonraki durağımız Rathaus (Hükümet Binası). Bu bina Gotik tarzda inşa edilmiş ve ününde yılın belli zamanlarında çeşitli festivaller düzenlenmektedir.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Ve Türkler için en önemli yer Kahlenberg Tepesi. Burası, Polonya Kralı Jan III. Sobieski'nin İkinci Viyana Kuşatması sırasında Osmanlı ordularını durdurduğu yer. Yani Osmanlı askerinin ve padişahın gelebildiği son nokta. Acı olan şu ki Osmanlı'ya dair ne bir anıt ne bir yazı olması. Zamanında devlet tarafından her şey yok edilmiş. Bu tepe geniş bir Tuna Nehri ve Viyana manzarasına sahip. Stefaniewarte adındaki 165 metrelik radyo ve televizyon kulesi de burada yer alıyor. Almanya'dan Ukrayna'ya kadar on ülkenin içinden geçen; türkülere, marşlara konu olan Tuna Nehri'nin bir bölümü de Viyana içerisinde akmaktadır. Son olarak Viyana'ya gitmişken Schnitzel ve Sacher Torte'yi tatmanızı öneririm.
Türkçe'nin İngilizce'den daha geçerli olduğu sıradaki şehrimiz Berlin. Hitler'in Berlin’i... Görülmesi gereken yerlerden ilki Brandenburg Kapısı. Bu kapı tam anlamıyla Berlin'in simgesidir. Reichstag; aslında parlamento binasıdır. Bu binayı ilginç yapan özelliklerden bir tanesi de Hitler'in buraya hiç ayak basmamasıdır. Checkpoint Charlie; Checkpoint Charlie, Doğu Berlin ve Batı Berlin arasındaki ana geçiş noktasıymış. Savaş yıllarında, aradaki geçişlerin engellenmesi açısından bir zamanlar bu noktada Amerikan ve Sovyet askerleri nöbet tutuyormuş. Holocaust Memorial; savaşta hayatını kaybeden Yahudilere adanmış bir anıt. Yaklaşık 19.000 metrekarelik devasa bir alana yayılmıştır. Mezarlık misali ancak hiçbir isim bulunmayan 2711 bloktan oluşmuştur. Genel olarak Berlin'i çok sevdiğimi söyleyemeyeceğim maalesef Berlin'de beni etkileyen tek yer Sachsenhausen Nazi Toplama Kampı idi. Kampı gezerken geçmişte yaşanan o acı olayları iliklerinize kadar hissetmeniz mümkün.
Ve masal şehri Prag... Prag, katedralleri, sivri kuleleri, köprüleri ve tarih kokan sokaklarıyla her sahnesinden ayrı bir kartpostal çıkaracak güzellikte. Prag'ın kalbi Old Town. Burda Astronomik saat Kulesi'nden tutun birçok tarihi yapıyı bulabileceğiniz bir yer. Astronomik Saat Kulesi gerçekten görülmesi gereken en önemli yerlerden birisi. Gitmişken her saat başında gerçekleşen performansı da izleyebilirsiniz. Bu performansta ölüm figürü çanı çalar ve 12 Havari belirir.
Prag Kalesi: Guinness rekorlar kitabının da onayıyla dünyanın en büyük tarihi kalesi. Şehre tepeden bakan kalede şehrin etkileyici manzaralarını yakalamak mümkün. Çevresindeki St. Vitus Katedrali, saraylar ve Royal Garden bulunmaktadır. Yahudi Mahallesi (Josefov): Avrupa’nın en eski aktif sinagogu The Old New Synagogue‘un da bulunduğu mahallede birçok sinagog, Avrupa’nın en eski Yahudi Mezarlığı ve Kafka’nın Evi bulunmaktadır. Prag'da gezilmesi gereken yerler i liste yapsak sonu gelmez sanırım. O kadar zengin bir sanata sahip ki. Para birimleri farklı olduğu için hesap işleri biraz karışmıştı. Parayı ilk çevirdiğimizde “Aa zengin olduk!” dedik ama bu mutluluk gecenin sonuna kadar sürdü. Çünkü gecenin sonunda bütün paramız neredeyse bitmişti.