Robert Charles WIlson 1953’te A.B.D’de doğan, ancak daha sonra Kanada vatandaşlığına geçen R.C. Wilson, bugüne kadar birçok romana ve öyküye imza attı. Özellikle bilimkurgu alanında verdiği eserlerle tanınan R.C. Wilson, üç kez Prix Aurora Ödülü’nü kazandı. Ayrıca kazandığı ödüller arasında John W. Campbell Anma Ödülü, Philip K. Dick Ödülü, Theodore Sturgeon Anma Ödülü de bulunuyor. Wilson, Spin başlıklı romanıyla 2005 Hugo Ödülü’nün de sahibi oldu. Yurtdışında Grand Prix de l’Imaginaire (Fransa), Seiun Ödülü (Japonya), Kurd Lasswitz Ödülü (Almanya) gibi ödüller de kazandı. Çağdaşı Stephen King’in, “Şu anda yazmakta olan bilimkurgu yazarları arasında muhtemelen en iyisi” ve “Muazzam bir hikâye anlatıcısı” diye tanımladığı Wilson, halen yazmaya devam ediyor.
Yazarın Yayınevimizden Çıkmış Kitapları: • Darwinya (2014) • Dönüş (2017) Yazarın Yayınevimizden Çıkacak Kitapları: • Eksen (Axis) • Girdap (Vortex)
Dönüş Robert Charles Wilson Orijinal Adı: Spin İthaki Yayınları - 1228 Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin Editör: Alican Saygı Ortanca & Emre Aygün Yayına Hazırlayan: Ömer Ezer Kapak Tasarımı: Hamdi Akçay Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Hamdi Akçay 1. Baskı, Haziran 2017, İstanbul ISBN: 978-605-375-682-8 Sertifika No: 11407 Türkçe çeviri © Burak Kara, 2017 © İthaki, 2017 © Robert Charles Wilson, 2005
Bu eserin tüm hakları Nurcihan Kesim Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Moda Caddesi Neşe Sk. 1907 Apt. No:31 34710 Kadıköy/İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
DÖNÜŞ ÜÇLEMESİ 1
Çeviren
Burak Kara
M.S. 4 X 109
Herkes düşer ve hepimiz bir yerlere ineriz. Biz de Padang’da bir süre gözden uzak olabileceğimiz, kolonyal üslupta bir otelin üçüncü katında bir oda kiraladık. Gecelik dokuz yüz avro bize mahremiyet ve Hint Okyanusu’na bakan bir balkon manzarası satın alıyordu. Son birkaç gündür eksikliğini yaşamadığımız bu hoş havada ise Kemerli Geçit’in en yakın tarafını görebiliyorduk. Bulut renginde olan bu hat, ufuktan tam da tepemize kadar yükselip mavi pusun içinde kayboluyordu. Ne kadar ihtişamlı gözükse de Sumatra’nın batı kıyısından gördüğümüz şey bütün bir yapının sadece bir parçasıydı. Kemerli Geçit’in uzakta kalan ayağı ise bin kilometreden daha uzakta olan Carpenter Sırtı’nın denizaltı tepelerine kadar iniyordu. Mentawai Hendeği’ni de sığ bir gölete sokulmuş alyans gibi bağlıyordu. Karada olsaydı, Hindistan’ın doğu yakasında olan Bombay’den batıdaki Madras’a kadar uzanırdı veya kabaca söyleyecek olursak New York’tan Şikago’ya. Diane, öğleden sonrasının büyük bir bölümünü çizgileri solmuş bir şemsiyenin gölgesinde terleyerek geçirdi. Manzara onu kendisine hayran bırakmıştı ve bütün bu olanlardan sonra manzaranın keyfini böylesine sürmesine çok mutlu olmuş, rahatlamıştım. Günbatımında ben de ona katıldım. Günbatımı en iyi zamandı. Kıyıdan aşağı doğru Teluk Bayur’daki limana doğru giden bir yük gemisi, uzak karanlığa rahatlıkla süzülürken ışıktan bir kolye gibi göründü. Kemer’in yakındaki ayağı, gökyüzünü denize tutturan, parlatılmış, kırmızı bir çivi gibiydi. Şehre karanlık inerken biz de Dünya’nın gölgesinin, sütundan yukarı tırmanışını izledik. Bu teknolojinin tanımını ünlü bir deyişle yapsaydım; “büyüden farksız” olurdu. Sonuçta Bengal Koyu’ndan Hint Okyanusu’na uza8
