Mayıs-Haziran 2017
Sayı: 34
“Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır.”
1914-1970 BURSA’DA CEMAL NADİR GÜLER SERGİSİ
MUSTAFA UÇURUM İLE SÖYLEŞİ
M. N. SEPETÇİOĞLU: KUTSAL MAHPUS- EBÛ HANİFE
İncir Çekirdeği Dergisi Ayşe Bengisu AKDAĞ Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
Genel Yayın Yönetmeni
Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz
Editörler Sultan Demir Kübra Tarakçı
Yazarlar Beyza Özkan Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Işık Selin Orhuntaş Mehmet Altınova Muhammed Münzevî Pınar Çaylak Sema Keser Süleyman Erkut Tuğçe Erkol Özel Yazarlar Prof. Dr. Ülkü ELİUZ Yrd. Doç. Dr. Fikret USLUCAN
Misafir Yazarlar Ahmet Burak Köroğlu Uğur Kaya Duygu Dağoğlu Yıldırım Dilek Alıç Timur Ali Aykaç
Tasarım Ayşe Bengisu Akdağ
İletişim incircekirdegidergisi.weebly.com incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi twitter.com/IncirCekirdegiD instagram.com/incircekirdegi_dergisi/
“Eşe Dosta Selam” diye başlayalım söze Orhan Kemal misali... Sevgili Okur, İncir Çekirdeği olarak yayın hayatımızda üçüncü yılı da geride bıraktık. “Sözlükçülük” sayımıza gösterilen yoğun ilgiden sonra (an itibariyle 4702 okunma) 34.Mayıs-Haziran sayımızla sizlerin karşısındayız. Yepyeni bir sayıyla, dopdolu bir dosyayla yaza “merhaba” diyoruz. Orhan Kemal’i, ölüm yıl dönümünde kapak konusu olarak ele aldık. Acıların içinde umut filizleri yeşerten Orhan Kemal’e bir tohum da biz olmak istedik. “Kederli, mahzun, acılı olmak için sebepler mevcuttur, fakat ümitsiz olmak için tek bir sebep mevcut değildir. Daha acı, daha mahzun ol, fakat sevincin ve ümidin pırıl pırıl parlasın…” diyen Orhan Kemal’i; hayatıyla, acılarıyla, romanları, hikayeleri, fikirleri ve mektuplarıyla dergimize taşıdık. Dosyamıza makaleleri ile destek veren Fikret USLUCAN ve Ülkü ELİUZ Hocalarımıza ise ayrıca teşekkürü borç biliriz. Dosya konumuzun yanında Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun sanatı, Mitoloji Pusulası köşesi, Mustafa Uçurum ile gerçekleştirilen röportaj, şiirler, hikayeler, kültür sanat gündemi, sergiler ve kitap tanıtımları da yine sayfalarımızda sizleri bekliyor. Ve geri dönen gezgin: Kübra Tarakçı… Bu sefer bizden diyarlarda! Bu sayımızda geçtiğimiz 23 Nisan ve gelecek olan 19 Mayıs milli bayramlarımız münasebetiyle sürpriz bir köşe de hazırladık. Dergimizin içinde heyecanla sizleri bekliyor :) Yeni sayımızla sizleri baş başa bırakırken, öncelikle hayırlı Ramazanlar temenni ediyor ve karne alacak olan bütün genç okurlarımıza iyi tatiller diliyoruz… "Eşe Dosta Selam. İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir..." Orhan Kemal
İçindekiler Havadis / Beyza ÖZKAN Mitoloji Pusulası / Busenur Aslan Bir Delinin Hayal Dünyası: Meşe Ağacı / Ahmet Burak Köroğlu “Adil” – Şiir / Sema Keser əyləncəli səyahət / Kübra Tarakçı Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kutsal Mahpus- Ebu Hanife” Romanında Halk Biliminin İzleri / Mehmet Altınova
DOSYA: ORHAN KEMAL Orhan Kemal Romanlarında Kadının Nesne Olarak Kullanımı: Cinsel Taciz / Prof. Dr. Ülkü Eliuz Öykülerde Orhan Kemal / Ayşe Bengisu Akdağ Orhan Kemal’in Bazı Romanlarında Bir Eleştiri Unsuru Olarak Din / Yrd. Doç. Dr. Fikret Uslucan “Yılın Yazarı Orhan Kemal” Nâbi ve Orhan Kemal’de Sosyal Gerçekçilik / Beyza Özkan Orhan Kemal’den Fikret Otyam’a Mektup Orhan Kemal Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi / Uğur Kaya Orhan Kemal Sineması / Tuğçe Erkol Bunu da Oku: Orhan Kemal “Biletsiz” – Hikaye / Orhan Kemal Vefatının Ardından Karikatürlerde Orhan Kemal Orhan Kemal Mirası: Orhan Kemal Müzesi/ Işık Selin Orhuntaş Orhan Kemal Tiyatrosu’ndan: Tersine Dünya / Sultan Demir Orhan Kemal 103 Yaşında: Bir Biyografi Denemesi / Duygu Dağoğlu Yıldırım
Mürşide – Hikaye / Dilek Alıç Şiirbaz – Şiir / Süleyman Erkut Irmaklarla Büyüyen Çocuk Mustafa Uçurum ile Söyleşi/ Muhammed Münzevî Bursa’dan Bir Cemal Nadir Geçti / Beyza Özkan Yetim Kalan – Şiir / Muhammed Münzevî Arka Kapak / Işık Seli Orhuntaş& Ayşe Bengisu Akdağ Ölüm Çiçekleri – Şiir / Timur Ali Aykaç Fotoğraf / Aybige AKDAĞ Özel: genÇocuk Çekirdek
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Derleyen: Beyza Özkan
HA VÂ DİS
ATTİLA İLHAN EDEBİYAT ÖDÜLLERİ Bu yıl ikinci kez yapılan yarışma kapsamında 2016'da yayımlanmış bir şiir kitabı ile bir romana "Attila İlhan Edebiyat Ödülü", 30 yaş altı erkek ve yaş sınırlaması olmaksızın kadın yazarlara da ilk roman ve ilk şiir kitabı için "Vakıf Özel Teşvik Ödülü"
verilecek. Ünlü şair, romancı, düşünür, gazeteci, senarist ve eleştirmen İlhan'ın düşüncelerini ve anısını yaşatmak amacıyla düzenlenen yarışmada, Attila İlhan'ın eserlerinde yansımaları bulunan "ulusal kültür bileşimini gerçekleştirme" misyonuna layık eserlerin desteklenmesi hedefleniyor. Attila İlhan Bilim, Sanat ve Kültür Vakfı tarafından düzenlenen, "Attila İlhan Edebiyat Ödülleri"ne 31 Mayıs'a kadar başvuru yapılabilecek.
ÜNLÜ RUS ŞAİR YEVGENİ YEVTUŞENKO HAYATINI KAYBETTİ Ünlü Rus şair Yevgeni Yevtuşenko, kalbinin durması sonucu yaşamını yitirdi. Sputnik'de yer alan habere göre, ünlü şairin eski eşi Mariya Novikova, "Birkaç dakika önce, yakınları ve sevdiklerinin yanında, ani kalp durması nedeniyle, uykusunda yaşamını yitirdi" dedi. 18 Temmuz 1932 tarihinde Sibirya'da dünyaya gelen Yevgeni Yevtuşenko, 1950'lerden sonra yetişen şair kuşağının önde gelen temsilcilerindendi.
Yevtuşenko, Türk şair Nazım Hikmet ile de arkadaştı. Nazım için şiir de kaleme almıştı.
BURSA’DA 1. MESLEK TİYATROLARI FESTİVALİ Meslek tiyatrolarını şehirle buluşturan Osmangazi Belediyesi, Bursa'nın kültür sanat hayatına da farklılık getirecek bir ilke daha imza atıyor. Festival kapsamında tiyatronun yaygınlaştırılması ve vatandaşın sanatla bütünleştirilmesi amaçlanarak geleneksel hale getirilmesi planlanıyor. Akpınar Kültür Merkezi'nde gösterilecek oyunlar, hafta boyunca ücretsiz olup hafta boyunca her akşam 20.00'da izleyicileriyle buluşacak. Meslek örgütleri, odalar, firma ve işyerleri çatısı altında faaliyet gösteren tiyatro toplulukları, Osmangazi Belediyesi '1. Meslek Tiyatroları Festivali'
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
56. BURSA FESTİVALİ YAKLAŞIYOR
ile Bursalı sanatseverlerle bir araya getirecek. 9-15 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek olan festivalde, Osmangazi Belediyesi Tiyatro Okulu, Bursa Tabip Odası, Bursa Barosu, Bursa Bosch, İstanbul Bosch, Yazaki Gemlik ve UEDAŞ tiyatro toplulukları sahne alacak.
Bursa Büyükşehir Belediyesi adına Bursa Kültür Sanat ve Turizm Vakfı (BKSTV) tarafından bu yıl 56'ncısı düzenlenen ve Türkiye'nin en uzun soluklu kültürel etkinliği olma özelliği taşıyan 'Uluslararası Bursa Festivali', bu yıl 28 Haziran - 26 Temmuz tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
8. ULUSLAR ARASI DERGİ FUARI SİRKECİ GARI’NDA GERÇEKLEŞTİ
FRANSIZCA’DA ÖZDEMİR ASAF MISRALARI Şair Özdemir Asaf'ın şiirleri ilk kez Fransızca dilinde kitaplaştırıldı. Sosyolog ve yazar Gaye Petek'in çevirdiği, ünlü şairin vefatından sonra geriye kalan defterleri ve yayımlanmamış şiirlerinden oluşan "Benden Sonra Mutluluk" eseri "Apres Moi, Le Bonheur" adıyla Fransa'da yayımlandı. Başkent Paris'te düzenlenen şiir gecesinde tanıtılan eserdeki çizimleri ise ressam İsmail Yıldırım üstlendi.
Türkiye Dergiler Birliği (TÜRDEB) tarafından bu yıl 8.si düzenlenen Uluslararası Dergi Fuarı bugün Sirkeci Garı'nda kapılarını açtı. Onlarca ülkeden yüzlerce derginin katıldığı fuar 9 Mayıs'a kadar sürdü. Her yıl onlarca ülkeden yüzlerce derginin katıldığı fuar, okurlar için hem yeni dergilere ulaşma imkanı hem de takip ettikleri dergilerin yazarlarıyla tanışma imkanı sunuyor. Ancak baskı ücretini dahi zor karşılayan, güç bela ayakta durmaya çalışan dergiciler fuar için istenen stant ücretlerine de tepkili.
BURSA EDEBİYAT GÜNLERİ SONA ERDİ Bursa Büyükşehir Belediyesi tarafından “27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a darbe edebiyatı” temasıyla düzenlenen 16.Bursa Edebiyat Günleri ünlü piyanist Tuluyhan Uğurlu konseri ile sona erdi. Darbelerin edebiyata, kültür, sanat ve hayata etkilerinin konuşulduğu oturumların yanı sıra, şairler okullarda liseli edebiyatseverlerle buluştu. Etkinlik bünyesinde Cahit Koytak, Hüseyin Atlansoy, Mehmet Solak gibi isimlerin katıldığı şiir akşamı düzenlendi. Bu yılki teması “27 Mayıs’tan 15 Temmuz’a Darbe Edebiyatı” olan etkinlik, Atatürk Kongre ve Kültür Merkezi’nde gerçekleştirildi. Kapanış gecesinde Cahit Koytak “Süleyman Çelebi Edebiyat Ödülüne”, Kurtuluş Kayalı “Lamii Çelebi Edebiyat Ödülüne” ve Turan Karataş “Mehmet Şemsettin Ulusoy Edebiyat Ödülüne” layık görüldü. Prof. Dr. Mustafa Kara’ya ait “1999’a Kadar 99 Edebiyat Dergisi 1.Sayı Sergisi” açılışı ve “Darbeler Belgeseli” ile başlayan 16.Bursa Edebiyat Günleri, ünlü piyanist Tuluyhan Uğurlu’nun muhteşem konseri ile sona erdi.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Busenur Aslan
MİTOLOJİ PUSULASI Oğuz Kağan: Yolun Başı Yoğun çalışmaların bitkinlik kıyılarına sürüklediği her insan gibi biraz sessizlik istedim kendime. Birçok sorunla karşılaştığım son araştırmamı neticelendirmiş olmanın da mutluluğu vardı üzerimde. İki uç duygu arasında sıkışıp kalmış gibiydim. Bir yanda bunalmış, bitmiş bir ruh, bir yanda amacına ulaşmış olmanın huzuru. Hemen valizlerimi hazırladım. O çok sevdiğim kitaplarım bile, bu yoğun dönemden sonra itiyordu beni. Koşar adım uzaklaşmalıydım çay bardaklarından ve kitaplardan dağlar oluşmuş odamdan. Hiç pis ve dağınık olduğum konusunda yorumlar yapmayın. Beni meşgul edecek her şeyi, geleceğe bırakıyorum. Şimdilik... Kendimi kuma, güneşe ve denize bırakacağımı sanıyorsanız da büyük bir yanılgı içerisindesiniz. Çünkü ben, Trabzon’un ücra bir köşesinde, yeşillikler içinde bir köy evine atacaktım kendimi. Öyle kısa yollardan da değil. Uzunca bir otobüs yolculuğu ardından yapacaktım bunu. Çünkü otobüs yolculuğunun içinde barındırdığı o büyüyü de özlemiştim. Kimselere göstermediğim pusulam ve içinde bin bir gizem barındıran kitabım da bana eşlik edecekti. Az gittim uz gittim. Dere tepe düz gittim. Yolda pek çok insanla çay eşliğinde sohbet ettim. Sonuç olarak uzun bir yolculuğun ardından bir taksi tutup kendimi doğa ananın kucağına attım. Daha gencecik bir çocukken dedemin bin bir emekle inşa ettiği köprüden geçtim. Bu sırada usul usul akan dereyi seyrettim. Bir tarafı dağ diğer tarafı dere olan patikadan geçtim. Gökyüzüne baktım, ağaçların dallarından sızan güneş ışıkları, yıldızlar gibiydi. Sonunda bir yamaca iliştirilmiş iki katlı köy evimizi gördüm. Özlemle baktım anneannemin çiçeklerle bezediği yola. Geçmişin kalabalığı, insanları ve hatta o oyuncu kedileri bile kalmamıştı şimdi. Sanki terk edilmiş bir kasabaydı burası. Ama aklınıza çölleşmiş bir yer gelmesin sakın. Yalnızlıktan ve el değmemişlikten alabildiğine büyümüş bir orman olmuştu artık. Kendimi çocukluğumun büyük kapısından içeri bıraktım. Evin özlediğim kokusu, isi ve bende hissettirdikleri aynıydı. Her şey zamanın bu anında donmuştu sanki. Tek bir farkla, artık yalnız ben vardım burada.
Bir süre oyaladım kendimi evde. Bir şeyler almıştım yanıma, bu gece beni idare etsin diye. Onları yedim bir süre. Anneannemin kendi elleriyle topladığı çaydan da demledim kendime. Sonra sırt çantamdan çıkarttım, gizli diyarlara açılan penceremi. Boynumdan aldım bu pencerenin anahtarını. Bu sefer gideceğim diyarı uzun uzadıya düşünmüştüm. Ama bir türlü uzun süre yalnız kalacak ortamı bulamamıştım. Şimdi bunu tam zamanıydı. Artık İslâmiyet öncesi Oğuz Kağan’ı ziyaret edebilir, yaşadıklarını kendi gözlerimle görebilirdim. Yerleştirdim pusulamı kitabımın kapağındaki bölmesine ve birden yükseldim gökyüzüne. Rüzgarı yüzümde hissetmek ve onunla birlikte gökyüzünde süzülmek… Nasıl güzel bir his tahmin bile edemezsiniz. Bu, yolculuğum sırasında göreceklerim öncesinde bir rahatlama ritüeli gibi. Ama bunu kısa tutmak lazım çünkü yeryüzünde beni bekleyen pek çok macera var. Öyle ki bugün, en büyük maceram başlıyordu. Büyük Türk hükümdarı Oğuz Kağan’ın bütün hayatına şahit olacaktım bugün.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Beni bekleyen inanılmaz olayların sadece başlangıcıydı bu seyahatim. Hayatın beni getirdiği şu an ben Oğuz Kağan’ı düşünürken aşağıdan bir gürültü koptu. Gecenin karanlığında bulunduğum yerden göremiyordum aşağıyı. Usulca süzüldüm yere doğru ve meraklı bakışlar içinde bir kalabalık gördüm. Çadırların tam ortasında diğerlerinden daha büyükçe bir çadırın önünde bekliyordu bu kalabalık. Arada bir içeri girip çıkan kadınlar, sıcak sular taşıyordu ellerindeki kovalarla. Onlar dışında da kimse girip çıkmıyordu zaten. Ben, kimsenin beni görememesinden faydalanarak içeri süzüldüm. Gözlerimin önünde bir doğum gerçekleşiyordu. Güzeller güzeli bir kadın doğum sancılarını çekiyordu. Bu kadın, Oğuz Kağan’ın annesi Ay Kaga’ndı ve doğacak olan çocuk da Hayatının her anına şahit olmak istediğim dedem Oğuz’du. Bir süre bu sancılı durum devam etti. Kadınlar sürekli otağa girip çıkıyorlardı. Herkeste doğacak olan beyin telaşı vardı. Sonunda beklenen oldu ve güzeller güzeli bir er doğdu. Tıpkı en eski metinlerde anlatıldığı gibiydi. Ağzı ateş gibi kızıl, gözleri ela, saçları ve kaşları karaydı. Perilerden daha güzeldi… Destan kahramanları bilirsiniz ki hep olağanüstüdür. Bugün, gözlerimle şahit olduğum şey de tam da buydu. Her şey inanılmaz bir hızda ilerlerken Oğuz atam sadece bir kez emdi annesinin göğsünden. Sadece o ilk hayat suyunu içti ve bir daha içmedi. Dile geldi küçücük bir bebek. Şaşkınlıktan gözlerim büyüdü. Sanki beynim durdu o anda bu nasıl gerçek olabilirdi? Sonra birden belirdi aklımda, bir destanın içindeydim gerçek olan atamın hikayeleştirilmiş hayatına konuktum. O küçük bebeğin, süt değil de kımız, çiğ et ve çorba istemesine şahit oldum. Hızla akan zaman tam kırk günü götürdü. Bu sırada Oğuz Kağan, yürüdü, koştu, oyunlar oynadı… Oğuz Kağan’dan bahseden eski bir belgede okuduğum cümleler geldi aklıma; “ Ayakları öküz ayağı gibi, beli bir kurt beli gibi, omuzları samur omzu gibi, göğsü ayı göğsü gibi. Vücudu, baştan aşağı tüylü idi.” Bu kadar güzel ve dönemin ruhuna yakın benzetmeleri bugün yaşayan ben yapamazdım. Söyleyeceğim o ki; tıpkı o eski belgelerde anlatıldığı gibiydi. Daha küçücükken at sürüleri güder, at biner av avlanırdı. Kum saatinin kumları hızlıca akıyor ve durmak bilmeyen rüzgar, yapraklarla oynuyor, ara sıra koskoca ovanın uzamış otlarının dansına eşlik ediyordu. Tüm hayat hızla akıyordu. Böyleyken büyüdü ve bir yiğit oldu Oğuz atam. Çadırların bulunduğu ovanın yakınlarında bir büyük orman vardı. O ormandan uzak durması öğütleniyordu herkese. Çünkü oradan geçmeye çalışanlar, büyük bir gergedana yem oluyordu. Oğuz Kağan, bu olaylar karşısında beklemek, sinmek istemedi. Ama akılsız davranıp da gergedana da yem olmamalıydı. Birkaç gün bekledi ve avlanmak için hazırlandı. Kargı, kılıç, ok, yay ve kalkan aldı yanına. Daha önce hiç görmediği gergedanın
gücünü ölçmeliydi. Güçlü olduğu kadar da bilgeydi Oğuz atam. Önce bir geyik avladı. Ben ardında sessizce süzüldüğüm bu zamanlarda merak ettim neden bu geyiği avladığını. Bir süre sonra gerçek ortaya çıktı. Meğer Oğuz atam, geyiği gergedanın gücünü ölçmek için yem olarak kullanacakmış. Tuttu bu geyiği ve söğüt dalıyla bir ağaca bağladı. Sonra gitti. Ben de peşinden tabi ki. Zaman aktı gün ağarmaya başladı. Döndü atam ormana. Gördü ki; gergedan geyiği almış. Sonra kocaman bir ayıyı avladı Oğuz. Bu kadar büyük bir hayvanı kolayca yakalayabilen Oğuz, neden bekliyordu ki gergedan için? Neyse ayıyı da altın kuşağıyla bağladı ağaca. Bir önceki gece olduğu gibi evine döndü ve sabah geri geldi. Yine gördü ki ayıyı da almış gergedan. Demek ki öyle güçlüydü ki gergedan altın kuşağı da koparabilmişti. Bilgelik öyle bir makam ki ona ulaşmak için sabır gerekir. Oğuz atam da sabretti ve gördü, karşısındaki yaratığın gücünü. Şimdi sıra kendisindeydi. Geyik ve ayıyı bağladığı ağacın dibine kendisi oturdu ve beklemeye başladı gergedanı. Kalkanıyla kendini koruyarak oturdu. Bir vakit geçti aradan koca bir gergedan çıkageldi ağaçların arasından. Baktı ki günlerdir yem bulduğu ağacın dibinde bir adam. Uzandı boynuzuyla vurdu Oğuz Kağan’ın kalkanına. Oğuz kağan da kargısıyla vurdu geyiğin kafasına. Onca can alan gergedan, bir darbede oldu canından. Sonra da Oğuz atam, çıkardı kılıcını kınından ve aldı gergedanın başını. Kalktı gitti evine. Seslendi köylüye artık korkmadan ormana girsinler diye. İşi bitmemişti sanki. Ertesi gün kalktı gitti gene ormana. Geçen gün canını aldığı gergedanın yanına vardı. Gördü ki; gergedanın böbreklerini bir aladoğan yiyor. Okunu çıkardı, yayına taktı ve hedef aldı aladoğanı. Tek okla yığıldı yere aladoğan. Onunda aldı başını, Oğuz Kağan. Sonra düşüncelerini döktü dile; “ Gergedan, geyiği yedi, ayıyı yedi. Kargım aldı canını demir olduğu için. Aladoğan gergedanı yedi, okum aldı canını bakır olduğu için.”. Hayatta her şeyin bir başlangıcı bir sonu vardır. Üstün olan kendinden zayıf olanın canını alır. Doğanın kanunu budur. Oğuz atam gördü ki; yay, ok ve kargı güçlüdür geyik, ayı, gergedan ve aladoğandan. Yayı, oku ve kargıyı yapan akıldır. Akıl hepsinden güçlüdür. Aklı kullanan kılıcı döver, yayı gerer ve oku yuvasına gönderir. Büyük atam, bundan sonra da böyle olacaktı. Akıl ile bilgelik ile atacaktı her adımını. Peki; bundan sonra neler olacaktı?
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bir Delinin Hayal Dünyası: Meşe Ağacı Ahmet Burak KÖROĞLU Bazen insan korkuyor. Gece, kendini kapının aralığından göstermeye başlıyordu. Bunu dışarıdan içeriye bakmaya çalışırken görmüştüm. Birkaç kilometre yürüyecektim, öyle karar vermiştim, o an. Hiçbir şey istediğim şekilde sonuçlanmayacaktı, sonunu bilerek yürümek bir delinin hayal dünyasından öteye geçmeyecekti. Öyle de oldu. Bütün iliklerimi kemiren bir korku vardı. Bu tanımı ben yapmıştım. Yaşadıklarımı öyküleştirme korkusu. Çünkü yaşadıklarımı öyküleştirmek için değil, yaşamak için öykü yazıyordum. Bir gün her şey bittiği vakit; dünyanın yahut bütün gezegenlerin tek yaşayan canlısı olduğumda yazacaktım kendimi, kendime. Bu olmayacaktı. Ben, kendimi öyküleştirdiğim taktirde bu dünyada ölen ilk canlı olarak kalacaktım. Bir delinin hayal dünyasında gezerken yürümem gereken yolu ziyadesiyle yürüdüğümü fark etmiştim. Bu kadar fazla yürümemem gerekiyordu. Yürüdükçe korku beni sarmalıyordu. Bunu görmek, darağacında ayaklarımın altındaki tabureye vurmayı geciktiren adamın işkencesi gibi geliyordu. Yürüdüğüm bu zamanı, yolu gerisin geriye tekrar geleceğim. Bu sefer düşünmeyeceğim, korkmayacağım. Bir delinin hayal dünyasından çıkıp tamamen kaldırımların sistemine uygun düzenlenen toplumu izleyeceğim. Sonunda aydınlığın, kapının aralığından kendini göstermesini bekleyerek, bir dönüş hikâyesi yazacağım. Karşımda bir meşe ağacı. Arkasından dolandım ve yürüdüğüm geçmişime dallarının altından baktım. Biraz adımlarımın biraz da kaldırımların tahlilini yaptım. Genel bir bakış açısı ile ortam sentezi yapmaya çalışıyordum, ardından. Nasıl geldiğimi düşündüm. Nedenler, nasılları elbette doğuracaktı. Bulamadım. Meşe ağacı bunlara şahit olacaktı, ona sormayı düşündüm; bir delinin hayal dünyasından çıkmalıydım. İlk adımı attım. Kaldırım taşının altındaki su birikintisi paçamı çamur yaptı. Aldırmadım, yürümeye devam ettim. Bu kadar karanlık dünyanın içinde renk renk sokakların olduğunu ve bu sokakların içinde büyüsünü koruyan binaları gördüm. Hiçbir ışıltı gecenin karanlık büyüsünü bozamıyordu. Bütün pencerelerden içeriye bakmaya çalıştım, kimseyi anlamıyordum. Ne yapıyorlardı? Kestiremedim. Lakin bir şeyler yapıyorlar ve bunlara şahit olanlar, şahitlik yaparak görevlerini tamamlıyorlardı.
Yürüdüğüm yola bakmak için kafamı çevirdim, ayağım hala ilk adımımı attığım, altında su birikintisinin olduğu kaldırımın üstündeydi. Hiç yürümemişim. Hızlıca koşmaya başladım. Hızlandıkça daha az görüyor ve daha az düşünüyordum. Bu beni bir nebze daha rahatlatıyordu. Bir adama çarptım, yüzükoyun yere düştüm. Üstüm başım her yerim artık çamur olmuştu. Gözlerime giren çamuru temizlemek isterken ellerimin kirliliğinden haberim yoktu, düşünemedim. İyice kirlendim. Adam hiç umursamaz bir şekilde yoluna devam etti. Kalktım, yürümeye devam ettim. Amacım yürümek değildi artık. Bir an önce eve gidip temizlenmekti. Bir şeye bakmıyor yalnızca yürüyordum. Eve geldim. Aralıklı kapının ardından içeri girdim. Yıkanırken, yine bir şeyler düşünür halde buldum kendimi. Oysaki düşünmeyecektim, başaramadım. Gerisin geriye koşmaya başladım. Meşe ağacının yanına tekrar gidecek ve bu sefer doğru kaldırım taşına basıp istediğim gibi yürüyecektim. Gittikçe bir kalabalık oluşuyordu. Herkes meşe ağacının etrafında toplanmış bekliyorlardı. Aralardan sıyrıldım, en öne geçtim. Meşe ağacı bedenimi tabure ile en köklü dalının arasına almış, darağacı görevi üstleniyordu. Yanı başımda tabureye vurmayı geciktiren kaba sakallı bir adam işkencesini hissettiriyordu. Çocukların gözlerini kapatan anneler, merakla can çekişmemi bekleyen insanlar… Tabureye vurdum, yerinden oynamadı. Daha sert vurdum, birkaç kere denedim olmadı. Kaldırım taşına bastım, bu sefer diğer ayağımla denemiştim. Yine çamur oldu paçalarım. Bastığım bütün kaldırım taşlarından çamur sıçrıyordu. Yer altı çamur şelalesi olmuş, darağacında bedenim, meraklı medeniyet insanları… ‘‘Ben Meşe ağacı; sen, darağacında bir düşünür.’’ Meşe ağacı benimle konuşuyordu, onu duydum, bu imkânsızdı. Yanına gittim. Bağırmaya başladım. Lakin kimse beni duymuyor, yalnızca bedenime bakıyorlardı. Buralarda kimse yok. Keşke birileri olsaydı ve bedenime baksalardı. Kendi öykümü yazmanın cezasını çekiyorum galiba. Bahçemdeki Meşe ağacı, bu görevi asla üstlenmek istemezdi, biliyorum. Birazdan gideceğim ve her şey son bulacak. Ben kendi öykümü yazmamalıydım. Sonunu bile bile gitmek nasıl bir şeydir? Tarif edilemez. Bir insan bir kere ölür ve bir delinin hayal dünyası: meşe ağacı.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ADİL Adil olsaydı yaşamak Karanfiller hesap sorardı sümbüllere Balıklar dava açardı tersanelere Ve hâkim olurdu sazlıklar çiçeklere
Adil olsaydı yaşamak Uçmazdı uçurtmalar pazar akşamlarında Bahçıvanlar yarım türküleri söylemezdi, Topraktan ayrılmaya mahkûm kalanlara
SEMA KESER
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
əyləncəli səyahət
Salaaaam..! Size bir Erasmuslu olarak değil ama bir "gezgin" olarak sesleniyorum. Hayatta her an her şey olabiliyor gerçekten. Tıpkı benim Azerbaycan'a gitmem gibi. Önce klasik bilgileri vereyim. Azerbaycan'a gitmek için önceden vize almanıza gerek yok. Havaalanına gittiğinizde 10 dolar karşılığında vize alabiliyorsunuz üstelik 5 dakika içinde. Buradan giderken tek ihtiyacınız olan kıyafetleriniz, kişisel ihtiyaçlarınız, günlüğünüz ve de ânı ölümsüzleştirmek için telefon ya da fotoğraf makinesi. Aaa, tabi bir de rahatlığın simgesi spor ayakkabılar. :) Böyle bir girişten sonra gelelim gelişmeye. İstanbul'dan kalkan uçakla Bakü'ye vardık. (Havaalanı bizim Bursa terminali kadar sanırım. :) )Bakü'de beni kardeşim ve arkadaşım karşıladı. Yorgunluğumuzu atmak için bir kafeye gittik. Ve ilk şok! Nereye giderseniz gidin asla sadece çay içemiyorsunuz. Yanında reçel, kuruyemiş ve Azeri baklavası olmadan çaya çay demiyorlar. Yani biz de genelde çayı tek içmiyoruz ama bu kadar da karıştırmıyoruz. Neyse akşam kardeşimin kaldığı eve gittik ve ikinci şok! Apartmanın olduğu yer koloni gibi. Çok eski binalardan siteye benzer bir yapı diyebilirim. Asıl şok edici olan asansördü. Anlatılmaz yaşanır cinsten. Sonradan öğrendim ki o bölge Sovyet zamanında
Kübra Tarakçı
kalmaymış ve yine sonradan öğrendiğim bir bilgi; Azerbaycan'da insanlar evlerine çok fazla önem vermiyorlarmış. Azerbaycan'da kaldığım süreçte en büyük şansım bir toya (bizdeki düğün) katılmamdı sanırım. Düğünleri gerçekten çok güzel. Özellikle yemek kısmı. Siz masaya oturduğunuz andan düğünün son dakikasına kadar kesintisiz bir şekilde yemeklerin biri geliyor biri gidiyor. Düğünde yemediğim et çeşidi kalmadı sanırım. Yedikten sonra öğrendim ki bıldırcın eti bile yemişim :) 2. gün şehir turuna başladık. İçerişeher dedikleri aslında her Avrupa ülkesinde olan "old town" kısmını gezdik. İçerişeher'de Qız Qalası, Şirvanşahlar Sarayı ve eski evler yer alıyor. Sahile doğru yöneldiğimizde ise bir kütüphane karşıladı bizi. Kütüphane, yapısıyla insanı kendisine hayran bırakıyor. Çünkü birçok Türk, Arap, Fars, Azeri şair ve yazarın heykelleri ile süslenmiş. Fuzuli, Nizami, Hatayi, Şah İsmail... Sahil kısmı "Baku Boulevard" diye geçiyor. Yaklaşık 10 km uzunluğa sahip. Gerçekten mükemmel bir yer. İsterseniz sabah koşunuzu yapabilir, isterseniz köpeğinizi alıp gezdirebilir isterseniz bir banka oturup kitap okuyabilirsiniz ya da bizim gibi bisiklet kiralayıp
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Tabi ülke petrol ve doğalgaz yönünden zengin olduğu için her gün yanması sorun teşkil etmiyordur. Bu arada şehitliğin manzarası da sizi kendine hayran bırakabilir. Ve 21 Mart Novruz Bayramı... Gerçekten Nevruz’u bu ülkede yaşamak gerek. Sabahın ilk ışıklarına kadar süren müzikler, danslar, yarışmalar ve bir sürü etkinlik. Bir de ilk gittiğimde “Ya bu ülkede tek turist biz miyiz hiç turist yok mu?” soruma cevap bulduğum yüzlerce turist. (neyse ki yalnız değilmişim) Yani kısacası Novruz gibi Nevruz yaşamak için Bakü'ye gidilir. sahilin bir kısmını gezebilirsiniz. Bir kısmını dedim çünkü bisikleti her yerde kullanmaya izin vermiyorlar. Bulvarın sonuna doğru sırayla Halı Müzesi (Halça Museum) Bayrak meydanı ve Eurovison için yapılmış konser alanı yer alıyor. Azerbaycan'ın simgelerinden biri olan bayrak meydanıyla ilgili verilen bilgilere göre buradaki bayrak 35 metreye 70 metre, ağırlığı ise 350 kilo. Halı Müzesi ise gerçekten görülmeye değer. Kıvrılmış halı şeklinde mimarisi ile dikkat çeken müzeye Azerbaycan'ın zengin edebiyatı yer etmiş. Azerbaycan'ın bir diğer simgesi ise "Flame Tower". Bu yapının önünde fotoğraf çekilmeyince Bakü'ye gitmiş sayılmıyormuş insanlar ben de tabii hemen çekildim. :)
Ülkede genel olarak ateşi her yapının kıyısında, köşesinde görebiliyorsunuz. Bu ateş öyle küçük de olmuyor devasa boyutlara sahip. Sanırım bunda halkın bir kısmının önceden Zerdüştlüğe inanmasının etkisi var. Bunun en güzel örneğini Türk-Azeri şehitliğinde gördüm. Şehitliğin sonunda kule gibi bir yer var ve içinde gerçekten insanı mest eden ve hiç sönmeyen bir ateş yer alıyor.
Bakü'de görülmesi gereken yerleri bitirdikten sonra ülkenin diğer bölgelerine de gitmeye başladık. Bir turla Şeki ve Gebele'ye gittik. Gebele'de Qabala Tufandağ bulunuyor. Bizim Uludağ gibi. Hazırlıksız gittiğimiz için kendimizi bir anda spor ayakkabılar ile karların ortasında bulduk. Baktığınızda çok faklı olmadığı için çok güzelmiş diyemeyeceğim maalesef. Şeki ise Büyük Kafkas Dağları’nın eteklerinde yer alıyor. Han Sarayı, Kervansarayı, İpek Yolu tarihi, arkadaş canlısı halkıyla görülmeye değer bir kasaba. En önemli ve de en güzel yapısı Han sarayı. Size gerçekten anlata anlata bitiremeyeceğim belki de ülkeden en çok beğendiğim şey diyebilirim. Ama maalesef içeride fotoğraf çekimine izin vermedikleri için size gösteremiyorum. Sarayın içindeki çizimler şekiller ve desenlerin bir anlamları var. Anlamlar hana başta güçlü olurken neleri unutmaması gerektiğini hatırlatıyor: "Güçlü olabilirsin ancak zalim olma, güçlü olabilirsin ancak ayağının altındaki balık gibi bu geçicidir akıp gidebilir" Bu arada Şeki 2016 yılında Türksoy tarafından Türk Dünyası Kültür başkenti seçilmiş. Şeki'nin en meşhur yemeği "piti" ve en meşhur tatlısı " Şeki helvası" Piti'nin hazırlanışı da sunuşu da bir seremoni aslında. Biri derin (saksı benzeri) diğeri yavan iki tane toprak kap; içlerinde bir takım malzemeler önünüze bir tepsi ile getiriliyor. Peki, bu malzemeler ne mi? Azerice sayıyorum: Sümüksüz koyun eti (kemiksiz koyun eti), Nohut, Şabalıd(Kestane), Kuyruk yağı, Kuru gavalı, Zeferan(safran), Soğan, Tuz, Sumak. güzel olup olmadığını bir gün gidersiniz diye size bırakıyorum Ne de olsa renkler ve zevkler tartışılmaz . Bakü’de görülmesi gereken önemli bir diğer yer Ateshgah Tapınağı. Eski çağlarda, ateşe tapan
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Zerdüşt dini mensuplarının yaşadığı, hiç sönmeyen ateşin bulunduğu eski bir tapınak burası. Ben maalesef göremedim.
geldiniz?" dedi. Biz şok. Çünkü baya ana dili Türkçe gibi Türkçe konuşmaya başladı. Meğer adını sonradan öğrendiğim Marius yaklaşık iki sene Türkiye'de kalmış ve Türkçesini aşırı geliştirmiş. Birkaç gün onlarla da birlikte gezdik. Gezimizin neşe kaynağı oldu. Çünkü bilmediği deyim atasözü kalmamış. Her şeyi öğrenmiş. İşte böyle bir gezi geçirdim. Sekiz günüm nasıl hızlı geçtiyse Türkiye'ye döndüğümde KPSS maratonuna geçişim de bir o kadar hızlı oldu.
