Mayıs 2014
Sayı:2
dil, edebiyat, kültür, sanat
LALE DEVRİ’nde Bir Şair:
NEDİM KARAMANOĞLU
MEHMET BEY ve Fermanı
[Belgeden bir alıntı veya ilginç bir noktanın özetini yazın. Metin kutusunu belge içinde herhangi bir yere konumlandırabilirsiniz. Kısa alıntı metin kutusunun biçimlendirmesini değiştirmek için Metin Kutusu Araçları sekmesini kullanın.]
SEVİNÇ ÇOKUM İle
SÖYLEŞİ
“Renk renk hâtıralarım oda oda silindi; Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi”
İncir Çekirdeği Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
EDİTÖRDEN... Yazı İşleri Müdürü Sırdem Kemiksiz
Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Afra Nur Akkayalı Beyza Arı Hatice Türk Hilal Akarslan Merve Başol Sema Keser Seren Kotik Süleyman Erkut Şeyda Üzer
İletişim
Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları... Bahar geldi, güneşli günler kapıda. Mayıs ayı bizlere nefis bir hava ile birlikte bir edebiyat şölenini de sunmakta. Öncelikle ilk sayımızda büyük özveri ile çalışan arkadaşlarıma teşekkür ederek sözlerime başlamak istiyorum. İlk sayımız kimliğimizi gösterebilmek ve okuyucumuz ile iletişim kurabilmek açısından çok önemliydi. Bu anlamda siz değerli okuyucularımızın ilgisine de teşekkürü bir borç bilirim. İkinci sayımızda sizleri dosya konusu olarak Mayıs ayı hem doğum hem ölüm yıl dönümü olan Necip Fazıl Kısakürek bekliyor. Necip Fazıl Kısakürek’i, anmak üzere Beyza Arı sizler için yazdı. Aynı zamanda Sultan Demirtaş Üstad’ın tiyatro eserlerini ele aldı. Türkçenin resmi dil ilan edilişini Türk Dil Bayramı’nın 737. Yılı münasebetiyle Ayşe Bengisu Akdağ yazdı. Bunların yanında okurken keyif alacağınızı düşündüğümüz hikaye, şiir ve denemelerin yanında güncel kitap ve filmlerin tanıtımları da siz okuyucularımızı beklemekte. Söyleşi köşemizdeyse şu an son kitabının çalışmalarını yapmakta olan Sevinç Çokum söyleşisi sizleri bekliyor. Uzun ve yoğun bir çalışmanın ardından sizlere kültür ve edebiyat dolu bir sayı sunmaya çalıştık. Şimdiden siz değerli okuyucularımızın ilgisine çok teşekkür eder, herkese mutlu bir bahar ve Mayıs ayı dilerim.
incircekirdegidergisi@gmail.com
Sırdem Kemiksiz
facebook.com/incircekirdegidergisi
Yazı İşleri Müdürü
https://twitter.com/IncirCekirdegiD
İÇİNDEKİLER Havadis..................................................................................4 Filiz’in Mürekkebi – Hilal Akarslan.........................................8 Bu Günden Sonra – Ayşe Bengisu Akdağ..................................10 15. Asrın Sultan’uş-Şuara’sı Ahmed Paşa.................................12 Delilsiz Gidilmez Yollar Harami – Hatice Türk.......................13 Son Şairler Sultanı: Necip Fazıl Kısakürek – Beyza Arı..............14 Necip Fazıl’dan Şiirler...........................................................17 Bir Oyun Yazmak – Sultan Demirtaş.......................................18 Sevinç Çokum’la Söyleşi – Ayşe Bengisu Akdağ.......................20 Misafir Köşesi.............................................................. .......25 Şiirler – Süleyman Erkut – Medcezir........................................26 Sema Keser – Bucaksız / Ebruli...................................27 Sait Faik Abasıyanık’tan Hikaye: İpekli Mendil........................28 Sa’d-Âbâd’ın Gözdesi: Nedim – Sırdem Kemiksiz....................30 Edebiyat Tarihinde Mayıs......................................................32 Arka Kapak – Merve Başol....................................................34 U.Ü Oyuncuları Sahnede – Sultan Demirtaş...........................36 Beyaz Perde’den – Afra Nur Akkayalı....................................38 Pedofili Ağır Suçtur – Sırdem Kemiksiz..................................41 Gençlere Sorduk – Kübra Tarakçı...........................................42
HA VÂ DİS Gabriel Garcia Marquez'e sarı güllerle tören Marquez, sarı güller ve kağıttan kelebeklerle sonsuzluğa uğurlandı. Meksika'nın başkenti Meksiko'da binlerce kişi, İspanyol dilinin en büyük yazarlarından biri kabul edilen Gabriel Garcia Marquez'e son bir kez saygılarını
sunmak ve veda etmek için Güzel Sanatlar Sarayı'na akın etti. Marquez'in ünlü romanı Yüz Yıllık Yalnızlık'ın geçtiği hayali Macando kenti için ilham kaynağı olan Aracataca kasabasında da sembolik bir cenaze töreni düzenlendi.
Cervantes'in kalıntıları aranıyor İspanya, İspanyol edebiyatının en tanınmış isimlerinden biri olan Miguel Cervantes'in mezarının ölümünden 398 yıl sonra bulunması için proje başlattı. Proje, 2016'da ölümünün 400. yıldönümüne kadar Don Kişot'un ünlü yazarının mezarının bulunmasını amaçlıyor.
Yaşar Kemal sokak çocuklarını yazdı Yapı Kredi Yayınları'nın Doğan Kardeş dizisinden çıkan "Neredesin Arkadaşım", Yaşar Kemal'in "Çocuklar İnsandır" kitabından yapılan bir
seçme. Büyük ustanın 70'li yıllarda sokak çocuklarıyla yaptığı röportajların biraraya getirildiği "Neredesin Arkadaşım", bugün hayatın acımasız yönünü ayna gibi suratımıza tutan sokak çocuklarının çaresizliğini anlatıyor.
"Küçük Prens" kitabının 71. yılı kutlanacak Antoine de SaintExupery tarafından 1943'te yazılan, dünya üzerinde 240'tan fazla dile çevrilen ve 140 milyon adetten fazla satan "Küçük Prens" kitabının 71. yıl kutlama etkinlikleri, 10-31 Mayıs arasında Zorlu Center AVM'de yapılacak.
Edebiyatın ‘belleği’ müzenin kapısına kilit
Çelebi Mehmet ve Dönemi Sempozyumuna Büyük İlgi Osmangazi Belediyesi tarafından bu yıl 10’uncusu düzenlenen Osman Gazi’yi Anma ve Bursa’nın Fethi Şenlikleri kapsamında gerçekleştirilen Mehmet ve Dönemi Sempozyumu’nun ikinci günü 4 oturum ile devam etti. Birbirinden değerli akademisyenlerin yer aldığı sempozyumun ikinci gününde Çelebi Mehmet’in hayatı ve o dönem yaşanan önemli olaylar hakkında bilgiler sunuldu. Uludağ Üniversitesi Türk dili ve edebiyatı bölümü öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Sadettin Eğri de ‘Çelebi Mehmed’in Hekimi Şair Şeyhi ve Kenzü’l-Menafil Risalesi’ sunumuyla sempozyumdaydı.
Bakanlık Edebiyat Müzesi’ni boşaltması için 8 Mayıs’a kadar zaman tanıdı.Nazım Hikmet’ten Cemal Süreya’ya, Aziz Nesin’den Melih Cevdet Anday’a pek çok yazar ve şaire ait şahsi belge, mektup, Kitap ve yazın takımlarının sergilendiği Edebiyat Müzesi ve Yazın Belgeliği, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca kapatılıyor. Yazarlara ait şahsi belgeler kolilerde gideceği yeri bekliyor.
İTEF’in bu yılki teması ‘Şehir ve Yolculuk’! İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali’nin (İTEF) altıncısı Vehbi Koç Vakfı’nın ana sponsorluğunda 5-11 Mayıs 2014 tarihleri arasında, ‘Şehir ve Yolculuk’ temasıyla gerçekleşecek. Okurlar 5-8 Mayıs tarihleri arasında söyleşiler, atölye çalışmaları, çocuk etkinlikleriyle dopdolu
bir festival programını takip etme imkanı bulacaklar. Festival aynı zamanda bu yıl bünyesine iki yeni programı da katarak 911 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek.
14. Uluslararası Ankara Öykü Günleri 7-11 Mayıs tarihleri arasında!
14. Uluslararası Ankara Öykü Günleri 7-11 Mayıs 2014 tarihleri arasında gerçekleştirilecek.
III. Milletlerarası Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu Türk Dil Kurumu ve Harran Üniversitesi Prof. Dr. Abdülkadir KARAHAN’ın 100. doğum yıldönümü vesilesi ile 5-6 Mayıs 2014 tarihlerinde Şanlıurfa’da III. Milletlerarası Klasik Türk Edebiyatı Sempozyumu düzenliyor.
kazanan İngiliz romancı Sue Townsend, 68 yaşında hayata veda etti. "The Secret Diary of Adrian Mole, Aged 13¾" adlı ilk kitabını 1982'de yayımlayan Townsend, büyük başarı kazanmıştı. Adrian Mole serisinin bazıları tiyatroya ve televizyona da uyarlanmıştı.
Harran Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesinde yapılacak olan sempozyuma bildirileriyle birçok bilim adamı katılıyor.
Adrian Mole serisinin ünlü yazarı Townsend öldü
Adrian Mole adlı kahramanının başından geçenleri anlattığı kitapları ile tüm dünyada büyük ün
5. Türkiye Dergi Günleri 5.Türkiye Dergi Fuarı 711 Mayıs tarihlerinde Sirkeci Tren Garı'nda. 5.Türkiye Dergi Fuarı ile ilgili tüm bilgilere www.turdeb.com adresinden ulaşabilirsiniz.
Dünyanın en küçük kitabı İzmir TÜYAP’ta İzmirli şair, yazar ve Uluslararası Aktivist Sanatçılar Birliği Kurucu Başkanı Ümit Yaşar Işıkhan, kendisine ait olan rekoru, dünyanın okunabilir en küçük kitabını daha da küçülterek kırdı. İlk baskısını, 1986 yılında kâğıda yapılan zamları protesto amacıyla tasarlayıp yayınlayan Işıkhan, 2012 ve 2013 yıllarında yeni basımlarını yaparak okuyucularına ve koleksiyonerlere ulaştırdıktan sonra bu yıl daha da küçülterek, İzmir TÜYAP Kitap Fuarı'nda sergiliyor.
Derleyen: Beyza Arı
Filiz’in Mürekkebi 5 Ocak 1948
Sizler sayı saymasını bilir misiniz? Elbette biliyorsunuzdur; belki beşe kadar, belki bine kadar, belki de yıldızları bile sayabiliyorsunuzdur. Ben de sayı saymayı biliyorum elbette. Okula da gidiyorum, okumayı da saymasını da biliyorum ama babamın gelmediği günleri sayarken tüm sayıları birbirine karıştırmaya başladım. En son dört gün önce yüz yirmi sekiz gün olmuştu babamı görmeyeli ama yüz yirmi sekize kadar doğru mu saydım bilmiyorum. Baktım sayılarla baş edemiyorum, onları aklımda tutamıyorum,unutuyorum ben de kendime yeni yöntem edindim.Babamın salondaki kütüphanesinden bir kitap aldım,onun en sevdiği kitaplardan birini seçtim tabi ki.Bana okuduğu,bana fısıldadığı kelimelere sahip kitaplardan birini... Onsuz geçen her gün için bir sayfa kıvırıyorum, onsuz okuduğum her kitap için bir sayfanın yüzünü çeviriyorum karanlığa... Annem bana hissetirmese de o da özlüyor babamı. Beraber yaptıkları çayların kokusunu bile özlediğini biliyorum. Ben de çok özledim, çayların kokusunu… … Babam gideli uzun zaman oldu. Anneme: “ Filiz'in okulu bittiği gibi yanıma alacağım sizi.” demiş. Bekliyorum babacığım, bu karışık şehirde okulumun bitmesini ve senin yanına koşmayı bekliyorum. Babacığım, senin yanına koşarak gelebilir miyim? Hani bir kere hep beraber güzel bir piknik yapıyorduk, ben ayakkabılarımı çıkartıp koşmaya başlamıştım da ayağıma diken batmıştı. Sen beni kucaklayıp, ayağımı avuçlarının içine alıp dikeni çıkarmıştın. Sana koşarken de ayaklarıma diken batar mı? Sana geldiğim yollardaki tüm dikenler çiçek açar, anneannemin dikiş iğnesi gibi olan o yeşil uçlar sana koşarken körelir. Seni özlüyorum babacığım, seni özlüyorum ve sana gelemiyorum, beni affet. 2 Nisan 1948 Bugün okula iki tane gazeteci geldi. “Sabahattin Ali’nin kızı Filiz Ali’yi çağırın.” demişler Müdür Bey’e. Beni sınıftan gelip aldılar, okulun avlusuna çıkarıp fotoğraflarımı çektiler. Gülümsemekle gülümsememek arasında kaldım, dudaklarımı hangi yöne yönelteceğimi bilemedim. Fotoğraflarımı çekip hiçbir şey söylemeden avludan hızla uzaklaştılar.