nan kesintisiz hava ve deniz akışını sağlayıp bir su üstü gemisini bilinmeyen uzak noktalara taşıyan şey büyüden başka ne olabilirdi ki? Hangi mühendislik mucizesi, çapı binlerce kilometreye ulaşan bir yapının kendisini taşımasını sağlayabilirdi? Neden yapılmıştı? Böyle bir şey nasıl olabiliyordu? Belki de bu soruların hepsini Jason Lawton cevaplayabilirdi. Fakat Jason bizimle değildi. Diane bir şezlonga uzanmıştı. Sarı renkteki yazlık elbisesi ve komik derecede geniş, hasır şapkası bastıran karanlık tarafından gölgeli şekillere dönüştürülüyordu. Teni temiz, pürüzsüz ve esmerdi. Gözleri son kalan ışığı alımlı bir şekilde süzdü fakat bakışları hâlâ ürkekti. Bu değişmemişti. Bana doğru bir bakış attı. “Bütün gün huzursuzlanıp durdun.” “Bir şeyler yazmayı düşünüyorum,” dedim. “Bu şey başlamadan önce. Bir tür anı.” “Unutma ihtimalinden mi korkuyorsun? Ama bu çok saçma, Tyler. Hafızan siliniyor değil ya.” Hayır. Silinmiyor. Fakat hafızamın bulanık, zayıf ve dağınık olması söz konusu. İlacın diğer yan etkileri geçici ve tahammül edilebilir şeylerdi ama hafıza kaybı ihtimali beni ürpertiyordu. “Her neyse,” dedi, “şans senden yana. Bunu herkes gibi sen de biliyorsun. Doğru, bir risk mevcut... ama sadece bir risk; hem de epey küçük.” Bu ona olmuş olsaydı, belki de yararına bile olurdu. “Her halükârda,” dedim, “bir şeyler yazarsam kendimi daha iyi hissederim.” “Eğer istemiyorsan yapmak zorunda değilsin. Hazır olduğun zamana sen karar ver.” “Hayır, yapmak istiyorum.” En azından kendime böyle söylüyordum. “O zaman bu akşam başlamak zorunda.” “Biliyorum. Fakat son birkaç haftadır…” “Muhtemelen canın yazmak istemeyecek.” “Kontrolümü kaybedene kadar tabii.” Grafomani* pek de endişe yaratmayan, olası yan etkilerden biriydi. “Miden bulanmaya başlayınca görürüm seni.” Gülümsemesi içime su serpti. “Sanırım hepimizin kaybetmekten korktuğu şeyler var.” Rahatsız edici ve üzerine düşünmek istemediğim bir yorumdu. “Bak,” dedim, “başlayalım gitsin.” * Akla gelen her düşünceyi kâğıda dökme hastalığı. –yhn
9