Size tavsiye olarak birkaç şey söyleyebilirim. Eğer kadınsanız ve sigara içiyorsanız, Bakü sokaklarında içmenizi tavsiye etmem. Çünkü kadınların sigara içmesine çok hoş bakmıyorlar. Keza içki de aynı şekilde. Dilleri ise biraz karışık. Yani ben çok anlaştığımı söyleyemem. Onlar bizi çok iyi anlıyor ama onlardaki kelimeler bizde çok farklı anlamlara geldiği için konuşma çok komik yerlere gidiyor. O yüzden birisine adres sorarken Türkiye Türkçesiyle tarif etmesini rica ederseniz sizin için daha yararlı olur. Bir de metro istasyonlarında fotoğraf çekimine izin vermiyorlar. Ben birkaç tane gizli çektim. Ne de olsa kuralları çiğnemek Türklük kanımızda var :) Bir de metro aşırı gürültülü. Yani bu gürültüyü size nasıl anlatabilirim bilmiyorum ama yanınızdaki ile iletişime geçmek istiyorsanız bağıra bağıra konuşmanız gerekiyor. Toplu taşıma araçları aşırı ucuz. Nereye giderseniz gidin 40 kepik yani bizdeki 20 kuruş. Bir de İngiltere'deki taksilerin çakması meşhur. Bunlar mor renkli ve taksimetre ile çalışıyor ama diğer taksiler ile önce pazarlık yapıyorsunuz. Başta birkaç kere kazıklandıktan sonra biz de işi çözdük tabii. Bakü'de insanlar genel olarak taksileri çok fazla kullanıyorlar çünkü taksi bile çok ucuz gerçekten. Yazıma son verirken size komik bir anımı da anlatayım. Bir gün Hazar Gölü'nde tura katıldık. Vapuru beklerken iki sarışın gördük. Tabii turist genelde az olunca hemen fark ediliyor. Haklarında baya konuştuk. “Almanya’dan gelmişlerdir. Almanca konuşuyorlar bakın” vs. şeklinde. Daha sonra vapurdan ayrılırken arka arkaya denk geldik. Biz Türkçe konuşuyoruz kendi aramızda. O sırada genç olan arkasını döndü "Pardon, siz İstanbul'dan mı
Umarım okurken keyif almışsınızdır. Son olarak diyorum ki "İki devlet bir millet!"
Ruhunuzdaki gezgini hiç kaybetmeyin. Yeni yerlerde buluşmak üzere...
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Heyder Baba’ya Selam Heyder Baba, ıldırımlar şakanda, Seller, sular şakkıldayıb akanda, Kızlar ona saf bağlayıb bakanda, Selâm olsun şevkatize, elize, Menim de bir adım gelsin dilize. Heyder Baba, kehliklerin uçanda, Göl dibinden dovşan kalkıb, kaçanda, Bahçaların çiçeklenib açanda, Bizden de bir mümkün olsa, yâd ele, Açılmayan ürekleri şâd ele. Bayram yeli çardakları yıkanda, Novruz gülü, kar çiçeği çıkanda, Ağ bulutlar köyneklerin sıkanda, Bizden de bir yâd eyleyen sağ olsun, Derdlerimiz koy dikkelsin dağ olsun.
…
ŞEHRİYAR
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Kutsal MahpusEbu Hanife” Romanında Halk Biliminin İzleri Mehmet Altınova
Öz Cumhuriyet dönemi Türk romanında Türk kültürünün izleri sıklıkla görülmektedir. Bu dönemin yazarları genel olarak Türk kültürünü tekrar halka tanıtmak için bu unsurları romanlarında kullanmışlardır. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının ünlü yazarlarından biridir. Eserlerinde hususiyetle kendi kültürünün malzemelerini kullanır. Bu sebeple onun eserlerinde Türk kültürünün izleri rahatlıkla görülebilmektedir. Bu makalede Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun dini bir şahsiyetin hayatını kaleme aldığı “Kutsal Mahpus-Ebu Hanife” romanındaki halk bilimi unsurları tespit edilmeye çalışılacaktır. Giriş Mustafa Necati Sepetçioğlu, Cumhuriyet devri Türk edebiyatının temsilcilerinden biridir. Kitaplarında hususiyetle Türk tarihini, kültürünü ihtiva eden destanları, savaşları, halkın yaşayış tarzlarını kaleme almıştır. Bu bakımdan özellikle Cumhuriyet döneminin birçok edebiyatçısı gibi yeni kurulan Türkiye’nin mazisini çeşitli edebi türlerde anlatmaya gayret etmiştir. Behçet Necatigil,
Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı eserinin “Mustafa Necati Sepetçioğlu” maddesinde yazara ilişkin şu bilgileri verir; “Mustafa Necati Sepetçioğlu, Günümüz yazarlarından, doğ.1932 Zile. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi.(1956), İstanbul’da Sosyal Sigortalar Kurumu Hukuk İşleri Müdürlüğü’nde şeflik ve Milli Eğitim Basımevi’nde müdürlük yaptı. İlk eseri bir hikaye kitabıdır: Abdürrezzak Efendi (1956). Trampacılar oyununun İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oynanması (Mart 1968) peşinden, İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği Gençlik Tiyatrosu’nun sahneye koyduğu Büyük Otmarlar çıktı (Mayıs 1968). Yaratılış ve Türeyiş(1965), kitabında İslâmlıktan önceki destanlarımızı günümüz diline aktaran yazarın öteki oyunları şunlardır: Çardaklı Bakıcı(1969), Köprü (1969), Son Bloklar (1969), Her Bizans’a Bir Fatih(1972). Şimdilik yedi kitaptan oluşan, destansı bir roman dizisine Malazgirt savaşından (1071) Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluşuna kadar, Anadolu’da Türk tarih ve hayatını konu edindi: Kilit (1971), Anahtar(1973), Kapı (1973), Çatı (1974), Üçler-Yediler-Kırklar (1975), Bu Atlı Geçide Gider (1977). Üçler-Yediler-Kırklar’da olaylar Yıldırım Bayezit devrine kadar gelmişti, yedinci kitap ise
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Fetret devri”nin üç cilt tutacak hikâyesinin birinci cildi oluyor. Destan konusunda iki kitap çıkardı: Yaratılış ve Türeyiş (1965), Türk Destanları ve Dede Korkut Hikâyeleri (1973). Yazar bir yandan geniş bir tarih atlası üzerinde çalışırken, bir yandan da Türkiye’nin bugünkü toplumsal yapısını gösteren romanlar yazmaya yöneldi. Cevahir ile Sadık Çavuş’un Buğday Kamyonu bu yönelişinin bir ürünüdür. Daha sonra Karanlıkta Mum Işığı (1978), Darağacı (1979), Ebemkuşağı (1980), Geçitteki Ülke (1980) adlı kitapları çıkardı.”(Necatigil, 1999, s.325) Yazar, 10 Temmuz 2006’da vefat etmiş ve Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilmiştir.”
bir lakap ve sıfat olarak kabul etmek gerekir. 80 (699) yılında Kufe'de doğdu .[...] Ebu Hanife'nin Ehl-i beyt'e karşı kalbi yakınlık ve bağlılık duyduğu ve Hz. Ali eviadını sevdiği kesindir. Bu sebeple Emeviler'in Ehl-i beyt'e karşı tutumu sertleşince Ebü Hanife onları açıkça tenkit etmekten çekinmemiştir. Hatta onun, Zeyd b. Ali'nin 121 (739) yılında Emevi Halifesi Hişam b. Abdülmelik'e karşı baş lattığı ayaklanmayı hem maddi olarak hem de fetvalarıyla manen desteklediği nakledilmektedir. [...] Son halife ll. Mervan, gönüllerini almak ve yönetime karşı muhalefetlerini yumuşatmak için Irak Valisi ibn Hübeyre aracılığıyla birçok alime memuriyetler teklif etmiştir. Bu arada Ebu Hanife'ye de Küfe kadılığı veya beytülmal eminliği teklif edilmiş, her türlü baskıya rağmen kabul etmeyince de hapsedilmiş ve dövülmüştür. 130 (747- 48) yılında cereyan eden bu olayda Ebu Hanife'nin durumunun ağırlaştığı, sağlığının kötüye gittiği görülünce valiye haber verilmiş, vali de arkadaşlarıyla istişare etmesi için Ebu Hanife'ye zaman tanıyarak onu hapisten çıkarmıştır. Bunun üzerine Ebu Hanife Mekke'ye gitmiş ve hilafet Abbasiler'e intikal edinceye kadar orada kalmıştır.”(Uzunpostalcı, Ebu Hanife, ss. 131-132) Ebu Hanife 767 edebi yılında zehirlenerek öldürülmüştür.1
Behçet Necatigil’in de sözünü ettiği gibi yazar, farklı edebi türlerde Türk kültürüne ait olan pek çok tarihsel konuyu farklı yıllarda kaleme almıştır. Alparslan’ın Anadolu’yu fethetmesinden II. Mehmed’in İstanbul’u fethetmesine kadar pek çok tarihsel konuyu ele almış, kurgulamıştır. Eserleri tarihsel didaktik türdedir. Halka tarihsel sürecimizi anlatmayı bir görev bilmiştir. Sadece tarihsel süreci anlatmakla kalmamış aynı zamanda yaşadığı ülkenin toplumsal malzemelerini de eserlerinin merkez Yazar, farklı noktası yapmaya gayret türlerde Türk göstermiştir. Bu anlamda Türk kültürüne ait olan destanlarını ele alması bu bakımda değerlendirilmelidir. pek çok tarihsel
Ebu Hanife’nin hayatının romanda nasıl aktarıldığı da önemlidir. 269 sayfalık roman, Emevi hükümdarının Ebu Hanife’yi saraya çağırmasıyla başlar. Ebu Bu yazıda Mustafa Necati konuyu farklı Hanife, kendi iç dünyasında sebebini Sepetçioğlu’nun “Kutsal Mahpus yıllarda kaleme düşünmeye başlar. Bir yandan da Ebu Hanife” adlı kitaptaki halk saraydan sağ çıkamama ihtimalini düşünür. almıştır. bilimsel unsurlarının ortaya Bu düşünce romanda uzunca anlatılmıştır. çıkarılmasına çalışılacaktır. Kitabın Fakat çağıran devlettir, devletin buyruğu onun genelinde Ebu Hanife’nin hayatı nazarında mühimdir. Anarşist bir yapı göstermez. Bu anlatılmaktadır. Bu anlamda bir biyografik nedenden dolayı saraya gitmeye karar verir. Ailesiyle eserdir. Ebu Hanife’nin yanında onun çevresindekilerden vedalaşır, helallik ister. Saraya giderken yolda Ebu Müslim de kesitler sunulmaktadır. Emevi Hükümdarı ve onun oğlu ile karşılaşır. Ebu Müslim, Ebu Hanife’nin evinde mühim bir Yezid, Ebu Müslim, Sa’ibe, Ebu Seleme’den de konu konuşmayı talep etmektedir. Ebu Hanife, bu sırada bahsedilmektedir. bireysel bir çatışma yaşar. Saraya gitmek ve devletin Kitabı merkeze alan karakterin başvuru kaynaklarına göre ricasını kırmamak ile Ebu Müslim’in bu isteği arasındaki bu hayatına ait bilgiler verilmesi, romanın daha iyi çatışma sonucunda Ebu Müslim’in ricasını almayı seçer. Bu anlaşılmasını sağlayacaktır. “İslam'da hukuki düşüncenin ve sebeple de roman başka bir boyuta taşınır. Ebu Müslim, ictihad anlayışının gelişmesinde önemli payı olup daha çok baskıcı bu yönetime karşı ayaklanma fikrini Ebu Hanife’ye Ebü Hanife veya İmam-ı Azam diye şöhret bulmuştur. Ebü sunar. Ebu Hanife, burada devlet anlayışını açıklar. Teklife Hanife onun künyesi olarak zikrediliyorsa da Hanife adında zorla da olsa olumlu bakmaktadır. Çünkü Emevi Devleti, Hz. bir kızının. hatta oğlu Hammad'- dan başka çocuğunun Ali ve soyuna karşı haksızlıklar yapmaktadır. Daha sonra bulunmadı ı bilinmektedir. Bu şekilde anılması, Iraklılar Ebu Müslim, Ebu Seleme ve Ebu Hanife bir plan yaparlar. arasında hanife denilen bir tür divit veya yazı hakkasını Daha sonra Ebu Hanife, sarayın isteğini yerine getirerek devamlı yanında taşıması veya hanif kelimesinin sözlük saraya tekrar gitmek için hazırlanır. Öğrencisi Yusuf’a anlamından hareketle haktan ve İstikametten ayrılmayan bir kimse olmasıyla izah edilmiştir (ibn Hacer ei-Heytemi, s. 1 Ebu Hanife’ye dair etraflı bilgi için bkz. Devirleri Aydınlatan 32 ). Buna göre "Ebü Hanife"yi gerçek anlamda künye değil Meş’ale İmȃm-ı A’zam Ulusal Sempozyum Tebliğler Kitabı,Eskişehir,2015.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
vasiyetnamede bulunup öğüt verir. Saray, onlar için müjdeli, Ebu Hanife için kötü bir haber verir. Hz. Ali’nin soyundan biri öldürülmüştür. Bunun üzerine bir teklif yapar; saray, Ebu Hanife’yi kadı yapmak istemektedir. Böylece devlete bağlılığı olacak ve devletin istediğine uygun bir politika izleyecektir. Fakat her ne şartla olursa olsun Ebu Hanife bu teklifi geri çeker. Çünkü sonucun nasıl olacağını tahmin etmektedir. Bunun üzerine kırbaçlanıp hapse mahkum edilir. Bir süre sonra hapisten çıkarak Mekke’ye doğru yol alır. Mekke’de bir seyyitle karşılaşır ve onunla konuşur. Roman, Ebu Hanife’ye gelen bir teklifle son bulur.2 Roman, 21 Ekim-8 Aralık 1986 tarihleri arasında Yeni Haber Gazetesi'nde tefrika edilmeye başlanmış, ancak gazetenin kapanmasıyla tefrika yarım kalmıştır.3 (Kumsuz, Nurkal, Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Eserleri)
verilecektir. Konu başlıklarına geçmeden önce dinsel unsurların kullanımında dikkat çekici bir özellik de benzetme unsurlarının din ögeleriyle kullanılmasıdır. Yazar, İslȃm dininin ögelerini kullanmıştır. Şu cümlede bu üslup özelliği açıkça görülmektedir; “Hammȃdın annesi sanmıştı ki bu gelen bir Saraylı değildir de, nedense bilemiyor, bir Cehennem zebȃnesidir.”(Sepetçioğlu, 1990, s.39) 1.1. Ayetler Mustafa Necati Sepetçioğlu’ya ait Kutsal Mahpus Ebu Hanife adlı romanında ayetlerden sıklıkla yararlanılmıştır. Kitapta en çok yararlanılan ayetlerden biri Neml suresinin 30. ayeti olan “Bismillahirrahmanirrahim”dir. Anlam olarak “Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla...” demektir. İslam inancına göre bir iş yapılmadan evvel besmele çekmek sünnettir. Ebu Hanife de İslamî bir önder olmasından dolayı bu ayeti sık sık tekrarlaması olağan bir durumdur. Bu sebepler neticesiyle bu ayet romanın kurgusunda başka kişilerce de çok sık kullanılmıştır. ““Doğduğu yahut öleceği saatın tek başınalığındayken bilmediği fakat hiç unutamayacağı; bilmediği ve hiç unutamayacağı için de yüreğindeki gizlilikler kadar güzel hissettiği o tadına doyulmaz şeyin, ilk yenilikte hemen eskimenin doyumsuzluğu ile: “Bismillâhirrahmanirrahim” dedi. Hayat, doğum yenilenmesi ile ölüm eskimesi arasında milyarlarca Bismillahirrahmanirrahimin zencirlenmesinde açılıverdi ayaklarına.”(Sepetçioğlu, 1990, s.15) “Anasıyla babası da böyle düşünenlerdendi, böyle düşünenler için de yapılacak tek şey, ana yoldan daha içeriye çekilmek olabilirdi. Onlar da böyle yaptılar. Şu az önce kapısından Besmeleyle ayrıldığı, dönüşü kuşkulu bu Saray çağrısından sonra allah bilir bir daha görmesinin mümkünü bulunmayan şimdiki evin yeri satın alınmış, ana yoldan kaçılmış âdetâ, bu yeni yerde yeni bir cennet köşesi yapılmıştı.” (Sepetçioğlu, 1990, ss.21-22)
Romanın Halk Bilimsel Unsurları 1.
Dinsel
Roman, muhteva olarak bir dinin önemli bir şahsiyetini anlatmasından dolayı dini unsurlar sıkça görülür. Ebu Hanife, İslam felsefesinin ve fıkıhın önemli şahsiyetlerinden birisi olmuştur. Öyle ki fıkıh konusunda içtihat yaparak “Hanefilik” mezhebini kurmuş ve İmam-ı Azam, yani en büyük imam sıfatıyla tanınmıştır. Bu başlık altında, ayetler, dini söylemler, dini benzetmelerle ilgili tespitlere yer 2
Özet için ayrıca ÇALIK, Etem,(1993), Mustafa Necati Sepetçioğlu Hayatı Sanatı ve Eserleri, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Türk Dili ve Edebiyatı A.B.D.,Basılmamış Doktora Tezi, Erzurum adlı tezin 180-182. Sayfalarına bakılabilir. 3 Kumsuz, Nurkal, Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Eserleri, http://www.ulkucudunya.com/index.php?page=haberdetay&kod=6910 (E.T. 29.12.2016)
Romanda kullanılan başka bir ayet-i kerime ise şudur: “De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” Zumer suresinin 9. Ayetinde geçen bu ifade romanda da geçmektedir; “Hiç bilenle bilmeyen bir tutulabilir mi ya İbn Şübrüme?” (Sepetçioğlu, 1990, s.116) Burada Ebu Hanife, cahilliğin boş bir şey olduğunu ve akıldan uzak bir düşüncenin insana zarar verdiğini ayetle destekleyerek vurgulamaktadır. Romanda geçen başka bir ayet ise Nisa suresinin 29. ayetidir. Ayet şu şekildedir; “Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rıza ile yapılan ticaretle olursa başka. Kendinizi helak etmeyin. Şüphesiz Allah size karşı çok merhametlidir.” Burada Allah, kullarına karşılıklı rıza ile malların değişimi için helal kılmış aksi takdirde ise zorbalık yoluyla alınan mallar için alan
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Muhaddislik göreviyle de karşımıza çıkmaktadır. Bunun dışında roman hususiyetle Ramazan ayında geçmektedir. 1.4. Tasavvuf Düşüncesi
kişiye haram kılmıştır. Bu sebeple Ebu Hanife, borçları yüzünden haciz konulmak istenen bir kişiyi savunurken bu ayeti göstermektedir; “-Tanrı, aranızda mallarınızı doğru olmayan yollarda yemeyin, ancak sizin rızanız ile olan ticaret suretiyle olanlar, başkadır... buyuruyor.” (Sepetçioğlu, 1990, s.123) demektedir. Sonuç olarak Sepetçioğlu, kitabında Neml suresinin 30. ayetini sıklıkla kullanmakla beraber Zumer suresinin 9. Ayeti ile Nisa suresinin 29. ayetini kullanmıştır. 1.2. Ehl-i Beyt Sevgisi Romanda Emevi hükümdarı ve çevresi yani “Saray” Hz. Ali’ye karşı kin beslemektedir. Cuma ve bayram hutbelerinde Hz. Ali ve onun yakın ailesine karşı söylemler söylenmektedir. Fakat Ebu Hanife, ehl-i beyte olan saygısı ve sevgisi sonsuzdur. Halifelik hakkının Hz. Ali ve onun soyuna ait olduğu düşüncesine sahiptir. Fakat her ne kadar bu düşünceye sahip olsa da romanın başlarında devlete olan saygısı devam etmektedir. Saraya çağrıldığında “Hz. Ali’nin soyundan biri öldürülmüş” söylemi onu derinden üzmüştür. Romanda Ehl-i Beyt’ten yalnızca Hz. Ali’nin adı geçektedir. Ebu Müslim, Ebu Hanife’yi ikna etmeye çalışırken aynı zamanda Ebu Hanife’nin Hz. Ali sevgisinden de faydalanmıştır. Romanda iki yerde Hz. Ali’nin öldürülmesine ilişkin bilgilere yer verilir.4 1.3. İbadet Romanda İslama ait olan ibadetler sıklıkla kullanılır. Namaz kılmak da en çok kullanılan ibadet çeşididir. Ebu Hanife, roman içerisinde ya namaz kılan ya da namazı kıldıran şekliyle karşımıza çıkar. Bunun dışında zamanında Mekke’ye gidip hadis ezbeleme işi de yapmıştır.
4
Bu kısımlar, romanın 85. ve 90. sayfalarındadır.
Dinin mistik bir yönelişi olarak tanımlayabileceğimiz tasavvuf düşüncesi, romanda kendini hissettirmektedir. Gerek ibadet ederek ve sünnete uyarak Allah’ı bulma yoluyla gerekse yaşayış biçimini değiştirerek Allah’a ulaşma çabası vardır. Tasavvuf düşüncesinde “Halvet-i der Encümen” olarak bilinen kalabalıklar arasında ama yalnız olma düşüncesi romanın içersinde kurgulanmıştır. Bu iki şekilde romanın içerisinde görülmektedir; birincisi her ne olursa olsun asla Kur’an’ın emirlerinden ve peygamberin sünnetinden ayrılmayan ve herkesin yönetime biat ettiği devlete sorgulamayla bakması sonucunda yalnız kalan Ebu Hanif; diğer bir şekli de kendi yalnızlığını kendi oluşturan Ebu Hanife’dir. İkinci kısma ait olduğu düşünülen şu ifadeler romanın tasavvufi unsurunu ön plana çıkarır; ““Zorluk çekmedi. Kalabalığın içindeyken de yalnızlığın sarayını yaşamağı biliyordu.” (Sepetçioğlu, 1990, s.19) 1.5. Yemin Yemin kültürü her millette vardır. Bir şeyi inandırmak yahut bir işi yapmak için ilahi bir güç unsuru bırakmak için yemin edilir. Türkçe’de çoğunlukla “ant içmek” şeklinde karşımıza çıkar. Sepetçioğlu’nun ele alınan romanında da sıklıkla yemin edilmektedir. Sarayın Ebu Hanife’ye kadılık teklif etmesine karşılık o, “... Vallah kabul edemem, ben de yemin ettim, duydunuz, yeminden dönemem.” demiştir. (Sepetçioğlu, 1990, s.135) 1.6. Kargış/ Beddua Birine karşı kızgınlık anında veya bir işin olmaması için edilen kötü niyetli dualara beddua denir. Romanda da beddualar/ kargışlar bulunmaktadır; Öfkelenip Valiye bağıracağı yerde; elin kırılır senin!... diyeceği yerde korkmuş kaçmış bu. Korkarım donu da berbaddır...korkuyordu farkında mısın?” (Sepetçioğlu, 1990, s.143) 1.7. Dua Dua, tüm dinlerde olan bir ilahi dilektir. Kişinin arzuladığı şeyleri Tanrı’dan istemesidir. Romanda da sıklıkla dua edilmektedir. Örneğin; “-Tanrı yardımcın olsun kardeşim, seğirt, durma.” (Sepetçioğlu, 1990, s.144) Görüldüğü üzere burada iyi bir dilek vardır. İslam inancına göre, yardımı yalnızca Allah, eder. Kul yalnızca bir aracıdır. Yazar da bunun bilincinde olup yardımı eden birinci şahsa yönelik dilekte bulundurmasını sağlamıştır. Devamı gelecek sayıya…
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ORHAN KEMAL 1914-1970
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Yıllar kırık plaklarda kalmış çok eski türküler gibi geldi geçti…”
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orhan Kemal Romanlarında Kadının Nesne Olarak Kullanımı: Cinsel Taciz Prof. Dr. Ülkü ELİUZ Karadeniz Teknik Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı Orhan Kemal Romanlarında Nesne Kadın1 Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı içinde, önceden vaaz edilmiş kuralların değil bir yasam tarzının metinleşmesi olan Orhan Kemal romanlarında kadın ve kadının açmazları, hep cinsiyetlendirilmiş bakış açısından aktarılır. Sanatkâr, kadının ikincilliğini erkek yazar olmanın yadsınmayan etkisi altında cinsel nesneler ile özneler çatışması merkezli metnine taşır. 24 romanda kadın, genellikle erkek/ özne tarafından kullanılan bir nesne halindedir. Kadın karakterler, toplumsal konumları ve maddi olanakları ile bağlantılı olarak erkekler tarafından sömürü nesnesine dönüştürülürler. Avare, başıboş, sorumsuz bir çocuk ile ataerkil egemenliğin şekillendirdiği sert, baskıcı babası arasındaki çekişme üzerinde öz yaşam öyküsel nitelikli Baba Evi romanında başkişinin ilk gençlik yönelimleri ile arkadaşlık yaptığı Ermeni kızı Virjin, nesne kadınların/ kız çocukların ilkidir. Yoksulluğun tükettiği bir yasamın kurbanı olan Virjin hasta annesi ve kendisi için balık tutarak para kazanmaya çalışan bir unutulmuş yüzdür. Maddi yokluklar ve sosyal dayanıksızlık onun bireysel varlığını kuramadan kimsesizlik, yoksulluk, sahipsizlik yüzünden çaresiz kalmasına sebep olur. Annesi ve kendisi savunmasızdır; hayatın zorlukları onları kuşatmıştır: “Hasta annesiyle, bizim evin arkasındaki teneke barakalardan birinde oturan Ermeni kızı çıplak ayaklarıyla keskin kayaların üzerinde koşarak yanıma geldi. İncecik entarisi kirliydi, saçları darma dağın..” (Baba Evi, s.36) Virjin’in “çıplak ayaklar”ı, “incecik entari”si ve “darmadağın saçlar”ı onun fiziksel sıkıntılarının işareti halindedir. Annesinin ölümünden sonra Virjin, para karşılığı erkeklerle birlikte olan Sinorik Abla’nın yanında kalmaya baslar ve erkeklerin cinsel tacizine maruz kalır. “Vücutları
1
Bu makalenin orijinal ve tam hali Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi’nde yayınlanmıştır. (C.7 s. 13, 2010) bkz. http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt3/sayi13kadinsayisipdf/eli uz_ulku.pdf
başkalarının beğenisine sunulan bir meta haline getirilerek kendilerine yabancılaştırılan” (Demir, 1997; 79) genç kızlardan / kız çocuklarından biri olarak Virjin, nesne/ eşya konumuna indirgenir. Maruz kaldığı tacizleri, inisiyatifsiz, edilgen ve pasif bir şekilde kabullenir ya da kabullenmek zorunda kalır. Virjin, oyuncakları ile oynarken cinsel sömürü nesnesi olarak kullanılır. O, cinsel tacizi bir oyun saflığı içinde algılar ve boyun eğer. Para kazanırsa bu fiziksel ve ruhsal olumsuzluklar yumağından kurtulabileceğini düşünür. Arayışlar ve kaçışlar ile kendilik değerleri arasında çatışma yasayan bireyin edimlerinin çözümlendiği Arkadaş Islıkları romanında bedensel tükenişi yasayan Güzide karakteri de, çaresizliği ve çırpınışı ile yoksulluğun kişi düzeyindeki temsilcisidir. Güzide, maddenin çarklarının ve sosyal açmazların çocuklarını yutmasından endişelenen bir annedir. Kendisi için yokluğa dönüşen yozlaşmış düzeni bir bataklık olarak algılar ve bu bataklıktan kızlarını kurtarmak ister; büyük kızını yatılı okula verir; küçük kızı için bir şey yapamaz. Küçük kızı, cinsel açlık içerisindeki yozlaşmış teklifleri, uğradığı tacizleri oyun gibi algılar ve düzene ayak uydurmaya çalışır: “ Birden elim cebime gitti. Çıkarıp bir on uzattım. Hayretle baktı: - Ne o? - Zeytinyağı al! (..) - Karşılığında ne isteyeceksin benden? - Hiçbir şey - Ben dilenci değilim!” (Arkadaş Islıkları, s.208 ) Küçük kız, yaşamın kendisine sunduklarını değiştirme ve etkileme şansının olmadığını düşünür: “Kadınların trajedisi, onlara atfedilen rolleri bizzat kendilerinin seçmemeleri, bu rollerinin onlara dayatılmalarında yatmaktadır.” (Demir, 1997: 99) O, bir alt-kültür halinde kendisine benimsetilen değerleri ve kabulleri içselleştirir. Maddi tükenişin şekillendirdiği sosyal yaşamın adaletsiz düzenine karşı değerlerini
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
korumaya çalışan küçük kız, kaosa direnir. Kendi farkındalığını koruma yolunda atılan bilinçsiz tepkiler gösterir; kendisine acıyarak yaklaşılmasını da bedensel sömürüyü de reddeder.
başta olmak üzere kişiler dünyasındaki erkeklerin hepsi kadınlardan sadece fiziksel / bedensel yaralanma eğilimindedir. Güllü, Pakize, Naciye ve Gülizar ise, bedenlerinin açlığını kendilerini sunarak bastırmaya çalışırlar:
Çürümüş düzenin dişlileri karsısında yenik düsen bireyin “öteki”leşme serüveninin psikolojik ve sosyolojik anlatımı halindeki Hanımın Çiftliği romanında ise, cinselliğe ve sonlara doğru da araya giren toprak meselesine ilişkin serüven mekanizmasına uygun olarak olaylar zinciri anlatı unsuru olarak yer alır. Eserde cinsellik, “açlık, susuzluk gibi organizma içindeki kimyasal değişmelerin şartlandırdığı büyükdürtü” (Krich, 2002: 148) niteliğiyle yer alır ve fiziksel çekim merkezli geçici birleşimini sağlar. Kadın ise, bir nesnedir; erkek onun efendisidir ve özgürlüğünün sınırlarını belirleyecek olan yine odur: “Kadını, kendi çıkarlarının, güçsüzlüğünün, kaygı ve sevgisinin istediği yönde çarpıtan erkek, giderek kadını bir araç durumuna getirir: Anlayışlı, sevecen, doyurucu ve yaşatıcı ama ne de olsa bir araç.” (Isıklı, 2005: 47) Erkeğin kadına bakışı ve kadının bu beklentilere cevap olma zorunluluğu, en büyük toplumsal açmazdır ki, kadın varlığının tinsel boyutunu tümüyle yok eder, siler:
“Bir kadın, olmalıydı, çıldıracaktı. Ne diye yoktu sanki? Niçin evlenmemişti? (..)
“Kadının soyunmaya başladığını hissediyordu. Onu çırılçıplak tasarlamaya çalıştı. (...) Her şey o kadar apaçıktı ki... Belden yukarısı, omuzları, saçları, yüklü göğsü... Dayanamadı. Döndü.” (Hanımın Çiftliği, s.125-126) Sosyal hayatta kadın, “cinsel nesne halinde” (Mendel, 2000: 117)’dir; hiçbir insani ve yasal hakkı yoktur. Toplumsal düzen, kadını gerekli durumlarda, genellikle de fiziksel / bedensel olarak kullanır; onların ruhsal durumları, düşünceleri önemsizdir. Romanın kart karakterlerinden Muzaffer Bey
Cinsellik, olay birimlerinin hemen hepsinde kişileri esir eden bir duygu seli halindedir. Roman kişilerinin cinselliklerinde nesne önemli değildir. Doğuşta nesnesiz olan cinsellik, daha sonra cinsel nesneyi bedensel gerilimi ortadan kaldıran araca ve bedensel rahatlamaya dönüşür. Sevişmeler, hayaller, hep cinsel arzular ve cinsel açlıkla dışa vurulur. Tensel zevkleri doyuma ulaştırmak için birbirine yaklaşan kişiler, duygusal hiçbir etkilenim olmaksızın bedensel birleşme yaşarlar. Çarpık kentleşmenin olduğu döneme tutulan bir ayna niteliği taşıyan ve “Anadolu insanının durumu, şehrin yoz eğilimlerine kapılıp bozulması, toplum dışında asalak unsurlar haline gelmesi ve asli süreç içerisinde köylülükten proleterleşmeye yönelen geleneksel değerlerini şehirde de koruyarak yeni bir insan birimi oluşturma” (Altug, 1974: 7) mücadelesinin anlatıldığı Gurbet Kuşları romanında hizmetçi Ayşe de cinsel sömürü nesnesi olan kadınlardandır. Hizmetçi kızların çoğu gibi Ayşe de yozlaşmış ilişkiler ağının yok kişilerindendir. Onun ve benzerlerinin karşı karşıya kaldığı durum, doğal karşılanmaktadır. “Gerekli” olduğu fark edilen bu eşya kadınlar duygusal ve fiziksel tacize uğrarlar. “itaatkar, edilgen, hareketliliği düşük ve yaşam alanı sınırlı” (Bora, 2005: 103) bu kadınlar, sadece ev ve beden için kullanılan nesnelerdir. Onlar, ahlaksal çöküntünün ve sosyal adaletsizliğin kişi düzeyinde
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
temsilcileridir; işverenleri, esnaf ve diğer bütün erkekler tarafından taciz edilirler. Aynı şekilde Bereketli Topraklar Üzerinde romanında da ağalar, emirlerinde çalışan tüm kişileri sömürürler; özellikle kadın ve kızlar onlar için cinsel taciz ve tecavüzlerin nesneleridir ve bu durum doğal karşılanır. Çünkü “fırsat eşitsizliği, gelir dağılımındaki korkunç dengesizlik, çıkar çevrelerinin bencil tavırları, hükümet gücünü kötüye kullanımı, cehalet ve korkaklık” (Korkmaz, 1997: 106) gibi öğelere dayanan sosyal adaletsizlik, yoksul halkı, baskı ve sömürü ile sıkıştıran patron / ağa görünümü altındaki eşkıyalara geniş ayrıcalıklar tanır. Ağalar emirlerinde çalışan çocuk, genç kız ve kadınlara cinsel tacizde bulunur ve hatta tecavüz ederler:
yerindeki Usta’nın cinsel sömürüsüne tepki gösteremez. Cinsel tacizleri ve tecavüzleri, “ustaydı, ustabaşıydı adam.” (Bir Filiz Vardı, s.29) sözleriyle kabullenen kadın, eylemlerindeki tepkisizliği ve yanlışlığı yozlaşmış düzenin belirteçleri ile kabullenir.
