İncir Çekirdeği Dergisi Sayı:21

Page 1

Aralık 2015

“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”

Sayı: 21

1915-2015

Ömrüne Sığmayan Adam

Aziz Nesin “DUBLİNLİLER”DEN BİRİ :

KOCA BİR KİTABI GÖMDÜK:

BİR İFADENİN İFADESİ: “RAHMETLİ

MAEVE BINCHY

PROF.DR.

TALAT TEKİN

OLMAK/HAYATINI KAYBETMEK”


İncir Çekirdeği Dergisi E

Genel Yayın Yönetmeni

Ayşe Bengisu Akdağ

Ayşe Bengisu Akdağ

Genel Yayın Yönetmeni

Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz “Yine kış, Yine şems-i mesâda ah o bakış, ... Yine kış, yine kış, Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış...”

Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı

Yazarlar Begüm Çalışkan Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Misafirler Bekir Dadır Mustafa Yazıcı Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ

İletişim incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD

EDİTÖRDEN...

Ahmet HAŞİM

Yerlere düşen son yapraklar da süpürüldü. Ağaçların kuru dalları beyaz örtülerini bekliyor. Bacalardan çıkan dumanlar da bulutlara biraz daha yaklaştı. Aralık demişiz bu öksüz aya. Sonbaharla kışın arasında, eski yılla yine yeni yılın arasında diye. İşte bizler de Aralık sayımızla buradayız. Şiirle söz arasında, edebiyatla sanat arasında, çayla kahve arasında... Doğumunun 100. Yıl dönümünde “soyadının cevabını veren adam” dosya konumuz bu ay: Aziz Nesin. “Yüreğim gövdeme sığmıyor, gövdem odama, odam evime sığmıyor, evim dünyaya, dünyam evrene sığmıyor” diyen usta kalemi bizler sayfalara sığdırmaya çalıştık! Aziz Nesin’i, şiirleriyle Begüm Çalışkan, nesirleri ve çalkantılı hayatıyla Tuğçe Erkol, matematik köyüyle Işık Selin Orhuntaş ve daha birçok yönüyle yazarlarımız ele aldılar. Yine hikayelerimiz, şiirlerimiz, denemelerimiz okunmak için sabırsızlıkla sizleri bekliyor. Busenur Aslan mitoloji dünyasının kapısını, Sultan Demirtaş tiyatronun kırmızı perdesini sizler için aralarken, bu ay için önerdiğimiz kitaplar da “Arka Kapak” köşemizde. Ve Türkoloji camiasının, Türk dil, kültür, edebiyat dünyasının büyük kaybı: Prof. Dr.Talat Tekin. Orhun Yazıtları üzerine önemli çalışmaları bulunan Hocamızı bizler de öğrencileri, öğrencilerinin öğrencileri olarak rahmetle anıyoruz. Dilimize, kültürümüze incir çekirdeği kadar da olsa bir faydamız olması ümidiyle...


ARALIK’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İçindekiler Havadis / Beyza Özkan “Hayatını Kaybet-” Üzerine / Mehmet Altınova Prof.Dr. Talat Tekin Hoca’nın Ardından / Ayşe Bengisu Akdağ Muzdarip – Şiir / Sema Keser

Mitoloji Pusulası – II: Tanrıçanın Öfkesi / Busenur Aslan

Güvercinlere Güvenmeyin – Şiir / Begüm Çalışkan

Sen Beni Tanımazsın – Şiir / Bekir Dadır

DOSYA: ÖMRÜNE SIĞMAYAN ADAM: AZİZ NESİN

Yanık İzmaritlerle Başbaşa – Deneme / Mustafa Yazıcı

Nesin Dede / Tuğçe Erkol

Dublinlilerden Biri: Maeve Binchy / Tuğçe Erkol

Şair Değilsin Diyorlar: Nesin / Begüm Çalışkan

Nesliyar VI – Şiir / Süleyman Erkut

Sol El Konçertosu – Şiir / Aziz Nesin

Dünya Kütüphaneleri: Trinity Collage Library / Kübra Tarakçı

Bir Nesin Mucizesi: Matematik, Sanat, Felsefe Köyü / Işık Selin Orhuntaş “Makinalaşmak İstiyorum - Başlarım Senin Yedek Parçana” / Ayşe Bengisu Akdağ Dar Dünya – Şiir / Aziz Nesin Ömrüne Sığmayan Adam Aziz Nesin 100 Yaşında SERGİSİ – Tuğçe Erkol Kendini İnandırmak – Şiir / Aziz Nesin Otobüste Bir Rüya – Şiir / Muhammed Münzevî Aşk – Şiir / Sema Keser Benlik – Şiir / Sema Keser

İnziva Köşesi: Özlem veya Hasret / Muhammed Münzevî Süveyda – Şiir / Hatice Türk Her Güne Bir Tiyatro / Sultan Demirtaş ARKA KAPAK / Işık Selin Orhuntaş & Ayşe Bengisu Akdağ “Tutunamayanlar”dan Poyraz Karayel / Tuğçe Erkol Bir Kararsız - Şiir / Sırdem Kemiksiz Fotoğraf / Aybige Akdağ


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Beyza Özkan

HA VÂ DİS Prof. Dr. Mehmet Talât TEKİN Vefat Etti

16 Temmuz 1927 de doğdu. Yüksek öğrenimini Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi olarak İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı (1951). İzmir, Trabzon ve Bitlis liselerinde öğretmenlik yaptı. Türk Dil Kurumunda gramer uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1961'de ABD'ye gitti. California Üniversitesinde "Orhon Yazıtları" üzerine doktorasını verdi (1965). California ve İndiana üniversitelerinde Türk dili ve Edebiyatı okutmanı ve profesörü olarak çalıştı (1961-1972). 1972'de Türkiye'ye döndü ve Hacettepe Üniversitesine girdi. 1976'da Türk dili profesörü oldu. 1994'te emekliye ayrıldıktan sonra İstanbul'da Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığında bulundu. Türk ve dünya Türkoloji dergilerinde Türkçe ve İngilizce ilmî makaleleri yayınladı. Talât Tekin şiir de yazmıştı.

Ülkemize ve Türk diline yazdığı makalelerle ve kazandırdığı öğrencilerle hizmet eden Talat Tekin , Bodrum’da hayatını kaybetti. Türkoloji’nin ve Türkiye’nin başı sağ olsun...

Can Yayınları'ndan Yeni Bir Yayın Formatı: Minikitap Yaratıcı baskı formatları açısından farklılıklara alışkın olmayan yayıncılık

sektöründe, son yılların belki de en etkili tartışması "Basılı kitap mı, e-kitap mı?" başlığını taşıyordu. Kitap kokusunu sevenlerle teknoloji çağına doğanları karşı karşıya getiren bu başlığa eklenebilecek üçüncü seçenek Can Yayınları'ndan geldi: Minikitap.

Can Yayınları tarafından format hakları satın alınan Minikitap, basılı kitapları ekitap kadar kolay okunur ve taşınır hale getiren bir konsepte sahip.

Shakespeare’in Kafatası! İngiltere’nin Beoley kentindeki St Leonard’s Kilisesi’nde bulunan ve bir efsaneye göre William Shakespeare’a ait olduğu iddia edilen bir kafatasına DNA testi yapılması yönündeki başvuru Anglikan Kilisesi tarafından reddedildi. Sanat tarihçisi Horace Walpole’un ortaya attığı bir iddiaya göre İngiltere’nin Beoley kentindeki St Leonard’s


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Kilisesi’nde bulunan bir kafatası 1700’lü yıllarda William Shakespeare’nin Stratford’daki mezarından çalındı. St Leonard’s Kilisesi rahibi Paul Irving, yerel efsanelerde büyük yer tutan bu iddianın araştırılması ve gerçekliğinin kanıtlanması için Anglikan Kilisesi’ne bir başvuruda bulundu ve kafatasının yüzyıllardır saklandığı kiliseden geçici olarak çıkartılarak DNA testine tabi tutulmasını istedi.

Ancak Kilise yetkilileri “Söz konusu kafatasını Shakespeare’e bağlayan hiç bir kanıt bulunmadığı” gerekçesi ile rahibin talebini reddetti.

Cervantes ödülü Meksikalı Yazar Del Paso'nun İspanyol dili edebiyatının "Nobel"i olarak gösterilen "Cervantes"i bu yıl Meksikalı yazar Fernando del Paso aldı.

"Cervantes" ödülünü 1976 yılından bu yana veren İspanya Eğitim ve Kültür Bakanlığı'ndan yapılan açıklamada, 80 yaşındaki Meksikalı yazar Del Paso'nun, "gelenekseli ve modernliği çok iyi birleştirmesi ve roman edebiyatının gelişmesine yaptığı katkılardan dolayı" juri tarafından Cervantes ödülüne layık gördüğü kaydedildi.

Fransa'da "Hikaye Dağıtma Makineleri" Fransa'nın Grenoble kentinde belli noktalara yerleştirilen hikaye dağıtma makineleri, özellikle sıra beklerken sıkılanlara alternatif okuma keyfi sunuyor.Fransız Short Edition şirketi tarafından başta uzun kuyrukların beklendiği kamusal alan ve devlet daireleri olmak üzere şehrin belirli bölgelerine yerleştirilen makineler sayesinde, vatandaşlar ücretsiz şekilde kısa hikayeler okuyabiliyor.

Hikaye dağıtma makineleri, tercihe göre 1, 3 ve 5 dakikalık kısa hikayeleri kasa fişine benzer bir formatta ücretsiz şekilde basıyor.

Türkiye'nin 'Sözlü Tarihi' Kayıt Altına Alınacak Bilim ve Sanat Vakfı, Türkiye genelinde yapılmıș tüm "sözlü tarih" çalıșmalarını bir araya getirmeyi hedefleyen, "Sözlü Tarih Araștırmaları Veritabanı" projesini başlattı. Bilim ve Sanat Vakfı'ndan yapılan açıklamaya göre, 2003 yılından itibaren sözlü tarih çalıșmaları yürüten Vakıf, Türkiye'nin hafızasına önemli katkılar sağlayacak yeni bir projeyi hayata geçirdi. Proje ile önce İstanbul, sonra Türkiye genelinde yapılmıș tüm sözlü tarih çalıșmalarının aynı veritabanında toplanması hedefleniyor.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

"Hayatını Kaybet-" Üzerine

Mehmet Altınova

"Her canlı ölümü tatacaktır." Kur'an-ı Kerim Öd tengri yaşar, Kişi oglı kopölgeli törümüş." Zamanı tanrı yaşar, an oğlu hep ölmek için türemiştir." Kül Tigin Yazıtı

Bu yazıda sizlere,"Hayatını kaybetti." sözü üzerinde duracağım. Günlük hayatta bu sözün bir merhumun ardından söylendiğini hepimiz biliyoruz. Ölümlü dünyada yaşadığımızdan bu cümle, kanalların alt yazılarında, gazetelerde sürmanşet olarak hemen hemen her yanımızı sarmıştır. Dilimizde bu sözden başka aynı anlamı taşıyan birkaç söz daha vardır; "vefat etti", "öldü", "yaşamını yitirdi","rahmetli oldu" sözleri bunlardan birkaçıdır. Eski Türk devletlerinde "Tini uçmaga vardı." sözü aynı anlamı taşımaktadır. Bu söz o devirde ruhunun gökyüzüne ulaştığı anlamını vermektedir.

Bu söz öbeğinin nereden geldiğine geçmeden önce bununla bağlantılı olarak Marksist teoriden bahsetmem gerekmektedir. Marksist ideolojide insan üreten canlı bir varlıktır. İnsanın hayatta olması bu ideolojiye göre önem ve değer arz eder. Yaşayan insan, kendine ve özellikle yaşadığı devlete değerler üretir. Böylece her iki taraf da kazanç sağlar. Ancak ve ancak insan hayatta kalırsa kişi devlete yarar sağlar. Karl Marks'ın Friedrich Engels ile beraber 1848 yılında yazdığı Komünist Manifesto'da proletarya ve burjuvazi ilişkisine, burjuvanın proletaryayı nasıl ezdiğine ve komünizmin ilkelerine yer verir. İşçi sınıfının üretim yaptığını ve


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

onlara saygı duyulması, haklarının korunması gerektiğini söyler. Eserin son cümlesi ise "Bütün işçiler birleşin!"dir. Marksist ideolojisinin yansımaları eserlere de bir şekilde konu olmuştur. Bu, George Orwell' ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı distopik romanında da kendini belli eder. Oradaki "düşünce suçunu" işleyen insanlar, "buharlaştırılır"dı. Kitabı okuyanlar bu kavramı bilecektir. Zira buharlaştırmaktan kasıt kişilerin yaşamını devam ettirmekle beraber, insanların yalnızca kimliklerini, bireyliklerini yani özlüklerini, devlet tarafından alınması anlamına gelmektedir. Onlar, buna rağmen hâlâ üretim yapmaya devam ettirmektedir. Çünkü, Big Brother'ın varlığı için gelire ihtiyaç vardır. Burada yazar, Marksist ideolojinin de bir eleştirisini bu şekilde yapmıştır. George Orwell, dünyanın geleceğini düşündüğü zaman dünyanın Orta Çağ gibi ruhlarının bedenlerden daha önemli olduğunu hayal etmiştir. Hayatını kaybetti cümlesi de tam olarak bunu anlatmaktadır. Ölen insan yalnızca geride kalanlara yük olarak algılanır. Franz Kafka’nın bunu “Dönüşüm” adlı eserinde sembolleştirerek anlattığını görürüz. Romana göre Gragor Samsa, bir sabah hamam böceği olarak uyanır ve herkes ondan iğrenir. Evi kiralamak isteyenler dahi evi kiralamaktan vazgeçer böylece

ekonomik olarak aile zayıflar. Gragor Samsa, artık zarar vermektedir. Böyle bir insan hiçbir işe yaramaz. Hayatını kaybeden insan, devletin araçlarını, yerini, çalışanlarını meşgul etmekle kalmaz aynı zamanda geride kalanlarını üzüp çalışma isteğini yok eder. İşine odaklanamamasına neden olur. Bu yüzden birisinin hayatını kaybetmesi, devlet için artık hiçbir yararı olmaz bundan böyle hep zarardır.

Bu söz de işte böyle bir Marksist ideolojinin neticesinde doğmuş ve yaygınlık kazanmıştır. Başta şehitlerimiz olmak üzere büyük Türkologlarımızdan Talat Tekin'e ve diğer ölmüşlerimize Allah'tan rahmet diliyorum.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Prof.Dr. Talat Tekin Hoca’nın Ardından...

Ayşe Bengisu Akdağ

VIII. Yüzyılda, Moğolistan’da Orhun Vadisi kıyısında, Türk adı kazınmış taşlara... Bilge Kağan adı kazınmış, Kül Tigin kazınmış, Tonyuyuk kazınmış, dilimiz, kimliğimiz, tarihimiz kazınmış... Bugün ise hayatını bu taşların çözümüne adayan bir ilim insanının adı kazınıyor soğuk, beyaz, mermer taşa: “Talat Tekin” Dört yıllık lisans eğitimimiz boyunca ve şimdi de yüksek lisans eğitimimizde, elimizden düşürmediğimiz kitap Talat Tekin Hoca’nın Orhun Yazıtları adlı kitabıydı. “Tenri teg tenride bolmış Türük Bilge Kagan” diye başladık söze. Türk sözünün aslını, Türk’ün aslını keşfe çıktık. O kitabın sayfaları sağ üst köşeden içe büküldü, satır altları çizildi, notlar yapıştırıldı sayfalarına, kağıtlar sıkıştırıldı aralarına... Rakamsal olarak 200, değer olarak sonsuz sayfaya sahip bu kitap işte bugün öksüz kaldı. Prof.Dr. Talat Tekin, 28 Kasım 2015 tarihinde, 88 yaşında “uçmaga vardı”.