Neler oluyor baba, neden benim fotoğraflarımı çektiler? Senin kızın olduğum için mi? Saçlarım, gözlerim sana benziyor mu diye merak mı etmişler? Neden baba, neden o iki gazeteci akşam eve geldiğimde bizdelerdi? Annemin neden gözlerinden yaşlar damlıyordu? Annemi neden üzmüşler, senin papatyanı neden soldurmuşlar? Ellerim, ellerim titriyor baba, midemde bir sancı var.Gözlerim tavana doğru kayıyor.Anneme bakamıyorum,iki gazeteciyi de koltuğun diğer taraflarında görüyorum.Neler oluyor babacığım,duyuyor musun beni? Alnımdan annemin gözyaşları gibi boncuk boncuk terler boşalıyor, göz kapaklarıma hakim olamıyorum,babacığım...baba...bab…
3 Nisan 1948 Babacığım; benim ustam, benim kahramanım, benim dileğim... Seni bizden almışlar, o sevdiğimiz yeşilliklerin içinden geçerken seni kana bulamışlar. Gözlerini gökyüzünden ayırmışlar, karanlığa gömmüşler. Bana söylemiyorlar ama ben her şeyin farkındayım. Senin güvenerek sırtını dayadığın yol arkadaşın, toprağa düşürmüş bedenini. Yol arkadaşlıkları böyle mi olur baba? Sen bana arkadaşlığın hiç böyle olduğundan bahsetmemiştin. “Bir dilim ekmek paylaştığın insana sırt dönülmez.” derdin hep. Sen sırtını dönmezsin ki babacığım. Bilmediğin bir ormanda kırlangıçlarla baş başa bırakmışlar seni. Ömründen ömrünü çalmışlar,seni benden ayırmışlar… “Sabahattin Ali kitaplarıyla beraber öldürüldü” yazıyor gazetelerde. Kim olduğunu, bunu neden yaptığını bir türlü öğrenemedim. Sabahattin’in kızı Filiz’i, senin tomurcuğunu üzdüler, babasız bıraktılar. Kelimeleri sahipsiz, kalemlerini mürekkepsiz bıraktılar. Seni vurdular, tüm insanlık vuruldu. Seni vurdular Kürk Mantolu Madonna’yı gömdüler, seni vurdular Aliye’yi ağlattılar… 20 Nisan 1948 Mektubunda yazmıştın ya hani; "... üzülecek bir şey yok. Her şey düzelir, hele Filiz hiç üzülmesin." İşte senin de dediğin gibi her şey düzelecek, her şey senin olduğun günlerdeki gibi olacak ve Filiz artık hiç üzülmeyecek…
HİLAL AKARSLAN
“BU GÜNDEN SONRA...” Bundan tam 737 yıl öncesi... 13. Yüzyıl Anadolu’su... Batı’dan Haçlıların Doğu’dan Moğolların saldırılarının ortasında tutunmaya çalışan Selçuklu... Edebi dil olarak Farsçanın, devlet işlerindeyse Arapçanın kullanıldığı bir Türk yurdu... Konya’ya doğru bir beylik ilerliyordu o sırada. Türk milletinin tarih sahnesinden indirilmesini engelleyen yüce görevi üstlenen; terk edilmeye yüz tutmuş bir kimliği, kendi dillerini yeniden canlandıran bu beylik Karamanoğulları’ydı. Karamanoğulları’ndan Bir Bey ilerliyordu Türk boylarıyla birlikte. Moğol istilasıyla birçok Türkmen beyini, birlikte ayağa kaldırmayı başaran bu öncü Karamanoğlu Mehmet Bey’di. Türk beylerine: “ Değerli Türkmen Beylerim! Bugün başta Konyalılar olmak üzere, Moğol istilası ve zulmünden bıkıp usanmış Selçuk ve Oğuz Türkleri için, Cenab-ı Allah’ın lütfuyla kurtuluş günüdür. Yıllardan beri Moğol istilasıyla kararan dünyamız, Türkmen Beylerinin kahramanca mücadelesiyle aydınlık bir istikbale doğru hızla yol alacaktır” diye sesleniyordu. Şanlı bir zaferden sonra Konya’ya giren ve neşrettiği fermanla “Bu günden sonra divânda, dergahda, bargahda, meclisde ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacaktır” diyen Mehmet Bey, Türkçeyi tekrar devlet dili, ilim ve edebiyat dili, tahsil ve tedrisat dili, konuşma yazma ve okuma dili olarak ilan ederek tarih sayfalarına adını yazdırıyordu.
Hayata gözlerini kapamadan üç yıl önceki fermanında Türkçeyi resmi dil ilan eden Mehmet Bey, başka milletlerin içinde eriyip gitmeden millet olarak yaşayabilmek için dilin büyük yeri ve önemi olduğunu biliyordu. Yedi asır geçti aradan... Karamanoğlu Mehmet Bey’in fermanına uyuyor muyuz, sahip çıkıyor muyuz? Büyük mücadelelerle elde ettiği bu zaferin bilincinde miyiz? “Simitchi”nin simitleri “Simitçi”ninkinden daha mı gevrek? Bir şeylere “ Start vermek” “Başlatmak” tan daha mı sahici? “Yaşasın” yerine “Oley” deyince daha mı sevinçli oluyoruz? Ya da “Güle güle” yerine “Bye bye” demek daha mı samimi yoksa? Daha mı daha mı, daha mı... Ya özenli olmak yerine “özenthi” olmak var ya da sırf sadelik uğruna dilimizle bütünleşmiş, bizim kültürümüzün bir parçası olmuş, dilimizin kendine mâl ederek zenginliğini, harmanlama gücünü gösterdiği kelimeleri atacak kadar tasfiyeci olmak... Beyaz yerine ak denilebilir mi her zaman ya da “Ayna” yerine “Gözgü” öz Türkçe uğruna? Gönül kelimesi var diye “kalp”, siyah var diye “kara” atılabilir mi bu uğurda? Bu topraklarda asırlar boyu Türk insanı kendi lisanında hem “ kalbe dokunmak, kalbini açmak, kalbini kazanmak” diyor hem “gönül koymak, gönül yarası, gönlü tok” diyorsa, siyah yerine “kara kara düşünmek, kara gün dostu” diyorsa bu dilin zenginliği değil de nedir? İşte Türkçe bütün bu birikimiyle Türkçedir. Yıllar boyu tartışılan bütün bu meselelerin yanında bugün Türkçemizin resmi dil ilanının 737. Yıl dönümü... Bu dil bayramımızda “bugünden sonra” Karamanoğlu Mehmet Bey’i anmaktan öte anlamaya, yakamızda taşımaktan öte kalbimizde taşımaya, zihnimizde idrak etmeye çalışalım... Türk Dil Bayramımız kutlu olsun!
A. Bengisu Akdağ Kaynak: Dr. Tahsin Ünal “Türklüğün ve Türkçenin Sesi, Karamanoğulları Tarihi” Ziya Gökalp “Türkçülüğün Esasları – Dilde Türkçülük”
15. ASRIN SULTANÜ'Ş- ŞU'ARASI
AHMED PAŞA Fatih Sultan Mehmed'in önce hocası, sonra müsayibi ve en nihayetinde de veziri olan , daha hayattayken sultanü'şşu'ara ünvanı alan şair Ahmed Paşa, zeki, nüktedan, ince bir kişi olarak tanınmıştır. İyi bir aileden geldiği için çok iyi bir eğitim görmüş ve önemli görevlerde bulunmuştur. Rivayete göre Ahmed Paşa, Fatih'in gözdelerinden birine tutulmuştur. Fatih, bunu duyunca o güzelin saçlarını kestirmiş ve meclisine çıkarmıştır.Ahmed Paşa gözdeyi o halde görünce şu beyiti söylemiştir: "Zülfin gidermiş ol sanem kâfirliğin komaz henüz Zünnârını kesmiş velî dahi müselman olmamış" Bunun üzerine gözdeye meyilli
yazar: “Kul hatâ kılsa nola afv-i şehenşâh kanı Tutalım iki elüm kanda imiş kanı kerem Umaram cürmümi gark itmeğe rahmet suyına Mevc-i ihsânun ile cûş ide ‘ ummân-ı kerem”
olduğu anlaşılmıştır. Fatih Sultan
Bu kaside Fatih Sultan Mehmed'in çok
Mehmed, Ahmed Paşa'yı çok sevmesine
hoşuna gitmişse ve Ahmed Paşa
rağmen olan bitenden rahatsız olmuş;
ölümden kurtulmuşsa da bir daha saraya
bu davranışı saray gelenek ve
girememiştir. Bundan sonraki hayatını
göreneklerine hakaret saymış ve Ahmed
mütevellilik, müderrislik gibi görevlerde
Paşa'yı Yedi Kule Zindanları'na
bulunarak geçirmiştir.
kapattırmıştır. Beyitte Ahmed Paşa, puta
Bütün yaşadıklarının yanısıra Ahmed
benzettiği sevgilisinin saçlarını
Paşa'nın en önemli ve bilinen yanı
kestirdiğini ama kâfirliği bırakmadığını
şairliğidir. Bundan dolayıdır ki Ahmed
söyler. Bahsi geçen sevgilinin Ahmed
Paşa , Fatih döneminin sultanü'ş-şuarası
Paşa'nın gönlünü kaptırdığı gözde olması
olarak anılmaktadır.
büyük ihtimaldir. Buna rağmen Âşık Paşa, tezkiresinde Ahmed Paşa'nın iftiralara maruz kaldığını söyler. Yedi Kule Zindanları'nda ölüm korkusuyla yaşamış olan şair, çok zor ve acı günler geçirmiştir. Orada, bağışlanmak için aklına bir kaside yazmak gelir ve ünlü Kerem Kasidesi'ni
Seren Kotik
Delilsiz Gidilmez Yollar Harami Aşka niyet eden derviş düşer yola. Hiç görmediği, adını bile bilmediği bir ülkeye gidecektir. Gidecektir ama nasıl? Ülkenin varlığı bile kulağa masal... Ülkenin varlığına delil arar derviş. Delil bulup gitmelidir. Gül şehrinden geçip nur cemâle varmalıdır. Öyle ya aşka rehber, âşıktan öte kim vardır? Simurg uçuşuyla bir çiçek olur uçar, bir çoban olur çiçeği kovalar: Çobanın biri bir gün rüzgârda salınan bir çiçek görür. Sever onu. Oturur karşısına; onun yolunu seçer, onu mürşid edinir, başlar onunla birlikte bir sağa bir sola zikretmeye. Gel zaman git zaman bir gün yine çiçekle çoban zikrederken rüzgâr şiddetlenir, çiçeği koparır, uçurur. Çiçek uçar, çoban kovalar. İbn-i Arabi Hazretleri bu esnada dervişleriyle birlikte oturmuş ders yapmaktayken çiçek düşer ders halkalarına. Çoban şaşkın. İbn-i Arabi Hazretleri kaldırır başını: " Gel evladım gel." der. " Sen bir çiçeğe mi bağlandığını zannettin? " Çoban bir bakar: Arabi. Âşık olur, "Allaaaah! " der düşer. Çobanın, garip bir çiçeğe olan sevgisi kendisini hakikate götürmüştür.
fotoğraf: aybige akdağ
Mürşid, hakikat ülkesinin varlığına yol yürüyenin delilidir. O vuslat ülkesine gitmiş ve dönmüştür. Elinden tuttuğunu oraya götürecektir. Her adımda tökezleyebilir yolcu. Mürşid düşmesine izin vermez. Düşeni kaldırır, siler kalbinden tozu toprağı: "Olur." der. "Düşmem dersin düşersin, şaşmam dersin şaşarsın, öldüm der durur yine de yaşarsın." Mürşidsiz gidilen yolda harami boldur. Herkes, her şey, her olay devasa taşlara dönüşüp keser yolu. Hele yolcunun bir düşmanı vardır ki haramilerin en çetini: Adı nefis, kılıcı keskin. Nefisle harp etmeyi öğreten üstadını bulan derviş hamd eder. Çünkü bilir; yolun neresinde çukur, neresinde tümsek var gösterecektir üstadı. Çünkü bilir, üstadı onun ümit kapısı olacaktır. Sevgilinin eşiğinde, sebat ettiği müddetçe, iki dizinin üzerinde ümitle vuslat için oturacaktır. Gönül güneşi 'Şems'ini bulan Mevlana gibi şen, mesut; sevgiliden gelen derdi deva bilerek, bir göz süzüş uğruna dahi olsa onun yolunda can vermeyi dileyerek o eşikte duracaktır. Gelmese bile, "Gelmeyişini dahi sevdim." diyen âşıklar gibi onunla hem dem, her daim dilinde zikri ile bekleyişte olacaktır. Herkesin Şems'ini bulup, ağzında o bekleyişin tadını duyması dileğiyle...