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Slavya Kahvesinde oturan dostum tavfer'le, vıltava suyuna karşı oturup, tatlı tatlı yarenliği severim hele sabahları hele baharda. hele sabahları hele baharda konuşurken dalar dalar gideriz bir yitirir bir buluruz birbirimizi. hele sabahları hele baharda. prağ şehri yaldızlı bir dumandır ve kızıl, kocaman bir elma gibi. nezval geçer taze çıkmış kabrinden param parça yüreği de elinde ve orhan veli'yle karşılaşırlar urumeli hisarından gelir o ve telli kavağa benzer orhanım yüreciği delik deşik onun da. biz de aynı loncadanız biliriz tavfer zanaatların en kanlısı şairlik sırların sırrını öğrenmek için yüreğini yiyeceksin, yedireceksin. pırağ şehri yaldızlı bir dumandır vıltava suyunun köpüklerine martı kuşlarıyla gelir istanbul... lejyonerler köprüsüne gidelim tavfer martı kuşlarına ekmek verelim.” Nazım Hikmet
Ayın 9 unda gece saat 3 de otobüsümüz vardı. Bizde hostele para vermektense geceyi otobüs terminalinde geçirmeye karar verdik. Ama nerden bilelim otobüs terminalinin gece 12'de kapanacağını. O gece gerçekten unutamayacağım anılar arasına girdi. Kışın o ayaz soğuğunda 3 kız sokakta kalmıştık! Gerçekten bir başkentte otobüs terminalinin gece kapanması çok tuhaf. Bu ay da böyleydi işte... Yavaş yavaş Erasmusun sonlarına yaklaşıyorum. İçimde bir burukluk... Erasmus şansınız varsa gerçekten bunun için ne yapmanız gerekiyorsa yapın hatta döneminizi uzatmayı bile göze alın derim. Çünkü hayatınızda geçiremeyeceğiniz kadar güzel günleriniz olacağına eminim. Edebiyatla kalın...
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
BERLİN
PRAG
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KALEMİME Haskız YILDIRIM Bir ben varım âlemde, bir de kalemim, Garip birer seyyahıyız sanki bu âlemin. Dur durak bilmeden uzar gider yolumuz, Engin bir deryâda olmalı ancak sonumuz.
Bazen o lâl olur, bazen bende bin tasa, İçimdeki elemler bir an gelse uyusa. O yazmasa, çizmese baş kaldırsa bana, Arar dururum bir kucak, sığınacak bir ana.
O nazlı bir gelin gibi süzülürken elimde, Dünya bir türkü olur; susmaz benim dilim de. O işler nakış nakış ayrılığı umudu, Ben garip bir Kays idim o Leylâmı buldurdu.
Nice fermânlar yazdı, çoğunu çekti dara, Âyet âyet işledi hizmet etti Kur'ân 'a. Anladım gider bir gün şan, şöhret ve de yâr, Sıkı sarıl kaleme; zirâ onda âlem var.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
İLM-İ KELAM Fotoğraf: Aybige Akdağ / Ulucami-Bursa
Gecenin karanlığında ay, Güneş ışığı misali ilmi yay. Benim kelamım iki nesneden ibaret Ok ve yay gerisi gizem ve keramet... İlham perimin nefesi Haktan, Susuz açmaz çiçek topraktan. Ezelden ebede bâki kalsın, Şiirim özümdür adım dua ile anılsın. Kelam kaleme düşsün yayılsın, Gaflet uykusunda olanlar uyansın. Sen ne bir şair ne bir ozan sade bir Süleymansın. Araftayım belli değil ne sağ ne sol, Sen doğru ol bulunur doğru yol. Allah insi cinsi yaratmış Hû diye, Şiirim nefestir okuyana olsun hediye... Elbet şairdir şiir yazan , Bilemedim ki ben miyim ozan? Muallakta kaldı aklım inan, Elimdeki kalem değil mühr-ü Süleyman. Yapacağım en basit iş bir iki kadeh söz yazmak, Sözden kasıt bilimi bilip ilmi yaymak. Unutmadan hatırlatmak hatırlatıp aydınlatmak. Zaman avare, gönül divane, Kim deli,kim veli bilinmez, zaman ahir... Hikmet sahibi kim, kimdir arif? Gel gör ki ne gerek acep Dervişe bir hırka bir lokma... Lokum gibi tatlı satırlar yazmış şair hatırla, Her satırda bir hatıra vardır elbet unutma. Düşmez kalkmaz bir Allah destur Bismillah, Uyan artık uyan çok geç olmadan zaman.