Prof.Dr. Talat Tekin Kimdi? Talat Tekin, 16 Temmuz 1927’de TavşancılGebze'de doğdu. Tavşancıl İlkokulu 'nu, Üsküdar Paşakapısı Ortaokulu 'nu, Haydarpaşa Lisesi 'ni (1945) bitirdi. Yüksek öğrenimini Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi olarak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde tamamladı (1951). İzmir, Trabzon ve Bitlis liselerinde öğretmenlik yaptı. 1957'de öğretmenlikten istifa etti; Türk Dil Kurumu'nda gramer uzmanı olarak çalışmaya başladı. 1961 'de ABD 'ye gitti. California Üniversitesi 'nde "Orhon Yazıtları" üzerine doktorasını verdi (1965). California ve İndiana üniversitelerinde Türk Dili ve Edebiyatı okutmanı ve profesörü olarak çalıştı (19611972). 1972'de Türkiye 'ye döndü ve Hacettepe Üniversitesi 'ne girdi. 1976'da Türk dili profesörü oldu. 1994'te emekliye ayrıldıktan sonra İstanbul'da Yeditepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanlığı 'nda bulundu.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Eserleri: A Grammar of Orkhon Turkic (1968), Ana Türkçede Aslî Uzun Ünlüler (1975; genişletilmiş 2. bs., Türk Dillerinde Birincil Uzun Ünlüler, 1995), Japanese and Turkish: Is Japanese Related to Turkish? (1985), Tuna Bulgarları ve Dilleri (1987), Orhon Yazıtları (1988; 2. bs., Orhon Yazıtları Kül Tigin, Bilge Kağan, Tunyukuk, 1995), Volga Bulgar Kitabeleri ve Volga Bulgarcası (1988),

XI. Yüzyıl Türk Şiiri (1989), Hunların Dili (1993), Japonca ve Altay Dilleri (1993), Irg Bitig: The Book of Omens (1993), Tunyukuk Yazıtı (1994), Türkoloji Eleştirileri (1994; genişletilmiş 2. bs., 1997), Türk Dilleri (1995), Tarih Boyunca Türkçenin Yazımı (1998), Makaleler I (2003)

Prof. Dr. Talat Tekin’in vefatını, elimde kitabı, “ Eski Türkçe Metinleri” dersimiz için çalışırken, dergimiz yazarlarından arkadaşım Mehmet Altınova’dan öğrendim. Öğrenir öğrenmez internete girip haberi aramaya başladım. “Talat Tekin” yazdım sonuç yok... “Talat Tekin vefat” yazdım sonuç yok... Mehmet’e geri dönüp haberin doğruluğundan emin olup olmadığını, zira hocanın vefatına dair hiçbir sonuç bulamadığımı belirttim. Aldığım cevap ne yazık ki Mehmet’i haklı çıkarttı: “Doğru arayamamışsın. Özlem Tekin yaz çıkar.” Bkz. Şekil 1A – Ne yazık ki yukarıdaki satırlarda yazdığım hiçbir vasfın önemi yoktu. Talat Tekin hoca değildi, ilim adamı değildi, Altayist değildi, Türkolog değildi. Sadece Özlem Tekin’in babasıydı.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

MUZDARİP Muzdaribim hayatın öğrettiklerinden Gizlediğini düşündüğü, bildiklerimden Mutluluk denizindeki kestanelerinden Güldüğümde aldığı acı faizlerinden

Muzdaribim hayatın öğrettiklerinden Aydınlık bir şafağı mahvetmesinden Kadını bir eşya gibi görmesinden Bir çocuğun ayağına veda etmesinden

Muzdaribim hayatın öğrettiklerinden Aç bir çocuğun toprağa hediye edilmesinden Bir babanın çöpten topladığıyla geçinmesinden Dünyanın açık arttırmaya sunduğu insaniyetten

Muzdaribim hayatın öğrettiklerinden Gazetelerdeki manşetlerinden Elli yıl sonrasına hüküm kesenlerden Vicdanına küsmüşlerinden Muzdaribim hayat bildiklerimden

Sema Keser


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

GÜVERCİNLERE GÜVENMEYİN Kitaplarda altı çizilmiş cümleler Senin gözlerindi Yağmurlu bir hecenin sabahsız gecesi Şemsiyemi kırıp da atmam Bir serçe donmuşken bir çocuğun dilinde Pencerede Bunların hepsi senin gözlerindi Ağaç yeşil. Aralıkta aradığım Arayıp da bulamadığım O delirdiğim hecelerin sabahsız gecesinde Yine senin gözlerindi Aralığın karanlığında İpi boynuma geçiren Ellerindi senin Senin ellerindi Güvercin beyaz. Bir yerden bir yere koşan Geceye sığınıp heceden kaçan Benden uzak hep uzak bir yerlere Koşan ayaklarındı Sandalyeyi çeken ayaklarımın altından Öl hükmümü veren Ayaklarındı Cellat siyah. Aralığın arasında Karanlığın karasında Yarınların yarasında Soranların sarısında Gizlenen solmuş Ezilmiş çiğnenen yaprak O kalbimdi benim Benim kalbimdi Şimdi turuncu ölü.

BEGÜM ÇALIŞKAN


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nesin Dede...

Tuğçe Erkol

“Yıl 1915, Çanakkale Savaşı’nın en kızgın, en civcivli zamanı. Nusret “yardım, Tanrı yardımı, başarı, üstünlük” anlamına geliyor. Tanrı yardım etsin de Çanakkale Savaşı’nı kazanalım diye, böyle bir dilekle adımı Nusret koyuyorlar. Mehmet de dedemin adı. Ben Mehmet Nusret.”

20 Aralık 1915’te Heybeliada’da doğdu. Babası Abdülaziz Bey, aslen Giresunluydu. Oradan İstanbul’a geldi ve bahçıvanlık yaptı. Annesi Hanife Hanım ise ev hanımıydı. 1924'te İstanbul Süleymaniye'deki Kanuni Sultan Süleyman İptidai Mektebi'ne girdi. Ardından iki yıl Darüşşafaka Lisesi'nde okudu. “1926’da Darüşşafaka’nın giriş sınavını biz 100 çocuk kazanmıştık. Aklımda kaldığına göre okula 30 çocuk alacaklardı. Bahçede, merdiven dibinde kura çekiliyordu. Çocuklar gelip elini torbaya sokuyor: Boş!.. Boş..! Boş!.. Boş çekenler, boynu bükük, küskün, dargın dönüp gidiyorlardı, ağlıyorlardı. Boş!.. Boş!..

Şimdi düşünüyorum, acı acı düşünüyorum! Ya boş çekseydim? Belki okuryazar bile olamazdım, şimdi yoktum. Bütün bir yaşam, küçük bir kağıdın üstünde boş ya da dolu yazmasına bağlıydı.” 1927’de annesini kaybetti. Yıllar sonra annesinin kaybını şu şekilde yazdı: “Bütün anneler, annelerin en güzeli, Sen, en güzellerim güzeli. On üçünde evlendin, On beşinde beni doğurdun, Yirmi altı yaşındaydın, Yaşamadan öldün...”


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1935'te Kuleli Askeri Lisesi'ni, 1937'de Ankara'da Harp Okulu'nu bitirip asteğmen oldu. Son olarak 1939'da Askeri Fen Okulu'nu bitirdi. Bu dönemde bir yandan da Güzel Sanatlar Akademisi Doğu Süsleme Sanatları’na devam etti ama bitiremedi.

yazar olabildim. Yoksa yazar olmak isteyip olamamış, ama kendini yazar sanan, doyumsuzlukları ve aşağılık duyguları yüzünden dünyanın en kötü insanlarından biri olacaktım.”

1944'te Ankara'da Harp Okulu'nda açılan ilk tank kursuna katıldı. Aynı yıl Zonguldak'ta uçaksavar top mevzileri yaptırmakla da görevlendirildikten sonra üsteğmen rütbesindeyken "görev ve yetkisini kötüye kullandığı" suçlamasıyla askerlikten uzaklaştırıldı. Askerliğe hiçbir zaman alışamamıştı. Bunu kendisi de ifade ederdi hep. Ama yine de asker olmasının da iyi bir yanını bulup çıkarmıştı:

1946’da Cumartesi girişimi sonlanınca Vatan’da yazmaya başladı. Aynı yıl ilk bağımsız eseri olan 16 sayfalık bir broşür olan Parti Kurmak ve Parti Vurmak yayımlandı. Sabahattin Ali’yle beraber Marko Paşa adlı kara mizah dergisini çıkardılar. Toplumcu ve gerçekçi halk mizahıyla, bir yandan güldürüp bir yandan da düşündüren Marko Paşa, o dönemlerde adeta ana muhalefet partisi gibi etki göstermiştir. Bu özelliği nedeniyle derginin yazarlarına karşı birçok dava açılmış, kimi sayılar toplatılmış ve hatta dergi ismindeki Paşa

Askerlikten uzaklaştırılmasının ardından 3 ay 10 gün hapiste kaldı. Hapishaneden çıktıktan Aziz Nesin, Ankara Harp Okulu'nu bitirmesinin sonra geçimini sağlayacak kadar fazla yazma ardından asteğmen rütbesiyle orduya katıldı. imkanı bulamadı. Artık asker olmadığına göre 1941'den başlayarak II. Dünya Savaşı yıllarında bir şekilde geçimini sağlaması gerekiyordu. 2 yıl Trakya'da çadırlı ordugahta görev yaptı. Yazarlıkla geçimini sağlayamayınca da bir süre 1942'de Erzurum Müstahkem Mevkii bakkallık, muhasiplik yaptı. 1945 yılında Sedat İstihkam Taburu Bölük Simavi’nin çıkardığı "Yedigün" Komutanlığı'na atandı ve bir dergisine girdi; daha sonra bomba kazasında Karagöz gazetesinde de “Her türlü yağmada hep sona yaralandı. Aynı yıl yapacağı gibi redaktörlük kaldığım için, güzel soyadı üsteğmenliği ve yazarlık yaptı. Aynı yağmasında da sona kaldım. sırasında ilk yıllarda profesyonel Bana ortada hikayelerini olarak oyun yazarlığı böbürlenebileceğim bir yazmaya başladı. yaptı ve Tan soyadı kalmadığından, Kullandığı onlarca gazetesinde köşe kendime “Nesin” soyadını takma addan biri yazarlığına başladı. aldım. Herkes “Nesin?” diye olan, “Aziz Nesin” “Tan gazetesinin çağırdıkça ne olduğumu adıyla yazdı. komünist olduğu düşünüp kendime geleyim “O sıra ne sağcıyım ne yolunda yapılan istedim.” solcu... Dünyadan haberim kışkırtmalar sonunda, 1945 yok. O zamanlar gazetelerde yılında tek parti iktidarı üniversite yazan askerlere üstleri iyi gözle öğrencilerine gazeteyi yıktırttı. Ne bakmadıklarından, yazılarımı kendi adımla zaman ki Tan yıkıldı, bana hiçbir yerde iş değil babamın adıyla Aziz Nesin diye vermediler. Onun için Cumartesi adlı magazini yayınladım.” çıkardım.”

“İyi ki mutlu bir tesadüfle asker olabildim de okuma olanağı elde ettim, hiç değilse böylece


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

kelimesinden dolayı zamanın "Milli Şef"i İsmet Paşa ile alay ediyor diye dergi kapatılmıştır. “İkinci Dünya Savaşı sonu... Türkiye’nin bugünkü acıklı durumunun başlangıcı ve kaynağı olan Truman Doktrini adı altında modern emperyalizm, özellikle geri kalmış ülkelere yardım maskesi altında sömürü ağlarını germeye başlamıştı.

ev ve dükkânlarının korkunç yıkımı için suçlu aranırken Demokrat Parti iktidarı olayların bir "Komünist komplosu" olduğunu iddia etti ve aralarında Aziz Nesin'in de olduğu, 100'e yakın solcuyu tutuklattı. O yıl Harbiye’deki cezaevinde değil aynı hücrede kalmak, aynı yatakta kaldılar Kemal Tahir’le beraber. Yatağa sığamadıkları için ayaklı başlı yattıklarını da kendisi ifade ederdi.

Öyle bir yer geliyor ki, artık o yerde gülmece yoluyla savaşma olanağı da kalmıyor. Modern emperyalizmin Türkiye’ye girişine karşı halkımızı uyarmak için gülmece dışında yayın yapmamız gerekiyordu. İşte bu amaçla “Nereye Gidiyoruz?” başlıklı küçük bir kitapçık yazdım.

1956'da cezaevinden çıktıktan sonra Kemal Tahir ile birlikte Düşün Yayınevi'ni kurdular. 1958'de Dolmuş-Karikatür dergisi ile birleşti ve yayın hayatını 1963'e kadar sürdürdü. Ayrıca Yeni Gazete, Akşam ve Tanin'de yazdı. 1962'de 42 sayı yaşayacak olan “Zübük” adlı mizah dergisini çıkardı.

On ay hapis ve Bursa’ya sürgün...” 12 Ağustos 1947'de 10 ay ağır hapis ve 3 ay 10 gün de Bursa'da "emniyet-i umumiye nezareti" altında bulundurulma cezası aldı.

1956’da Bordighera'da 22 ülkenin katılmasıyla gerçekleştirilen Uluslararası Gülmece Yarışması'nda ilk ödül olan Altın Palmiye'yi "Kazan Töreni" adlı öyküsüyle kazandı. 1950’da aynı ödülü "Fil Hamdi" adlı öyküsüyle ikinci kez kazandı. İlk ödülünü 1960 yılında devlet hazinesine bağışladı.

O yıl Harbiye’deki cezaevinde sadece aynı hücreyi değil, aynı yatağı dahi paylaşmak zorunda kaldılar Kemal Tahir’le beraber. Yatağa sığamadıkları için ayaklı başlı yattıklarını da kendisi ifade ederdi.

1948’de ikinci kitabı olan Azizname’yi çıkardı. Taşlamalardan oluşan bu kitap nedeniyle 6 ay daha hapis yattı. Üstelik bu defa hakkında şikayetçi olanların arasında II. Elizabeth, Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı I. Faruk da vardı. 1952'de Levent'te bir dükkân kiraladı ve Oluş Kitabevi'ni açtı. Burada gazete dağıtıcılığı yaptı. Ancak iki küçük çocuğunun geçimini sağlayamayınca, 1953'de Beyoğlu'nda bir ortağıyla “Paradi Fotoğraf Stüdyosu”nu kurdu. 1954'te Akbaba dergisinde takma adlarla öyküler yazmaya başladı. 1955'de 6-7 Eylül faciası olarak siyasi tarihimizde yer eden İstanbul'daki azınlıkların

Kemal Tahir’le beraber kurdukları Düşün Yayınevi, Şubat 1963'te yanınca yazarlığı tek uğraş edindi. İlk kez 1965’te bir pasaport alabildi. “1965 tarihine dek pasaport alamadım. Kimi sefer verdiler, ama daha sonra vazgeçip verdikleri pasaportu geri aldılar. 1965 tarihinde bikez daha girişimde bulundum. Pasaport alabildim. Bu işe uçak havalanıncaya dek pek inanamadım. Polisler ha geldi ha gelecek, diye bekledim.” Berlin ve Weimar'daki Antifaşist Yazarlar Toplantısı'nın davetiyle Polonya, Sovyetler


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Birliği, Romanya ve Bulgaristan'a gitti. Sovyetler Birliği’nde olduğu dönemde Mayakowski’nin mezarını ziyaret etmeyi de ihmal etmedi. Aziz Nesin, bu dönemde yazdığı özellikle mizahi nitelikli yazılarıyla birçok ödül aldı. Bu ödüllerin kimi yerli kimi de yabancı kaynaklıydı. 1966'da Bulgaristan'da yapılan uluslararası gülmece yarışmasında "Vatani Vazife" adlı öyküsüyle birincilik ödülü olan Altın Kirpi'yi, 1968'de Milliyet Gazetesi'nin açtığı Karagöz oyunu yarışmasında "Üç Karagöz" oyunuyla birincilik ödülünü, 1969'da Moskova'da yapılan gülmece yarışmasında "İnsanlar Uyanıyor" adlı öyküsüyle Krokodil birincilik ödülünü, 1970'de de TDK’nin oyun ödülünü "Çiçu" adlı oyunuyla kazandı. 1972'de Nesin Vakfı'nı kurdu. Ona bu fikri eşi Meral Hanım vermişti. Vakfın kuruluş aşamasında da elinden geldiğince onun yanında olmuştur. Vakıfta, her yıl belirli sayıda alınan kimsesiz ve yoksul çocukların bakım ve eğitimlerini üstlendiler. Kitaplarının tüm gelirini vakfa bıraktı. Vakıfta ailelerin onayı ile ilkokul çağı ve öncesindeki çocukları İstanbulÇatalca'daki vakıf binasında kendi istekleriyle vakıftan ayrılana ve kendi ayakları üstünde duracak olgunluğa erişene kadar yetiştirir. Vakıf, kırk dolayında çocuğa hizmet verecek kapasiteye sahiptir. Vakıf binası Çatalca’dadır. 1980’de ilk defa çocuklar alınmaya başlamıştır.

