Temmuz 2014
Sayı: 4
MISRALARDA
RAMAZAN
dil, edebiyat, kültür, sanat
GÜLTEN DAYIOĞLU
F.KAFKA
İLE SÖYLEŞİ
Üzerine Bir Deneme
Manas’ın Gözyaşları:
YUSUF MAMAY
HÜSEYİN RAHMİ
150
YAŞINDA
İncir Çekirdeği Dergisi
Genel Yayın Yönetmeni Ayşe Bengisu Akdağ
EDİTÖRDEN... Yazı İşleri Müdürü
Merhaba sevgili okuyucularımız,
Sırdem Kemiksiz
Büyük bir sevinçle dergimizin dördüncü sayısını sunuyoruz. Bu sayıyı da dolgun bir muhtevayla hazırlamaya çalıştık. Sizlere dergimizin içeriğinden bahsetmeden önce bu ayı güzel yapan, kalplere huzur veren, sabrı öğreten "Ramazan Ayı"nızı kutlarım. Belki dergimizi gün batımına karşı elinizde kahvenizi yudumlarken okuyamayacaksınız. Ama açlıktan takati kalmayan küçük çocuğun bir dilim ekmek yeme şansı yakaladığı andaki mutluluğuna eşdeğer olduğumuz o ezan vaktinden sonra karın tokluğunda okuyabileceğiniz edebiyat ve kültür dolu bir dergi hazırladık.
Editörler Sultan Demirtaş Kübra Tarakçı
Yazarlar Afra Nur Akkayalı Beyza Arı Busenur Aslan Hatice Türk Hilal Akarslan Merve Başol Sema Keser Seren Kotik Süleyman Erkut
17 Ağustos Hüseyin Rahmi'nin doğum yıl dönümü lakin biz biraz erken anmak istedik ve Ayşe Bengisu Akdağ'ın bu konuda hazırladığı yazıyı dosya konumuz yaptık. Geçtiğimiz haftalarda kaybettiğimiz, eşsiz Manas Destanı'nı ezberleyen, o güzel sesiyle dile getiren Yusuf Mamay ve Manas'ı kalemiyle ölümsüzleştirmek üzere Busenur Aslan yazdı: "Manas'ın Gözyaşları". Tiyatro Köşemizin yazarı Sultan Demirtaş yine kalemini konuşturdu. Güngör Dilmen'i ve tiyatrolarını ele aldı. Ve söyleşi köşemizde eserlerini okurken sizi geçmişe, çocukluğunuza götürecek, Türk Çocuk Edebiyatı'nın önemli ismi Gülten Dayıoğlu söyleşisi yer alıyor. Ayrıca film ve kitap köşemiz, Ramazan'a dair yazılar ve şiirler de sizleri bekliyor.
İletişim
Bu benim ilk ama son olmayacak editör yazım. Size seslendiğim için büyük bir mutluluk duyuyorum ve o mutluluğun aynısını sizler için de diliyorum. İsmet Özel'in dediği gibi “ ‘Kapıyı
incircekirdegidergisi@gmail.com facebook.com/incircekirdegidergisi https://twitter.com/IncirCekirdegiD
çalmadan açık olup olmadığını bilemezsin!’ Biz ilk sayımızdan beri o kapıyı çalmaya gidiyoruz. Açık mı değil mi bilmiyoruz; ama kilidin kalktığı belli.” Ağustos ayında görüşmek üzere, edebi bir hayatla kalın.
Kübra TARAKÇI
İÇİNDEKİLER Havadis Yahya Kemal’den Şiir Mısralarda Ramazan – Ayşe Bengisu Akdağ Üç Adam ve Bir Kadın – Hilal Akarslan Oda – Burak Çakır Dembedem Aşk / şiir – Süleyman Erkut Manas’ın Gözyaşları – Busenur Aslan Ardından – Sırdem Kemiksiz Bayram Sabahı / şiir – İsmihan Öztekin Bir İstanbul Beyefendisi: Hüseyin Rahmi Gürpınar – A. Bengisu Akdağ “İlk Orucum”- Hüseyin Rahmi Gürpınar Hüseyin Rahmi’den Mektup Yaşamak / şiir – Sema Keser Gülten Dayıoğlu ile Söyleşi Bir Mevlevi: Şeyh Galip – Sırdem Kemiksiz Kafka Üzerine Bir Deneme “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi” – Ziya Osman Saba Ayın Fotoğrafı – Aybige Akdağ Arka Kapak – Merve Başol Benim İçin Tiyatro – Sultan Demirtaş Beyaz Perde’den – Afra Nur Akkayalı
HA VÂ DİS
bulunduğunu ve uzmanların bunların gerçekliğini teyit ettiğini açıkladı. “20 Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı” kitabıyla adını duyuran şair, 1973′te ölmüştü. El yazması dolu kutuların içinde bulunan şiirlerin çoğunun 1956′dan sonra yazıldığı ve bu yılın sonlarında Latin Amerika’da, 2015′te de İspanya’da yayımlanacağı belirtiliyor.
“Görme Engelli Kadının Yaşam Mücadelesi” temalı öykü yarışması başladı!
Şilili ünlü şair Pablo Neruda’nın daha önce bilinmeyen 20 şiiri bulundu. Pablo Neruda Vakfı, şiirlerin Nobel Edebiyat Ödülü sahibi şairin el yazmaları arasında
2009 yılında yayın hayatına başlayan Kibele Altınokta Dergisi, bu yılın Şubat ayında 25.Gümüş sayısına ulaştı. Dergi 25.Gümüş sayısına ulaşırken “Görme Engelli Kadının Yaşam Mücadelesi” temalı bir öykü yarışması düzenliyor. Söz konusu yarışmanın alt katılım yaş sınırı 18 olarak belirlendi. Son başvuru tarihi 10 Ekim 2014 Cuma.
İspanyol edebiyatının önemli isimlerinden Matute öldü İspanya İç Savaşı ile ilgili kitaplarıyla dünya çapında ün kazanan İspanyol yazar Ana Maria Matute, 88 yaşında hayata veda etti. 2010 yılında Cervantes Ödülü'ne layık görülen Matute, İspanyol edebiyatının en büyük ödülünü kazanan üçüncü kadın yazar olmuştu.
Karacaoğlan’ın mezar taşı bulundu Vakıflar Bölge Müdürlüğü, yaklaşık 1.5 yıl önce Sarıveliler İlçesi’ndeki tarihi Hacı Salih Camii’nin restorasyon çalışmasına
başladı. Yaklaşık 1 ay önce de iş makinesi ile bahçede yapılan çalışmalar sırasında bir mezar taşına rastlanıldı. Bunun üzerine mezar taşının çevresindeki toprak temizlendiğinde bir mezar olduğu ortaya çıktı. Prof.Dr. Akgül yaptığı incelemede taşın üzerinde Osmanlıca ‘Karacaoğlan’ın Ruhuna Fatiha’ yazısının olduğunu belirledi.
"İTÜ Nadir Eserler Koleksiyonu Sergisi"nde, tarihi 1346'ya kadar uzanan eserler görülebilecek.
2014 Yunus Nadi Öykü Ödülü'nün sahibi Başar Başarır
İlgilenmiyorum", akla gelebilecek her kesimden insanı ve hayat öykülerini bir kapak altında toplamış, dil zenginliği, kesin mizah anlayışı ve akıcılığıyla edebiyat çevreleri ve okurun beğenisini kazanmıştı.
Atilla İlhan'ın eşyaları İzmir Basın Müzesi'nde!
İTÜ'de tarihe yolculuk başlıyor Sayısı 7 bini bulan İTÜ'nün nadir eserlerinden yapılan özel bir seçki, 2 hafta boyunca İTÜ Rektörlük Sanat Galerisi'nde ziyarete açık kalacak. 668 yıl öncesinden bugüne ulaşan Ruzname, İTÜ'nün ilk Başhocaları Hüseyin Rıfkı Tamani ve İshak Efendi'nin, ünlü Türk bilgini Ali Kuşçu'nun el yazması eserleri sergide yer alacak parçalar arasında. Zamana meydan okuyan kitap sayfalarının, dergilerin ve çizimlerin yer alacağı
Türkiye'nin en köklü ödül organizasyonlarından biri olan Yunus Nadi Ödülleri, roman, öykü, fotoğraf, şiir, karikatür ve sosyal bilimler olmak üzere 6 dalda ödülün verildiği bir yarışma. Bu yıl 69. kez toplanan komite, öykü dalında "Teklifinizle İlgilenmiyorum" adlı kitabıyla Başar Başarır'ı ödüle layık buldu. 2013 yılında Can Yayınları'ndan çıkan "Teklifinizle
Türkiye'nin önemli isimlerden taninmiş şair, yazar, gazeteci Attila İlhan'ın 1960-1970'li yıllarda makale işleri müdürlüğünü yaptığı Demokrat İzmir Gazetesi'nde kullandığı masa, sandalye ve sehpadan oluşan takım, İzmir Basın Mensupları Cemiyeti Basın Müzesi'nde sergilenmeye başladı.
ATİK-VALDE'DEN İNEN SOKAKTA İftardan önce gittim Atik-Valde semtine, Kaç def'a geçtiğim bu sokaklar, bugün yine, Sessizdiler. Fakat Ramazan mâneviyyeti Bir tatlı intizâra çevirmiş sükûneti; Semtin oruçlu halkı, süzülmüş benizliler, Sessizce çarşıdan dönüyorlar birer birer; Bakkalda bekleşen fıkarâ kızcağızları Az çok yakından sezdiriyor top ve iftarı. Meydanda kimse kalmadı artık bütün bütün; Bir top gürültüsüyle bu sâhilde bitti gün. Top gürleyip oruç bozulan lâhzadan beri, Bir nurlu neş'e kapladı kerpiçten evleri. Yârab nasıl ferahlı bu âlem, nasıl temiz!
Tenhâ sokakta kaldım oruçsuz ve neş'esiz. Yurdun bu iftarından uzak kalmanın gamı Hadsiz yaşattı rûhuma bir gurbet akşamı. Bir tek düşünce oldu tesellî bu derdime; Az çok ferahladım ve dedim kendi kendime: "Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür."