“Çiftlik sahibi ağa, Bilal’in küçücük kızını dışkının üstüne yıkmış. (...) Yıkmıştı kızı dışkının üstüne ama, ağa iyi ağaydı. Hiçbir ırgatın santimine tenezzül etmez.” (Bereketli Topraklar Üzerinde, s.29-30)
öncelikli toplumsal alanı olarak tanımlanan cinsel” (Segal, 1990: 101) davranışlarla şekillenir. Toplum cinsel deneyimi olmayan kadını, masum; cinsel
Değerler dünyasının silindiği “para”nın her şeyi kirlettiği bir ortamda başkişi Filiz, kardeşi Nur, annesi ve diğer bütün çalışan kız/kadınlar aynı kaderi paylaşırlar: “Aşk neydi? Sevgi neydi? İnsan deli olmalıydı ki el adamına gönül versin. (..) gizliden gizliye, yapıp edip silerek, dile düşmeden...” (Bir Filiz Vardı, s.222)
Kadın, bedenine/ cinselliğe mahkûm iken, erkek aşkın ayrıcalıklarının tadını çıkarır; onun için ask çiftleşme ve kendi varlığını sürdürme güdüsü üzerine bina edilir. Bu “Bey, o. Ona günah olur mu?”(Bereketli Topraklar noktada kadın, sadece bir nesne olarak erkeğin isteğini Üzerinde, s.184) gerçekleştirdiği bir beden olarak kalır. Egemen varlık olma Bey olmanın kendisine verdiği ayrıcalıkları emrinde çalışan haklarından vazgeçen, daha doğrusu vazgeçmeye dönük ve kendisine bağımlı olan kişileri sömürme olarak eğitilen ve hep bir av olması beklenen şeklinde kullanan bu kişilere tepki kadın, duygusal ve bedensel olarak ihmal gösterilmez; tepki göstermekten edilse de yine de aşkın büyüsüne korkulur. Zira, namus gibi erdemler, “Orhan Kemal’in romanlarında sığınır. Sosyal yaşamın “dile para ve güçle işgal edilmiştir. düşmeden” (Bir Filiz Vardı, s.111) cinsellik, genellikle bedensel İnsan olmanın kendisine ikiyüzlü ve çıkarcı ilişkileriyle ihtiyaç halinde yaşanır. yüklediği değerler dizgesinden kuşatıldığı bir ortamda, kişisel hızla uzaklaşan bu kişiler için, varoluşun düşünsel boyutta Duygusal yoğunluktan yoksun önemli olan tek şey paradır. bütün soylu duygulara kapalı hayvani eğilimler halindeki Kadın olmanın ikincilliği ile olması doğaldır. Orhan ötekileştirilen bu kadınlar, Kemal’in romanlarında cinsellik, yozlaşma ve sosyal “şiddet ve çevreden gelen baskı cinsellik, genellikle bu adaletsizlik izlekleriyle aynı yüzünden içindekileri dışa yaklaşımın bir sonucu olarak düzlemde ilerler.” vuramadan hep içinden tıkanık bedensel ihtiyaç halinde yaşanır. durumda” (Oh, 2007: 204) kalırlar. Duygusal yoğunluktan yoksun Herhangi bir eşya konumunda olan bu hayvani eğilimler halindeki cinsellik, genç kadınlar/ kız çocukları, gerekli ama yozlaşma ve sosyal adaletsizlik izlekleriyle aynı önemsiz bir nesnedir. Onların ikincilliği, sadece erkek düzlemde ilerler. tarafından değil, tüm toplum tarafından kabul görür: Romanlarda ahlaki düzen, “erkek gücünün
Kadın, tüm benliği ile bağlandığı erkek karşısında, bir kurban kadar çaresizdir. Erkek onu, zevk aracı olarak kullanır, onun birey olarak verdiği bütün ödünleri kendi gücünü arttırma amaçlı seferber eder. Bu duruma bazen karşı çıkanlar olsa da, gelir dağılımındaki eşitsizlik ve maddi kaygılar, onları susturur. “Proletaryanın sınıf mücadelesi menfaatleri” (Muallimoglu, 1979: 118)’nin ihlali, kişilerarası çatışmaların hareket noktasıdır. Aynı bağlamda Bir Filiz Vardı romanında da toplum, çalışan genç kız ve kadınların bedensel olarak kullanılmasını doğal karşılanır. Başkişinin annesi, is
deneyime sahip kadını fettan olarak etiketler ki bu, kadınlar için geleneksel yargı biçimidir: “_s isteyenin yası böylesine on altı, dudakları kan yalamışçasına kırmızı kırmızı, eteği dizinin az üstünde olur da, ise giremez mi hiç?” (Bir Filiz Vardı, s.56) Erkek, kadın kendisine sosyal ve ekonomik anlamda bağımlı olduğu için onu nesnelleştirmekten ve duygusal ve düşünsel anlamda onun tüm haklarını işgal etmekten çekinmez. Çünkü erkek bilir ki, kadın “ne zaman eğlendirilmek isterse o zaman şakıyacak bir kus, bir
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
oyuncak olarak yaratılmıştır.” (Donovan, 2007: 29) Bu sınırsız imtiyaz ile erkek, bağımlı, itaatkâr, evcil, zayıf kadınlık kültüne göre yetiştirilir ve tüm özgürlüklerin tek sahibi ve egemeni kendisidir. Bu nesnelleştirme içerisinde kadın, “eziyet etmenin temel bir formülleştirilmesi” (Donovan, 2007: 271) ile karsı karsıya kalır. Erkeğin malı olma ve erkek tarafından bin türlü kuralla kuşatılma onun birey olarak beklentilerinin çıkmaza dönüşmesine sebep olur. Sosyal adaletsizlik ve yozlaşmanın, kent yaşamını kaosa çevirmesiyle zengin ve ünlü olma hayallerine tutunarak kurtulmaya çalışan genç kız öykülerinden olan Yalancı Dünya romanının başkişisi Neriman, çevresiyle iletişim kuramayan ünlü olma hayalini gerçekleştirmek isteyen bir genç kızdır. On sekiz yasını dolduruncaya kadar odasının duvarlarına astığı resimler ve dergilerde okuduğu yaşam öyküleriyle artistler ve sinema onun hayallerini süsler: “Neriman’ın aklında Yeşilçam Sokağı, Hava Sokağı, Noter’in kızı, Avukat’ın kızı, daha başka kız arkadaşlarından duyup bellediği cennet İstanbul’un çeşitle semtlerinden çekici fotoğraflar.” (Yalancı Dünya, s.24) Hayallerini gerçekleştirmek için tek engel olarak gördüğü babasından ve yaşadığı kasabadan kaçma egilimi içindeki Neriman, içsel çırpınısları eyleme dönüstürmek için fırsat bekler. “Ünlü olma” saplantısının yönlendirmeleri ile reji asistanı Bülent Nejat Co’ya âsık olur. Bu aşamada ask kadın için “bir efendi uğruna tüm haklarından vazgeçme” (Beauvoir, 1993: 78) edimi olur. Özne- nesne iliksisi görünümündeki bu ilişkide, erkek buyuran, kadın boyunduruk altında olan ve bağımlılığı kabul eden olacaktır. Sinema ve filmlerin ısıltılı dünyasına olan istekle bağlanılan Bülent Nejat Co, Neriman’ı iğfal eder ve İstanbul’a götürür. Neriman, hayallerini gerçekleştirmek uğruna mumdan kanatlarla güneşe doğru yola çıkan küçük adam’dır. Yozlasmıs düzen, onu hızlı bir sekilde yutar. O, yasadıklarına karsı eylemsel bir tepki göstermez, direnmez; sadece saplantı halindeki hayalleri için yaşadığı bütün sömürülere boyun eğer: “- Film yıldızlarının yolu, yolu Recep abi, madem… Madem sizlerin yatak odalarından geçer... Geçsin be Recep abi, bosver. Seninle ne diye başlamıyalım? Bir davranışla kalktı. Recep Civa’nın boynuna sarıldı: -Bülent Nejat Co.. serefine! Alev alev yanan kıpkırmızı dudaklarını olgun adamın agzına yapıstırdı.” (Yalancı Dünya, s.301) Bu tavrı, onun hem bedensel hem duygusal bakımdan tüketilisini hızlandırır. Neriman, hayallerinin merkezine yerleştirdiği İstanbul, ask ve ünlü olma tutkularının yok olduğunu gördüğü andan itibaren, kötü
yol’un bütün olumsuzluklarını olagan karsılar. İstanbul’a geldiği ilk andan itibaren yalancı dünyanın acımasız gerçekleri ile yüzlesen Neriman, birçok erkegin taciz ve tecavüzüne maruz kalır. Zira, erkekler, kendi yarattıkları ve egemen oldukları nesnel konumun somut ifadesi halindeki ayrımcılığı kanıksamıslardır:“Seks esittir kadın, /kadın esittir bastan çıkarma. / Bastan çıkarma esittir günah / Günah esittir Tanrı’ya isyan.” (Safak, 2007: 89) Kadının biyolojik kimliğine tutuklanmasının genel bir yargı halinde benimsendiğini ifade eden bu söylem, Neriman’ın İstanbul yolculuğunda kadın ile erkek yani köle ile efendi arasındaki diyalektik çatışma ile paralel gelişim gösterir. Bu bedene tutuklu kalma hali, kadının kendisinden beklenen rolü yerine getiren, zorlansa da oyunu belirlenen kuralarla oynayan edilgen bir varlık olusu ile sonuçlanır. Yalancı Dünya romanında fiziksel güzelliğinin felaketlere sürükleyerek, fahişe olma noktasına getirdiği başkişiye tecavüz eden yozlaşmış kişilerden Ömer, “ne zamandır kuzu eti yememiştim” sözü ile sosyal yaşam içinde kişiyi bekleyen tehdit öğelerini örtük biçimde anlatır. Aynı zamanda cinsel içgüdünün kadını “et” (Vasselau, 1999: 69) olarak kavramsallaştırılışını ifade eder. Arzu ettiği bedeni nesneleştirerek/“sürü”leştirerek tüketen roman kişisi, cinselleştirilmiş bedenlerin özümsenmesi ile çarpık/boyutsuz ilişkilerin de yansıtıcısı olur. Yalancı Dünya’da Kabak Hafız da, insanların dini duygularını sömürürken, beğendigi kız ve kadınlara cinsel taciz ve tecavüz için bir araç olarak kullanılır. Neriman’ı, film/sinema saplantısını kendi bedensel doyumları için kullanan erkekler, onu cinsel bir metaya dönüştürürler. Tanrısal anlatıcı, Neriman’ın trajedisini ünlü olma hayali kuran genç kızların hayaliyle birleştirerek evrensel bir
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
düzlemde ele alır ve duygusal bakış açısı ile eserin sonunda onun sahsında bütün genç kızları kötü yol’dan kurtarır. Orhan Kemal, eserlerinden birine isim olacak kadar önemseyip eleştirdiği yozlaşmış düzenin sebebini / sebeplerinden birini kötü yol’a düsmekte bulur. Kötü Yol romanının başkişisi Nuran, Yalancı Dünya’nın Neriman’ı gibi “ünlü olma” hayalini gerçeklestirmek isterken cinsel bir metaya dönüsür. Nuran, annesi ve ağabeyinin maddi sıkıntılarını çözmek için çırpınışını görmez. Nuran, düşlerinin mekânı olan İstanbul’a kaçmak ister. Dış dünyanın gerçeklerinden uzakta büyüyen genç kız, kendisini bekleyen tehlikelerden habersizdir. Annesi ve ağabeyinin uyarılarını kendisine engel olarak görür. Nuran’ın hızlı çözülüşü, asi kişiliğinin ve özentisinin sonucudur. Güzelliğinin farkındadır ve güzelliğini kullanarak ünlü olabileceğini düşünür; onun bu zaafını kullanan kisiler ise, cinsel taciz ve tecavüzlerle sömürdükten sonra kötü yolun yolcularından biri yaparlar: Nuran’ın uyanışı, içinde bulunduğu durumu değiştirmez fakat yaşadığı içsel derinleşmeyi yansıtır ve kendilik bilincinin uyanmasına zemin hazırlar: “Islak kirpikleriyle gece yarısından sonraki İstanbul’a daldın dalgın baktı: Evet, büyük, güzel, çok güzel bir sehirdi İstanbul. Uçurum kenarlarında bitmis göz alıcı çiçekler gibi, insanı kendine çekiyor, sonra da uçuruma yuvarlanısına sadece bakıyordu.” (Kötü Yol, s.175) Yalancı Dünya ve Kötü Yol romanlarında, belli bir “değerler” dünyasında yer edinemeyen, “para”sızlık / yoksulluk yüzünden aşağılanan, bilgisiz insanların çözülüşü anlatılır. Dış dünyanın realitesinden uzak başkişiler, kör bir tutkuya dönüşen hayallerin şehri İstanbul’da olma “yurtsuzluğu” ile “ünlü olma” uğruna kendilerini “kötü yol”a sürüklerler. Sosyal yasamdaki çarpıklıkların ve yoksulluğun / maddi yetersizliğin çalışmak zorunda bıraktığı genç kız ve kadınlar, çevrelerindeki bütün erkekler için sadece cinsel bir metadır. Yalancı Dünya ve Kötü Yol romanlarında cinsellik, yozlaşmış iliksilerin sonucudur. Kullanılan bedenler, tüketilen duygular sıradanlaşır. Sosyal açmaz içinde toplumsal ve ekonomik durumlarını düzeltmek isteyen genç kızlar, cinsel çekiciliklerini kullanırlar. Cinsellik, ekonomik bir amaç için kullanılır ki, bu “fahişelik psikolojisi”nin (Krich, 2002: 62) ilk adımıdır. Bozulmuş
kişilikleri ile yığınlaşan toplulukların simgesi halindeki roman karakterleri, cinsellikle varolmaya çalısırlar. Fakat doyumsuzluk ve sömürünün şekil değiştirerek hırsa dönüşmesi genç kızların güzel bedenlerinin kötü yollarda harcanmasına neden olur. Bireyin yasama tutunma mücadelesini ve varlığını korurken yaşadığı içsel ve dışsal direnişleri anlatan Sokaklardan Bir Kız romanında, kişilerarası iliskiler çözük bir yapıya dönüşür ve yozlaşma nesnelleşme ve maddeleşme boyutuyla aktarılır. Annesi kötü yol’da olan başkişi Nuran, kendini bu gidişten kurtarmak isterken karsısına çıkan kisilerin hemen hepsi onu cinsel olarak sömürmek isterler. Henüz küçükken annesinin tiyatrosundaki Necip, daha sonra mahallenin gencinden yaslısına bütün erkekleri ile çatışma yasayan Nuran, yozlaşmış düzen karsısında çaresizdir. Fakat yine de yılmadan mücadele eder. İhsan abisinin ve babasının sevgisinden aldıgı güçle direnir. Babasının, annesinin sevgilisini öldürüp hapishaneye düşüşüyle, yanlarında kalmak zorunda olduğu amcası, amcasının karısı ve kızları Ayten ile mahalleli de onu kötü yola iterler. Annesinin yaptıklarının cezasını “-Kendi de annesi gibi!” (Sokaklardan Bir Kız, s.77) damgasını yiyerek, dışlanarak ve aşağılanarak çeker. Bu durumdan bir nebze de olsun kurtulmak için, yalnızlığa sığınır. “Orospu çocugu” (Sokaklardan Bir Kız, s.64) olarak aşağılanan Nuran’a, barda konsomatrislik yapan bir annenin kızı olusu nedeniyle, toplum hep ard niyetli yaklasır. Nuran, çevresini saran, annesi basta olmak üzere, bütün tehlikelere karşı kararlıdır: “Nuran, ispirtolukta kaynamağa başlayan kahveye gözlerini dikmiş, “kötü yol”u düşünüyordu. Hayır, kötü yola düşmiyecekti. (..) Cevdet, babasından, İhsan abisi’nden bir parçaydı. (..) Cevdet sevgili kocasıydı. Bu sevgili kocada babası vardı, İhsan abi vardı” (Sokaklardan Bir Kız, s.301) Nuran bu kararını, cinayet işleyerek hapishaneye girme pahasına degiştirmez. Bir gece evine gizlice girip kendisine tecavüz etmek isteyen Fikret’i öldürür. Böylece babasının ve babasının ölümüyle başlayan karanlık çocukluk yıllarının öcünü alır. O, annesine benzememe, kötü kadın olmadığını ispat etme ve kocasına ihanet etmeme konusundaki kesin tavrını bu şekilde eyleme dönüştürmüş olur. Öznel değerler ile sınırlarını çizdiği doğrulara kayıtsız şartsız bağlılığın simgesi olan bir bireyin, yaşadığı
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çatışmaların ve ruhsal parçalanışın trajikomik öyküsü olan Murtaza romanının başkişisi Murtaza, bilinçli olmasa da yozlaşmanın karsısındadır; iyi niyete, samimiyete ve doğruluğa ulaşmaya yönelik bir mücadele içindedir. Fakat bu çabasını zengin, varlıklı, güçlüye hizmet yoluna yönlendirerek yanılgıya düşer. Komik bir zorba görüntüsü ile yel degirmenlerine saldıran Murtaza’nın öyküsü, Don Kişot gibi ironik bir sonla biter. Romandaki Zinnur Amca tipi, mahallenin kız çocuklarını seker vererek kandıran, onları kucağına oturtarak cinsel tatmine ulasan bir kisidir: “Mahallenin küçük kızlarını elma sekeri, çikolatalarla tavlayıp, mahallenin alt basındaki bos ahıra çeken minnacık Zinnur Amca ile çaptan düsmüs dul karı tavcısı Hamdi Çavus, Hırsız Recep, çocukların ellerinden simit, elma, düdüklü seker ya da portakallarını kapıp kaçmayı meslek edinmiş Yandım Ali, erkeğe doyamayan Dul Zühre, etekleri havalı hoppala Melahat, evli erkeklere askıntı Lale, kızlarla evli kadınların yüreklerini oynatan Kazanova Erdal gibileri mahallelinin Murtaza’ya karsı sahlanısını habire körüklüyorlardı.”(Murtaza, s.44) O ve onun davranışları, herkes tarafından bilinmesine rağmen bu olumsuz ve adi çarpıklığa müdahele edilmez. Hatta Murtaza’nın Zinnur Amcayı sıkıştırması karsısında, mahalleli Zinnur Amca’dan yana tavır alır; onunla işbirligi yapıp Murtaza’nın mahalle bekçiliğinden atılması için planlar yapar. Zinnur Amca, kendi çıkmazlarını sosyal yasamın gerçekleri ile örten bir öteki’dir. Onun bu tavırları karsısında duyarsızlaşan kişiler ise, onun kadar suçludur. Zinnur Amca, mahallede sosyal yasamın bozulmuş küçük bir prototipidir. Ahlaki çöküntü; kaos ortamı içerisinde yozlaşmış bir yasamı da beraberinde getirmektedir. Mahallenin, etik çöküşünü yansıtan kişilerin
bilinmesine rağmen, olağan karşılanıp tepki alınmaması ve onlarla birlik olup, Murtaza’ya karsı tavır alınması, işçi mahallesindeki düşünsel bozulmuşluğu açığa çıkarır. Maddi kaygılar içerisinde değerlerinden uzaklaşan bu insanlar, kendilerini sarmalayan ve bir kurt gibi kemiren bir yabancılaşmanın kıskacındadırlar. Murtaza’nın gece bekçiligi sırasındaki dürüst, titiz, sorumlu tavırlarından rahatsız olan Azgın Ağa da, küçük kız çocuklarından cinsel olarak yararlanan yozlaşmış bir kart karakterdir. Cinsel sapmalar içindeki bu yoz kisi, mahalleli tarafından bilinir; buna rağmen kimse eylemsel bir tavır takınmaz. Sadece Murtaza, ona karsı durur; küçük kız çocuklarını tacizine engel olur. Orhan Kemal romanlarında kişiler, sömürenler ve sömürülenler olarak “fetişleştirilir” (Leledakis, 2000: 26). Bireysel çözülüsün bir yansıması olan yozlaşma, etik ve eylemsel yabancılaşmanın kişisel ve düşünsel düzlemde açığa çıkması ile kadınlar özellikle de cinsel yönden sömürülenler olarak “şey”leştirilirler. Ölü geçmiş ve çürüyen şimdi arasında sıkışan kadın, ekonomik sınıfsal çarpıklıkların yoğunlaştırdığı bir çatışma ve uyumsuzluk ortamında tutunmaya çalısır. Bu uyumsuzluk, onun cinsel taciz, tecavüzlerle karsı karsıya kalması ve sosyal yaşamın her kesimini saran, çözük tiplerden biri olması ile sonuçlanır. Kendi öyküsünün kahramanı olmaya çalışan kadın, varlığını ispat çabası içerisindedir. Fakat toplum onu hep aşağılar, dışlar. Bu durum sosyal hayatta kadın “cinsel nesne halinde” (Mendel, 2000: 117)’dir; hiçbir insani ve yasal hakkı yoktur. Toplumsal düzen, kadını gerekli durumlarda, genellikle de fiziksel / bedensel olarak kullanır; onların ruhsal durumları, düşünceleri önemsizdir.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sonuç Mutlak tiranlık uygulayan erkek, kadın ile özgürlük kavramlarını yan yana düşünmez bile; kadının bağımlılık için eğitilmesi doğal ve doğru olandır. Geleneksel yardımcı rolü içerisinde bocalayan kadının bireysel açmazları da bu nedenle önemsiz görülür. Kadın, yarım ve sakattır ve güvence arayışı ile erkeğe yaslanmalıdır. Kadına, ögretilen erkek olmadan varlık bulamayacağı ile ilgili sosyal öğreti, kadının ömür boyu acı çekme, korkma ve tüm esirler gibi gerçekte istediğinden başka türlü davranma zorunluluğu ile bütünlenir. Kadın-erkek iliskisinde fiziksel güç ve cinsiyet farklılığı merkezli çatışma, kadının nesne olarak cinsel taciz ve tecavüzler yasamasına neden olur. Böylece erkek tarafından baskı ve sindirme ile çaresiz, mutsuz ve seçeneksiz bir nesne olarak yaşamına devam edecektir. Kadına toplumsal örf, adet ve kurumlar tarafından yüklenen bu ikinci rol, biyolojik, ekonomik ve psikolojik yazgının yüklediği bir rol değildir; zira kadın, dünyaya kadın gelmez, sonradan sosyal rolünün gereği olarak kadın olur. Topluluğun günah keçiliğinden kaçış içerisindeki kadınözne, bağımlılık için eğitildiğinin farkındadır. Kadını, kendisini tamamlayan bir özne olarak degil de, bir esya/ nesne gibi algılayan erkek, bu bakış açısıyla kadına sevgi ve ilgi göstermez. O, sadece kadını ve kadın bedenini kendi fiziksel ihtiyaçları için sömürür. Bu, ona toplum tarafından tanınan bir imtiyazdır. Bu kadın imgesi, yaşama / yaşamına anlam katamayarak / katmasına izin verilmeyerek kendisine sunulanları yani kendi olması gerekenlerini değil, olanları yasar. Böylece yazılmamış kurallar ve dayatılan roller ile itaatkâr, edilgen, hareketliliği düşük ve yaşam alanı sınırlı bir kimliğe sahip olur ve biyolojik kimliğin (dişilik) dışına çıkma, etkin özne olma olanağı bulamaz.
KAYNAKÇA ALTUĞ, Taylan (1974). “Orhan Kemal’in Romancılığı Üstüne Genel Notlar”, Türkiye Defteri, Temmuz, s.6-9. BEAUVOI, Simone De (1993). Kadın (Çev. Bertan Onaran), İstanbul: Panel Yayınları. BORA, Aksu (2005). Kadınların Sınıfı, İstanbul: İletişim Yayınları. DEMİR, Zekiye (1997). Modern ve Postmodern Feminizm, İstanbul: İz Yayınları. DONOVAN, Josehhine (2007). Feminist Teori (Aksu BoraMeltem Ağduk Gevrek-Fevziye Sayılan) İstanbul: İletişim Yayınları. IŞIKLI, Şevki (2005). Kadın ve Felsefe, İstanbul: Emre Yayınları.
KORKMAZ, Ramazan (1997). Sabahattin Ali- İnsan ve Eser, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. KRICH, A. (2002). Aşkın Anatomisi (Çev. Mehmet Harmancı), İstanbul: Say Yayınları. LELEDAKIS, Kanakis (2000).Toplum ve Bilnçdışı (Çev. Abdullah Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. MACKINNON, Catharine A. (2003). Feminist Bir Devlet Kuramına Doğru (Çev. Türkan Yöney- Sabir Yücesoy), İstanbul: Metis Yayınları. MENDEL, Gerard (2000). Babaya İsyan (Çev. Hüsen Portakal), İstanbul: Cem Yayınları. MUALLİMOĞLU, Nejat (1976). Bütün Yönleri İle Komünizm, İstanbul: Sermet Matbaası. SEGAL, Lynne (1990). Gelecek Kadın mı? (Çev. Suğra Öncü), İstanbul: Afa Yayınları. ŞAFAK, Elif (2007). Siyah Süt, İstanbul: Metis Yayınları. VASSELAU, Cathyn (1999). Işığın Dokusu (Çev. Aydın Sarıkaya), Ankara: Öteki Yayınları
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“ Bence asıl ölmek istenilmeyen bir dünyada yaşamaktır Her yirmi dört saatte yirmi dört kere ölerek” ”
Orhan Kemal
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Öykülerde Orhan Kemal Ayşe Bengisu AKDAĞ
Hikaye seven insan, küçük şeylerden mutluluk duymasını bilen insandır. Hikaye seven insan, sabırsız insandır, neşeyi de hüznü de dozunda yaşayan, kitap okurken kaldığı sayfanın arasına işaret parmağını koymak suretiyle baş parmağıyla kapağı kapalı tutup uzaklara dalmasını seven insandır. Hikaye seven insan hangi yazar olursa olsun, öncesi sonrası isterse şair olsun o ismin ilkin hikayelerini okuyan insandır. Ben de öyle yaptım. Orhan Kemal’i okumaya hikayelerinden başladım. Orhan Kemal, birçok yazar gibi, edebiyata şiirle başlar. Şiirlerindeki duyuş ve düşün tarzının kendisini yansıtmadığını düşünmesi, onun düz yazıya geçişinde önemli bir etken olur. Önce hikaye ardından onun aracılığıyla romana yönelir. Bunu kendisi de şu şekilde dile getirir: “Hikâye bende romana geçişte bir merhale oldu. Kanaatimce küçük ve uzun hikâyelerde iyice
bilenmeyen kalem, romanı zor yazar, yahut yazamaz. Çünkü hikâye kompozisyonlarını kolaylıkla kıvıramayan bir yazar, çok daha büyük, çok daha enine boyuna bir kompozisyon isteyen romanı meydana getiremez.” Orhan Kemal, duruşu ve eserlerinde işlediği alışılmışın dışındaki konular ile Türk hikayeciliğinde önemli bir yere sahip. Sıradan insanı, eserlerinde yarattığı karakterlerle sıra dışılığa taşırken, insanı anlatma ve anlama çabasını temel alan bir bakış açısı sergiler. Eserlerinde işlediği insan tipi de düzensiz bir toplumun parçası olan ve hayatın gerçekleriyle yüz yüze ama gelecekten umutlu bir insandır. Bu insanlar ne kadar acı yaşarsa yaşasın, ne kadar zavallı, yoksul, ezilmiş olursa olsun insanlara karşı kin, toplum düzenine karşı nefret beslemezler. Orhan Kemal buradan yola çıkarak “güzel günler
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
görme” hayalini birçok hikayesinin sonunda yansıtır. Çocuklar da bu umudun en canlı simgeleridirler.
kimi zaman ailemizden birilerini, arkadaşlarımızı, evimizi görebiliriz. Orhan Kemal bu sıradan insanların güçlüklerle, yoksunluklarla dolu Orhan Kemal’in hikayelerinde dikkat çeken dünyalarını, bireye indirgemeden, toplumsal bir bir özellik de günlük hayatta unutulmuş, göz ardı bütünlükte; kişileri yaşamla, birbirleriyle ilişkileri edilmiş, küçük ve önemsiz gördüğümüz duyguların, içinde ele alıp çok duru, samimi bir dille anlatır. Son olayların hatta bazen de eşyaların başkişi olarak derece gerçekçi ve yalın bir dille kaleme alır karşımıza çıkması. Orhan Veli şiirlerinin düzyazıya hikayelerini. Öylesine ustadır ki, yoğun dökülmüş halini okur gibi oluruz. Yazar, betimlemelerin yer aldığı uzun paragraflara gerek hikâyelerinde işlediği konuları, Asım Bezirci’ye duymadan birkaç diyalog birkaç çevre tasviriyle verdiği bir röportajda şöyle anlatır: kişileri ve mekanı gözümüzün önüne bütün “Gerçekten de, konularımının genel kaynağı ne? gerçekliğiyle getirebiliriz. Okuyucuyla karakterlerin Bunu sizin sorunuzdan sonra ciddi ciddi arasına girmez. Böylece anlattığı çevre ve düşündüm. Halk diyeceğim, ama bu tam insanlar yasayan varlıklar olarak bir karşılık olmayacak. Zaman okuyucunun karşısına çıkar. Bu Orhan Kemal’in zaman ‘Halk’la hiç ilintisi olmayan gerçekçilik ile ilgili kendi de şu konuları belki fantezi olarak hikayelerinde içerik ifadelerde bulunur: işlemişimdir. O halde bakımından Maksim “Ben gerçekçiliği içinde yaşadığımız konularımının kaynağı ne? toplumun insanlarına ayna tutmuş Gorki, biçim açısından Bunu şöyle mi belirtsem acaba? gibi bir yansıtma sanmıyorum. Anton Çehov etkisi Sanatçı olarak, herkes gibi Bozuk düzenin her yönden bozduğu, yaşadım, herkes gibi, herkes görülür. insancıl davranışlardan alıkoyduğu, kadar düşündüm yurdumu, insanoğlunun düşmemesi gereken evreni. Herkes gibi bazı alçaklıklara yuvarlayan bir düzensizliğin genellemelere vardım. Daha doğrusu, çürük meyveleri sayarken, gene de onlarda eriyip birtakım ‘doğru’lara demek daha yerinde. Bir açım mahvolmamış, kurtulmak için çaba gösteren oldu. Bu açıdan çevreme baktım, konularımı seçtim. yanların var olduğuna inanmıyorum.” Evet evet, bu ‘seçtim’ sözcüğü yerinde. Sanatçı her önüne çıkan konuyu alıp işlemez, bir seçme yapar. 1970 yılında Bulgaristan'da hayatını ‘Bu konuyu neden aldım? Niçin işleyeceğim? kaybedene kadar da hiç vazgeçmeden, sürekli yazan İşlemekten amacım ne? Daha açık bir deyimle, Orhan Kemal için yazmak, bir yaşam biçimi, kendini yurttaşlarımla insanlığa ne demek istiyorum? Ne ve yaşamı anlatma şeklidir. Türk edebiyatında, demek isteyeceğim?’ diye sorar. Bunu her sefer gerçekten yazarak yaşayan sayılı yazardan biridir sormaz şüphesiz. Onda bu bir huy haline gelmiştir. Orhan Kemal. Romanlar, öyküler, yazılar arka arkaya Konusunu alır, işler. Yani sanatçı, konusunu ister gelir onda. Hayat şartları da onu sürekli yazmaya halktan ister fantezilerden alsın, insanlara güldürü mecbur eder. Çoğu eserini yazdıktan sonra bir kez ya da düşündürü yoluyla bir şey ya da bir şeyler daha okumaya fırsat bile bulamaz. Toplumcu söylemek amacıyla hareket eder. Yukarıdakiler gerçekçi anlayışla kaleme aldığı hikâyelerinde, gözönünde tutulmak şartıyla diyebilirim ki, toplumun ezilen ve ihmal edilen kesiminin çok iyi konularımın genel kaynağı İNSAN' dır.” bildiği yaşamını açık ve yalın bir şekilde gözler önüne serer. Sizler de Orhan Kemal’in öykülerinin Onun yazılarında, “Sineklerin Tanrısı” derinliğinde yolculuğa çıkmadıysanız “bilet”1inizi mesajını veren, mahalleli küçük çocuklar tarafından hemen alın… eziyet edilen araba çarpmış bir köpek yavrusu da kahraman olur, fabrika işçiliğinden bekçiliğe “yükselen” ve mutlu olan Ali de. Bazen bir öksüz, bazen bir ölü, bazense bir otobüs bileti hikayenin kahramanı olur. O öykülerde kimi zaman kendimizi,
1
Bkz. “Biletsiz”, Önce Ekmek, Everest Yayınları
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orhan Kemal’in Bazı Romanlarında Bir Eleştiri Unsuru Olarak Din Yrd. Doç. Dr. Fikret USLUCAN Giresun Üniversitesi, Yeni Türk Edebiyatı Ana Bilim Dalı
Orhan Kemal’in Romanlarında Eleştiri Unsuru Olarak Din1 Yirmi altı romana, dört uzun hikâyeye, iki yüz kırk küçük hikâyeye, çok sayıda anı, röportaj, senaryo ve tiyatro eserine imza atan Orhan Kemal, bu eserlerinde Türk toplumunun sosyal problemlerini dile getirmeye çalışmıştır. Orhan Kemal’in eserlerinde “ekonomik meseleler, sınıf çatışmaları, dinî meseleler, ailevî meseleler, kurumsal meseleler, siyasî ve ideolojik sorunlar, parti kavgaları vs.” ele alınan belli başlı sosyal problemlerdir. Sosyal gerçekçi edebiyat anlayışına sahip – kendi deyişiyle aydınlık gerçekçi2 bir sanatçı olan Orhan Kemal’in, kendi toplumunun problemlerini romanlarında yansıtması doğaldır. Sanatçıyı “Her şeyden önce bir fikir adamı olması lazım gelen sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır.” diye tanımlayan Orhan Kemal, bu tanımlamanın simgesi bir yazar olarak gösterilir.3
1
Makalenin tam ve orijinal hali için bkz. Turkish Studies /Türkoloji Dergisi 1 (2006), Sayı: 2, s. 101 2 Asım BEZİRCİ, Orhan Kemal, Tekin Yay., 2. bsk., İstanbul 1984, s. 53. 3 Olcay ÖNERTOY, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., Ankara 1984, s. 108. Önertoy, Orhan Kemal hakkında bunları söyledikten sonra, Orhan Kemal’in romanlarının konuları bakımından gruplandırılabildiğini ve bu eserlerde toplumsal kaygının açıkça kendini gösterdiğini söyler. “Yazar, çoğu gözlemlerine dayanan toplum gerçeklerini olduğu gibi vermekten kaçınmamıştır.” diye ilave eder. Önertoy’un sözünü ettiği gruplandırmayı Tahir Alangu, Cumhuriyet’ten Sonra Hikâye ve Roman (C.2, İstanbul 1965, s. 384) isimli eserinde yapmıştır. Alangu, anılan eserinde Orhan Kemal’in romanlarını, “kendi biyografisini konu edindiği romanları, Adana’da toprak ve fabrika işçilerinin dünyasını konu edinen romanları ve İstanbul’da
Orhan Kemal’in romanlarında, ele aldığı konu çeşitliliğine uygun olarak, günlük ekmeğinin peşinde koşan, uğradığı haksızlıklar, düzensizlikle içinde ezilmiş, sevgiden yoksun, başkalarının yüzünden kahır çeken pek çok kişiyle karşılaşılır. Daha çok köylü, kasabalı ya da kentlerin yoksul semtlerinde oturan, ırgatlık yapan, fabrikada işçi olarak çalışanların karşısında patronlar ve ağalar vardır. Genellikle belli ve düzenli bir eğitim görmeyen bu kişiler değişik yaratılışta ve psikolojik yapıdadırlar. Bu insanların büyük bir çoğunluğu, içinde bulundukları
küçük adamların hayatlarını anlatan eserler olarak sınıflandırır. Alangu’nun 1965’teki tasnifinden sonra Orhan Kemal 1970’teki ölümüne kadar sekiz roman daha yazmıştır ve bu gruplandırma yeni bir ilave beklemektedir. Mehmet Narlı, bunlara “Mizahî Romanlar” adı altında bir ilavede bulunmuşsa da “Mizah unsurlarını kullanmak bir romanı mizahî yapmaz.” Düşüncesinden hareket ederek onun bu ilavesine katılmamızın mümkün olmadığını belirtmemiz gerekiyor. Mehmet NARLI, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, KB Yay., Ankara 2002.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
güç koşullara rağmen yine de gelecekten umutludurlar. Orhan Kemal, kendi gerçekçilik anlayışını da şu şekilde anlatır:
3. Allah, adaletsizdir. Kullarına eşit davranmayıp zenginleri ve güçlüleri korumakta, fakirleri ve zayıfları ezmektedir. Bazılarını güzel, kuvvetli ve cüsseli yaratırken bazılarını da zayıf, çirkin ve çelimsiz yaratmıştır.
“... Olmakta olanı olduğu gibi yansıtmak, başka bir 4. Eğer gerçekten varsa, kişilerin isteyip de deyimle, doktorun hastasındaki hastalığı görmekle ulaşamadığı her şeyden Allah sorumludur. yetinmesi gibi bir şey. Benim aradığım gerçekçilik yalnızca bu kertede kalmamalı. Onun için sanatçı 5. Din insanların zaaflarını alay konusu etmek için bir gerçeğin ölçülerini kendinde toplayıp ‘olmuş mu?’ ile vasıta olarak kullanılmaktadır. birlikte ‘olabilir mi?’nin karşılığını verebilmeli. 6. Bir genellemeyle din, zenginler ve din adamları için Bununla da kalmamalı, ‘nasıl olmalı?’ya da karşılık bir sömürü aracıyken, yoksullar için avunma bulabilmelidir. Sanatçı doğanın kopyacısı değil, vasıtasıdır. Zenginlerin hiçbiri gerçek bir dindar kendinden bir şeyler katan bileşimci olmalıdır.”4 değilken, dindar olan yoksullar da hep küfürbaz ve Orhan Kemal’e göre dünyada yaşayan her insan daha inkârcı insanlardır. Samimi bir dindar insan iyi yaşamak için uğraşır. Hırsız bile daha iyi yaşamak romanlarda görülmemektedir. için çalar. Dinler, insanlara daha iyi bir dünya, daha 7. Din, anne ve baba için evlâdı terbiye etmede ve iyi bir yaşam sunmaya çalışır. Bunu başaramayınca yönlendirmede bir baskı ve korku vasıtası, da kuru bir öte dünya vaat eder. İnsanların istenilmeyen davranışları engelleme daha iyi yaşamasının tek engeli, bozuk aracıdır. Ama daima geri tepmektedir. toplum düzenidir. Bir yazarın “Dinler, insanlara Din eğitimi verilirken ebeveyn gerçekçi olması demek, daha iyi bir dünya, daima sert ve baskıcı olmaktadır. toplumuna ayna tutması demek daha iyi bir yaşam 8. Toplumsal yapıdaki değildir. “Asıl gerçekçilik, asıl sunmaya çalı ş ır. Bunu tutarsızlıkların, insanlık dışı yurt severlik, içinde yaşadığı ba ş aramayınca da durumların, adaletsizliklerin toplumun bozuk düzenini kuru bir öte dünya temelinde hep din görmek, bozukluğun nereden vaat eder.” gösterilmektedir. geldiğine akıl erdirmek, sonra da Orhan Kemal bu bozuklukları ortadan Orhan Kemal’in yazdığı ilk kaldırmaya çalışmak”tır.5 roman olan Baba Evi19, anlatıcının Orhan Kemal’in romanları külliyat hâlinde okunduğunda gerek anlatıcının anlatımından ve gerekse roman kişilerinin konuşmalarıyla davranışlarından bu eserlerdeki din anlayışı şöyle sıralanabilir. 1. Din, devrimleri yok edecek, devleti geri götürecek bir unsurdur. 2. Din, insanların menfaatleri için, başkalarını sömürmek için kullanılmaktadır. Din vasıtasıyla kitlelerin hak aramaları, başkaldırmaları engellenmekte ve insanlar uyutulmaktadır.