“Evim Nesin Vakfı’dır ve evim olan Nesin Vakfı aynı zamanda bir müzedir.” Vakfın başkanlığını 1995’e kadar Aziz Nesin üstlenmiştir. Vakıftaki çocukların Nesin Dedesi olmuştur. İlk başlarda yemek ve temizlik işlerini yaptıracak kimseyi de bulamadıkları için yönetici ve yol göstericiliğin yanı sıra bu işlere de bakmıştır Nesin Dede. Hatta çocuklarla beraber yapmıştır bunu. 1995’ten sonra Aziz Nesin’in oğlu Ali Nesin yönetime geçmiş

2010’da da yerini Süleyman Cihangiroğlu’na bırakmıştır. Cihangiroğlu, vakfın yetiştirdiği çocuklardan biridir. 1976-1980 arasında her yılın edebiyat ürünlerinden seçmelerin bulunduğu Nesin Vakfı Edebiyat Yıllığı'nı çıkardı. 1983'te Amerika Birleşik Devletleri'nde Indiana Üniversitesi'nin düzenlediği uluslararası toplantıya çağrılan Nesin, pasaportu 12 Eylül idaresince geri alındığı için bu toplantıya katılamadı. 1984'de Aydınlar Dilekçesi girişiminde bulundu. 1260 aydın dilekçeyi yazıp imzaladı. Doğrudan Kenan Evren’e verilecek olan dilekçeleri Kenan Evren kabul etmedi. Hatta dilekçeyi imzalayanları vatan haini kabul edip haklarında suç duyurusunda bulundu. Ancak mahkeme kararıyla hepsi beraat etti. 1985'de İngiltere'de PEN Kulüp onur üyeliğine seçildi ve TÜYAP'ın düzenlediği "Halkın Seçtiği Yılın Yazarı" ödülünü kazandı.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

1987 yılında 82. kitabı yayımlandı:

“Bugün, 29 Ocak 1987 tarihinde, 82 kitabım var. İlk kitabım 1955 yılında çıktığına göre, ben bu 82 kitabı 32 yılda yayımlamışım. 1987 yılı sonuna dek 2 kitap daha çıkaracağıma göre 32 yılda 84 kitap yayımlamış oluyorum. 32 yılda 84 kitap, yılda 84/32=2.66 kitap yayımlamışım demektir.” 1990’da Altın Tolstoy Ödülü’nü aldı. 2 Temmuz 1993'de Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılmak üzere Sivas'a gitti. Türkiye için önemli birçok aydın kişi oradaydı. Metin Altıok, Behçet Aysan, Asım Bezirci, Nesimi Çimen ve Aziz Nesin... Rıfat Ilgaz da son anda gitmekten vazgeçmişti sağlık sorunları nedeniyle... Şenliklerin devam ettiği sırada “Sünni İslamcılar” denen provake bir grup tarafından ateşe verilen Madımak Oteli’den sağ çıkan isimlerden biri olmuştur Aziz Nesin. Hayatı boyunca yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle kendi deyimiyle 7-8 defa o zamana kadar ölüme çelme takmıştı. O gece otelden

sağ olarak kurtulmuştu ama otelden çıkar çıkmaz bir de ona linç girişiminde bulunulmuştu. Aziz Nesin’in otelden çıkışının fotoğrafı asla gözümün önünden gitmez. Canını kurtarmaya çalışan bir adam ve onun canını almak sanki çok haddineymiş gibi belirli bir kalabalığı yoldan çıkarıp linç edilmesi için çaba sarf eden bir şey... Aziz Nesin, 1995 senesinin 5 Temmuz’unu 6 Temmuz’a bağlayan gecede bir söyleşi için gittiği Alaçatı’da hayat gözlerini yumdu. 7 Temmuz’da vasiyeti gereği hiçbir tören yapılmaksızın ve yeri belli olmayacak şekilde Çatalca'daki Nesin Vakfı'nın bahçesine gömüldü. “Bütün insanlık tarihinde ölmemiş tek kişi bulunsaydı, ona bakıp ben de ölmeyecektim. Ama ne yapayım ki örnek yok, suç benim değil, öleceğim herkes gibi...”

Aziz Nesin, beden olarak herkes gibi ölse de birçok çocuğun Nesin Dedesi olarak, eserleriyle, düşünceleriyle, vakfının yaptığı faaliyetleriyle yaşamaya devam ediyor. Tam olarak “Ömrüne Sığmayan Adam” olarak bizleri yalnız bırakmıyor.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Şair Değilsin Diyorlar: “NESİN” Begüm Çalışkan

“Şiirin ve aşkın utkusudur yenilgi Yenildikçe aşıksın yenildikçe şair Şairin hası yenilir hep yenilir…” Bir yazar düşünün ki kalem tutmaya şiirle başlamış olup, şiir yazdığı için yadırganmış olsun. Bu yazarın adı Mehmet Nusret olsun. Nusret bir dönem subay olduğu için şiirlerini kendi adıyla yayımlayamayıp eşinin adını kullanarak ‘’Vedia Nesin’’ isminde hayali bir kadın şair yaratmış olsun. Orhan Kemal, Vedia’ya âşık olup da cezaevinden ona aşk mektupları yazmış olsun. Ve bir kalem, iki şair; Vedia Nesin ve Aziz Nesin’in şiirini anlatmak yine bir şaire düşmüş olsun.

Aziz Nesin 1915 yılının Aralık ayında gözlerini araladı dünyaya. O gün kendisi ve ailesi bu gözlerin aralığından süregelen bir ışık huzmesi yayılacağını bilmiyordu. Evet, ışık diyorum, aydınlık diyorum. Nesin ömrü boyunca yaşadığı toplumun kanayan yaralarına bir meşale olduğu için. Fakat bizim toplumumuz zifiri karanlıkta yaşamaya alışmış ve aydınlıkta gözlerini kapatıp karanlığı aramış bir toplumdur. Elbette Nesin de benim gibi düşünmekte: ‘’Bile bile yaşayamayacağımızı o günlerde Göremeyeceğimiz günler için dövüştük Kavgamızın şiir olması bundan … Eğirip karanlıklarını zindanların İplik iplik ışıklar yarattık’’


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Aziz Nesin’in ilk şiirleri Vedia Nesin takma adıyla Yedi Gün Dergisi’nde yayımlanmıştı. Ve epey hayranı vardı Vedia’nın.Nesin henüz çok gençti,sevdalı olduğu eşiyle de yeni evliydi.Bu dönemde aynı zamanda Millet Dergisi’ne öykü gönderiyordu.1955’e kadar şiir yazmaya devam etti ve nihayetinde İlhan Selçuk’un sahibi olduğu basımevinde ilk şiir kitabı ‘’On Dakika’’ yı yayına hazırladı.Bu kitaptan 1500 adet basıldı fakat dağıtımı olmadı.Çünkü Aziz Nesin o kitapları kendisine birkaç tane ayırarak Düşün Yayınevi’nin bahçesinde elleriyle yaktı.Ona göre Yahya Kemal ve Faruk Nafiz etkisinde kalmış ve Nazım Hikmet’e öykünmüştü. Buradan anlıyoruz ki Aziz Nesin için şiirde esas olan özgün olmak. Tabi ki her şair için bu böyle olmalıdır. Fakat hangi şair böyle düşünüp de çocuklarını ateşe atabilmiştir? Şiir şairin çocuğudur. Onlar genellikle sizin bilmediğiniz zamanlarda sabaha karşı çığlıklarla doğarlar. İşte Nesin’in On Dakika adlı şiir kitabından kül olmuş bir çocuğun sesi: ‘’Bilirim sen de beni ararsın Seni aradığım gibi Kuş kanadıyla mı olur Sabah meltemiyle mi Gönder adresini Bildir kendini Yarelerim göz göz oldu Yolunu gözleyi gözleyi’’ Bu kötü deneyimden sonra Aziz Nesin uzun yıllar şiirde kendi sesini bulmak için çalışmıştı. Ve buna inandığı zaman 1984’te ‘’Sondan Başa’’ adlı şiir kitabını yayımladı. Bundan sonra şiirin ardı kesilmedi 2 yıl bekleyip büyük ses getiren ‘’Seviye On Ölüme Beş Kala’’yı; yine ikişer yıl arayla ‘’Kendini Yakalamak, Hoşçakalın, Bir Aşk Var Bir de Ölüm’’ü yayımladı. Son şiir kitabının adı bir isimden çok acıydı. “Sivas Acısı’’.Acı kelimesi her şeyi anlatmaya bazen yetmiyor. Bir aydının toplumca öldürülmek istenmesine örneğin. Birçok bir insanın, bir insanın canını alma isteği

ve cesareti nereden nasıl sağlanıyor? Bunun tek sebebi de Aziz Nesin’in fikirleri ve düşünceleri. Evet, o gün o yangından Aziz Nesin kurtuldu belki ama adını duyduğunuz ve duymadığınız birçok yazar yanarak öldü. Neden? Aziz Nesin düşündüğü için ve bunları yazmaya üşünmediği için. Şairin yüreğinden arkadaşlarının acısını dinleyelim: ‘’Ben duyarım duyumsarım Bizim oranın sızısı bu Binip kara bir buluta Sivas ilinden Sivas rüzgârında uçup gelmiş Helallik dilemeye Ey yüreğimin onmaz acıları Ey beynimin dinmez sancıları Suç ne bende ne de sende Suç seni karanlıklara gömenlerde’’ Aziz Nesin güldürmeye alışmış ancak yüreği ağlayan bir yazardır. Onun şiirlerle ünlenmesi birtakım şair ve yazarların dikkatini çekmiştir. Bazı yazarlara göre Aziz Nesin asla bir şair değildir. O bir güldürü ustası ve nesir yazarıdır. Hatta bazıları çok daha ileri gitmiş ve Nesin’in Türk Şiiri’nin zenginliğini kullanarak kolayca şiir yarattığını ve ömrünün son yıllarında şiire bulaştığını söylemiştir. Bunu söyleyenler herhalde onun genç yaşta şiir kitaplarını neden yaktığını unutmuş olanlardır. Garip olan bir şairin roman yazması yadırganmazken bir romancının şiir yazması neden yadırganır? Fakir Baykurt, Feridun Andaç, Abdullah Rıza Ergüven, Onat Kutlar; Nesin’e destek olmuşken Fethi Naci: ‘’Aziz Nesin’in şiirleri de ayrı bir konu. Aziz Nesin gibi yaşını başını almış bir yazar o lafları şiir diye nasıl yayımlar, anlamak zor. Karadenizli yapı ustaları ne kadar mimarsa, gülmece yazarı Aziz Nesin de o kadar şair.’’ diyebilmiştir. Fakat şaire Çekoslovak Türkolog Ludeck Hrebiçek sahip çıkmış ve Nesin’e mektubunda şöyle yazmıştır: ‘’Sondan Başa adlı kitabınızdaki, Nöroloji Kliniği’nde yazdığınız şiirlerden dördünü


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

derhal çevirdim. Onlara kısa bir önsöz ekledim ve Novy Orient Dergimize verdim. Yazdığım önsöze, Fethi Naci’nin şiirleriniz için yazdığını ekledim. Bu eleştirmen, istemeyerek yapıtlarınızın estetik prensibini de keşfetmiş oldu. Siz, soğuk mimari yapmıyorsunuz, yapıtlarınızı gerçek yaşamın tuğlalarından kuruyorsunuz.’’ Şimdi Aziz Nesin’in şiirinin sularına inelim ve o sular derin mi sığ mı, o sularda yüzülür mü buna siz karar verin. Fakat ben yüzdüm o sularda bunu önceden söylemeliyim. Öncelikle Nesin’in şiir yazması için kendinden başka herhangi bir şeye ihtiyacı yoktur. Bu bir kadın olabilir başka bir hüviyet olabilir. Şiir, şiir içindir. Şiir, yaşamak içindir. Şiirin yazılmasına sebep olan ve ona tanıklık eden bir şey varsa da o bir bahanedir buna şairin kendisi de dâhildir. ‘’Ya benim doğmam yaşamam Şiirler yazayım diye Karanfil kanar gibi Kızıl gül açar gibi Ağustos’ta nar gibi Çatladı acıdan yüreğim Anladım sonun da ben de bir bahaneyim Asl’olan ben değil Asl’olan sen değil Asıl’olan şiir’’ Aziz Nesin’in şiirinde genel olarak üç unsurdan bahsedebiliriz. Kendisi, yalnızlığı ve ölüm. Özellikle ölüm Aziz Nesin’in ciddi anlamda üzerine gittiği bir konudur. Ölümden korkmayan bir tavır sergilemiştir. Ona göre her insan zaten ölecektir, dünyaya ölmek için gelmiştir. O zaman gereken şey dünyada kaldığımız zamanda onun güzelleşmesi ve daha iyi bir yere gitmesi için yazmak ve yaşamaktır. Aziz Nesin yazmak için yaşamaz, yaşamak için yazar. Ve şiirlerinde bahsettiği ölüm kavramından kaçışın tek bir yolu vardır:

‘’Yok başka hiçbir umarın En granit kayanın ortasında Balta girmemiş karanlıklarında kıpırtısız Ya ölmektir kurtuluşun Ya da şiire tutunmak’’ Nesin’in hayalinde yarattığı ve ‘’Üçgülüm’’ diye seslendiği kadın bu çirkin dünyada yaşıyor olamaz. Onun Üçgül’ü, gülüm diye seslenilen kadınlardan çok daha güzel ve kusursuz bir kadındır. Ancak bahsettiğim gibi o şiirlerinde bu kadını bulamaz. Şiirlerinde bahsettiği Üçgül’ü bu dünyaya değse ya da bu dünyadan geçse çirkinleşir ve güzelliği silinir. Herhalde şair bu dünyanın çirkinliğinin hayalindeki kadına bulaşmasından korkuyor ve onun gelmesini, somut bir hale bürünmesini istemiyor. Bu sebeple Nesin Üçgül’ünü inanılmaz güzellikte imgelerle anlatmıştır: ‘’Tenini yüzlerce yıldan beri imbatlar okşamış senin Benimse yakmış kavurmuş kuşaklar boyu içimi dışımı karayel Ben kahır destanlarının büyümeyen çocuğu bin yıldır ölüp ölüp dirilen Sen çocukluğu mitologya tanrıçalarının dizi dibinde geçen Sen bir palmiyesin kum kumsalda yumuşaktan süzüp alırsın suyunu Ben bir meşe ağacıyım ki İsa’dan çok daha yaşlı … Değil mi ki senden geldi Üçgül’üm Sunduğun keyif kadar acılar da kabulüm Senden gelen mutlulukları öptüm yüzüme gözüme sürdüm’’ Ölüme erken seviye geç kaldığını ‘’Bağışla’ şiirinde dile getiren şairin yıldızı, zamanla hiçbir zaman barışmamıştır. Bu duygu yoğunluğunu ve zamanda kaybolma hissini, kendini başka bir zamana, başka bir çağa ait hissetme durumunu ‘’Bir Tel Saç’’ şiirinde yeniden görürüz:


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

‘’Hala tek tel saçındayım sevinin Yirmi birinci yüzyılda yaşarken On altıncı yüzyıldayım Belli ki bir geç kalmış şövalyeyim Hem de ortaçağların en soylusu Belki de bir gecikmiş Don Kişot’’ Aziz Nesin şiirinde bunların yanı sıra toplumla ilgili hoşnut olmadığı durumlardan da bahsetmiştir. Elbette bunların yerinin nesir olduğunu bilir ama bazen iç sesine engel olamamış ve aç çocukları, ezilen kadınları o sevmediği yargıçları da şiirine almıştır. Başka bir yönden bakacak olursak onun bir gülmece yazarı olması şiirine ironiyi de sokmuştur. Günümüz aşklarına, sevdalarına inanmaz Nesin. Ona göre öpücükler bile kart postal öpücüğü gibi sahte ve donuktur. ‘’En büyük aşkı yaşıyorken tarih Jülyet soruyor Sosyal sigortası n’olacak … Mecnun canına kıydı kıyacak Leyla düşünüyor emekli ikramiyesini’’ Yunus gibi olurum/Kendim gibi ölürüm/Gömütümü bulurum/Günbatımı indimi … Dizeleriyle bize Halk Edebiyatı’ndan su içtiğini sezdiren Nesin aynı zamanda Divan Edebiyatı’ndan da etkilenmiştir. Onun şiiri geçmişten günümüze edebiyat, felsefe, tarih yüklü zengin bir çağlayandır. Onun şiiri yüzmeyi bilen için dibi bulanamayacak bir okyanustur. Görüyoruz ki semender Nesin’i de tuzağa düşürmüştür: ‘’Bu son tansığımdır ey kafir Geçmişte görülmemiş ve gelecekte görülmeyecek Bir seviyle seni sevmedim mi … Semender misin ey kafir hala yanmadın mı?’’ Aziz’in şiirlerinde çoğu şairin şiirlerinde bulunmayan bir ayrıntı vardır. Tamamına yakın

şiirinde, şiirin yazım tarihi ve yazıldığı yer belirtilmiştir. Kendisi durumla ilgili: ‘’Şiirlerin altında tarih ile yer ve kimisinde zaman yazılıdır.Sanırım bunlar okurlarımı pek de ilgilendirmeyecektir. Bunları kendim için, geçmiş zamanı bir daha duyumsayabilmek umuduyla yazdığımı belirtmek isterim. Zaman şiirlerin yazıldığı anı göstermiyor elbet; o şiirin tohumunu, kimileyin bir sözcük ya da bir imge, kimileyin bir ya da birkaç dize ya da bir düşün olarak, şiir toprağına düştüğü anı gösteriyor.” Aslında en önemlisi de şairin hayatının hastanelerde acı içinde geçtiğini anlatıyor. Hastanelerde, ameliyatlara girmeden önce yazdığı şiirler ve yine o boğuk odalarda başka alemlere gidip oralardan getirebildiği dizeler bence en büyük şiirdir. Yazıma Çapa Nöroloji Kliniği’nde saat 23.22’yi gösterirken yazılmış ve Muammer Sun tarafından bestelenmiş ‘’Sol El konçertosu’’ şiirinden birkaç dizeyle son verirken Türk Edebiyatı’nda gülmece yazarı diye tanınan Aziz Nesin için şunu söylemek istiyorum: Sizi en çok güldüren, bir yerlerde en çok ağlayandır. ‘’Bir kolum bir elim bir bacağım ve dilim tutmuyor Öyle bir sevgin var ki içimde O beni hala diri tutuyor Yazamasam okuyamasam konuşamasam da Seviyorum seni Üçgül’üm Sevdikçe yaşıyor yaşadıkça seviyorum”


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

SOL EL KONÇERTOSU Demek yazamadan Demek okuyamadan Demek konuşamadan Hem de ölmeden yaşanabilirmiş Ama sevmeden yaşanamıyor Üçgülüm Bir ölüyle bir canlı Bir bedeni bölüştük Sağ yanım ölmüş Sol yanım capcanlı Demek yazamadan Demek okuyamadan Demek konuşamadan Ama düşünebildiğim için seni yaşıyorum Yaşayabildiğim için sevmiyorum Sevdiğim için yaşıyorum Bir kolum bir elim bir bacağım ve dilim tutmuyor Öyle bir sevgi var ki içimde O beni hâlâ diri tutuyor Yazamasam da okuyamasam da konuşamasam da Seviyorum seni Üçgülüm Sevdikçe yaşıyor yaşadıkça seviyorum 28 Kasım 1983 Pazartesi saat-23.22

Aziz NESİN


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR “NESİN” MUCİZESİ:

Işık Selin Orhuntaş

MATEMATİK, SANAT, FELSEFE KÖYÜ

Matematikten nefret ettik ülke olarak. Çünkü bize okulda matematiğin can sıkıcı yönleri gösterildi. Sınavlarla, notlarla, müfredatla korkutulduk; korkutulmaya devam ediyoruz. Oysa ne vardı bize oyunlarla öğretselerdi? Hayatın içindeki matematiği gösterselerdi. Belki daha iyi şeyler olabilirdi. 2007 yılında tüm Türkiye’nin tabusunu yıkmak üzere bir köy kuruldu. Korsan köy. Hem de matematik köyü. Aziz Dede, vasiyet etmiş, Nesin Vakfı’nın belgelerine “Matematik Enstitüsü kurulması” şeklinde gerçekleştirilmek üzere yazılmış ve Ali Nesin babasının vasiyetini 2007 yazında yerine getirip bin bir güçlükle en önemlisi bilim aşkıyla üç ayda tamamlamış.

“Bu düşmanca tavrı anlamakta zorluk çekiyoruz. Siyaset yapmıyoruz, ekonomiyle, toplum düzeniyle ilgili bir etkinliğimiz yok. Yalnızca çoluk çocuk matematik yapıyoruz…” Ali Nesin, bir gazetede böyle sitem ediyor. Ne kadar acı aslında. Bir matematik profesörü, gönüllülük esasına dayalı bir kuruma karşı alınan tavır için sitem ediyor. Oysa ideal eğitim yeri bu kurum. Matematik köyü. Uğruna hapis yatılan bir yer. Korsan eğitim köyü. Ve bu korsan köyün yeni kardeşleri de oldu: Felsefe ve sanat köyü. Tamamen öğrencilerin ihtiyacından doğan köyler bunlar. Aziz Nesin, bütün hayatını çalışmaya adamış bir insan. Her hastalığında “daha yapacak çok işim var, şimdi değil” diyerek


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

inat etmiş. Darüşşafaka’da hayata adımını atan Nesin, 1973 ‘ de “Nesin Çocuk Vakfı”nı kuruyor. Çocuklar bahçede koşuşturuyor, okuyor yazıyor, Aziz Dede’lerinden masallar dinliyor. Hatta birlikte yemek yapıyorlar. Kendinden sonraki kendini merak ettiğinden olsa gerek, geleceği de garanti altına almak üzere Matematik Enstitüsü’nü vasiyet ediyor. Çok ince bir düşüncedir bu, bir babanın oğluna vasiyeti bir okul kurması. Bir düşünceyi, bir dini empoze etmek için değil. Bilimi öğretmek için okul… Türkiye’ye fazla olsa da kuruluyor bu köy. Ali Nesin bir matematik profesörü. Her yaz Bilgi Üniversitesi’nde matematik kampı çerçevesinde 7’den 77’ye öğretmeninden öğrencisine ders veriyor. Köy kurulunca kampı köye taşıyor. Gönüllü öğretmenlerle tatillerde şahane bir kamp oluyor. Sabahtan akşama kadar doğa ile iç içe Şirince’nin bütün cömertliği ile matematik öğreniyorlar. Sınav yok, müfredat yok, korkutan hiçbir şey yok. Onun yerine oyun kuramları var, hayatın içindeki matematik var. Kısacası matematik değil matematiksel düşünmek var. Sadece ders mi var? Hayır. Öğrenciler aynı vakıftaki gibi gönüllülük esasıyla çalışıyor. Bol kepçe lokantasında aşçıya yardım ediyor, tuvalet temizliyor, inziva köşesinde kitap okuyor. İnternette dolaşırken bir öğrencinin kamp günlüğüne dek geldim. 2014’de burada kampa katılan bir öğrenci 15 gün boyunca yaşadıklarını anlatmış. Tuvalet temizlemiş, Ali Nesin’den oyunlar kuramı dersi almış, çadırda kalmış ve hayata farklı bakmaya başlamış. Kampa katılım için ufak bir miktar ve önceden randevu alınması gerekiyor.

Çünkü yoğun talep var. 350yi barındırabiliyor en fazla. Dileyen çadırını da alıp gelebilir. Köyün kuruluş hikayesini Sevan Nişanyan’dan dinliyoruz. Köy kurulduktan sonraki süreci şöyle anlatıyor : “Altmış küsur üniversite öğrencisi geldi, yaz okulu başladı. Kokuyu alan gazeteciler de çok geçmeden damladı. İki gün sonra Sabah’la Star’da tam sayfa çıktık. Olay cazip, Türkiye’de benzeri yok: tamamen gönüllülük esası üzerinden işleyen bir akademik kamp, dünyaca ünlü profesörler katılıyor. Gazeteyi görünce bizim jandarma bölüğünün aklı başından uçmuş; adamlar kaçak köy yapıyor biz burada uyuyoruz diye dövünmüşler. Kamyon dolusu askerle geldiler, amfi ile hamamı mühürlediler, 48 saat da mühlet verdiler köyün boşaltılması için. Welcome to Turkey! … Bir Rus matematikçimiz vardı, dünyaca ünlü biri. Tek kare fotoğraf çekmiş: arkada karatahta, üstünde feci karışık bir matematik problemi, önde de jandarmanın mührü. Bunu internete koydu. 24 saat içinde bütün dünya matematik alemi ayağa kalktı, yok artık olmaz böyle şey diye. Binlerce mail yağdı. Olay Devlet meselesi oldu. Başbakanlık devreye girdi. Birkaç gün sonra iki astsubay gönderdiler, mühürleri söktüler.” Köy bağışlarla duruyor. Herhangi bir maddi kaynak yok. Her şey gönüllülük üzerine kurulu burada. Yakınlarda bu köye


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

iki yeni kardeş geldi. Sanat ve Felsefe Köyü! Bütün imkansızlıklara rağmen öğrencilerin ihtiyaçları karşılanmaya devam ediyor. İyi şeyler de olmuyor değil. Nesin Vakfı, sözel öğrencilerini de unutmadı ve iki yeni kardeş köy daha yaptı. Felsefe ve Sanat Köyü. Bu köyler nereden çıktı? Ders aralarında bu konular hakkında konuşan öğrencilerin sayısı hayli fazla olunca bilgi açlığını gidermek şart olmuş.

Öğrencilerin sorgulamasını, soru sormasını ve araştırmasını isteyen köy halkı, bu doğrultuda program yapmış. Sanat atölyeleri, genel kültür dersleri, siyaset ve sanat atölyeleri ve ilgi alanına hitap eden atölye çalışmaları mevcut. Dersleri aynı Matematik Köyü’nde olduğu gibi alanında uzman hocalar veriyor. Yurtdışından ve yurtiçinden davetli eğitmenlerle çalışılıyor. Duyumlara göre, müfredatın ve sınavın olmadığı bu masalsı köyde öğrenciler bir hayli keyifli zaman geçiriyorlar. 15 gün boyunca gece gündüz sanat ve felsefe! Doğanın içinde ideal bilim yuvası. Kim keyif almaz ki?

Yaz tatilini ya da ara tatilini burada değerlendiren öğrenciler sadece okul hayatında değil sosyal hayatında da başarılı olacaklardır. Hayata farklı gözle bakmayı, farklılıklara saygı duymayı, bir anlamda da kendi ayaklarının üzerinde durmanın ayrımına varacaklardır. Gönüllülük esasına dayalı ideal eğitim kurumu burası. Bağışlarla ayakta duruyor ve maddi – manevi anlamda destek bekliyor. Hayatımızı sınav merkezli olmaktan kurtarıp başımızı hemen yanımızdaki bu şirin köye çevirin. Bir düşün gerçekleştiği yere bakın. Unutmayın ütopyalar güzeldir. 


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“ – trrrrum! trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum”

Aziz Nesin’in geniş yelpazaye yayılan sanatçı kişiliğinde, “adını duyurduğu öyküleri diğer türlerdeki yapıtlarından sayıca oldukça fazladır.” 1Bu öykülerinden biri de “Medeniyetin Yedek Parçası”dır. Daha adından dikkatleri üzerine çekmeyi başaran bu hikaye, “sosyolojik bir konuyu ele alır: hayvan gücüne dayanan eski köy medeniyetinden çağdaş makine medeniyetine geçiş.”2 Esas önemli nokta, sosyolojik bu konuyu Aziz Nesin’in ele alış biçimidir. 1950 kuşağında yer alan Aziz Nesin gerçeği mizahla abartılı bir biçimde yansıtır. Bu dönem yazarları yaşadıkları çağı kendi biçemlerinde algıladıkları biçimde yansıtmışlardır. “...Mizah deyince halk yararına işlevi olan görevci mizahı

Ayşe Bengisu Akdağ

“–Başlarım Senin Yedek Parçana” anladığımı baştan söylemeliyim... Beni mizah yazarlığına iten etken, o günkü ortamın koşullarıydı. Kısaca şunu söyleyeyim; genellikle yoksunluk ve yoksulluk, yaşamından gelen bir kızgınlık, öfke, bir hınç alma biçimidir mizah...” diyen Nesin, hikayesini mizahi unsurlarla örerek köylünün günlük yaşantısına okuru da dahil etmiş, bu kısacık macerada bizleri de hikayedeki olayı dinleyen kahve halkından biri yapmayı başarmıştır. Güçlü bir mizah yazarı olan Nesin özellikle de öykülerinde toplumun ve bürokrasinin aksayan yanlarını kimi zaman yergi, kimi zaman abartı öğelerini kullanarak sergiler.Ataol Behramoğlu Aziz Nesin’in istese de iyi bir şey söyleyemediğini vurgulayarak şöyle der: “Çünkü yeteneği hep eleştirmek, olumsuzu göstermek yönündedir”

1

Hanife Nâlân GENÇ, “İki Öykü, İki Değişim Öğesi: Traktör ve Yel Değirmeni”, Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi Eğitim Fakültesi Fransız Dili Eğitimi Bölümü. 2 Kaplan, Mehmet. ( 1984), Hikaye Tahlilleri, Dergah yayınları.