Havada tropik bir koku vardı. Üç kat aşağıdaki otel havuzundan gelen klor ise hafifçe havaya yayılmıştı. Padang bugünlerde yabancılarla dolup taşan, büyük, uluslararası bir liman haline gelmişti. Bunların arasında Hintliler, Filipinliler, Koreliler; hatta ben ve Diane gibi yolunu kaybetmiş Amerikalılar da vardı. Yani lüks ulaşıma parası yetmeyen ve BM onaylı yerleştirme programına uygun olmayan kimseler. Canlı bir şehirdi ama kanunlar çoğu zaman hiçe sayılırdı; özellikle Jakarta’da Yeni Reformasi güçlendiğinden beri. Fakat otel güvenliydi. Yıldızlar dört bir yana dağılmış, görkemle kendilerini gösteriyorlardı. Kemerli Geçit’in tepesi o an gökyüzündeki en parlak şeydi. Âdeta disleksiden mustarip bir Tanrı’nın tepetaklak ettiği, gümüş, narin bir U harfi (Ulaşılmaz bir bilgi, Ulaşılamaz) gibiydi. Gözden kaybolmasını izlerken Diane’in elini tutuyordum. “Ne düşünüyorsun?” diye sordu Diane. “Eski takımyıldızlarını gördüğüm son ânı.” Başak, Aslan ve Yay takımyıldızları. Astrologların kullandığı bu kelimeler bir tarih kitabının dipnotlarından ibaretti artık. “Gerçi buradan farklı gözükürlerdi, değil mi? Doğu Yarımküre’den?” Galiba öyle olurdu. Ardından gecenin kör karanlığında odamıza geri yollandık. Diane panjurları kapattı, ona nasıl kullanılacağını gösterdiğim şırıngayı ve ilaç şişesini çıkardı. Ben de bu sırada odanın ışıklarını açtım. Steril şırınganın içini doldurdu, kaşları çatıldı ve şırıngadan bir kabarcık çıktı. Yaptığı şeyden oldukça emin gözüküyordu ama elleri titriyordu. Tişörtümü çıkarttım ve yatağa uzandım. “Tyler…” Birden şüpheye düşen o olmuştu. “Tereddüt etme” dedim. “Neyle karşı karşıya olduğumu biliyorum. Bunu birçok kez enine boyuna konuştuk.” Başıyla onayladı ve dirseğimin içini alkolle temizledi. Şırınga sağ elinde duruyordu ve ucu yukarı bakıyordu. İçindeki küçük miktardaki sıvı, su kadar saf duruyordu. “Bu çok eskidendi,” dedi Diane. “Ne çok eskidendi?” “Yıldızlara baktığımız o an.” “Unutmamış olmana sevindim.” “Tabii ki unutmadım. Şimdi elini yumruk yap.” Öyle aman aman bir acı hissetmedim. En azından ilk başta.
10
BÜYÜK EV
Yıldızların gökyüzünden silindikleri o gece ben on iki yaşındaydım, ikizler de on üç. Aylardan ekimdi, Cadılar Bayramı’ndan birkaç hafta önceydi ve sadece yetişkinlerin katılabildiği bir etkinlik süresince üçümüzün kendi aramızda Büyük Ev dediğimiz, Lawton Evi’nin bodrumuna gitmek zorunda kalmıştık. Jason ve Diane için bodrumda kapalı kalmak hiçbir şekilde bir ceza değildi, kaldı ki zamanın çoğunu orada bile isteye harcıyorlardı. Benim için de kesinlikle öyleydi. Babaları çok katı bir şekilde evdeki yetişkin ve çocuk alanlarının sınırlarını beyan etmişti ama yine de son model bir oyun platformumuz, disklere yüklenmiş filmlerimiz, hatta bilardo masamız bile vardı... Her saat başı kanepe dağıtma görevinden kaçmak için bize parti hakkındaki gelişmeleri anlatan Bayan Truall dışında da ki kendisi devamlı olarak ikram servisi yapardı– başımızda duran kimse yoktu. (HewlettPackard’dan bir adam kendisini bir köşe yazarının eşiyle rezil etmişti. Çalışma odasında sarhoş bir senatör vardı.) Jason tek eksiğimizin sessizlik (yukarıdaki sistemde çalan dans müziği tıpkı bir devin kalp atışı gibi tavanı aşıp geliyordu) ve bir gökyüzü manzarası olduğunu söyledi. Sessizlik ve bir manzara: Jase her zamanki gibi, ikisini de istediğine karar verdi. Diane ve Jason birkaç dakika arayla doğmuşlardı fakat birbirlerine hiç benzemeyen çift yumurta ikizleriydiler. Annelerinden başka kimse onlara ikiz demezdi. Jason “sperm katili, iki zıt kutbu da zıt akımlarla yüklenmiş yumurtaların” ürünü olduklarını söylerdi. IQ’su en az Jason’ınki kadar etkileyici olan ama kelimeler konusun11