YAHYA KEMAL BEYATLI
Mısralarda Ramazan Ay hilâle döndü gökyüzünde. Bir sükûnet etrafta, bir huzur tabiatta. Sabah ezanı bir başka huşûlu, öğle güneşi daha bir sınayıcı, akşamı iple çekmek daha bir güzel. Dolaşmak şehrin inişli çıkışlı, yaşlanmış sokaklarında, gezmek mâbed mâbed ve dinlemek mısralardaki sahuru, iftarı, orucu… İlk günün heyecanını hissettirir Fenâyi Cennet Efendi’nin mısraları: “…Dil-i mahzûnumuzu eyledi şâd u handân Geldi yümn ile yine şehr-i mübarek Ramazân Oldu nûruyla ziyâ-bahş kamu iki cihân Geldi izzetle yine şehr-i mübarek Ramazân” Bir coşku kaplar içimi. Ancak saatler geçmek bilmez. Beden bitkin, nefis mücadelede, gözler semâda, dil duada… Derken bir sesleniş gelir Faruk Nafiz’den: “Alnımız secdede bulsun bizi her lahza ezan Ve hazin ömrümüzün her günü olsun Ramazan Zikrimiz arşı geçip fecre kadar yükselsin Mâveralardan ümit ettiğimiz ses gelsin…” Ramazan tüm inanan kalplerle bütünleşir üstadın kaleminde. “Maverâlardan, öteler âleminden bir diriltici ses” ister. Gölgesinde yürüdüğüm çınarların el açmış yaprakları serinletir, bir serçenin suya dalıp çıkması diriltir beni, devam ederim. Akın akın “Emir Sultan”a giden teyzelerin, iftâriyelik alışverişindeki çocukların, yavaş yavaş kuyrukların oluşmaya başladığı fırınların, yayılan pide kokusunda sabırla bekleyen babaların ve
şapkalarını gözlerine indirmiş, bir söğüt altında uyuklayan ihtiyarların arasından geçerek dar, sessiz bir sokağa varırım. Ramazan mâneviyâtının çöktüğü bir sükûnet. “Yârab nasıl ferahlı bu âlem nasıl temiz “ derdi Yahya Kemal bu sokağı görseydi. Sonra “yurdun bu iftarından uzakta, oruçsuz ve neşesiz” olmaktan hüzünlenir, bir tek düşünce teselli olur bu derdine: “Az çok ferahladım ve dedim ki kendi kendime: Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; Madem ki böyle duygularım kaldı, çok şükür.” Şükür geçer içimden. Yahya Kemal’in hüzünlü yabancılığı bir samimiyet verir ruhuma. Gökyüzü tepelerin ardında yavaş yavaş kızıla, mora boyanmakta, güneş sabırsızlıkla batmakta. Dönüş yolunda yorgunluktan bîtâb düşmüş adımlarımı atarken birbiri ardınca düşünüyorum: bir Ramazan ki edebiyatı yapılmasın, bir edebiyat ki Ramazan’ı anlatmasın… Her ikisi de ne kadar eksik, ne kadar yarım bir parça, ne kadar buruk… Derken yükseliyor “Allahuekber” sesleri. Yıldırım Camii’nden, Ulu Cami’den, Murâdiye’den, Hüdâvendigâr’dan… Güneşin batışı bir aydınlık veriyor ruhlara. Ellerimi açıyorum semâya doğru ve Mehmet Akif dua ediyor ilk iftarda: “Yâ Rab şu muazzam Ramazan hürmetine, Kaldır aradan vahdete hâil ne ise Yâ Rab, şu asırlarca süren tefrikadan Artık ezilip düşmesin ümmet ye’se.”
Ayşe Bengisu Akdağ
ÜÇ ADAM ve BİR KADIN Bir kadın düşünün... Üç adam tarafından sevilen, önemsenen, arzu edilen... Üç adam düşünün, bir kadın tarafından şiirlerinden öpülen… Tomris Uyar, II. Yeni Şiir Akımı denildiğinde adını mutlaka anacağımız bir yazar... Adını zikrettiğimizde ise mutlaka aklımıza bu üç büyük ustanın adı gelecektir: Cemal Süreya,Turgut Uyar ve Edip Cansever... Edebiyat ile iç içe olan bir aileden gelen Tomris Uyar, Arnavutköy Kız Koleji’nde okurken parmaklarını öyküye adamaya karar verir. Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdikten sonra çeviri yapmaya başlar ve böylece Türkçenin gizli sırlarını, dil oyunlarını daha iyi anlamaya başlar. Kurduğu cümleler gibi aşk hayatında da seçici olmaya çalışır Tomris. İlk evliliği Ülkü Tamer ile olur ve Ekin adındaki kızlarını bir kaza sonucu kaybettikten sonra bu evliliğin temeli sarsılmaya başlar. Kızının gidişi ve bu gidişin ardından yıkılan çiftin birbirinden kopmaya başladığı sırada Cemal Süreya’ya aşık olur. Evli olan bu iki insan birbirleri için eşlerinden boşanırlar ve Türk Edebiyatının en çok konuşulan aşklarını yaşarlar. İlişkileri üç yıl sürse de,bu üç yıl içine koca bir ömrü sığdırırlar. Bir çınar ağacı kadar sağlam olan kişiliklerine hiçbir zarar vermeden ilişkilerini sonladırıp iki edebiyat aşığı insanın yapması gerektiği gibi arkadaşlıklarını yıpratmadan hayata devam ederler ve bu aşktan arda kalan Cemal Süreya’nın şu dizeleri olur: “Ayışığında oturduk / Bileğinden öptüm seni / Sonra ayakta öptüm / Dudağından öptüm seni / Kapı aralığında öptüm / Soluğunda öptüm seni / Bahçede çocuklar vardı / Çocuğundan öptüm seni / Evime götürdüm yatağımda / Kasığından öptüm seni / Başka evlerde karşılaştık / İliğinden öptüm seni / En sonunda caddelere çıkardım / Kaynağından öptüm seni…” Çocuğunun babası olan Turgut Uyar ile tanışmasını ise şöyle anlatmış, Tomris Uyar: “1966 yılında ben zaten Cemal Süreya’dan ayrılmak üzereydim. O da eşinden ayrılmıştı. İstanbul’a gelmişti çocuklarıyla. Burada tanıştık. Asıl tanışmamız herhalde çünkü o zaman daha bir yakın oturup konuşma fırsatını bulduk ve mektuplaşmaya başladık. Bu mektuplar önce sadece şiir üzerine mektuplardı. Hâlâ duruyor bende. Genellikle onun şiir üzerine düşünceleri, benim onun şiirleri üzerine düşüncelerim... Ve anladığım kadarıyla çok sıkışık bir dönem geçiriyordu. Yani evlilik hayatında bir süredir yaşadığı tedirginlik ve uyumsuzluk şiirini de etkilemişti, yedi yıldır şiir yazmıyordu.
Esin periliği olarak ifade etmek istemiyorum ama herhalde çok konuştuğum, çok dürttüğüm, yazmasını çok rica ettiğim için diyeyim, yavaş yavaş şiir yazma isteği yeniden doğdu.” Turgut Uyar’ın ise şiirlerine işlediği Tomris kokusu şöyle olmuştur: “Senin için alışılmış şeyler söyleyemem sana yaraşmaz / kış gecesi amcamızdır, bahar yakından kardeşimiz / alır başımı Erzincan’a giderim seni düşünmek için / dörtlükleri bozarım çünkü dağlar ne güne duruyor / kıyılar ve eskimeyen her şey seni anlatmak için / bir bozuk saattir yüreğim hep sende durur / ne var ki ıslanır gider coşkunluğum durmadan / durmadan / dağ biraz daha benden, deniz her zaman senden / hiçbir dileğimiz yok şimdilik tarihten coğrafyadan / kimselere benzemesin isterim seni övdüğüm / seni övdüğüm zaman / güzel bir çingene yalnız başına dolaşmalı kırlarda / seni övdüğüm zaman... Ve Edip Cansever… Edebiyat ve arkadaş çevrelerinin de iyi bildiği gibi platonik bir aşkla bağlıydı Cansever Tomris’e… Her 15 Mart günü şiirle seslenir, şiirle dile getirirdi karşılığı olmayan sevdasını ve derdi ki : “Tomris Uyar’a… / Seni görünce dünyayı dolaşıyor insan sanki / Hani Etiler’den Hisar’a insek bile / Bir küçük yaşındasın, boyanmış taranmışsın / Çok yaşında her zamanki çocuksun gene / Ben seni uzun bir yolda yürürken görmedim ki hiç.../ Mart ayında patlıcan, ağustosta karnabahar / Mutfağın mutfak olalı böyle / Bir adın vardı senin, Tomris Uyar’dı / Adını yenile bu yıl, ama bak Tomris Uyar olsun gene / Ben bu kış öyle üşüdüm ki sorma / Oysa güneş pek batmadı senin evinde / Söyle / Ben seni uzun bir yolda yürürken gördüm müydü hiç?” Üç adam tarafından şiddetli bir sevgiyle karşı karşıya kalan bu güçlü kadın, hiçbir zaman eleştirel tavrından vazgeçmemiş ve bu üç adamın aşklarından bahsetmeyi hiç sevmemiştir. Ona karşı duyulan ilgiyle hiçbir zaman övünmemiş, her zaman susmayı tercih etmiştir. Yalnız çocuklarının babası olan Turgut Uyar hakkında birkaç söz etmiştir.
Tomris Uyar 15 Mart 1941 yılında doğmuş ve yaşamına bir çok öykü sığdırmıştır. Yürekte Bukağı (1979) ve Yaza Yolculuk (1986) öyküleriyle Sait Faik Hikaye Armağını’nı kazanmıştır. Hayatını 4 Temmuz 2003 yılında kanser tedavisi gördüğü sırada kaybetmiştir. Hayri Turgut Uyar adındaki oğlu ise öğretim görevlisi olarak İTÜ’de çalışmaktadır.
Hilal Akarslan
O D A
Burak ÇAKIR
Kutu gibi bir odaya sıkışmış yalnızlığım. Ne dışarı çıkmak mümkün, ne de bir konuk ağırlamak sevda dünyamda. Çünkü kıskançtır yalnızlığım, kuma istemez üzerine. Bir o denli de hırçın, kendisiyle mesut değilim diye. Ben ise sessiz ve sedasız daima beklerim köşemde, başımı cama dayar uzun uzun dalarım ufka doğru. Bilirim; bir bekleyenim var, bilmediğim bir şehrin bilmediğim bir sokağında. Yalnızlığına mahkûm zümrüt gözlü bir sarışın. O da hüzünlü ve gözleri ufukta... Canan canını bekliyor! Gel gör ki kırık kolum kanadım ve kalbimde, kalbimin derinlerinde sızlayan bir vefa var: “Gitme!” diyor, “Kimsesizliğin ve hiçliğin ortasında yanından eksilmeyen yalnızlığını bırakıp da gitme!”. Ama bilmiyor ki zaten çıkış yok bu zindandan, kendimden kaçtığım kadar uzaktayım insanlardan… Batan güneşe eşlik edercesine acı bir tebessüm yayılıyor dudaklarıma ve dönüp yalnızlığıma bakıyorum. O ki esmer güzeli bir hoş görünür karanlıkta, o da tebessüm ediyor ama aşk dolu, şehvet dolu. Bu nasıl bir büyüdür Allah'ım, yıllar geçti çıkamıyorum bu zift karası odadan! Kapkara gözleri tutsak ediyor sanki beni bu uykusuz, ıstırap dolu gecelere!
Süleyman Erkut
DEM BE DEM A Ş K
Damla damla akan, Sözlerimde parlayan, Aşkımla çağlayan, Yağmurda ıslanan, Güneşle kuruyan, Tahir'e Zühre olan, Okyanusta kaybolan, Çölde âmâ bulunan, Deryada bir küheylan, Ezelden ebede bâki kalan, Şaire şiir sunan, İsmini sorarlarsa söylersin Süleyman. Her daim bilirsin, Sevmek işin özüdür. Beden gelip geçici bir cisimdir. Bâki olan ruhun kendisidir.
Haktan ötürü kul fânidir Yol mukaddes, istediğimiz bir nefes. Sevgili bir damla gibiydi. Anlatabildim mi? Her damlada tazelenirdi sevgi. Sahi anlayabildin mi? Bilmek, varmak ya da görmek Göz görmeden, ses vermeden Söz tutup öz ile Haktan ötürü aşk ile sevmek.