Aziz Nesin’in “Medeniyetin Yedek Parçası” adlı öyküsü, başkahraman Hamit Ağa’nın büyük bir telaş içinde kahveye


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

girmesi ve başından geçenleri kendisini merakla dinleyenlere anlatmasıyla başlar. Öykü, Hamit Ağa adlı köylünün “şu cenabet” dediği traktörden kurtuluşunu haber veren diyalogla açılır. Diyalogun devamında banka borcundan söz edilir. Öykü, Hamit Ağa’nın dilinden, diyaloglar aracılığıyla ilerler. 1955 yılında geçen hikayede, Hamit Ağa’nın oğlu askerlik dönüşü şoförlük öğrenmiş, kendisinden bir traktör almasını istemiştir. Enstitüden öğretmen çıkan kızı ve damadı da tatilde aynı isteği dillendirirler. Baba, bu yeni teknolojik alet yerine geleneksel yaşamını sürdürmek, çift öküzleriyle yetinmek istese de “geri kafalı”lıkla, “makine asrı”nın gerisinde kalmakla suçlanır. Hamit Ağa, son kararı ise köy öğretmeni sayesinde verir. Çünkü köy öğretmeni Hamit Ağa’nın “anlayacağı dilden” izah etmiştir: “Seksen beygir bu!... Evliya kuvveti be!.. (…) Dağı taşı dümdüz eder” Sonunda Hamit Ağa, kızının, damadının, oğlunun ve karısının baskılarına dayanamayarak bankadan kredi çekip traktör alır. Ancak hem sürekli arıza çıkartan traktörün bozulan parçalarının masrafını ödemekte, hem de banka borçlarını kapatmakta oldukça zorlanır. Maddi sıkıntılar yüzünden öküzlerini ve tarlasını dahi satmak zorunda kalır. Varını yoğunu bu uğurda harcar. Yine de traktörün bozulan bazı yedek parçalarını bulamaz. Bu parçaları bulmak için yaptığı girişimler kimi zaman sonuçsuz kalır, kimi zamansa bir işe yaramaz. Traktörden kaynaklanan zincirleme sorunlar bir türlü bitmediği gibi bu durum diğer köylülerin yaşamını da benzer şekilde

etkilemiştir: “Gonu gomşunun tarlalarına baksan, tüm rezillik… Herkeslerin tarlalarında bir traktör leşi yatıyor. Nereye baksan zincir, palet, külçe demir…” Hamit Ağa’nın sorununa merhem olacak bir çözüm kalmamıştır. “Nasreddin Hoca’nın ‘ölme eşeğim ölme’ dediği o ünlü fıkrası gibi trajik komik bir durumdur Hamit Ağa’nın yaşadığı.”3 Ve hikayenin sonunda Hamit Ağa, balyozla traktörü parçalar. Makine, Nesin’in öyküsünde yüksek bir beklenti ve hevesle yönelinen, getireceği kolaylıklardan çok neden olduğu ağır ekonomik yük dolayısıyla büyük bir soruna dönüşen bir aygıt olarak görünür.4 Türkiye’de makineleşme çabalarının zemini hazırlanmadan uygulanmaya konma sürecinin, köylüye ağır bir biçimde fatura edilmesi, Aziz Nesin’in bürokrasiye ironik ve eleştirel bir mesafe takınmasının gerekçesini oluşturmuştur. Makineleşme, daha ileri bir tarımcılığın gerçekleşmesini sağlayıp, köyün sosyal ve ekonomik hayatını değiştirirken; insan gücünün yerini alışıyla ortaya çıkan sıkıntıları ve birtakım teknolojik problemleri de beraberinde getirmiştir . Nesin öyküde traktöre bağlı bir durumu merkeze alarak, traktör sembolü üzerinden anlatmak istediği, dile getirmek istediği bu sorunu ortaya koyar. Öykü boyunca traktöre ait gönderme ya da betimlemeler de gâvur ölüsü, cenabet, meret, traktör leşi, gul yapısı, gâvur icadı bir makine, Allahın belası gibi hep olumsuzluk taşıyan ifadelerle yüklüdür. “Çağrışım ve uyarı 3 4

Hanife Nâlân GENÇ, a.g.y. Uğurlu, Seyit Battal, “Otomobil ve Benlik: Türk

Edebiyatında Araba Olgusu”, Yrd. Doç. Dr., Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

gücü yüksek kimi sözcükler kullanarak bir anlamda traktörü kişileştirir.”5 Traktörün başa bu kadar bela açmasında, temel var oluş amacının dışında kullanılmasının büyük payı vardır. Köylüler, akşamüzerleri köyde, cumartesileri kasaba sinemasında gösteriş duygularını bu araç aracılığıyla tatmin eder, ne var ki asıl amacı için hiç kullanılmaz: “Cümbüş, iyi hoş… herkes biner üzerine”, traktörler ‘çemündüfer’ gibi sinemanın önüne dizilir. Dönüşte yarış yapılır. Hamit Ağa’nın oğlu, arabayı, “bıyıklarını bura bura” sürer. Bu gösteri toplumu manzarasının kısa süre sonra bir kazaya maruz kalması kaçınılmazdır.6 “Traktör, köylüye bir imkân olarak sunulmuştur ancak köylü bu imkânı, var oluş amacına yönelik değil, kendi var oluşunu gerçekleştirme amacına yönelik olarak kullanır.” Hikayenin vermek istediği mesaj, Mehmet Kaplan’ın tespitiyle; “Her medeniyet kendi içinde karmaşık bir bütündür. Bu bütünlük iyice hesaba katılmadan, göze çarpan veya hoşa giden bir yönüyle alınırsa aksar, hatta yarar yerine zarar verir.” şeklinde özetlenebilir. Sonuç olarak; Nazım Hikmet 1923’te “trrrrum trrrrum trak tiki tak! makinalaşmak istiyorum!” diye “çıldırırken” otuz yıl geçmesine rağmen, 1955’te Aziz Nesin “Vurdum balyozu motoruna, al dedim sana yirminci yüzyıl, vurdum balyozu, al lan dedim bu da sana yedek parça” diyerek adeta Nazım Hikmet’e cevap vermiş, ve bir anlamda 5 6

Hanife Nâlân GENÇ, a.g.y. Uğurlu, Seyit Battal, a.g.y.

“Medeniyetin Yedek Parçası” başlığıyla “medeniyet” olarak lanse edilen “Tek dişi kalmış canavar” karşısında kendi benliğini tercih etmiştir.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dar Dünya Yüreğim gövdeme sığmıyor Gövdem odama Odam evime sığmıyor Evim dünyaya Dünyam evrene sığmıyor Patlayacağım Acımın acısından susmuşum Ki suskunluğum göklere sığmıyor Böyle bir acıyı kimlere nasıl anlatacağım Gönül dar geliyor sevgime Kafam beynime Ah şakaklarım Çatlayacağım Anladım artık anladım Kimselere anlatamayacağım Aziz Nesin


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Ömrüne Sığmayan Adam: Aziz Nesin 100 Yaşında /1915-2015 Bir yıl boyunca çeşitli sergilere imza atan Nilüfer Belediyesi, 2015’in son sergisi için kolları sıvadı: Ömrüne Sığmayan Adam Aziz Nesin.

Tuğçe Erkol

deneyimleri, Darüşşafaka’ya girişi, askerliği, annesini kaybetmesi, soyadını alışı, askerlikten kurtulması, gazetecilik ve dergicilik faaliyetleri, 6-7 Eylül olayları, 27 Mayıs Darbesi, 80 Darbesi, ödülleri, Düşün Yayınevi’nin kuruluşu, ilk yurtdışı gezisi, tutuklanmaları ve cezaevi anıları, Nesin Vakfı, Sivas Katliamı, sağlık durumu, ölümü ve vasiyeti... Sergi salonunun tam ortasında ahşap bir ünite duruyor. Bu ünitenin üstünde Aziz Nesin’in tüm kitapları var. Sergiye gelen herkesin onun kitaplarını görmesi, incelemesi isteniyor. Çünkü Aziz Nesin ömrüne sığmadığı gibi o sergi salonundaki afişlere, gazete küpürlerine de sığmıyor. Aziz Nesin’i tanımak için o kitapları da bilmek gerekiyor. Bu ünitenin tasarımı vakfın öğrencileri tarafından yapılmış. Zaten kurulum aşamasında da ellerinden geleni yapmışlar.

Doğumunun 100. yılında Aziz Nesin'i edebiyatı, mizahı, hayat görüşü, politik duruşu ve geleceğe bıraktıkları açısından daha yakından tanımak ve değerlendirmek amacıyla düzenlenen sergi 19 Kasım 2015’te Nazım Hikmet Kültür Evi’nde gösterime sunuldu. Sergi 5 Ocak 2016’ya kadar ziyarete açık. Sergi 2 bölümden oluşuyor. İlk kısım Aziz Nesin’in hayat hikayesine yer veriyor. Doğduğu 1915 senesinden başlıyor ve 1995’te ölümüyle son buluyor. Serginin yapıldığı Nazım Hikmet Kültür Evi’ne girip ilk kısım için 2. kata çıkıyoruz. Burası onun hayatıyla ilgili en önemli olaylara kendi kaleminden yer veriliyor. Adının hikayesi, doğduğu yılın zamansızlığı, savaş nedeniyle babasının yanında olmayışı, ilk yazarlık

Elbette ki bunlarla sınırlı kalmıyor Aziz Nesin’in hayatı. Adı üstünde Ömrüne Sığmayan Adam o. 100 yaşında ve hala daha bizlerle. İşte, serginin ikinci kısmı da bize bunu gösteriyor. İkinci kısmı gezmek için asansörlerle ya da merdivenlerle 1. kata iniliyor ve sergiye kaldığınız yerden devam ediyorsunuz. Sergi salonuna girmeden önce şöyle bir yazı karşılıyor bizleri: “Kendimden sonraki kendimi merak ediyorum...”


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Bu sözleri okuyup giriyoruz içeriye. Girişte bir yazı masası bulunuyor. Burada sergiyle ilgili görüşlerinizi yazabiliyorsunuz. Aynı şey ilk kısmın girişinde de bulunuyor. İkinci kısmın başında üç tane televizyon bulunuyor. Üçünde de ayrı ayrı Aziz Nesin belgeselleri var. Belgesellerin ardından camekana alınmış bir çalışma masası geliyor. Masanın bir değeri yok, sıradan bir masa ama üzerindeki belgelerin hepsi Aziz Nesin’in kendi eliyle yazdığı Sivas Katliamı notlarından oluşuyor. Gazeteden kestiği küpürler de burada duruyor, dava dilekçeleri de. Ayrıca bir başka televizyon ekranında da Sivas Katliamı’nın haberleri yayınlanıyor.

Serginin en can alıcı noktalarından birisi Sivas Notları bölümünden sonra geliyor. Loş bir ışıklandırmayla ayrılan özel bir bölmede Aziz Nesin’in çalışma masası duruyor. Ahşap kahverengi bir masanın üzerinde daktilosu duruyor. Daktilonun hemen sol üst çaprazında gözlüğü ve dolma kalemliği yerini alıyor. Sağ tarafta ise birtakım defterler ve bir kalemlik bulunuyor. Masayı tam ortalamış bir şekilde de deriden bir çalışma sahnesi konumlandırılmış. Bu masanın bire bir yerleştirildiğini düşünüyorum. Sanki bir yerden çocuklarının Nesin Dedesi gelecek gibiydi, fazla canlı... Diğer can alıcı noktaysa Nesin Vakfı’nda çıkan yangının ardından kalan piyanonun orada olmasaydı. Tamir edilmemiş bir şekilde duruyordu orada. Aziz Nesin, vakfı kurarken

sadece onların okulda verilen derslerle ilgilenmesini istemiyordu. Vakıfta güzel sanatlarla ilgili de alanlar bulunuyor. Bu piyano da onun örneğiydi işte. Eğitim üzerine onun ne kadar güzel düşüncelerinin olduğu bir kanıt. Hem onun eğitim üzerine güzel planlarının olması vasiyetinde kurulmasını istediği bir matematik enstitüsü olmasından da anlaşılıyor. Bu vasiyetin üzerine de Ali Nesin’in girişimleriyle Nesin Matematik Köyü kuruluyor zaten... Maalesef artık serginin son kısmına geliyoruz. Son kısım oldukça geniş bir alandan ibaret. Birbirinden ayrı iki cam kitap rafı var. O geniş alanın iki ayrı duvarında bulunuyor. Bir duvarda Aziz Nesin’in kitaplarının ilk baskılarından hazırlanan bir seçki; diğer duvarda da yabancı dillere çevrilmiş kitaplarından bir seçki bulunuyor. Aziz Nesin kitapları yabancı dillere en çok çevrilmiş yazarlarımız arasında bulunuyor. Serginin çıkıştan önceki sonra duvarında da ölümünden sonra çıkan kitaplarıyla ilgili bir pano bulunuyor. İşte o kitaplar: Mum Hala I (1996) Böyle Gelmiş Böyle Gitmez III Yokuş Yukarı (1996) Gözümüz Aydın Efendim (1997) Bir Vicdan Davası (1998) Aziz Nesin Meral Çelen Mektuplaşmaları (1998) Türkiye Şarkısı Nâzım (1998) Aziz Nesin Mektuplar (1999) Okuduğum Kitaplar (2000) Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim (2006) Mum Hala II (2010)


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Sanat Yazıları (2011) Bütün Oyunları IV (2011) Sporcu Milletiz Vesselam (2012) Çizgi Romanları (2012-2013) Yurt Gezileri (2013) Okuma Güncesi (2014) 2015 Yılın Yazarı Aziz Nesin etkinlikleri kapsamında Nilüfer Belediyesi, Nesin Vakfı’yla beraber bu güzel sergi projesini gerçekleştirmekle sınırlı kalmadı. Gene aynı ortaklıkla bir de Liseler Arası Kitap Kapağı Tasarım Yarışması düzenlemişti. Aziz Nesin’in Bursa’da sürgünde bulunduğu yılları anlatan Bir Sürgünün Anıları adlı kitabından yola çıkarak tasarım yapmaları isteniyordu. Yarışmayı

Zübeyde Hanım Teknik ve Meslek Lisesi’nden Zeynep Yıldız kazandı ve ödülü kendisine verildi. Nilüfer Belediyesi Aziz Nesin’e adadığı bu yılda, öğretmenler için de bir güzellik yaptı. Öğretmenler günü için tüm öğretmenlere Bir Sürgünün Anıları adlı kitabı hediye etti. Nilüfer Belediyesi’nin bu kapsamda yaptığı çalışmalardan bir Bursalı olarak çok memnun kaldığımı dile getirmek istiyorum. Geçtiğimiz bahar aylarında hazırlanan Labirentini Ören Şair Enis Batur sergisini çok beğenmiştim. Bu gibi etkinliklerin daha fazla olması dileğiyle...

İncir Çekirdeği, Aziz Nesin Sergisinde... Tuğçe Erkol- Işık Selin Orhuntaş ve Mehmet Altınova


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

KENDİNİ İNANDIRMAK “Dünyanın bilmediğin herhangi bir yerinde, tanımadığın herhangi bir insanın seni ve senin de onu sevebileceğine kendini inandırabiliyorsan, işte o zaman bu dünya her şeye karşın yaşamaya değer.”