4
Süreyya KANIPAK, Dünyada Harp Vardı Üzerine Bir Konuşma, Yelken, 1.11.1963’ten alıntılayan: Asım BEZİRCİ, A.g.e., s. 53. 5 Nurer UĞURLU, A.g.e., ss. 42-43.
doğumunun, Çanakkale Cephesi’nde savaşan babasına, dedesi tarafından “Ben de dehrin sitemin çekmeğe geldim dehre” mısraı vasıtasıyla telgraf çekilerek müjdelenmesiyle başlar. Bundan sonra, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı yıllarının vakaları, özetlenerek anlatılır. Anlatıcının babası, oldukça dindar bir insan olup, kendisinin beş yaşındayken Kur’an’ı hatim etmesiyle övünür ve oğlunun da kendisi gibi olmasını ister. Her akşam oğluna (anlatıcıya) Kur’an dersi verir, çocuk başarısız olunca da onu feci şekilde döver. Elifba kitabındaki ders ve ardından gelen dayak faslı istisnasız her akşam tekrarlanır. (ss. 7-8,34-35,37-38) Bu şekilde verilen bir din eğitimi sonucunda, roman başkişisi; dine, başta Allah kavramı olmak üzere dinle ilgili hemen her şeye ve temelde de tahsile karşı lakayt bir tavır sergiler. (1. madde)
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Romanın ilerleyen sayfalarında, başkişinin babası20 ailesiyle beraber sürgünde yaşadığı Beyrut’ta, memlekette edindiği bir âdetini devam ettirir. Hemen her cuma günü aile bireylerini şehir dışında bir mesîre yerine, pikniğe götürür. Fakat başkişi, kardeşlerinin tam tersine cuma günlerini hiç sevmez. Anlatıcı, bu pikniğin, bu çalışmada ele alınan konuyla alâkalı kısmını şu şekilde öyküler: “... Adana çiğ köftesini ekseriya kırda yerdik... Erkekler ayrı ayrı otururlardı. Memleketten bahseder, eski günlerden konuşurlardı. Bu arada babam bir yolunu bulup bahsi dine getirir, kara kaplı defterini çıkarır, not ettiği âyet ve hadîslerden parçalar okur, onları yeni baştan şerhü-îzah ederken, heyecanlanırdı. O heyecanlandıkça, uzak ve yakında oturan, yoldan gelip geçmekte olanlar da meraklanır, gelir kalabalığı arttırırlardı.
ve zavallı geliyordu bana. Makinede Allaha isyan ediş, mâzeret tanımayan, affetmiyen, miskinliği parçalıyan sistemli bir hırs görüyordum. Onda hiçbir duanın istop ettiremiyeceği bir kudret vardı. Bu kudret beni ürkek bir hayranlığa götürüyordu. Makineyi seviyordum. Makine, insan kolunun inkişâfı, insanın en namuslu dostu, yardımcısı, kölesiydi ama, makineden gene de korkuyordum.” (s. 50)6
Aradan zaman geçer ve ailenin maddî durumu gittikçe daha da kötüleşir. Başkişi babasının bir tanıdığı vasıtasıyla “Matbaatü- Haceriye” isimli bir matbaada, kağıt kesme makinesinde işe yerleştirilir. Makinenin hızla dönen kolu, başkişinin kollarına ellerine çarpar ve canının yanmasına sebep olur. Çalışmaya başlamadan önce uzun uzun dua eden başkişi, makineyi anlatırken, dinî inançları hakkında okuyucuya ipuçları verir. “...makinelerin olduğu yerde dualar pek zavallı kalıyordu. Muazzam volânların ve iniltili dev makinelerin santral dairesinde Allah, çiviye takılmış bir tülbent kadar âciz
Bereketli Topraklar Üzerinde’de roman boyunca, roman kişilerinin bir dilim ekmek için nelere katlandıkları, nasıl alçaldıkları, ne sefaletler yaşadıkları; aç ve hasta insanların yokluk içindeki yaşantıları, kişisel menfaatler için nelerin ayaklar altına alındığı etkileyici bir üslupla anlatılır. Bu bölüm anlatıcının ideolojik bakış açısıyla verilmiştir. Anlatıcı bu bölümde, romanın olay akışını keserek, bu
Orhan Kemal’in beşinci romanı olan Bereketli Topraklar Üzerinde’ de Orta Anadolu köylerinden, geçim derdi sebebiyle Çukurova tarlalarına ve fabrikalarına çalışmaya giden insanların ve onların şahsında bu iş kollarında çalışan işçi ve ırgatların öyküleri anlatılmaktadır. Roman boyunca, roman kişilerinin ve anlatıcının, zaman zaman din ve dinî konular hakkındaki konuşmaları ve araya girip yorum Kalabalığa bazan hahamlar, yaptıkları görülmektedir. Daha romanın ilk papazlar, bazan da hocalar karışırdı. sayfalarında başkişi Pehlivan Ali, uzun uzun Bin şu kadar seneden beri gökteki bulutlara baktıktan sonra, yol “Asıl gerçekçilik, asıl yurt incelene incelene imanı arkadaşları olan Köse Hasan ve severlik, içinde yaşadığı gevremiş meseleler tekrar İflâhsızın Yusuf’a, “Allahımız o toplumun bozuk düzenini tekrar ele alınır, nefesler bulutların ötebaşında mı?” (s. 8) görmek, bozukluğun tüketilir, saatler geçer, diye sorar. Yusuf ve Hasan bu nereden geldiğine akıl lâkin hiçbir sağlam kazığa sorunun cevabını bilmemekle bağlanamadan, gün aşar beraber, “Töbe estafurullah” diye erdirmek, sonra da bu giderdi.” (ss. 39-40) tepki gösterir ve susarlar. Bu roman bozuklukları ortadan kişilerinin hemen hemen hiçbir dinî kaldırmaya çalışmaktır.” Özellikle alıntılanan ikinci bilgisi yoktur. Bu kişiler, köylerindeki paragraftaki anlatım tarzı ve kızıl sakallı hocanın vaazlarında anlattığı dinî meselelere bakış şekli, yemek “yasak, haram, günah”lardan başka bir şey ekmek bulamayan insanların, kendi bilmedikleri gibi, “yasak, haram ve günah”ların açlıklarını ve sefilliklerini unutup hiçbir şeye gerçekten öyle olup olmadığını sorgulayacak yaramayan meseleleri konuşmasını yadırgayan bir bilinçten de yoksundurlar. üslupla kaleme alınmıştır. (5. madde)
6
Bu satırlar, Orhan Kemal ile Bursa Cezaevi’nde üç buçuk yıl beraber kalan ve Orhan Kemal’i roman ve hikâye yazmaya yönlendiren Nazım Hikmet’in “Makinalaşmak İstiyorum” isimli şiirini hatırlatmaktadır.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
sefaletin asıl sebebini, yani dinî düşünceden doğan tevekkül anlayışını, yani “o topluluğu uyuşturan afyon”u anlatır: “Kul acımaz bunlara, Allah acımaz. Allahın unuttuğu insanlardır bunlar!.. Peygamberler kitaplar dolusu sabır, tevekkül, kanaat getirmişlerdir bunlara. Hiçbir işe yaramayan, hiçbir işe yaramayacak olan sabır, tevekkül, kanaat!...” (s. 167) “...sonra, aç çocukların feryâdı göğe yükselir. Önemli değildir. Peygamberler Allah adına sabır getirmişlerdir ya, hiç önemli değildir aç çocukların göklere yükselen feryadı!... Ölseler bile ne? Öte dünya vardır, birer kuş olup uçacaklardır Cennet-i Âlâ’ya. Cennet-i Âlâ’da yağdan, baldan dağlar, sütten ırmaklar... Analar, bir deri bir kemik analar, kucaklarında açlıktan ölen yavrularına kana kana göz yaşı bile dökemezler. Peygamberler mi, hacılar hocalar mı öyle demiş: Allah verdi, Allah aldı. Kul ne ki Allahın iradesi karşısında? Ondan daha mı iyi bilecekler? Hikmetinden sual edilir mi? Yarın onlar, ellerinde bakraç bakraç Cennet-i Âlâ suları, analarını Cennet kapılarında bekleyecekler. Analar kucaklarında ölü ölüveren yavrularına ağlamamalı, sevinmelidirler. Bu yalan dünyada yaşayıp da günahların çeşitleriyle kirleneceklerine, henüz günah çağına varmadan ölerek Cennet’e uçmuşlardır kuş gibi. Allahın sevgili kullarıdır onlar!... (ss.167-168) Sefalet içinde yaşam mücadelesi veren insanlara, çocukları ölen ana babalara, alıntılanan cümlelerdeki gibi öğütler veren din adamlarının olduğu mutlaka bir gerçektir. Dinin kendisini ve dinle ilgili unsurları insanları uyuşturmak, sömürü sistemini devam ettirmek için kullanan –sözüm ona- din adamlarının olduğu da, dini kendisine anlatıldığı gibi sanan insanların varlığı da bir gerçektir. (2,4,6,8. maddeler) Bütün bu perişanlıkları yaşayan ve yine de tevekkülden geri kalmayan bu ırgatlar, çalışacakları köylere doğru yaya olarak götürülürler. “Buna da şükür’dür gene de. Kitap öyle söylemiştir. Şükredecek, kendinden yukardakine değil, aşağıdakine bakacaksın, bakacaksın, gene bakacaksın, sonra gene. Her baktıkça da şükredeceksin!” (s. 169) Romanın ilerleyen sayfalarında kendinden aşağıdakilere bakıp şükredenlerle kendinden aşağıda bakacak kimse
göremeyip yukarıdakine baktıktan sonra isyan edenlerin veya sürünmeye devam edenlerin öyküleri anlatılmaya devam eder. (…) Orhan Kemal, bütün insanların daha iyi bir dünyada, daha mutlu, daha insanca yaşamak istediklerini, bütün sistemlerin de insanlara daha iyi bir hayat sağlamak için ortaya çıktıklarını, hırsızın bile daha iyi yaşamak için çaldığını, dinin de aynı amacı güttüğünü, bunu başaramayınca da kuru bir öte dünya vaat ettiğini söyler. Onun bu görüşlerini yukarıda alıntılamıştık. Bu düşüncelere sahip olan Orhan Kemal’in, dinden pozitif yönde bir beklentisi olmasını beklememek gerekir. Zaten Orhan Kemal’in benimsediği dünya görüşü de dine “halkı uyuşturan bir afyon” gözüyle bakmaktadır. Nitekim Orhan Kemal’in romanları üzerine yapılan bir araştırmada şöyle denilmektedir: “İncelediğimiz romanlarda, din, namus gibi değerler hep çözülmeler, sapmalar, yozlaşmalar içinde yansır. Bu romanlarda dindar görünenler namussuzca işler yaparlar. Şahısların çoğu ya savruldukları ekmek kavgasında, ya tutuldukları sınıf atlama mücadelesinde bu iki
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
değerle sağlıklı bir ilişki kuramazlar. Bozuk ekonomik yapı, bu değerleri yozlaştırmış veya kendi sistemini oturtmak için kullanmıştır. (...) Din, gelenekler, aşk, namus gibi değerler toplumdaki mevcut halleriyle işçi sınıfının hayatını olumsuz etkileyen olgulardır. İşçi sınıfı, oluşumunu hazırlarken bu kayıtlardan kurtulmalıdır. Çünkü, Marksizm’e göre bozuk bir sosyal düzende, bu tür moral değerler de burjuvanın hizmetindedir veya onlar her değeri kendilerine çıkar kotarmak, işçi sınıfı üzerinde baskı kurmak için kullanırlar. Sanatı ekonomik yapıyla dolaysız ilişkilendiren Marx, onu üstyapı kurumunun bir parçası sayar. Dolayısıyla hedeflerinden biri “toplumsallaştırmak” olan Marksist sanat, burjuva kültüründen kurtulmayı şart sayar.”7 Necdet Subaşı’ya göre, Türkiye’deki solcu aydının dili “birlikte düşünmeyi kışkırtmayan, bu nedenle sesli düşünme payı taşımayan, nihai bilgiye daima vakıf olduğu iddiasında, birlikte “aydınlanmacı” değil hep “aydınlatıcı” bir dildir.”8 Bir aydın hareketi olarak ortaya çıkan Türk solu, İslâm tarihinden kendisine dayanak teşkil edecek temellerden yoksundur. Çünkü İslâm toplumu, Batı toplumunun gelişme modelinden ayrı bir seyir takip etmiş, feodalite ve kapitalizm aşamalarından geçmemiştir. Dolayısıyla kapitalist gelişmenin olmadığı bir toplumda da sosyalizmin gerçek maddî ve toplumsal bir hareket olarak ortaya çıkması da beklenmemelidir.9 Türk solu, hemen hemen bütün dönemlerinde başka ülkelerden esinlenmişlerdir. Uzun bir süredir modernleşme çabası içinde yönünü Batı’ya çevirmiş olan Türkiye’de, bu durum yadırganmamalıdır. Dine ilişkin düşüncelerini Avrupa din tarihinden ya da kadim dinlerden alan Marksistler, Avrupa’da anlaşıldığı biçimiyle din kavramından temelde farklı bir şey olan ve gerçekte insanlığın dinî bilincinin mükemmelliğe erişerek tamamlanması olan İslâm’a eleştirilerde bulunmaktadırlar. Solcu aydınlara göre, egemen sınıfların egemenlik aracı olan din, toplumsal değişmeye karşı
güçlü bir fren teşkil etmektedir. Marx onu, insanoğlunun ıstırabının bir ifadesi ve bu ıstırabı hafifletme çabası olarak değerlendirmişse de, “halkın afyonu” formülüyle ortaya attığı yorumun, izleyicilerini derinden etkilemiştir ve dolayısıyla bu izleyiciler arasında dine önem verenlerin sayıları çok azdır.10 Özellikle Bereketli Topraklar Üzerinde romanında ağaların kendilerini alıp tarlalarında çalıştırması için güneş ve yağmur altında bekleşen insanların kaderlerine boyun eğmelerinin, içinde bulundukları sömürü ortamını sorgulayamamalarının ve sömürülmelerinin devam etmesinin temelinde, din tarafından uyuşturulmuş olmaları yatmaktadır. Bu insanlar, İslâm inancında gerçekten olup olmadığını, varsa nasıl bir tevekkül anlayışı olduğunu dahi bilmedikleri bir imanla kaderlerine boyun eğmişlerdir. Halbuki, bu tür bir tevekkül anlayışına İslâmcı bir şair olarak tanınan Mehmet Akif de karşı çıkmaktadır. Orhan Kemal’in romanlarında görülen din ve dinle ilgili kavramlar ve uygulamalar, Necdet Subaşı’nın iddialarını doğrular niteliktedir. Zengin işadamlarının, büyük toprak sahiplerinin dindar görünmeleri sadece teşrik-i mesaide bulundukları 10
7
Mehmet NARLI, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, KB Yay., Ankara 2002, s. 344. 8 Necdet SUBAŞI, Türk Aydınının Din Anlayışı, YKY, İstanbul 1996, s. 153 9 Necdet SUBAŞI, A.g.e., s. 154.
Necdet SUBAŞI, A.g.e., s. 156. Subaşı’na göre, solcu aydın, Türk toplumunun kimliğini oluşturduğu iddiasına dayalı olarak dini tanımlamakla birlikte, onu kendi kökenleri içinde tanıyarak değerlendirme konusunda oryantalist malzemenin sunduğu subjektifliği aşmayı henüz başarabilmiş değildir.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
insanlar üzerinde güven tesis etmek, onları rahatça sömürmeye devam edebilmek içindir. Kanlı Topraklar’daki fabrikatör Nedim Ağa, sebze-meyve komisyoncusu Haydar, daha sonra Topal Nuri bu karakteri sergileyen birer roman kişisidir. Gerek Baba Evi romanındaki babanın evladına verdiği din eğitimi ve gerekse Hanımın Çiftliği romanında Kabak Hâfız’ın bir geriye kırılmayla hatırladığı İstanbul’da medrese talebeliği sırasındaki din eğitimi, bir insana dinin ne olduğunun öğretilmesinden tamamen uzaktır. Kabak Hâfız’ın medresede “ders-i âm” olan hocasının talebeleriyle olan münasebeti, cizvit papazlarının rahip adayı öğrencilerle olan ilişkilerinden farksızdır. Bu düşünce Marksist bir aydının yeryüzündeki bütün dinleri ortaçağ Avrupa’sındaki hristiyanlığın özelliklerine sahip görmesinden kaynaklanmaktadır. Romanlarda dinin emirlerine muhatap olan insanların hiçbiri doğru dürüst bir din eğitimi almamıştır. Bereketli Topraklar Üzerinde romanında olduğu gibi, hepsi kulaktan dolma bilgilere sahiptir ve duyduklarının gerçek olup olmadığını sorgulayacak bilinçten de yoksundurlar. Dinî bir eğitim almış Kabak Hâfız gibi kimseler ya da din adamları ise dinî bilgileri ve genel olarak din kurumunu kendi bireysel çıkarları için kullanırlar. Orhan Kemal’in din adamlarına bakışı, üç ayrı romanda okuyucu karşısına çıkan Kabak Hâfız’ın şahsında görünmektedir. Yazar, Kabak Hâfız’ı okuyucuyu tiksindirecek tarzda resmeder. Kabak Hâfız, yiyeceklerin en iyisini yemek, içkinin en kalitelisini içmek, fırsatını buldukça önüne çıkan her kadınla beraber olmaktan başka bir düşüncesi olmayan bir insandır. Bu amaçlarına ulaşmak için dini bütün bir insan, ulu bir din adamı rolünü ustalıkla oynar ve bunda da çoğunlukla başarılıdır. Foyasının meydana çıktığı zamanlarda ise mekân değiştirir. Kabak Hâfız gibi din adamları, birtakım hurafelerin ve batıl inanışların insanlar arasında din gibi algılanmasına neden olmaktadır. Kendileri asla inanmadıkları halde, muska yazmaları, sihir yapmaları vs. hurafeleri devam ettirmeleri yalnızca kişisel çıkarları içindir. Hanımın Çiftliği romanında Kabak Hâfız’a, zengin toprak sahibi ağalar veya onların kâhyaları (ırgatbaşı) tarafından, sabah ezanını normal
zamanından bir saat daha erken okuması hususunda istekte bulunulur. Bu arzuyu memnuniyetle yerine getiren Kabak Hâfız’ın şahsında bütün din adamları; ezenin, sömürenin yardımcısı, daha doğrusu onun bir vasıtası durumuna gelmektedir. Çünkü sabah ezanı bir saat erken okununca, ırgatlar da bir saat daha fazla çalışmakta, böylece ağalar işgücünden kazanmaktadırlar. Kabak Hâfız’ın şahsında genelde din adamlarına, özelde ise yalnızca Kabak Hâfız’a acımasız eleştirilerde bulunan, onun gerçek yüzünü anlayan Muzaffer Bey isimli roman kişisi, aynı zamanda Atatürkçü düşünceye sahip bir insandır. Sahtekâr dindarlar sebebiyle devrimlerin tehlikeye düşeceğinden korkmaktadır. Aynı kişi diğer taraftan, yeğeninin evleneceği kızı onun elinden alan, tarlalarında çalışan köylü kadınları gerekirse zor kullanarak kocalarının yanından alıp yatak odasına götüren, köylülerin ekip biçtiği toprakları ellerinden alan, kazandığı paraları Avrupa’daki sefahat âlemlerinde harcayan bir kişi olarak tanıtılmaktadır. Bu durumda, samimî bir Atatürkçü portresiyle karşılaşılmamaktadır. Muzaffer Bey de; Kabak Hâfız’ın dini, çıkarları için kullanması gibi, devrimleri ve partiyi kullanıyor denilebilir. Nitekim, kendi çıkarlarının muhalefet partisi saflarında olduğunu anladığında hemen gidip üye olur. Muzaffer Bey’in iktidarda bulunan ve başlangıçta kendisinin de desteklediği partiyi, muhalefet partisinin elinde bir silah olarak bulunan “din”i, iktidardaki partinin de kullanmasına karşı çıkması; dinin yalnızca devrimci devlete yardımcı olduğu müddetçe yaşatılması gibi düşünceleri; Üç Kağıtçı romanında da milletvekili adayı Kudret Yanardağ’ın, romanın pek çok yerinde seçim propagandası konuşmalarında sürekli dinsel motifleri kullanması ve hatta “hilâfeti bile geri getirme” gibi cüretkâr sözler sarf etmesi “din”in devlet ve hükümet elinde de bir hükümranlık silahı olarak kullanıldığını göstermektedir. Bu durumda din, asla moral bir değer değil, yalnızca bir sömürü vasıtasıdır. Hizmetini tamamlayan din ise bastırılması gereken bir sistem olmaktadır. İnsanlar kendilerini dindar görünümleriyle aldatan toprak ağalarının, işadamlarının ve Kabak Hâfız gibi din adamlarının elinde sadece bir oyuncak
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
olmaktan başka bir şey değildir. Bunlar, çoğu zaman, acınası hallerinin farkında bile değildir. Dinî bilgileri ya çok az, ya da hiç yoktur. Hanımın Çiftliği’nde olduğu gibi din adına yapılan kışkırtmalara kolayca kanarlar. Başlarına gelen bütün felaketleri, sıkıntıları; yaşadıkları sefaleti, açlıklarını, yokluklarını sadece “kader” olarak yorumlar ve öte dünyanın mutluluklarıyla avunurlar. Kendilerini din adına, dini vasıta ederek sömürenlerin gerçek yüzlerini ya göremezler ya da hiç fark edemezler. Çoğu zaman onları Allah’ın sevgili kulları olarak görürler. Gerçekleri fark edenlerse, ya korkarak seslerini çıkaramazlar ya ağızlarına çalınan bir parmak bala kanarak susar, ya da onlardan öğrendikleriyle, Kantarcı Mustafa gibi, aynı yolun yolcusu olur; ama bunu da başaramazlar. Topal Eskici gibi bazı roman kişileriyse, içinde bulundukları bütün olumsuzlukların müsebbibi olarak Allah’ı görür. Allah’a şüphesiz olarak inanmaktadırlar. Fakat isyan ettiklerinde sarf ettikleri cümleler, alışılagelmiş “Allah” kavramıyla uyuşmaz. Adeta Allah, yoksullara zulmeden bir diktatördür. “Gerçekte var olan Allah, kuluna zulmetmez. Eğer, her şeye gücü yetiyorsa bu insanları, niçin bu perişanlıktan kurtarmamaktadır?” sorusu satır aralarına gizlenmiş ve cevabı okuyucuya bırakılmıştır. Vukuat Var’da Ramazan’ın kendi çirkinliği ve çelimsizliği, dayısı gibi yiğit bir adam olamayışı sebebiyle isyan etmesi ve Allah’ın kudretini sorgulaması; Berber Reşit’in karısının, çok sevdiği koyununun ölmesi nedeniyle Allah’ı sorgulaması; Güllü’nün “gerdek gecesi kızların acı çekmesi sebebiyle Allah’ın kızlara düşman olduğu”nu düşünmesi gibi örneklere bakılırsa, bu romanlardaki “Allah’a bakış”, Yunan mitolojisindeki “Zeus’a bakış” gibidir. Kanlı Topraklar’da Topal Nuri’nin Allah’a küfrettiğinde, tuvalete ekmekle gittiğinde ve ekmeği tuvalet deliğine attığında çarpılmayı beklemesi, ve çarpılmayınca da “Acaba Allah yok mu?” diye sorması, hep cezalandıran, yok eden bir Tanrı anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu bakış, İslâm’ın kendisinde olan bir “Allah” anlayışı mı yoksa Batılı bir “Tanrı” anlayışı mıdır? Görünen odur ki, Orhan Kemal’in romanlarında anlatıcının okuyucusuna gösterdiği “Allah”, Türk toplumunun inandığı İslâm dininin temel kaynaklarında anlatılan
“esirgeyen, bağışlayan, merhameti bol, zulmetmeyen bir Allah” değildir. Romanlarda dinin kendisinin temel kaynaklarına bağlı din anlayışı yerine, “töre, gelenek, hurafe”ye dayanan, din olmadığı halde roman kişilerinin din zannettiği, -toplum içindeki pek çok insan gibi bir din anlayışı sergilenmektedir ki Marx’ın bir üst yapı kurumu olarak gördüğü baskı vasıtası “din” de aynı “din”dir. Bu din sebebiyle dinî duyguları istismar edilerek işçiler, köylüler yani emekçiler ezilmektedir. Yalancı Dünya romanında Kabak Hâfız’ın camideki vaazında kadınları “şeytan-ı lâin” olarak göstermesinin temelinde de, kadınların ezilmesinin müsebbibi olarak dini görme ve gösterme düşüncesi yatmaktadır. Bir eleştiride olumsuzlamanın olması doğaldır. Eleştiriyi yapan, olumsuzladığı olgu ve kişilerin (din ve din adamı gibi) yerine hiçbir şey koymuyorsa bu durumda olumsuzlanan kişi ve olguların tamamen ortadan kaldırılmasını, problemlerin çözümü için bir merhale olarak görüyor demektir. Neticede eğer din ve dinsel olgular kitleleri uyuşturan bir afyonsa, o zaman bu kitleleri uyandırmak, kendine getirmek için sebebi yani ortadan kaldırmak ya da olabildiğince pasifize etmek gerekmektedir. Nitekim yukarıda, Orhan Kemal’in bu düşüncemizi destekler nitelikte olan “Asıl yurtseverlik, içinde yaşadığı toplumun bozuk düzenini görmek, bozukluğun nereden geldiğine akıl erdirmek, sonra da bu bozuklukları ortadan kaldırmaya çalışmaktır.” şeklindeki cümlelerini alıntılamıştık. Orhan Kemal, sanatında, sahip olduğu ideolojinin görüşleri doğrultusunda bir yol izlemiştir. Halkının ıstıraplarının tek kaynağı olarak değil; fakat sebeplerinden biri olarak dini göstermiştir. Saf ve temiz kalpli insanlar, inançları kullanılarak kolayca kandırılmakta ve sömürülmektedir. Okuyucusuna “senin inandığın sistem işte benim resmini çizdiğim bu fenalıklar yumağıdır, senin felaketinin sebebi ve kaynağı senin din adını verdiğin, kaderim dediğin şeydir” mesajını vermektedir.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nâbi ve Orhan Kemal’de Sosyal Gerçekçilik Beyza ÖZKAN Türk edebiyatı, tarih boyunca çeşitli şekillerde edebî ürünler vermiş ve bu ürünlerin yaşadığı dönem içinde gördüğü izlenimlere aldığı tepkilere tanıklık etmiştir. Bir edebiyat eserini yapan unsur da zihniyettir. Zihniyetten kastedilen ise yaşanılan dönemin sosyal ve siyasî şartları, olayları, düşünce tarzı, yaşam biçimi ve diğer elemanlardır. Sosyal bir varlık olan birey, içinde yaşadığı toplumdan ayrı düşünülemez. Fakat Servet-i Fünûn şair ve yazarları, her ne kadar ‘’fildişi kuleler’’ içine kendilerini kapatmaya çalışsalar ya da İstanbul’dan kaçıp ‘’Yeşil Yurt’’ adıyla muhayyel bir hayat tasarımları kursalar da Fikret gibi kimi sanatçılar, yaşadığı dönemin olaylarına kayıtsız kalamamışlardır. Bu durum sadece Servet-i Fünûn Dergisi etrafında birleşen sanatçılarla sınırlı kalmamış, Divân edebiyatı şairlerinde de görülmüştür. 15.yüzyılda Şeyhî, Har-nâme isimli eseriyle dönemine ‘’boynuz ararken kulaktan olma’’ mesajını vererek dönemine ışık tutmuş, Nef’î ise dar bir kitleye hitap etmiş de olsa Sihâm-ı Kazâ isimli eseriyle döneminin padişahından paşalarına kadar, devrini de içine alarak döneminin sesini duyurmuştur. Nâbî de ‘’Hayriyye’’ ve ‘’Hayrâbâd’’ isimli eserleriyle kendi yaşadığı devirden ayrı düşmediğini göstermiştir. II.Meşrutiyet ve Cumhuriyet’e kadar olan dönemde dönemin aydınları, sanatçıları uyanmış ve ‘’dilde ve edebiyatta millî benliğe dönüş’’ ilkesini benimseyerek İstanbul dışından taşarak kendi döneminin gerçeklerini eserlerine almaya başlamışlardır. Cumhuriyet ile birlikte aydınlarımız ve sanatçılarımız, eserlerinde sosyal şartlara ışık tutmaya başlarlar. Orhan Kemal de bu söylediklerimizden payını alan sanatçılardan biri olma pâyesine ulaşır. Bu çalışmamda divân edebiyatında hikemî tarzın kurucusu olan Nâbî’nin iki önemli mesnevîsi ‘’Hayriyye’’ ve ‘’Hayrâbâd’’ isimli eseriyle Orhan Kemal’in belli başlı eserleri arasındaki sosyal gerçekçiliği çeşitli açılardan inceleyeceğim. Sanatçılarımızın sosyal gerçekçilik anlayışını sağlıklı bir şekilde incelemek, ‘’sosyal gerçekçilik’’ kavramının içinin sağlam bir şekilde doldurulmasına bağlıdır. Sosyal gerçekçilik, çoğu zaman eleştirel gerçeklik ile birlikte alınan bir kavramdır. Bu yüzden sosyal gerçeklik ile beraber tanımlanması yerinde olacaktır. Sosyal gerçeklik, sanatçıyı toplumsal bir varlık olarak gören, sanatçının fiziksel ve düşünsel her türlü gelişimini tarihsel bir süreç içinde izleyen, sanatçının oluşturduğu sanatsal ürünü de
toplumsal yaratı olarak kabul eden bir anlayıştır. Fikret Uslucan, sosyal gerçeklik anlayışına şu açıdan yaklaşır: ‘’Sosyal gerçekçilik; bütün edebî türlerden ve roman türünden insanda toplumsal bilincin gelişim ve oluşum sürecini göstermesini bekler. Sosyal gerçekçi anlayış, edebî eserlerden; toplumu bilinçlendirme, bilinçlenmeyi devrimci bir dönüşüm doğrultusunda geliştirme işlevini bekler, edebî eserlere bu işlevi yükler.’’1 Sosyal gerçekliğin tamamlayıcısı olan eleştirel gerçekçilik ise sosyal gerçekçiliğe nazaran daha katı bir bakış açısına sahiptir. Şöyle ki, toplumsal bilincin oluşum ve gelişim sürecini beklemek bir yana dursun, toplumsal bakış açısına sahip olmayı ölçüt olarak kabul etmeyen, bunun yanında eleştirel gerçekçi anlayışla oluşturulan sanat eserlerinde tiplerin ya da karakterlerin yaratımında ve dahi sanat eserlerini oluşturacak olan malzemelerde nesnelliğin ihmal edilmemesini ileri süren anlayıştır. Eleştirel gerçekçilerde toplum, çatışan insan ve sınıf çıkarlarının bir savaş alanıdır. Bu savaş ve savaşın geçtiği fiziksel ve toplumsal çevreler gerçekçi yazarların çoğunun eserlerinde görülmektedir. Eleştirel gerçekçilik, anamalcı 1
USLUCAN, Fikret, Orhan Kemal’in Bazı Romanlarında Bir Eleştiri Unsuru Olarak Din, Turkish Studies/Türkoloji Dergisi 1, 2006, Sayı: 2, s.103
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ve kentsoylu yaşama biçiminin yırtıcılığına, insanı sömürüp tüketişine başkaldırır.2
etliye sütlüye karışmadan bir kenara çekilmeyi kabul etse de kendi yaşadığı döneme kayıtsız kalamamıştır. 17. yüzyılın istikrarsız ve gittikçe yıkılışa doğru yaklaşan Osmanlı Devleti’nin bu tablosu içinde yaşayan Nâbî, zaman zaman başa geçen dirayetli padişah ve sadrazamların başarıları karşısında sevinmiş, ancak devletin çözülen yapısını da günü gününe takip ederek başarısızlıkların sebeplerini eserlerinde ele almıştır.