da daha kontrollü davranan Diane ise kendilerini “aynı hücreden kaçan iki farklı mahkûm” olarak nitelerdi. İkisine de hayranlık duyardım. Jason on üç yaşındayken korkunç zekâsının yanı sıra fiziksel olarak da formdaydı. Kaslı olmaktan ziyade dinçti ve genel olarak atletizmde başarılıydı. O zamanlar bile neredeyse 1.80 boylarındaydı. Sıska ve biçimsiz yüzünü yamuk ve içten gülüşü kapatırdı. O günlerde saçları sarı ve fırça gibiydi. Diane on iki santimetre daha kısaydı, kardeşiyle kıyaslanınca daha toplu ve daha koyu tenliydi. Çilleri gözlerini çember içine alıyordu ve gözlerinin düşük görülmesini sağlıyordu. Kendisi buna “rakun maskem” derdi. Bunun dışında cildi pürüzsüzdü. Diane hakkında en sevdiğim şeyse gülümsemesiydi. Ben de bu detayların pek de iyi anlaşılmadığı ama su götürmez bir önem taşıdığı bir yaşa gelmiştim. Nadiren gülümserdi ve nefes keserdi. Dişlerinin çok çıkıntılı olduğuna inanıyordu (yanılıyordu) ve her güldüğünde ağzını kapatmayı bir alışkanlık haline getirmişti. Onu eğlendirmek hoşuma giderdi ama içten içe arzu ettiğim şey onun gülümsemesiydi. Geçen hafta, babası Jason’a pahalı bir astronomik dürbün almıştı. Televizyonun üstündeki çerçeveli seyahat posterini hedef alıp Washington’un varoşlarından Cancun’u gözetlermiş gibi yaparak bütün akşam dürbünle oynayıp durdu. Sonra, ayağa kalkıp, “Gidip gökyüzüne bakmalıyız,” dedi. “Hayır,” dedi Diane aniden. “Dışarısı çok soğuk.” “Ama gökyüzü açık. Bu hafta ilk defa hava böyle açık oluyor. Hem biraz serin sadece.” “Bu sabah bahçede buz vardı.” “Don vardı,” diye karşı çıktı Jason. “Gece yarısını geçti.” “Cuma gecesi.” “Bodrumdan çıkmamamız gerekiyor.” “Hayır, partinin düzenini bozmamamız gerekiyor. Dışarı çıkmak konusunda kimse bir şey söylemedi. Eğer yakalanırız diye korkuyorsan kimse bizi görmeyecek.” “Yakalanmaktan korkmuyorum.” “O zaman neden korkuyorsun?” “Ayaklarım donarken senin gevezelik etmenden.” Jason bana döndü. “Peki ya sen, Tyler? Biraz gökyüzü görmek ister misin?” İkizler genellikle anlaşmazlığa düştüğünde benden hakemlik bek12
lerlerdi ve bu da oldukça keyfimi kaçırırdı. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık. Jason’ın tarafını tutarsam Diane’i dışlamış olurdum ama sık sık Diane’in tarafını tutsam bu da çok... şey, belli etmiş olurdum. “Bilemiyorum Jase. Dışarısı da epey serin...” dedim. Beni bu çıkmazdan kurtaran Diane oldu. Elini omzuma koydu ve, “Her neyse. Biraz temiz hava, söylenmesini dinlemekten iyidir,” dedi. Böylelikle montlarımızı bodrumdaki koridordan aldık ve arka kapıdan