Cephedesin Kurşun yağmuru altında Ölümle yüz yüze burun buruna Umrunda bile olmasın Kurtulacaksın Çünkü sevgilin Seni bekliyor evinizde Top mermileri düşüyor yakınlarına Gözün kamaşıyor şarapnel çakımlarından Bombalar patlıyor yanında yörende Umrunda bile olmasın Kurtulacaksın Çünkü umuyorsun sevgilin Yolunu gözlüyor senin Düşman karşında Sağında solunda arkanda Çepeçevre kuşatılmışsın Umrunda bile olmasın Kurtulacaksın Çünkü biliyorsun sevgilin Şimdi seni düşlüyor Siperinizde bombalar patladı Sağındaki düştü Solundaki vuruldu alnından Sesi bile çıkmadı Ölüm arıyor seni Umrunda bile olmasın Kurtulacaksın Çünkü inanıyorsun şu sıra Seni özleyen bir sevgilin var Sol yanın yanıyor acıdan Göğsün kan içinde Bomba mı mermi mi şarapnel mi

Siperin dibine düşüp kaldın Artık teslim olabilirsin ölüme Çünkü biliyordun olmadığını bir bekleyenin Kimsenin özlemediğini Düşünüp düşlemediğini Yolunu gözlemediğini Daha baştan biliyordun her şeyi Yine de umrunda olmasın Çünkü sevgililer nasıl kandırdıysa seni Sen de yaşayabilmek için Kandırmıştın kendini 16 Mayıs 1986 AZİZ NESİN


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Otobüste Bir Rüya Bahçedeyim bu gece Yağmur eşlik ediyor dizelerime Senin gördüğün yıldızları göremiyorum Hava kapalı bu gece Dinliyorum, Yağmurun huzur verici seslerini Belki sen de dinlersin diye Huzur buluyorum ama seni bulamıyorum Yazdığım kısacık şiirlerimde İki bardak çay istedim annemden Belki içmek istersin sen de Çay sevmesen de İçerim ben ikisini de senin yerine merak etme Merak da etmezsin sen beni Avutuyorum kendimi işte Cümle kuramıyorum Özne koyamıyorum senin yerine Sen yoksan eksik kalıyor paragraflar Satırlar hasret kokuyor Başlıksız kalıyor şiirler Sen olmadan bu şiir defterine Yağmur da durdu artık Eşlik etmiyor dizelerime Yağmur sesinin yerini sessizliğin sesi alıyor Ürkütüyor beni her hecemde Zamanla yarışıyorum sanki Doldurmak istiyorum sayfamı bir kalemde Uyanıyorum yavaş yavaş Seni düşünürken uyuyakalmışım otobüste Rüyamda bile uzanamıyorum Körpe dudaklarına ya da ufacık ellerine İnmek istiyorum Ayakta beklerken uyuduğum aşk otobüsünden Dolunayı gören bir yerden şiir yazarak Ulaşmak istiyorum hayallerime...

Muhammed Münzevî


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

AŞK

Aşka varamam, aşk benim içimde Varırsam duramam kendi bedenimde Sorarlarsa gayb aleminde, kanatların nerede Kanatsız uçmuşum ben, kanat benim neyime Sema Keser

BENLİK

Varsa tarihimde bir güvercin kanadına eziyet Varsa gözlerimde kürke duyulan metanet Almışsam gururu bedenime üstün bir vaziyet Armağandır kalbime, kibrin sardığı icazet. Sema Keser


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Busenur Aslan

MİTOLOJİ PUSULASI

-

Tanrıçanın Öfkesi -Dünyanın görüp görebileceği en güzel kadınmış… Benim muhteşem güzelliğim, cazibem ve güçlerimin yanında bir ölümlü de kim? Hemen öğrenmeliyim; kim bu Medusa? -Ulaklarım yayılın bütün bir evrene. Geçmişe ve geleceğe. Öğrenin bana bu hainliği yapan kadın kim? Kim çaldı denizlerin yüce tanrısı ve eşim olan Poseidon’un aklını? Dakikalar sonra bir ulak geldi. Anlattıkları pek de hoş olmayan şeylerdi. Bu Tanrıçayı, ölümüne kızdırdı. Oyuncağı elinden alınmış bir bebek gibi bağırmaya, ortalığa öfkesini kusmaya başladı. Düşündüğü hiçbir şey onu rahatlatamıyordu. Öfkesi ve kıskançlığı Olimpos’tan bile büyüktü artık. -Yüce Tanrıçamız Athena önünde hürmetle eğilirim. Umarım duyacaklarınız sizi memnun eder. Medusa; Sthenno ve Euryale adlı iki kız kardeşe sahip. Bu kız kardeşlerden sadece Medusa ölümlü bir beden taşıyor. Sizin tapınağınıza köle olarak sunulmuşlar. Fakat pek heybetli Poseidon, bu Gorgon kız kardeşlerden Medusa’nın güzelliğine kendini kaptırmış. İnsan kılığına bürünüp Medusa’yı sizin tapınağınızın derinliklerine çekmiş ve orada ona sahip olmuş. Adeta ateşler saçtı Athena. O ki Zeus’un en sevgili çocuğuydu. Yüceler yücesiydi ve bir Tanrıçaydı. Bunun cezasını elbette ödemeliydi Medusa. Kulakları adeta sağır eden bir sesle haykırdı: -Sen Medusa, bugünden itibaren dünyanın her yerinde insanların korktuğu, kaçtığı ve nefret ettiği bir yaratık olacaksın. Kimseler senin yüzüne bakamayacak. Adını telaffuz etmekten korkacak nesiller! Athena’nın kibriyle birleşen kıskançlığı ve öfkesi ateş oldu yaktı Medusa’yı. Upuzun, simsiyah saçları birbirinden zehirli yılanlara dönüştü. Yüzünün o Tanrıçaları kıskandıran güzelliği adeta söndü. Gözleriyse bakanı taşa çeviren birer elmasa dönüştü. Artık Medusa, çirkinliğiyle ve korkuyla anılan biri olmuştu. Tıpkı Athena’nın istediği gibi bir mağarada yalnızlığa gömülmüştü. Sadece Medusa’nın kardeşleri vardı yanında. Böylece bir nebze olsun unuttu yalnızlığını. -Hâlâ dinmedi öfkem. Bu duygu bir alev gibi sarıyor her bir yanımı. Ah Poseidon ne yaptın sen. Bana tercih ettiğin Medusa. Kork benden Medusa! Öfkem sen yok olana dek sürecek… -Yüceler yücesi Tanrıçamız. Size yakın gelecekten haberler getirdim. Serifos Adası’nın kralı Polydektes, Perseus’un annesiyle evlenebilmek için ona bir görev verecek. Bunu için Tanrılardan yardım dileniyor. Athena’nın aradığı fırsat ayağına gelmişti adeta. İnsan soylulardan nefret etmezdi ama bu adam onun nefretini en sonuna kadar çekmişti. Bir fikir belirmişti aklında. Hem bu nefretini kazanan adamdan hem de Medusa’dan kurtulabilirdi artık. Hemen Polydektes’in aklına, Perseus’dan Medusa’nın başını isteme fikrini ilham ettirdi. Böylece Medusa’dan sonsuza dek kurtulabilecekti. -Yine ellerimdesin Medusa. Senden ve karnında taşıdığın Poseidon’un çocuklarından kurtulabilirim artık. Hem de hiç elimi sürmeden.

II


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Perseus’a Athena dahil bir çok Tanrı ve Tanrıça yardım ediyordu. Zeus, her şeyi kesebilen kılıcını vermişti ona. Bir başka Tanrı ise kanatlı ayakkabılarını. Hades, meşhur görünmezlik pelerinin verir. Athena da Medusa’yı yenebilmesi için aynadan yapılma kalkanını vermişti. Adeta bütün Tanrı ve Tanrıçalar Medusa’nın yok olması için çalışıyordu. Ama gerçekte sadece Athena bunu istiyordu. Diğerleri sadece soylarından gelen yarı tanrıya yardım ediyordu. -Ey Perseus, umarım sana öğrettiğim gibi alırsın boynunu Medusa’nın. Dikkatli ol! Sakın gözlerine bakayım deme Medusa’nın. Yoksa olduğun yerde taş kesilir ve ölürsün. Sana verdiğim kalkanı kullan ve onunla bak Medusa’ya. Perseus önce, Medusa’nın başını koyabilmek için akşam perilerinden bir bohça edindi. Bir çok zorluğu aşarak geldi Medusa’nın mağarasına. İnanılır gibi değildi. Çünkü Medusa, Perseus mağaraya girdiğinde uyuyordu. Fakat onu uyandırmadan hareket etmesi gerekiyordu. Zira en küçük ses Medusa’nın uyanmasına neden olabilirdi. Bundan dolayı Tanrıların birinden aldığı kanatlı ayakkabıları giydi ve havada süzülerek Medusa’nın yanına yaklaştı. Tıpkı Athena’nın öğrettiği gibi çok temkinli ilerliyordu. Kalkana yansımasından izliyordu Medusa’yı. Zeus’un verdiği kılıcı kullandı ve tek hamlede aldı Medusa’nın başını. Başı kesilen Medusa’nın içinden kantlı at Pegasos ve dev Khrysaor çıkar. Acele etmesi gerekiyordu çünkü gövdeden ayrılan baş, hâlâ bakanı taşa dönüştürme gücüne sahipti. Hemen başı akşam perilerinden aldığı bohçaya koydu Perseus. Tabi işi bununla kalmamıştı. Çünkü Medusa’nın kız kardeşleri durumu öğrenir öğrenmez Perseus’un peşine düşmüşlerdi. Bu durumdan da Hades’ten aldığı görünmezlik pelerini sayesinde kurtuldu. Serifos Adasına dönerken yolda Andromeda adlı prensesi kurtardı ve onunla evlendi. Adaya döndüğünde ise annesine işkence ettiğini öğrendiği Polydektes’i Medusa’nın başıyla öldürdü. Bütün görevleri başarıyla tamamladı. Medusa’nın başını da ona en çok yardım eden Tanrıça Athen’ya verdi. Athena’a saçlarından tutup kaldırdı Medusa’nın bedeninden ayrılmış başını. Kahkahaları bütün bir Olimpos’u inletti. -Sen Medusa, artık bittin. Boş bir kabuktan ibaretsin artık. İçimde alev alev yanan öfkem sonunda biraz olsun dinebildi. Ama bunu asla unutmayacağım. Bunun için senin bu bedeninden ayrılmış başını, kalkanıma silah yapacağım. Böylece herkes, öfkemin ne denli büyük olduğunu bilecek ve asla cesaret edemeyecek bir daha böyle bir şeye. Hem de senin ölmüş bedenin, beni savaşlarda koruyarak ıstıraplar içinde yanan ruhunun ateşini körükleyecek.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Misafir Köşesi

SEN BENİ TANIMAZSIN Dudaklarından sarpa saran çiçekleri koparıyorum İki kez yüzünden göç eden karanlığıma dem vuruyorum Bir ilkbahar akşamı ellerimden düşüyor yüzün Alıp yeni bir şiirin ilk mısrasına vuruyorum Sen beni tanımazsın Kelimelerle oynarım ben Sen öylece durup bir tren garında güzelliğini ezberletirsin kuşlara Gözlerinde kaybolan adımı koyuyorum masanın kenarına Belki bana dokunursun diye beklediğim güneşler doğuyor umudun bittiği yerde Saçların ki kirpiğine değer olası bir sevişmeye hazır gibi Zorunlu bir gülümseme alır dudağının kenarında gamzesi şarap çanağı Bu şiiri okursan eğer bir gün Şayet buna cesaret edersem intihar gibi Beni maruz gör kelimelerim gökyüzü ile buluşur gözlerinden önce

Bekir DADIR Akdeniz Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Öğrencisi


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Misafir Köşesi

Yanık İzmaritlerle Baş Başa Şimdi kendimi sigara izmaritlerine bırakıyorum, hayır yanlış anlama sigara içmem ben, sadece içilip bir kenara atılmış sigara izmaritlerine bakıp dert ortaklarımı arıyorum. Biraz önce filtresi dahi çekilmekten erimiş bir izmarit gördüm, kalabalık bir caddenin tam ortasındaydı, içen adamı hayal ediyorum, içerken uzaklara bakışını, dumanı yüzüne çarparak giderken gökyüzüne, onun derinlerden ah çekişini duyuyorum. Muhtemelen ellili yaşlarda, kendini bilmiş bileli yapmadığı hiçbir iş yok, yanık tenli, titrek ve çatlak elli, konuşmasını kimsenin anlayamadığı Anadolulu bir yiğit. Sigarasını içine çekişinden belli ki hiç haram karışmamış lokmasına, belli ki çocukları için aç kaldığı günlerde içemediği sigarasının acısını çıkarmış, belli acıları dağ olup omuzlarına konmuş. Ama zor gelir olmuş hayat bu günlerde, hayat boğazlar olmuş onun tertemiz bedenini, utanır olmuş artık eve boş dönmekten, utanır olmuş çocuğu yaşındaki adamlardan azar işitip yüzünü yere dönmekten, utanç kaplamış her yanını, canı bedenine ağır gelir olmuş. Belki de şimdi ben bunları düşünürken, o bir damın tepesine çıkmıştır bu ağırlığı daha fazla omuzlarında taşımamak için, beklide birkaç hap yutar, ya da olmaz, o parayla çocuklarına ekmek almıştı. Belli ki canına kıyacak metelik bile yok cebinde, belli ki hayat ona birkaç hap alacak pulu bile çok gördü, belli yine eve döndü, ama yine boş, yine utanç içinde, yine yüzü yerde…

Mustafa Yazıcı Selçuk Üniversitesi, Mekatronik Mühendisliği Öğrencisi


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Maeve Binchy

Tuğçe Erkol

1940 yılının 28 Mayıs’ında İrlanda’nın başkenti Dublin’de doğdu Maeve Binchy. Onun dünyaya geldiği Dublin, büyük bir şehir değildi, Dublin dışında kalan Dalkey adlı bir köydü. İlk eğitimine Dalkey’in dışındaki Killiney’deki Holy Child Convent adlı okulda başladı. Bu okul dini eğitim veren Katolik kız çocuklarının gittiği bir okuldu. Buradaki eğitimini bitirdikten sonra University College’den mezun oldu. Maeve, mezuniyetinin ardından öğretmen olarak çalışmaya başladı. 23 yaşındayken Kudüs’e yaptığı bir seyahat sırasında Hz. İsa’nın son akşam yemeğini yediği söylenen mağarayı ziyaret etti. Hayatı boyunca iyi bir Katolik olarak yetiştirilen Maeve, bu ziyaretinden sonra dini inancını kaybetti. İsrail’in savaş döneminde oraya gitmişti. Bir kibutzda, yani İsrail’de ortaklaşa kullanılan siyonizmin ve sosyalizmin sentezini oluşturarak yaşanılan toplumsal yaşam birliklerinde çalıştı. İsrail’de bulunduğu sırada en iyi bildiği işi yaptı. Kibutzlardaki çocuklara dersler verdi. Maeve’nin İsrail’de olduğu bu yıllar Arap-İsrail savaşlarının ateşli bir şekilde devam ettiği yıllardı. Bu yıllardaki gözlemlerini günü gününe not etti. Ayrıca Dublin’de bıraktığı babasına haftada bir defa mektup yazdı. Onun mektupları İsrail’deki hayatı, savaşı, insanları anlatıyordu tüm gerçekliğiyle. Bu mektuplar savaş dönemine yabancı bir kadının gözüyle bakan kaynaklar olması açısından önemliydi. İrlanda’nın en önemli haberlerinden birisi Irish Times’tı. Maeve’nin babası, kızının kendisine gönderdiği mektupları Irish Times’a, Maeve’nin İsrail’deki öğretmen maaşından da İrlanda’daki öğretmen maaşından daha fazla olan bir meblağa sattı. Irish Times’e satılan mektuplar Maeve’nin resmi olarak yayınlanan ilk eserleri oldu. Bu mektuplar incelendiği zaman olayların oldukça canlı bir şekilde anlatıldığı görülmektedir. Zaten bu mektuplar öykü türünde kaleme alınmıştır.