Son Şairler Sultanı “Gençlik… Gelip geçti… Bir günlük süstü; Nefsim doymamaktan dünyaya küstü Eser darmadağın, emek yüzüstü Toplayın eşyamı, işim acele!” Kör olan bir insana rengi, sağır olan bir insana şarkıyı tarif etmenin imkânsızlığı derecesindedir Necip Fazıl’ı anlatmak… Büyük Üstat, son Şairler Sultanı, eşsiz bir hoca… Her sözüyle, her davranışıyla ve özellikle zekâsıyla şaşırtan nadir insan… Onu, Büyük Üstat’ı yeni nesillere anlatmak gün geçtikçe daha da zorlaşmaktadır. Maraşlı bir soydan gelen Necip Fazıl’ın çocukluğu, mahkeme reisliğinden emekli büyükbabasının İstanbul Çemberlitaş’taki konağında geçer. 4-5 yaşlarında iken dedesinden okumayı öğrenir ve büyükannesi Zafer Hanım’ın da etkisiyle tutkulu bir okuyucu haline gelir. Necip Fazıl, Çile’li hayatına küçük yaşta başlar. 15 yaşına kadar oldukça ciddi rahatsızlıklar geçirir. İlköğrenimini çok farklı okullarda tamamlayan Üstat’a ölüm acısını ilk küçük kardeşi Sema yaşatır. Sema’nın beş yaşındaki ölümünden sonra annesi vereme yakalanınca ailesi Heybeliada’ya taşınır ve böylece Necip Fazıl, ilköğrenimini Heybeliada Numune Mektebi’nde tamamlar. 1916’da “ Ne oldumsa bu mektepte oldum” dediği ve şahsiyetinin ana çizgilerini kesinleştirdiği Bahriye Mektebi’ne girer. Orada üç yıllık öğrenimini tamamladıktan sonra ilave edilen dördüncü sınıfı okumamaya karar verir ve okuldan ayrılır. Bu sırada kardeşinin ölümünden sonra henüz çok genç yaşta olan
babasının ölüm acısıyla beraber bir kez daha yıkılır. 17 yaşında İstanbul Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’ne girer. Cumhuriyetin ilanından bir yıl sonra, 20 yaşında, eğitim için yurtdışına gönderilecek öğrenciler için yapılan sınavdaki başarısıyla üniversitesini tamamladı sayılarak Paris’e gönderilir ve burada Sorbonne Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne girer. Paris hayatı, kendini arayışının müthiş duygu değişiklikleri, korkunç girinti ve çıkıntıları arasında, kimlik buhranlarıyla geçer. Paris’teki bohem hayatına bir süre İstanbul’da da devam eder. Üstat Necip Fazıl Kısakürek’in: “ Tam otuz yıl saatim işlemiş, ben durmuşum; Gökyüzünden habersiz, uçurtma uçurmuşum.” dediği sene, 1934’ü gösterir. Bu tarih, Üstat’ın “efendim, irşat edicim, can kurtarıcım” diye nitelediği Efendi Hazretlerini tanıdığı senedir. Bir gün, oturduğu Beylerbeyi’ne giden vapurda Abdülhakim Arvâsi Hazretlerinin müritlerinden birisiyle karşılaşır. O zat Necip Fazıl’a, Efendi Hazretlerinin Beyoğlu’nda Ağa Cami’nde cuma günleri ders verdiğini duyurur. Üstat, gider birkaç cuma sonra Beyoğlu Ağa Cami’ne… Yanında da ressam arkadaşı Abidin Dino. Oturmuş Efendi Hazretlerini dinliyorlar. Namazdan sonra yanına yaklaşıp elini öpmek istiyorlar. Efendi Hazretleri bir müddet onlara baktıktan sonra şöyle diyorlar: “Biz Eyüp Sultan’da oturuyoruz. Ne zaman isterseniz buyurun.” Üstad sıklaştırmıştır artık o camiye gidip gelişlerini. Efendi Hazretleri sorar, Üstad’a:
“- Siz tasavvuftan bir şeyler biliyor musunuz? Okuduğunuz kitap falan oldu mu ?” Bahriye Mektebi’nde okuduklarını söyler. Efendi Hazretleri : “- Bu iş kitapla olmaz. Akılla da varılmaz… Hiç yemeğin lezzeti çatal bıçakla aranıp bulunabilir mi ?” Necip Fazıl’ın dünyası alt üst olmuştur. Bu hali, “Çile” şiirinde şöyle dile getirir: “Gaiblerden bir ses geldi: Bu adam Gezdirsin boşluğu ense kökünde Ve uçtu tepemden birden bir dam; Gök devrildi, künde üstüne künde…” Bundan sonra Üstat yeni bir iklimin eşiğindedir. Bu iklim, şairin iliklerine kadar işlediği gibi eserlerine de açıkça yansır: “Anladım işi, sanat Allah’ı aramakmış Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış…” Arvâsi ile tanışmasından sonra yaşadığı derin fikir buhranının ardından hayatının yeni dönemindeki ilk önemli eseri olan “Tohum” adlı tiyatro oyununu yazar. 1936’da Celal Bayar’ın temin ettiği ilanlar yardımıyla çıkardığı ve 16 sayı sürdürdüğü Ağaç Mecmuası, dönemin önde gelen entelektüellerini çatısı altında toplar. Daha sonra 1929’da girdiği ve artık kendini “dolap beygirinden farksız” hissetmeye başladığı bankadan istifa eder ve vakit kaybetmeden Haber gazetesine girer. 1938 yılında Büyük Doğu Marşı’nı yazar.
Prof. Dr. Ayhan Songar: “Bir televizyon konuşmamı takip etmiş, ‘tabii beğenmediniz.’ dedim. ‘Nerden bildin?’ diye sordu, cevabım: ‘Konuşan siz değildiniz de ondan’ olmuştu. Bazen karşılıklı konuşmalarımız saz şairlerinin karşılıklı atışmalarına benzer, bu hava içinde sürer giderdi.”
1934 tarihinde yaşadığı buhranlı dönemini anlatan Çile adlı şiirini 1939’da yayınlar. Bu şiiri Üstat’ın en önemli şiirlerindendir. Şiirde geçen: “Sanki burnum değdi burnuna yok’ un Kustum öz ağzımdan kafatasımı” mısraları Necip Fazıl’ın zekâsının ne denli olduğunu ispatlar niteliktedir. Onun şiirlerinde, konuşmalarında etkili bir tecrit, yoğun bir sembolizasyon dikkat çeker. Üstat’ta öyle bir zekâ, büyüklük ve yetenek vardır ki, onun söz veya kalemle ifade edemeyeceği bir konunun olduğunu düşünmek neredeyse olanaksızdır. Onun şiirlerinde şekilden çok içerik cezbeder insanı. Şekil, ses unsurlarını içerikten alır. O seçtiği kelimelere hiç kimsenin tasvir edemeyeceği anlam ve farklılıklar kazandırır. Yazdıklarıyla Necip Fazıl’ı Türkçenin sırlarını ve imkânlarını en iyi şekilde değerlendiren bir sanatçı olarak görmek mümkündür. “Bir zamanlar oturduğu apartman katında eşek beslemeye heves etmişti. Bir bayram günü eşek ziyaretçilerden birinin üstünü kirletince bu heves sona erdi, eşeğin bu densizliğini de misafirlere “ne yapalım efendim, eşekliğini gösterdi” diye açıkladı.”
Üstat bundan sonra 1938-41 yılları arasında Fransız Mektebi’nde, Ankara Devlet Konservatuarı’nda, İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde, Robert Kolej’de ve Ankara DTCF’nde hocalık yapacak, 1939’dan itibaren de Babıali’ye dalıp, mücadele edecek, hapislere girecek ama son nefesine kadar bu gayeden bir an taviz vermeyecek ve 25 Mayıs 1983 tarihinde huzur içinde vefat edecektir. 1943 yılı, sanatkârın fildişi kulesinden indiği; tam olarak belirdiği tarihtir. Mücadelesini bir ömür; hükümetiyle, partisiyle, basınıyla, hocasıyla, gençliğiyle kendi açtığı, bütün cephelerde tek başına sürdüreceği Büyük Doğu Mecmuasının ilk sayısını çıkarır. Büyük Doğu, 1943’ten başlayarak, aralarla, kapatılışlarla 1972’ye
kadar 15 defa çıkar. Üstat 1964’te yazdığı 21 Yılın Bilançosu isimli yazısını şu sonuçla bitirir:
“ 21 yıl maddi ve manevi çile, sekiz defada hepsi 3 yıl 6 ay 20 gün hapis. On kere batış ve çıkış -ve nihayet on birincisinde (en güzel sayı) birincilik şartlarıyla doğruluş ve doğuş. Allah bütün Müslümanlarla beraber, bu her devrin mazlumu, mahkûru ve mahpusu Büyük Doğu’ya acısın…” Üstat 1972’den itibaren artık evindedir. Nihayet 1980 yılının baharı gelir. Necip Fazıl Kısakürek 25 Mayıs 1980 tarihinde Türk Edebiyatı Vakfı tarafından “Sultanü’ş Şuara” (Şairler Sultanı) ilan edilir ve bu unvan edebiyat tarihinin tozlu sayfalarına özenle işlenir. Bu ünvanla o edebiyatımızın son Sultanü’ş Şuara’sı olur. 1981 yılının Nisan ayıdır. Üstat’tan Türk Edebiyatı Vakfı’nda bir sohbet verilmesi rica edilir. Memnuniyetle kabul eder. Hâlbuki o sıralar sağlığı evden çıkmaya elverişli değildir. 24 Nisan günü onu sohbete götürmek için evine gidildiğinde bahçeye çıkar çıkmaz, oğlu Mehmet Kısakürek’e şu sözleri söyler: “ Sekiz aydır evden çıkmıyoruz, ara sıra evden “Pırıl pırıl zekasına, çıkalım iyi oluyor.” Bacakları artık vücudunu muhayyilesine, dipdiri taşıyamamakta, birkaç metre ötede kendisini bekleyen sesine rağmen bedeni son arabaya yanındakilerin yardımıyla ulaşabilmektedir. Bu senelerde hızla çökmüştü. halde Türk Edebiyatı Vakfı’na gelir ve iki saati aşkın bir Bunu bir türlü süre konuşma yapar. Üstat konuşmasını şu cümlelerle kabullenemiyor, gözleri bitirir: görme kabiliyetini tama
yakın kaybettiği halde üstü kitaplar, yarı yarıya yazılmış sayfalar, kağıt ve kalemlerle dolu masasının başında oturuyordu. En ufak bir yetersizliği kendisine bir türlü yakıştıramıyordu.”
“Ahmet Kabaklı değer bilmekte –ben bir değer miyim o ayrı mesele- değer ümit ettiği şeyleri çirkinden ayırmakta birinci sınıf bir görüş sahibidir. Asıl cevabım: Bu halimle gelebilişim, size olan ümidimi ve vazifemi teyit etmiş oluyor.”
