Hay Bin Yekzan'ı Okumak- Avner Ben-Zaken

Page 1


.


Hay bin Yakzan’ı Okumak Avner Ben-Zaken Orijinal Adı: Reading Hayy Ibn-Yaqzan A Cross-Cultural History of Autodidacticism İthaki Yayınları - 1202 Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin Editör: Selçuk Aylar Yayına Hazırlayan: Safiye Türker Kapak Tasarımı: Şükrü Karakoç Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: B. Elif Balkın 1. Baskı Mart, 2017, İstanbul ISBN: 978-605-375-657-6 Sertifika No: 11407 Türkçe çeviri © Yavuz Alogan, 2015 © İthaki, 2017 © The Johns Hopkins University Press, 2011 The Johns Hopkins University Press’le (Baltimore, Maryland) yapılan anlaşmayla yayımlanmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.

İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652


AV N E R B E N - Z A K E N

Hay bin Yakzan’ı Okumak Kültürlerarası Bir Otodidaktizm Tarihi

Çeviren: Yavuz Alogan



İÇİNDEKİLER Önsöz................................................................................................11 Giriş: Doğal Benliğin Peşinde............................................................15 1. Mistiği Ehlileştirme: Marakeş, 1160’lar.........................................37 2. Felsefe Merdivenini Tırmanmak: Barcelona, 1348........................81 3. Otoriteye Karşı Çıkmak, Yazgıyı İnkâr Etmek ve Doğayı Fethetmek: Floransa, 1493.............................................................................121 4. Tek Başına Çalışma ve Doğayı Deneyimleme: Oxford 1671........185 Sonuç: Otodidaktizm Tarihini Örnekleme......................................233



Atar, Michaella ve Eleanor’a



EPİGRAFLAR

O halde ortak duyumları aşan bir sanatı ilk olarak bulmuş olan bir kişinin, insanların hayranlığını kazanmış olması doğrudur. Bu hayranlığın temelinde sadece, onun buluşlarını yararlılığı değil, bilgeliği ve diğer insanlara olan üstünlüğü yatmaktadır. –Aristoteles, Metafizik* Zihnin düşündüğü zaten onda olması gerekendir, ki bunun tıpkı yazılı olmayan bir levhadaki harfler gibi olduğu söylenebilir. –Aristoteles, De Anima Bir ustanın sözüne biat etmem. Sert rüzgâr beni nereye götürürse, bir misafir gibi oraya giderim. Benliğini dünyaya değil, dünyayı benliğine yöneltmeyi dene. –Horatius, Mektuplar Küçük bir çocuğa öğretmek, boş bir yazı tahtasına yazmak gibidir. –Alisha Ben-Avuya, “Avot”, Mişna * Aristoteles, Metafizik, çev. Ahmet Arslan, Sosyal Yayınları, 2012, İst.

9


Onun (kendi) öz(üne dair) bilgisi Kendisi idi. –Ebubekir İbn Tufeyl, Hay bin Yakzan İnsan kendisinin ustası olmaya başladığında, bırakın kendi yargılarıyla hareket etsin! –Francis Bacon, Magna Instauratio O halde zihni, dediğimiz gibi, üzerinde hiçbir harfin, hiçbir fikrin olmadığı boş bir kâğıt olarak farz edelim. O nasıl donatılır?.. Deneyimle. –John Locke, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme

10


ÖNSÖZ

Erken modern dönemde otodidaktizmin yayılmasına ve oluşmasına duyduğum ilgi, Avrupa kültürü ile dünyanın geri kalan bölümü arasındaki büyük kopuşu tartışmalı biçimde belirleyen temel modernite kavramlarını yeniden inceleme çabasından kaynaklandı. Önceki kitabım, Cross-Cultural Scientific Exchanges in the Eastern Mediterranean (Doğu Akdeniz’de Kültürlerarası Bilimsel Bilgi Alışverişi, 1560-1660) (JHUP, 2010), güneşmerkezli düşüncenin yükselişi ve insanın kozmosun merkezinden devrimci bir biçimde uzaklaşmasına odaklanır. Güneşmerkezlilik Avrupa’nın ilk bilimsel kazanımıydı; Avrupalıları tartışmaya açık biçimde çizgisel gelişim yoluna sokarak ve onları, insanı Tanrı’yla ilişkilendiren Ortaçağ düşüncesinden birey ile kozmos ilişkilerine dair yeni bir kaygıya yönelterek Yakın Doğu’nun bilimsel geleneklerinden uzaklaştırdı. Ne var ki o kitapta, Kopernik Devrimi’nden sonra kültürlerarası uygulayıcıların Yakın Doğu kaynaklarını güneşmerkezliliğe ilişkin açıklayıcı ipuçları olarak dikkate aldıklarını ve kadim teolojiye ait talepkâr, yeniden kurucu ve doğrulayıcı mitlere bakarak insanın kozmosla ilişkileri sorunuyla daha yakından ilgilenmeye başladıklarını gösterdim. Bu kitapta modernitenin bir başka temel kavramını, otodidaktizmi araştırıyor ve yeniden değerlendiriyorum. Bu kavram sadece geleneksel entelektüel otoritelerin reddini 11


temsil etmekle kalmıyor, aynı zamanda, aşkın Ortaçağ otoritelerinden ayrılan Avrupa deneyselci uygulamalarının yükselişine işaret ediyor. En saf otodidaktik bir metnin, Hay bin Yakzan’ın dolaşımını ve alımlanmasını izleyen kitap, otodidaktizmin ve deneyselciliğin kültürlerarası alışverişlerle nasıl biçimlendiğini, bu tipik otodidaktik Ortaçağ metninin kültürlerarası etkileşimler sırasında nasıl tercüme edildiğini, değişikliğe uğratıldığını ve belirli tarihsel momentlere uygulandığını göstermeye çalışıyor. Bu çalışma, bir bakıma, tek bir kitabın, belirli bir metnin kültürlerarası yorumunun dünya tarihini anlatır; metnin, her biri bağlama özgü kültürel sorularla yönlendirilen, farklı kültürel ve tarihsel bağlamlara göre değişen pek çok yorumunu ortaya koyar. Aşağıdaki bölümlerin gösterdiği gibi, öykünün yerel yorumları, sosyalleşme formlarını dönüştürerek, her bireyin kendi hayatını biçimlendirmesini sağlayarak, daha önce değişmez görülen toplumsal düzenlere meydan okuyarak, artık aşkın otoritelere değil daha çok birinci elden deneyimlere dayanan yeni düşünce tarzlarını mümkün kılarak ve böylece daha önce değiştirilemez olduğu düşünülen toplumsal düzenlere meydan okuyarak, toplumda ve kültürde izler bıraktı. Bu izler, insanların iktidarla ilişkilerini değiştirerek, dağılmış bireysel iyi niyeti ve birinci elden deneyimi siyasetin katılımcı formları içinde toplayarak ve dönüştürerek siyasetin içine dal budak saldı. Bu tasarıyla uğraşmak muazzam bir metodolojik ve entelektüel meydan okumaydı; tarih disiplini içinde genellikle yapay profesyonel düzenlemeler ve bölünmüş alanlarla birbirinden ayrılan dört farklı mekânda gerçekleşmiş dört farklı dönemin araştırılmasını gerektirdi. Bu yüzden, kitabın, farklı alanlarda çalışan tarihçilere hitap edebileceğini, bölümlerden birinin ya da diğerinin onların çalışmalarına özellikle uygun olabileceğini sanıyorum. Ne var ki kitap, aynı zamanda, kar12