MANAS’IN GÖZYAŞLARI
Ölümsüzlüğe ulaşan insanlar vardır. Onlar, tarih yazar ve tarihin ta kendisi olurlar. Büyük insanlardır. Her büyük insan gibi tarihe kaynaklık ederler. Büyük sözler söylerler. İşte bu büyük insanların, büyük sözlerinden meydana gelmiş Kırgızlara ait o, dünyanın en büyük destanı. Manas adındaki destan kahramanının gücünden, kudretinden, bilgeliğinden almış adını. Yalnızca Manas’a yer vermemişler bu büyük destanda. Manas ile beraber oğlu, torunları da anlatılmış. Sekiz bölüme sığdırmışlar bu kocaman yürekli, kocaman insanların yaşantılarını. Sekiz bölümden taşan birçok hayal, hayat ve kahramanlık… Sekiz bölümün tamamında kendinizi kaptırdığınız hızlı, heyecanlı ve aksiyon dolu birçok olay… İnsanlar destanlar söylediler, destanlar yazdılar. Her bir heyecanlarını, korkularını, sevinçlerini büyük bir kahramanın üzerinden anlattılar. Her biri, destanların bir kahramanı oldu. Kendi hayatları gibi ezbere bildiler o kahramanların hayatlarını. Fakat herkes söyleyemezdi bu destanları. Bunun için “ırcı” olmak lâzım gelirdi. Onlar, tek bir gecede ezberlerdi bu uzun ve hacimli destanları. Nasıl mı? Rüyalarında. Rüyalarına giren bir ak sakallı sayesinde, bir gecede koca destanları ezberlerlerdi. Yani, ırcılar da seçilmiş kişilerdi. Xinjiang’ın batısındaki Ahaç ilçesinde yaşayan Yusuf Mamay da bu destanı rüyalarında ezberlemiştir. O da seçilmiş ırcılardan biriydi. Diğer ırcılardan farklı olarak, Manas Destanı’nın tamamını tek bir seferde seslendiren tek manasçıydı. Destanların büyülü dünyasına, ilk
olarak sekiz yaşında girmişti Yusuf Mamay. Abisinin rehberliğinde, çadır çadır dolaşmış ve Manas’ın parçalarını toplamıştı. Ama destanı ezberlemesi, rüya yoluyla olmuştu. Destanı ilk kez kalabalık önünde seslendirmesi, yedi gece sürmüştü. Mamay, bu ilk seslendirmede kendini destanın ahengine kaptırmıştı. El hareketleri, mimikleri, ses tonuyla etrafındaki herkesi Manas’ın büyülü dünyasına çekmişti Mamay. Bütün seslendirme bittikten sonraysa bir rüyadan uyanmış gibi olmuştu. Bu yedi geceye dair bir şey hatırlamıyordu. Diyorlar ki, o kendinden geçerek seslendirmişti bütün bu destanı. Yaşayan Homeros deniyordu Yusuf Mamay’a . O, bütün bu destanın sesli, yazılı ve görüntülü olarak kaydının yapılmasını sağlamıştı. Tıpkı bir babanın çocuğuna kendini adaması gibi Manas Destanı’na adamıştı kendini. Onun büyümesini, var olmaya devam etmesini sağlamıştı. Yaşamına devam etmesi için yaşamıştı. Bu uğurda, 1940 yılında sekiz bölüm ve on sekiz ciltten oluşan destanın tamamını seslendirmişti. Evladı gibi gördüğü Manas’ın, seslendirilmeye devam edilmesi için her yıl öğrenciler yetiştirmişti. Bütün bu çabaları karşılığında, “Kırgızların Milli Kahramanı” unvanını almıştı. Kahraman Manas’ın kahraman babası kabul edilmişti. Bugünse Manas, babasız kaldı. Bu kahramanın kahraman babası, artık aramızda değil. Yalnızca rüyalarında ve kendinden geçip Manas Destanı’nı seslendirdiği sırada gittiği, o büyülü dünyada artık.
Belki de Manas’ın yanındaki yerini aldı ve ondan kahramanlık hikâyelerini dinliyordur. Öyle veya böyle, Kırgızlar kahramanlarını kaybetti. Manas, babasını kaybetti. Şimdi, o büyük destanın her bir kahramanı gözyaşı döküyor Mamay’ın ardından. Çünkü kahramanlarının herkesi kendinden geçiren
“
sesi yok artık. Ama bilmeliler ki Yusuf Mamay kimsesiz bırakmadı evladını. Kendinden sonra ona eşlik edecek birçok manasçı yetiştirdi. Yine de gönül bu kırılıyor, acıyor. Manas’ın, 1 Haziran 2014’ten beri döktüğü gözyaşları kolay kolay dinecek gibi görünmüyor.
MANAS DESTANI’NDAN Cakıp Han, karısı Çıyrıçı’dan Şimdi bir oğlan doğurttu Oğlunun yüzüne baktı Beyaz eti pamuk gibi, Kemikleri bakır gibi. Bir ak kısrak kestirdi, Cakıp han, doğan oğlunun adını Dört ulu Peygambere Manas koydurdu. Dört Peygamber onu kucakladı, Peygamberler çocuğu sınadı. Yarkent’ten gelen yedi elçi Yemeği övüp yiyip gitti ‘’Manas obur çıkacak’’ diyip gitti Çin’den gelen kırk elçi Yemeklerden bol bol yiyip gitti ‘’Manas Çinlileri kıracak.’’ Deyip gitti Nogay’dan gelen on elçi Oturup eti yiyip gitti, ‘’Manas korkunç olacak.’’ Deyip gitti Bu baybiçe Çıyrıçı Manas’ı alaca beşiğe yatırdı Manas’ı Hızır korudu Manas yar kenarında kundaklandı. Kafir ile Müslüman Manas’ın methini duydu Manas, gülmeye başladı Manas, beşikte yatarken konuştu ‘’Ak sakallı babam Cakıp Han, Müslüman yolunu açacağım, Kafirin malını salacağım, Kafiri sürerek çıkarıp, Müslümana necat salacağım!
’’ Busenur ASLAN
ARDINDAN S覺rdem Kemiksiz
Bölüm 1 İnsanların hayatları hep zordur. Ölümler, acılar, karmaşıklıklar, kıskançlıklar… Hiç böyle bir hayatım olmadı benim. Bir yakınımı bile kaybetmedim. Gamsızlığım da dillere destandı. İsmimden mi yoksa görünüşümden midir bilmem, özgür ruhum düzenli olmaya çalışan hayatıma hep meydan okur. Kendimi kendime böyle anlatırken ben,elimdeki kocaman siyah bir valizi çekiştirerek kaçırmak üzere olduğum otobüse yetiştim. Bir kere daha bu kadar erken bir saate bilet almamalıyım dedim kendime.Uyku her zaman başa çıkamadığım bir problem olmuştur benim için.Valizimi görevliye teslim ettikten sonra esneyerek otobüse binmeye çalıştım. Gözlerim koltuğumu aradı. Yaşlı bir teyze oturuyordu yanımdaki koltukta ve muavinle tartışıyordu. Kendisi özellikle bayan yanı istemişti ama yanına bir erkeğin oturacağından bahsediyor, huysuzlanıyordu. Durumu anlamam çok zor olmadı. Adım Deniz, bu kadar…Gülerek teyzenin yanına gittim ve bir problem olmadığını,ismimden dolayı erkek olarak kaydedilmiş olabileceğini söyledim.Pek bir sevinivermişti.Onu mutlu ettiğim için de beni çok sevdi.Ama bu durum benim isteyeceğim son şeydi ve bu durum aslında şu anlama geliyordu ‘’yanında bir teyzeyle hiç susmadan 12 saat yoluculuk etmek!’’ Çünkü gamsız bir insan olmanın yanında getirdiği problemlere sahiptim. Ben bunlara üzülmüyor olsam da yanımdaki insanlar kendi dertleriymişçesine üzülüp sık sık sorular sorarlardı. Evet henüz mezun olamıyordum ve bunun yanında ailemin en azından bir yerlerde çalış baskısına rağmen iş bulmak gibi bir arayışım da yoktu. Aslında çok sevdiğim ismim de bu işin cabasıydı: -Deniz Bey? Hayır hanım! -Efendim? -Bey değil canım Deniz Hanım!
Çoğu kez de insanlar ismimi duyunca gözlerini gözlerime diker ve ‘’Ee ama senin gözlerin kahverengi???’’ der. Ben, bir denizin maviyeşil görüntüsünün aksine siyah saçlarım ve koyu kahve gözlerimle ona inat ederdim.Ben bunlara alışmıştım ama insanların yersiz tabularına cevap vermek beni bıktırmış bu nedenle gamsızlaştırmıştı. Tüm bunları düşünürken teyze elinde bir sürü cevizle gözlerime ‘’ Alır mısın?’’ dercesine baktı. Onu kırmak istemediğim için aldım ve sohbet etmeye fırsat vermeden kırmızı kulaklıklarımı takıp gözlerimi kapadım. Yolda saatlerce uyumak konusunda üstüme yoktu. Bir keresinde teyzemlerin Bozcaada’daki yazlıklarına gitmek için Trabzon’dan yola çıktığımızda hemen uyumuş ve gözlerimi Bozcaada’da açmıştım. Bu durum hala aile arasında dalga konusu olsa da benim için gurur kaynağı olmuştur. On iki saat sonra Ege’nin incisi İzmir’deydim. İzmir’i çok sevsem de bir dargın bir barışık aile ilişkilerimiz beni buradan hep soğutmuştu. Burada olma nedenim de her şeye rağmen kırmaktan çok korktuğum yaşlı teyzem Ayla’ydı. Bana anlatacağı çok şey olduğunu ve buraya bu yaz mutlaka gelmem gerektiğini söylediği anda hemen biletimi almış ve yola koyulmuştum. Onun otoriter ama bir o kadar anaç tavrı aramızdaki bağı hep kuvvetlendirmişti. Herkes bizim aramızda çok farklı bir bağ olduğunu söylerdi. Ona o kadar benziyor ve seviyordum ki bazen bu duruma annem bile bozulurdu. Elimde nefret ettiğim o siyah valizi sürükleyerek kamelya çiçekli müstakil evlerin arasından geçiyordum. Valizin tekerleği sürekli taşlara takılıyor ve her yaz olduğu gibi valiz taşımak beni bir kere daha çileden çıkarıyordu. İki katlı pembe evi gördüğümde Ayla Teyzemin evine yaklaştığımı anladım ve çok sevindim.
Bundan sonrası benim içim tamamen içgüdüsel olarak bulmam gereken bir evdi. Evet,tabi ki teyzemin evini nazar boncuklu büyük kapı numarasından ve hemen girişteki küçük limon ağacından tanımıştım.Valizi girişe bırakarak bahçenin kokusunu içime çektim ve pembe kamelyaların kadife taç yapraklarını okşadım.Teyzem çiçeklere bayılırdı ve ben de onun bu hassasiyetini çok iyi bilirdim.Bu nedenle onun için valizimde her zaman birkaç çiçek tohumu bulunurdu.Koşarak kapıyı çaldım. Ayla teyzemin beyaz tombul yanaklarını defalarca öpmek için sabırsızlanıyordum. İçerden ağır ayak sesleri
geldi ve kapı açıldığında tüm ev sanki başıma yıkılmıştı. Kapıyı açan, Ayla Teyzemi yıllar önce aldatıp onu terk eden Ertan Eniştemdi. Beni gördüğüne o da mutlu olmamıştı. İçeri koşarak teyzemi aradım, Ertan Eniştemin sesini çok sonra duydum:‘’O iki gündür kayıp!’’ Hayır, bu mümkün değildi. Daha birkaç gün önce onunla konuşmuş ve ona geleceğimi söylemiştim. Benim geleceğimi bildiği halde bir yere gidemezdi. Bunun bir anlamı, bir sebebi olmalıydı. Koşarak odasındaki sadece ikimizin bildiği ahşap gizli bölmeyi açtım.Amacım bir mektup,bir not bulmaktı.Tam tahmin ettiğim gibi teyzeciğim bana bir not bırakmıştı. Şöyle yazıyordu:
Sevgili Deniz, Bu mektup eline geçtiğinde hiç de hoşlanmadığım bir manzara ile karşılaşacağını biliyorum. Muhtemelen öldüğümü veya kaçtığımı söyleyeceklerdir. Ancak sana da söylediğim gibi bilmen gereken şeyler var.Bunları yine de onların eline geçebileceği ihtimali ile buraya yazmıyorum.Okuduğun gün sahilin yanındaki o incir bahçesine gel,bekliyor olacağım. Sevgilerimle
Devamı gelecek…
Bayram Sabahı İsmihan Öztekin* Bugün hüzün doluyum halbuki bugün bayram. Kaçan bir ilmek gibi söküldü hatırlar. Ya sihirli bir lamba ya Sinbad’ın halısı, Belkıs’ı getiren güç keşke bende olsaydı.