Süleyman Erkut
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“ULU SES” Tuğçe ERKOL
“... Ama bedenim bir arp ve onun sözleri ve jestleri teller arasında gezinen parmaklar gibiydi.” J.Joyce Dublinliler
James Augustine Aloysius Joyce, 2 Şubat 1882'de Dublin'de doğdu. İlk eğitimini sonradan Hristiyan olmuş bir İspanyol askeri olan de Loyalo'nun 16. yy'de kurduğu, misyonerlik yaparak insanları eğitime yönlendiren Cizvit Okulu'nda gördü. Üniversiteye kadar öğrenim hayatı burada geçti. Üniversiteyi Dublin'deki Universty
College'de felsefe ve modern diller üzerine okudu. Joyce'nin edebiyata ve yazmaya atılışı 1900 yılında daha üniversitede öğrenciyken Norveçli yazar Henrik İbsen'in “Biz Ölüler Uyanınca” adlı son oyunu üzerine yazdığı uzun bir yazının Fortnightly Review dergisinde yayınlanmasıyla başladı. Aynı dönemde sırf İbsen'den çok etkilendiği için İskandinavca da
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
denen Norveçceyi öğrendi. İbsen'le ilgili yazısının beğenilmesinin ardından bu defa şiire merak saran Joyce lirik şiirler yazmaya başladı. Şiirlerini daha sonradan Oda Müziği adını verdiği kitabında topladı. 1902'de Dublin'den ayrılıp Paris'e gitti. Amacı tıp eğitimi almaktı. Ancak burada bir yıl kaldıktan sonra annesinin ölüm döşeğinde olduğunu öğrenip Dublin'e geri döndü. Aynı yıl Dublin'de tanıştığı evlerinin köşesindeki fırıncının kızı olan Nora Barnacle ile yaşamaya başladı.
aniden bir şeyleri kavradıklarını, olayın özünü anladıklarını görürüz. Dublinliler, karakterler üzerinden incelendiği zaman ilk öykülerdeki kahramanlar gençtir, sona doğru ilerledikçeyse karakterler yaşlanmaktadır. Bu nokta Joyce'un eserini çocukluk, ilk gençlik ve olgunluk şeklinde kurgulamasına uyumludur. Ayrıca Joyce'un bu eserindeki karakterleri daha sonra Ulysses'te de görürüz.
Barnacle, midyevari bir deniz canlısı anlamına gelir. Joyce'nin babası bu birlikteliği öğrendiği zaman değil evlenmelerine, birlikteliklerine bile izin vermez. Üstelik oğluna Nora ile ilgili "Bu kız sana bir midye gibi yapışacak ve peşini bırakmayacak." der. Joyce ise evliliğe karşı olduğu için biricik yabani çit çiçeği ile başlangıçta evlenmez ama ondan da hiç vazgeçmez. Yıllar sonra kızı ve torununun isteği üzerine 1931'de Paris'te evlendiler. 1905'de Dublin'den ayrılıp İtalya'ya gelirler. 10 yıl Trieste'de yaşarlar. Ancak İtalya'ya geldikleri ilk sene Joyce 9 ay için Roma'ya gidip orada bankacılık yapar. Roma'da bir bankacı olarak yaşamanın ona göre olmadığına karar verince Trieste'ye geri döner ve burada özel okullarda İngilizce öğretmenliği yapar. 1914'e geldiğimizde nihayet Joyce'yi Joyce yapan eserlerden birisi Londra'da yayımlanır: “Dublinliler” Dublinliler içinde 15 öykü barındıran bir kitap. Dublin'de yaşayan orta sınıf İrlandalılar'ın yaşantısı, tüm İrlandalılar'ın kendi başlarına bir millet olduklarını savundukları ve birleşmiş bir İrlanda kurmaya dayandırdıkları İrlanda milliyetçiliğinin en ateşli döneminin çevresinde anlatılmıştır. Öykülerin kahramanları üzerinde Joyce'nin epifani tekniğini kullanarak, kişilerin
Joyce hayatı boyunca tiyatroya önem vermiştir ve yazıcılığını da desteklemiştir. Ancak tek bir tane oyun yazar: “Sürgünler” 1915'de yazılan bu oyun Joyce'un hayatından ve kişiliğinden izler taşır. Onun sanatçı ve düşünür yanlarını ortaya koyarken Hrıstiyanlık’ın belirlediği suçluluk ve kuşkuculuk üzerinde de durur. 1916 yılına geldiğimizdeyse onun yarı otobiyografik romanı olan “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” yayımlanır. Eserde Stephen Dedalus'un bir sanatçı olabilme arzusuyla hayal gücünü boğan ve
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yaratıcılığın kabullenemeyen kiliseye, okula ve topluma başkaldırısını anlatır. Ayrıca eser henüz yetişkinliğine erişmemiş bir adamın gözüyle dünyayı göstermesi ve bilinç akılı yönteminin en yetkin ilk örneklerinden biri olması nedeniyle önemlidir. Joyce yarı otobiyografik eserinin yayımlanmasının ardından Zürih'e taşınır.