Sosyal gerçekçi ve eleştirel gerçekçi anlayışla sanat eserlerini oluşturan sanatçılar, kendi gerçekçilik anlayışlarıyla ele aldıkları konuyu romanlarına aktarırken belirli bir dünya görüşüne dayandırırlar. Tipleştirme, karakter çizme; doğa, çevre ve eşya betimlemeleri hep bu doğrultuda olur. Romancılar, insanların toplumsal ilişkilerini belirleyen ve düzenleyen sebepleri eserlerinde Böyle bir ortam, Nâbî’nin edebî anlayışını büyük bir yansıtırken ne kadar yansız ve nesnel davranırlarsa ölçüde etkilemiştir. İçine kapanık bir kişiliğe sahip olması davransınlar; içinde soludukları toplumun aksayan, ve sanatçının imparatorluğun gerilemeye yüz tutmuş çürüyen yanlarına da parmak basmışlardır. Çünkü gerçekçi bunalımlı döneminde yaşıyor olması, onun edebî anlayışla romancılar, kahramanların kişiliklerini çizerken onların birlikte sosyal gerçekçilik yolunu tutmasına sebep olan düşünce ve davranışlarını yönlendirip biçimlendiren, önemli faktörleri oluşturur. Öyle ki, Nâbî hikemî şiir koşullandıran, toplumsal etkenleri de görmüş ve yolunu tutar. O, şiirin işlevini kişisel ve toplumsal 3 tanımışlardır. Yazımda söz konusu edeceğim Nâbî ve aksaklıkları okuyucuya göstererek okuyucuyu uyarmak, Orhan Kemal’i de sosyal ve eleştirel gerçekçilik etrafında doğru yola yöneltmek olarak görür. Bu amaçla da, çağın çeşitli açılardan incelemeye çalışacağım. Sosyal gerçekçilik bozuk düzenini de şiirlerinde ustalıkla yansıtır ve yerer. ve bununla birlikte ele aldığım eleştirel Dindar bir kişiliğe sahip olması, geniş bilgi, tecrübe ve gerçekçilik kavramlarından sonra Nâbî seziş gücünden kaynaklanan olgunlukla Nâbî, ve Orhan Kemal’i yaşadığı dönem insan ve toplum hakkındaki görüşlerini, İçine kapanık bir kişiliğe sahip içinde genel olarak ele alacak düşünce yanı ağır basan hikemî şiir olması ve sanatçının ardından eserlerini incelemeye atmosferi içinde vermiştir. 4 imparatorluğun gerilemeye geçeceğim. 17.yüzyıldan günümüze, 20.
yüz tutmuş bunalımlı
Nâbî, 17.yüzyılda yüzyıla, Cumhuriyet devrine, özel döneminde yaşıyor olması, yaşamış bir şair olarak manada Orhan Kemal’e bakalım. onun edebî anlayışla birlikte Osmanlı’nın gerileme Orhan Kemal’ı Orhan Kemal yapan da sosyal gerçekçilik yolunu dönemine şahitlik etmiş ve içinde yaşadığı zaman dilimi ve görüp tutmasına sebep olan önemli bunun yanında ekonomide, geçirdiği sosyal olaylardır. Bu bağlamda faktörleri oluşturur. ilimde, askerî teşkilatta, yönetici Cumhuriyet devrine genel bir bağlamda sınıfında, kısacası bütün devlet bakmakta fayda olacaktır fakat konumuz mekanizmasında artık kendisini iyiden Orhan Kemal olduğu için ve yazarımız, iyiye hissettiren bir ‘’çözülme’’yi yaşadığı Cumhuriyetin ikinci döneminde faaliyet dönem içinde görmüştür. 17.yüzyılda I.Ahmed başta gösterdiğinden Cumhuriyetin ikinci dönemine bir göz olmak üzere, I.Mustafa, II.Osman, IV.Murad ve birazdan atmak gerekecektir. doğum yılı ile birlikte zikrini edeceğimiz padişah Sultan Cumhuriyetin ikinci döneminde (Atatürk’ün İbrahim, IV.Mehmed, II.Süleyman, II.Ahmed ve II.Mustafa ölümünden sonra) devrimlerden ilkin ödünler verilmeye bu yüzyıla damgasını vuran önemli padişahlardandır. Bu başlanmış; daha sonra da, devrimler adım adım padişahlar zamanında pek çok sadrazam ve vezir baltalanmış ya da yozlaştırılmıştır. Cumhuriyet’in bu ikinci değişikliği, saray kadınlarının yönetime dâhil olması döneminde devrimlerden ödünler verilmesi üzerine, her sonucunda devlet kademesinde zaaflar meydana gelir. İçte zaman devrimci kalan sanatçılarla ödüncü iktidarlar görülen birtakım isyanlarla birlikte IV.Mehmed ile birlikte arasındaki bağlar büsbütün koptu. İktidarın geçici bir yükseliş devri yaşayan Osmanlı İmparatorluğu, koruyuculuğundan bütünüyle yoksun kalan sanatçıların bu padişahtan sonra bir parça düzelmeler görse de yine de artık kaybedecek herhangi bir nimet yoktu; fakat bunun gerilemekten kurtulamamıştır. 1642 yılında yani Sultan doğurduğu olumlu bir sonuç vardı: katlanmak zorunda İbrahim devrinde doğan şair, ömrünün ilerleyen kaldıkları yaşama sıkıntısına karşılık düşünce bağımsızlığını zamanlarında devlet yapısındaki çözülmeyi iyiden iyiye kazandılar; böylece, gözlemlerini sınırlama kaygısı hissedecek ve her ne kadar ‘’orta insan’’tipini tercih edip duymadan, gerçekçiliğin bütün olanaklarını kullandılar. 2 3
USLUCAN, Fikret, a.g.m, s.102 USLUCAN, Fikret, a.g.m, s.102
4
MENGİ, Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara,2013, s.216
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Devrimlerden ödün verilmesi, halkın kendi karanlık alınyazısıyla baş başa bırakılması, hatta onun bilgisizliğinin bir oy ve çıkar kaynağı olarak görülmesi, birçok sanatçının dikkatlerinin toplumsal olaylara yönelmesine yol açtı; sanatçılar, politika ve bilim adamlarının yapması gereken işi de üzerlerine alarak toplum sorunlarına ışık tutmaya, ülkenin ve halkın acı gerçeklerini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sererek ulusu uyarmaya çalıştılar; bu yüzden işinden olarak geçim darlığına düşme, hapse atılma, sürülme gibi eylemlerle sık sık karşılaştılar; ne var ki bu yoldaki yersiz tutumlar da, sanatçıların görgü ve deneyimlerini artırmada yardımcı oldu, eserlerine zengin malzeme hazırladı; denilebilir ki, hapishane, onlar için toplumsal gözlem okulu oldu. İktidar koruyuculuğundan yoksun kalan ve elindeki kaleminden başka geçim aracı bulunmayan yeni sanatçı, halkın desteğini kazanmaya çalıştı; böylece edebiyat, Batı ülkelerinde olduğu gibi, ikinci iş olmaktan çıkıp, halkça tutulan sanatçılar için başlı başına bir uğraş haline geldi. 5 Orhan Kemal de bu ortamda yetişmiş bir yazar olarak yaşadığı dönemin şartlarından payını almış bir yazardır. Adana’da doğup büyüyen yazar, Kayseri, Adana, Bursa cezaevlerinde yatmış ve orada da eserlerine malzeme toplama imkânı bulmuştur. Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’in de yardımıyla, kültür ve sanat bilgisini geliştirmiştir. Çeşitli işlere girip dikiş tutturmaya çalışmış, çeşitli dergilerde çıkan hikâyeleri ve basılan ilk romanları ile sanat çevresinde ilgi çektiği için, hayatını kazanmak düşüncesiyle İstanbul’a gitmiştir. İstanbul’da çeşitli dergilerde basılan hikâyeleri; gazetelerde tefrika edildikten sonra kitap hâline getirilen romanları; ayrıca, yazdığı film senaryoları ile geçimini sağlamaya çalışan yazar; para sıkıntısı çektiğini bilen yayınevleri tarafından hayatı boyunca sömürülmüştür.
5
SOLOK, Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman III, İnkılâp Kitabevi, s.15-16
Yazarın yaşadığı bu hayat onun eserlerindeki tavrını etkilemiş ve Orhan Kemal’i toplumun sesini duyuran, eserlerini toplum için veren bir sanatçı olarak var etmiştir. Orhan Kemal, yakından tanıdığı Adana çevresindeki tarım köylüsü ve dokuma fabrikalarında çalışan işçilerin romancısı olmanın yanında gecekondulara yerleşerek büyük şehir yaşayışına uyma çabaları, eserlerinde kendine geniş bir yer bulur. Eserlerinde yer verdiği insanların bu şartlara mahkûm oluşlarının sebeplerini, şartları ortadan kaldırmanın imkânlarını da iyi insan davranışlarında aramıştır. Anlattığı insanlar sıradan insanlar değildir, onlar iyice ezilmiş, kurtuluş umutları kalmamış, zavallı kişilerdir. Orhan Kemal, böylesine kişilerin hikâyelerini kendi gerçeklikleri içinde verirken de mutlaka bir tür iyimserlik daima bulundurur. İyimserliğinin halkı yakından, çok iyi tanımaktan, kendisini halkın parçası görmekten doğduğunu söyleyen Orhan Kemal, en kötü insanın içinde bile iyi bir yanı bulunduğunu belirterek kendisinin insanları çok kalın çizgilerle iyi ve kötü diye ayıranlardan farkını da dile getirir. Orhan Kemal, kahramanlarını konuştururken ağız taklitlerine başvurur. Bu tutumunu gerçeklik açısından savunmasına rağmen, bu ağız özelliklerini bilmeyenlerin o kişilerdeki insan tipolojisini anlaması mümkün değildir. Bu bakımdan ağız taklitleri Orhan Kemal’in kahramanlarını bir anlamda okuyucudan uzaklaştırmıştır. Nâbî ve Orhan Kemal’in yaşadıkları zaman zarfı ve yaşadıkları zamanın şekillendirmiş olduğu kişilikleri ve edinmiş oldukları üsluplar verilmiş olduğuna göre yazımın başında adını anmış olduğum ‘’Hayriyye’’ ve devamı niteliğinde olan ‘’Hayrâbâd’’ isimli eserler ile Orhan Kemal’in vermek üzere olacağım kimi eserlerini hareket noktası belirleyerek sosyal gerçekçilik incelemesine başlamak istiyorum. Adı geçen eserlerde sosyal gerçekçiliği sağlıklı bir biçimde incelemek, sağlam bir plana dayalıdır. Öncelikli olarak sosyal gerçekliğin yansıtıldığı sanat eserinin yazılmasındaki amaç ve bunun yansıtıldığı sanat eserinde yer alan kişilere bakılacak; ardından sosyal gerçekçiliği oluşturan zaman, mekân, sosyal gerçekçiliğin verilmesinde kullanılan üslup ve son olarak sanatçının emrinde olan sosyal gerçekçilik amacıyla kaleme alınmış sanat eserinin vermek istediği mesaj bağlamında yazarların eserler bazında sosyal gerçekçilik anlayışları ele alınacaktır. Nâbî, eseri ‘’Hayriyye’’ yi yazma amacını sebeb-i telif kısmında şöyle açıklamaktadır: ‘’Sen âlim bir ailenin çocuğusun. Sende kötü huylardan eser yoktur. Bende olan bütün özellikler, güzellikler sende de vardır. Sende utanma, görgü yaratılıştan vardır. Babanın nefesi evlat üzerinde etkilidir. Sana, kulağına küpe olsun diye gönül madeninden
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
çıkardığım incileri nazım ipliğine dizdim.’’der ve altı beyitlik bir nazım ipliği sunar okuyucunun karşısına: Lîk ol ma’nâya ki enfâs-ı peder Eyler evlâdına te’sîr ekser İtmek içün saña âvîze-i gûş Olmag içün saña sermâye-i hûş Kâviş-i tişe-i endîşe ile Kâvgâr-ı kalem-i tîşe ile Çıkarup ma’den-i dilden yekser Rişte-i nazma çeküp tâze güher Eyledüm nazm-ı nasîhat takrîr Ki ide dîde-i idrâki karîr Kisve-i nazma kodukda hâme Eyledüm nâmını Hayrî- nâme6 Bu beyitlerden hareketle eserin yazılış amacı ve seslendiği hedef de kendini belli etmektedir. Baba olan Nâbî, oğluna gönlünden çıkardığı sözcükleri nazma dizmiş ve kendi devrinin panoramik görüntüsünü oğluna aktarmayı amaçlamıştır. Nâbî’nin amacı, oğlunu ve dahi devrinin insanlarını kötü huylardan uzak tutmak ve eserinde ele aldığı konuları halkına ve oğluna aydınlatmaktır. Orhan Kemal ise eserlerinde sosyal eleştiriyi verirken şöyle bir amaç güder. Birçok yazara yöneltilen ‘’Sanat endişesiyle mi yoksa sosyal endişe ile mi yazarsınız?’’ sorusuna şöyle cevap vermektedir: ‘’Bu iki endişe birbirinden ayrılmaz bir bütündür. (…) Sanatçı, sosyal endişelerini sanat yoluyla belirten insandır. ‘’7diyerek yazarımızdan eserlerini yazarken gütmüş olduğu amacı öğrenmiş oluyoruz. Nitekim Orhan Kemal’in yazmış olduğu ‘’Bereketli Topraklar Üzerinde’’ isimli eser, sosyal gerçekliğin insan gerçekliğiyle uyumlu bir şekilde verildiği eserdir. İnsanların idealize edilmeden içinde yaşadıkları şartlarla bağlantılı olarak ele alınışı ve ayrıntıların ustalıkla değerlendirilişi, yazarın eserinde vermek istediği sosyal gerçekliği başarıyla vermesine imkân sağlamıştır. Nâbî, eserlerinde sosyal gerçekliği verdiği kişi kadrosu olarak tarikat şeyhlerini, âyânları, kazaskerleri ve sadrazamları, paşaları, kadıları ve kassâmları, eminleri ve tevliyet makamındakileri almıştır. Orhan Kemal’in de 6
Nâbî’nin sözü edilen eseri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Pala, İskender, Hayriyye, Kapı yay., 2017. 7 SOLOK, Cevdet Kudret, a.g.e., s.236
eserlerinde oluşturduğu kişi kadrosu da işçi, ırgat, küçük memur, işsiz, dilenci, bekçi, çöpçü, işportacı, mahpus, gardiyan, odacı, köylü, hamal, şoför vb. dir. Bunlar hep yoksul, ezilmiş kişilerdir. Arka Sokak adlı kitabı dolayısıyla yargılanırken yargıç, ‘’Konularını neden hep fakir fukaradan, işçilerden aldığını; Türkiye’de varlıklı insanların, iyi yaşayanların olup olmadığını’’ sorduğunda, yazar: ‘’Ben gerçekçi yazarım. En iyi bildiğim konuları alırım. Varlıklı yurttaşların yaşayışlarını bilmiyorum, nasıl yaşadıklarından haberim yok.’’ demişti. Onun eserlerinin çoğu, ekmek peşinde koşan insanların serüvenleri üzerine kurulmuştur. Kitaplardan ikisine, Ekmek Kavgası ve Önce Ekmek adlarını vermesi de anlamlıdır. İki yazar hakkında verdiğimiz sosyal gerçekçiliğin kişi bakımından nasıl ele alındığına baktığımızda kişilerin ele alınışında, kişi kadrolarının oluşumunda zaman ve mekân faktörü önemli rol oynamaktadır. Yazarlar, yaşadıkları zaman ve mekândan ayrı düşünülemezler. Bundan dolayıdır ki Orhan Kemal, varlıklı insanların yaşayışlarını bilmediği için varlıklı insanları kişi kadrosuna dahil etmemiş, kendi yaşadığı çevresinin insanlarını ele almıştır. Adana ve hayatını geçirdiği diğer yerler – mahpus hayatında, sürgün hayatında yaşamını sürdürdüğü yerler vs.- onun eserlerinin kişi kadrosuna malzeme olmuştur. Cumhuriyet döneminde eserlerini veren Orhan Kemal yanında bir de 17.yüzyılda, Osmanlı’nın gerilemeye yüz tuttuğu bir zaman diliminde Nâbî de saray çevresinde, İstanbul’da bulunduğu için onun eserlerinin kişi kadrosunu din ve devlet büyükleri oluşturmuştur. Buradan anlıyoruz ki eserlerdeki sosyal gerçekliğin oluşmasında zaman, mekân kadar kişiler de önemli yer tutmaktadır. Eserlerde sosyal gerçekliğin ele alınmasında yazımızın başından beri zikrettiğimiz unsurlar bir yana, sanatçının kullanmış olduğu üslup ve sanatçının vermek
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
istediği mesaj da kendine etkin bir yer edinir. Sosyal gerçekliğin verilmek istediği eserlerde sanatçı, toplum adına kendini sorumlu bulduğundan dil bakımından daha açık olmalıdır. Orhan Kemal de eserlerinde açık, yalın bir üslup kullanma yoluna gitmiş; fakat yer verdiği kişi kadrosundaki kahramanları yörenin ağız özellikleri ile konuşturmuştur. Orhan Kemal, ağız taklitlerine yer vermesini şöyle açıklamaktadır:
Nâbî ise yazdığı iki mesnevî ile başta oğlu olmak üzere yetişme çağındaki bütün çocuklara seslenerek devrine karşı duyarlı olmalarını ve eserinde yarattığı tipi telkin ederek onları kendi yoluna çekmeye çabalamıştır.
17.yüzyıl şairlerinden Nâbî ve Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önemli yazarlarından Orhan Kemal’in eserleri bazında incelemeye çalıştığımız sosyal gerçekçilik, yazarın belirlediği amaç ve bu gerçekçiliğin yansıtıldığı kişi ‘’Siz sosyal kanunlarla uğraşan bir yazarsanız ve kadroları, kişileri de ayrı düşünemediğimiz zaman ve yazdığınız hikâye yahut romanda bir çeşit röportaj demek mekân, sosyal gerçekliğin verilmesinde etkili olan üslup ve olan usulle çalışıyorsanız… Yani tiplerinizin ruh tahlillerini verilmek istenen mesaj bağlamında ele alınmaya siz değil, bizzat kendilerine yaptırmak istiyor, bunun çalışılmıştır. Her iki yazar kendi dönemleri içinde için de muhâverenin diyalektiğine değerlendirildiğinde; ikisi de yaşadığı devri başvuruyorsanız, şive farkını eserlerinde aksettirmiş, yaşayış şekilleri muhafazaya mecbursunuz. (…) Yazar bakımından farklar taşısalar ve kişi İki yazar da yaşadığı devri olarak kendimi aradan çekip kadroları, yaşadıkları zaman dilimi ve eserlerinde aksettirmiş, okuyucumu anlattığım şeylerle mekânlar bakımından değişik baş başa bırakıyorum. (…) yerlerde olsalar da bu kişi yaşadıkları zaman dilimi ve Şiveyi yazar yapmıyor, tipleri kadroları aracılığıyla yazarların mekânlar bakımından değişik yapıyor. (…) Aksi hâlde tipler toplum içinde yaptıkları yerlerde olsalar da kişi arasındaki özellik kaybolur; gözlemler, gözlerine çarpan kadroları aracılığıyla toplum bütün tipleri aynı dille, yazarın aksaklıklar verilmeye çalışılmıştır. içinde yaptıkları gözlemleri diliyle konuşur ki bu Kullandıkları üslup da açık, sade 8 yalancılıktır. ‘’ diyerek ve anlaşılır olsa da iki yazarın eserlerine yansıtmıştır. eserlerinde ağız özelliklerini seslendiği kitle bakımından kullanmanın önemine değinir ki bu ayrılmaktadır. Nâbî, çocuklara durum Orhan Kemal’in sosyal gerçeklik seslenmiş, Orhan Kemal ise fakir fukara anlayışını daha iyi anlamak adına önemli bir halka ve ekmeğini kazanma derdinde olanlara husustur. seslenmiştir. Böylelikle her iki yazar da sosyal gerçekliklerini kendi pencerelerinden vermeye çalışmış ve Nâbî, ‘’Hayriyye’’ ve onun devamı olan devirlerine böylesine nitelikli ve yetkin eserler ‘’Hayrâbâd’’isimli eserlerindeki üsluplara, yazar tarafından bırakmışlardır. titizlikle özen gösterilmiştir. Eser, yedi yaşındaki oğlu ile yetişme çağındaki gençler muhatap alınarak yazılmış bir nasihat kitabıdır. Eserin muhatap alınan kesim tarafından anlaşılacak bir dil ve anlatım özelliğine sahip olduğu söylenebilir. Nâbî bu konuda gerçekten titiz davranmış, eserin anlaşılmasını güçleştirmek dil ve anlatım ağırlığına genellikle yer vermemiştir. Eserin başındaki ‘’hamd’’ ve ‘’tevhid’’ kısmında dilin ikili, üçlü terkiplerle anlamı zor çözülebilir bir durumda olduğunu söylemek mümkündür. Dinî konuların işlendiği bu bölümlerde üslubun ağırlaşacağı kaçınılmaz bir gerçektir. Oğluna hitap kısımlarında da dilin ağırlaştığını belirtelim. Sosyal gerçekçiliğin ele alındığı eserlerde verilmek istenen mesaj aslında hemen hemen birleşmektedir. Topluma yaşadıkları devrin kötü yanlarını çarpıcı bir şekilde göstererek onları uyandırmak ve aydınlatmaktır. Orhan Kemal de yazdığı eserlerde yarattığı kişi kadrosu ve sağladığı kurguyla toplumunu uyandırmayı amaçlamış; 8
SOLOK, Cevdet Kudret,a.g.e, s.237-238
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Beni çoğunlukla gündüzleri sokakta görürler. Ben devamlı bir yerlere giderim. Bir yerlere uğrar, bir yerlerden bir yerlere göçer dururum. Yıllardır her sabah, yaz demez, kış demez, sabahın dördünde kalkarım yataktan. Ve sabah dokuza kadar yazımı yazarım. Sonra sokağa çıkarım, İkbal'e uğrar kahvemi içerim. Yazmak için yaşamak, duymak, halkı algılamak gerekir. Bir yazı için çok gereklidir halkın içinde kalabilmek. Ve halkın değişimini algılamak. Eskimemek için. Hatta değişimi yakalamak, bu değişimin dışına düşmemek gerekmektedir. Ve bunun ötesinde bir yazar olarak yaşamın günü gününe sürer gider. Her gün çalışmak, her gün yazmak, her gün boğuşmak gerekir ekmekle. Bu ara halktan yana olduğum için de çok güç bir fatura ödetirler.”
Orhan Kemal
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orhan Kemal’den Fikret Otyam’a Mektup İstanbul, 19 Ekim 1961
Sevgili Fikret, Dört gözle beklediğim mektubun nihayet geldi. Hemen cevaplıyorum:
Oyunu, formalitesini tamamlayıp verdiğin iyi olmuş, sağ ol. Şehir Tiyatrosu’nun raporu çok, ama çok müspet. Geçen gün Zihni Küçümen’le konuştum. Dehşetli beğendiğini söyledi. Hele diyaloglar, diyor. Ben işin farkındayım a, gene de ko ‘’edebî heyet’’ine. Dünyanın en kafasız kuralları hemen hemen bu edebî heyetlerdir, lâf aramızda. Edebî heyetler bir, eleştirmeciler iki. İyisi iyi olur da, bizim memlekettekiler, sözüm meclisten dışarı… oluyorlar. Onu da ekleyeyim: Piyesimin şaheser olmadığının farkındayım. Yani, alınan ve işlenen konu büsbütün orijinal değilse de, işleniş tarzı, vakaların teselsülü, oyunun bütünündeki tabilik, bizde alışılmamış derecede ‘’olgun’’ diyebilirim. Neyse, edebî heyet müspet rapor verirse ne âlâ. Vermezse, sen orda ‘’meydancılara ver, ben de halka daha yakın olan özel tiyatrolardan birine yitelerim. Maksat oynasın ve elbette ‘’mangır’’ gelsin. Mektubundan anladığıma göre şoooo yüzlüğü göndersen hani pek işime yarardı şu sıra ya, benim de Allah belâsını versin… malûm nakarat. Sen bakma Sıkıntılı Günler’le İstanbul’un Taşı Toprağı’nın iki büyük gazetede gümbürdediğine. Birincisini Dünya’ ya çok ucuza dayandım gitti. Zira yayımlanması lazımdı. Büyük gazete kenefinde harcandıydı. İkincisinin de iflâhı da parça parça kesildi. Şimdi seninyapacağın, hem de acil olarak yapacağın, film sansürüne gidip üçüncü ayına basan ‘’Son Darbe’’ yi hemen çıkartmak. Çünkü müşterisi hazır. İkinci yeni bir senaryo yazıyorum. Hani çok da iddialıyım. Beş binlik. Görüyorsun ya, yüzlük tehlikede değil. Biraz Nasrettin Hoca’nın yapağı hikâyesini hatırlatsa da, gene de sağlam tarafları var. Benden akıl istiyorsun. Senin akla değil, ‘’mangır’’a ihtiyacın var oğlum. Haa, yukardan, Suçlu’ nun nefis baskılı çevirisi geldi. Telif, tercüme ücretlerini de vereceklermiş. Bu yakınlarda müracaat edeceğim. Reşat Nuri adına, karısı almış. Sıkıntılı Günler muvakkat isim. Kitap hâline Eskici ve Oğulları diye gelecek. İstanbul’un Taşı Toprağı bir hayli güzel ve galiba da hâdise olacak ama, hayır, bu da Eskici de şu sıra gözümden düşmüş vaziyette. Bir başka, bir yepyeni konunun üzerindeyim. Bundan öncekilerin
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
topundan derin, topundan geniş ve topundan ‘’roman’’. Lök gibi. Bir değil, iki roman. Bu arada Vukuat Var ve Hanımın Çiftliği’nin devamı, adının da herhâlde Kanlı Topraklar olacağı bir başka roman. Sonra, İstanbul’un çalışan kız ve kadınlarının nasıl fuhşa sürüklendiğini açıklayacak bir başka roman daha. Hani benim Küçücük vardı ya? Tip o. Onun, ekmek parası için nelere katlanmak zorunda oluşunun romanı. Görüyorsun, roman bakımından çok, hem de çok yüklüyüm. Yukarıda sözünü ettiğim ‘’Lök Gibi’’ , ‘’Roman’’ın konusu gene Çukurova ama, bu sefer, üslûp ve diğer özellikler bundan öncekilerden çok ayrı. Taa Sultan Hamid devrindeki Çukurova’dan alıp, Meşrutiyet, İttihat ve Terakkî, ardından Harb-i Umûmî, Milli Mücadele ve nihayet bugünlere geleceğim. Bütün bu enine boyuna platform üzerinde, Çukurova’da gelişip bugünlere varan ticaret, ziraat ve sanayimizin dünkü sahipleriyle, bugünkü sahiplerine, el değiştirilişlerini ve bugünkü sahiplerinin perde ardından milleti nasıl sömürüp, memleketi gericiğin karanlıklarına nasıl sürüklediklerini, çıkarlarının ne olduğunu ‘’tipik’’ bir şekilde vermeye, daha doğrusu ‘’erbâb-ı iz’ân’’ a sermeye çalışacağım. Eskici ve Oğulları’nı sana ithâf edeceğim. Gide Gide’nin son cildini merakla bekliyorum. Toptan gözlerinizden öperim. Dostlara selâm. Buradan da. Hoşça kal.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orhan Kemal Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi
Uğur KAYA
Bu çalışma, Orhan Kemal ile ilgili yapılan çalışmaları konu alan bir bibliyografya denemesidir. Orhan Kemal’in eserleri hariç tutularak hazırlanan bu bibliyografya, yazarların soyadlarının alfabetik sırası takip edilerek tezler, kitaplar, makaleler, özel sayılar gibi dört kategoriden meydana gelmektedir. Araştırmacılara bir fikir oluşturması açısından önemli gördüğümüz bu bibliyografya denemesinde Orhan Kemal hakkında yapılan bütün tezlere, belli başlı kitaplara ve makalelere yer verilmiştir. Bu çalışmayı hazırlarken bir yanlışı da tespit ettik. Fikret Uslucan’ın hazırladığı doktora tezi birçok kaynakta hatta YÖK’ün veri tabanında dahi yüksek lisans tezi olarak geçmektedir. Bu yanlışın fark edilmesi güncel bir bibliyografya denemesinin yapılmasının gerekliliğini ortaya koymuştur. Orhan Kemal hakkında 7 doktora, 14 yüksek lisans tezi olmak üzere toplamda 21 tez hazırlanmıştır. Bu tezlerin Türk Dili ve Edebiyatı alanı başta olmak üzere Tarih, Sosyoloji, Alman Dili ve Edebiyatı, Radyo-Televizyon, Sahne ve Görüntü Sanatları, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri alanlarında hazırlanmış olması Orhan Kemal’in eserlerinin ne kadar önemli olduğunun bir göstergesidir. 1. Tezler 1.1. Doktora Eliuz, Ülkü, Orhan Kemal’in Romanlarında Yapı ve İzlek, Fırat Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Elazığ, 2004. Gültekin, Mehmet Nuri, Orhan Kemal’in Eserlerinde Modernleşme, Birey ve Gündelik Hayat, Ege Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir, 2005. Kılıç, Latife, Orhan Kemal’in Hikâyelerinde Şahıslar Kadrosu, Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Erzurum, 1996. Masdar, Funda, Türk Sinemasında Orhan Kemal Uyarlamaları: Yedi Örnek, Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Van, 2011. Narlı, Mehmet, Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme, Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Ankara, 2000. Uslucan, Fikret, Orhan Kemal’in Romanlarında Aile Olgusu, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora Tezi, Samsun, 2003.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yaylağan, Nilay, Orhan Kemal’in Roman ve Hikâyelerinin Dili ve Türkçe Bakımından Değerlendirilmesi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Doktora Tezi, İzmir, 2015. 1.2. Yüksek Lisans Bakır, Sinan, 1950 Sonrası Türk Hikâyesinde Anlatıcı Anlatım Teknikleri İlişkisi: Orhan Kemal, Leylâ Erbil, Mustafa Kutlu, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Çanakkale, 2015. Başarmış, Yüksel, Das Problem Der Übersetzbarkeit Der İdiomatischen Ausdrücke in Den Werken ‘72.Zelle’ und ‘Murtaza’ Von Orhan Kemal (Orhan Kemal’in 72. Koğuş ve Murtaza Adlı Eserlerindeki Deyim ve Atasözlerinin Çevrilebilirlik Sorunsalı), Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2016. Eyigün, Rahşan Yıldız, Orhan Kemal’in Hayatı, Eserleri ve Orhan Kemal Uyarlamalarının Türk Sinemasındaki Yeri, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006. Gümeli, Turgay, Orhan Kemal’in Gurbet Kuşları ve Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm Romanlarında Köyden Kente Göç ve Yoksulluk, Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2006. Güveli Türker, Özlem, Orhan Kemal’in ‘Tersine Dünya’ Adlı Romanının Sinema ve Tiyatro Uyarlamalarının Eleştirel Analizi, Haliç Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2016. Hacısalihoğlu, Elif, 1945-1960 Döneminde Türkiye’de Çalışma Yaşamının Orhan Kemal Romanlarında Temsili, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2008. Kantarcı, Aslı, Orhan Kemal’in Hikâyelerinde Çocuk Tipleri, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, İstanbul, 2006. Ocak, Hatice, Orhan Kemal’in Hikâyelerinde Kadın Motifi, Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Aydın, 2015. Özer, Ayşe Rabia, Orhan Kemal’in Hikâyelerinde Yapı ve Tema, Marmara Üniversitesi, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2016. Pıtır, Zeynep, Orhan Kemal’in Eserlerinde Folklorik Unsurlar, Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Niğde, 2012. Sarıaslan, Satı, Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir’in 1950-1960 Yılları Arasındaki Köy Romanlarında Halk Kültürü Unsurları, Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Aydın, 2014. Şahiner, Seray, 60’lar Türk Sinemasında Orhan Kemal Senaryolarında Zenginlik Teması, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2011. Türegün, Tekin, Türkiye’de 1945-1960 Arası Ekonomik ve Siyasi Uygulamaların Orhan Kemal Romanlarına Yansıması, Yeditepe Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2016. Ünlüeser, Aslıhan, Orhan Kemal’in Baba Evi, Avare Yıllar Cemile Romanlarında Tasarlama Kiplerinin Anlam Açısından İncelemesi, Çukurova Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Adana, 1998. 2. Kitaplar Akçam, Alper, Dillerine Kurban Orhan Kemal’de Diyalojik Perspektif, Tekin Yayınevi, Ankara, 2014. Altınkaynak, Hikmet, Orhan Kemal’in Hikâyeciliği, Adam Yayınları, İstanbul, 2000. Bezirci, Asım, Orhan Kemal, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 1994. Buyrukçu, Muzaffer, Arkadaş Anılarında Orhan Kemal, Ve Yayınevi, İstanbul, 2016. Otyam, Fikret, Arkadaşım Orhan Kemal ve Mektupları, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2005. Öğütçü, Işık, Orhan Kemal Unutulmuş Öyküler, Everest Yayınları, İstanbul, 2016.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Öğütçü, Işık, Orhan Kemal, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2012. Öğütçü, Işık, Zamana Karşı Orhan Kemal Eleştiriler ve Röportajlar, Everest Yayınları, İstanbul, 2012. Sülker, Kemal, Bilinmeyen Mektuplarıyla Nazım Hikmet Orhan Kemal Dostluğu, Amaç Yayınları, İstanbul, 1988. Uğurlu, Nurer, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2002. 3. Makaleler Aral, İnci, “Orhan Kemal Yaşıyor”, Radikal Kitap, Sayı: 186, 2004, s. 9-10. Ercan, Enver, “Orhan Kemal 100 Yaşında”, Varlık, Sayı:1287, Aralık 2014. Gümüş, Semih, “Orhan Kemal’in Önemini Anlamak”, Picus, Sayı:57, Eylül, 2004. Makal, Oğuz “Sinemada Kemal Tahir ve Orhan Kemal”, Ünlem, Sayı: 8, Kasım, 2004. Otyam, Fikret, “Orhan Kemal’in Son Günleri”, Berfin, Sayı: 88, Haziran, 2005. Taydaş, Nihat, “Orhan Kemal’in Oyunları”, Cumhuriyet Kitap Eki, 13 Ekim, İstanbul, 2005. Uslucan, Fikret, “Orhan Kemal Hakkında Birkaç Söz”, Dergâh, Sayı: 170, 2003. Uslucan, Fikret, “Orhan Kemal’in Bazı Romanlarında Bir Sosyal Eleştiri Unsuru Olarak Din”, Turkish Studies, Sayı: 2, 2006. Uslucan, Fikret, “Öncü Roman Kavramı Açısından Bereketli Topraklar Üzerinde”, Hece Türk Romanı Özel Sayı, Sayı:65,66,67,Ankara, 2002, s. 650. Uyguner, Muzaffer, “Orhan Kemal’in Öykücülüğü Üzerine”, Türk Dili Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Ankara, 2013, s.104-114. Yağcı, Öner, “Orhan Kemal İçin Notlar”, Berfin, Sayı: 88, Haziran, 2005. 4. Özel Sayılar Hece, Bereketli Toprakların Yazarı Orhan Kemal, Özel Sayı: 27, Ocak 2014.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ORHAN KEMAL SİNEMASI Tuğçe ERKOL
Türk edebiyatının en üretken yazarlarından biri olan Orhan Kemal, aynı zamanda yaşadığı dönemin sinemaları için de oldukça üretken bir isimdi. Bağımsız olarak yazdığı film senaryolarının yanı sıra onunla özdeşleşen birçok kitabı da film olarak uyarlandı. Orhan Kemal’in hayatını aşan kitapları zaman içinde yeniden film oldu ya da son dönem furyası içinde kitaptan dizi… Ya da dizinin mi kitabı çıkıyordu(!) Neyse, onun romanlarından uyarlanarak, esinlenerek yapılan televizyon projeleri sayesinde kendi hayatını aşan bir isim olmaya devam etti. Bu ayki film listemizde dosya konumuzla paralel olarak Orhan Kemal’in filmlerini sıraladık. Listedeki her eserin film olarak da kitap olarak da bizim insanımızın küçük dünyasını gözler önüne serdiğini ve bunda oldukça başarılı olduğunu her biri için söyleyelim.
1950’li yıllarda sinemanın seyircisi olmaktan başka sinema ve senaryo tekniğiyle ilgili hiçbir şey bilmiyordu Orhan Kemal. Arkadaşı Macit Doğudan’ın “Neden senaryo yazmıyorsun?” sorusu üzerine önce işi öğrendi, sonra yerli sinemayı tanımaya karar verdi ve en sonunda da bu iş için kollarını sıvadı. Bu senaryo işine çok sevinmiş olacak ki yakın arkadaşı Fikret Otyam’a yazdığı bir mektupta bununla ilgili şöyle söylemiştir: “Bilhassa senaryo işine sevindim. Belki yıllar yılı ben kendi kendimi mahkum etmişim. Yalnız bu, yani imzamla senaryo yazıp satma işi, roman ve ötekilerin yerini bollukla tutabilir.” Bu şekilde başladığı senaryo işi kısa sürede ona yeni bir kimlik daha eklemiştir. Üstelik bu işte bir o kadar da ilerlemiştir ki senaryo tekniği üzerine kitap yazmıştır. Bu kitap 1963’te Senaryo Tekniği ve Senaryoculuğumuzla İlgili Notlar adıyla
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
yayımlanmıştır. Orhan Kemal kitabında kendisinin sinemacılığa nasıl başladığını detaylı bir şekilde anlattıktan sonra kendi fikirlerini de ortaya koyarak, özellikle Türk sineması üzerinde olanları, sinemacılığın teknik noktalarını anlatmıştır. Kitabın ikinci bölümüne Türk sinemasının en önemli isimlerinden biri olan Metin Erksan’ın 1960 tarihli Gecelerin Ötesi filminin senaryosunu örnek senaryo metni olarak ele almıştır. Son kısmaysa sinemacılıkla ilgili küçük bir ek sözlük koymuştur. Bu sözlükte sinemacılıkla ilgili olan terimlerin birkaç dildeki karşılığını vermiştir. Bu diller de İngilizce, Fransızca ve Almancadır. Orhan Kemal’in kendi eserlerinden bağımsız olarak yazdığı yedi senaryosu vardır. Ancak İkbal Kahvesi adlı romanında “Filme alınmış romanlarım mı? Üç yüzü aşkın senaryodan sonra beyazperdede.” der. Oysaki gerek siyasi eğilimi gerek tekrara düşmemek gerekse de maddi kaygılar nedeniyle aynı ismi kullanmıyor oluşu nedeniyle yazdım diye bahsettiği bütün senaryolar teşhis edilememiştir. Orhan Kemal’in uyarlama olmayan filmlerini şöyle sıralayabiliriz:
Altı Ölü Var
Sevdaya Koşanlar
Acı Zeytin
Aşka Kinim Var
Gurbet Kuşları
Bu Şehrin Belalısı
Yaprak Dökümü
Orhan Kemal’den Uyarlamalar Tersine Dünya Orhan Kemal’in yazdığı dört mizah romanından biri olan Tersine Dünya, sinemanın yanı sıra tiyatroya da uyarlanmıştır. Oldukça ironik bir eser olması yönüyle de her zaman
dikkat çekmiştir. Adı üstünde Tersine Dünya! Kadın ve erkek karakterlerin cinsel kimliklerinin tam tersi gibi davrandıkları hem ironik hem de ütopik denilebilecek bu uyarlamanın oyuncu kadrosu da bir o kadar çarpıcı. Lale Mansur, Cem Davran, Rasim Öztekin, Demet Akbağ, Olgun Şimşek ve daha birçok ünlü isim bu projede bir araya gelmişler.
72. Koğuş Falih Rıfkı Atay bu kusursuz hikaye için der ki: “Türk edebiyatı bu hikayeyle her zaman övünecektir.” Kitabın film uyarlaması için de aynı şey geçerli. En çarpıcı uyarlama bana göre Tersine Dünya olsa da bu uyarlama da en gerçekçi olanıdır. Çünkü cezaevinde gözlemlediklerini birebir anlatmıştır. Zaten Orhan Kemal’in bu kadar başarılı olmasının en önemli sebebi güçlü gözlem yeteneğiyle çok iyi tanıdığı insanlarını birleştirmesidir. Olayları iyice gözlemleyip bunu aktarabilmesi sayesinde de eserleri senaryo olarak yazılmasalar da uyarlamaya oldukça uygundurlar. Hikaye, 1954’te ilk defa yayımlandıktan sonra 1967’de bizzat yazarın kendi tarafından tiyatrolaştırılır. 1987’de en çok izlenen oyun oluşuna dair birçok ödül aldıktan sonra sinemaya uyarlanmıştır.