çıktık. Büyük Ev, ona taktığımız isim kadar görkemli değildi ama bu yüksek gelire sahip orta halli muhitteki ortalama bir evden daha büyüktü ve daha fazla yer kaplıyordu. Onun arkasında, engebeli yapıya sahip olan geniş çimenlik, biraz kirli haldeki bir derenin kıyısındaki dokunulmamış bir çam sırasına dek uzanıyordu. Jason, yıldızları izlemek için ormanın ve evin tam arasında kalan bir nokta seçti. Dün bir soğuk hava dalgası, pastırma yazının belini bükene kadar ekim ayı güzel gidiyordu. Diane kollarını kendine dolayıp titriyormuş gibi yaptı fakat bu sadece Jason’ı cezalandırmak içindi. Gece havası kötü değildi, sadece soğuktu. Hava berraktı ve çimler de gayet kuruydu; gerçi ertesi sabaha yine don olabilirdi. Ay veya bulutlardan en ufak bir iz yoktu. Büyük Ev bir Mississippi vapuru gibi parlıyordu ve bahçe boyunca o güçlü, sarı parıltısını yansıtıyordu. Geçmişteki tecrübelerimize dayanarak, böyle gecelerde bir ağacın gölgesinde durursak, bir kara deliğe düşmüşçesine tamamen gözden kaybolacağımızı biliyorduk. Jason arkasına yaslandı ve dürbününü yıldızlı göğe doğrulttu. Ben de bağdaş kurup Diane’in yanına oturdum ve annesinden çalmış olması muhtemel sigarayı montunun cebinden çıkarışını izledim. (Bir kardiyolog olan ve sözde eski sigara tiryakilerinden Carol Lawton, sigara paketlerini şifonyerde, masasında ve mutfak çekmecesinde saklardı. Bana da annem söylemişti.) Sigarayı dudaklarına koydu ve mat kırmızı bir çakmakla yaktı. Bir anlığına yanan ateş etraftaki en parlak şeydi. Çıkan duman da hareketli bir şekilde döne döne karanlığa karıştı. Beni, onu izlerken yakaladı. “Bir fırt ister misin?” “Daha on iki yaşında,” dedi Jason. “Yeterince problemi var, bir de akciğer kanserine ihtiyacı yok.” “Tabii ki isterim” dedim. Olay şimdi onur meselesi olmuştu. Bu Diane’in hoşuna gitmişti. Sigarayı bana pasladı. Tereddüt ederek içime çektim ve boğulmamaya çalıştım. Sigarayı geri aldı. “Kendini kaptırma.” 13
“Tyler,” dedi Jason, “yıldızlar hakkında bir şeyler biliyor musun?” Bir ciğer dolusu soğuk ve temiz havayı içime çektim. “Bilmez miyim.” “Kitaplardan öğrendiklerini sormuyorum. Herhangi birisinin ismini söyleyebilir misin?” Yüzüm kızarmıştı ama ortamın bunu görmesini engelleyecek kadar karanlık olduğunu umuyordum. “Arcturus” dedim. “Alfa Centauri. Sirius. Kutup Yıldızı...” “Peki, hangisi Klingonlar’ın anayurdu?” diye sordu Jason. “Kabalaşma” dedi Diane. İkizlerin zekâsı yaşlarının çok daha ötesindeydi. Ben de aptal değildim ama onlarla aşık atacak durumda da değildim. Hepimiz bunun farkındaydık. Onlar özel çocukların olduğu bir okula giderlerken, ben de otobüsle devlet okuluna gidiyordum. Aramızdaki bariz farklardan bir tanesi de buydu. Onlar Büyük Ev’de yaşıyordu, ben ise arazinin en doğusundaki tek katlı bir evde yaşıyordum. Onların ebeveynleri kariyer peşinde koştururdu, benim annem ise onların evini temizlerdi. Bir şekilde, bu