Bak bayram namazından gelmiş ak saçlı babam, Sofra hazırlanırken işte okuyor Kur’an. Beyaz başörtüsüyle yanında anacığım, Çıkarmış hediyesin el öpen çocukların.
“Haydi, toplanın!” Diye sesleniyorken babam, Hayalim süzülüp geçti gözlerinin ucundan. Gelemem biliyorsun ama yolum gözlersin Biri yanında olsa diğerini özlersin.
Herkes sıraya girmiş öpmek için elleri Şeker tutacak torunun bir elinde sepeti. Silkin toparlan artık, hüznün yeri yok bu an, Nasibin alsın herkes bu bayram duasından.
Sıra gelince bana uzat nurdan elini, Dudağım değmese de hayalim öper seni. Katlansa sıra dağlar, katlansa sıra sıra, Çek beni göğsüne anam, sar beni doya doya. Dür yollarımı anam hasır seccaden gibi Bu bayram sabahında ben de öpeyim ellerini.
*75 yaşındaki değerli okuyucumuzdan.
Aybige Akdağ
Bir İstanbul Beyefendisi:
Hüseyin Rahmi Gürpınar Yıl 1864... Sıcak bir Ağustos günü... Hünkâr yaveri Mehmet Sait Paşa’nın oğlu Hüseyin Rahmi dünyaya gelir. Hayatın acı yüzüyle daha bebekken karşılaşan Hüseyin Rahmi üç yaşında annesini kaybeder. Bunun üzerine Girit'te bulunan babasının yanına gönderilir. Burada ilkokula başlar ancak babasının evlenmesi üzerine altı yaşında tekrar İstanbul'a, anneannesinin yanına gönderilir ve eğitimine burada devam eder. Yazar, anneannesinin Aksaray’daki konağında geçirdiği çocukluk ve ilk gençlik yıllarında geleneklere bağlı, güngörmüş ev kadınlarının iç dünyalarına girerek onların çeşitli konulardaki düşüncelerini öğrenir saflıklarını, kurnazlıklarını, aşklarını, inançlarını gözlemler. Kitaplarındaki karakterlerin canlı, sevimli ve etkileyici olmaları onun bu gözlemlerinden kaynaklanır. Hüseyin Rahmi daha sonra tarihçi Abdurrahman Şeref Bey'in himayesiyle Mekteb-i Mülkiye'ye girer. Ancak okulun ikinci sınıfında iken ciddi bir hastalık geçiren Hüseyin Rahmi buradaki öğrenimini yarıda bırakmak zorunda kalır. Kısa bir süre, Adliye Nezareti Ceza Kalemi'nde memur, Ticaret Mahkemesi'nde Azâ Mülazımı olarak çalışan Hüseyin Rahmi hayatını kalemiyle kazanmaya çalışır. 1887'de Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazmaya başlayan yazar, ardından İkdam ve Sabah gazetelerinde mütercim ve muharrir olarak çalışır. II. Meşrutiyet döneminde 37 sayı süren Boşboğaz ve Güllâbi adlı bir gazete çıkarır. İbrahim Hilmi Bey ile birlikte çıkardığı Millet gazetesi de uzun ömürlü olmaz. Bundan sonra çalışmalarını İkdam, Söz, Zaman, Vakit, Son Posta, Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerine neşreder. Hüseyin Rahmi’nin kendi söyleyişine göre ilk eseri çocuk yaşta yazdığı bir oyundur: “ İlk romanımı 12 yaşındayken yazdım. Ne yazık ki müsveddeler Aksaray yangınında yandı. İlk eserim, o da yandı. Bu rüştiyedeyken yazdığım Gülbahar Hanım namında bir piyesti.” Hüseyin Rahmi Gürpınar; İstanbul halkının toplumsal, töresel yaşantılarını, aile geçimsizliklerini, batıl inançlarını, yaşadığı çağdaki Türk toplumunun geçirmekte olduğu krizleri bir mizah dehasıyla anlatır. “Servet-i Fünun”cuların yaşıtı olduğu halde, ayrı bir sanat görüşünü sürdürür.
Romanlarındaki kahramanların çoğu 19. yy sonu İstanbul'un canlı, renkli insan, hayat manzaralarıdır. Mizahı, güldürücü olduğu kadar, gülünç yönlerimizin yansıtılması, hicvedilmesi için gerekli bir araçtır. Hüseyin Rahmi, seçtiği tipleri seviyelerine uygun, ustaca konuşturur ve olayları gülünçlü, acıklı yönleriyle belirtir. Realist, natüralist bir görüşle "toplum için sanat" yapar. Seçkin okur kitlesi yerine yeterli bilgiyi, görgüyü alamamış halk kitlesine seslenir yazılarında. Doğru Hüseyin Rahmi anlatıyor: bildikleri yanlışları acı bir mizah ile yüzlerine vurur adeta. Refik Ahmet’in dediği gibi "Abdülhamid devrinin konak efendisi, hanımı, kalfası, dadısı, züppesi, uşağı, hizmetçisi, ahçısı, devlet düşkünü, fakir aileleri. Meşrutiyet'ten önce ve sonra İstanbul mahallelerinde oturan imam, mütekait, kalem efendisi, tulumbacı, satıcı, namuslu alüfte, sokakta oynayan çocuk. Umumî harp (Birinci Dünya Savaşı) yıllarında aç kalan, saman ekmeği yiyen, varını yoğunu satıp savan, sonunda sokağa dökülen İstanbullu: Kadınıyla, erkeğiyle, çoluğuyla çocuğuyla... Mütareke senelerinin frenk esiri, frenk mukallidi, soytarı, dejenere, parazit adamı. Her devirde Anadolu'dan İstanbul'a geçim aramaya gelen ve burada küçük işler tutan kimseler...." kendilerine yer bulur Hüseyin Rahmi’nin romanlarında. Eserlerinde İstanbul’un dışına hiç çıkmayan yazarın kitaplarında şehrin dar, Arnavut kaldırımlı sokaklarında dolaşır, ahşap evlerini, konaklarını görür, o evlerden çıkan sesleri, yemek kokularını duyarız.
"Yusuf Razi Bey bana bir gün 'Sen sinema makinesi gibisin' demişti. Hakikaten öyleyimdir. Kırk senelik vekâyi aklımda kalmıştır. Geceleri geçmiş senelerin âdetlerini, usullerini, hadiselerini gözümün önünden geçirir, koltuğumda veya yatağımda kendi kendime eğlenirim."
79 yıllık ömrüne yetmişten fazla eser sığdıran, hayatında hiç evlenmeyen, “evlenseydim değil yetmiş yedi eser bile yazamazdım” diyen ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde 5. ve 6. dönemlerde Kütahya milletvekili olan Hüseyin Rahmi, ömrünün son otuz bir yılını geçirdiği Heybeliada'daki köşkünde 8 Mart 1944 tarihinde hayata veda eder ve oradaki Abbas Paşa Mezarlığı'na defnedilir. En yakın dostu Refik Ahmet, Gürpınar’ın hayattaki son sahnesini şöyle anlatıyor: "Cenaze 10 Mart 1944 Cuma günü Heybeliada'da yağmur altında Çamlık'taki evinden alınıp aşağıdaki camiye getiriliyor, namazı kılındıktan sonra Büyükada'ya bakan Heybeli mezarlığında eski dostu miralay Hulûsi'nin mezarının üst tarafına gömülüyor." Refik Ahmet, Ankara'da olduğu için en yakın dostunu son yolculuğuna uğurlamaya yetişemez. “Bir gün yolunuz Heybeliada’ya düşerse, şık giyimini eldivenleri ve bastonuyla bütünleyen bu zarif İstanbul beyefendisinin gölgesini çamlar arasından görür gibi olur gülümseyen yüzüyle hiç örtüşmeyen hüzünlü bakışlarının zaman ötesinden sizi izlediği duygusuna kapılırsınız”.
Ayşe Bengisu Akdağ
İLK ORUCUM ( Hüseyin Rahmi Gürpınar, İkdam, 13 Ramazan 1338/1 Haziran 1920)
“
İlk orucumu dokuz yaşında tuttum. Bu da ömrümde hiç unutamayacağım günlerden biridir. Oruç ben yaşta çocukların ifasına tahammül edemedikleri büyük sevaptır. Eğer bir gün tutmaya dayanabilirsem hacı ninem büyük babamın anası, bu orucu benden bir mecidiyeye satın alacaktı. Çünkü küçüklerin oruçları büyüklerinkinden daha makbul olduğunu söylüyordu. Ben yirmi kuruşun, bu büyük kazancın tamahıyla tutmaya karar verdim. Fakat büyük validemle teyzem: -Zayıftır, dayanamaz itirazında bulunuyorlar, yalvarıyordum yakarıyordum beni sahura kaldırmıyorlardı. Kaldırsalar da elimden tutup sofra başına getirinceye kadar tekrar uyuyormuşum. Nasılsa bir akşam hacı ninemle mukaveleyi sağlayarak sahur yemeye muvaffak oldum. Sofradan kalktık. Beni kıbleye karşı durdurdular, yarının orucuna niyetlendirdiler. Ben o günü iftar topu patlayıncaya kadar bir şey yememeye ALLAH'a ve kullarına karşı söz verdim. Bu taahhüdün ifası benim gibi midesi zayıf çelimsiz bir çocuk için ne müşkül, ne müthiş olduğunu bilmiyordum. Bu sevaplı niyetten sonra büyük bir sevinçle döşeğe yattım. Sabah oldu. Büyükler oruçlarının yarısını uykuya tutturmak için hep yatıyorlardı. Ben bermutat erkenden dipdiri kalktım. Oyuncaklarımla oynadım, aşağı yukarı indim çıktım. Bahçede gezindim. O şen, velveleli ramazan gecesinin bu sessiz
sabahı ne kadar kasvetli, sıkıntılı oluyor. Yavaş yavaş sahurun tokluğu geçerek içim ezilmeye başladı. Öğleye doğru sabrım tükendi. Gitgide açlığım tahammül- fersâ bir raddeyi buldu. Aç kedi gibi önünde dolaştığım dolaptan ne güzel kokular geliyordu. Her sabah orada karnımı doyururdum. Dolabı açtım kapısı gıcırdadı. İftardan kalma reçeller sucuklar, sahur artığı köfteler, el sürülmemiş kaselerde hoşaflar vardı. Hepsinin kokusu misk gibi burnuma doldu. Baygınlığım arttı. ALLAH'a verdiğim sözü düşündüm. Nal gibi mecidiyeyi gözlerimin önüne getirdim. Hayır... Hayır, midemin ıstırabı her şeye galip geliyordu. Üç dört köfte ile bir pide parçası aşırarak gidip bahçenin kuytu bir köşesinde yemeye karar verdim. Büyük, pek büyük bir günah işlediğimi biliyordum. Halecanlar içinde elimi sahana uzattım. Arkamdan menhus bir ses çıktı: -Hu, küçük bey, ne yapıyorsun orada ayol? Bugün sen oruçlu değil misin? Döndüm baktım. Ah sesi kısılasıca fellâh... Nezahat arkamda simsiyah, upuzun duruyor. Arap'la zıtlaşacak dakika değildi. En tatlı sadâ-yı istirhamımla: -Dadıcığım ayaklarını öpeyim, kimseye söyleme... -A, olur mu hiç? Günah değil mi? -Akşam hacı ninemden bir mecidiye alacağım. -Yarısını bana verirsen söylemem. Mecidiyeyi bütün bütün kaybetmedense yarısını kazanmak her hâlde kârlıydı. Parayı bölüşeceğimi Arap'a vadettim. O akşam orucumun şerefine iftarda çerkez tavuğu, kaymaklı güllaç vardı. Hacı ninem hususî dolabından bir kutu devâ-yı misk çıkarmış, bitişik Mustafa Paşanın hanım efendi orucumun sevabına iştirak için beni taltifen kocaman bir maden tabakla ince has baklava göndermişti. İftar zamanı yaklaştı. Sofraya dizildik. Ben hacı ninemin yanında idim. Bu doksanlık kadının gözleri iyi seçmezdi. Bütün şefkatiyle yüzüme baktı, baktı: -Bu oğlanın benzi limon gibi sararmış. Yavrucak hiç de şikâyet etmedi. Gözlerim karşımda ayakta duran Nezahat'a kaydı. Arap iri dudaklarını yutacak gibi ağzının içine alarak boynunu yana yatırdı. Kahkahalarını birer birer içine sindiriyordu. Top gürledi. Hacı ninem zemzem fincanını evvelâ benim dudaklarıma uzattı. Sonra kendi ağzına götürdü. Üç gün sonra hacı nineme on kuruşa bir oruç daha sattım. Giderek mübarek savmım ucuzluyordu. Birincisi gibi ikincisinin bedelini de Nezahat ile paylaştık. Çünkü artık sahtekarlık sırdaşlığı ikimizi birbirimize bağlamıştı. Masumane bu küçük vak'anın içinde emniyeti suistimal ile bir raşi bir de mürteşi vardı. Bozuk oruç satmak ne tatlı bir günah işlemekti. Ah, bu hayatın ifsadı insanı ne küçük yaşta kavrıyor.