şılıklı olarak birbirini dışladığı görülen alanlar arasında disiplinlerarası bir kaynaşma sağlayarak, daha bütünlüklü bir kültürel tarihin oluşması için tarihyazımına ilişkin bir önermeyi temsil eder. Dolayısıyla, bir bütün olarak bu kitabın, kendi alanları ne kadar farklı olursa olsun, pek çok bilim adamının ilgisini çekeceğini umuyorum. Bu kitap Harvard Bilim Kurulu’nda burslu araştırmacı olarak çalıştığım sırada yazıldı. Disiplinlerin çitlerini aşarak ve beni otodidaktizm tarihine yönelik çokdisiplinli ve kültürlerarası bir yaklaşım izlemeye teşvik ederek gerçekleşen yoğun bir entelektüel alışverişi çeşitli alanlardan bilim adamları arasında yaşamak benim için bir şanstı. Pazartesi akşamları düzenlenen yemekli toplantılarda, farklı bakış açılarını temsil eden, Bernard Bailyn, Eric Nelson, Nur Yalman ve Amartya Sen, öne sürdüğüm görüşlere sık sık karşı çıktılar. Elizabeth Camp, Debra Cohen, David Elmer, Michael Gordin, Scott Johnson, Vanessa Ryan ve Olivier Tinland dostça fikir alışverişleriyle geçen uzun bir dönem boyunca perspektifimi genişlettiler. Her bölüm, artık var olmayan temalarla, mekânlarla ve dönemlerle ilgili olduğu için, her bir alanın önde giden bilim adamlarıyla bilgi, kaynak ve argüman alışverişi yapma alışkanlığı geliştirdim. Lenn Goodman ve Dimitri Gutas, İbn Tufeyl ve on ikinci yüzyılın Marakeş’ine dair yararlı yorumlarda bulundular. Herbert Davidson, Gad Freudenthal ve Moshe Halbertal geç Ortaçağ Yahudiliğinin felsefi anlaşmazlıklarının oluşturduğu daha geniş bağlamın içine Barcelona’daki Narbonni’nin öyküsünün yerleştirilmesine yardımcı oldular. Darrell Rutkin, Brian Copenhaver, Arthur Lesley ve Mauro Zonta, Pico della Mirandola’nın çevirmeninin kimliğini, yanı sıra Floransa’da yaşadığı dönemde izlediği yazma stratejisini aydınlatmak için yol gösterdiler. Mario Biagioli, Katherine Park ve Steven Shapin ütopyacı toplumlar ile deneyselcilik 13


arasındaki bağlantıya ilişkin çok değerli gözlemler sağladılar. Jennifer Simchowitz beni Örnekleme Sanatı’na ilişkin çağdaş tartışmalarla tanıştırdı ve tarihsel örneklemeyi kitabın tarihyazımsal çerçevesi olarak önermek suretiyle, bu sanatı tarihyazımına uygulamaya teşvik etti. Ann Blair, Natalie Zemon-Davis, Carlo Ginzburg, Anthony Grafton, Simon Schaffer, Theodore Porter ve Norton Wise kitap tasarısını gözden geçirdiler, onun gelişimini izlediler ve beni hep teşvik ettiler. Çalışmamı destekleyen Harvard Üniversitesi Milton Fonu’na çok şey borçluyum. Bilim Kurulu’nda yer alan Diana Morse çabalarıma büyük bir destek verdi ve kitabın birkaç yıl erken tamamlanmasını sağladı. Dünyanın çeşitli kurumlarından kütüphanecilerin ve arşivcilerin sağladıkları profesyonel yardıma da müteşekkirim: Harvard Üniversitesi Houghton Kütüphanesi, Oxford Üniversitesi Bodleian Kütüphanesi, Cenova Üniversitesi Kütüphanesi, Münih’teki Bavyera Devlet Kütüphanesi ve Mantova’daki Biblioteca Comunale Teresiana. Hillel Eyal ve Eugene Sheppard metni okudular ve yeterince anlaşılmayan ifadelere dikkatimi çekerek, argümanlarımı sunabilmem için yeni stratejiler geliştirmemi sağladılar. Michal Lemberger son taslağı gözden geçirerek metnin akışını ve açıklığını önemli ölçüde iyileştirdi. Son olarak aileme teşekkür etmek isterim. Eşim Atar ve kızlarım Michaella ve Eleanor, bilimsel çabalarımı dünyevi kaygılardan uzak bir şekilde sürdürmemi ve kitabı tamamlayarak yayına hazırlamam için gerekli olan sağlıklı perspektifi sağladılar.