1983’ün Mayıs ayında edebiyat dünyasından adeta bir dev ayrılmıştı. Onun bıraktığı boşluğu kimse dolduramamıştı. Hem boşluk bırakmamıştı ki doldurulsun. Prof.Dr. Ayhan Songar Her şeyi doldurup gitmişti. Kafaları doldurmuş, gönülleri doldurmuş ve yaşını doldurmuştu. On binlerce Müslümanın katıldığı cenaze namazıyla birlikte, ruh verdiği gençliğin ve onun davasının büyüklüğünün farkında herkesin elleri üzerinde, 49 yıl önce kurtarıcısını bulduğu Eyüp’te ebedi yolculuğuna çıkmıştı. O anda herkesin dudaklarında aynı sözcükler: “Ölüm güzel şey; budur perde ardından haber Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber ?” Vasiyetinde “ Beni de Allah ve Resul aşkının yanık bir örneği ve ardından birtakım sesler bırakmış divanesi olarak arada bir hatırlayınız.” diyen Üstad’ı saygıyla ve rahmetle anıyoruz.
Beyza ARI
Necip Fazıl’dan.... Çırpınır Dinle, kulağını ver de mezara!
Anneciğim
Ölüler evlattan yana çırpınır.
Ak saçlı başını alıp eline,
Nesiller arası korkunç manzara;
Kara hülyalara dal anneciğim!
Domuz yavrulayan ana çırpınır.
O titrek kalbini bahtın yeline, Bir ince tüy gibi sal anneciğim!
Kalbten kazıdılar iman sırrını; Her günün bugünden beter yarını.
Sanma bir gün geçer bu karanlıklar,
Acı rüzgarlara vermiş bağrını,
Gecenin ardında yine gece var;
Türk Bayrağı yana yana çırpınır.
Çocuklar hıçkırır, anneler ağlar, Yaşlı gözlerinle kal anneciğim!
Beklenen Gözlerinde aksi bir derin hiçin,
Ne hasta bekler sabahı,
Kanadın yayılmış çırpınmak için;
Ne taze ölüyü mezar.
Bu kış yolculuk var, diyorsa için,
Ne de şeytan, bir günahı,
Beni de beraber al anneciğim!
Seni beklediğim kadar. Geçti istemem gelmeni, Yokluğunda buldum seni; Bırak vehmimde gölgeni Gelme artık neye yarar?
BİR OYUN YAZMAK “Bence sahne, bir büyücünün toprak üstüne tebeşirle çizdiği esrarlı bir dört köşeydi. Öyle bir dört köşe ki uçsuz bucaksız hayatın en başı boş kıvrılışları onun darlığı içine sığdırılacaktır. Dışardaki realitesinden hiçbir şey kaybetmeden ona sığan hayat, dışardaki genişliğe sığmayacak kadar hudutsuz güzellik tecellilerine orada kavuşacaktır.’’ diyordu Necip Fazıl. Bundan sonra da bir aktör arkadaşının sorusuyla içinde bir iştah belirivermişti: ‘’ Niçin piyes yazmıyorsun? ‘’ Şehir tiyatrosuna bir eser teslim edebilmek için yirmi günü vardı. Bu süre darlığı yetmezmiş gibi, eserle onu yaşatacak aktör arasında peşin bir nişanlama yapmadan işe başlayamazdı Necip Fazıl. Bu aktör Muhsin Ertuğrul olacaktı. Onunla konuştuktan sonra odasına kapandı ve on yedi günün ardından ilk tiyatro eseri “Tohum’’ hazırdı. Eser yazıldığı yıl İstanbul Şehir Tiyatrosu’nda sahnelendi. Eserin baş kişisi Ferhad Bey’i de anlaşıldığı üzere Muhsin Ertuğrul canlandırdı. FERHAD BEY - Biz bu ruhu tanımıyoruz. Çünkü bu ruh dal budak salmış bir ağaç gibi göz önünde fışkırmış hakikatlerden değildir. En derin ve en gizli hakikatlerdendir. Hakikat kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi. YOLCU - Bir tohum gibi mi? FERHAD BEY - Madde açık, ruh gizlidir. Bütün hakikatler ruhundur.
Necip Fazıl bu sözleri döker Ferhad Bey’in ağzından. Böylece onun nasıl bir mefkûre sahibi olduğunu, oyunda ruhun nasıl ön plana çıktığını görmüş oluruz. Şöyle de bir gerçek var ki oyun kalitesinin görmesi gerektiği beğeniyi, ilgiyi görememiştir. Çünkü Tohum alışılmışın dışında bir yaratımdır o devre göre. Tiyatroya olan ilginin azlığı da nedenlerden biri arasındadır. İlk oyununu böyle kaleme alan Necip Fazıl için artık oyun yazmak bir tutku haline gelmişti. İkinci oyunu olan “Bir Adam Yaratmak” iki yıl gibi uzun bir süreden sonra tamamlanmıştı. Oyun Türk tiyatrosunun bir trajedi şaheseri kabul edilir. Necip Fazıl eserde oyunun baş kişisine “Ölüm Korkusu” adlı bir oyun yazdırır ve kendi yazdığı Bir Adam Yaratmak oyunu bu oyunla iç içe ustalıkla harmanlanmıştır. Bu oyununda sanat ve estetik kaygısının yanında fikri nasıl öne çıkardığını görüyoruz. İnsanın ne kadar güçsüz bir varlık olduğunu, acizliğini, aklına
ve başka hiçbir şeye güvenmemesi gerektiğini, bütün kudretin Allah’ta olduğunu çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor Necip Fazıl. HÜSREV - Ben ne yaptım? Bir hududu zorladım. Kendimin dışına çıkmak isterken, kendime rast geldim. Meğer kul olduğumu anlamak için allahlık taslamalıymışım. Meğer nasıl yaratıldığımı anlamak için bir adam yaratmaya kalkmalıymışım. Ben ne yaptım? En sağlam basamağı ayağımdan kaydırdım. Körlüğü zedeledim. Şimdi görünen şeye nasıl bakayım? İnsan kaderini bir rüya gibi uykuda bulur. Bu rüyayı uyanık nasıl seyredeyim? Necip Fazıl’ın bir diğer oyunu, ağır ceza hâkiminin başından geçen bir dava ve bunun neticesiyle değişen bir hayatın anlatıldığı “Reis Bey” . Bu oyununu ise tutuklandığı sırada hapishanede kaleme alıyor uzun bir aradan sonra. Taş kalpli bir kanun bekçisidir Reis Bey. Merhametini askıya almıştır, bir ferdi korumak için bin suçluya idam cezası vermeyi göze alabilir. ’’Gözyaşları suçun rengini soldurmaz.’’ der. Ama verdiği bir idam cezasının ve kırılan kalemin ardından vicdanı ile baş başa kalır. Sonrası Reis Bey’in katı yüreğinin erimesi… REİS BEY- …ağlanacak hal. MAHKÛM - Etmeyin Reis Bey, siz ağlayamazsınız! Ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz! REİS BEY- Siz de benim hakkımda hüküm veriyorsunuz. MAHKÛM- Bir kere de ben vereyim Reis Bey; hem de sehpadan, tepeden en yüksek kürsüden hüküm vereyim. Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Yerine göre haklısınız. Fakat ondan ne büyük iyilik doğacağını unuttuğunuz için, en büyük hakkı kaybediyorsunuz. Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden. Buz çölünde yol alıyorsunuz. Reis Bey mühürlü kalbinizin açılmasını dilerim. Tiyatroya büyük önem veren Necip Fazıl bu örneklerde olduğu gibi eserlerine şahsi görüşlerinden ayrı tutmadan, felsefi yaklaşımları, cemiyet ve insan meselelerini de yansıtmıştır. Arkasında birçok oyun bırakan yazarın diğer tiyatro eserleri de şunlardır: Künye, Kanlı Sarık, Para, Ahşap Konak, Parmaksız Salih, Sabır Taşı, Siyah Pelerinli Adam, Mukaddes Emanet, Yunus Emre, Sultan Abdülhamid.
Sultan DEMİRTAŞ
SEVİNÇ ÇOKUM İLE SÖYLEŞİ
SÖYLEŞİ Sevinç Çokum, 25 Ağustos 1943’te Beşiktaş, İstanbul’da dünyaya geldi. Hisarcılar akımı temsilcilerindendir. Hikâye, roman ve senaryo yazarı. Türk Edebiyatı Vakfı'nın kurucularından biri olan Çokum, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin de üyesi. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü'nden 1970 yılında mezun oldu; ayrıca Umumi Sosyoloji dalında öğrenim gördü. Edebiyat öğretmenliğinin yanısıra Türk Edebiyatı dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. Kültür Bakanlığı Halk ve Çocuk Yayınları Komisyonu üyeliğinde bulundu. 1981-1985 yılları arasında Rıfat İzzet Çokum'la kurdukları Cönk Yayınları'nı yönetti. 1990-2001 yılları arasında Türkiye gazetesinde iki tefrika roman, deneme, inceleme ve gezi yazıları yazdı.
Sayın Sevinç Çokum sorularıma başlamadan önce şu sıra yazmakta olduğunuz yeni romanınızın yoğun çalışmaları arasında bizlere değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum. Öykü ve şiirle yazı hayatınıza başladığınızı biliyoruz. Daha sonraki dönemlerde ağırlıklı olarak romana yönelmenizin belirli bir nedeni var mıdır? Benim öyle öykülerim var ki sonradan “Keşke bunlar roman olsaydı…” demişimdir. Bu ayrımı çok iyi yapmak gerekir. Yanılmıyorsam Kemal Tahir’in iki türü belirleyen sözlerini okumuştum; “Bir romanı öykü formatına sıkıştırmak kadar öykü olabilecek bir konuyu romana yaymağa kalkışmak yanlış olur. ” anlamındaydı o sözler. Tabii hikaye ve roman zaman içersinde aşama aşama daha ileriye götürdüğüm
türler oldu benim için. Bir zaman geldi ki anlatacaklarım öyküden taşmağa başladı. Çok şey söylemek ve anlatmak istiyordum.Bunu öyküdeki ince sanatı romana taşıyarak yapabilirdim.Daha iyi romanlar için, yazdıklarımı tarih, yakın tarih, sosyoloji, psikoloji, felsefe dallarıyla beslemem gerekiyordu.Ancak kendime, yakınlarıma ait ve başkalarının bana anlattığı yaşantılar çok önemliydi.2000 yılından bu yana ortaya koyduğum Deli Zamanlar, Tren Burdan Geçmiyor, Arada Kalmış Tebessüm, Lacivert Taşı ,Çok Yapraklı İlişkiler adlı romanlarımı kendi mektebimin büyük atakları olarak değerlendiriyorum.
“Türkçeyi en iyi kullanan yazar” ünvanını kazanmış biri olarak, Türk dilinin tadını yeni nesillere tattırmak için biz geleceğin edebiyat öğretmenlerine vereceğiniz tavsiye ve öğütleriniz nelerdir? Birçok usta yazarın anlatmak istediklerini en iyi ve özgün bir dille aktardığını düşünürüm. Tanpınar, Sait Faik böyledir. Rilke, Panait Strati, Marquez, “Kayığım Rozinha”dan tanıdığınız Vosconcelos büyük anlatıcılardır. Şeyh Galib’i, Fuzuli’yi, Ömer Hayyam’ı çözümlemek de aynı ustalıkları yan yana getirmek demektir. Çağımızda bir yazarın değeri ille de Nobel kazanmış olmasıyla ölçülmemeli bana göre. Bu ödülü reddetmiş veya ödüllendirilmemiş büyük ustalar var. Demek istiyorum ki, insanı, kurallarla, ideolojilerle şekillendirmek değildir edebiyat, insanı kendi gerçekliği ile yakalamak önemli. Özellikle Cumhuriyet sonrası yazılmış yerli eserlerin dilinin sadeleştirilmesine karşıyım. Böyle yapa ede yeni kuşaklar artık Türkçeyi seyreltilmiş, ayıklanmış bir dilden anlamağa çalışıyorlar. Böylece sözlüğe bakma alışkanlığımız da yitip gitmede. Sözlüksüz ve ansiklopedisiz bir öğretmen ve öğrenci odası
düşünemiyorum. Ayrıca okuma okutturma kampanyaları, ”Bakın biz işimizi ne kadar güzel yapıyoruz!” anlamında gayret gösterenlere plaket vermeyle bitmiyor. Okumayı sevdirmenin ötesinde kitap okumanın sorumluluğunu, saygınlığını duyarak, elimiz yüzümüz kitaplarla donanmış olarak yeryüzünde dolaşmayı hak etmeliyiz.