Ulysses'in ele alındığı 16 Haziran, tarihi eser okuyucularına kavuştuğundan beri İrlanda'nın en önemli edebiyat etkinliklerinden biri olarak, “Bloomsday” adıyla kutlanır. Her sene 16 Haziran'da kahvaltıyla başlayan etkinlikler Joyce okumalarıyla devam eder. Kutlamalar tam 24 saat sürer.
yakın hatayla ve yayınevinin bıraktığı bol miktardaki boşluklarla girer. Ulysses, Homeros'un Odysseia'sının üzerine kurulmuştur ve 16 Haziran 1904 gününde Dublin'de geçer. Bu tarih Joyce için çok önemlidir. Çünkü biricik eşi Nora ile ilk randevusunu o tarihte gerçekleştirmiştir. Eserin konusu özünde oldukça sadedir. Öğrenci Stephen Dedalus ile Leopold Bloom'un birbiriyle karşılaştırılmasıdır. Ancak eserin derinliklerine inildiğinde olayın bundan daha yüksekte olduğu görülür. Çünkü Stephen da, Bloom da birer simgedir. Stephen sanatın doğasını, Bloom da bilimin doğasını simgelemektedir. Üstelik Bloom için manevi bir oğul olan Stephen, Joyce'nin gençliğini simgelerken manevi baba Bloom da Joyce'nin olgunluğunu simgeler.
Joyce deyince akla gelen ilk şey okunması zor Ulysses'tir. Ulysses önce Mart 1918'de ABD'deki The Little Rewiev dergisinde yazı dizisi olarak yayımlanır. Bu yazı dizisi Aralık 1920'ye kadar devam eder. O yıl eserin içeriğinden dolayı dergi mahkemeye verilir ve yazı dizisi sekteye uğrar. Dava bittikten sonra da bir daha dizi başlamaz. Joyce, eserine olan güveninden olsa gerek davadan sonra yazı dizisi kesilmiş olmasına rağmen eseri üzerinde çalışmaya devam eder. Eser bittikten sonra yazar önce Dublin'e gidip orada eseri yayımlatmak ister. Ancak Dublin'deki ayaklanmalar nedeniyle eser orada basılamaz. Şansını Fransa'da denemek için Paris'e gider ve Paris'te bir yayınevi tarafından kabul edilir. Ancak ortaya bir takım problemler çıkar. Eserin dilinin İngilizce olması, Joyce'nin görme bozukluğunun oluşundan dolayı kağıt düzeninin kötülüğü, Joyce'nin dağınıklığı ve kötü yazısından dolayı eser ilk baskısına 3000'e
Ulysses'ın ele alındığı 16 Haziran, tarihi eser okuyucularına kavuştuğundan beri İrlanda'nın en önemli edebiyat etkinliklerinden birisi olarak, Bloomsday adıyla kutlanır. Her sene 16 Haziran'da kahvaltıyla başlayan etkinlikler Joyce okumalarıyla devam eder. Kutlamalar tam 24 saat sürer. Ulysses'ı bu kadar büyük bir üne kavuşturan şey kullanılan bilinç akışıdır. Bilinç akışı, karakterin düşünme eylemini olduğu gibi
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
aktarmaya çalışan edebi bir tekniktir. Genelde kişinin içinden kendisiyle konuşması gibidir. Yani iç diyalog şeklindedir. Bu teknik aslında psikoloji ile ilgilidir. May Sinclair sayesinde edebiyata girmiş ve modernist hareket sayesinde yayılmıştır. Ulysses, Türkiye'ye oldukça geç kazandırılmış bir kitap. Senelerce tercüme edilsin diye çalışıldı. Ancak bir bütün halinde tercüme yapılamadığı gibi çevrilen parçalarda da istenilen sonuç edilemedi. Bunun üzerine Yapı Kredi Yayınları, Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar dizisini kurdu ve özellikle Ulysses tercümesi için çalışmalar başlattı. Bir heyet kuruldu. Bu heyet deyim yerindeyse bir Ulysses tercüme yarışmasına başladı. Birçok farklı tercüme incelendi ve sonunda Nevzat Erkmen'in tercümesi seçilip 1996'da Erkmen'in tabiriyle Joyce'nin “ulu sesi” nihayet Türkçedeydi. Ulysses Türkiye'de yayımlandıktan kısa bir süre sonra ilk baskı hızla tükendi ve ardından üç baskı daha yaptı. Bunu duyan Selim İleri olaya biraz nükteli bir şekilde yaklaşarak durumu özetledi: "Madem 3000 Joyce okuyucusu var, bu Türkiye'nin hali nedir?" Selim İleri bu söylemiyle eseri okumanın zorluğundan ve diyelim ki okuduk bu sefer de anlamanın zorluğu üzerinde durarak bunu başarabilenlerin çağdaş medeniyetler seviyesinde olduğunu vurgulamıştır ki kitap okuyucularıyla buluştuktan kısa bir süre sonra okuyucusundan şikayetler gelmeye başlamıştır. Zaten Joyce da eserinin bu zor okunma ve anlaşılma durumu için söyleyeceğini söylemiştir: "İçine o kadar çok bilmece, bulmaca ve zeka oyunu koydum ki profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar; insanın ölümsüzlüğünü garantilemesinin tek yolu da budur."