Maeve’nin mektupları halk tarafından büyük bir ilgi görünce mektup sayısı haftada ikiye çıktı. Maeve’yi de İsrail’deki bir savaş muhabiri konumuna getirdi. Maeve’nin gazeteyle olan bağlarının bu şekilde güçlenmesi ve yazarlık hayatına adımını atması da böylece 1969’da gerçekleşti. Gazete yazarlığından kısa bir süre sonra İrlanda’ya döndü. Bir süre burada kaldı. Irish Times ile çalışmaya devam etti. Bu dönemde İrlanda Feminist Hareketi’nin ilk kadın editörü olarak kadın haklarıyla ilgili yazılar yazmaya başladı. Dublin’deki hayatı kısa süre sonra sona erdi. Hayatının Londra dönemi başladı. Londra’ya gittikten çok kısa bir süre sonra Gordon Snell ile tanıştı. Snell, BBC televizyonunda sunucuydu. Aynı zamanda çocuk öyküleri de yazıyordu. Tanışmalarından bir süre sonra da evlendiler.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Maeve’nin hayatındaki en büyük destek eşi Snell oldu. Snell’in desteğiyle öyküler, romanlar, oyunlar yazdı. Ayrıca yazdığı bir televizyon oyunu da Prag Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü aldı. Ancak bütün bunların yanı sıra onun tüm dünyada tanınmasına sebep olan şey Yalnız Kadınlar Sokağı ve İtalyanca Aşk Başkadır adlı iki romandı oldu. Bu iki romanla tüm dünyaya yayıldıktan sonra diğer eserleri de dünya üzerindeki birçok dile tercüme edildi. Maeve, eşi Gordon ile birlikte bir süre sonra yeniden Dublin’e taşındı. Maeve burada da yazı faaliyetlerine devam etti. 2012 yılının 30 Temmuz’unda da hayata gözlerini yumdu.

(1998), Aşk Mutfakta Pişer (2000), Hayatın Ta Kendisi Lokantası (2002), Yıldızlı ve Yağmurlu Geceler (2004), Aşıklar Korusu (2006), Ruh ve Yürek (2008), Aşk ve Çocuk (2012) adlı kitapları geldi. Türkiye’de Maeve’nin sevilmesinin en büyük nedenlerinden biri yayıncısı Doğan Kitap olsa gerek. Aslında tercüme sırasında kitapların isimlerinin birebir olarak tercüme edilmemesi kitapların çekiciliğini biraz daha arttırdı. Çünkü Türkiye’de “Yalnız Kadınlar Sokağı” olarak bildiğimiz kitap orijinal dilinden birebir tercüme edildiğinde Tara Sokağı’dır. Aynı durum İtalyanca Aşk Başkadır adlı romanı için de geçerlidir ki onun da birebir tercümede adı Akşam Dersi’dir. Romanların tamamına bakıldığı zaman romanlar arası karakterlerin değişimine sıkça rastlanır. Örneğin” İtalyanca Aşk Başkadır”daki Nora, “Hayatın Ta Kendisi Lokantası”nda da karşımıza çıkar. Mizacına yansıttığı kadın hakları savunuculuğuna romanlarında da rastlanır. Onun çizdiği kadın karakterler tüm dünyaya aittir. Umudu, üzüntüsü, sevinci, heyecanı, inadı, yıkılışı, dirilişi… Hepsi sıradan ama çok güçlü kadınlar ya da sonradan ayağa kalkıp güç toplayan kadınlardır. İlk yazdığı romanıyla son yazığı romanı tarihsel olarak ele alındığı zaman eserlerinde İrlanda’nın geçirdiği sosyal ve siyasal değişimler gün yüzüne çıkar. Eğer bu durumu bütün romanlarına bakmadan görmek isterseniz o zaman da aralarında kuşak farkı olan özellikle kadın karakterlere bakmanız yeterli olacaktır.

Sanatın hemen her dalıyla uğraşan insanlarda olduğu gibi Maeve’i de eserleri yaşatmaya devam etti. Maeve’nin ilk romanı 1982’de yayımlanan “Bir Dilek Tut Benim İçin”di. Onun ardından sırasıyla; Gizlidir Bütün Aşklar (1985), Ateşböceklerinin Mevsimi (1987), Gümüş Yıldönümü (1988), Aşkı Yarın Yaşayacaksın (1990), Aşk Bir Kere (1992), Geri Döneceksin (1994), İtalyanca Aşk Başkadır (1996), Yalnız Kadınlar Sokağı

Binchy’nin romanları tam anlamıyla yaz tatili kitabıdır. Kolay okunurlar. Zevklidir. Onun sayesinde tüm Dublin’i tanıdığınızı zannedebilirsiniz… Ölümünün üzerinden üç yıl geçen Maeve Binchy, yazmış olduğu romanları ve romanlarından uyarlanan sinema filmleri ve televizyon dizileriyle bizimle olmaya devam edecektir…


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Nesliyar VI Feyz al, ruhumun derin sularından Serin şiirler akar benden ummana Şehriyar kapısı mahlas nesliyar Yaralardan kaplı çeşme süleymana... Derin sularda serin mana arama Hala vakit yazmak için erken saat sabah beşe beş var,susma Konuşmaya mecal yokken iç,geç... Buraya kadar vüzuh yok belki ama Şimdi sırrı açık etmekte pek boş Hoşta değil zaten neyse bozuldu Sazın teli gelmiyor ritmin ahengi Dengi yok sözlerimin hepsi loş Karanlıkta bir kızıllık hakim şafağa Halim ise cennette toprak olmuş Bedesten misali geldim yazdım Bak seni almadan gidiyorum Gel desem açık kapı bir zeytin dalı Bu müzik ilham ağacım tınısı garip Garip kaldık şimdiden yerim dar ağacı Fikirlerime özgürlük bana özgü Özgün sözlerin çoğu kısır döngü Şu an tam 6 kez ard arda hapşırıyorum Bu ne demek bilir misin elbet bilirsin Tam 6 kez kalbim durdu geri döndüm Seni bu aralar hafta da bir kez görmek Bin kez ölmek gibi ama son yakın Ben uzak zaman tuzak kurgulara med-cezir... Uzun zaman oldu seri boştu şimdi doldu Bu gece geldin yazdım şiir içimde kayboldu Seferi iken oruçsun kalbime ritmi bozuk plak Kalp hep gitmekten yana lirik italik hem didaktik

Tik tak etsen gitsem zin zan,zan zin ses Kulaklarımda hep Charlie Chaplin gülüşü İçimde haşimin karanlığına eşdeğer hüzün Yesevi misali 23ünde toprak olma hevesi Nefesimden öteye geçmiyor ilham Rabbin lütfu uzun benim şiirim kısa baksana En fazla 36 mısra oysa selefim olan Nefi Yazardı binlerce beyit gerisi lakırdı nafile Atiden dönüş yok mu geriye anlıyor musun sahi Sahiden ben ne anlattımda anlamadınız anlatsana biraz Mısralar uzadıkça müzik değişiyor tekrar başa çal replay Play butonuna bas gitari Sazın inleyen lakırdısı Bu ilgiyi görüyorum az çok ancak bana değil biliyorum Bunca ilgi alaka çaldığım kavalın nağmesine Ben nağmesaz sen çölde su hepsi birden bir garip serap Çöllere yağacak karlar ben o zaman kavuşacam Yakın mı dersin sen yazarsan cevap yakın olur mısralara Uzaktan uzağa ses ver verecek misin sahi nedir hal ahval Zayıflamış gördüm seni sana siyahlar yakışmıyor rengin ne renk Ey kabenin örtüsü örtsene üstümü burası çok soğuk Ben son söz dağarcığı sen kalemime mürekkep Ben kepli silahşör şiir yazar çizer müptezel kalemşör Şer olan mısralara gül,gül ki mısralara virgül nefes olsun Bardak yazmadan dolsun gece uzunken uyanmak zor


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Gitti kalbimin elektiriği bir garip teleferikte Eşikte bekleyen bebek misali hep dertli Erzurum soğuğu kış geceleri hep kasvetli Sene 96 karlara gömülürdüm küçük bedenle Bir bilsen görseydin bu nasıl bir hüzünlü fasıl Asıl mesele şimdi aşk mı yoksa sevdaya çatışmak mı? Kırklara karışmak dert değil de sensizliğe alışmak esas dert Ben adını daha önce çok zikrettim tek tek okursan akrostiş Şiirde sırrı ifşa sonu hallac yok yok bayezid-i bistami Hafif kalır yanımda nesimi sonu olmayan kum misali Şimdi ne desem boş açta sayfaları mı oku,oku Her biri ayrı desen ayrı doku, misk-i amber kokulu... Buraya kadar sanmam çıksın okuyan, insanımız bilmez değer Uzatmayacağım laf gideceği yeri bulur ben sırrın sahibi umman Süleyman beşer iken ben içteki ses içli küheylan sen ceylan... Hadi selametle sonsuza uç nefesi mi iç geç pus kal inşirah...

Süleyman Erkut


ARALIK’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Dünya Kütüphaneleri Kübra Tarakçı Dünya üzerindeki ilginç kütüphaneler yazı dizisinde bu ay ki durağımız İrlanda: “TRİNİTY COLLEGE KÜTÜPHANESİ”

İrlanda’nın başkenti Dublin’de bulunan ve İrlanda’nın en büyük kütüphanesi olan Trinity College Library (Trinity Üniversitesi Kütüphanesi)’nin tarihi Trinity College’ın kuruluş tarihi olan 1592’ye uzanır. 1661’de Henry Jones’un ortaya çıkardığı “Book of Kells” de burada bulunmaktadır. “Book of Kells” yani Türkçesiyle “Kells Kitabı”, yeni ahitin içerdiği 4 incil ile önsöz niteliğindeki bazı metinleri ve kanon tablolarını içeren işlemeli el yazması kitap. Batı kaligrafisinin bir şaheseri ve Insular art'ın doruk noktası olarak kabul edilir. Aynı zamanda İrlanda'nın en güzel ulusal hazinelerinden biri olarak tanınır. Eser, Trinity College Kütüphanesi’nde halka açılmış durumdadır. Kütüphane genellikle aynı anda dört ciltten ikisini gösterime açık tutar ve bunlardan birini ana resimleri diğerini ise tipik metin sayfalarını göstermek


ARALIK’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

için kullanır. Elyazmasının tamamı kütüphanenin Digital Collections portalinden izlenebilir. Büyük olduğu kadar görkemli içyapısı ve mimarisi ile de en iyi kütüphanelerden birisi. Yaklaşık 200.000 eski kitap barındıran bu eski kütüphanede kitaplar, her bir pencere etrafında oluşturulmuş dev odacıklarda saklanmaktadır. Kütüphaneyi gezmeye gittiğinizde ortadan demirle desteklenen merdivene tırmanan kütüphane görevlilerini görmeniz olağan bir durumdur. 1700’lü yılların başlarından itibaren kitap toplamaya başlayan İrlanda Lordları sayesinde bugün ortaya Trinity

BBC’nin 2003 yılında, Avrupa genelinde 112 kent ve kırsal kesimden, 11.200 kişiye uyguladığı bir ankette, Dublin, Avrupa’nın yaşanacak en iyi başkenti, İrlanda ise Avrupa’nın en mutlu ülkesi seçilmiş.

College Kütüphanesi çıkmıştır. 1850'li yıllarda ise tüm rafların dolduğu söyleniyor. Bugün kütüphanede yaklaşık 6 milyon basılı kitap birlikte, geniş bir dergi koleksiyonu, el yazmaları ve haritalar mevcuttur. Üst kat balkonda “masterpiece reading room” yani “eski eser okuma odası” bulunuyor. Ana galeri ünlü simaların tam 14 adet büstü ile süslenmiştir; Shakespeare'den, Cicero’ya, Johnotan Swift'e kadar...

Dublin, yılda dört milyonun üzerinde ziyaretçisiyle, Paris ve Londra’dan sonra Avrupa’da en çok ziyaret edilen başkent.

“Yaşadığı yılların bütün öyküsünü anlatan yüzü Dublin sokaklarının kahverengi tonunu taşırdı.” James Joyce Dublinliler


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İNZİVA

Köşesi

Özlem Veya Hasret

Özlem veya hasret... Adına ne derseniz deyin. Günlerimiz artık rutinleşmiştir. Yıllardır aynı yolları aynı kişilerle yürümekten, aynı konulardan bahsetmekten, aynı otobüs duraklarında beklemekten, aynı insanlara selam vermekten, ‘’Ne yapıyorsun?’’ denildiğinde ‘’Aynı!’’ cevabını vermekten bıkmışızdır. Hepimizin aklında olan bitse de gitsek havasıdır. Yılların verdiği yorgunluğu –sanki böyle bir yorgunluk varmış gibi(!)- atmak isteriz bir yerlere. ‘’Şuradan kurtulayım da başıma ne gelirse gelsin!’’ gibi cümleler kurarız. ‘’Başım alıp gidem gurbet ellere!’’ gibi türküler söyleriz. Büyük yeminler ederiz: ‘’Bu sokağa girenin, bu caddeden bir daha geçenin vay bilmem ne!” şeklinde. Nitekim o gün gelmiştir ve bavullarımızı toplamışızdır. Başımızı alıp gitmenin sırasıdır. Farklı yolları farklı kişilerle yürümenin, farklı konulardan bahsetmenin, farklı otobüs duraklarında beklemenin, farklı insanlara selam vermenin, ‘’Ne yapıyorsun?’’ diye sorulduğunda ‘’Bu sefer farklı!’’ cevabını vermenin zamanı gelmiştir. ‘’Bitse de gitsek!’’ cümlesi yerini ‘’Bitti ve gidiyoruz!’’a bırakmıştır. Akrabalarla ve dostlarla helalleşilmiştir. Ardımızdan da bir tas su dökülmesi ihmal edilmemiştir. Yeni bir şehir, yeni yollar, yeni otobüsler, yeni arkadaşlar, yeni ortamlar... Artık her şey yenidir. Eskiler eskilerde kalmıştır. Yeni yeni sorumluluklar almışızdır ceplerimize. Yatağımızı yorganımızı toplamayı yeni yeni öğrenmişizdir belki de. Gömleklerimizi ütülerken yakmamaya dikkat etmeyi, yurtta terliksiz dolaşmamayı yeni yeni öğrenmişizdir. Günler haftaları, haftalar ayları takip ederken bir şeylerin farkına varmaya başlamışızdır. Gönlümüz belki de o bir daha dönemeyeceğimiz yerlere takılmıştır ya da dönmeyeceğimizi sandığımız yerlere. Özlemişizdir o yolları aynı kişilerle yürürken aynı konulardan bahsetmeyi, aynı otobüs duraklarında beklerken gelmek nedir bilmeyen otobüsleri, aynı insanlara selam vermeyi… ‘’Ne yapıyorsun?’’ denilince ‘’Aynı be ya!’’ diye bağırmayı yürekten istemeye başlamışızdır. Artık dinlediğimiz şarkılar bile değişmiştir. ‘’Söyleyin, memleketten bir haber mi var?’’ gibi şarkılar almıştır çalma listelerimizdeki şarkıların yerini. Ve bir zamanlar gitme hayali kurarken, şimdi dönme hayali kurmaya başlamışızdır. Bavullarımızı gitmek için değil dönmek için hazırlamışızdır. Memleketimize geri döndüğümüzde yapacağımız ilk iş o kutsal toprağı öpmektir belki de. O toprağı öptükten sonra da en yakın camide şükür namazı kılıp annemizin yaptığı ‘’Yine mi aynı yemek?’’ dediğimiz yemekleri bir oturuşta midemize indirmektir belki de. Kim bilir? Bir dahaki ay görüşene dek, özleyin!

Muhammed Münzevî


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

İLKİN SÜVEYDA yer çekimi açsa elmadaki kurt sevmesem seni fiziği şaşar mıydı kalbimin kalbimde kara delik bakışını kaldırma kuvvetim gözyaşının kirpiğini kaldırma kuvvetinden kat kat yenik ah süveyda dünya dönüyor etrafında ve eğiliyor ekseni önünde 23 derece 27 dakika çekiyorsun içine her zerreden kara bir nefes farketmeden düşüyor derinlerine bin bir geceden bin bir heves yine de doymazsın yıkılmazsın birinci jeolojik zamandan toprağın kadim dinlerde kutsal bir tapınaksın kimi önünde diz çöker kimi yolunda kan döker sen aşk kınında bir murassa hançer vur boynumu celladım Süveyda!