Doğru okuma nedir, iyi bir okuyucu nasıl olmalıdır? İyi bir okuyucu, okuduğunu kendi yorumlarıyla anlatan, üzerinde düşünen, satırların yanlarına notlar alan, gerektiği zaman o notlara bakan ve evinde mutlaka bir kitaplığı olan kişidir. Kitap okumak bir birikimi oluşturur; bu birikim eskiden çeşitli açık veya kapalı yerlerde, edebiyat matinelerinde, bir araya gelinerek ortaya konurdu. Oralardan birçok yazar, dergi yöneticisi, gazeteci, tiyatrocu, politikacı yetişmiştir. Bunlar unutulmasın.
Sizce “Dilde birlik” ülkümüzü gerçekleştirirsek “Kaybettiğimiz toprakları” farklı bir şekilde de olsa yeniden kazanma şansımız olur mu? Fetihler veya kaybettiğimiz toprakları yeniden kazanma düşüncesi bana aykırı gelir. Önemli olan üstünde yürürken hissettiğimiz, koştuğumuz ve dilimizle hatıralarımızla, yüreğimizle bağlı olduğumuz topraktır. Dilde birlik düşüncesi her ne kadar Kırımlı fikir adamı ve gazeteci Gaspıralı İsmail Bey’e aitse de o zaman İstanbul’la ve diğer Türk illeriyle bağlar kurmak
adına bir zaruret idi. Biliyorsunuz, Kırım’da yayınlanan Tercüman Gazetesinin işlevi gerçekten görmezlikten gelinemez. Hem Türk Dünyasında, hem de Anadolu bütünlüğündeki dil özellikleri lehçe ve şive farklılıkları Türkçenin büyük bir dil olduğunu açıklıyor. Yani Beyaz Türkçe veya sade dil denilerek kelime ayıklamalar, tasfiyeler geçerli değil artık. Dilimize girerek Türkçeleşmiş olan kelimeler aslında Türkçenin zenginlikleridir. Özbeöz Türkçe mahalli kelimeler de öyle. Eki kökü doğru olmak şartıyla yapma kelimeler ortaya koymak da… Ben romanlarıma eski yeni demeden yakışanı alarak dil ufkumu geniş tutmağa çalıştım.
Yeni bir roman üzerinde çalışıyorsunuz. Okuyucuları nasıl bir eser bekliyor, biraz ipucu verebilir misiniz bu konuda? Benim için hayatın izleri, tortuları, elimle dokunduğum her şey önemli. Sandık lekeleri gibi çıkmayan işaretler… Geçen yıldan beri yazmakta olduğum romanda sonlara doğru yaklaştım. Bu romanın dünya üstünde yazılan sayılamayacak kadar çok ve çeşitli romanlar arasında yeri nedir, hiç bilmiyorum, bilenin de olacağını hiç sanmıyorum. İzi olur, tozu olur, gölgesi olur, gölgesi olmaz umursamıyorum da. Kimler ne bekliyor, bekleyen var mı onu da bilmiyorum. Ben gelgeç bir yazar olmadım, kırk yıldan fazladır yazıyorum. Burada da bütünüyle kendim değil, yer yer bana benzeyen, belki benim söylemediklerimi söylettiğim bir kadın yazar var. Ve başka kadınlar… Sağcılık solculuk veya başka bir şeycilik kavramlarına bir reddiye diyebilirim. Etiketlenmeye kocaman bir “Hayır!”…
Keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim... Sorularınız için teşekkür ediyorum. Başarı dileklerimle sevgi ve selamlar...
A. Bengisu AKDAĞ
MİSAFİR KÖŞESİ
Ellerim göğe sunulurken, uyku Yamacına sığınmıştır şehrin kapısında, Üzerimize ayın yanılsaması, farklı, Adımlar ürkek ve çekimser sokaklarda, Belirsiz simalar çoğalmakta zihinde, Arayışın iz düşümlerini takip etmek zor olsa, Zaman akar saçlardan ve tenden, çeşmeler gibi… Uluyan köpekler görürsün belirli aralıklarda, Korku mu titretir şöylece ayak uçlarını, göz bebeklerini, Her evin penceresi vardır, güneşi kucaklayan,
Hayat zor, insanlara susmak ve tepkisizleşmek, En büyük yetenektir. Bilirsin değil mi? Yalnızlığı, Suskunluğu, Senin olmayanı, Bir taş gibi sert ve soğuk, Yağmur gibi temiz ve doygun, Çocuklar gibi özgür, Savaşlar gibi çetin , acımasız… O zaman bana da öğret, Konuşurken susmayı ve yalnız kalmayı.
Önlerinde sıra sıra saksılar… Menekşeler, sardunyalar ve fesleğenler, Bilinmez ki hangi kadının yalnızlığını ya da sevgisini taşır… Parmaklara asılı duran sigara, bekleyişin adı mıdır? Sorular cevaplara gebedir , düşünceler karışık… Kaçma anı yaklaştı yine yanı başıma, Kolay değildi denen şey kalabalık içinde yalnızlığı temsil, Sevdayı terk eden ben olayım, Kehribar tesbihe tek tek işlemeli içtekileri,
Misafir: İzzet EŞEN
MED CEZİR Süleyman Erkut
Öyle bir şiire başlıyorum ki Nasıl anlatacağım bilmiyorum. Aklımdan geçenler muttasıl,
Sahi anlatsam anlar mısın? Ne anlattığımın da farkında mısın?
Anlatmak istediğim muttasıf. Akıl gaip muallakta, Gönül kuşu aranmakta. Yazdıklarıma cevaben, Bildiklerime binaen Kalbe huzur veren Benim dizelerim bedaheten.
Ne saç ne sebat kaldı Ya Rab! Hamd olsun lakin kulun hali harap. Bitap düşmüş bir dizeden bakarken, Mürekkep aktıkça yazarsın güneş doğarken. Kalemin sırdaşın olur konuşur, Mısralar anlatır herkes susuşur. Bir âmâ gelir gördüğünü anlatır,
Bak bilmişler ne demişler: Şairlerin dili cennetin anahtarıdır. Kelam ay ışığında saklıdır. Dil çözülür, söz konuşur. Öz bilinir, göz vurgun olur. Yorgun kalpler durgun durur, Kurgular içinde hal-i medcezir.
Bir dilsiz gelir bilmediğini okur. Anlarsın, sırra vakıf olursun, Çok susarsan yorulursun. Konuş ki makal gideceği yeri bulsun. Çay var kitap var ölüm var biliyor musun? Lakin sen cidden beni anlamıyorsun ya hani; Bu benim bu dünyadaki imtihanım. Çölde susuz yaşanmıyor azizim.
Yaşam pınarı mı ab-ı hayat suyu? Yusuf gibi ben de mi kenanda bir kuyu? Ne içinde nelerde saklı kimle? Neredeyim bilmiyorum, görmüyorum.
İşte geldim, gidiyorum. Sükun makamında sükut vaktidir.
Sema Keser
BUCAKSIZ Başımı sert kayalara dayayıp tavanı gökyüzü olan diyarlarda yaşardım. Yıldızları avize yapıp sazlıklarla dost olurdum. Sarp dağlar ailem olur geceleri onlara sığınırdım, Nefsimin prangalarından kurtulup engin olmayı arzulayarak.
Gönüller ülkesinde duvarları olmayan mabetler tasavvur ederdim. İçinde güverteler dolusu balık bulunan akortsuz cümleler kurardım. Kalbimi sürgün ettiğim bu yalnızlıkta bakışlarımla duyardım. İçimde yankılanan feryatları kalbimin ritimleriyle dindirirdim, Ruhumun çıplaklığını benliğimle giydirmeyi düşleyerek.
EBRULİ Gözleri buğday tanesi, Bakışları hasat olan sevgili. Gülüşü güneşe dönük ayçiçeği, Hüznü sonsuzluğa giden bir seferi. Ilık bir gün batımı kızlığında tanıştım; Efsuni akşamsefası misali. Kaybettiğimde anladım; Kalbimin gökkuşağına yansıyan rengini. Kaybettiğimde gördüm; O olmadan ben olmak, Yağmura muhtaç bir zerdali .
Sema Keser
ışığında kaçmaya çabalayan iki çıplak ayak gözüktü.Arkasından seğirttim,kaçanı yakaladım. Kapıcı odasına hırsızla beraber girdik.Kapıcının sarı ışıklı fenerini yaktım.Ay,bu ne küçük hırsızdı böyle!Ellerimin içinde kırarcasına tuttuğum eli ufacık.Gözleri pırıl pırıl.Neden sonra gülmek için,hem de katıla katıla gülmek için, ellerini bıraktım.
Sait Faik Abasıyanık İPEKLİ MENDİL
“İpek fabrikasının geniş cephesi ayla ışıldadı. Kapının önünden birkaç kişi,acele acele geçtiler.Ben isteksiz,nereye gideceği meçhul adımlarla yürürken,kapıcı arkamdan seslendi: -Nereye? -Şöyle bir gezineyim, dedim. -Cambaza gitmiyor musun? -Cevap vermediğimi görünce, ilave etti: -Herkes gidiyor. Bursa’ya daha böylesi gelmemiş. -Hiç niyetim yok, dedim. Yalvardı, yakardı,beni fabrikayı beklemeye razı etti.Biraz oturdum,bir sigara içtim,bir türkü söyledim,sonra canım sıkıldı.”Ne etsem” dedim,kalktım,kapıcı odasındaki civili bastonu aldım,fabrikayı dolaşmaya çıktım. Kızların çalıştığı kozahaneyi geçer geçmez bir pıtırtı işittim.Cebimdeki elektrik fenerini yaktım.Etrafı taradım.Fenerin uzanan gür
Bu sefer küçücük bir çakı ile üzerime hücum etti ve çapkın ,beni küçük parmağımdan yaraldı.Sımsıkı yakaladım keratayı.Ceplerini aradım.Bir parça kaçak tütün ve yine aynı sıfatlı iki sigara kağıdı,temizce bir mendil buldum.Kanayan parmağıma onun kaçak tütününden bastım;mendili yırttım ve elimi ona bağlattım.Kalan tütünle de iki kalın sigara sardık,ahbapça konuştuk. On beş yaşında vardı. Hani böyle şey adeti değildi ama,gençlik işte.Birisi ondan ipekli mendil istemişti,hani canım anlarsın ya aşıklısı,sevdalısı,komşu kızı işte!Para da yok ki gidip çarşıdan alsın .Düşünmüş,taşınmış aklına bu çare gelmiş.Ben: -Peki –dedim-,imalathane bu tarafta,sen aksi tarafta ne arıyordun? Güldü.İmalathanenin nerede olduğunu o ne bilecekti.Birer de benim köylü sigarasından yaktık,iyice ahbap olmuştuk.Halis Bursalıydı..Doğma büyüme İstanbul’a değil,Mudanya’ya koca ömründe-bunu söylerken yüzünü görseydiniz-bir defacık inmişti. Emir Sultan’da ay ışığında,kızak kaydığımız zamanlar,benim de aynı bu tonda,bu kıvamda arkadaşlarım olmuştu.Eminim ki bunun da onlar gibi,uzaktan sesini duyduğum Gökdere’nin havuzlarında derisi karardı.Biliyorum ki mevsim mevsim meyvelerin kabuğunun rengini alıyor.Baktım, yeşil üst kabuğu düşmüş bir
ceviz esmerliğinde esmerdi.Yine de bir taze ceviz beyazlığıyla beyaz ve gevrek dişleri vardı.Ben bilirim,yazın başlangıcından ta ceviz mevsimine kadar Bursa çocuklarının yalnız elleri erik ve şeftali,yalnız çizgili mintanlarının kopmuş düğmelerinden gözüken göğüsleri fındık yaprağı kokar.O sırada kapıcının saati onikiyi çaldı.Nerde ise cambaz bitecekti. -Kaçayım,dedi. Onu ipekli mendili vermeden gönderdiğime müessir düşünürken,dışarıda bir gürültü ile silkindim.Kapıcı söylene söylene odadan içeri giriyordu.Arkasında da hırsız... Bu sefer ben kulaklarını çektim.Kapıcı çıplak tabanlarını ince söğüt dalıyla epey haşladı.Bereket patron orada yoktu.Yoksa vallah onu polise verirdi.”Bu yaşta bir çocuk hırsız!Efendi,hapisanede yatsın da akıllansın”diyerek. Çok korkuttuk ağlamadı.Gözleri ağlamaya hazır çocukların gözlerine döndü ama,dudaklarında azıcık bir titreme gözükmedi ve kaşları sabit,kararlı hallerini hiç bozmadılar.Yalnız biraz rüzgarlıydılar.Bırakılınca azat edilmiş bir kırlangıç gibi fırladı.Ay ışığını ve mısır tarlasını,keskin bir kanat gibi sıyırarak kaçtı gitti. Ben o zaman malların istif edildiği imalathanenin üstündeki bölmede yatardım.Odam ne güzeldi.Hele mehtaplı gecelerde ne şirin olurdu.Tam pencereme yakın bir dut ağacı vardı.Ay ışığı dut yapraklarından süzülür,odaya pare pare dökülürdü.Aşağı yukarı,yaz kış pencereyi açık bırakırdım.Ne serin,ne tuhaf rüzgarlar eserdi..Vapurlarda da çalıştığım için,rüzgarları kokularından lodos,poyraz,karayel,gün batısı diye ayırt eder,tanıdım.Ne rüzgarlar battaniyemin
üzerinden acaip birer rüya gibi gelip geçtiler. Uykum çok hafiftir.Sabaha yakındı.Dışarıdan bir gürültü geliyordu.Adeta dut ağacında birisi vardı.Korkmuşum ki,kalkamadım,bağıramadım.Tam bu sırada pencerede bir hayal belirdi.Oydu yavaşca pencereden sıyrıldı.Benim önümden geçerken,gözlerimi kapadım,dolapları karıştırdı.İstifleri uzun bir müddet alan taran etti.Sesimi çıkarmadım.Doğrusu bu cesarete karşı bütün malı alıp gitseydi,sesimi çıkarmayacaktım.