farklılıkların aramızda bir sorun teşkil etmesine izin vermemeyi başarmıştık. “Pekâlâ,” dedi Jason, “Polaris’i gösterebilir misin?” Polaris; diğer adıyla Kutup Yıldızı. İç savaş ve kölelik hakkında okumalar yapıyordum. Kaçak kölelerin bir şarkısı vardı: Güneş geri gelip ilk bıldırcın öttüğünde, Takip et Tahta Kaşık’ı. Özgürlüğe taşımak için bekler yaşlı adam seni Takip edersen Tahta Kaşık’ı. “Güneş geri gelip” derken kış gündönümünü kastediyordu. Bıldırcınlar kışı güneyde geçirirler. Kaşık, Büyük Kepçe Takımyıldızı’ydı, sapı ise Kutup Yıldızı’na yani özgürlüğün yönü olan kuzeye dönüktü. Büyük Kepçe’yi buldum ve umut ederek elimi o yöne doğru salladım. “Gördün mü?” dedi Diane, Jason’a. Sanki benimle paylaşmaktan rahatsızlık duydukları bir konuyla alakalı bir şeyler kanıtlamıştım. “Fena değil,” demekle yetindi Jason “Kuyruklu yıldız nedir, bilir misin?” “Bilirim.” “Peki, görmek ister misin?” Kafamı salladım ve yanına doğru uzandım, hâlâ Diane’in sigarasının acı, keskin tadını alıyordum ve pişmanlık duyuyordum. Jason, dirseklerimle zeminden nasıl destek alacağımı gösterdi ve dürbünü 14
tutmam için bıraktı. Yıldızlar buğulu oval şekiller ve ufak noktalar haline gelene kadar odağı ayarlamama izin verdi. Çıplak gözle görebileceklerimden çok daha fazlası vardı. Dürbünü, amansız ve karanlık gökyüzünde parıldayan ufak bir yumru bulana, yahut bulduğumu zannedene kadar sağa sola çevirdim. “Bir kuyruklu yıldız…” diye başladı Jason. “Biliyorum. Bir kuyruklu yıldız, güneşe doğru düşen tozlu bir kartopu gibidir”. “Öyle de diyebiliriz.” Küçümseyiciydi. “Kuyruklu yıldızların nereden geldiğini biliyor musun Tyler? Dış güneş sisteminden gelirler; Plüton’un yörüngesinden en yakın yıldızın yarısına kadar uzanan güneşin etrafındaki buzlu, bir tür ışık halkasından. Tahmin edebileceğinden çok daha soğuk bir dış sistemden.” Kafamı salladım. Biraz rahatsız olmuştum. Gökyüzünün, kelimelere dökmesi imkânsız enginliğinin farkında olacak kadar bilimkurgu okumuştum. Bu, ara ara düşündüğüm bir şeydi; hoş, gecenin namüsait zamanında ve ev sessizken bunu düşünmek biraz korkutucuydu. “Diane?” dedi Jason, “Sen de bakmak ister misin?” “Zorunda mıyım?” “Hayır, tabii ki zorunda değilsin. İstersen orada oturup kendini zehirlemeye ve salya akıtmaya devam edebilirsin.” “Çok bilmiş.” Sigarayı çimlerin arasında söndürdü ve elini uzattı. Dürbünü ona pasladım. “Dürbüne dikkat et.” Jase, dürbünüyle derin bir aşk yaşıyordu. Dürbünü hâlâ ambalaj ve köpük kokuyordu. Odağı ayarladı ve yukarı doğru baktı. Bir süreliğine hiç ses çıkarmadı. Sonra, “Bununla gökyüzüne baktığımda ne gördüğümü biliyor musun?” dedi. “Ne?” “Hep aynı yıldızları.” “Hayalgücünü kullan.” Sesi gerçekten sinirli çıkmıştı. “Hayalgücümü kullanacaksam, o zaman dürbüne ne gerek var?” “Yani, neye baktığınla alakalı düşünsen ya.” “Ah,” dedi. Sonra “Ah. Ah! Jason, görüyorum…” “Ne görüyorsun?” “Bence... evet... bu Tanrı! Uzun beyaz bir sakalı var! Elinde de bir tabela var! Tabelada yazan şey... JASON BERBAT BİRİ!” “Çok komik. Nasıl kullanacağını bilmiyorsan geri ver.” Elini uzattı ama Diane görmezden geldi. Dik oturdu ve dürbünü 15