Nevzat Erkmen, eserin tercümesinden sonra ölümsüzlüğü zaten eline almıştı; ama bunu garantilemek istiyor olacak ki okuyucuya kolaylık olması için bir eser hazırladı: Ulysses Sözlüğü. Ulysses'in basılması için Paris'e gelip bir daha dönmeyen Joyce iki savaş arası dönemi Paris'te geçirdi. Burada torunu Stephen'e göndermek için bir mektup yazdı. Bu mektuba da Fransız halk masallarından kaynaklanan bir hikaye ekledi ki bu Joyce'nin fazla bilinmeyen bir yönü olup Türkiye'de Kedi ile Şeytan adıyla yayımlandı. Joyce'nin son romanı olan Finnegans Wake iki savaş arasındaki dönemde Paris'te yazıldı. Ancak eserin yazımı 15 yıldan fazla sürdü. Oldukça ağır ve sembollerle dolu bir eserdir. Bir aile üzerinden herkesin istediği ideal aile düzeni anlatılırken tüm insanlık tarihini de içine alır. Joyce, Finnegans Wake'yi yazdıktan 2 yıl sonra 13 Ocak 1941'de Zürih'te ölür. Ancak Joyce eserleri ve yazdıklarıyla zaten ölümsüzlüğü çoktan garantilemiştir...
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bahâr boldu vü gül meyli kalmadı könlüm Açıldı gonce vü likin açılmadı könlüm Yüzün hayâli bile vâlih irdi andak kim Bahâr kelken ü kitkenni bilmedi könlüm Yüzün nezâresi de mahv ü mest idi ya’ni Ki gül çağıda zamâni ayılmadı könlüm Nevai gonce tilep könlüm ağzın etti heves Eğerçi tapmadı likin yanılmadı könlüm
Ali Şir NEVAİ
Fotoğraf Aybige Akdağ
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Meksika’ dan Esen Bir Rüzgar:
FRİDA KAHLO Hilal AKARSLAN
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yaşamı mücadele içinde geçen feminist, komünist, aşık bir ressam; Frida KAHLO… Ona olan hayranlığım lise yıllarımda Pera Müzesi’n deki adı ‘Frida Kahlo ve Diego Rivara’ sergisine gitmemle başladı. Frida’nın tablolarındaki karmaşaya, renklere bakarken bir yandan da bu kadını anlamaya çalışıyordum. Neden kendini çizmişti ve neden kaşları ortadan birleşikti?
17 Eylül 1925 okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi Frida’nın sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmıştı. Kazadan sonra tüm hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında geçecek; omurgası ve sağ bacağında dinmeyen bir acıyla yaşayacak, 32 kez ameliyat edilmişti. Bu trafik kazasını Frida şöyle anlatır:
Bu sorulara cevap aradığım sırada resim dersi hocamızın açıklamasıyla biraz olsun aydınlığa kavuşsam da Frida Kahlo bendeki merakı kamçılaşmıştı bir kere… Resimlerine bakarken ‘Ah, Frida’ dediğim 20.yy’ın ekolu haline gelmiş, güçlü kadını sizinle tanıştırmak istedim. Öncelikle Frida, altı yaşındayken geçirdiği çocuk felcinin sonucu olarak bir bacağı özürlü kalmış, kendisine "Tahta Bacak Frida" denmişti. Bu özrüyle baş etmesini bilen Frida, gençliğini dönemin en iyi eğitimini veren Ulusal Hazırlık Okulu’nda okudu. Bu okul, onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirdi. İlerde Meksika’nın önemli isimleri olarak anılacak Alejandro Gomez Arias , Jose Gomez Robleda, Alfonso Villa okul arkadaşları oldu. Okulda, anarşist bir edebiyat grubuna dahil oldu; güçlü bir kişilik oluşturmaya başladı. 19 yaşında geçirdiği bir trafik kazası bütün hayatını değiştirdi.