14


Gİ Rİ Ş

DOĞAL BENLİĞİN PEŞİNDE

Issız bir adada kalsaydınız ne yapardınız? Bu zor durum ve türevleri, “gerçek içsel benliğe” yönelik neredeyse saplantılı modern arayışı bir ölçüde özetler. Ortak kültürel tahayyülümüzde, ıssız ada ve münzevi hayat insanın kendisini ve çevresini dikkatle incelemesine, hayatı kültür aracılığıyla değil de doğrudan deneyimlemesine, kendisini doğanın içindeki gerçek yerine mükemmel biçimde yerleştirmesine izin verir. İnsanın kendini keşfetmesi, modern hayatın amacı, yani mutluluk arayışı için gerekli hale gelir. Toplumsal ve tarihsel kısıtlamalar olmaksızın, geleneğin yükü olmaksızın, kültürel hegemonyanın zihinlerimize kazıdığı yapay ihtiyaçlar olmaksızın birey, doğal, doğal olduğu için de tam mutluluğa ulaşmada dolaysız deneyime güvenebilir. Modern kültür, vahşi hayat ve yalnızlık öyküleriyle keşfedilen “doğal benliği” öve öve göklere çıkarmıştır. On sekizinci yüzyılın başlarında Daniel Defoe, insanı “kültürel kıyafet”inden soyan, onu evrensel bir benliğe ulaşabileceği doğanın içine yerleştiren ilk İngilizce romanlardan birini, Robinson Crusoe’yu yayımladı. Robinson Crusoe’nun ıssız bir adada hayatta kalmak için verdiği mücadele gerçekten de insanın kendini keşfetmesini, becerikliliğini, sonunda “çalışarak geliştirilen hüner”e ulaşan aktif bir araştırma sürecini temsil etti. Crusoe, kaderinin üzerine yüklediği sorumluluğu 15


kabullenir, ihtiyaçlarını karşılamak için çalışır ve otodidaktik felsefi ilkeleri uygularken şu gözlemde bulunur: “Mantık, Matematik’in Özü ve Kökeni olduğuna göre, her İnsan her şeyi Mantık’la değerlendirip ölçüp biçerek ve şeylere ilişkin en mantıklı Yargı’yı oluşturarak, zaman içinde her mekanik Sanat’ın Ustası olabilir.” Doğanın içinde yalnız kalarak kendini keşfetme tarzı da eğitsel bir boyut edindi. Geç on dokuzuncu ve erken yirminci yüzyıllarda, vahşi çocuk öyküleri popüler kültürde önem kazandı. Bu öyküler, insanın tamamen temiz tabula rasa imgesiyle kendini eğitmesinin radikal bir versiyonunu temsil ediyordu: Sadece hayvanlarla sosyal etkileşim kurarak ve tamamen kendi doğal içgüdülerine dayanarak doğanın içinde yaşayan vahşi çocuk. Rudyard Kipling’in Orman Kitabı isimli yapıtı, Hindistan cengelinde bir kaplan saldırısı sırasında ana babasını kaybedip kurtlar tarafından evlat edinilen Mowgli adında vahşi bir çocuğun öyküsünü anlatır. Yetiştiriliş şekline rağmen Mowgli, vahşi hayvanlara hükmetme gücüne sahiptir. Neredeyse insanüstü olan yetenekleri, onun yetişme tarzına, vahşi hayvanlar tarafından ormanın içinde beslenip büyütülmesine atfedilir. Mowgli bir başka erken popüler yirminci yüzyıl kahramanına esin kaynağı olur. Edgar Rice Burroughs’un Tarzan’ı genç Lord Greystoke’un muhteşem maceralarını anlatır. Greystoke, Afrika cengelinde bir maymun ailesi tarafından büyütülür ve ormanın en korkunç yırtıcılarının saygın rakibi haline gelir. Öykü, Tarzan’ı ve onun büyük maymunlarla, onların doğal düşmanlarıyla olan ilişkisini ve Tarzan’ın bir otodidakt olarak sahip olduğu tuhaf yetenekleri anlatır. Utanmak ve kızarmak gibi doğal içgüdüler onu hayvanlardan ayırıyordu. Sadece hayvanların çıplak dolaştıklarını gözlemledikten sonra giyindi ve “artık tüysüz vücudundan ve insan özelliklerinden ötürü utanç duymadı, çünkü artık aklı 16