”
Hüseyin Rahmi Gürpınar'dan Refik Ahmet Sevengil'e
“
Taltifkâr efendim, Hemen hemen üç rubu asırlık {üç çeyrek yüzyıllık) hayat sellerinin taştan taşa hırpalaya hırpalaya mansıba indirdiği, bereli bir kütük gibiyim. Kopacak son seylâpla adem ummanının meçhuliyetine yuvarlanacağım. Bu hiçliğin karanlığı önünde göz kırpmadan nöbetimi bekliyorum, belki bu kış, belki gelecekte... Her halde çok uzak değil... Geldim, gidiyorum, ama yetmiş yıllık varlığımdan ne bırakacağım? Aleksandr Duma per, ölürken oğluna sormuş: — Doğru söyle, benden bir şeyler kalacak mı? Oğlu, babasını temin etmiş, fakat bugünkü yıkıcı terakkinin enkazı arasında, değil altmışlık yetmişliklerimiz, otuzluklarımız bile, böyle bir suale kalkışmak cesaretini gösterebilecekler mi? Üzerinden sekiz sene geçen îbare, ifadece Tutîname'yi dönüyor. Biz, iki buçuk asırlık Evliya Çelebi'yi okuyup anlıyoruz, lâkin otuz yıl sonra, bugünkü Türkçemizi anlayacak bir Türk bulunacak mı? ... 26 Temmuz 1934
”
Yürürken ne kadar baktın etrafına? Susarken ne kadar düşündün susuzluğu? Ay ışığında gökyüzünü izledin mi hiç? Bakarken gördün mü yağmurun yeryüzüne düşüşünü? Rüzgâra hükmedeceğini mi sandın? Belki de varlığının kalıcı olduğuna ikna ettin kendini. Aklına getirmedin kendinden önce gelip gidenleri. Akarken hayatın temposunda hissedemedin akşamın serinliğini. Sabahleyin kalktığında duymadın martıların haykırışlarını. Yoldan geçerken anlamadın kaldırımdaki mendilcinin titreyişini. Sen dünyanın hamallığını yaparken fark edemedin, saçının ağaran tellerini. Sen nefesini dahi tutamazken zamanı tutmaya çalışansın, Sen toprağın rengi suyun timsalisin, Yarını dahi bilmeden geleceği sorgulayansın, Yaşarken unutma ki sen, aslında bir cuma selâsısın.
ya şa ma k Sema KESER
GÜLTEN DAYIOĞLU İLE SÖYLEŞİ A. Bengisu Akdağ / Sırdem Kemiksiz
SÖYLEŞİ İstanbul'da eski adıyla Atatürk Lisesi olan Beşiktaş Atatürk Anadolu Lisesi'ni bitirdi. Bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenim gördü. Daha sonra okulu bıraktı. Dışarıdan sınavlara girerek ilkokul öğretmeni oldu. On beş yıllık hizmetten sonra 1976 'da istifa etti. İlkokul üçüncü sınıfta, öğretmeninin yazarlık yeteneğini saptamasıyla yazma bilinci edinmeye başlamıştır. On beş yaşında bir öyküsü, Afyon'da, yerel bir gazetede yayınlandı. O zamandan bu yana kesintisiz olarak 70ten fazla kitap yazdı. Bu eserler, altıncı yaştan itibaren çocuk ve gençlik düzeyine göre hazırlanmış öykü ve romanlardır. Ayrıca yirmiden çok radyo ve televizyon oyunu yazdı.
S.K : Hukuk eğitiminizi yarım bırakıp edebiyata yöneldiniz. Çeşitli türlerde kitaplarınız bulunuyor. Romanlar, öyküler, gezi kitapları, bilim kurgu gibi. Ama siz daha çok çocuk ve gençlik edebiyatı üzerine yazıyorsunuz. Sizi çocuklarla ilgili yazmaya sevk eden neydi? Hukuk Fakültesindeyken nişanlımla evlendim. Okula devam ederim sandım ama olamadı. Dışardan sınavlara girerek, ilkokul öğretmeni oldum. O aşamada çocuklar için yazmaya yöneldim.
A.B.A: “Fadiş”e gelirsek... Anneannemin anneme aldığı, annemden bana kalan ve benden de bizim çocuklarımıza kalacak olan kuşakları kucaklayan bir kitap. Sizce Fadiş’in bu kadar sevilmesinin sırrı nedir? Ailenize yürekten teşekkür ederim. Fadiş’te herkes kendinden bir şeyler bulduğu için, kırk üç yıldır okurların elinden düşmüyor.
A.B.A: Avrupa’da çocuk edebiyatı asırlar önce başlamış ve unutulmaz ürünler vermiş durumdayken bizde bu tarih çok yakın. Bu işe başlarken “Çocuk edebiyatı diye bir dal yok ki, neyin edebiyatı bu?” tepkisini almış bir yazar olarak bizde bu türün yeterince gelişememiş olmasını nasıl açıklarsınız? Osmanlı döneminin yaşam biçimi, örf adetler, çocuğa bakış açısı vb. nedenler Çocuk Edebiyatı alanında gecikmemize neden oldu sanırım.
S.K. : Eserlerinizde Anadolu insanının, köylüsünün yaşantına yer verirken dahi yöre ağızları yerine İstanbul Türkçesini kullanıyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Ana dilimizi okurlara eğilip bükülmüş haliyle değil de , tüm kurallarıyla tanıtıp benimsetmek için , yerel ağızları az kullanmaya özen gösteriyorum. Ama yerel konuların tadını verirken, bir biçimde yerel verilere başvuruyorum. Çünkü okurlarımı asli değerlerimiz olan yerel değerlerden soyutlamanın doğru olmadığına inanıyorum.
A.B.A: Çocuk edebiyatının gelişmesinde üniversitelerin edebiyat bölümlerine düşen görevler nelerdir? Çocuk edebiyatı derslerini gören biz edebiyat öğrencilerine bu bağlamda önerileriniz nelerdir? Üniversitelerin Çocuk Edebiyatı kürsüleri açması, geçmişte en büyük düşümdü. Gerçekleşti. Çünkü Çocuk Edebiyatına bilimsel yöntemler ve bilimsel bakış açılarıyla sahip çıkılması çok önemlidir. Saygınlık kazandırır. Sizlere öneri vermeyi doğru bulmuyorum sevgili öğrenciler, “Ödünç akıl cepten düşer” atasözünü pek severim. Sizler 21. yüzyıl ve bilgi çağı gençleri olarak lütfen, Çocuk Edebiyatı konusunda kendi önerilerinizi, projelerinizi yaratıp ortaya atın.
Sayın Gülten Dayıoğlu keyifli söyleşi için çok teşekkür ederiz. Başarı dileklerimle, sevgi yüklü selamlar…
Bir Mevlevi: ŞEYH GÂLİB girmiş ancak yokluğuna dayanamayan babasının isteği üzerine çilesini yarım bırakmıştır.1791 yılında bu kez Galata Mevlevihanesi’nde olmak üzere tekrar çileye girmiştir. Şeyh Gâlib bunca birikim ve bilgisini tabi ki biriyle paylaşmalı ve o da bu edebiyata ilkleri sunmalıydı. Kuşkusuz her açıdan olduğu gibi edebî açıdan da onun en çok etkilediği isim Esrar Dede olmuştur. Esrâr Dede Tezkiresi olarak da anılan "Tezkire-i Şu'ârâ-yı Mevlevîyye" adlı eserin oluşturulmasında en büyük pay Şey Galib’e aittir. Esrar Dede’ye mevlevî şairleri içeren bir tezkire yazması fikrini Şeyh Galib vermiştir.Hatta tezkiredeki şiir seçimi de bizzat ona aittir.Tezkiredeki biyografilerin araştırılması ve kaleme alınması ise Esrar Dede’ye aittir.Şeyh Galib’in isteği üzerine kaleme alınmış bu tezkire Mevlevi şairleri ele alan ilk tezkire olması nedeniyle edebiyatımızda oldukça kıymetlidir.Zaman zaman mevlevî olmayan şairler mevlevî gibi gösterilmiş ve ufak kusurlar içermiş olsa da alanında ilk olması ve özverili çalışması nedeniyle oldukça önemlidir. 13. yy’da Mevlana’nın ardından onun tasavvufî düşünceleri ve hayat görüşünü temel alarak kurulmuş olan Mevlevî tarikati özellikle birçok eski edebiyatçının mensup oduğu tarikattır ve bu nedenle pek çok eser Mevlevîliğin izlerini taşımaktadır. Mevlânâ bir tarikat kurmamış olsa da onun hoşgörüsü ve düşünce yapısı bu tarikatın temellerini çoktan atmıştır. 18. yüzyılın şüphesiz en önemli isimlerinden olan Şeyh Gâlib babası ve dedesi Mustafa Reşid ve Mehmed Efendiler gini Mevlevîydi.İlk öğrenimi tasavvuf içinde yetişmiş babasından alan Şeyh Gâlib,daha sonra Farsça öğrenmiştir. Hneüz çok genç yaştayken güçlü bir şair ve geniş kültürlü bir aydın olarak tanınmıştır Önceleri ‘’Esad’’ mahlasını kullanıyorken bunu bırakıp ‘’Gâlib’’ mahlasını almıştır. Gerekçe olarak da çok kişi tarafından bu mahlasın benimsendiğini göstermiştir.24 yaşında Dîvan sahibi olmuş,26 yaşına geldiğinde ise Türk edebiyatının en önemli mesnevilerinden Hüsn ü Aşk’ı tamamlamıştır. Bundan bir yıl sonra Mevlana Dergahı’nda çileye
Kaynak: Şair Tezkireleri-Mustafa İsen Osmanlı Şiiri Antolojisi:Ahmet Atilla Şentürk
Şeyh Gâlib ve Esrar Dede arasındaki bağ ise oldukça kuvvetlidir. Öyle ki Esrar Dede’nin mezar taşı üzerinde Şeyh Galib’e ait şu cümleler yer almaktadır: "Esrâr Dede çileyi hatm ettiği dem Sırr oldu serin hırka-i tâbûta çeküp Gâlib dedi târihin efsûs efsûs Hemdemlerini hayrân kodı Esrâr göçüp." Klasik şiirin son büyük şairi Şeyh Gâlib,kendinden önceki üstadlarının tüm özelliklerini özünde taşır.Onun temel kaynağı Mesnevî olmuşturSebk-i Hindî akımının önemli temsilcilerinden olması onun Hüsn ü Aşk’daki gibi ifadesi zor sembolleri kullanmasına sebep olmuştur.Eserlerinde kendine has yeni mazmunlar geliştirmiştir. Şeyh Galib 1799 yılında İstanbul'da vefat etti. Mezarı Galata Mevlevihanesi'nin avlusundaki türbededir. Klasik edebiyatın son sanatçısı Şeyh Galib’i bizler de saygıyla anıyoruz.