‘Önce başka bir otobüse binmiştik. Ama küçük şemsiyemi unuttuğumu görünce, aramak için indik. Beni harabe eden otobüse böylece bindik. Kaza bir kavşakta oldu… İnsanın çarpışmanın farkında olduğu, ağladığı doğru değil. Gözümden bir tek damla yaş akmadı ve demir çubuk kılıcın boğayı delmesi gibi beni de deldi geçti.’ Yazının başında da dediğim gibi güçlü bir kadındı Frida. O kadar güçlüydü ki neredeyse vücudunun yarısından fazlası alçı içindeyken sanat icra edebilmişti. Üzerindeki alçıda resim yapacağı bir yer kalmadığını gören anne ve babası ona hediye tuval ve fırçalar almıştı ve böylece yatağında geçirdiğini zamanı resim yaparak geçirir olmuştu. Bir süre sonra annesinin tavana astığı ayna ile ilk otoportresini çizmişti. İlk oto-portresinin adı, ‘Kadife Elbiseli Oto portre’dir. İlk resmini ilk aşkı olan Alejandro’ya armağan etmiştir. Resim yapmak onun için hayatını tamamlamaktı. Resim yaparak yarım kalmışlığı, hayallerini tamamlamaya çalışıyordu. Frida artık iyileşmeye başlamıştı, resim onu büyük motive etmişti. 1927 yılının sonunda artık yürüyebiliyordu. Ayakları onu aşkı Diego’ya götürecektir.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
oluşmuştur. Evliliklerinde üçüncü kişilerin yer alması temeldeki çatlaklıkların genişlemesine sebep olmuştur. Diego’nun Frida’nın ablası ile olan ilişkisi onun için oldukça zor ve kabul edilebilir bir durum değildi. Frida’nın da farklı kadın ve erkeklerle dahası Meksika’da sürgünde olan ve evlerinde misafir ettikleri Troçki ile birlikte olduğu da yazar kaynaklarda. Bir dönem boşanırlar ancak ayrılık aşklarını bitiremez, yeniden evlenirler. Bitmeyen aşkları ayrıldıkları zaman daha da alevlenir, birbirlerine özlem duyarlar. Frida onun için mektuplar yazar aşkını konuşturur. Onlar birbirleri için dost, sevgili, eş, anne, baba, meslektaş, sırdaş idiler. Birbirlerini hep en iyi ressam olarak değerlendirirlerdi ve bunun aksine asla iddia etmemişlerdir.
Frida hayatımın iki büyük kazası var der ve birisi trafik kazası iken diğeri de Diego Rivara’dır. Resim çalışmalarına iyileştikten sonra da devam eden Frida ünlü ressam ile tanışır ve ona aşık olur. Frida’nın ailesi Diego’yu onaylamaz. Diego’yu şişko bir file ve bu evliliklerini bir fille güvercinin evliliğine benzetirler. Ailesi ve yakın çevresi ne kadar karşı çıksa da Frida deliler gibi aşık olmuştur ve inatçı yanını ortaya da koyarak 21 Ağustos 1929’ta evlenmişlerdir. Düğüne babasından başka kimse gelmemiştir. Evliliğin ilk yıllarında hamile kalan Frida bebeğini düşürmesiyle ağır travmalar geçirir ve o sıralarda çizdiği resimlerde acının duygusunu görebilirsiniz. Çocuğu olmayacağını öğrendikten sonra hayal dünyasında hayali erkek bir çocuğa yer verir. Hayali oğlunun adı Leonardo’dur ve hüznün ayı olan eylül ayında doğmuştur. Leonardo için bir doğum belgesi çıkarttığı bile söylenmektedir. Frida Kahlo, Diego için büyük savaşlar vermiştir. Evliliklerinin ilk yılları mükemmel geçse de bazı sarsıntılarla temel de çatlaklar
Frida’nın Diego için yazdığı birkaç satır ise şöyle:
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
‘‘Seni göğsüme bastırdım ve vücudunun mucizesi parmak uçlarımdan bütün bedenime işledi. Meşe özünün kokusu, cevizin hatırası, kül ağacının yeşil nefesi. Ufuk ve tarlalar, onları öpücüklerle takip ettim. Sözlerin kayıtsızlığı kapalı gözlerimizin bakışlarını anlatmak için bir lisana dönüşecek. Sen elle tutulamaz biçimde buradasın, odamın biçimine sıkıştırdığım bütün evren, sensin. Yokluğun saatlerin vuruşunu ve odamın ışığını titretiyor, aynadan nefesini duyuyorum. –‘’ “Başlangıç Diego. Yapıcı Diego. Çocuğum Diego. Ressam Diego. Babam Diego. Oğlum Diego. Sevgilim Diego. Kocam Diego. Dostum Diego. Anam Diego. Ben Diego Evren Diego” Bu çalkantılı ve aşk dolu evlilikleri sürerken aynı zaman da Frida, sergiler açmaktadır.