Yarın patron: -Üstüne ölü toprağı mı serpilmişti,diye bir tekme ,beni kovacağını bildiğim halde gık demedim. Halbuki o yine geldiği gibi bomboş,sessiz sedasız pencereden sıyrılıp gitti.Bu anda da bir dal çıtırtısı işittim.Düşmüştü.Aşağıya indiğim zaman ,başına kapıcı ile beraber birkaç kişi birikmişlerdi.Ölmek üzereydi.Sımsıkı kapalı yumruğunu kapıcı açtı.Bu avucun içinden bir ipek mendil su gibi fışkırdı.
”
11.05.1954 Ölümünün 60. Yıl dönümünde büyük ustayı saygıyla anıyoruz...
SA’D-ÂBÂD’IN GÖZDESİ
NEDİM Şüphesiz Divan edebiyatının en farklı isimlerinden biri olan Nedim tam olarak bilinmemekle birlikte 1680 yılında İstanbul’da doğmuştur.Asıl adı Ahmet’tir ve dedesine mülakkâb denmesinden dolayı mülakkab-zâde diye de anılmıştır.Onun düzgün bir medrese eğitimine sahip olması ve ileriki zamanlarda; önce Sadrazam Şehit Ali Paşa ardından Damat İbrahim Paşa tarafından korunmuş olması şöhretinin temellerini atmıştır.Nedîm’in asıl ünü Damat İbrahim Paşa’nın zamanında olmuştur. Tarihte ‘’Lâle Devri’’ olarak anılan zevk ve eğlence devrinin gözde ismi olan Nedîm,dönemin eğlence anlayışını usta nüktedânlığı ile gözler önüne serer.Onu diğer şairlerden ayıran en önemli özelliği ise ele aldığı konuları farklı bir üslupla ifade ediş şeklidir.Divan edebiyatının gelenek ve muhtevâsının kurallarını ana hatlarıyla uygulayan Nedim,şiirlerinde bir çok yeniliğe yer vermiştir.Onun şiirlerini öncelikle konusu olarak ele alacak olursak yaşadığı çağa ve kendi kişiliğine uygun olarak övgü,aşk,şarap temaları üzerinde,hatta yalnızca bu temalar üzerinde durduğu söylenebilir.Bunun yanında onun dil anlayışı kendinden öncekilerden farklıdır.Arap ve Fars sözlük kurallarından kaçınmış,yalın ve külfetsiz bir dil kullanmaya çalışmıştır.Bunun yanı sıra Nedîm İstanbul ağzını başarılı bir biçimde
uygulamıştır. Hatta daha da ileriye giderek bazı Arapça ve Farsça sözcükleri de halk ağzında konuşulduğu gibi kullanmış; hîç yerine hiç,çihâz yerine çeyiz gibi halk söyleyişlerini tercih etmiştir.Bu durum Divan şiirine göre kusur sayılmış olsa da Nedim’in sade bir dil kullanma isteğini engelleyememiştir.Sahradaki bülbülün sesiyle dağın yankısını ‘’rengârenk ahenk’’ sözüyle anlatışı,renk için kullanılan bir sözü ses için kullanışı onun yaşadığı devir için çok büyük bir yenilik sayılmaktadır. Nedim’in yaşamını yitirmesinden çok sonra meydana gelecek Edebiyât-ı Cedîde zamanında bile bu tür kullanımlar büyük tartışmalara yol açacakken onun bu ileri görüşlü hayal dünyası dikkate değerdir. Öncelikle ‘’murabbâ’’ biçiminde karşımıza çıkan ‘’şarkı’’ türünü bir çığır olarak bu günlere kadar sürüp gelmesini sağlayan Nedîm,Lale Devri’nin zevk ve eğlence anlayışını özellikle bu tür ile sıkça dile getirmiştir. Nedîm, dönemine cüretkâr bir takım söyleyiş ve dil anlayışı getirmesinin ve şarkı türündeki başarısının yanı sıra yaşadığı çevrenin ve dönemi olan Lale Devri’nin bir aynasıdır.Gezme yerlerine ‘’üç çifte kayık’’ ile gidildiğini bu kayıklarda şarkıların okunduğunu,güzellerin rakslarının seyredildiğini,Göksu,Çubuklu,Hisar ve Sa’dabâd’ın gözde yerler olduğunu,bayramlarda Sa’d-abâd gezmelerinin pek parlak olduğunu şarkılarında ve gazellerinde sıkça belirtmiştir.
Andırır Kasr-ı Cinân’ı bu dil-i nâ’şâda Nice akmaya gönül su gibi Sa’d-âbâd’a Düşürür Kevser’i ol havz-ı dil-ârâ yâda Nice akmaya gönül su gibi Sa’d-âbâd’a
Bir safa bahşedelim gel şu dil-i naşade Gidelim servi revanım yürü Sa’d-âbâd’a İşte üç çifte kayık iskelede amade Gidelim servi revanım yürü Sa’d-âbâd’a
(Bu neşesiz gönül e Kasr-ı Cinân’ı andırır, gönül Sa’d-âbâd’a su gibi nasıl akmasın? O gönül süsleyen havuz, Kevser’i(Cennetteki bir ırmak) hatıra düşürür, gönül Sa’d-âbâd’a su gibi nasıl akmasın?)
(Gel,şu neşesiz gönüle bir safa verelim; yürüyen servim yürü,Sa’d-âbâd’a gidelim. İşte üç çifte kayık iskelede hazır; yürüyen servim,yürü, Sa’d-âbâd’a gidelim.
(Dönemin sevilen gezme ve mesire alanı Sa’d-abâd) Döneminin zevk ve eğlence adamı olan ve bunu ustalıkla dile getiren Nedim’in dinî mahiyetli bir gazeli dahi bulunmamaktadır. Onun yaşamı aşk,kadın,eğlence,şarap üzerinde geçtiği gibi edebî hayatı da bu alanda kendini göstermiştir. Nedim, yaşadığı devri sona erdiren Patrona Halil ayaklanması sırasında ölmüştür. Ölümü ve mezarı üzerinde pek çok söylenti vardır:
Ramiz Tezkire’sine göre vehim hastalığına tutulmuş ve bu hastalıktan kurtulamayarak 1730 yılının Aralık ayında ölmüştür.(Ayaklanmadan iki ay sonra)
Müstakim-zâde’nin Mecellet-ün-Nisâb adlı eserinde Nedim2in ayaklanma esnasında evinin damından düşerek öldüğü yazılmıştır.
Kemiksiz-zâde Mustafa Safvet Efendi’nin Nuhbet-ül-Âsâr adlı eserinde ise içkiye düşkünlüğü yüzünden titreme hastalığına tutulduğu ve bu yüzden öldüğü yazılmıştır.
Ali Canip Yöntem’in bulduğu Nedim terekesine ait mahkeme kararına göre şairin evin damından düşerek öldüğü gerçeğe yakındır.Abdülbaki Gölpınarlı şairim mezar taşının şeklini göz önünde bulundurarak onun Hamzavî tarikatına mensup olduğunu ileri sürmüştür.Mezarı Karacaahmet mezarlığının Miskinler kısmındadır.
Sırdem KEMİKSİZ Kaynaklar: Cevdet KUDRET, “DİVAN Şiirinde Üç Büyükler ''NEDİM'' ” Ahmet Atilla ŞENTÜRK Osmanlı Şiiri Antolojisi
rağmen dil ve üslup açısından Meşrutiyet kuşağına bağlı kalan Hisar’ın bütün yapıtları esas olarak “hatıra”ya dayalıdır.
7 Mayıs 1986: Haldun Taner öldü.
Edebiyat Tarihinde
MAYIS 2 Mayıs 1945: 1873 doğumlu Fransız yazar Colette, 72 yaşında, Fransa'nın en önemli edebiyat kurumlarından biri olan Académie Goncourt'un ilk kadın üyesi oldu.
3 Mayıs: 1934: F. T. (Feridun Timur), Servet-i Fünun-Uyanış dergisinde Ercümend Behzad (Lav) için "Ercümend Behzad, Nâzım Hikmet'i, arkada bırakan bir merhaledir. Nâzım, bir sınıfın emel ve arzularını terennüm ediyor. Ercümend'se sınıf farkı gözetmeksizin yığınlara hitap ediyor" diye yazdı.
1963: Boğaziçi'nin mehtaplarının, yalılarının ve geçmiş zaman köşklerinin yazarı, "Türkiye'nin Proust'u" Abdülhak Şinasi Hisar, doğup büyüdüğü İstanbul'da beyin kanamasından öldü. Yazar, 7Ağaç, Varlık, Ülkü ve Türk Yurdu dergileri ile Milliyet, Hâkimiyet-i Milliye ve Dünya gazetelerinde yazdı. Cumhuriyet dönemi yazarı olmasına
Yazar, Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının önde gelen yazarlarından birisiydi ve Türkiye'de epik tiyatro türü ve kabare tiyatrosunun öncüsüydü.
11 Mayıs 1954: Modern Türk hikayeciliğinin önde gelen yazarlarından olan Sait Faik Abasıyanık öldü. Toplumun problemlerine değil bireyin toplum içindeki sorunlarına yönelen yazar, öykülerinde çoğunlukla kendisinden yola çıkıp bireyler hakkında yazarak insan gerçeğini anlamaya çalışmış, çoğunlukla şehirli alt sınıfın hayatını yazmıştır.
12 Mayıs 1919: Tahsin Nahit öldü. Galatasaray Spor Kulübü'nün 9 numaralı kurucu üyesi olan Nahit, hukuk eğitimi almıştır, "Adalar Şairi" olarak tanınmış bir şair ve oyun yazarıydı. Fecr-i Ati akımının bir üyesiydi. . İlk şiirleri Selanik’te çıkan Çocuk Bahçesi dergisinde yayımlanmıştır.
13 Mayıs 1958: Nâzım Hikmet, Paris'te Abidin Dino için bir şiir yazdı: "Abidin Dino'nun 'Yürüyüş' Adlı Tablosu Üzerine Söylenmiştir".
15 Mayıs 1871: Arthur Rimbaud, Paul Demany'ye meşhur "Lettre du Voyant"ı (Kâhin'in Mektubu) yazdı: Bu mektupta "Gerçek şair ateşi çalmasını bilendir" diyor, Verlaine ve Baudelaire dışındaki bütün şairlerin üstünü çiziyordu.
16 Mayıs 1952: Memduh Şevket Esendal öldü. En çok bilinen eseri 1934 yılında yayımlanan Ayaşlı ile Kiracıları adlı romanıdır. Yaşamının yalnızca dokuz yılında ciddi biçimde edebiyatla uğraşmasına rağmen Türk öykücülüğünün önemli bir ismi oldu. Durum hikâyeciliğinin Türk edebiyatındaki temsilcisidir.