Sırdem Kemiksiz
“Odandan çıkman gerekmez, masanda oturmaya devam et ve dinle... Dinleme bile, sadece bekle... Bekleme bile, gerçekten sakin ve yalnız ol. Dünya özgürce sunacaktır kendini sana... Maskesinden sıyrılmak için başka seçeneği yok, huşu içinde yuvarlanacaktır ayaklarının dibine...”
Kafka Üzerine Bir Deneme Ernest Fischer
“K
afka'nın yaratısı üzerinde
onurlandırıcı değerlendirmelerden oluşma bir piramit yükselir. Ben bu piramide yeni bir taş eklemek gibi bir haddini bilmezlik yapacak değilim. Katkım, yalnızca bazı sorunlara ilişkin notlar düşmek. Yapılması gereken şey, Franz Kafka'yı aziz ilan edilmekten korumak; en az bunun kadar önemli bir iş de, Kafka'yı dogmatik aşırılıklara kayanlar karşısında savunmak. Bir aziz değildi Kafka, aziz olmanın çok ötesindeydi: Bir büyük yazardı. Yapıtları da, bir çağın son modası olmanın çok ötesindedir; doğrudan dünya yazınıdır. Thomas Mann'ın deyişiyle, bu yapıtlar "dünya yazınının en okunmaya değer ürünleri arasında yer alır." Bu yaratı, besinlerini ve zehrini çökmekte olan Habsburg İmparatorluğu' ndan almıştır. Bu nedenle de -eşine az rastlanır bir çelişki oluşturarak- yöreselliğin sınırlarını aşmış, vatansızlaşmıştır. Max Brod, Franz Werfel'e arkadaşının yapıtlarını ilk kez okuduğunda, Werfel şöyle demişti: "Tetschen-Bodenbach'ın ötesinde Kafka'yı anlayan tek kişi çıkmayacaktır." Yaşadığı dönem, Kafka'yı pek değerlendiremedi. Ölümünden sonra gelen ün ise olağanüstü oldu. Mistik bir nihilist, gerçeklerin ve aklın ötesinde kalan evrenin sözcüsü diye övülen ve ilence uğrayan Kafka, gerçekte daha çok bir mizah ustasıydı.
Karl Kraus'un Nestroy için söyledikleri, Kafka'nın özüne de uymaktadır: "Nestroy, küçük çevresini gelecekteki olayları önceden somutlaştırarak ve ancak gelecek için gösterilebilecek bir titizlikle ele alır. Kendi mizah mirasına şimdiden sahip çıkar." Kılı kırk yaran bazı kişilerce Kafka, yalnızca küçük ayrıntıları görmüş, büyük bağlamı algılamamış olmakla suçlanır; bunlara göre Kafka, dünyayı sarsan gök gürültülerine değil, duyulması olanaksız seslere kulak vermiştir. İnsan, uyumadan hemen önce bir "çelişki" konumuna girer: Gök gürültüsünü duymazken bir saatin tik taklarını algılar. Kafka'nın tik taklarını duyduğu saat -sonradan ortaya çıktığı gibi- bir saatli bombaydı. Bu bomba, yıldırımın düşmediği evi havaya uçurdu. Küçük ayrıntı, yıkıma götüren büyük bağlamın habercisiydi. Kafka, bedensel bir hastalık sonucu yaşamını yitirdi. Onun ardından hayatta kalan ailesi ise on yıllar sonra, geleceğini Kafka'nın önceden sezmiş olduğu toplumsal bir hastalıktan, Hitler'in Üçüncü Reich'ından ötürü öldü.
”
Kaynak: Franz Kafka, Çev: Ahmet Cemal, BFS Yayınları, İstanbul,1985,1.baskı
seyreder, sonra yayan gitmeye karar vermiş bir insan tavrıyla etrafı seyrede ede Galatasaray'a, Taksim'e kadar yürüyebilirim.
Ziya Osman Saba
Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi
“
O akşam işimden erken çıkabilmiştim. Şöyle Beyoğlu'na kadar bir uzanayım, dedim. Köprüden, saatlerdir pis hava ile dolmuş ciğerlerimin teneffüs hakkını vererek, Haliç’i ve Boğaziçi’ni selamlayarak geçtim. Bir zamanlar oturduğum semtlerin vapurları yine hep o hareket telaşı içindeydiler. İşte Kadıköyü’ne kalkacak 6 vapurunun zili çalmaya başladı. İşte Boğaz’ın Anadolu sahilini yapacak 6, 5... Bir zamanlar saniyeleri bile kıymetli olan bu kâh küsurlu, kâh küsursuz rakamlar şimdi benim için eski ehemmiyetlerini ne kadar kaybetmişler! Zil istediği kadar acılaşabilir, memur demir kapıyı kapamak tehdidini istediği kadar ileri götürebilir; ben artık o vapurların yolcusu değilim, benim oralarda artık kimsem kalmadı. Yüksekkaldırım'dan istediğim kadar oyalana oyalana çıkabilirim. Tünel’e varınca tramvay bekliyormuş gibi üzüntülü bir hal alarak tramvaya binenleri
Karşımdan insanlar geliyor, arkamdan insanlar geliyor. Arkamdan yürüyenler nihayet beni geçiyorlar, karşımdan gelenlerin bazılarıyla bir an bakışıyoruz; bazıları beni görmüyorlar, benim de görmediklerim oluyor, bana sürtünenler, çarpanlar oluyor. Erkekler, kadınlar, uzun boylular, kısa boylular, yaşlılar, gençler, güzeller, çirkinler, zenginler, fakirler... Kocalı kadınlar, henüz nişanlılar, yalnızlar, kolunda sevgilisi olanlar, anneleri yanında yürüyen küçük çocuklar var. Cahit Sıtkı'nın, bir şiirinde "gün hazinesi" dediği bacaklarını uzun konçlu şosonlarda hapsetmiş bir ömür hazinesi genç kızlar var. Yalınayak çocuklar da var. Ayakları muhafazalıların arasında seğirtip gazete satmaya çalışıyorlar. Fakat ayakları üşümüyor gibi, herhalde alışmışlardır, diyorum. Hem onlar da kunduralılardan daha az mesut görünmüyorlar. Onlardan gazete alan zenginler, verdikleri paranın gerisini istemiyorlar. Bu onların sevincini bir kat daha artırıyor. İki yanımda bu insanları, giydirmeye, doyurmaya, eğlendirmeye, bir kat daha mesut etmeye mahsus dükkanlar, mağazalar, salonlar var. Onların camekanları önünde durmaktan, hayale dalmaktan kendimi alamıyorum. Şu oda takımı ne güzel! İnsan yemekten sonra şu geniş koltukta kimbilir ne kadar rahat eder! Şu abajur, elindeki örgüsüne dalmış karısının yüzüne kimbilir ne tatlı bir pembelik verir. O zaman koca, gazetesini bırakarak karısının seyrine dalar... Şu masa, karşıki mağazada satılan radyolar için bilhassa yapılmış gibi, tam uygun gelecek. Radyonun üstüne de şu ileride, antikacıdaki biblolardan biri... Şehrin en büyük mobilyacısı bütün bir yatak odası takımı teşhir ediyor. İki kişilik karyola, atlas yorganı serilmiş, başucunda komodinine, üstündeki gece lambasına, yerde küçük halısına, pencerelerdeki tül perdelerine varıncaya kadar
düşünülmüş, tam bir yatak odası... Perdeleri arasında da bir kış dekoru gözüküyor. Bütün oda kızıl bir aydınlık içinde, sahiplerini beklemekten sabırsızlanıyor gibi... Fakat bütün bu eşyayı nereye taşımalı? Şu kat kat apartmanların hangi katı benim olabilir? İlerliyorum... Ya şu mağazadaki mavi kolye. Tanıdığım kızlardan şu en mavi gözlüsüne ne kadar yaraşacak! Fakat o kız benim sevgilim değil ki! Bir kunduracının camekanında yanlara doğru kaçışmış gibi duran, kimi kapalı, kimi daha dekolte, bütün mahremiyetleri ile kadın terlikleri, bütün bir ev hayatını hayal ettiren terlikler... Ah şu kadın eşyaları, çamaşırları, elbiseleri satan mağazalar... Düşünüyorum ki, bütün o çamaşırlardan, elbiselerden, tayyörlerden, mantolardan istediğim kadar alacak param olsa da, onları kullanabilecek, onları giyebilecek, "bütün bunlar senin için" diyebileceğim kimsem yok. Sanki bütün bu mağazalar, bütün şu insanlara, saadet satıyorlar. Şu manavdaki renk renk, türlü türlü yemişler, meselâ şu iri, sarı kabuklular portakal değil, bir sofra saadetini tamamlayacak bir başka lezzet, koku ve serinlik saadetidir. Şu satıcılar avaz avaz bağırarak, şu sattıklarımızdan da alın, daha çok mesut olun, demek istiyorlar. Hele şu köşede, ta Vefa'dan getirilmiş boza şişeleri. Bu, yemekten birkaç saat sonra, bir babanın, ailesi efradına, üzerine tarçın ekerek, leblebiler koyarak yudum yudum tattıracağı bir nev'i şahsına münhasır saadet değil de nedir? Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun
zaman tebessümleri devam edecek. Şu gelin, demin gördüğüm kocalı kadın değil mi? Şu pembe yüzlü, çift örgülü saçlı küçük çocuk, daha demin sıçrayarak yanımdan geçen genç kız değil mi? Belli belli! Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok. Zaten en yakın mezarlık buraya kilometrelerce uzakta. Bu caddede ancak mesut dolaşılabilir. Yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kafidir. Yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. Şu kadar dükkanın içinde elbette beni de mesut, hiç olmazsa memnun edebilecek şeyler satanlar da yok değil ya! Şuracıkta kunduralarımı boyatabilirim. Şu kravatı pekala satın alabilirim. Yeni gelmiş şu şiir kitabı bana pekala zevkli saatler geçirtebilir. Ben de pekala şu mesut insanların fotoğraflarını çıkarttıkları fotoğrafhanelerden birine girebilir, ben de mesudum, benim de resmimi çekebilirsiniz diyebilirim. Fotoğrafçı da itiraz edemez, sizin kimseniz yok, fotoğrafı ne yapacaksınız, diyemez. Sorarsa, elbette günün birinde benim de bir sevgilim olabilir. Sizin çekeceğiniz bu en güzel fotoğraf onun çantasının gizli bir köşesinde, güzel kokular içinde yatabilir, derim. Sonra, beni sevecek kimse çıkmasa bile, haberiniz yok mu, yeni bir şiir kitabım intişar etti, bu kitap pekala bana şair dedirtebilir ve kimbilir, zaman gelir, edebiyat tarihçisi, bu kitap intişar ettiği zamanki fotoğrafımı arayabilir. İstikbalin nefis kağıtlı bir edebiyat tarihinin sayfaları arasından bütün gençliğimle tebessüm edebilirim. Evet, evet, hiç olmazsa genç değil miyim, ağarmış saçlarımla, biraz bezgin duruşuma bakmayın, nüfus tezkerem yanımda, buyurun, ben daha genç sayılırım. Ve sırf genç olmam, benden isteyeceğiniz tebessümü dudaklarımda yaratabilir. Bir fotoğrafhanenin önünde bir otomobil durmuş ve etrafında bir meraklı kalabalığı hasıl olmuş. Yaklaşıyorum, otomobilin içi, camların kenarları bütün çiçeklerle süslü. Demek gelinle güvey fotoğrafhanedeler.