ona farklı bir ırktan olduğunu söylüyordu.” Tıpkı Kitab-ı Mukaddes’teki Âdem gibi, Tarzan’ın da ilk bilinçli gözlemi kendi çıplaklığı oldu. Tarzan ve Mowgli kısa süre içinde pek çok çocuk kitabı ve filminin kahramanları haline geldiler; böylece yalnız yaşayan vahşi çocuklar modern kültür ikonları oldu. Başlangıç koşullarının uygarlık değil doğa tarafından yaratıldığı bir doğal laboratuvarda insan doğası test edilirken, bütün bunlar insanın bilgiyi kendi başına keşfetmesini simgeliyordu. Ne var ki otodidaktizm ne modern dünyanın yaratısıdır ne de bir modern yeniliktir. Hay bin Yakzan (Uyanık Oğlu Diri) mükemmel bir otodidakt öyküsüdür. Endülüslü filozof Ebubekir İbn Tufeyl’in edebi formda yazdığı bir Ortaçağ felsefe eseri, doğanın pratik keşfiyle insan bilgisinin boş bir yazı tahtasından yola çıkarak mistik ya da doğrudan Tanrı deneyimine ulaşmasını anlatır. Kitabın asıl tezi, insan aklının, dinden ya da toplumdan ve onun göreneklerinden yardım görmeksizin bağımsız biçimde bilimsel bilgiye ulaşabileceği; bu çabanın insana, sadece doğa felsefesinin ilkelerine değil, aynı zamanda insan bilgisinin en yüksek formu olan mistik içgörüye giden yolu açabileceğidir. Öykü, Hint Okyanusu’nda, üzerinde insanların yaşamadığı ekvatoral bir ada olan Vakvak’ta geçer. Bu adada Hay, ya oradaki unsurların bir dengeye ulaşmasıyla kendiliğinden var olmuştur ya da daha sıradan bir olayla, yasak bir ilişkiyle dünyaya gelip bir kutu içinde seyahat ederek o ıssız adaya ulaşmıştır. Bir ceylan, Hay’ın çığlıklarını işitir, onu emzirir, korur ve ona bakar. Erken yaşlarda Hay öteki hayvanların konuşmalarını taklit etmeyi öğrenir ve çevresindeki hayvanların nerelerinin kıl ya da tüylerle kaplı olduğunu fark ettikten sonra, kendi vücudunun aynı bölümlerini yapraklarla örter. Tehlikeli gördüğü hayvanlarla daha iyi savaşmak ve daha etkin biçimde yiyecek toplamak için aletler yapmaya başlar. 17