17 Mayıs 1880: Tanzimat dönemi yazarlarından Ziya Paşa öldü. Eserlerinde baskıcı yönetime karşı özgürlükleri ve meşrutiyeti savundu. Batılılaşma yanlısı, yenilikçi Tanzimat Edebiyatı'nın öncüleri arasında yer aldı. Namık Kemal ve Şinasi ile birlikte yeni Türk edebiyatının temellerini attı. Şiir ve yazı dilinin halkın dili olması gerektiğini savundu.
18 Mayıs 1898: Faruk Nafiz Çamlıbel doğdu. Sanatçı, halkın yaşantılarından çıkardığı konuları yine halkın söyleyiş ve nazım biçimleriyle dile getirir. Yepyeni görüşler getiren ünlü "Sanat" şiiri, memleketçi şiirin ilk bilinçli bildirisi kabul edilir. Batı etkilerine kapalı, Türk halk şiirine açık bir tutum içindedir.
21 MAYIS 1688: Alexander Pope doğdu. 18'inci yüzyılın başlarındaki en büyük İngiliz şair olarak görülmekteydi. Hicivli dizeleriyle ve Homer'i tercümesi ile tanınmıştı. Kahramanlık beyitleri üstüne bir uzmandı.
22 MAYIS 1859: "Sherlock Holmes"un yaratıcısı Sir Arthur Conan Doyle, Edinburgh'da doğdu. 1885: Victor Hugo, Paris'te 83 yaşında öldü. Ölümü üzerine ulusal yas ilan edildi ve Hugo Panthéon'a gömüldü. 1912: Şair Eşref öldü. Türk edebiyatının hiciv ustasıydı. Tanık olduğu yolsuzlukların üzerine çekinmeden gitti. Hicviyelerini daha çok gazel, kaside, muhammes ve özellikle kıtalar biçiminde yazdı. 1943: Cumhuriyet döneminde kurulan Yedi Meşaleciler adlı topluluk üyesi ve hikâyeci Kenan Hulusi (Koray) öldü.
25 Mayıs: 1983: Necip Fazıl Kısakürek doğdu.
26 Mayıs 1905: Necip Fazıl Kısakürek öldü.
28 MAYIS 1986: Yalnız şiirleriyle değil tepkileri ve yaşama biçimiyle de kendisinden söz ettiren, sürekli yazan, yayınlayan bir şair olarak ilgileri hep üstünde tutan Edip Cansever öldü. Cemal Süreya'ya göre: "Her şeyin fazlası zararlıdır ya / Fazla şiirden öldü Edip Cansever!"
Derleyen: A.Bengisu Akdağ
ARKA KAPAK “Arka Kapak’’ Mayıs sayısında da iki muhteşem kitapla karşımıza çıkıyor. İlki geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden Gabriel Garcia Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı Nobel ödüllü eseri; diğeri ise Buket Uzuner’in “Kumral Ada Mavi Tuna” adlı bir aşk romanı.
Yüzyıllık Yalnızlık Yazar: Gabriel Garcia Marquez “Yüzyıllık Yalnızlık”ı yazmaya başladığımda, çocukluğumda beni etkilemiş olan her şeyi edebiyat aracılığıyla aktarabileceğim bir yol bulmak istiyordum. Çok kasvetli, kocaman bir evde, torak yiyen bir kız kardeş, geleceği sezen bir büyükanne ve mutluluk ve çılgınlık arasında ayrım gözetmeyen, adları bir örnek bir yığın akraba arasında geçen çocukluk günlerimi sanatsal bir dille ardımda bırakmaktı amacım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı iki yıldan az bir sürede yazdım. Ama yazı makinemin başına oturmadan önce bu kitap hakkında düşünmek on beş, on altı yılımı aldı… Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyük annemim işte bu yöntemini kullanarak yazdım… Bu romanı büyük bir dikkatle ve keyifle okuyan ve hiç şaşırmayan insanlar tanıdım. Şaşırmadılar, çünkü ben onlara hayatlarında yeni olan hiçbir şey anlatmamıştım. Kitaplarımda gerçekliğe dayanmayan tek satır bulamazsınız.’Merak duygunuzu perçinleyen ve mükemmel bir kurguya sahip bu kitabı okuduğunuzda elinizden bırakmak istemeyeceksiniz.
KUMRAL ADA MAVİ TUNA Yazar : Buket Uzuner Konu: Roman, Kuzguncuk’ta geçmekte olup orada yaşayan Tuna ve Aras’ın hayatlarını anlatmaktadır. Daha sonra mahallelerine taşınan Ada’nın hayatlarına girmesiyle devam eder. Ada ,romanın adında da anlaşılacağı gibi kumral, Tuna da gözleri mavi olduğu için Mavi Tuna olarak anılır. Aras, Ada’nın ilk sevgilisi, yegane aşkıdır. Ada kendisinin de söylediği gibi Tuna’yı sevse de gururu ve gösteriş merakından dolayı Aras’ı seçmiştir. Tuna’da Ada hep bir ukde olarak kalmıştır. Tuna, roman boyunca yer yer iç savaş formlarından bahseder ve içinden geçer. Buket Uzuner Tuna’yı, Tuna’nın yıllar süren aşkını öyle güzel anlatmıştır ki hayranlık duymamak elde değil. Kitap bölümlere ayrılarak yazılmış ve her bölümün başında çeşitli yazar ve şairlerden alıntılar var. Ayrıca kitabın sonunda karakterlerin kendilerini anlatmaları, bir bakıma savunmaya geçmeleri de değişik bir yöntem olmuş. Yorumlar: ‘Buket Uzuner’den bir edebiyat şöleni !” Gürsel Aytaç ‘ Buket Uzuner,’Kumral Ada Mavi Tuna ‘ romanında, bireysel ve toplumsal iç savaş metaforlarıyla bizi iç barışa; ‘içimizle barışmaya’ çağırıyor”. Psikiyatrist Dr. Cem Mumcu ‘Buket Uzuner’in ‘Kumral Ada Mavi Tuna’sını okuyunca sarsılacaksınız.” Milliyet ‘Türk Edebiyatında bir kadın yazarın elinden çıkan ilk savaş olma özelliğini taşıyan ’Kumral Ada Mavi Tuna’, Edebiyat ve politika çevrelerinde epey ses getireceğe benzer.” Cumhuriyet
Merve BAŞOL
SAHNEDE Uludağ Üniversitesi kampüsünde tiyatro sezonu açıldı nihayet. Uludağ Üniversitesi Oyuncuları 32. yılında yani bu sene perdesini Guguk Kuşu oyunuyla araladı. Ken Kesey’in 1962 yılında basılan One Flew Over Cuckoo’s Nest (Kafesten Bir Kuş Uçtu) adlı romanı 1963 yılında Dale Wasserman tarafından tiyatroya uyarlandı. Dilimize de Guguk Kuşu olarak geçti. Guguk Kuşu fazla sayıda düşünceyi içinde barındıran bir oyun olarak karşımıza çıkıyor. Zıtlıklarla seyirciyi düşündürüyor. Sistem eleştirisi yapıyor ama bunun çözümünü sunmuyor. İlk olarak yönetilen, sistemin çarkında bir dişli olmuş insanı görüyoruz ki yönetilenle karşı karşıya. Sonrasında özgürlük ve tutsaklık arasındaki farkı ve en üst noktasında ise delilik kavramını görüyoruz. Bu kavramı neyin belirlediğini; bu kavramın zıtlıklarıyla beraber anlamaya çalışıyoruz. Oyun iki perde ve yaklaşık iki saat sürüyor. Tek bir mekânda geçiyor. Dekor, ışık, kostüm, makyaj ve teknik olarak ne varsa tamamı topluluk tarafından hazırlanıyor ve hiçbir profesyonel yardım alınmadan bizlere sunuluyor. Topluluktan bahsedecek olursak: 1982 yılında Fransızca Bölümü’nden Prof. Dr. Hasan Anamur ve arkadaşları tarafından kuruluyor üniversitenin en köklü tiyatro topluluğu. Sonrasında ise her yıl en az bir oyun çıkararak bu yıla kadar ayakta kalıp 31 yılı arkasında bırakıyor. Eğitmenlerini de kendi içinden çıkararak aktarım yoluyla, amatör ruhla yoluna devam ediyor Uludağ Üniversitesi Oyuncuları. Topluluğa kayıt olduktan sonra üyeleri yaklaşık 4– 5 ay süren bir eğitim bekliyor. Tiyatro tarihi başta olmak üzere teorik bilgilerin yanında, temel oyunculuk eğitimi, sahne duruşu, mimik, diyafram gibi kavramlar öğretiliyor. Uludağ Üniversitesi Oyuncuları bir de festival düzenliyor. Festivale çeşitli
üniversitelerden amatör tiyatro toplukları katılıyor ve profesyonel tiyatro atölyeleri veriliyor. Bu sene 8.si gerçekleşecek olan Uludağ Üniversitesi Oyuncuları Tiyatro Festivali 9 – 17 Mayıs tarihleri arasında yine kampüsü renklendirecek. Şimdiden iyi seyirler.
Sultan DEMİRTAŞ
BEYAZ PERDE’DEN Sevgili İncir Çekirdeği okurları dergimizin sinema bölümünde bu ay sizlere dünya edebiyatından beyaz perdeye uyarlanmış filmlerden bir kaçını sunacağız. Beyaz sahifelerden beyaz perdeye geçen kitaplar...Keyifli okumalar...
AŞK VE GURUR: 19. yüzyılda yaşamış ünlü İngiliz roman yazarı Jane Austen'ın en ünlü karakterlerinden Elizabeth Bennet'ı oluşturduğu ünlü romanı 2005 yılında sinemaya uyarlanmıştı. Yapımı : 2005 – Fransa Tür : Dram , Romantik Süre: 127 Dak. Yönetmen : Joe Wright Oyuncular : Keira Knightley , Carey Mulligan , Matthew Macfadyen , Rosamund Pike , Kelly Reilly Senaryo : Emma Thompson , Jane Austen , Deborah Moggach Yapımcı : Tim Bevan , Eric Fellner Film Özeti 18.yüzyıl sonlarında, sınıf bilincinin hakim olduğu İngiltere'de beş kız kardeş olan Bennet'lar - Elizabeth veya Lizzie, Jane, Lydia, Mary ve Kitty, annelerinin iyi bir koca bulup geleceklerini güvence altına alma hayalleriyle büyütülmüşlerdir. Fakat, neşeli ve zeki bir mizaca sahip olan Elizabeth, kendisine düşkün olan babasının da desteğiyle hayatını daha farklı ve dolu dolu yaşamak için çabalamaktadı.
ESARETİN BEDELİ: Tim Robbins ve Morgan Freeman'ın bu filmdeki performanslarını kim unutabilir ki... Film bir Stephen King romanından, Rita Hayworth and Shawshank Redemption'dan uyarlandı. Yapımı :1994 – ABD Tür : Dram , Polisiye , Suç Süre: 142 Dak. Yönetmen : Frank Darabont Oyuncular : Morgan Freeman , Tim Robbins , Bob Gunton , William Sadler , Gil Bellows Senaryo : Stephen King , Frank Darabont Yapımcı : Niki Marvin , Liz Glotzer
Film Özeti: Genç ve başarılı bir bankacı olan Andy Dufresne, karısını ve onun sevgilisini öldürmek suçundan ömür boyu hapse mahkum edilir ve Shawshank hapishanesine gönderilir.Film onun hapishaneden kaçış serüvenini anlatır.
DÖVÜŞ KULÜBÜ: Chuck Palahniuk’un
ilk romanı Görünmez Canavarlar yayıncılar tarafından içeriği nedeniyle kabul görmemişti. Palahniuk yayıncılara olan bu öfkesi nedeniyle içeriği çok daha "yok edici" olan Dövüş Kulübü'nü yazmıştı ve bu romanı yayıncılar tarafından zevkle kitaplaştırılmıştı. Kimse bir Chuck Palahniuk romanının Hollywood'un ilgisini çekeceğini düşünemezdi. David Fincher'ın filmiyle Brad Pitt bir mega-star haline gelmişti.