Hatta bir sergisine rahatsızlığından dolayı gidememiş ve karyolasını sergi mekanına taşıttırmış, kendi sergisinden geri kalmamıştır. Sanatına yaptığı işe işte bu kadar aşıktı. İlerleyen yıllarında rahatsızlıklarıyla mücadele edecek takati kalmamıştı. Hayatı mücadelelerle geçse de artık yorulmuş, çocuk felci yüzünden bir bacağı kangren olmuş ve kesilmişti. Frida Kahlo’nun son vasiyeti ise ,“Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın sadece” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm trajedilerine gülebilen bir kadındı. 13 Temmuz 1954’te mücadelesi son buldu. Gömülmedi, isteği üzerine yakıldı. Külleri şimdi müze olan Mavi Ev’de sergileniyor. Ve son olarak;
“Ama sevgilim, bir daha gelseydim dünyaya yine seni severdim… Canlı canlı çürüyeceğimi bilerek!” Frida KAHLO
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tekzip Et Hadi tekzip et yokluğunu, İnandır bizi anılardan ibaret olmadığına. Birlikte kurulan bir düş var mıdır? Aynı göğün küçük bir bölümü altında Heyecanla yürünmüş bir sahil ya da bir orman, İlişir mi rüzgarla ruhumuza. Perdeleri çekili camlardan, Beni gözleyen bir suretin var mıdır hala? Yalanla haydi sana yazılan mektupları, Güvercinleri tanımam de. Ulaşmaz postalarıyla postacıları, Çıkar hayatımızdan. Bütün uzviyetimi kır geç. Mümkün mü? Elimde tutamadığım elinin sıcaklığı. Var mısın yani rüyalardan öte, Tekzip et yokluğunu. İnanacağım. Sessizliğine, suskunluğumuz diyeceğim. Kötü bir heyula gibi çekilip üstünüzden gideceğim. Bir sarnıç kadar temizim, doluyum. Kafi derecede de inançlıyım bugün. Hadi tekzip et. Varlığına inandığım kadar inandır bizi. Huzuruna çıkılmaz ayın yalnız. Hadi aynı kayan yıldıza bakışalım Var mıdır bir geleceğimiz. İspat et, tüm hislerimle aradığım. Yokluğun kafi derecede ağır. Hıçkırık mıydı o aramızdan akan ? Ağlamaksa, ona da varım. Yeter ki birlikte ağlayalım. Hadi tekzip et suskunluğunu, yokluğunu. Ömrümden silip atacağım bu boşluğu.
Hüseyin Arda Salkaya
Kara Kız Sonbaharda güneşin kızıllığı Boyu buğday başağı Bakışları saman sarısı Kaldırımda öbek öbek solgun yaprak Hüzünle dökülür ağaçtan Damarlarda gizli keder Suskunluğum belki de bundan Gecelerin gündüzlere karıştığı an O efsunlu bakışlardan Sessizce akar zaman Menekşe kokan kitapların satırlarında Saçların birer mısra Sessizce seyrederken seni Bütün şiirler dudaklarımda Yüreğimde bir tükenmişlik Sensizlik derin yara Beni yakan gözlerindeki kara
M. Salih Özışık
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Alternatif TİYATRO
Sultan Demirtaş
Uludağ Üniversitesi öğrencileri farklı ve bir o kadar da yararlı uğraşlarla karşımıza çıkmaya devam ediyor. Farklı bölümlerden bir araya gelen beş öğrenci yepyeni bir tiyatro topluluğu ile Bursa seyircisi ile buluşmak için gün sayıyor. Bavullarına fikirlerini, yaratıcılıklarını, hayallerini ve yüreklerini koyarak sanat için çırpınan gençler bunlar. Kimler mi? Bavul Sahne tiyatro grubu… Bursa’da bağımsız tiyatro yapmak için yola çıktılar. Oluşum sürecinin ardından iki oyunla seyirci karşısına çıkmak için son hazırlıklarını yapıyorlar. Bavul Sahne kendilerini şu cümlelerle anlatıyor: ‘’Bavul Sahne, üniversite hayatlarında tiyatro ile uğraşmış beş arkadaşın, tiyatro maceralarını devam ettirmek amacıyla Bursa’da bir alternatif tiyatro grubu kurmalarıyla gerçekleşen oluşumdur. Bursa’da sağlam bir kültürü olmayan alternatif tiyatro kültürünü güçlendirmek, Bursa halkını tiyatro ile daha çok buluşturmayı ve kendilerini bu serüvende daha çok geliştirmeyi amaçlayan Bavul Sahne ekibi; öğrenmeye devam etmek ve daha da gelişmek için çıktıkları bu yolda başta Görükle olmak üzere tüm Bursa halkıyla beraber yürümeyi amaçlıyor. Oyunlarını oynamak için belli bir mekânı ya da sahnesi olmayan grup, imkân buldukları her yere bavullarını alıp, oyunlarını