Barınma ve karnını doyurma konusunda ustalaştıktan sonra, öteki hayvanları yırtıcılardan korumak ya da onları tehlikeli durumlardan kurtarmak için icat ettiği aletleri kullanır. Böylece Hay, adayı yönetebilecek yeteneğe ulaşır ve adanın üstün yaratığı haline gelir. Hay henüz yedi yaşındayken ceylanın ölmesi, onun bütün enerjisini doğayı ve kendisini keşfetmeye yöneltir. Annesi olan ceylanın ölüm sebebini anlamak için bedenini parçalara ayırır. Kan dolaşımının takip ettiği yolları izleyerek hayvanın kalbine ulaşır ve orada iki odacık olduğunu keşfeder. Odacıklardan birinin içinde pıhtılaşmış kan vardır, diğeri ise boştur. Bu araştırmadan, vücudun bir ruh taşıdığı ve o ruhun vücudu terk etmiş olduğu sonucuna varır. Hay, vahşi hayvanların cesetlerini parçalara ayırırken, dolaysız fayda sağlayan bilginin ötesine geçerek düşünmeye, canlı vücutlar hakkında doğru sorular sormaya başlar. Bu süreç, Hay’ın en büyük doğa filozofu olmasını sağlar. Hay, hayat bilimlerini inceledikten sonra fiziğe yönelir. Deneme yanılma yoluyla, sıcak maddelerin soğuduğunu, soğuk olanların ise ısındığını algılar; suyun buharlaştığını, buharın suya dönüştüğünü, yakılan şeylerin köz, kül, alev ve duman haline geldiğini görür. Bir kovuğun içine toplanan dumanın çökeldiğini, toprak benzeri katı maddelerin oluştuğunu gözlemler. Ateşi keşfettikten sonra yanan maddeleri incelemeye başlar. Ateşin daima yukarıya yöneldiğini, hep yükselme eğiliminde olduğunu görünce, onun ilahi bir varlık olduğu kanaatine varır ve onun gücünü her şeyde dener, çeşitli maddeleri onun içine atar. Ateş, içine atılan maddenin tabiatına göre, tutuşturulmaya uygun olduğu ölçüde onun hakkından gelir. Bu düşünce çizgisini izleyen Hay, ateş ve ışığın yapabileceklerini, havanın hareketini ve suyun yayılmasını inceleyerek, insanın sadece doğanın temel yasalarını keşfetmekle kalmayacağını, aynı zamanda kendisini bütün hayvan türlerinden ayırabilece18


ğini anlar. Kendisinin bütün diğer yaratıklardan üstün bir varlık olarak yaratıldığını, doğayı bilmek, onu isimlendirmek ve fethetmek gibi büyük bir göreve adanmış olduğunu düşünür. Hay, daha sonra astronomiye yönelir; gezegenleri ve yıldızları gözler, ay ve güneşin yörüngelerini izler, nihayet genel hatlarıyla kozmolojiyi kavrar, gezegenlerin dolanımını doğru biçimde kestirir ve astronomiyi, ancak matematiğin betimleyebileceği ve ispatlayabileceği bir bilim olarak sınıflandırır. Oradan metafiziğe geçer; yıldızlar feleğini hareket ettiren esas gücü araştırır ve onu “kendini var eden”e ya da kendi deyişiyle, göklerin sonsuz hareketinin başlatıcısı olan “zorunlu varlık”a hamleder. Fakat bu temel keşiften tatmin olmayarak, “zorunlu varlık” bilgisinin ötesini araştırır, onunla doğrudan temas kurmak ister. Böylece Hay somutlaşmış ve fiilî üç pratik evreden geçer: Önce bitkilere, sonra göklerin hareket yönüyle uyum içinde adayı dolanarak gezegenlere öykünür; nihayet bir mağaraya kapanıp derin düşüncelere dalarak zorunlu varlıkla, yani Tanrı’yla temas kurmak için kendi benliğinin derinliklerine çekilir. Orada sadece kozmosun en büyük sırlarını keşfetmekle kalmaz, vecd deneyimi de kazanır ve tam bir saadete ulaşır. Daha sonra, iki adam, Salaman ve Absal bir tekneyle Hay’ın adasına ulaşırlar. Onu bulurlar ve hemen kendi kendini yetiştirmiş olağanüstü bir filozofla tanıştıklarını anlarlar. Onu alıp kendi adalarına götürürler, başka filozoflarla tanıştırırlar. Hay kısa süre içinde onların dilini öğrenir, onlarla felsefe ve teoloji üzerine tartışmaya başlar. Toplumla bu şekilde yüz yüze gelince, insanlık durumunu anlar; çoğu insanın aklı olmayan hayvanlardan daha iyi olmadığını görür, itaatkâr bir tutumla geleneğin en sorunsal unsurlarını kabul eder ve özgünlük ile yenilikten kaçınır. Hay entelektüel üstünlüğünü kabul etmekle birlikte, kim19