Yapımı : 1999 - ABD , Almanya Tür : Dram Süre: 139 Dak. Yönetmen : David Fincher, Chon Kye-Young Oyuncular : Brad Pitt , Edward Norton , Helena Bonham Carter ,Meat Loaf , Jared Leto Senaryo : Jim Uhls Yapımcı : Art Linson , Arnon Milchan Film Özeti Film ünlü bir otomobil firmasında iyi bir işe sahiptir. Tek düze yaşamı kronik uykusuzluk sorunuyla çekilmez bir hale gelmiştir. Ailesi ve yakın bir arkadaşı olmayan Jack doktorunun tavsiyesi üzerine kanserli hastaların terapi grubuna katılır. Bu toplantılar esnasında Marla'yla tanışır o da genç adam gibi hasta olmadığı halde grubun toplantılarına katılmaktadır. Jack'in ve Marla'nın çabaları tüketici kültürünün anlamsızlığına karşı bir duruştur adeta kariyer sahibi ama yanlız insanların bir tepkisi. Jack'ın jenerasyonu ölü bir jenerasyondur. Bir yolculuk sonrası evinin yanmış olduğunu gördüğünde arayabileceği tek kişinin yolculuk sırasında tanıştığı sabun satıcısı Tyler Durden olmasıda adeta bunun bir kanıtıdır. İçilen birkaç biranın ardından park yerinde Tyler, kahramanımızı kendine vurması için kışırtacaktır. Aralarında başlayan bu kavga Jack'in hayatını değiştirecektir. Bir süre sonra Jack, Tyler'ın yanına taşınır. Tyler'ın liderliğinde bir dövüş kulübünün kuruluşuyla bu kulübde sayıları elliyi aşmamak kaydıyla genç erkekler birbirleriyle dövüşmeye başlayacaklardır. Kısa sürede popüler hale gelen kulüp ve Tyler Durden hızlı bir şekilde bu ölü jenerasyonun mesihi haline gelir.
GUGUK KUŞU: Ken Kesey'nin 1962 tarihli romanının film uyarlamasını yapma ayrıcalığı Milos Forman'ındı. Başrolde Jack Nicholson vardır. Yapımı :1975 – ABD Tür : Dram , Komedi Süre: 133 Dak. Yönetmen : Milos Forman Oyuncular : Jack Nicholson , Christopher Lloyd , Danny DeVito , Brad Dourif , Louise Fletcher Senaryo : Lawrence Hauben , Bo Goldman
Yapımcı : Michael Douglas , Saul Zaentz Film Özeti: Eyalet Akıl Hastaesi'nde kısa bir tatil kulağa pek de kötü gelmiyor, öyle değil mi? Randle P. McMurphy (Jack Nicholson), damarlarında kan yerine elektrik dolaşan, ağzı çok iyi laf yapan özgür ruhlu bir mahkumdur. McMurphy, deli numarası yaparak kendisini 'kaçıklar' olarak nitelediği adamların yanına aldırır. Ve hemen ardından, onun bulaşıcı düzensizlik sevdası yeni geldiği yerdeki uyuşturucu rutinle karşı karşıya gelir. McMurphy Dünya Kupası maçları oynanırken, yeni arkadaşlarının yatıştırıcı ilaçlara boğulmuş bir şekilde ortalıkta bornozlarla dolaşmasına dayanamaz. Bu, savaş demektir! Bir tarafta McMurphy vardır. Diğer tarafta ise, sinema tarihinin en soğuk ve canavar ruhlu karakterlerinden Hemşire Ratched (Louise Fletcher) vardır. Ortada ise, koğuştaki herkesin kaderi. Ken Kesey'in en çok satanlar listesindeki romanından uyarlanan Guguk Kuşu, 1975'te beş ana Akademi Ödülü'nü kazandı.
CHARLIE VE ÇİKOLATA FABRİKASI: Roald Dahl'ın 'çocuk edebiyatı'nın klasiği olmuş öyküsünü Tim Burton sinemaya uyarladı. Başrolde Johnny Depp vardır. Yapımı :2005 - ABD , İngiltere Tür : Aile , Komedi , Macera Süre: 115 Dak. Yönetmen : Tim Burton Oyuncular : Johnny Depp , Helena Bonham Carter , Freddie Highmore , AnnaSophia Robb , Christopher Lee Senaryo : John August Yapımcı : Richard D. Zanuck , Brad Grey Film Özeti Charlie ailesi ile zor bir şekilde geçinen fakir bir çocuktur. Tüm dünya ve Charlie, çikolata fabrikasıyla zengin olmuş Willy Wonka'nın esrarengiz ve yıllardır kapalı olan fabrikasını merak etmektedir. Ama bir gün Willy Wonka 5 çikolata ambalajının altına altın bilet saklamıştır. Altın biletleri bulan 5 çocuk fabrikaya girme hakkına sahip olacak ve içlerinden biri hayallerinin ötesinde bir dünyaya kavuşacaktır. Ve Charlie ise çikolata alamayacak kadar fakir olmalarına rağmen o fabrikaya girmek için elinden geleni yapacaktır.
Afra Nur Akkayalı
PEDOFİLİ AĞIR SUÇTUR Türkçeye İngilizce paedophilia kelimesinden geçen ‘’pedofili’’nin kökeni; Yunanca pais sözcüğünün kökeni olan paid(çocuk,oğlan) sözcüğünün birleşme hali ‘’paidove -philia(düşkünlük,anormal sevgi) kelimesinden gelir. Günümüzün belki de en tehlikeli ve sinsi hastalığı olan pedofili bireyin kendi içinde çözebileceği bir problem değildir.Bu durumda olan kişiler özellikle kendi çevrelerindeki çocuklara cinsel yönden zarar veren, psikoseksüel rahatsızlıkta olan kişilerdir.Birçok ülkede cinsel suçların en önemlisi ilan edilen pedofilinin hukuki yönden cezası kurbanın yaşına göre değişmektedir. Pedofili, beraberinde şiddeti ve çocuk gelinleri meydana getirmektedir.UNICEF’in çocuk gelinleri oranına göre dünya genelinde kız çocuklarının %11’i henüz 15 yaşına gelmeden evlendiriliyor.Bununla birlikte dünya üzerindeki yaklaşık 2,2 milyar çocuk arasındaki eşitsizlik doğumdan itibaren etkili olmaktadır.Ülkemize gelecek olursak pedofilinin beraberinde getirdiği çocuk gelinlerin özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da oranı oldukça yüksektir.Örneğin son olarak Van’da çocuk gelinlerin oranı %41.9 olarak açıklanmıştır.Ancak bu mesele sadece çocuk gelinler olarak ele alınamayacağı ve cinsel istismarın da düşünülmesi açısından aslında bir bölgede yoğunlaşmış kabul edilemez. Pedofili ile mücadele etmek üzere bir çok proje yürütülmektedir. Bunlardan biri Uçan Süpürge-Çocuk Gelinler Projesi’dir.Bu projeyi yürütenler ‘’çocuk gelin’’ değil ‘’pedofili’’teriminin kullanmasından yanalardır.Çünkü çocuk gelinlerin bu denli fazla olmasının sebebi şüphesiz psikoseksüel bir rahatsızlık olan pedofilidir ve her geçen gün gazete manşetlerinde,haber bültenlerinde sıkça karşılaştığımız olaylar zinciri haline gelmiştir: ‘’Her gün 18 yaşının altındaki 20 bin kız çocuğu doğum yapıyor’’ ‘’Türkiye’yi Utandıran Haber’’ ‘’Çocuk Gelin Yargıda’’ ‘’Noter Tasdikli Çocuk Gelin!’’ ‘’Çocuk Gelinden Acı İtiraf’’
“Çocuk yaştaki evlilik, gelişmekte olan ülkelerdeki toplam 600 milyon genç kadının içlerindeki potansiyeli ortaya çıkarmalarına mani olan en büyük faktörlerden biri. Her yedi kız çocuktan biri 15 yaşına gelmeden evlenmeye zorlanıyor ve bu durum böyle gitmeye devam ederse önümüzdeki on yıl içerisinde 100 milyon 'çocuk gelin' olacak. Bu da gelecek on yıl içerisinde her gün 25 bin çocuğun evlenmesi demek.” Birleşmiş Milletler Kadın ve Nüfus Bölümü’nün yetkili müdürü Tamara Kreinin böyle diyor. Bu söyleminde Kreinin son derece haklıdır.Çünkü çocuklar bir yetişkinin sahip olduğu yetilerin tümü sahip değildir ve daima korumaya muhtaçlardır.18 yaş bireyin fiziksel ve ruhsal gelişimini tamamlamışkabul edildiği bir yaştır.Bir çocuğun bu olgunluğa ulaşmadan bir takım zorbalıklarla cinsel istismara maruz kalması ve daha da ileri gidilerek evlendirilmesi öncelikle vicdana aykırıdır. Pedofilinin en büyük düşmanı eğitimdir. Bu bencil ve sapkın durum ancak eğitimle ve özveri ile aşılabilecektir.
Sırdem Kemiksiz
Gençlere Sorduk Kübra TARAKÇI Sevgili İncir Çekirdeği okuyucuları, bu köşemizde her ay gençlere sorduğumuz bir takım soruları ve cevapları sizlere sunuyoruz. Bazen şaşırtacak bazen güldürecek bazen de pes artık dedirtecek cevaplarla karşılaşabilirsiniz. Bu ayki sorularımız şunlardı: “Elvan Dalton” ve “Fahriye” sizin için ne ifade ediyor? Hadi hep birlikte gençlerin sesine kulak verelim.
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor? F.K: Açılın gızlar salıyorum gobrayı
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor?
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor? M.F.Ş: Avarel'den sonraki aptal dalton
ve Ahmet Kural'ın kaşları
Y.B: Koşucu zenci gibi Elvan. Eltwo
Fahriye senin için ne
Fahriye senin için ne ifade
Ayakone Elseven diye
ifade ediyor?
ediyor?
espriler de geliyor.
F.K: Fahriye Abla şiiri
Fahriye senin için
erkeklere fahriyede
ne ifade ediyor?
bayanlara mı?
M.F.Ş: Fahri doktora
Y.B: Fahriye Evcen
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor? G.A: Bi'de benim adım Elvan Dalton ben gezerim balkon balkon.
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor? F.Ç:Erotik içerikli bir şarkıda milletçe deli gibi oynarken kobrayı dışarım boynuna kısmında ahahah
Fahriye senin için ne ifade ediyor?
diye hafif gülüştüğümüz aklıma geliyor.
G.A: Ne güzel komşumdun sen Fahriye Abla.
Fahriye senin için ne ifade ediyor? F.Ç:Fahriye Evcen geliyor. Çok seksi bir kadın bence. Yani o kadınsa biz neyiz?
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor?
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor?
A.K: İğrenç bir şarkı.
G.Y: Oyun havası
Fahriye senin için ne ifade
Fahriye senin için ne ifade ediyor?
ediyor? A.K: Divan Edebiyatı.
Fahriye senin için ne ifade ediyor? G.Y: Beni Böyle Sev dizisindeki bir oyuncu.
Elvan Dalton sizin için ne ifade ediyor? M.Ü: Balkon Balkon gezmesi Fahriye senin için ne ifade ediyor? M.Ü: Fahriye Evcen'i Elvan Dalton senin için ne
ifade ediyor ve kıskançlık
ifade ediyor?
damarım çatlıyor kadın çok güzel.
D.İ: Elvan Dalton büyüyünce ne olur eltwo Daltonbir Fahriye senin için ne ifade ediyor? D.İ: Mahalle evinin kapısının önünü temizlerken gelene geçene cırtlak bir sesle laf atan hafif topluca tıknaz bir teyzemiz.
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor? E.Y: Okulda onu açıp oynayan bir arkadaşın yere kapaklanma anı geliyor bir de düşünce de devam etmesi. Fahriye senin için ne ifade ediyor? E.Y: Fahriye Evcen
Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor? D.K: Pijamalı Daltonlar Fahriye senin için ne ifade ediyor? D.K: Fahriye Evcen
Fahriye:
Bir edebiyat terimidir.Divan
edebiyatında şairlerin kendi özelliklerinden övünerek söz ettikleri manzumenin bir bölümü.Fahriye ayrıca Divan edebiyatı şiirinin
önemli bir şiir türü olan Kaside içinde şairlerin kendilerini övdükleri beyitlerin bulunduğu özel bölümdür. Elvan Dalton senin için ne ifade ediyor? A.T: Türk müziğinin göreceği en vahim şarkı. Dinlenilmemesini tercih ediyorum şayet gaza gelip yüksek sesle söyleyebilirsiniz. Kısaca toplum içinde rezil olmanın anahtarı.
Elvan Dalton:
Halkça iğrenç bulunan
fakat bir o kadar da fazlaca dinlenen bir türkümüzün adıdır. Aynı zamanda Uludağ Üniversitesi şenliklerinin vazgeçilmez parçasıdır.
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...