Büyük Ev’in pencerelerine yöneltti. Parti akşamüzerinden beri devam ediyordu. Annem bana Lawtonlar’ın yaptığı partilerin “şirketteki önemli insanlar için yapılan pahalı muhabbetler” olduğunu söylemişti fakat kendisinin gayet sivri bir abartma huyu vardı. Söylemiş olduğu şeyin birkaç seviye altını varsaymak gerekiyordu. Jason’ın dediğine göre misafirlerin çoğu uzaya gelip giden insanlar ya da politika dünyasından insanlardı. Eski Washington toplumundan değil; kökleri batıya dayanan ve savunma sanayisinde bağlantıları olan varlıklı, buralara yeni taşınmış insanlardı. Jason ve Diane’in babası E.D. Lawton, her üç veya dört ayda bir bu etkinliğe ev sahipliği yapardı. “Her zamanki gibi iş” dedi Diane, dürbünün ikiz merceklerinin arkasından. “İlk katta dans ve içki var. Bu noktada danstan çok içki var. Ama görünüşe bakılırsa mutfak kapanıyor. Sanırım ikram servisi yapan işçiler evlerine gitmek için hazırlanıyorlar. Çalışma odasının perdeleri kapanmış. E.D. birkaç takım elbiseli insanla kütüphanede. Iyy! Bir tanesi de puro içiyor.” “Tiksinmeniz hiç de inandırıcı değil,” dedi Jason, “Bayan Marlboro.” Jason yanıma doğru kayarken o da pencereleri kataloglama işlemine devam etti. “Sen ona evreni göster,” diye fısıldadı, “o da kalksın bir akşam yemeği partisini gözetlesin.” Buna nasıl cevap vereceğimi bilemiyordum. Jason’ın söylediği diğer şeyler gibi bu da zekice ve benim karşılık verebileceğimden daha akıllıca bir şeydi. “Benim odam,” dedi Diane, “boş. Çok şükür. Karyolanın altındaki Penthouse dergisini saymazsak Jason’ın odası da boş.” “Dürbün iyi ama o kadar da değil.” “Carol ve E.D.’nin odası boş. Yedek yatak odası...” “Ee?” Ama Diane hiçbir şey söylemedi. Epey hareketsiz bir şekilde, dürbünü gözlerinden ayırmadan oturdu. “Diane?” dedim. Birkaç saniye daha sessiz kaldı. Sonra ürperdi, döndü ve dürbünü, rahatsız edici bir şey gördüğünü kavrayamayıp duruma bozulan Jason’a attı (fırlattı). Tam da ona iyi olup olmadığını soracağım anda… Yıldızlar kayboldu. ooo 16
Pek bir şey olmadı. Buna tanıklık etmiş insanlar genelde böyle der. Pek bir şey olmadı. Bizzat bunu görmüş biri olarak söylüyorum; harbiden de olmadı. Jason ve Diane atışırken ben de yıldızları seyrediyordum. Garip bir parıltı oldu. Sadece yıldızların gözümde bıraktığı yeşil, fosforlu ve havalı bir görüntü. Başka hiçbir şey olmadı. Gözümü kırptım. Jason, “O neydi? Şimşek mi?” dedi. Fakat Diane’in ağzından tek bir kelime çıkmadı. “Jason,” dedim, hâlâ gözümü kırpıyordum. “Ne oldu? Diane, eğer lenslerden birini kırdıysan, yemin ederim ki–” “Kapa çeneni,” dedi Diane. “Kesin şunu. Baksanıza. Yıldızlara ne oldu öyle?” dedim. İkisi de başını göğe çevirdi. ooo
17