senin kendisiyle boy ölçüşemediğini hissedince sıkılır, bu kez yanına Absal’ı da alarak adasına döner, böylece uygarlığı değil yalnızlığı seçmiş olur. Öykünün sonunda Hay ve Absal, doğanın keşfi, meditasyon uygulaması ve sürekli saadetin kazanılması için yarı-bilimsel bir topluluk kurmuşlardır. Özetle, Hay bin Yakzan, yalnız kalmış bir vahşi çocuğun, anası babası, öğretmenleri, hatta dili olmayan, araç kullanarak doğayı denetim altına alan, keşif ve deneyim yoluyla doğa yasalarını keşfeden, vecd sayesinde ve Tanrı’yla temas ederek tam bir saadete ulaşan otodidaktik bir dehanın öyküsünü anlatır. Bu türden pedagojik ilkeler, Vişnu Sarma’nın kadim Sanskrit masallarında, Pançatantra’da (pek çok dile çevrildi; İngilizcede Fables of Bidpai [Türkçede Kelile ve Dimne]) ortaya çıkmıştı. Bunlar çocuklara ahlâki davranış kazandırmak için endoktrinasyon aygıtları olarak işlev gören derlenmiş hayvan masallarıdır. Hayvan masalları, basitleştirilmiş, sabitlenmiş, hükmedici bilgiye karşı; etkileşimli, katılımcı, dinamik, düşünümsel, açık, tuzaklı ve riskli öğrenmeyi öne çıkardı ve buna değer verdi. Demek ki Hay’ın öyküsü, bu türden pedagojik denemelerin ilki değildi; sonuncusu da olmayacaktır. Kadim Pançatantra, Ortaçağ’daki Hay ile Tarzan ve Mowgli gibi modern kahramanlar arasındaki geniş tarihsel uçuruma rağmen, bunların hepsi çocukların doğadaki deneyimlerinin verdiği heyecanları temel alır. Erken Aydınlanma döneminde yükselen felsefi trendler, insanın bilgisini geliştirmenin en iyi yöntemleri olarak ampirizm ve deneyselciliğin yeni metodolojilerini yüceltmek amacıyla tabula rasa’yı (bilgi yaratmak için deneyim ve izlenimlerin aktarıldığı boş levha) ve kendi kendine öğrenmenin değerini vurgulayarak, bu türden örtük çocuk metaforlarına başvurdu. Geç on yedinci yüzyılda John Locke, çocuk dahileri ve otodidaktları aklın yeni ikonları olarak öne sürdü. İnsanın 20


Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme (1690) ve Eğitim Üzerine Bazı Düşünceler (1692) adlı eserlerinde Locke, zihnin tabula rasa olarak anlaşılmasını temel alan mekanik bir duyumlar ve düşünümler epistemolojisi getirdi. Bu epistemolojiyi ilk kez Locke eğitime uyguladı. Bunu yaparken, bilgelik ikonu olan yaşlı zeki insan imgesine bir alternatif olarak, harika çocuk, mükemmel tabula rasa imgesinin yükselmesini sağladı. Locke’un metinleri insan gelişiminin araştırılması ve eğitimin hayati biçimlendirici etkilerine ilişkin temel ilkeler sağladı. Eğitim Üzerine Bazı Düşünceler başlıklı denemesinde, “insanların onda dokuzu”nun “eğitim sayesinde iyi ya da kötü, yararlı ya da yararsız” olarak kendilerini açığa vurduklarını öne sürer. Locke’a göre, taze zihinler için, ilgili ilgisiz her türlü izlenim önemlidir ve kalıcı sonuçları vardır, çünkü bir çocuğun zihni içsel fikirlerden yoksun boş bir sayfadır. Bilgi ancak duyum ve düşünümle kazanılabilir. Çocuklar renklere ve tatlara ilişkin fikirleri gözlem ve deneyimle edinirler ve daha sonra bu duyumlar üzerinde kafa yorarak ve kuşku, inanç, bilgi, istenç ve zihnin bütün diğer edimlerine ilişkin entelektüel saptamalara ulaşarak yeni bir fikirler seti geliştirirler. Locke’un Eğitim Üzerine Bazı Düşünceler’i, “özgür bir zihin, kendisinin ve bütün eylemlerinin efendisi” olarak ideal bir tipi canlandırır. Bu tip, sürekli pratik aracılığıyla kendi dünyasını biçimlendirir.1 Daha erken tarihli İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Deneme’de belirttiği gibi, Tözlere ilişkin bilgimiz, soyut fikirlere ilişkin derin düşüncelere dalarak değil, sadece deneyimle geliştirilmektedir… Sadece soyut fikirler üzerinde düşünmek, doğrunun ve kesinliğin araştırılmasında bizi fazla ileriye götürmez. O halde tözel şeylere ilişkin bilgimizin gelişmesi için ne yapmamız gerekir? Burada tam tersi bir yol

21


izleyeceğiz: Onların gerçek özlerine ilişkin fikir edinme isteği bizi kendi düşüncelerimizden var oldukları haliyle şeylere götürür. Burada deneyim bana mantığın öğretemeyeceği şeyi öğretir: Ve sadece deneyerek kesin olarak bilmem mümkündür.2

On sekizinci yüzyılın başlarında Locke’un metinleri ana babalar, eğitimciler, yazarlar ve yayıncılar arasında muazzam bir ün kazandı. On sekizinci yüzyılın ortasında mucize çocuklarla ilgili bütün bir çocuk edebiyatı türü popüler hale geldi. Naif ve başlangıç niteliğinde doğadaki nesnelere açılan meraklı ve mucize çocuklara ilişkin öyküler, çocukları insan ile doğa arasındaki uzaklığın giderilmesi ve saf bilgi üretimi olarak sundu. Locke’un fikirlerinden esinlenen, İngiliz çocuk kitapları yayıncısı John Newbery (1713-67) Deluctando Monemus (eğlenerek öğrenme) ilkesini benimsedi. Yayınları arasında Tom Telescope takma adıyla yazılan, sadece 1761 ile 1787 arasında yedi baskı yapan çok tanınmış bir dizi de vardı. Newton fiziğine (dönemin oluşum halindeki bilimi) giriş niteliğindeki dizi, Tom Telescope adında erken gelişmiş bir çocuğun söylevlerinden oluşuyordu.3 Vahşi oğlan çocukları ve çocukların doğayla olan bağlarına ilişkin bir diğer ufuk açan çalışma, Émile (1762), Locke’un fikirlerinden yararlanır. Jean-Jacques Rousseau, küçük bir oğlan çocuğunun kırsal kesimde büyümesini ayrıntılı olarak anlatan yarı-kurgusal bir eser olan Émile’de eğitime ilişkin görüşlerini ortaya koydu. Rousseau, sadece kötü alışkanlıkların öğrenildiği kente kıyasla insanların kırsal kesime, gerek fiziksel gerekse entelektüel bakımdan en doğal biçimde uyum sağladığına inanıyordu. Émile’in birinci kitabı şöyle bir başlangıç yapar: “Mevcut koşullar altında doğumundan itibaren kendi haline bırakılan bir insan en büyük bozulmaya uğrayacaktır. Önyargı, otorite, zorunluluk, örnek -kendimizi 22


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.