Eskici ve Oğulları Orhan Kemal’in “En iyi romanlarımdan biri.” dediği Eskici ve Oğulları, Adana’da değişen üretim koşullarıyla birlikte ayakkabı tamirciliği yaptığı dükkanından para kazanamaz duruma düşen bir ailenin mücadelesini anlatır. Eser 1962’de ilk defa yayımlanır ve 1990’a geldiğimizde sinemaya uyarlanır. Kadir İnanır, Levent İnanır, Fikret Hakan ve Menderes Samancılar
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
filmin esas kahramanları olarak karşımıza çıkar. Murtaza Murtaza romanı yayımlandıktan sonra yazar tarafından yenilikler yapılarak bir daha yayımlanır ve eser son halini öyle alır. Tıpkı bu durumda olduğu gibi Murtaza romanı 2 defa 2 farklı isim tarafından farklı şekillerde uyarlanır. İlki, 1965’te Tunç Başaran’ın yaptığı bir uyarlamadır. İkincisi ise, 1986 yılında yapılmış ve Murtaza’nın en önemli özelliği olan bekçilik mesleğinden yola çıkarak Bekçi adını almıştır. Eserde de zaten Bekçi Murtaza’nın başından geçenler anlatılır. Bereketli Topraklar Üzerinde “Yazmalı... Şu yorganı sırtında Çukurova’ya inen, kamyonlara arabalara toslayan ırgatları, onların dramını....yakan güneşin altında söylenen bir türkü gibi. Çukurova’nın destanı...” der Orhan Kemal ve bu romanında da söylediklerini bir bir anlatır. Çukurova’nın romanıdır Bereketli Topraklar Üzerinde ve onun üstünden ekmek yiyenlerin romanı. Eser bir Orhan Kemal klasiğiyken uyarlamasında yönetmen koltuğunda oturan Erden Kral’ın da bir klasiği olmuştur. Yaman Okay, Tuncel Kurtiz, Nur Sürer ve Bülent Kayabaş (Birkaç saat önce öldüğünü duyduğum büyük oyuncu. Işıklarla uyu!) gibi usta isimlerin bulunduğu oyuncu kadrosu da bir diğer zenginlik kaynağıdır.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bunu da Oku! Dosya konumuz olan “Orhan KEMAL” hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyen okurlarımız için “Bunu da oku” dediğimiz kitaplar ve arka kapak yazıları:
ZAMANA KARŞI ORHAN KEMAL ELEŞTİRİLER VE RÖPORTAJLAR / IŞIK ÖĞÜTÇÜ “Bu kitabı okuyacak olan tüm kitapseverlere şunu diyebilirim ki, üstat yaşadığı dönemde olumlu olduğu kadar, sert eleştirilerle de karşı karşıya kalmıştır. Ulaşabildiğim tüm olumsuz eleştirileri kitaba almaya çalıştım. Dönemlerinde keskin eleştiri yapanların zaman içinde Orhan Kemal'in yazı serüveninin değerini anlayarak farklı açılımlarda bulunduklarını, yorumlarında Sezai'm hakkını Sezar'a verdiklerini gördüm. Kendisine yapılan eleştirilen her şeye rağmen olgunlukla karşıladığına tanıklık ettim. Bu bilgilerin ışığı altında değerli okuyucuları şaşırtacak bir çalışma hazırladığımı umuyorum.”
ORHAN KEMAL / ASIM BEZİRCİ “Bu kitapta, büyük halk yazarı Orhan Kemal'in hayatı, sanat anlayışı, romancılığı, hikayeciliği, oyun ve röportaj yazarlığı ayrıntılarıyla ele alınıyor. Bunlara ilişkin seçme, eleştiri, araştırma ve belgelerden önemli aktarmalar yapılıyor. Ayrıca, her bölümün başında Orhan Kemal için yazılmış şiirlerden biri sunuluyor. Sonda ise Orhan Kemal'in bütün eserlerinin dökümü ile onlarla ilgili geniş bir kaynakça veriliyor. Orhan Kemal'i yakından ve derinliğine tanımak, incelemek isteyenler için bu kitabın çok önemli bir başvuru kaynağı olduğunu düşünüyoruz.”
BİR TÜRKÜ GİBİ ORHAN KEMAL /NİLÜFER ALTUNKAYA Bize hikâyeler veren, bir bakıma hayatımızı kuran, kurtaran büyük yazarlarımız, ustalarımız… Peki onların hayatı? Kimlik bilgilerinden söz etmiyoruz; ansiklopedik bilgiden öte, gelgitleri bol, netleşme arayışında ama denedikçe silikleşen bir derin hayal. O hayale ne kadar aşinayız acaba? Yazarlarımızı ne kadar biliyoruz? Alakarga Yayınları bugünün yazarlarından, dünün ustalarının hayatlarını hayal etmelerini istedi. Hanımın Çiftliği’nin yazarı Orhan Kemal’in büyük romancılığını biliyor olabiliriz ama onu bir roman kahramanı olarak hayal ettik mi hiç?
Mart-Nisan’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
“Biletsiz”
Hikaye / Orhan KEMAL
i
Sabah, sabahın erken saati. Otobüs erkenci işçi, memurlarla tıklım tıklım. Her durağa uğradıkça da boyuna binenler var. Neredeyse ayakta duracak yer yok. Hava birdenbire kışlayıp, yağmur yüklü bulutlar geceden beri sürüp birazcık duran, ama nerdeyse boşanacak yağmurun korkusu, millet saldırıyor otobüse. Biletçi durmadan: “Bilet, biletsiz geçmeyelim!” Kim kime? Ama biletçi kurt mu kurt. O kalabalıkta biletsizle biletliyi fark ediyor: “Siz bey amca!” Ya da: “Bey kardeşim, siz almış mıydınız?” Otobüsün en gerisinde efendiden biri, bakışlarını biletçiden kaçırıyor mu, biletçiye mi öyle geliyor? Başında gri fötr şapkası, Rölöve dendiğini birkaç yıl önce Kocamustapaşa kahvesinde, Almanya’dan böyle bir şapkayla gelen eski çocukluk arkadaşından öğrenmişti. Kenarları kıvrık. Giyene daha bir “Saygın Bay” hâli veren bir şapka. Boynunda kravat, sırtındakoyu gri pardösü. Kalın kaşları çatık. Kırpık bıyıklı, daha çok memura benziyor. Biletçi üst üste, “Biletsiz gitmeyelim beyim, biletsiz kalmayalım!” dediği hâlde, tınmadı bile. Biletçi bu işin kurdu. Kim yeni bindi, kim bilet aldı, kim almadı? Hangi yolcu saat kaçta hangi duraktan biner? Kimin pasosu var? Kim sarı kartlı olduğu için bilet sorulmaz, bilir. Bu, onda bir ihtisas olmuştur. Şu, başında rölöve şapkası, tınmayan adam bu otobüse ilk biniyordu. Biliyordu bunu. Memur mu? Bir yerlerde müfettiş falan mı? “Ulan bilet almadın işte, inek!” diye geçirdi. Yeni bir: “Bilet, biletsiz kalmayalım. Arkalardan bilet almayan!” Gene oralı bile değil. Sırtını çevirdi büsbütün, arka pencereden dışarılara bakıyor durmadan. Biletçinin tepesi attı: “Ulan seni çakıyorum. Bana yediremezsin, kuyruğunu bırakmayacağım!”
“Beyefendi, biletiniz var mı?” Kırpık bıyıklı duydu, aldırmadı. Aldırmayacaktı. Aldırmazdı. Ne fırtınalar atlatmıştı o. Kumkapı, Yenikapıi Samatya kahvelerinde palavracılığıyla tanınıri her iddiada mutlaka üste çıkardı. Dediği dedik, çaldığı düdük... “Ben devlete mangır vermem arkadaş. Mesela otobüsler. Şimdiye kadar bilet aldığım görülmüş değildir. Almam, çünkü enayi değilim ben!” Otobüste biletsiz seyahat etmeyenler: “Biz enayi miyiz?” “Anlayışa bağlı efendim. Otobüslerde bile almayı enayilik sanıyorum ben!” Sabahattin’dir adı, çocukluğunda Sabuş derlerdi. Mahalle takımından santrafor oynar, sıkı çalım yapar, attığı şutlar kale direği yerine idare edilen elbise yığınları üzerinden bile gitse, “Gool!” derdi. Sen sabaha kadar diren, top elbiselerin üzerinden geçti, gol değil, diye. Dayatır da dayatırdı. “Yahu neresi gol be kardeşim Sabuş, elbiselerin üzerinden gitti. Vallahi billahi elbiselerin üzerinden gitti, annem ölsün ki elbiselerin üzerinden gitti ha!” Dediği dediktir. “Bal gibi de gol!” Yalnız bu kadar değil. İlk, ortaokullarda öğretmenler bütün öğrencilerin saçlarını bir
Mart-Nisan’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
numarayla kestirirler de Sabuş dayatırdı. Kestirebilirsen kestir. Sıkı, dayak, hele dayak adına ellerini değdirsin öğretmenler. Kendini yere atar, debelenmeye başlar, avazı çıktığınca da bağırırdı. Öyle bağırırdı ki, okulun önünden, ardından geçen yollardaki yolcular dururlar, içeride adam mı boğazlanıyor gibilerden okula bakarlardı merakla. Hatta birinde, kendi gibi inatçı mı inatçı bir öğretmen ille kestireceğim diye dayatmıştı da, Sabuş gene kendini yere atmış, hayası burulan bir dana gibi başlamıştı avaz avaz. Öğretmen de inatçı mıydı inatçı. Nuh diyor, peygamber demiyordu. Kesilecekti Sabuş’un saçları. Sabuş’sa kestirmeyecekti. Sonunda gelip geçenler, derken polis, daha sonra da Sabuş’un anası babası dolmuşlardı okula. Öğretmen bakmıştı ki papuç pahalı, usulcacık sıvışmış, Sabuş’un saçları da kesilmekten kurtulmuştu.
Öfkeyle döndü: “Dürtme omzumu be!” “Bilet!” “Deminden beri bağırıyorsun bilet diye. Biletim olmasa almaz mıydım?” Biletçiye, biletçinin bir beyefendiye uygun gördüğü şu muameleye içerleyen bir başka “beyefendi”, “Değil mi ya?” dedi. Biletçi, “Değil mi ya?” diye konuşana baktı sertçe: “Vazifeme müdahale etmeyin, rica ederim.” “Canım, senin vazifene müdahale eden kim? Hem nihayet bir biletçilik!” Sertçe dönen biletçiye meydan vermeyen esnaf yapılı bir başkası alındı buna: “Beğenmedin mi?”
“Bülent, biletsiz kalmayalım!”
Beyefendi bu sefer ona döndü:
Arka pencereye büsbütün abandı: “Kalacağım ulan, yırt kendini istersen!” Biletçininse sabrı taştıkça taşıyordu. Yeniden: “Beyefendi, size söylüyorum!” Çeşitli “beyefendi” başları biletçiye dönüp baktığı halde, o gene tınmadı. Biletçi öfkeyle kalktı yerinden, çıktı. O kalabalığa rağmen yanına gitti. Omuzunu dürttü: “Beyefendi, size söylüyorum!” Sertçe döndü: “Ne var? Ne söylüyorsun? Beni nereden tanıyorsun? Ne alışverişin var benimle?” İlkin tokat yemişçesine sarsıldıysa da toparladı kendini: “Biletinizi görebilir miyim?” Biletçiye uzun uzun baktı. Sonra, “Lahavle velâ!” anlamına başını bir yandan bir yana çevirdi. Arka pencereden bakmasına koyuldu. Biletçi anlamıştı işi. Biletsiz taşımayacaktı. Gökten Hazreti Allah bile inse de. “Şevki, yavrum bana bağışla!” dese, gene de bağışlamayacak, bu numaracının tekerine taş koyacaktı. Omzunu gene dürttü. “Biletiniz beyefendi…”
“Benimle beğenmedin mi diye konuşamazsın sen!” Esnaf yapılı adam şaşaladı, sonra topladı kendini: “Niye?” “Şu kılığına, kıyafetine bak!” Esnaf yapılının hemen arkasındaki bir başka esnaf alındı buna: “Allah Allaaaah…” “Beyefendi” karşılık verecekti, bir başka “beyefendi” vakit bırakmadı: “Doğru söylüyor beyefendi, tabii. Sen onun küfü müsün?” “Ne demek o?” dedi bir başkası. Daha başka bir kravatlı, “Bey bellisiz, meydan ıssız”ı yapıştırdı. Otobüs hemen hemen ikiye bölünmüştü. Kravatlı beyefendiler, kravatsız esnaf… Kravatlı beyefendilere göre, kravatsızlar elbette uluorta fikir beyan etmemeliydiler. İçlerinde daha da ileri gidenler, ortalıktaki betin bereketin kaçıp kaybolmasına bu saygısızlığın sebep olduğunu ileri sürdüler. Kravatsız esnafa gelince… Onlar bıkmışlardı bu kravatlı beyefendilerden. Devlet, hükümet memurları, mecliste mebuslar, bütün gazeteciler kravatlıydılar. Hepsinde birer küçücük dağları
Mart-Nisan’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
kendileri yaratmış gibi bir çalım. Ancak birbirlerinin anlayabileceği dille konuşurlar, memleket memleket, vatan vatan diye patırdatsalar da sonunda kabağı fakir fukaranın, yani kravatsızların başında patlatırlardı. Kravatlılar buna “sıkıyönetim”ci bir öfkeyle, “Siiiist!” dediler. Kravatsızlar ürkmediler. İçlerinden pehlivan yapılı biri meydan okudu hatta:
“Beyler, rica ederim,” dedi. “Rica ederim, beyler. Otobüste kavga olmaz.” Dinleyen kim? Bereket versin, otobüs tıklım tıklımdı da ne pehlivan yapılıyla taraftarları, ne de öbür taraf kana kana yumruklayıp birbirlerinin ağzını burnunu kırabiliyorlardı. Ama gene de kavga kavgaydı ve arada ezilen, daha çok da ezilmekten korkan kadınların ciyak ciyakları.
“Ne o? Niye siiiist oluyormuş?”
Şoför arabayı duraktan önce durdurdu.
“Çizmeden yukarı çıkmayın!”
Biletçi ayağa kalktı:
“Çıkarsak ne olur?” “Hakkınızda iyi olmaz!” Pehlivan yapılı bas bas bağırmaya başladı: “Eskidendi o, eskiden! Şimdi demokrasi var. Sen sensen, ben de benim. Yemiyorlar bu ağızları!” “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” “Kim olursan ol!”
“Rica ederim inin arabadan da kozunuzu dışarıda pay edin!” Gözü dönmüş bir alay kravatlıyla kravatsız kalabalığı, dağdan kopan kocaman bir kaya parçası hıncıyla otobüsten dışarı taştı: “Bana hakaret edemezsiniz, bize hakaret edemezsiniz!” “Ederiz, öte bile geçeriz!”
“Sonra, bak… “ “Bakıyorum.” “İyi bak, iyi. Bunu görüyor musun?” Kravatsızların sözcüsü haline geliveren pehlivan yapılı adamın gösterdiği rozete baktı anlamadan. Yuvarlak, kırmızı bir rozetti. Yan yana T.B.C., bir tüy, defne dalı. “Neymiş o?” “Sor etrafındakilere, öğren, sonra bana kafa tut!” “Beyefendiler” kazanmış görünüyorlardı. Memnundular, gülümsüyorlardı. Hatta pehlivan yapılı, bir bilenin olup olmadığını araştırırken onlar kendi aralarında fısıldaşıverdiler:
“Polis, bay polis, lütfen bakar mısınız?” Daha sonra karakol, komiser akşam uykusuz kalmış, gözkapakları kıpkırmızı biri, iki tarafı da uzun uzun dinledikten sonra esnedi: “Kravatlı kravatsız, mesele nedir mesele? Kravatlı vatandaşlarla kravatsız vatandaşlar arasında hiçbir ayrım yahut imtiyaz gözetmez kanun. Bu kavganın, karşılıklı hakaretlerin sebebi ne*” İki taraf birbirine, “Sahi… Biz niye kapıştık?” demek istercesine baktılar. Kravatlılardan birinin aklından rölöve şapkalı, kravatlı, kırpık bıyıklı biri geçtiyse de üzerinde durmadı. Komiser uzun uzun bekledikten sonra sorusunu yineledi:
“Cahil efendim.” “Boşuna uydunuz.” “Sinirlenmeye değmez bunlara. Bunlar… “ Pehlivan yapılı duymuştu, “Sinirlenmeye değmez bunlara, bunlar”ı, tepesi attı: “Ulan cahilliğimi değişmem sizin gibilerin âlimliğine be hırtlar!” “Oooo!” Biletçi çoktan yerine geçip oturmuş, Sabuş’u unutmuştu.
“Ha? Karşılıklı hakaretlerin sebebi ne?” Sabuş çoktan atlamıştı otobüsten. Çalıştığı özel şirketten içeri gururla girdi. Yeni Alman daktiloya bakarak başladı. “Bugün gene otobüste ne oldu, biliyor musunuz?” i
“Biletsiz” hikayesi Orhan Kemal’in Everest Yayınları’ndan yayınlanan Önce Ekmek adlı hikaye kitabından alıntılanmıştır.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Vefatının Ardından Karikatürlerde Orhan Kemal Aksam 07.06.1970
Ulus 06.06.1970
Aksam 10 Haziran 1970
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orhan Kemal Mirası:
ORHAN KEMAL MÜZESİ Işık Selin ORHUNTAŞ
''Şu insan soyu içinde Orhan Kemal kadar belaya, işkenceye, zulme dayanan çok az insan çıkmıştır bence... Orhan Kemal’in bu dayanıklılığı şimdi bir sürü olayla aklıma geliyor da tüylerim diken diken oluyor. Senaryocular, en pespaye, aşağılık Avrupa romanlarında çaldıkları senaryoları Yeşilçam’da 5 bine okuturken, Orhan ancak 500 lira alabilir alın teri, gözünün nuru o hikayelere... Çünkü Yeşilçam esnafı, polisin, hükümetin Orhan’ı sevmediğini bilir. Çünkü Yeşilçam esnafı, Orhan’ın o gün öğleyin evinde çocuklarının ekmek beklediğini bilir.'' YAŞAR KEMAL
Ömrü yoksulluk içinde geçmiş bir yazarın evi nasıl olur? Kitaplar, dava celpleri, mahkeme kararları, roman taslakları ve bir çift pijama… Orhan Kemal’in Cihangir’deki müze evi tam da yukarıda saydıklarımdan oluşuyor. Bir apartman dairesinin giriş katında oğlu Işık Öğütçü tarafından vücuda getirilmiş. Az sayıda eşyasından bir dünya yaratmayı başarmış. Girer girmez kapıda fotoğraflar karşılıyor sizi. Orhan Kemal’in odasına yaklaşana kadar ailesi ve arkadaşlarıyla paylaştığı hayatı gösteriyor bize. İlk önce milletvekili babanın fotoğrafları, ardından içinde yazarın da olduğu saadet anıları… İstanbul yazar müze evi konusunda zengin sayılır. Aşiyan’da Servet-i Fünun şairi Tevfik Fikret’in evi de müze haline getirilmiş. Orayla kıyasladığımız zaman Orhan Kemal’in evinde sergilenen şeyler az geliyor. Arada nesil farkı olduğu gibi hayat farkı da var. Fikret, Robert Kolej’de ders verirken Kemal, Bursa Cezaevi’nde Nazım Hikmet’le yeni tanışmıştı. Yani Fikret’in aksine onun hiçbir şeyi yoktu.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Müzenin altında bulunan İkbal Kahvesi, Orhan Kemal’in bir nevi iş yeri. Sabahları erkenden kalkar İkbal Kahvesi’ne romanlarını yazmaya gelirmiş. Mesai gibi çalıştığından burası onun iş yeri olmuş. Kahve hep açık, dileyen Orhan Kemal kitaplarını buradan da edinebilir.
Orhan Kemal’in evinde Bursa Cezaevi anıları da sergilenmiş. Oradan eşine yazdığı mektuplar kendi el yazısıyla camekanın arkasında duruyor. Yazarın kendi eşyalarının yanı sıra ailesinin eşyaları ve fotoğrafları da sergileniyor. Bir soba, eşi Nuriye Öğütçü’nün dikiş makinesi, babası Abdülkadir Öğütçü’nün istiklal madalyası ve beraat kararı, yine Abdülkadir Öğütçü’ye ait olan üzerinde açıklamaları bulunan Kur’an , pusula ve şifali bitkiler kitabı. Hemen yanındaki camekanda da Orhan Kemal’e ait kitaplar. Duvarlar boydan boya fotoğraflarla kaplı. Orhan Kemal’in hayatını okuyabileceğimiz fotoğraflar. Aşiyan’daki müze evle Cihangir’deki müze evin tek ortak noktası var: O da maske. Yazarın yüzünden alınmış bir maske yatağının üzerinde duruyor. Bir burjuva ile bir yoksulu birleştiren trajik son.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
TERSİNE DÜNYA Türk sineması ve tiyatrosunun roman uyarlamaları incelendiğinde Orhan Kemal’in çok önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Orhan Kemal'in sahnelenmiş beş oyunu vardır. Bu oyunların hepsi olumlu eleştiriler almış, ayrıca çeşitli ödüller kazanmış eserlerdir. Buradan hareketle Orhan Kemal'i sadece bir roman ve öykü yazarı olarak değil bir oyun yazarı olarak da incelemek ve değerlendirmek gerekir. Gerçekçi konularla sahneler tasarlayan oyun yazarı, gözlem gücüyle dilindeki yalınlığı güzelce harmanlamış ve bunlarla görünenlerin ardındakileri, “derbederlik arkasındaki düzeni, dağınıklık ardındaki bütünlüğü, dış görünümün renkliliğini, canlılığını bozmadan iletmeye çalışmış”tır.
Sultan Demir
çıkıyor. Kocası Süleyman ise Bitirim Leyla’yı çok seven, sözünden çıkmayan bir ev erkeği olarak. Erkek evde yemek yapıp, çocuk büyütürken; kadın da eve ekmek parası getirmekten ziyade üçkâğıtçılık, hovardalık yapıp, fiziksel ve cinsel tacizde bulunup, namus cinayeti işlemekten geri kalmıyor. Tersine Dünya’da mizahı oluşturan temel öğe kadınların erkek gibi, erkeklerin de kadın gibi davranması. Kadınlar çalışıp ailelerine bakarlar, kocalarının namusunu korurlar, akşamları içip eve geç gelirler, kocalarını döverler, çapkınlık yaparlar...Erkekler yemek pişirip ev temizliği yaparlar, çocuk büyütürler, dedikodu yaparlar, örgü örerler...
Bu romanı, Nilüfer Belediyesi Tiyatro’dan başarılı yönetmen-oyuncu Engin Alkan sahneye uyarlamakla Orhan Kemal’in kalmayıp oyunun yönetmenliğini İşte yazarın yazımın de üstlendi. Oyunda bir ironi romanından uyarlanan konusu olan eserlerinden biri hâkim. Kahkahalar atıyorsunuz “Tersine Dünya”. Orhan Kemal oyunda, kadın ve erkek ama sonra durup – bir de dört mizah romanı yazmıştır: kimlikleri ironik ve kadınsanız – acı bir tebessümle Murtaza, Üç Kağıtçı, Müfettişler eğlenceli bir üslupla dalıp gidiyorsunuz. Evet, acı bir Müfettişi ve Tersine Dünya. tebessüm… Çünkü ülkemizde tersine dönüyor. Tersine Dünya mizah anlayışı hâlâ bir sokakta, bir evde yönünden ilk üç romandan kadınlarımız susturulmuş, sindirilmiş, farklıdır. Murtaza, Üç Kağıtçı, vücudunda morluklarla, için için ağlıyor. Müfettişler Müfettişi romanlarında Çünkü babaları, kocaları güya namus bekçiliği mizahı toplumla kişiler arasındaki uyuşmazlıktan yapıyor. Engin Alkan işte bunu, mizahla işlenmiş bir doğan çelişkiler ve çatışmalar oluştururken, Tersine dramı sahneye taşımış. Can acıtan bu gerçekliğin bu Dünya’da mizah kadın ve erkeğin sosyal hayatta rol şekilde ele alınması hiç göze batmıyor. ‘’ Namus değiştirmesinden kaynaklanır. Tersine Dünya’da mizah gerçek olaylara farklı, eleştirel bir bakıştan kaynaklanmayıp, tamamen gerçek dışı olan bir durumun sonucudur. Orhan Kemal’in 1968 yılında Pardon dergisinde tefrika edilen bir romanı aslında bu eser. Bu Dünya’da kadınlar erkek, erkekler ise kadın olarak karşımıza çıkıyor. Cinsiyetlere yüklenen roller tersine dönüyor. Bitirim Leyla işi gücü olmayan, sokaklarda kağıt açıp ‘bul parayı al karayı’ diyerek geçimini sağlayan bir ‘aile reisi’ olarak karşımıza
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Türkçe’de sözlük anlamı olarak bağlılık, dürüstlük, doğruluk ve benzeri anlamlar taşısa da kavramın en yaygın kullanılışı, içinde muhafazakâr ve ataerkil toplumların cinsiyet hiyerarşileri üzerinden idealize ettiği ideolojik dayatmalardan oluşmaktadır. Ne yazık ki bu algı peşinden şiddeti ve kadın cinayetlerini de sürüklemektedir.’’ diyor Engin Alkan ve bunu da oyunda çok başarılı bir üslupla yansıtıyor. Oyun iki perdeden oluşuyor ama bir bakmışsınız hemen bitivermiş. Sizi alıp götürüyor. Oyuncuların performansları, dekorun sizi yormaması, müziklerin yerinde kullanımı oyunun akıp gitmesini sağlıyor. Nilüfer Belediyesi Tiyatro gerçekten ‘’izlenmeli’’ dediğim bir oyunu seyirci ile buluşturdu diyebilirim. İki sezon boyunca uzun bir zaman Nilüferli tiyatroseverlerle buluşan oyun izleyiciler tarafından çok beğenildi. Geçtiğimiz ay perdesini son kez açan Tersine Dünya’da Tuba Erdem, Çağdaş Tekin, Çağrı Büyüksayar, Cansu Ecem Karabulut, Suat Onur Çalık, Şeyma Gökçe Cengiz, İbrahim Ersoylu, Deniz Gürsucu, Elit Andaç Çam, Mert Tiryaki, Mesut Özsöy, Gökhan Kum, Yüce Armağan Erkek, Hakan Kahraman ve Feyha Çelenk rol aldı.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Orhan KEMAL 103 Yaşında… Bir Biyografi Denemesi "Eşe Dosta Selam. İnandığım doğruların adamı oldum. Böyle yaşadım, karınca kararınca bu doğruların savaşını daha çok sanatımda yapmaya çalıştım. Kursağıma hakkım olmayan bir tek kuruş dahi girmemiştir..." Orhan Kemal
(15 Eylül 1914– 2 Haziran 1970 ) Baba Evi, Avare Yıllar, Bereketli Topraklar Üzerinde, Ekmek Kavgası 72.Koğuş, Eskici ve Oğulları, Murtaza, Hanımın Çiftliği… 56 yıllık hayatına birçok roman ve öykü sığdırmış olan Orhan Kemal’in eserlerinden sadece bazıları… 15 Eylül 1914’te Adana Ceyhan’da doğmuştur asıl adı Mehmet Raşit ÖĞÜTÇÜ olan usta yazar Orhan Kemal. Milletvekili olan babası Abdulkadir Kemali Bey’in, öldürülme korkusundan dolayı Suriye’ye kaçması dolayısıyla bir süre Suriye ve Lübnan’da yaşar. Suriye'ye giderek bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yapmaya başlar. Bu yıllardaki birikimlerini, ileriki yıllarda romanlarında, hikâyelerinde başarıyla kullanır. Yazar, yurdundan ayrı kalmaya dayanamayarak bir yıl sonra tek başına geri döner ama hayat zordur; çalışmak gerekir, bu nedenle öğrenim hayatına ortaokul son sınıfta ‘’Ekmek, okuldan önce geldi.‘’ diyerek son vermek zorunda kalır. Çırçır fabrikasında işçilik, memurluk, katiplik gibi bir çok iş yaparak hayatını sürdürmeye çalışır. 1937'de çırçır fabrikasında bir işçi olan Nuriye ile evlenir. Askerlik günlerinde şiir yazarak yazın hayatına başlayan Orhan Kemal, tezkere almasına sadece kırk gün kalmışken bir ihbar üzerine tutuklanır. Nazım Hikmet’in ve Maksim Gorki’nin kitaplarını okuduğu ve komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle mahkemeye sevk edilir. Yargılama sonucunda 27 Ocak 1939‟da beş yıl hüküm giyer. Kayseri, Adana ve Bursa cezaevlerinde yatar. Bursa cezaevinde yaşanan tesadüfi bir tanışma
Mehmet Raşit’in bütün hayat seyrini değiştirir. Bakın nasıl anlatıyor o tesadüfü Orhan Kemal: "Müdürün oda kapısında çevik bir gıcırtı, kapı açıldı. Nefesimi kesmiş, gözlerimi kısmışım… Bir heykel sükunu içinde, azametli bir mermer heykel bekliyorum... Bir an yüz yüze geliyoruz, sonra göz göze… Mavi mavi gülüyordu. Bu gülüş muhakkak ki bir çocuğu hatırlatıyor… Temiz, taze, sıhhatli ve dost! Bir lahza şaşkın, bekledi. Galiba ne yapması lazım geldiğini ölçtü, yahut tanış bir yüz arandı… Sonra gözüne Necati ilişti herhalde, ona doğru yürümeğe hazırlanırken, Necati ona koştu ve beni tanıttı. El sıkıştık. Ayaklarının topuklarını, hazır oldaki bir er gibi birleştirerek, kendisini teşrifata zorladığı aşikar bir tarzda ciddileşmeye çalışarak “Ben Nazım Hikmet” dedi…" Nazım Hikmet cezaevi yıllarında Orhan Kemal’e okul olur ve ona şiire değil; hikayeciliğe ağırlık vermesi gerektiğini aşılar. Bu olay esasında şöyle gerçekleşir: Hapishane arkadaşları günün birinde Nazım’a Orhan’ın şiirlerinden söz ederler. Nazım: -Okuyun da dinleyelim…, der. Orhan çekine çekine okumaya başlar. Daha ilk dörtlük bitmeden Nazım; -Yeter kardeşim yeter, diyerek keser. Orhan Kemal bir başkasını okurken, Nazım yine sözünü keserek; -Berbat! der, “Bir başkası lütfen...” Orhan Kemal başka bir şiirini okumaya koyulur: -Rezalet!.. Kardeşim, bu laf ebeliklerine, bu
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
hokkabazlıklara ne lüzum var... İçtenlik duymadığınız şeyleri niye yazıyorsunuz?... Orhan Kemal’in Nazım Hikmet’le olan dostluğu kısa bir süre sonra yerini öğretmen-öğrenci ilişkisine bırakır. Nazım Hikmet Orhan Kemal ile birebir ilgilenir, bir yazara sağlanabilecek her türlü katkıyı sunar. Fransızca başta olmak üzere bir dizi kültürel dersle ilerleyen günler, zamanla ortaklaşa yazılan hikâyelere kadar gider. Kendisini şiirden vazgeçirip hikâye ve roman yazmaya yönlendiren kişi Nazım Hikmet olmuştur. Böylece Orhan Kemal “içtenlik duyduğu şeyleri” yazmaya başlar. ilk olarak “Bacaksız Orhan” takma adıyla gazetelerde hikayeleri yayınlanır. Yaşadıklarından, hayatından, izlenimlerinden esinlenerek toplumu, yoksul insanları, toprak ağalarını, memurları, ezilen köylüleri, işsizleri öykülerine konu ederek romanlarını yazar. Böylece Türk edebiyatına işçi sınıfını getirerek toplumsal gerçekçi yazarların öncülerinden olur. En önemlisi de hayatını yazılarıyla kazanır. Orhan Kemal’in kalemiyle geçinmenin getirdiği zorunluluk, çok fazla ve çok hızlı yazmasına neden olur. Sabahın çok erken saatlerinde yazmaya başlayan Orhan Kemal, öğleden sonra yazdığı eserlerini yayımlatabilmek amacıyla Babıâli‟de yayınevlerini dolaşır. Yaşadığı ekonomik sıkıntılar onu, zaman zaman umutsuzluğa sürüklese de, her
şeye rağmen romancılık mesleğine duyduğu büyük sevginin etkisi altında ilk zamanların heyecanı ile ömrünün sonuna kadar yazmaya devam eder. Güçlü gözlem yeteneğiyle, toplumun dertlerini, sevgisini, yaşantısını, diyaloglarla anlatarak, yalın ve özgün anlatımıyla birçok eser yazarak kendini okuyucuya sevdirir. Eserleri pek çok yabancı dile çevrilir ve yabancı okurlar tarafından da sevilir. Bulgaristan Yazarlar Birliği tarafından aldığı bir davet üzerine yurtdışındaki okurlarıyla buluşmak üzere eşi ile birlikte 5 Mayıs 1970 yılında yola çıkar Orhan Kemal. Yazar, orada kaldıktan bir süre sonra fenalaşarak hastaneye kaldırılır ve 2 Haziran 1970 tarihinde, ardında dört çocuk, bir eş ve pek çok eser bırakarak hayata veda eder… Vefatının ardından ailesi 1971 yılından itibaren “Orhan Kemal Roman Armağanı” vermeye başlar, Oğlu Işık ÖĞÜTÇÜ tarafından da 2000 yılında Beyoğlu’nda Orhan Kemal müzesi kurulur.
“İnsan dediğin birden ölmeli, Her şey birdenbire olmalı... Böyle ölmek isterim... Kimseye muhtaç olmadan..."