Ben de bu fotoğrafhaneye girer, hem fotoğrafımı çıkartmış olur, hem de hayatlarının en mesut zamanlarından birini yaşatmakta olan bu çifti, kapıdan çıkmak üzere iken olsun, bir defa selamlarım. Bütün duvarları fotoğraflarla kaplı holde bekliyorum. Bütün fotoğraflardaki insanlar tebessüm ediyorlar. İşte, yeni rütbesinin verdiği gurur ve emniyetle istikbaline gülümseyen genç subay. Büyük bir lastik topu dünyanın en büyük hazinesi imişçesine sıkı sıkı tutmuş, yanaklarından sıhhat fışkıran gürbüz çocuk. Bir fakültenin mezunlar hatırası: Hocalar, memnunluk ve iftihar içinde; yeni mezunlar da hocalarının etrafında, sırtlarından bir yükü atmış, uzun bir yolu bitirip bir ağaç altına oturmuş insanların saadetiyle gülüyor, hep gülümsüyorlar. Sonra, yeni evliler, yan yana dururlarken, sevinçten, hazdan titredikleri adeta hissedilen, çiçekler içinde yeni evliler. Bütün şu delikanlılar hep evlenmişler, saadet duymuşlar ve mekteplerini bitirdikleri zaman fotoğraflarını çekmiş olan fotoğrafçıya koşup, işte evlendik, bu sefer de evlenme saadetini tadıyoruz, yeni fotoğrafımızı çekin, demişler. Sonra, pürüzsüz, uzun bir evlilik hayatının en güzel bir noktasında, belki bu izdivacın bir senei devriyesinde, birkaç yaşına gelmiş çocukları ortalarında resim çektiren eski evliler. Kadın biraz şişmanlamış, erkeğin alnından doğru saçları seyrekleşmeye başlamış, karşı duvarda asılı bir yeni evliler fotoğrafına bakarak gülümsüyorlar. Burada her şey, herkes birbirine gülümsüyor. Hiçbir ihtiyar, hiçbir çirkin, hiçbir düşünceli insan resmi yok. Sanki bu fotoğrafhaneye sevinçsiz hiçbir insan ayak atmamış. Yahut fotoğrafçı, bir muvaffakiyet sırrı olarak, makinesinin karşısında candan gülümseyemeyecek müşterisinin fotoğrafını çekmemiş.
Ben böyle düşünürken, birden atölyenin kapısı açıldı, gelin, elindeki çiçeklerden daha beyaz beyazlar içinde, yanında genç kocası, bir bahar havası bırakarak, bir bahar rüzgarı gibi önümden geçtiler, kendilerini bekleyen otomobile bindiler. Fotoğrafçı onları selametledikten sonra bir müddet daha eşikte kalarak otomobili gözleriyle takip etti, sonra geri döndü, yarattığı eserden memnun bir sanatkar haliyle kendi kendine gülümseyerek, beni görmeden bulunduğum tarafa birkaç adım attı. Neden sonra varlığımı fark edip, tatlı bir rüyadan uyanır gibi, bakışlarıyla ne istediğimi sordu. - Fotoğrafımı çektirmek istiyorum. Güzel olmasını arzu ettiğim bir fotoğraf çektirmek istiyorum, dedim. Ben konuşurken adam da beni baştan aşağı süzüyor, yüzü deminki memnunluk halini yavaş yavaş kaybediyor, adeta endişeli bir ifade alıyordu: - Buyurun atölyeye, dedi. Ben önde, o arkada, çiçek ve lavanta ile karışık bütün bir saadet kokusunun dalgalandığı atölyeye girdik. Gösterdiği sandalyeye oturdum. Makinenin arkasına geçti, örtünün altında yüzü kayboldu, yalnız ara sıra sesini işitiyorum: - Tabii durun! - Kendinizi sıkmayın! - Buraya fotoğraf çektirmek üzere gelmiş olduğunuzu unutun! - Güzel sevinçli şeyler düşünün!
Bunu ihtar etmesine hacet yoktu, ben buraya zaten sevinçli düşüncelerle gelmiştim. Şimdi burada çekilecek fotoğrafı belki bir gün sevgilim çantasında taşıyacak... Belki bu resim... Birden fotoğrafçının sesi, bu sefer biraz daha asabi, yükseldi: - Lütfen, zorla gülümsemeyin! Evet, zorla tebessüm ne kadar çirkindir! Zaten benim zorla gülmeye ihtiyacım yok. Şu adesenin arkasından bütün bir ebediyet bana bakıyor demektir, ben de bütün o ebediyete, bana hayran kalacak bütün o müstakbel nesillere büyük bir şair gibi biraz mağrur, biraz yüksekten, sadece tebessüm edebilirim. Çok mu fazla kendini beğeniş? Çok büyük, hatta gülünç bir iddia mı? Doğru! Benim esasen hayatta hiçbir iddiam olmadı ki!.. Bu çıkacak fotoğrafımın daha küçük, daha mütevazı bir vazifesi olabilir. Belki, dinimin bana vaat ettiği en yüksek mertebeye erişir, belki bir gün şehit düşerim. Belki o zaman bu fotoğrafımı, bazı mecmualar, diğer şehitlerinkilerle beraber, basarlar. Belki mektebim, verdiği şehitler arasında benim de bu resmimi müzesinin bir köşesine asar. Belki sadece ölüp giderim. O zaman da bu fotoğrafım hayatta kalmış birkaç akrabamın, birkaç vefalı arkadaşın beni anmalarına vesile olur. Onlara, şimdiden şükran ve dostluk tebessümlerimi göndermeliyim. Dışarıdan gelen şu hayat gürültüsüne dalarak, şu odaya sinmiş beyaz gelin kokusunu teneffüs ederek, şu karşı binanın saçaklarında gagalarıyla öpüşen
güvercinleri gözümün önüne getirerek, o delikanlı mezunlardan biriymiş gibi, genç subay gibi, bir gün şahadet mertebesine erişebileceğimi düşünerek, elimde sevgilimin eli varmış gibi, ortalarında çocuklarıyla fotoğraf çektirmiş olan evlilerin o rahat tebessümüyle... Fakat şimdi niçin böyle uğraşıp duruyorum? Niçin kendi kendimi aldatmaya çalışıyorum? Benim asıl mesut zamanlarım ne oldu? Niçin asıl o zamanlar resim üzerine resim çıkartmadım? Niçin her hafta fotoğrafçıya uğramadık? Neden bugün buraya tek başıma geldim? Fakat şimdi böyle şeyler düşünmenin de sırası mı ya! Dünyada her insan az çok bir felakete uğramış olabilir. Bunun için büsbütün kötümser olunur mu?... Felaketler yerine saadetleri, ölmüşler yerine doğacakları, geçmişler yerine gelecekleri düşünmeliyim. Hem... Birden, fotoğrafçı siyah örtüsünü başından atarak doğruldu. Yüzü hatta biraz terlemişti, ümitsiz bir tavırla: - Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, dedi.
”
ADAM -idil'eO Şehre davrandığın gibi davran bana da O Şehre gittiğin gibi bana da git uçarak bana da in, bana da kon ve el salla geride bıraktığına: Elveda benim küçük adamım! ufacıktan bir Şehri nasıl adam ettinse, Sevdinse adam gibi, beni de o Şehir gibi sev! Korkma sakın, adam etmez aşk beni, geç benden, benim de köprülerim var, aşkı seyret oradan, dalgın günüm geçiyor, benim de gecelerim var, danset, eteklerin fırdönsün, sen bana dön, bana eşlik et, benim de sabahlarım var, uyanmaya ne saat, ne telefon, ne kapı: bisikletin zilini dizlerini kanatan bir deli kız çalsın yeter ki! Benim de parklarım var, uzanıver salkımsaçak üstüme, dalımdan tut, benim de yapraklarım var güneşli gövdene müjde eli kulağında bahar, benim de Şiirlerim var, aşk konulu, senin o Şehri sevmene benziyor, seni sevmeye benziyor adamakıllı serserin olana kadar
Bir Şehri kıskanıyorum, benim böyle neyim var?
Haydar Ergülen
KAYNAK: http://www.antoloji.com
F
TOĞRAF
Aybige Akdağ
“Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid, Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid...”
ARKA KAPAK Merve Başol MASUMİYET MÜZESİ YAZAR: ORHAN PAMUK KONU: "Hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum." Yazar Orhan Pamuk'un üzerinde altı yıl çalıştığı aşk romanı bu sözlerle başlıyor... Masumiyet Müzesi, Nobel ödüllü Türk yazar Orhan Pamuk'un kızı Rüya'ya ithaf ettiği aşk romanıdır. Günlük hayat, resim, arkadaşlık, yalnızlık, mutluluk, gazeteler ve televizyon, aile gibi konuları barındıran roman, Pamuk'un on yıllık çalışması sonucu oluşturuldu. 1975 yılı ile başlayan kitapta, tekstil zengini Basmacı ailesinin okumuş 30 yaşındaki oğulları Kemal ile uzak akrabaları, yoksul Keskin ailesinin 18 yaşındaki güzel kızı, tezgahtarlık yapan Füsun arasındaki aşk anlatılmaktadır.
Masumiyet Müzesi, New York Times tarafından "2009'un en iyi kitapları" listesinde yer aldı. Ayrıca kitaptan esinlenerek bir müze oluşturuldu ve bu müze, 28 Nisan 2012'de açıldı. Orhan Pamuk'un küratörlüğünü yaptığı ve aynı zamanda İstanbul'un ilk şehir müzesi olma özelliğini taşıyan müze, Çukurcuma'da yer alan 1897 yapımı üç katlı tarihi binadan oluşmaktadır.
YALNIZIZ YAZAR: PEYAMİ SAFA Peyami Safa, bu eserinde insanlığı materyalizmin kör çemberini kırmağa, kendini kaybettiği ruhunu bulmaya çağırmaktadır. Asrımızda insanın bütün problemleri bu noktada düğümlenmektedir. Ve Allah'ı bilmedikçe, insanlık buhrandan buhrana yuvarlanacak, huzur ve sükun bulamayacaktır. Yazarın kendisine has bir roman tekniği kullanarak cemiyet hakkındaki orijinal tasavvurlarını bir ütopya yazarı vasıtasıyla aksettirdiği romanıdır “Yalnızız”. Geride kalan yarım asırda kendisine en çok atıf yapılan edebî ütopya haline gelen “Simeranya” bu eserde ortaya konmuştur. Bir evin içerisinde yaşayan fakat yaşayışları arasında alaka
kurulamayan fertler üzerinden toplumun bölünmüşlüğünün resmi… Ruhunu arayan bir duyarlılığın hikâyesi... Peyami Safa, Tanpınar gibi nesline mensup bir yazardır. Bu nesil yani bu dönem, bir imparatorluğun kültürel ve coğrafî olarak daraldığı bir dönemdir. Bu daralma hassas ruhlu, hassas mizaçlı şairlerin ya da yazarların muhayyilesini derinden etkilemekte ve onların eserlerinde kendisini belirgin bir şekilde göstermektedir. Bu daralma, Tanpınar’da mistik, Bergsoncu bir yaşamı ön plâna çıkarmış, Necip Fazıl’da tasavvufî unsurları tetiklemiş ve Safa’da ise ruhçuluğu yani spirtualizmi ön plâna çıkarmıştır.