oynamak için gitmeyi planlamaktadır. Bavul sürprizlerle doludur, içinde ne olduğunu bilemezsiniz." Hiçbir kuruma bağlı olmayan, tamamen bağımsız olan Bavul Sahne’nin İlk oyunları Dönemeç 21 Şubat günü, diğer oyunları 444 ise 27 Şubat günü prömiyerini yapacak. Tankred Dorst tarafından avangart bir üslupla yazılan Dönemeç adlı tek perdelik oyun zamanın ve mekânın belli olmadığı bir dönemeçte yaşanıyor. İki kardeş bu dönemeçte kaza yapan arabaları satarak para kazanıyor. Kaza yapan arabalardan sağ çıkan olmadığı için kardeşlerden biri ölen kazazedeleri törenle defnederken diğeri de arabaları tamir ediyor. Yirmi beşinci kazada ise bir ilk gerçekleşiyor ve arabadan sağ çıkan bir adamla oyunun çatışması başlıyor. Artık kendi yaşam döngülerini devam ettirmekle meşgul olan bu üç adam arasında gelişen olaylarla oyunun gerilimi artıyor. Oyunda bürokrasi ve sistem eleştirisinin yanında göze çarpan bir diğer nokta ise yazarın bu yola yüklediği anlam oluyor. Oyun bize her insanın içinde sakladığı sorunları ele alarak yabancılaşma kavramı ile ilgili sorular soruyor. Cevapları bulmanız dileği ile… 444 ise Yiğit Sertdemir’in kaleminden çıkan bir oyun. Bu oyun "Hatırlatma Merkezinin" şikâyet bölümünün ofisinde geçiyor. Gece vardiyasında, biri uzun süredir çalışan diğeri ise işe yeni başlamış iki kişinin bulunduğu bölümde hatlar karışmaya başlıyor. Bütün bir gece boyunca bu soruna kendilerince çözüm ararlarken aralarındaki tansiyonun zaman zaman yükselmesine ve başlarına gelecek olan ilginç ve gülünç olayların yaşanmasına da engel olamıyorlar. Ancak gecenin sonunda hiç beklenmedik bir gerçekle yüzleşmek durumunda kalıyorlar. Bakalım bu gerçek ne imiş?
Takip Etmek için: https://twitter.com/bavul_sahne https://www.facebook.com/pages/B avulSahne/1551043078441984?fref=ts http://instagram.com/bavul_sahne/
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARKA KAPAK
Merve BAŞOL
SİMYACI YAZAR: PAULO COELHO KONU:
TUTUNAMAYANLAR YAZAR: OĞUZ ATAY KONU: Türk edebiyatının en önemli eserlerinden biridir. Berna Moran, Oğuz Atay’ın bu ilk romanını “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı “ olarak niteler. Moran ‘ a göre “Oğuz Atay’ın mizah gücü ve duyarlığı ve kullandığı teknik incelikler, Tutunamayanlar’ı büyük bir yeteneğin ürünü yapmış, eserdeki bu yetkinlik Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır”. Küçük burjuva dünyasını ve değerlerini zekice alaya alan Atay, “saldırısını tutunanların anlamayacağı, reddedeceği türden bir romanlar yapar”.
Simyacı, 1988 yılından bu yana dünyanın dört bir yanında kitap listelerini alt üst eden, aylarca liste başından inmeyen, Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı Paulo Coelho’nun üçüncü romanı. 1996 yılından beri Türkiye’de de en çok satılan, hakkında en çok yazılan, çok övülen, çok yerilen bir kitap oldu Simyacı. Bir büyük Doğu klasiği olan Mevlana’nın ünlü Mesnevi’sinde yer alan , bir küçük öyküden yola çıkılarak yazılan bu roman, yüreğinde, çocukluğunun çarpıntılarını taşıyan okurlar içinde bir ‘klasik’ yapıt oldu. Simyacı, İspanya’dan kalkıp Mısır Piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago’nun masalsı yaşamının felsefi öyküsü. Sanki bir ‘nasihatname’: “Yazgına nasıl egemen olacaksın ? Mutluluğu nasıl kuracaksın ?” sorularına yanıt arayan bir yaşam ve ahlak kılavuzu. Mistik bir peri masalına benzeyen bu romanın, dünyanın dört bir yanında milyonlarca satılmasının gizi, kuşkusuz, onun bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor. Simyacı’yı okumak, herkes daha uykudayken güneşin doğuşunu izlemek için şafak vakti uyanmaya benziyor.
Şubat’15
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
E-Dergiciliğin Hakkını Veriyoruz! İncir Çekirdeği Her Yerde!
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...