Soldan sağa: Mahmut Makal,Kemal Tahir,Talip Apaydın,Orhan Kemal,Fakir Baykurt,
Duygu Dağoğlu Yıldırım
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
MÜRŞİDE Anadolu’nun bir kasabasında, kasabanın tozlu sokakları üzerinde koşturan bir çocuğun hikâyesidir bu. Zabıta babasının aldığı kunduraları gözü görmeyen, komşu çocukların ayağındaki vicik vicik diye ses çıkaran renkli lastiklere özenen bir kızın hikâyesidir. Belki de görünmeyen ruhun, dünyada anlamlandırılamamış siluetidir beliren. Belki, karanlık bir damda cıvıldaşan kuşlara eşlik eden çocukların masumiyetinden başka bir şey değildir. Belki gelinin kırdığı testiden dökülen şekerden bir tane alabilmek için koşuşturan miniklerin safiyâne duygularıdır gözlerinde okunan. Ama hiçbiri değil. Bu, bir acının fotoğrafıdır. İçinde anlamsızlıklar barındıran, anlamlı bir fotoğraf. Aslında bugüne ulaşmasına şaşmalı. Mutluluğun tablosu gibi görünebilir. Ama hiç değil. Bu bir cinayet fotoğrafıdır! Koca bir can gitmiştir bu fotoğrafta. Koca bir yürek yanmıştır. Şimdi belki heyecandan sanırsınız. Ama hiç değil. Bu aşkla terleyen avuçların birleşmiş hali midir? Hiç değil. Üstelik gelin sandığınız gelin değildir, gelinlik sandığınız da gelinlik değil. Bu fotoğraf, bir hikâyedir. Bu hikâye, bir adam ve bir çocuğun hikâyesidir. Bir gün, bir çocuk davul sesleriyle uyanır. Fırlar yatağından, üstünü bile değiştirmeden kendini sokağa atar. Sesi takip eder. Bakar ki bir gelin çıkar, eski bir evin çürümüş kapısından… Seyre dalar çocuk. Davullar çalınır, zurnalar çalınır. Şekerler, bozuk paralar fırlatılır etrafa. Çocuk zıplar sevincinden bir değil belki bin kez. Mutluluk gözbebeklerinden taşmıştır. Kahkahaları, davulun ritmini geçmiştir. Saçlarını savurur çocuk, her zıplayışında saçları birbirine daha da karışır. Bütün bunlar babasının dağılmış saçlarını elleriyle kavrayarak sürüklemeye başlamasıyla sona erer. Çocuk yıkılır, canı yanar, içi yanar. Boğazı düğümlenir konuşamaz. Burada, çocukların evden izinsiz çıkması namus meselesidir. Burada, kızlar eteğinin altına paçalı don giyer uyurlar, etek bir karış havaya kalksa, namus meselesidir. Burada kızlar saçlarını açamazlar. Kızlar
HİKAYE Dilek ALIÇ Fotoğraf 1. Bilinmiyor, Düğün Fotoğrafı, İstanbul, 1978, Mürşide Alıç, Necmi Özak.
değil, çocuklar. Kız çocuğu demek de istemiyorum bazen. Çocuğun kızı erkeği mi olur!? Diyesim geliyor. Ama kız ya bu, çocuk ya bir de… Erkekler, erkek çocuğu olarak doğarlar burada, sonra erkek adam olarak ölürler, ama kızlar, kız çocuğu olarak doğarlar ve kadın olarak yaşatılan ölülerdir. Çocuk çocuktur işte saftır, masumdur, sevinçtir, dünyada güzel her ne varsa çocuktadır. An gelir güler, an gelir ağlar. Tutturur, coşar, sıkılır, konuşur, kavga eder, hisseder, öğrenir çocuk. Çocuk oyundur, oyun, çocuk. Bu fotoğrafta beyaza bürünen çocuk, çocukken kaderi kadınlığa yazılan ölülerdendir. Daha bir kilim dokumamıştır ayağının altındaki gibi. Bir duvak dikmeyi de bilmez. Perde takmışlığı, yıkamışlığı vardır ama neredeyse dizlerine kadar uzanan saçlarını bile yıkamakta zorlanır. Annesi kalkıp, tarayıp, ortadan
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ikiye bölüp, iki örük yapmasa her gün, hercai menekşeler karası saçlarına kim bakar? O da aksine sevmez mi saçlarını hiç. Hele bir de ortadan ayırınca annesi. (Kim bilir! Belki çocukluktan çıkmanın alametidir! ) Dağlar dağlar… Fotoğraftaki dağları gördünüz mü? Görmediniz? Bu fotoğraf karlı dağların fotoğrafıdır. Bu fotoğraf yanardağların fotoğrafıdır. Yakılmış yıkılmış köylerin fotoğrafıdır. Bu fotoğraf kadınların, kızların öldürüldüğü; çiçeklerin solduğu fotoğraftır. Hikâyesini dinlemeyen, okumayan bilmez. Dinleyenin okuyanından da azı ziyadesiyle anlamıştır. Çünkü bu, anlaşılması zor bir hissiyattır. Bir gün, çocuk annesi tarafından erkenden uyandırılır. Kalk misafir geliyor denir. Her günkü gibi saçları taranır. Bugün pantolon giy eteğinin altına, der annesi. Ne hikmettir bilinmez. Yağmurun patır patır camla boğuştuğu sırada kapı çalınır. Koca bir aile içeri girer. Yemekler yenir o gün, çaylar içilir. Kırk yıllık hatırı olan kahveye geldi mi vakit, anlaşılır eteğin altına giyilen pantolonun hikmeti. Tabi biri anlayamaz. Anlamaya aklı ermez. Pantolon giymenin heyecanından bir şey anlayacak hali de yoktur zaten. Mutfak eşiğinde ayak uçlarını seyreden güzele bir genç yaklaşır. Güzel, çocuktur ama gençten utanarak heyecanlanır. Genç, sorar güzele; yüzük sever misin? Severim, der güzel. Bir yüzük çıkarır genç, güzele hediye etmek üzere. Bir ömür geçti mi üzerinden, belki komik gelir. Güzel kız; ne istendiğini bilir, ne sevgiliyi, ne seviyi, ne evliliği… İşte o gelinlik sandığınız bir sanrı olmaktan ötedir. Belki demeli kefen; bir gençlik için, bin bahar ve neşe, bir nefes hayat ve bir demet şans için. Yeşermesi beklenmeden dalları kırılır bir ağacın, olgunlaşmadan koparılıp alınır bir meyve, goncayken koparılır bir gül… Ne baba matemdedir ne anne kederde. Bir düğün… Hiç değil. On beş bin liraya solan bir ömrü hatıra saymışlar. Düğünsüz derneksiz birkaç saat giyilen bir gelinlik, bir taç, hatta başkasından alınmış beyaz pabuçlarla evin bir köşesinde oturup bekletilen küçük gelin bir kol kaldırmamış oynamak için. Ellerindeki tül eldivenlerin nezaketini anlayacak kadar büyümemişken henüz, kalbi atmış heyecanlı
bakışlarla. Hâlbuki onun anladığı yalnız bakışmak ve el tutmakmış. Sevgi, onun Anadolu kasabasında tanıştığı kadar masum değilmiş İstanbul beyefendileri için. İşte bu fotoğraf bir çocuğun masumiyetinin çalındığı fotoğraftır. Kadınlığın ruhunun çalındığı fotoğraftır. Elinden alınan masumiyetinin yerini acılarla olgunlaşarak dolduran çocuk, çocuk olmaktan çıkıp kadın olmanın muhteremliğine kavuştuğunda İstanbul’un en güzel yıllarıdır. Ayakları yere basar kadının. Dilediği renkte giydiği eteği ile salınırken İstanbul sokaklarında, içinden bir şarkı mırıldanır. Gençliğin şefkatli kollarına düştüğünde, belki bir nebze geçmiş geçmişte kalmıştır. Şimdi anlamaktadır kadın bir busenin kalbe mefruşunu, maşukun sarhoşluğunu. Asıl şimdi renk bulmuştur sema. Daha yeni başlamıştır aşka ubudiyet. Yüreğinde daha yenidir aşk zelzeleleri, yaşanacak büyük velvelelerden evvel. Aşk ateşini içinde hissettiği ilk günlerde aşkının meyvesini de kucağına alıverir. İstanbul bu yaz, bir can vermiştir bu aşk için. Kadın yeniden var olmuştur. Hayatı daha da fazla anlam kazanmış ve umutları tekrar yeşermiştir. Haziran Çiçeği’ni kucağından ayıramaz. Onun kokusuna, onun nefesine bağlar varlığını. Muhayyeli mümkün olmayan güzellikteki goncasını yüreğinden koparacak esbabı mucibe hiç var olmamış ve var olmayacaktır. Hayat yaşayamadıklarını onun yaşayabilmesi mücadelesine döner. O yaşadıkça da var olacaktır kadın. Yeniden doğacaktır. İçine sine sine derin nefes alacaktır. Havayı dilediğince koklayacak, dilediğince koşacak, dilediğince gülecektir. Artık, İstanbul bir cennettir. Akrep ve yelkovan birbirini hızla kovalarken İstanbul’un yedi tepesinden hücuma geçen cennet esintisi de yavaş yavaş dağılarak, bambaşka hayatlara dokunmak için uzaklaşmaya başlamıştır. Gelirken eli boş gelmeyen hoş esinti, giderken nahoşluklar bırakmaktan geri kalmayacaktır. Zira öyle de olmuştur. Şimdi çocukluktan kadınlığa sürülen bir dimağın, kadınsı güzelliğinin, bebeğini kucağına almasından sonra daha çok kalbine hükmetmesi nedeniyle, eşi tarafından gözden çıkarılması ve aldatılması vardır sırada.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Gözleri önünde olur her şey başka bir kadının kocasıyla derinlemesine bakışarak cilveleşmesi, hatta daha fazlası… Söyleyip anlatmaya dayanacak gücü yıllar sonra bile yoktur. Artık iki yol vardır kafasında ya ölecektir ya kaçacak. Ama Haziran Çiçeği? Her düşüncesinin sonu beddualarla biter. Gözünün feri gitmiştir daha genç çağında. Dünya denen diyarda kaybolmuştur. Birkaç mevsim yaşama-mıştır kadın. Sevdiğinin, ilk aşkının, çocukluğunun, başka tene dokunuşu başka tenlerde kayboluşu… Kadın, her şeye rağmen hiçbir şey olmamış gibi karı ve koca olmanın külfetini omuzlamak zorundadır. Her sabah saçlarını taramak zorundadır. Kahvaltı hazırlamak zorundadır. Bir işin ucundan tutmak zorundadır bu koca aile içinde. Gülümsemek zorundadır. Haziran Çiçeği için kendi yaşayamadığı hayatı hazırlamak yaşatmak zorundadır. Mutlu olamaz ama mutlu görünmek zorundadır. Alıp başını çekip gidesi olsa da, acılar içinde yansa da, kül olup savrulmak istese de, ölse de, yaşasa da bu cehennem azabına sükût etmek zorundadır. Kadın, kadınlar, kadınlarımız, bir an olsun anneliğin kudretini bir kenara bırakamazlar. Bir sabah Kadıköy meydanında kadınların ve çocukların çığlıkları inletir ortalığı. Bir adam boylu boyunca yerde, kanlar içinde… Son nefesini vermeye bir adım kala, yanında canından bir parça yoktur. Ne karısı, ne çocuğu, ne anası… (Ne de sevgililerinden biri.) Son nefesinde kimin adını sayıklamıştır dili? Bilinmez. Onu en çok seven de ondan en çok nefret eden de aynı insandır. Aramış mıdır küçüğünü gözleri? Pis başlayan hikâyelerinin, temiz bitmesini dilemiş midir son nefesinde? Pişman olmuş mudur bir nebze olsun? İstanbul, bu kış bir can almıştır bu hikâyeden. Kadın için sırtlanılması gereken daha büyük acılar ardı sıra dizilecektir. Şimdi başında aldatan bir koca da yoktur. Evine geri alacak bir baba zaten hiç olmamıştır. Çünkü kadının geldiği Anadolu kasabasında, kadın, gittiği yerden ancak kefeniyle dönebilir. Kocası olsun olmasın, o, artık başka bir ailenin evladıdır. On beş bine evlatlığı alınmıştır sanki babasından. Kadın büyük kavgalar içinden çıkarak, İstanbul’u alaşağı ederek, zorla, Haziran Çiçeği’ne bir kafa kâğıdı almıştır nihayet. Dokuz ay taşıdığı canını,
amcasına vermekten kurtulmuştur ama güya gençliğinin bekârlıkla solmasını istemeyenler kovmuştur bu kez onu evinden barkından. Beş harf ile öylece söylediğiniz kadın… İstediğiniz yere fırlattığınız, keyfinizce yaşattığınız, keyfinizce öldürdüğünüz… Daha yalnızca ucuna dokunduğunuz bu hikâyede, kadın yirmi bir yaşında dul kaldıktan sonra dört yıl kayınvalidesi ve kayınları ve onların aileleri ile beraber bu koca evde yaşamaya devam etmiş ve nihayetinde baba evine dönmeye mecbur kalmıştır. Yaşadığı acıların çoğu bu hikâyede dile getirilmemiş yalnız çocukluğa hasret ifade edilmiştir. Zira fotoğrafta gördüğünüz, henüz on iki yaşında bir çocuktur. Aşağıdaki sözler kadının İstanbul’u terk ederken gözyaşlarıyla beraber sarf ettiği sözlerdir. “Ah İstanbul vah İstanbul… Ne yaman ne kurnazsın meğer ne acımasız ne tatlısın. Sonunu bilmediğim hikâyeler okudum sende. Şimdi bende kaçtığım hikâyenin başkahramanıyım. Çocuktum, kötü her şey benden uzaktı. Ah İstanbul, canım İstanbul en büyük tuzaktı. Üç günlük ömre bunca acıyı sığdırabilir mi insan? Ya çocuksa? Bir zalimin eline verdiler beni henüz on iki yaşımda, sonra zalimi sevdirdiler. Yaktılar içimi onun aşkıyla, sonra karabulutları saldılar tepeme, nefrete buladılar gönlümü. Canımdan can aldın İstanbul, canımdan can verdin kucağıma. Benim olması gereken ne varsa daha benim olmadan aldın. Bu şehir mi belalı? Yoksa ben mi belayım? And olsun gitmeyeceğim mezarına. Bir kez daha koklamayacağım İstanbul’u. And olsun ellerimi açıp bir kez olsun dua etmeyeceğim sana. Ama gözün arkada kalmasın Haziran Çiçeğime her güzel şeyi yaşatacağım. Yar İstanbul, diyar İstanbul, artık ben gidiyorum...
Mayıs-Haziran
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Şiirbaz 3 Aşık olsam gökyüzüne Varsam şiirin en özüne Kulak verse dil sözüme Dönsem kendi özüme Söylesem ahenkle şiir El verse bana da mirim Kulak duysa ses verse Derse geçse imdi pirim Notalar akşama çalsa İşlerde aksama olmasa Her dem şiirlerim aksa Gönüldeki Mescid-i Aksa Şair var vesair örnekler Ve dahi anlamaz ördekler Anlatamaz ki mütefekkir Çünkü arafta saklı şiir Nerede şu kaybolan yıllar On yıllık maziden sözler Atiden gelen kim var Hep geçmiş uzun yıllar Yüzükler efendisini bekler Üzümler bağcının hatrına Şarabı saklar mı söz hatıra Şehirde rafi sevgilim bekler Beklemez beni önünde gemi Önümde koskoca bir mazi Duvarlar konuşuyor sanki Ey çocukluğum neredesin Bak şiirler serili bostana Elimdeki topraktan asa Musa’dan bana kalmış Zannettim de sanrıymış
Şimdi insanlar da garip Şiirin derinliği söze gaib Gözün gördüğü şair galip Süleyman ve Şeyh Galip İki farklı zaman dünya Yer farkı var ayrı mekan Şiirlerde saklı ayna dem Bir rüya alemi ve hülya Zaman sancı sözlerim An cavcavcı Hacivatım Söz ola karadır gözüm Çölde susuz hayratım Köhnemiş sularda ne Kim gezer ki kime ne Kim bilir acep kim ne Çay akar ipek kilime Dem ola söz erine Var arif ol geç yerine Dinle neyden kamıştan Bir serden geçti ozan Bir ehl-i dil olan yazar Bir süleyman geçti bak Yazdı çizdi çaldı söyledi Irmaklar aktı gitti söz bitti. Süleyman ERKUT
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
IRMAKLARLA BÜYÜYEN ÇOCUK: MUSTAFA UÇURUM İLE SÖYLEŞİ Muhammed MÜNZEVÎ
Mustafa UÇURUM Kimdir? Tokat doğumlu. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Adapazarı’nda; üniversiteyi Sivas Cumhuriyet Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde okudu. Arkadaşlarıyla Martı Dergisini ve Yitik Düşler Edebiyat Dergisi’ni çıkarttı. Tokat merkezli olarak çıkardığı Polemik Dergisi 12 sayı devam etti. Şiir ve yazıları; Dergâh, Yediiklim, Hece, Hece Öykü, Kırklar, Kum Yazıları, Düşçınarı, Yolcu, Sühan, Derkenar, Karabatak, İkindi Yağmuru, Aşkar, Türk Dili, İtibar, Temmuz gibi dergilerde yayınlandı. Milat gazetesinde köşe yazıları yazan Mustafa Uçurum Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği Tokat Şube Başkanlığı görevini sürdürüyor. Eserleri: Tenhalayın Kalbimi ( Şiir), Esmerliğime Bakma (Deneme), Dünya Telaşı (Şiir), Fedakâr Dost (Hikâye) , Çocuklar Çocukluğunu Bilsin (Şiir), Irmaklarla Büyüyen Çocuk (Anı), Konuştukça Memleket ( Şiir), Deneme Çekimi (Deneme)
Hayatta her yazarın bir serüveni vardır. Sizin yazma serüveniniz nasıl başladı? -İnsanın hayatına yön veren kişiler vardır. Benim de hayatımda böyle bir kişi vardı; öğretmenim. Orta ikinci sınıfta ilk şiirimi yazdım. Öğretmenim sayesinde oldu tabi ki. Genellikle bize şiirler ezberletirdi. Ben ilk olarak Sakarya Türküsü’nü ezberlemiştim. Daha sonra birçok şiir ezberledim. Öğretmenim bir gün benden ‘’Anne’’ konulu şiir yazmamı istedi. Şiir ezberleyip okuyan biri olarak daha önce aklıma hiç şiir yazmak gelmemişti. Çünkü bana göre şair demek çok eski zamanlarda yaşayan insanlar demekti. Cahit Sıtkı, Necip Fazıl, Orhan Veli, Yahya Kemal şiirlerini bildiğim şairlerdi ve hepsi de aramızdan ayrılmıştı. Ortaokulda olmamıza rağmen hocamız bunlardan bahsederdi. Eve gittim, annemi nasıl sevdiğimi kafamda canlandırmaya başladım. Bunları alt alta sıraladım. Ortaya bir şiir çıktı. Şiiri yazdım, ertesi gün hocama verdim. Aldı, katladı, cebine koydu, hiçbir şey söylemedi. Çok garip bir adamdı zaten. Ben bu şiiri öğretmenime verdiğimi unutmuştum. Aradan bir ay
geçtiğinde elinde bir kutu kitapla sınıfa geldi öğretmenimiz. Kitapları masanın üzerine koydu ve kitapları bana hediye etti. Hocam benim şiirimi bir çocuk dergisinin yarışmasına göndermiş ve o şiir birinci olmuş. O kadar çok hoşuma gitti ki. Şiir yazdım, annemi anlattım, ödül kazandım falan derken sonraki zamanlarda hocam benden farklı konularda şiirler yazmamı istedi. Yazdığım şiirleri alır eleştirirdi, üzerlerinde karalamalar yapardı. Nitekim ortaokuldaki hocam sayesinde şiir yazmaya başladım. Demek ki dedim yaşayan insanlar da şiir yazabiliyormuş. Ortaokul sıralarında başladı benim serüvenim. ‘’Şiir nedir?’’ diye bir soru sormak biraz abes durabilir. Şiirin ne olduğuyla alakalı sizin herhangi bir görüşünüz var mı? Şiir sizce nedir ve neyi karşılar? -Aslında insan duygularını bir şekilde ifade edebilir. Bazen öyle olur ki mesela ben İtibar/Şubat sayısı için bir hikâye yazdım ‘’Bir Gün Döneceğiz Halep’’e
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
adında. Masamın başına otururken kafamda o başlık altında şiir yazmak vardı. Ancak masamdan kalktığımda hikâye olarak tamamladım. İnsanın duygularının, belirli bir formata göre ifade tarzıdır şiir. Merkezinde “duygu” olan bir sesleniştir. Epik bir şiir yazıyorsak da duygu olmalı, pastoral bir şiir yazıyorsak da duygu olmalı içinde. Şiir, merkezde duygunun belirli formatlara göre ete kemiğe bürünmesidir bir diğer deyişle. Eserlerinizde çocuklara verdiğiniz önem aşikâr. Peki, çocuklara verdiğiniz bu önem kendi çocukluk dönemlerinizle nasıl ilişkilendirilebilir ya da ortaokulda şiirler yazmaya başlayan biri olarak çocukluğunuz, şiirlerinizin, yazılarınızın yani edebiyatınızın neresinde? -İnsanın en zengin zamanları çocukluğudur. Kime sorarsanız sorun çocukluğuna dönmek ister. Adamın boğazından sıcak ekmek geçmemiştir, geçtiyse de kuru ekmek soğan yemiştir belki ama özlüyordur o günleri. Çünkü çocukluk temiz bir zamandır. Kafanın pırıl pırıl olduğu, insanların huzur içinde yaşadığı en güzel vakitlerden biridir çocukluk. Bu yüzden yaşadığımız bu güzel vakitleri anlatmak istiyorum. Benim de çocukluğum güzeldi. Çocukluğumun neredeyse tamamı Sakarya’da geçti. Sokakta arkadaşlarla uçurtma uçurarak, misket oynayarak teknolojiden uzak bir çocukluk yaşadık. Tek teknolojimiz televizyondu o da akşam yedide açılırdı. Dopdolu bir çocukluk dönemi yaşayınca elbette ki materyalimiz zengin oldu. Bu yüzden çocukluğumdan o kadar çok şey biriktirdim ki çocuklar çocukluğunu daha güzel yaşasın diye Çocuklar Çocukluğunu Bilsin adlı şiirler yazdım. Çocukların gerçekten çocukluğunu bilmesi lazım. Günümüze gelirsek dünyada çocukların çocukluklarının ellerinden alındığı bir zamanda yaşıyoruz. Halep’e bakıyoruz çocuklar ölüyor. Dünyada savaş olduğu zaman en çok çocuklar etkileniyor bundan. Biz çocuklara daha güzel bir dünya bırakabilmeyi ancak güzel şiirlerle öykülerle anlatabiliriz. Bu yüzden ben çocukları yazmayı çok önemsiyorum. Biz güzellikleri ancak yazarak anlatabiliriz. Elimizdeki en büyük nimet budur bizim için.
Bir başka şairin de dediği gibi: ‘’ben öyle bilirim ki yaşamak / berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır’’ dizelerini yazan şair şunu da söylemiştir: ‘’Bizlere huzur verdiklerini söyleyenler bizlerden ne aldıklarını da söylesinler.’’ Peki, sizce bizlerden nelerimizi aldılar? -Günümüz çocukları maddi ve manevi anlamda çok zengin. Anında ulaşabiliyorlar her şeye. Çocuklara en büyük tehlikeyi bunda yaşattık aslında. Düşünüyorum da benim çocukken oyuncağım yoktu. Gidip de bir mağazadan oyuncak aldığımızı hiç hatırlamıyorum. Belki almışsa babam almıştır birkaç tane. Kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık. Ben uçurtma yapmayı çok severdim. Onun birçok hikayesini yazdım zaten. Bahçemizde avlumuz vardı. Arkadaşlarla kendi imkanlarımızla uçurtmalar yapardık. Şimdi çocuğa bir hediye alınıyor, aradan bir ay geçiyor ve yeni bir oyuncak üretiliyor. Çocuk bu sefer ona hevesleniyor. Doyumsuz bir hale geliyor çocuk. Büyükler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Çocuk ortaokulda kullandığı telefonu lisede kullanmıyor arkadaşlarından utandığı için. Çocuklar mutlu gibi görünüyorlar ama mutsuzlar. Bizden özgürce yaşama ve oyunlar oynama hakkımız alındı. “Mış” gibi yaşayan kalabalıklar haline getirildik.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Sizin başucunuzda en çok hangi şairler yazarlar vardır? Bir başka deyişle en çok beslendiğiniz kaynaklardan bahseder misiniz? -Edebiyat atölyesi diye bir şey var. Hoşuma giden bir durum bu. Çünkü artık şiirin, öykünün atölyeye ihtiyacı olduğunu anladılar. Yani eline her kalem alanın yazar olacağı gibi bir serbestlik var. Bir yere söyleşiye gidiyorum. Bana öğrencilerden ‘’Kimleri okuyayım?’’ gibi sorular gelmiyor. Yazdıklarıma bakar mısınız diyor gençler. Ben kimseyi okumam diyen gruplar bile var. Okurlarsa etkileneceklermiş. Keşke etkilenseler. Keşke Sezai Karakoç’tan etkilenseler, İsmet Özel’den bir dize okusalar. O şiirler ile kendi şiirlerine bir baksalar bazı şeyleri belki anlayabilirler. Ben Edip Cansever’i çok severim Mendilimde Kan Sesleri’ni çok çok severim. Memleketin haritasını çizen bir şiirdir o. Yerçekimli Karanfil’i çok severim. Edip Cansever’in yanına Turgut Uyar’ı da koyarım. Sezai Karakoç ve İsmet Özel zaten bende vardır. Necip Fazıl’ı da severim. Benim çok şairim var ama bu beş şairin yeri ayrıdır bende. Şu eser benim hayatımı özetler dediğiniz eser ya da size paralel olan bir yazar var mı?
Mesela Mai ve Siyah’ı çok severim. Baş karakteri Ahmet Cemil hayalleri olan bir genç. Mavi düşler kurduğu bir akşam simsiyah gerçeklerle her şeyi bırakıp çeker gider. Bizim de kafamızda düşler ve hayaller var ya o roman kahramanıyla kendimi çok özdeşleştiririm. Çünkü bu şehirde yaşıyorum. Bu şehirden gitmeyi hiç istemiyorum ve bu şehre bir şeyler yapmak istiyorum. Bu şehre bir anlam katmak istiyorum. Mavi düşlerim zaman zaman siyaha boyansa da kalmayı tercih ediyorum ben. Şehir, şairi etkiler. Siz bir şair olarak Tokat gibi güzide bir şehirden ne derece etkilendiniz? Eserlerinizde Tokat’ın yeri neresidir? -Öncelikle tarihten güç alıyoruz. Özellikle Evliya Çelebi bizim şehrimiz için ‘’Şairler yatağıdır.’’ demiş. Tokat’ımızın Yeşilırmak’ı var. Irmaklarla Büyüyen Çocuk kitabımdaki ırmak Yeşilırmak’tan başlar. Şehri insan kendisi anlamlı hale getirebilir. Şehrin bunaltıcı olmasından şikayet ediyorsan hiçbir şey yapmadığın içindir. Ama bu şehirde bir şeyler oluyor, olacak dersen kendin yapabilirsin bunu. Dil ve Edebiyat Derneği Tokat Şubesi olarak burada dernek adına çalışmalar düzenliyoruz. Geçen ay Ali Erkan Kavaklı’yı getirdik. Geçen sene Dursun Gürlek’i getirdik. Nurullah Genç’e burada vefa gecesi yaptık. Yaptığımız şiir gecelerinde Bosna Hersek’in milli
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
şairini getirdik. Kosova’dan, Tunus’tan, Kerkük’ten şairler getirdik. Şehre şiirin damgasını vurmaya çalışıyoruz. Okulda Şiir Var Şair Okulda diye bir projemiz var. Şairleri boş salonlarda değil okullarda ağırlıyoruz. Bosna Hersek’ten gelen şairimizi Sosyal Bilimler Lisesine götürdük. Cemalettin Latiç, Aliya İzzetbegoviç’in arkadaşı. Öğrencilerimizle söyleşi yaptı, şiirler okudu. Mevlana ‘’Tokat’a gitmek gerek, iklimi ve insanları mutedildir.’’ diyerek bize bir paye biçtiyse, diğer taraftan Evliya Çelebi ‘’Tokat alimler yurdu, fazıllar konağı, şairler yatağıdır.’’ dediyse biz bu gücü kullanmak zorundayız. Tokat’ın havası, suyu her karışı benden bir parça. Tarih damlayan sokaklarından şiirler, öyküler topluyorum. Nefes alıyorum, nefes aldırıyorum cümlelerime. Her şairin bir ‘’BEN’’ kavramı vardır. Bu ben kavramı sizde neyi çağrıştırır? Mesela İsmet Özel’de ‘’BEN’’ kavramı çoğu zaman Türkiye’yi çağrıştırır. Sizin şiirlerinizde bu kavram nereyi kendine yer edinir? -İnsan yaşadığı çağ ile birlikte yaşar. Eğer çağdan kopuk biriyse yazdıkları ile yaşadıkları birbiriyle tamamen çelişir. Dergilerimizi ben bu yüzden önemserim. İlk şiirlerime baktığımda ‘’BEN’’ dediğim kişi çok yalnızdı. İlk kitabımın adı ‘’Tenhalayın Kalbimi’’oldu. İkinci kitabımın adı ‘’Dünya Telaşı’’. Baktım ki yalnız kalacak zaman değil, çok olmalı, gür çıkmalı sesler. Sabahtan akşama kadar yaşam telaşı. Bu telaşla birlikte kendimizi ihmal ediyoruz. Telaş, dünyanın en ücra köşesindeki bir mazlumun uğradığı zulmü görmemizi engelliyor. Yanı başımızdakini zaten göremiyoruz. Dünya Telaşı ile bireysellikten toplumsallığa doğru yönelmeye başladım şiir olarak ve dedim ki sesim toplumla birlikte çıkmalı. Bu biraz da yaşla alakalı. Son şiirimin adı da ‘’Konuştukça Memleket’’ Neden, çünkü konuştukça her şey daha güzel olacak. Mustafa Uçurum şiiri denecekse memleket densin yanı başına. Türkiye vurgusunu her fırsatta dile getirmek lazım artık. Çünkü Türkiye, Dünya’da herkesin gözü olduğu, herkesin bir an önce yok etmeye çalıştığı bir coğrafyadır. Bu topraklara herkes
bir şekilde sahip çıkacaksa biz de yazdıklarımızla sahip çıkmak zorundayız. Yani ben dünya zulümle savrulurken gidip de aşk şiirleri yazamam. Varsın onları başkaları yazsın. İçinde bulunduğumuz dönem çok karmaşık bir dönem. Dünya çok hızlı değişiyor. Sizce içinde bulunduğumuz bu dönem edebiyat dünyasında bir kuşak meydana getirir mi ya da herhangi bir kuşağın meydana gelmesine gerek var mı? -Bence bu zamandan sonra bir kuşak kolay kolay meydana gelmez. Doksan kuşağı belki bizim için yakıştırılabilir ama edebiyat dünyası için bu iş bitti. Değişen dünyayla birlikte bu iş bireyselleşmeyle gidiyor. Bir şeyler oluşuyorsa bu dergiler etrafında olabilir. Belki uzun yıllar sonra bu zamanlar bir isim verilerek hatırlanır ama şuan için bir isim vermek erken. Bazı filmler vardır ve o filmler kimini şiire başlatır, kiminin hayatına yön verir. Sizin için hayatınızda önem arz eden film nedir? -Aklıma gelen bir film var ama aslında tiyatro eseridir o; Reis Bey. Necip Fazıl’ın en önemli eseridir o. Bunun dışında İran sineması benim için önemlidir. Neredesin Süperman, Cennetin Rengi gibi filmler. Hint sinemasında Aamir Khan filmlerini severim. Bu tarz filmler yaşadığımız çağdan bir anlık için de olsa uzaklaştırır beni.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Yazma işinde müziğin de yeri vardır. Yazarken siz ne tarz müzikten beslenirsiniz? -Lise yıllarımdan beri Müslüm Gürses dinlerim. Arabesk müzik; bir duruşu yaşam tarzını ifade ettiği için önemlidir. Müslüm Gürses hayata karşı duruşu olan bir sanatçıydı. Sanatçı sıradan olmaz. Sıradan olursa kalıcı olmaz. Her yazarın bir çalışma disiplini vardır. Siz çalışma disiplininizden biraz bahseder misiniz? Çalışmalarınızda önem arz eden kriterleriniz nelerdir? -Benim için önemli olan şiirlerin, öykülerin, köşe yazılarının kafamda yer edinmesidir. Dizeleri yazmadan kafamda gezdiririm. Aradan zaman geçer dizeler yerleşir. Ben eve iş götüren biri değilim. Yazma işini okulda yaparım. Biraz da kurulu düzeni seviyorum. Şiir için ilham denen şeye pek inanmam. Şiir gelir, ete kemiğe bürünür, sonra ben şiiri defalarca okurum, içime sindiği an şiir tamamlanır. Deneme yazmak için oturduğum zaman bir bakmışım cümleler öyküye dönmüş. Çünkü hepsi ile birlikte çalışıyorsanız bu tarz gidiş gelişler olabilir. Gazete yazıları için işimi her zaman son dakikaya bırakırım. Çünkü malumdur ki ülkede gündem her an değişebiliyor. Hayatta her insanın bir yol arkadaşı olması gerektiğine inanıyorum. Gördüğüm kadarıyla sizin de bir yol arkadaşınız var. Bu durumu nasıl açıklarsınız? -Yol arkadaşımızın olması gerekir. Küçük bir şehirde olsanız bile size bir yol arkadaşı gerekiyor. Benim yol arkadaşım Ali Bal. Uzun yıllardır tanışırız. Kader ortaklığı yaparız. Dil Edebiyat Derneği Tokat il başkanı benim, başkan yardımcısı Ali Bal. Kent Konseyi Eğitim, Kültür, Sanat Başkanı Ali Bal, ben başkan yardımcısıyım. Yani birbirimizden destek ve güç alarak yapıyoruz çalışmalarımızı. Bir insanın kafa
dengi olduğu, gönül birlikteliği kurduğu biriyle çalışmalar yapması işleri rahatlatıyor. Bir şeyler yaparken kendinizi güçlü hissediyorsunuz. Tokat’ı kültür sanat şehri yapma adına çalışmalarımız inşallah devam edecek. Üniversite yıllarında dergicilik yapmış biri olarak biz üniversiteli gençlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz? -Dergicilik dertle alakalıdır. Derdi olan adam dergi çıkarır. Çünkü bir kere maddi olarak sıkıntıya giriyorsunuz. Derdiniz ne? Söyleyeceklerinizi paylaşmak ve sizlerin de söyleyeceği bir şeylerin olması. Dergi çıkarıyor olmanız çok önemli. Demek ki sizlerin de söyleyecek sözünüz var. Özgün işler çıkarmak işin gayretli olmanızı dilerim. Siz de bu anlamda çok anlamlı bir iş yapıyorsunuz. Emin olun bu çalışmalarınızın meyvelerini alacaksınız. Yolunuz açık olsun.
Mayıs-Haziran
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
YETİM KALAN Bir kadın iltica etmek istiyor dizelerime Ceplerinde Akdeniz'e vuran uyuşturucu paketleri Düşmüş mü omuzlarından Teneşir mi imiş birisi kopuzlarından Tan vakti tanışır idik daüssıla sancılarıyla Hangi hancı nöbetleşe tutar tebeşirleri Ey kervancı kaldı mı hörgücünde Işınmayı bekleyen Bir aptal aslan ile bir saf ceylan Tarağım yok Ay, okşayarak tarar saçlarımı İnanmıyorum rivayetlere Galata'dan ötürü Yaprakların familyası enkazlar altında Treni mi kaçırdın yak bi cigara Organlar saçılıyor Şakaklarımdaki kandil serüvenlerinde Adlin boynu bükük Yeşilin freni patlak Benim başkaldırılarımla kalkacak Yarıya indirilen al sancak Benden dökülen yaprakları tutamam Nesli tükenir imgelerimin Hayra yorulmasa kafiyelerim Talebe isem ben Halep'i düşünürken Sahlep içemem Nenem yalınayak sekiz uruplağı yoğurt taşırken Babam yırtık kara lastikle boğalek tutardı Ve ben pastoral bir şiirde vitamin zerresiydim Organlarımda misyonerler vizyon çizerlerdi Senin yüzünde kar yağarken güller açardı Uykumu kaçıran kabuslarım Yangın merdiveni olmadan devam eder Kokun peşimde Senden değilse
Başka bir kadından takip ederdi Kahverengi paltomun kemerini bağlamasam Belimi hangi yâr sarardı Sarardım Bir kadın mülteci olacak dizelerimde Dua etmekten dişleri dökülmüş hırdavatçı Kıyama dururken özgür sayılır Bir kızın konuştuğu ilk erkek Bombalanmazsa ayaklarından Sokak lambalarına saygılıdır Dur, durdur bu sancakta akan kanı Gözyaşlarım Elif Ba'dan akıyor Tanı bu coğrafyada kankanı ey kervancı Tanımazsan Uzak Doğuda kalan bir yetim Çalar kılıncını sorar hesabını!