DUYGULARIN RENGİ YAZAR: KATHRYN STOCKETT KONU: Renkler farklı olsa da duygular hep aynıdır. Farklı renkteki ellerin birleştiği bu romanda yer alan kadınları unutamayacaksınız. Kaybolmuş ve adaletsiz bir dünya... Mississippi, Jackson; 1962. Siyah kadınlara, beyaz çocukların bakımında güvenilen ancak gümüşleri parlatma konusunda güvenilmeyen bir dönem. Skeeter, Aibleen ve Minny Kimse arkadaş olacaklarına inanmazdı. Her biri başka bir gerçeğin peşindeydi ve bir araya geldiklerinde anlatılacak sıra dışı bir hikâyeleri oldu. On yedinci beyaz çocuğunu büyüten ve kendi oğlunun trajik ölümünün neden olduğu yaraları iyileştirmeye çalışan Aibleen, aşçılıktaki başarısı da en az dilinin sivriliği kadar dillerden düşmeyen Minny ve üniversiteden dönüp onu büyüten biricik hizmetçisinin neden evlerinden ayrıldığını anlamaya çalışan Bayan Skeeter. Duyguların Rengi, acıların, acıları alaya almanın, değişimin ve umudun sonsuz zamanda yankılanacak evrensel hikayesidir. YORUMLAR
Her okurun seçmesi gereken bir kitapYılın kurgu şampiyonu. Duyguların Renginin bir konusu var. Gerçek ve önemli bir konusu... -Huffington Post
Mutlaka okunmalı.Tek kelimeyle muhteşem. -Observer Yazarın bu kitabı muhteşem. Baş döndüren kurgusu, dokunaklı yan hikâyeleri, oldukça eğlenceli anekdotlarıyla sizi büyüleyecek. Bittiğinde üzüleceksiniz. -Psychologies İz bırakan, şok eden, cesur ve olağanüstü bir hikâye. -Easy Living Stockett, sözcüklerin efendisi. Her açıdan muhteşem bir kitap. -Jackson Free Press Dokunaklı, eğlenceli ve aynı zamanda yüz kızartan bir roman. Şiddetle tavsiye ediyorum. Daily Mail
BENİM İÇİN TİYATRO “İnsan yaşamının şekilsiz, amorf bir akışı var (panta rhei = her şey akıyor). Benim için tiyatro insan yaşamına bütünlük verme çabası.”* Güngör Dilmen şüphesiz ki Türk tiyatrosu için oldukça büyük bir isim. 2012 yılında kaybettiğimiz yazarın bu ay ölüm yıldönümü. 1930 yılında Tekirdağ’da dünyaya gelen yazar 8 Temmuz 2012 yılında İzmir’de yaşamını kaybetti. Nihayetinde bu süre zarfına oldukça başarılı işler ile adını yazdırdı. İlk oyununu 1959 yılında kaleme aldı ve Midas’ın Kulakları Sinema - Tiyatro Dergisi’nin açtığı yarışmada birincilik ödülüne layık görüldü. Oyun arka arkaya çeşitli tiyatrolarda sahnelenmeye başladı. Böylece kısa zamanda adından söz ettirmeye başlayan Dİlmen Türkiye’de üniversite eğitimini tamamladıktan sonra 1961’de Fulbright bursu alarak ABD'ye gitti. Amerika’da Yale Tiyatro Okulu’na kaydolarak rejisörlük, sahne ışığı, dekor gibi dallarla ilgilendi. Yine 1961 yılında Tel Aviv'deki Habima Tiyatrosu’na misafir oldu. Ardından Atina’ya giderek bir müddet orada kaldı ve
* Tiyatro Araştırmaları Dergisi, 20:2005 – Güngör Dilmen’le Söyleşi
Kraliyet Tiyatrosu'nda (bugün Ulusal Tiyatro) araştırmalar yaptı. Amerika’da bulunduğu süre zarfında yazdığı oyunu Canlı Maymun Lokantası, Halkevleri Genel Merkezi’nin Şinasi Efendi Tiyatro Ödülü’nü kazandı. Türkiye’ye döndükten sonra oyun yazmaya devam eden Güngör Dilmen bir tek bununla sınırlı kalmayıp 1964-1966 arasında İstanbul Belediye Şehir Tiyatrosu'nun ışıklandırma bölümünde çalıştı.1966'da İstanbul Radyosu'nda dramaturgluğa başladı. Tiyatroyu adeta bir sevda haline getirdi. İlerleyen yıllarda Midas üçlemesi olarak bilinen Midas’ın Altınları ve Midas’ın Kördüğümü oyunlarını yazdı ve bu oyunlar da sahneye koyuldu. Bir dönem sonra sevdasını mesleği haline getirerek 1971’de İngiltere'de Durham Üniversitesi'nde ders verdi. 1976-1980 arasında İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda Dramaturgluk ve Araştırmaİnceleme Bölümü başkanlığı yaptı. 1982-83'te Anadolu Üniversitesi'nde ders verdi. Sonrasını Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi
Konservatuarı, Müjdat Gezen Sanat Merkezi ‘nde verdiği dersler izledi. Bu yıllarını şu şekilde özetliyor:” Öğretmenlik ek bir uğraşım oldu. Bu işimi çok seviyorum. Gençlerle bir şeyleri paylaşmak beni yazarlığın yalnızlığından da kurtarıyor.”* Oyun yazmaya devam eden yazar 1984 yılında Yıldız Kenter'in önerisiyle Ben Anadolu adlı tek kişilik oyunu kaleme aldı. Oyun İngilizce, Fransızca, Almanca ve İtalyanca'ya da çevrilerek, yurtdışında ve yurtiçinde çeşitli topluluklar tarafından sahnelendi. Güngör Dilmen bir tiyatro yazarı olarak, bu türün okunmak için mi yoksa oynanmak için mi olduğunu şu cümleleriyle anlatıyor. ‘’ Tiyatro oyununun iki yaşamı var. Sahne üstünde seyredildiği gibi kitap olarak da okunabilmeli. Tiyatro edebiyat değildir diyenler çıkıyor. Ben tiyatronun saygın bir edebiyat türü olduğu inancındayım. Ülkemizde oyun okuma alışkanlığı yok.’’* Bunun yanında ülkemizde tiyatroya gitme alışkanlığının da olmadığını görüyoruz. Güngör Dilmen gibi nice başarılı oyun yazarlarımız, sahnelenen başarılı oyunlar adeta haksızlığa uğramış oluyor. Emeklerin boşa gitmesi de cabası. Tiyatro insan yaşamına bütünlük verebiliyorsa neden hâlâ duruyoruz ki?
“Tiyatro oyununun iki yaşamı var. Sahne üstünde seyredildiği gibi kitap olarak da okunabilmeli.”
Sultan DEMİRTAŞ
BEYAZ PERDE’DEN Sevgili İncir Çekirdeği okurları dergimizin sinema bölümünde bu ay -yoğun istek üzerine- izlenebilecek en güzel 4 Hint filmini sizlerle paylaşacağım…
BARFİ! Yönetmen: Anurag Basu Oyuncular: Ranbir Kapoor, Priyanka Chopra, Roopali Ganguly Tür: Dram , Komedi , Romantik
Özet & detaylar Küçük yaşta annesini kaybeden ve babası tarafından yetiştirilen Barfi, sağır ve dilsiz olarak doğmuş; ancak hayat dolu ve son derece pozitif biri olarak büyümüştür. Aynı zamanda bir hayli haylaz bir genç olan Barfi'nin başı sık sık derde girmektedir. Yaşadığı şehre taşınan Shruti Ghosh isimli genç kadınla tanıştığında ise daha önce hiç karşılaşmadığı duygularla tanışmaya başlar. Barfi, üç ay içerisinde başka biriyle evlenecek olan Shruti'ye ilk görüşte vurulur, Shruti de zamanla ona karşı bir şeyler hissetmeye başlar. Ancak ortada büyük bir sorun vardır. Shruti, ailesi ve çevresi tarafından büyük tepkilere maruz kalır. Ailesi, kızlarının 'normal' biriyle evlenmesini ve 'normal' bir hayat sürmesini istemektedir ve bu birlikteliğin gerçekleşmesine izin vermeyecektir. Yıllar sonra yolları tekrar kesiştiğinde Barfi'nin kalbinde başka biri vardır; Shruti içinse seçim yapma zamanıdır... Hint sinemasının son dönemdeki en ses getiren yapımlarından biri olan Barfi!, ülkesinin sınırları dışından da bol övgü almıştı.
GHAJINI Tür:Aksiyon , Dram , Gizem Yönetmen:A.r. Murugadoss Oyuncular:Aamir Khan , Asin Thottumkal , Jiah Khan , Anjum Rajabali , Sonal Sehgal Senaryo:A.r. Murugadoss , Piyush Mishra Yapımcı: Allu Aravind , Madhu Mantena Varma Sanjay Singhania Hindistanın en büyük iş adamlarından biridir.Bir iş gezisi dönüşünde evinde nişanlısı öldürülür ve kendisi de ağır yaralı olarak kurtulur. Ama başına demir sopayla darbeler alan Sanjay kısa süreli hafıza kaybına uğrar ve Sanjay nişanlısını öldüren Ghajini'nin peşine düşer.
Rab Ne Bana Di Jodi
(Hintçe: - रब
ब
, Tercümesi: Bu Çifti Rabb Birleştirdi)
Yönetmen Adı:Aditya Chopra Oyuncular:Anushka Sharma, Shah Rukh Khan, Tür:Romantik, dram. Yapım Yılı:2008-Hindistan Senaryo:Aditya Chopra Vizyon Tarihi:2008 Özet&Konu Yine bir Bollywood yıldızı olan Shahrukh Khan ve Bollywood güzellerinden birisi olan Anushka Sharma ‘nın rol aldığı güzel bir film. Bu filmde Shahrukh Khan , Surinder Sahni ve Raj Kapoor isimli iki ayrı genç karakterini canlandırmaktadır. Bu canlandırmayı tamamen aşık olduğu güzeller güzeli kız rolünü oynayan Taani Gupta ( Anushka Sharma ) için yapmaktadır. Surinder Sahni dinine bağlı, mütevazi , ailesi olmayan , çok saf ve iyi kalpli bir Büro Memuru’nu canlandırmaktadır. Taani Gupta ise çok çılgın , dans etmeyi seven ve sevecen fakat filmin ilerleyen zamanlarında aşka inancını kaybetmiş , hayata küsmüş bir karakteri canlandırmaktadır.
Gori Tere Pyaar Mein Yapımı : 2013 - Hindistan Tür : Romantik Yönetmen : Punit Malhotra Oyuncular : Kareena Kapoor , Imran Khan , Shraddha Kapoor , Esha Gupta , Vineet Singh Senaryo : Punit Malhotra Yapımcı : Karan Johar
Özet Bencil ve kendinden başka hiç kimseyi umursamayan Sriram Venkat (İmran Khan)'a dayanamayan ailesi onu evlendirmeye karar verir. Sriram da evlendirilme isteğine karşı çıkmaz, o karşı çıkmasa da nişanlısı Vasudha (Shraddha Kapoor) pek istekli değildir ve Sriram onu ikna etmek için eski sevgilisini anlatmaya başlar. Sriram'ın aksine bir çevreci ve duyarlı biri olan Dia Sharma (Kareena Kapoor Khan)'nın hikayesi Vasu'yu da etkiler. Peki ne olmuş da aşkları bitmiştir? Ya da gerçekten bitmiş midir? Ailesinin kara lekesi Sriram, gerçekleri ne zaman fark edecektir?
Afra Nur Akkayalı
Uludağlı Edebiyatçıların Sesi, İncir Çekirdeği...