Hatice Türk


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

Her Güne Bir Tiyatro

Sultan Demirtaş

Aralık ayı ile birlikte artık soğuklar da kapımızı araladı. Kış kendisini iyiden iyiye hissettirmeye başladı. İşte saatlerce evde oturmaktan sıkılmaya başladığımız, gecelerin upuzun olduğu o soğuk günler geldi çattı. Kim eve tıkılıp kalmak ister ki? Ev kuşlarını saymazsak tabi. Bir de evde kestane közleyemiyorsak, sobanın etrafına dizilip masal dinleyemiyorsak vay halimize. Böyle bitmek bilmeyen gecelerde yapılacak en güzel şeylerden biri gidip bir tiyatro bileti almaktır bence. İçimizi ısıtacak, bizi kahkahaya boğacak, hayatı sorgulatacak, yeni bakış açıları kazandıracak bin bir çeşit oyun izlenmeyi beklerken neden evde oturalım ama değil mi? Hemen programlara bakıp gişelere uğramalı. Hiç internetten alınan bilet gişenin yerini tutar mı? Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları’nın sezon oyunları ile geçmiş sezon oyunları, özel tiyatroların yeni oyunları ayrıca şehir dışından gelen profesyonel tiyatro gruplarının oyunları ile bu ay Bursa’da izlenmeyi bekleyen çok sayıda oyun var. Neredeyse her güne bir oyun düşüyor. Seçim de sizlere kalıyor. Soğuk havaları unutun. Bir yerden başlayıp kendinizi tiyatronun sihirli dünyasına bırakıverin. İçiniz ısınacaktır. Sevdiklerinizi, dostlarınızı, çocuklarınızı alın yanınıza; seçin bir oyun, iki oyun, üç oyun… Program da hemen elinizin altında nasıl olsa. İyi seyirler, iyi eğlenceler.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

8 Aralık Salı

Üst Kattaki Terörist

9 Aralık Çarşamba

Gulyabani

10 Aralık Perşembe

Ferhat ile Şirin

11 Aralık Cuma

Kanlı Nigar

12 Aralık Cumartesi

Sihirli Orman(Gölge Oyunu)

13 Aralık Pazar

Maskeliler

14 Aralık Pazartesi

Olay Var

15 Aralık Salı

16 Aralık Çarşamba

Bana Mastika’yı Çalsana

17 Aralık Perşembe

Maskbet

18 Aralık Cuma

Kozalar

19 Aralık Cumartesi

Tesir

20 Aralık Pazar

Burun

21 Aralık Pazartesi

Bütün Çılgınlar Sever Beni

24 Aralık Perşembe

Kralın Diş Ağrısı( Çocuk Oyunu)

25 Aralık Cuma

Halktan Biri

26 Aralık Cumartesi

Çöl Oyunu

27 Aralık Pazar

Bizden Değilsin

29 Aralık Salı

Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe

30 Aralık Çarşamba

Entrikalı Dolap Komedyası


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş

SUNAY AKIN HAYAL KAHRAMANLARI

Düşlere doğru yolculuğa çıkmaya hazır mısınız?Öyleyse bu kitap size rehberlik edecek. Teksas, Zagor, Casper ve daha neler neler... Sunay Akın’a göre oyuncak seçimi kadar kahraman seçimi de kişiliğin oluşumunda önemli. Süperman’in kollarında Sunay Akın’ın masalsı anlatımıyla uçmanın vakti geldi. İş Bankası Kültür Yayınları’ndan yeni çıkan bu kitap bitince kendinizi Oyuncak Müzesi’nde bulacaksınız. Kırdığımız Oyuncaklar kadar güzel olup olmadığına siz karar verin 

YALÇIN TOSUN BİR NEDENE SUNULDUM

Yeni kuşak ödüllü öykücülerinden Yalçın Tosun, son kitabıyla karşımızda. Yine sade bir anlatımla, erotizm, sıkmayan duygusallık, hepimizin ihtiyacı kadar hüzün yazarın dördüncü kitabında sizleri bekliyor. Öyküler, kitap bittikten sonra yakanızı bırakmayacak cinsten. Bana kalırsa Yalçın Tosun artık Türk öykücülüğünde kendini son kitabıyla kanıtladı. ‘Ötekiler’e bir de bu 20 öykünün penceresinden bakın.


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ

FETHİ NACİ YÜZ YILIN 100 TÜRK ROMANI Eleştiri sahasının duayeni Fethi Naci bu yapıtında, Aşk-ı Memnu'dan başlayarak, 20. yüzyılda iz bırakmış 100 Türk romanını ve yazarlarını inceliyor. Kitabın başında yer alan detaylı "Önsöz" bölümü ise Türk romanına genel bir tarihsel ve toplumsal bakış getiriyor. 2008’de hayatını kaybeden Fethi Naci, 1999 yılında yayımladığı kitabında, kendi deyimiyle "kırk yıllık bir çalışmanın" ürünlerini bizlere sunuyor. Sadece 100 roman eleştirisi yapmakla kalmıyor, aynı zamanda 20.yüzyıl Türk romanına da kapsamlı bir ayna tutuyor... Türk dili ve edebiyatı bölümü öğrencilerinin ellerinden düşürmemesi gereken, edebiyata ilgisi olan okurların ise kütüphanesinde mutlaka yer ayırması gereken nadide bir yapıt.

CENGİZ DAĞCI YURDUNU KAYBEDEN ADAM Ölümünün üstünden beş yıl geçen Kırım’ın acılı nefesi Cengiz Dağcı’nın 1957 tarihli romanı “Yurdunu Kaybeden Adam” aradan geçen elli küsür yıla rağmen hala güncelliğini koruyor. Günümüze ışık tutuyor. 20 yy'yı büyük acılar yaşayarak geçiren Kırım Türklerinin trajedisini otobiyografik tarzda anlatan Dağcı romanını zihinlerden çıkmayan şu satırlarla bitiriyor: “Son fırtına, ağacı devirdi. Bizler, uçurduğu birkaç yaprak, boşlukta yolunu şaşırmış, ümitsiz ve şaşkın, meçhul bir geleceğe doğru, yalpa vurup duruyoruz."


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Tutunamayanlar”dan Poyraz Karayel

Tuğçe ERKOL

Aralık ayının gelmesiyle beraber birçok yerde Oğuz Atay’ı göreceğiz. Çünkü onun ölüm yıldönümünün olduğu ay içindeyiz. Çok farklı yerlerde onun hayatıyla, eserleriyle ilgili yazılar yayınlanacak. Eserlerinden alıntılar sosyal medyayı sallayacak. Belki de öldüğü gün sevenleri tarafından onun için bir anma töreni düzenlenirse televizyonlarda göreceğiz… Geçtiğimiz sezon adı da kendi gibi afili olan bir dizi başladı: Poyraz Karayel. Daha ilk bölümleriyle benim gönlümü fethetti. Başta durumu fark edememiştim. Birkaç bölüm ilerledikçe de henüz etrafımda izleyenler olmadığı için ve izleyenler Oğuz Atay’ı tanımadığı için durumdan emin olamamıştım. Ancak bir süre sonra baktım ki fazlasıyla haklıyım. Dizinin senaristleri tam bir Oğuz Atay hayranı ve bu hayranlığı kullanmaktan da geri kalmıyorlar. Gerek Hikmet Benol gerek Selim Işık, birden Poyraz Karayel’in içine kaçıveriyor. Peki, nasıl oluyor bu durum? Daha ilk bölümlerden göze çarpan Poyraz ve komşuluk ilişkilerine bakacak olursak Tehlikeli Oyunlar’daki Hikmet Benol’e selam edilmiş durumda. Hikmet üç katlı bir evin orta katında oturan eşinden boşanmış bir adamdır. Alt katında bir oğlu askere gitmiş diğer oğluyla beraber yaşayan bir dul kadın vardır. Üst katındaysa meşhur albayımız vardır. Poyraz ise apartman kapısının hemen yanında birkaç haftada bir değişen şiirleriyle Oğuz Atay’dan başka Cemal Süreya ve Cahit Zarifoğlu gibi başka şair ve yazarlara da selam edilen bir apartmanda oturmaktadır. Ancak dul komşu ve albayın oturduğu katlar değiştirilmiştir. E, tabi, albay yaşlı merdiven inip çıkması zor oluyordur.

Poyraz’ın kitaplığında Oğuz Atay’ın kitapları olmazsa olmaz olarak göze çarpıyor. Poyraz, bu kitapların içinde para ya da önemli belgeleri saklıyor, canı sıkıldıkça bunları açıp okuyor. En çok da kendini yalnız hissettiği ve aklını kaybetmek üzere olduğu anlarda çok sevdiği Oğuz Atay’ın karakterlerine bürünüyor. Dizinin ilerleyen bölümlerde esas kız ve esas oğlanın yakınlaşmalarında Poyraz’dan ezbere Oğuz Atay satırları duymak demekti belki de Oğuz Atay’a saygıda kusur etmemek:

“Sevgili Bilge, Bana bir mektup yazmış olsaydın, ben de sana cevap vermiş olsaydım ya da son buluşmamızda büyük bir fırtına kopmuş


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

olsaydı aramızda ve birçok söz yarım kalsaydı, birçok mesele çözüme bağlanamadan büyük bir öfke ve şiddet içinde ayrılmış olsaydık da yazmak, anlatmak, birbirini seven iki insan olarak konuşmak kaçınılmaz olsaydı. Sana durup dururken yazmak zorunda kalmasaydım. Bütün meselelerden kaçtığım gibi uzaklaşmasaydım senden de. İnsanları, eski karıma yapmış olduğum gibi, büyük bir boşluk içinde bırakmasaydım. Kendimden de kaçıyorum gibi beylik bir ifadenin içine düşmeseydim.” Poyraz bu pasajı sonuna kadar okumaya devam ediyor. Ayşegül’ün gözlerinin içine baka baka yapıyor bunu. Ve seyirci dolmuş gözlerle seyrediyor o sahneleri. Ayşegül’ün Poyraz’ın koyu bir Oğuz Atay hayranı olduğunu anladıktan sonra ona Poyraz’cım Karayel diye hitap etmesi; Poyraz’ın evinden çıkarken “Oğuz’cum Atay bana şans dile!” demesi; Ayşegül’ün kucağında acılarıyla boğuşan Poyraz’ın, kendisinden “Tutunamayanlar’dan Poyraz” diye bahsetmesi bizi gülümseten şeylerden oluyor.

Poyraz Karayel’in en sevilen kısımları Poyraz’ın İsa’ya ödev yaptırdığı kısımlar oluyor. Seyirci bayılıyor bu sahnelere. Dizinin bölümü bittikten sonra bir İsa’nın ödev sahneleri bir de Zülfikar’ın fikri konuşmalarının olduğu bölümler fırtına estiriyor. Ancak bizim ele almamız gereken konu İsa’nın ödev sahneleridir. Seyirci bu sahnelere bayılıyor çünkü kendinden bir şeyler buluyor. Okullarda bize öğretilen kalıp bilgilerin dışında da gerçekler olduğunu öğretiyor. İsa’nın yaptığı Türkiye’deki iklim tipleriyle ilgili ödevde Poyraz’ın da dediği gibi “Kışlar yalnız ve gözü yaşlı geçer.” diye belirtiliyor. İnsanlar bunu biliyorlar, sevgilisinden ayrılan insanlar aşk acısının ve kışın karalık atmosferinden etkilenip depresyonda, yalnız ve hasretten gözyaşı dökerek geçiriyor bu mevsimi. Hikmet’in de yaptırdığı ödevlerde aynı durum söz konusu. Olayları olduğu gibi sıradan görmüyorlar, bir başka görüyorlar ve insanlara bunu öğretmek yerine farklı bir bakış açısını gösteriyorlar. Dizinin olay örgüsü ve gidişatı hakkında fazla bilgi vermek istemesem de Poyraz’ın ölümcül bir yara alıp komaya girdiğini söylemek durumundayım. Çünkü o bölümde bana kalırsa Oğuz Atay en güzel şekilde anılıyor. Poyraz komadayken bir rüyanın içine düşüyor ve orada sevaplarıyla günahlarıyla sorgulanırken hakimin karşısına çıkıyor. Normalde bir adliyede,


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

hakimin arkasında yazması gereken yazı “Adalet mülkün temelidir!” cümlesidir. Ancak Poyraz’ın o bölümde içinde bulunduğu ortamı en güzel özetleyecek olan cümleyi gene Oğuz Atay söylüyor:

ki Oğuz Atay okuyan polis olmaz; polisi sempatik gösterme çabaları bunlar. Bir kısım dedi ki Oğuz Atay popüler kültüre yem ediliyor. Bir kısım dedi ki Oğuz Atay halka sevdiriliyor, halka aşılıyorlar Oğuz Atay’ı.

“Hayattan çıkarı olmayanların ölümden de çıkarı olmayacaktır.”

Bana kalırsa Poyraz Karayel’in tutulmasındaki sebeplerden biri içindeki Oğuz Atay’dır. Çünkü Türk halkı olarak alışık değiliz böyle şeylere. Biz Türk dizilerinde görmedik daha önce bu kadar edebiyat. Şimdiyse Oğuz Atay’ı bilenler diyor ki Oğuz Atay’a selam edildi, bilmeyenler diyor ki ne kadar farklı bir adam… Yani dizi tutunmak için her türlü Oğuz Atay’ın ekmeğini yiyor. İyi mi ediyor kötü mü ediyor diye sorulacak olursa bence iyi ediliyor…

Dizinin iyi takipçileri iyi bilirler Poyraz’ın delirme sahnelerini, mesela benim izlediğim son bölümde yani 33. bölümde Poyraz’ın neredeyse bir sinir krizinin eşiğine geldiğini gördük. “Benim aklım acıyor Ayşegül. Aklımdan öp beni. Bilincin bilincime değsin. Sonra uyuyalım. Sabah olsun uyanalım. Sonra sen beni öp. Bir daha öp… Bir daha öp… Hep öp…” Oğuz Atay okuyanlar bilirler “ne kadar da Oğuz’cum Atayvari bir konuşma…”  Hikmet’in, Selim’in izlerini ne kadar da taşıyan bir konuşma. Oğuz Atay’ı hem bu kadar iyi tanıyıp hem de onun üslubuna yakın bir metin ortaya koydukları için de bence senaristleri tebrik etmek gerekiyor. Dizi yayınlanmaya başladığı günden beri birçok yönde eleştiri aldı. Ancak belirli bir kesim Oğuz Atay meselesine takılı kaldı. Bir kısım dedi

“Tutunacak bir dalımız kalmadı, tutunamıyoruz.” yazıyor dizinin son birkaç bölümünde Poyraz’ın kapısında. Oğuz Atay’a bu kadar düşkün senaryo ekibinin 13 Aralık’taki Oğuz Atay’ın ölüm yıldönümünü ele alıp almayacaklarını çok merak ediyorum. Ruhun şad olsun Oğuz’cum Atay, bize şans dile!


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

BİR KARARSIZ Gelme! Düşürdüğüm her yazıklarımdan Birer kuş yapıp yolluyorum sana

Yapma! Aklımın kara dehlizlerinde bir kadın bağırıyor, Sen kimsenin canını yakamazsın.

Dokunma! Ellerim gül bahçelerinden çıkmadır Dikenleri seni acıtmasın.

Sorma! Neresindeyim ben bu hayatın Dili sağır olmuşlardansan eğer Senin olduğun taraftayım.

Sırdem Kemiksiz


Aralık’15

İNCİR ÇEKİRDEĞİ

“Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli: Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli! Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeliEbedî yurdumun üstünde benim inlemeli.”

Mehmed Âkif Ersoy


Fotoğraf Aybige Akdağ


Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.