MUHAMMED MÜNZEVİ
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Bursa’dan Bir Cemal NADİR Geçti Beyza ÖZKAN -Hocam Zeki Bulut’a, sanat yolunda rastladığım en güzel dervişe-
Dergimizin Ağustos sayısında Bursa Kent Müzesi’nde açılmış olan ve hâlen devam etmekte olan Sahne Bursa sergisine ait izlenimlerimi anlattığım ‘’Sahne Senin Bursa’’ başlıklı yazımla okuyucularımın karşısına çıkmıştım. Yazımın sonunda sizlerle ‘’bir dahaki etkinlikte buluşmak dileğiyle’’ diye bir söz vermiştim. Bu yazım, verdiğim sözü huzurunuzda tuttuğumun kelimelere dökülmüş hâlidir. Sıradaki serginin konusunu Bursa’nın ve genelinde Türkiye’nin sanat bağlamındaki can damarını oluşturan, karikatürist Cemal Nadir Güler oluşturuyor. 27 Şubat 2017 tarihinde açılan ve ‘’Ölümünün 70.Yılında Cemal Nadir Güler’’ adını taşıyan sergi, adı üstünde Cemal Nadir’i anmak üzerine kurulmuş. Sizlerle sadece Cemal Nadir Güler’in sanatçı kişiliğini konuşmayacağım, beni bu sergiye gitmeye iten sebepleri, karikatür ve karikatür sanatçılarıyla nasıl tanıştığımı –tabi yeri geldikçe- , yazımda anlatacağım. Karikatür sanatını ve Cemal Nadir’i tanımam, on yaşımda iken gerçekleşti. Resme olan ilgim ve kabiliyetim sonucunda Bursa’nın önemli karikatüristlerinden olan, Olay Gazetesi’nde ‘’Zekice’’ isimli köşede gündemi anlatan karikatürleriyle Zeki Bulut’a yönlendirilmem ile başladı her şey. Zeki Bulut ile derslerim esnasında onun karikatürlerini inceleme fırsatı buluyor ve bir yandan da onun kitaplığını inceliyordum. Okuma merakım, sadece edebî eserlerle sınırlı değildi, sanat kitapları da beni kendi dünyasına çağırıyor, ‘’Gel hadi’’ dercesine beni kendilerine çekiyorlardı. Ders arasıydı. Hocamın kitaplığından bir eser gözüme çarptı. Kitap, karikatür yarışmasına katılan eserlerin toplamıydı. Yalnız kitabın kapağındaki isim, bu yarışmanın yapıldığı kişi adınaydı. ‘’Cemal Nadir Güler Karikatür Yarışması’’. Çocuktum o zamanlar. Kitabı çocuk gözüyle incelediğimde çizilen karikatürlerden hiçbir şey anlamamıştım. Buz dağının görünen yüzüyle ve kendi
birikimimle resimlere kendimce yorum getirmeye çalışmıştım. Yalnız adı kalmıştı aklımda. ‘’Cemal Nadir Güler.’’ Bu ad, benimle birlikte geldi ve hafızamda kendine kalıcı bir yer edindi. Cemal Nadir’i bende kalıcı kılan hocam Zeki Bulut olduğu kadar hocamla birlikte sanat yolunda yürüyen karikatürist Cemal Odabaşı’yı da unutmamalı. Cemal Odabaşı ve hocam Zeki Bulut, çizgisiyle ve üslubuyla adaşı Cemal Nadir’in yolundan gidenlerden oldu. Yalnız bahsettiğim isimler, Cemal Nadir’den beslenmekle beraber kendi gayretleri ve azimleriyle kendi adlarını duyurdular. Şunu demek mümkün olacaktır diye düşünüyorum: Cemal Nadir, Bursalı karikatüristleri epey etkilemiş olmalıydı. Peki, etkilediği yön neydi, nasıl bir kimlik kazandı ve kendini sanat dünyasında kabul ettirdi Cemal Nadir, bilmiyordum. Benim kafamda ona dair tek bir bilgi vardı, o da önemli bir karikatürist olduğuydu. “Sahi, neydi karikatür ve bu sanat dalının aktığı yatak, tuttuğu yol ve dile getirdiği şey neydi?” diye
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
düşünmeye başladım. Düşüncelerimin cevabını hocam Zeki Bulut’a borçluyum. Hocamın dedikleri hayal meyal canlanıyor kafamda. Şöyle diyordu: ‘’Karikatür, kısa ama öz bir şekilde, mizahı kullanarak sosyal eleştiri yapmaktır.’’ (Eksik söylüyor olabilirim, yanlışım varsa hocamdan özür dileyerek sözlerime devam ediyorum.) İşte hocamın yaptığı bu tanım sırasında büyümüştüm, lise üçüncü sınıf, grafik tasarım öğrencisiydim. Öğrencisi olduğum bölüm, sanat konusundaki şuurumu daha da artırıyor ve beni sanata daha da yakınlaştırıyordu. İçinde bulunduğum bu zaman dilimi içinde Cemal Nadir ile ilgili malzemelerimi topluyordum. ‘’O mâhîler deryâ içredir deryâyı bilmezler’’ diyen Hayâlî’yi yine hatırlıyorum geçen Ağustos ayında yazdığım o yazıyla birlikte. Şu an sözünü edeceğim durum, o mısraın şairini haklı çıkartacak bir tür arz ediyor. Bursa’da Altıparmak Caddesi diye bildiğimiz yerin diğer adının da ‘’Cemal Nadir Güler Caddesi’’ olarak anıldığını ve Altıparmak’tan geçerken oradaki kayalıklara Cemal Nadir Güler’in yarattığı tiplemelerden birinin yerleştirildiğini yeni fark ediyordum. Üstelik o kayalıktaki Cemal Nadir’e ait olan tipleme tasvirinde ‘’Cemal Nadir’’ imzası ve bir tabela yer alıyordu bu ünlü karikatüristin hayatını anlatan. Bu kayalık üzerine Cemal Nadir’in konulmasının ve o biyografinin konmasının tek bir açıklaması vardı, o da insanlarımızın bu önemli şahsiyetin Bursa için ve dahi sanat adına ne kadar önemli birisi olduğunu anlamasıydı. Müzenin tabelasında ‘’Ölümünün 70.Yılında Cemal Nadir Güler Sergisi’’ afişi asılıydı. Afişte Cemal Nadir’in çizdiği bir tipleme de yer almıştı. Afişteki tipleme benim kafamdakileri okumuş olmalıydı ki bana ‘’ Beni ve beni çizeni yani Cemal Nadir’i tanımak istersen, gel o zaman bizim dünyamıza.’’ dedi âdeta. Tiplemenin bu sözlerinden sonra Cemal Nadir’in ve onun tiplemelerinin, çizdiklerinin dünyasında güzel bir yolculuk yapma fikrini kafama koymuştum. O sergiye gidecek ve Türk karikatür sanatına anlamlı, hatrı sayılır hizmetleri olan bu kişiyi tanıyacaktım. Şimdi ruhunuzu serginin koridorlarına çekecek ve Cemal Nadir’i size kelimelerimin ve izlenimlerimin verdiği güçle tanıtacağım. Öncelikle Cemal Nadir’i size genel bir çerçeveden tanıtarak işe başlamak
istiyorum. Sonra sergiye adım attığım andan itibaren karşılaştığım manzaralarla beraber sizi hem Cemal Nadir hakkında donatacak, hem de size az evvel dediğim gibi o ortamı yaşatacağım. Kendi ağzından hayat hikâyesini dinleyerek bu yolculuğa çıkmanın vaktidir: ‘’Bursa’da doğdum. Babam ruhen sanatkâr, basit bir memurdu. İlk tahsilimi Bursa’da ve idadi tahsilimi de Bilecik’te yaptım. Neticede ailevî vaziyetimin fevkalade iyi(!) olması yüzünden hayat üniversitesine gitmek mecburiyetini duydum. Her türlü sıkıntımıza rağmen bir gün dahi memur olmayı düşünmüş değilim. Babamın neticesiz memuriyeti ve banliyo trenine benzeyen hayatı, beni memuriyete karşı düşman etmişti. Bütün emelim klasik bir ressam olmaktı. Memleketimizi Yunanlılar işgal ettiler ve bizim pederi işten çıkardılar. Ailemizin düştüğü feci şartlar, benim üç beş kuruş haftalığımla hiçbir şey alınamıyordu. Bu boşluktan istifade ile ataklık yaptım ve bir tabela atölyesi açtım. Yunanlıları şehirden çıkmasını müteakip maariften bir muallimlik istedim. Bana yedi tane ilk mektebin seyyar resim hocalığını verdiler. Bedenen çok yoruluyordum. Lakin arzuladığım mesleğin adamı olmaktan sonsuz bir haz alıyordum. İlk karikatürüm Diken mecmuasında çıktı. Her amatör gibi ismimi matbu görmek hevesiyle yanıyordum. ‘’ diyerek Cemal Nadir bizi hayat hikâyesiyle karşılıyor sergi koridorunda. Sergi koridorunda Cemal Nadir’in eserleri, kendisine ait fotoğraflar ve onun yakın dostlarının
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
hakkındaki düşünceleri sarı bir fon üzerinde yer almaktaydı. Her adımda Cemal Nadir’e ait bir iz görmemiz mümkün. Koridorda adım adım yürürken, daha doğrusu Cemal Nadir’in dünyasında gezinirken bir kişi daha çıkıyor bu yolculuk sırasında karşımıza. Bursalı gazetecimiz, Rıza Ruşen Yücer. Bu gazetecinin Cemal Nadir ile ilgili bir anısından hareketle onun sanatı hakkında söyledikleri karşılıyor bizi ve Cemal Nadir hakkındaki parçaları yavaş yavaş birleştirmemize katkı sağlıyor: “Bir gün Cemal Nadir’i Sahaflar çarşısının içinde, merdiven başında ufacık bir dükkânda gördük. Daha çok levha ve tabela yazıyordu. Reklama ehemmiyet veriyordu. Şafak sinemasına gidenler, film arasında, onun cam üzerine yazılı şu reklamını, perdeye aksetmiş olarak okuyorlardı: ‘’Hattatların meraklısı, meraklıların hattatı.’’ Bu çok doğruydu. O zamana kadar Bursa’da tabelalar küçük boyda ve basmakalıp şekillerde yazılırdı. Cemal Nadir, Bursa tabelacılığına resmi ilk defa sokan sanatkârdır. ‘’ Bursalı gazeteci Rıza Ruşen Yücer’i dinledikten sonra bir çizim karşılıyor bizi. Cemal Nadir’in Diken dergisinde yayımlana bir karikatürü. Bir sokak tasviriydi bu. Halkın her kesimini kucaklıyor. ‘’Aman oğlum hangisi uyku getiriyorsa ondan ver!’’ diyor çizimdeki ihtiyar. Bu cümle bizim zihnimize şunu yerleştiriyor: Demek ki bu çizimde sokakta bir satış var ve sokaktaki kişi, uyku ilacı yahut uyku getiren bir ürün alıyor. Yani dönemine ışık tutan bir kara mizah örneği ile karşılaşıyoruz bizler. Bakalım, sergi koridorlarında yer alan çizimler, bize çizgilerin gücünü daha nasıl farklı gösterecek? Bu çizimden sonra fesli, gözlüklü, şık giyimli, ellerinde fırça ayakta durmuş vaziyette bir çizim karşıma çıkıyor. Cemal Nadir olduğunu anlıyorum çünkü daha ilk tanıdığım zamanlardaki görüntüsünü
zihnime kazımıştım. Gözlerimi diktiğimde bana bir şeyler anlatmak istediğini anlamıştım. Almıştım mesajı ve bu mesajın bana buyurduğu üzere bu gizemli dünyada yola devam etme kararı aldım. İşte! Kararı almamda haksız olmadığımı gösteren bir yazı çıkıyor karşıma. Oğuz Aral, Gırgır dergisini kuran ve Avanak Avni gibi tiplemelere hayat veren Türk karikatür camiasının önemli ismi, Cemal Nadir’in karikatür sanatı içindeki yeri ve önemini şu satırlarla veriyor: ‘’Karikatürü olması gerektiği gibi halkın sanatı yapmaya çalışan, salon mizahından çekip çıkaran hatta sokağa indiren adamdır. Benim hâlâ gözlerinden öptüğüm insandır.’’ Bu cümleyi okuyanlar artık anlıyor karikatürün halkın sanatı olduğunu ve karikatür sanatının Cemal Nadir sayesinde olması gereken bir sanat hâline geldiğini. Koridor boyunca çizilen resimlere bakıp bu çizilenlerin ne maksatla çizildiğini idrak edemeyen insanlar için anahtar bir cümledir Oğuz Aral’ın bu dedikleri. Sergi ilerledikçe onun çizimleri karşımıza çıkıyor ve işte bir tanesi. Arkası dönük bir figür ve ayakları prangalarla bağlı halde işine gidiyor. Cemal Nadir, bunu ‘’pazartesi sabahı’’ adı altında yayımlıyor. Bu çizimi görenlerin, kendi hâl dilini böyle güzel özetleyen adama ‘’Beni ne kadar güzel anlatmış!’’dediklerini duyar gibi oluyorum ya da hissediyorum. İlerliyorum o koridorlarda ve şunu fark ediyorum: Cemal Nadir’i yalnız karikatüristler, gazeteciler anlatmamış; edebiyatçılarımız da Cemal
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Nadir’i anlatmış. Fotoğraflarla birlikte yer alan yazılarla birlikte Falih Rıfkı Atay başta olmak üzere Necip Fazıl’ın, Peyami Safa’nın onun kişiliği ve sanata yaptığı hizmetlerin önemi hakkında söylediklerine yer veriyor. Şöyle diyordu Falih Rıfkı: ‘’Cemal Nadir kendi içinde tekti ve tek olanlar gibi, ne kadar süreceği belli olmayan bir boşluk bırakmıştır. Sanatta taklit, aslına erişse bile, daha çok küçük ölçüde bir kendine haslığın yerini tutmaz. Bu tür sanatkâr ise yetiştirilmez: çıkagelir. ‘’diyor ve ekliyor: ‘’Amcabey, Hoca ve Karagöz geleneğine bağlıdır. Eğrelti ciddiliğin maskesini düşürür, somurtkanlığını gülünç yapar, huysuzluğun acılığını giderir. Keyif denen iksir olmasa bu gam sofrasında ne yapardık? Neşe veren ömür verir. Her sabah gazetesinin köşesinde Cemal Nadir’i arardık. O, günümüzün ferah ve açık bir başlangıcıydı. Kızgınsak bile yumuşar ve adam sen de, derdik. Edebiyatın iyisi, görevini böyle görür.’’diyerek Cemal Nadir’den söz eder. Bütün bunlar arasında bir parça var ki dikkatimi çekiyor. Bir ayna. Evet, çerçeve içinde bir ayna var orada. Yuvarlak ve biraz da tahrip olmuş bir ayna ve kenarına iliştirilmiş Cemal Nadir’in çizdiği bir tipleme. Takım elbiseli, fötr şapkalı, elleri ardında ve tombul bir figür. Cemal Nadir’in çizmiş olduğu Amcabey karşımızdaydı işte. Aynaya bakanlar hem çizerin ruhunu hem de Amcabey’i görüyordu. Bu aynanın önemini şu cümlelerden anlıyoruz: ‘’Cemal Nadir Güler tarafından Bursalı arkadaşı Diş Hekimi Halil Zor’a hediye edilen Amcabey figürlü ayna. Ayna, Halil Zor’un çocukları tarafından Bursa Kent Müzesi’ne bağışlanmıştır. ‘’ Gerçekten de aynadaki Amcabey, hem Cemal Nadir’i hem de kendi ruhunu anlatıyordu. Çizgiler konuşuyormuş, anlıyorum. Her şeyin bir dili varmış, anlıyorum. Cemal Nadir, çizginin konuştuğunu çok güzel anlattı bana bu sergide. Necip Fazıl’ın sergide onunla ilgili söylediği bir söz benim doğru düşündüğümü dile getiriyor: ‘’Onun içindir ki, ruhumuzun kıymet hükümlerini
yansıtan, tebessüm ve kahkaha dehası Cemal Nadir’de, incelikle, ustalıkla ana kaynağına bağlı duruyor. Onun içindir ki fikirle çizginin, etle sinirin birbirine kaynaşması gereken sanat şubesinde Cemal Nadir; samimi ve hakiki olmayı biliyor. Cemal Nadir, soylu karikatürü şimdilik tek başına temsil eden sanatçıdır.’’ Cemal Nadir ile ilgili çizimlerin, onunla ilgili söylenen sözler arasında bu dünyadan ayrılıyorum. Artık öğrenmiş ve tanımıştım Cemal Nadir’i. Gönlümün ve aklımın ışığı sergi boyunca artmıştı. Bu ışık sergiden çıktığım an bir kandile dönüştü. Bu kandil, Cemal Nadir hakkında oluşan bu kandil, hiç sönmemek üzere akıl haneme yerleşti. Sizlerle böyle bir sergiyi, böyle bir şahsiyeti bu sergi üzerinden anlatabildiğim için çok mutluyum. Bana karikatür sanatını ve Cemal Nadir’i fark etmemi sağlayan hocam Zeki Bulut’a da ayrı minnet duyuyorum. Sergi, bitmiş değil, Cemal Nadir sizi Amcabey başta olmak üzere çizdiği bütün tiplemeleriyle birlikte dünyasına bekliyor. Uğramadan geçmeyin…
Mart-Nisant’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARKA KAPAK Işık Selin Orhuntaş
BOZKIRDA ALTMIŞALTI / MUSTAFA ÇİFTÇİ Türkiye Yazarlar Birliği tarafından 2014 Yılının en iyi hikaye kitabı seçilmiş Bozkırda Altmışaltı. İçindeki sımsıcak hikayelerle bize bozkırın kapılarını açıyor. Birlikte gülüyor birlikte hüzünleniyoruz. İçinde dört hikaye var. Handan Yeşili’nde Çetin’in Handan aşkıyla beraber renk yelpazemize “Handan yeşili” ekleniyor , Ensesi Sararmış Adamlar’da bir taksici ile bir profesörle beraber yolculuk yaparken Bir İğne Bir Kuyu’da Şahin’in Gençlerbirliği altyapısına girmek için babasını iknasına tanık oluyoruz. Elif Tine Tolga’da ise tavada ayva pişirmeye çalışan Tolga’nın azmiyle yolculuğumuz bitiyor. Kitap bitince de o güzelim cümlelerin tadı damağımızda kalıyor.
EDEBİYAT NEDİR / J.P. SARTRE Varoluşçuluk akımının öncülerinden olan Sartre , Varlık ve Hiçlik isimli felfesi denemesinin ardından 1940’lı yıllarda edebiyatı bu eseriyle sorguluyor. Yayınlandığı çağda çokça eleştirilen bu eserde yazar ; müzik , resim , şiir , heykel ve edebiyatı aynı tarafta değerlendiriyor. "Yazmak özgürlük isteminin bir biçimidir “ diyor. Hem edebiyatı hem de yazarı sorguluyor. Edebiyata bir felsefe aracı olarak bakmak isteyenler için başlangıç kitabı olabilir.
EDEBİYAT ELEŞTİRİSİNE ELEŞTİREL BİR BAKIŞ / GÜRSEL AYTAÇ Türk edebiyatında eleştiri var mı ? Eleştiri nasıl olmalı ? sorularının çevresinde dolaşmak yerine Aytaç bu kitabında Türk edebiyatında eleştiriye eleştirel bir noktadan bakıyor. Mevcut kaynakları tarayarak eleştiriye hizmet edenleri saptıyor. Tanpınar’dan Yıldız Ecevit’e kadar uzanan yelpazede eleştirinin eleştirisini kurallar çerçevesinde değerlendiriyor. Eleştiriyi 6 kategoriye ayırarak çeşitli konular saptıyor. Akademisyen Eleştirmenler , Eleştirmenliği Meslek Edinenler , Edebiyatımızda Dil Sorunu ya da Çekişmesi , Yaratıcı Yazarların Eleştirileri , Bazı Genç Hikayecilerin Özel Sorunu , Edebiyat Çevirisine Eleştirel Bir Bakış . 103 sayfalık bu kitap Türk Edebiyatı’nda eleştiri hakkında fikir edinmenizi sağlayacak.
Mart-Nisant’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ARKA KAPAK Ayşe Bengisu Akdağ İSTANBUL ŞAİRİ YAHYA KEMAL / Münir Süleyman ÇAPANOĞLU Fuarda sahaflardan aldığım bir kitap. Benim için çok özel bir yeri olan Yahya Kemal ile ilgili. Kitabın ön kapağında da arka kapağında hiçbir yazı yok. "Yahya Kemal'in sûreti yeter" demiş adeta o zamanki yayıncı. İçini açtığımızda ise uzun bir kitap adı karşılıyor bizi: "İstanbul Şairi Yahya Kemal - Hayatı, Hatıraları, Nükte ve Fıkraları, Onun İçin Ne Dediler". Bu uzun başlığın altına da 1958 tarihi düşürülmüş. Münir Süleyman Çapanoğlu'nun hazırlamış olduğu bu eser Yahya Kemal ile ilgili birçok önemli bilgiyi, yazıyı düzenli ve güzel bir biçimde bir araya getirmiş çok önemli bir kaynak. Önsözde kendisi de bu amacını dile getirmiş. Kitabın içinde Peyami Safa, Orhan Seyfi Orhon, Halit Fahri Ozansoy, Sabri Esat Siyavușgil, Tanpınar, Oktay Akbal gibi daha pek çok üstadın şair üzerine yazıları bulunuyor. Tanpınar'ın yazısı duygusallığı ve hüznüyle ön plana çıkıyor kitapta.
ANLATMAK İÇİN YAŞAMAK / Gabriel Garcia MARQUEZ “Kimi ne kadar düşünürsen düşün; Düşüncelerin en derini, başını yastığa koyduğun an başlar...” 2002 yılında yayınlanan bu kitabında Marquez onu bugünlere getiren geçmişini, düşüncelerini, hislerini, ortamını, davranışlarını kısacası Marquez'i Marquez yapan her şeyini dile getiriyor. Bir yazarın nasıl yetiştiğini anlatıyor. Oldukça kalın bir kitap. Henüz Marquez okuyamadım. Ve eserlerini okumadan önce kendisini kendi ağzından okumak istedim. Onun izinde eserlerini tanımak istiyorum. "Dev bir yazarın sevgiyle örülmüş anıları" diye tanımlıyor Ülkü Tamer de bu kitabı. Ve bu anılarda gerçekten "Latin Amerika" ruhu hissediliyor. �Aslında bu önemli bir nokta, zira okurken anlayamadığımız kavrayamadığımız, yabancısı olduğumuz bazı siyasi ulusal olgular mevcut. Ve kitaptaki şu cümle sanırım herkesin hayatını sorgulamasına yetiyor: "İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır." Voli / FAİK BAYSAL İlk baskısı 1997'de yapılan Voli; siyasi ortama, bürokrasiye, politika insanlarına, adalet sistemine eleştiri getiren, kamu kurumlarındaki yozlaşmanın romanı. Adliye tarihine "Tabut Davası", halkın deyimiyle "Yeğen Çıkmazı" olarak geçen bir olayı ele alıyor yazar. Diğer romanlarında olduğu gibi ahlaki yozlaşma ve sapkınlık da ön planda. Peki "voli" ne demek? Voli, argo anlamda "yasadıŞı yollarla sağlanan büyük kazanç, yüksek kâr" anlamına geliyor. Romanın içinde de kişiler arası argo konuşmalar had safhada. Devletin içindeki bu olay ve kahramanların argo konuşmaları okurken ister istemez rahatsız etse de böylesine gerçek bir olayı okumak insanı etkiliyor.
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
ÖLÜM ÇİÇEKLERİ İçim eski umman, yeni çöl. Sevaplarım serap, günahlarım kaktüs. Öylesine yorgunum, öylesine kırgın. İçim eski bahçe, yeni kır. Ay, doğmaya küsemez güneşe sormadan. Ve aşk; boşluğun ucunda, şeytanın avcunda, yiğitliğin burcunda durur. Ve aşk, benim zaafım. Ay, ışığını kesemez güneşe küsmeden. İçim eski uyaklı şiir, yeni serbest vezin. Duygularım yakıcı, düşüncelerim serin. Öylesine dağınığım, öylesine bulanık. İçim eski vaveyla, yeni sükûnet. Çiçeklerim, ah benim solmuş çiçeklerim. Kimini ihtirasla, kimini yasla beklerim. Kimini beklemem, hatrımda idam ederim. Kim beni sevmişse ölmüştür o, yanmıştır canı. Ben kimi sevmişsem onunla sevişmemişimdir. Çiçeklerim, ah benim zehirli çiçeklerim. İçim eski köşk, yeni virane. Pencerelerim kirli, kapım şerhane. Öylesine ölüyüm, öylesine ruhsuz. İçim eski gökyüzü, yeni mezarlık...
Timur Ali AYKAÇ
Fotoğraf
Aybige Akdağ
YAYLA DUMANI Gümüş bir dumanla kapandı her yer; Yer ve gök bu akşam yayla dumanı; Sürüler, çimenler, sarı çiçekler, Beyaz kar, yeşil çam yayla dumanı! Ben de duman olsam senin yerine, Dağılsam dağların şu mahşerine; Güzelin saçına ve gözlerine Ben girsem, ben dolsam yayla dumanı! Beni içerine aldın dağ gibi, Doldun gözlerime bir rüya gibi; Bende güneş gibi, yüce dağ gibi İçinde kaybolsam yayla dumanı! Ömer Bedrettin Uşaklı
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
MEKTUP Her insanın bir hikâyesi vardır. İşte bu da küçük bir çocuğun hikâyesi… Sabah saatleriydi, küçük çocuk yatağından kalkmış sofraya oturmuştu. Annesinin o güzel yumurtasını yemek için sabırsızlanıyordu. Ama çocuğun yüzünde ufacık bile olsa bir gülümseme yoktu. İçinde karanlık bir his vardı. Annesi çocuğuna ‘niye üzgünsün?’ diye sordu. Çocuk cevap vermedi, annesi hâlâ ısrarla soruyordu. Çocuk en sonunda dayanamayıp sofrayı devirdi. Hızlıca kalkıp odaya gitti. Odaya gittiğinde babasının fotoğrafını eline aldı. Ona sarılarak ağlamaya başladı. Annesi dağılan sofrayı topladıktan sonra çocuğu teselli etmek için yanına gitti. Ve küçük çocuğa şöyle dedi ‘Oğlum lütfen ağlama. Baban şuan cennetten sana bakıyor ve sen ağlarsan o çok üzülür.’ dedi. Çocuk gözyaşlarını sildi ve annesine ‘Anne gerçekten beni görüyor mu?’ diye sordu. Annesi başını sallayarak kısık bir sesle ‘Evet oğlum. ’dedi. Çocuk koşarak dolaptan mürekkep ve tüy aldı. Annesi ise elindekileri görünce onların ne olduğunu ve ne yapacağını sordu. Çocuk ise şöyle cevap verdi ‘Babam madem beni görüyor o zaman ben de ona bir mektup yazıp postacı abiye vereyim o da babama versin.’ dedi. Annesi gözyaşlarını tutamadı. Çocuğun yanına gidip kulağına kısık bir sesle yaz oğlum diye fısıldadı... Çocuk mektubuna şunları yazmıştı ‘Babacığım annemle birlikte seni bekliyoruz. Ne zaman geleceksin? Seni çok özledik…’ Çocuğunun mektubu yazdığını gören anne, yarın sabah postaneye gidip mektubu postalayabileceklerini söyledi.
Saat dokuz olmuştu. Annesi küçük çocuğa ‘hadi artık yat bakalım.’ dedi. Çocuk her zaman ki gibi annesinden beş dakika daha istedi. Annesi yine onu kıramayıp ‘Tamam ama sadece beş dakika daha.’ dedi… Beş dakikanın ardından ikisi de uyudu. Sabah olmuştu. Bağdat her zamankinden çok farklıydı. Güneşi pırıl pırıl sessizliğiyle oradan geçenleri büyüledi. Annesi çocuğa “Hadi bakalım postaneye gidiyoruz .” dedi. Çocuk yattığı yerden fırlayıp hızlı bir şekilde kıyafetlerini giydi ve hızla kapıdan dışarı çıktı. Annesi “Oğlum beni bekle heyecan yapma.” dedi. İkisi beraber postaneye vardılar. Ve mektubu gönderdiler. Akşama doğru eve vardılar ve küçük çocuk babasından cevap beklemeye başladı. 20 yıl sonra… Çocuk on yedi yıl önce mektuptan ümidini kesmişti. Şimdi asıl sorun üç ay sonra Bağdat’ta yapılacak büyük savaştı. Çocuk askerliğini başarılı bir şekilde sürdürüyordu. Zaman zaman annesi onu ziyarete gelir halini hatırını sorardı. Çocuk annesine beni merak etme ben iyiyim.- derdi. Yine annesi bir ay sonra çocuğu ziyarete geldi. Annesi yine halini hatırını sordu. Çocuk ise annesine hiç iyi olmadığını söyledi. Annesi ise ‘Neden oğlum’ sorusunun ardından her şeyi öğrendi. Bu büyük savaşa sadece iki ay kalmıştı. Çocuk annesine ‘Hakkını helal et. ’dedi ve görüşme saati bitmişti. Çocuk odasına doğru yöneldi. Annesi iki saat sonra eve varmıştı. Evde yalnız başına çaresizce oturuyordu. Saat dokuz olmuştu. Annesi her zaman ki gibi oğlunun tişörtuna
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
sarılıp uyudu. Sabah olunca çocuk antrenman için dışarı çıktı. Bu büyük savaşa hazırlanıyordu. Bir ay sonra annesi nedeni bilinmeyen bir hastalığa yakalandı. Ve yaşamak için sadece otuz günü daha vardı. Bu süreçte çocuk her gün annesini düşünüyor ve annesiz yaşamanın ne kadar zor olacağı aklından çıkmıyordu. Boş zamanlarında dışarı çıkıp annesine şifalı otlar toplar sonrada ziyaret günlerinde annesine onları verirdi. Gün geçtikçe daha da kötüye giden annesine şifalı bitkiler bile fayda etmiyordu. Savaşa son üç gün kalmıştı. Bağdat’ta yapılacak büyük savaşın zamanı gelmişti. Endişeli olan çocuk annesini son kez ziyaret etti. Annesine ‘hakkını helal et.’ dedi ve helallik aldıktan sonra odadan çıktı. Onun odadan çıkmasıyla birlikte annesi çekmecedeki mektupları aldı ve üzerinde yazan Ali ismine dokundu ve ağlamaya başladı. Ardından mektupları hemşireye verip bunları oğlunun adresine postalamasını istedi.
Annesine ziyaretinin üstünden beş gün geçmişti ve savaş şiddetini arttırmıştı. Bombalar altında gelen postayı görünce oldukça şaşırdı. Kimden olduğuna bakınca annesinin ismini gördü ve hemen zarfı açtı. Zarfın içinden dört tane mektup kâğıdı çıktı. Bunlardan birisi annesinin oğluna yazdığı mektuptu. Merakla kâğıdı açıp okumaya başladı. Mektupta şunlar yazıyordu: “ Oğlum sana bugüne kadar söylediğim her yalan için beni affet. Baban yaşıyor bunu senden gizlemek zorunda kaldım. Bunlarda senin mektuplarına verdiği cevaplar. Onları sana gösteremedim. Ne olur beni affet.” Çocuk şaşkınlık içinde mektuba bakakaldı. Ne yapacağını bilemedi. Hâlâ kafasının üstünden mermiler geçiyordu. Bu durumda annesine gidemezdi. Yapabileceği tek şey savaşın bitmesini beklemek ve sonra mektupta yazan adrese gitmekti. Yağmur Elis GÜNER 5. Sınıf Öğrencisi, İstanbul
VATAN BAYRAĞI Vatanından uzaksa insanlara her yer gurbet Anadolu ne güzel bir memleket Tüm güzellikleri barındıran bir cennet Anadolu toprakları kıymet bilene bir nimet Ne ümitsiz ne vatansız yaşanılmaz elbet Bayraktır vatanın şerefi, onuru, şanı Alamaz kimse ayaklar altına bu bayrağı Yaşamın, sevincin tüm güzelliklerin kaynağı Rahmet ve bereket doludur memleketimin her yanı Asya’dır bir taraf, Avrupa’dır bir taraf Gayesidir herkesin korumak bu bayrak ve toprağı Irmağı, denizi, dağı ile Türkiye hepimizin vatanı.
Selin Sena ÇELİK 5. Sınıf Öğrencisi, Bursa
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
Umudun Hırçın Kuşu Yüreğin en sessiz köşesinde, bir kuş gibi beslediğimiz umut… En çetin kış gecelerini bir bahar bahçesine çevirebilecek güçte olan umut… Bir filmin sonunun kötü bittiğini bildiğiniz halde her izleyişinizde içinizde “Belki bu sefer güzel olur” dedirten umut… Hiç susmayan, gönül kafesine hapsolmuş umut… Kimimiz bu hırçın kuşu doğasına bırakır, kuşun özgürce uçmasına, bizi yeni diyarlara götürmesine izin verirken kimimiz de onu hapsedebildiği kadar derine, belki denizin en dibine, belki de gecenin en kör noktasına gömer hiçbir zaman su yüzüne çıkmayacağını sanarak. Umudunu yitirenler daha doğrusu yitirdiğini sananlar o inatçı, geveze kuşu susturabildiğine inanarak yalnızca kendilerini kandırırlar. Çünkü umut bir insanın doğumundan son nefesine kadar yüreğine kazık çakmıştır. Gecenin en karanlık vaktinde, en soğuk, en ürkütücü zamanında hiç beklemediğimiz “Tamam, artık iş bitti.” dediğimiz anda o, narin kanatlarını çırpmaya başlar. Gönlün her köşesine yayılır her kanat çırpışında ortaya çıkan serin rüzgar. İşte o bıkmış bedenimizi tepeden tırnağa kadar dolduran huzur, umudun sessiz kanat çırpışıdır. Her seferinde yeni bir başlangıç için bize kapı açan, kasvet ruhumuzu kaplarken bir köşede kıvılcım çakıp aydınlatan “en geveze kuş umut”… Şimdi içimize hapsettiğimiz umudun hırçın kuşunu ağır prangalarından kurtarıp sonsuz maviliğe yelken açmamız için rüzgarımız olmasına izin verelim ki bizi mutluluğun serin kollarına bırakabilsin. Zeynep Öykü YAHŞİ, Bursa 8. Sınıf Öğrencisi
TÜRK MİLLETİ “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.” Atatürk, Türk milletine çok büyük zaferler kazandırmıştır. Bunları tek başına değil, tüm Türk ordusu ile kazanmıştır. Şunu biliyoruz ki; savaşlarda savaşan askerlerin aklında sadece bayrağı vardı. Eğer bayraklarını kaybederlerse artık Türk vatanı olmayacaktı. Bayrağını kaybetmek ne kadar acıydı. Türk milleti sessizliğe bürünecekti. Türk bayrağını kaybedince, bağımsızlığını, özgürlüğünü kaybedecekti. Ama Türk askeri bayrağını kaybetmemek için savaştı. Kadınlar, yaşlılar, çocuklar da vatan için canını ortaya koydu. Asla vazgeçmediler. Tüm savaşları kazandılar ve bugünkü Türkiye’yi bize kazandırdılar. Türk milleti savaşları kazanmıştı, artık hep huzur vardı. Ta ki 10 Kasım 1938 gelene kadar. O gün Türkiye’nin yüzü soldu. Çünkü Önder Mustafa Kemal Paşa hayata gözlerini yummuştu. Ama Türk milleti Ata’sı için asla yılmadı. Mücadeleye devam etti. Onun dilediği gibi hep aynı, barış dolu bir ülke olmak için… Kim vatanı, bayrağı ve milleti uğruna canını vermezdi? Türkiye 15 Temmuz 2016’da da yılmayıp bayrağı uğruna can verdi. Hâlâ da can vermeye devam ediyor, huzurlu ve rahat yaşamamız için. Huzurla bu vatanda yaşıyorsak hepsi Atatürk, şehitlerimiz ve Türk milleti sayesinde. Çünkü “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”
Nisa RAMAZANOĞLU 5. Sınıf Öğrencisi, Bursa
Mayıs-Haziran’17
İNCİR ÇEKİRDEĞİ
KÜTÜPHANEM Odama yeni geldi. Diğer eşyalar ve ben önceleri biraz yadırgadık ama sonradan bu munis, çilekeş, güzellikten nasibi olmayan tahta yığınına alıştık. Hatta ben sevmeye bile başladım. Acımayla karışık bir duygu... Epey yaşlanmış, güngörmüş bir kütüphane. Ama insanlar gibi onların da şanslıları şanssızları var. Kimileri koskoca köşklerde parlak cilalı yüzleri, ağır renkli kitaplarıyla başköşede durur. Kimi de rutubetli bir evin bodrum katında gençliğini, tüm güzelliğini yitirir. İşte benimki de bunlardan biri. Rafları şişmiş, eğri büğrü vücutlarıyla dışarı fırlamak istiyormuş gibi bir hal almış, yıllar evvel giydiği kahve renkli elbise artık solmuş, hali kalmamış. Ortası biraz kırık. Geçende iyice yarıldı. Bir umut tekrar onardım. Şimdi iyi. İlk günler odanın bir köşesinde sessizce, umutsuzca bekliyordu ama şimdi kitaplarımı raflarına dizince tekrar canlandı. Çürümüş tahtaları toprakla beslenen ağaçlar gibi taptaze gencecik oldu. Anlamadım, çünkü bu ciltleri parlak güzel kitaplarımın onu beğeneceklerini hiç sanmıyordum ama bir gün gizliden şahit oldum. Bu zavallı ihtiyarla aralarında tatlı bir arkadaşlık doğmuştu. Kütüphanem onlara anılarını anlatıyor benimkiler de can kulağıyla dinliyorlardı. Hatta bu sohbete üstündeki kadife örtü, saat, çerçeve hepsi katılmışlardı. Gözlerim doldu içimde tatlı bir mutluluk duydum. Bu yıllanmış ihtiyar kütüphane ömrünün son birkaç yılını hiç değilse hep özlemini çektiği kitap kokularıyla mutlu geçirecekti.
Filiz Öztekin 6. Sınıf Öğrencisi, Ankara
“Yolunuz açık, ilham melekleriniz hep omzunuzda, cesaretiniz yüreğinizde daim olsun. Hepiniz sevgiyle, aydınlıklarda kalınız. Kaleminiz ışık yaysın...” Nermin Bezmen “Okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz. İncir Çekirdeği’ne bu yolda başarı dileklerimle sevgi ve selamlar...” Sevinç Çokum “Şiir, her anınızı kendisine vermenizi isteyen kıskanç bir sanattır; iyi bir şair olmak için şiirden başka bir şey düşünmeyecek, şairce yaşamayı göze alacaksınız.” Beşir Ayvazoğlu
“Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Sizlere öğüt vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın.” Gülten Dayıoğlu
“Sizlere söylemek istediğim son söz, Eski Grek Edebiyatı’ndan iki dize : ‘Bir taşı delen bir suyun gücü değil Damlaların sürekliliğidir.’ Gençler her zaman yeniyi, en güzeli, doğruyu bize getirecektir.” Sunay Akın
“Öncelikle bu mesleği seçmiş olmanızdan dolayı sizleri kutluyorum. Dünyanın en güzel, en özgür mesleği edebiyat öğretmenliğidir. Yaptığınız dergi işinden dolayı da sizleri kutluyorum ve kolaylıklar diliyorum. Sağlık ve başarı dileklerimle...” Osman Çeviksoy