Noam Chomsky (1928 - ) Dünyaca ünlü ABD’li düşünür Noam Chomsky, uluslararası ilişkiler, medya, ABD dış politikası ve insan hakları üzerine çalışmalarıyla tanınmaktadır.
For Reasons of State, Rogue States: The Rule of Force in World Affairs, The Washington Connection and Third, World Fascism, After the Cataclysm, Turning the Tide, Year 501 isimli eserleri de İthaki Yayınları tarafından yayımlanacaktır.
Kader Üçgeni Fateful Triangle: Israel and the Palestinians Noam Chomsky İthaki Yayınları - 1178
Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin Redaksiyon: Eda Tezoler Son Okuma: Suat Hayri Küçük Kapak Tasarım: Şükrü Karakoç Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: B Elif Balkın 1. Baskı Şubat 2017, İstanbul ISBN: 978-605-375-631-6 Sertifika No: 11407 Türkçe Çeviri © Mengü Gülmen, 2016 © İthaki, 2017 © Noam Chomsky, 1983, 1999 Orjinali İngilizce olarak Fateful Triangle: The United States, Israel and the Palestinians başlığıyla yayımlanmıştır. Bu eserin tüm hakları Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Noam Chomsky
KADER ÜÇGENİ ABD, İsrail ve Filistinliler Güncellenmiş Baskı
Çeviren Mengü Gülmen
İÇİNDEKİLER
2015 Baskısı’na Önsöz....................................................................9 Önsöz...........................................................................................14 Sunuş............................................................................................16 1 Yangına Körükle Gitmek.........................................................34 2 “Özel İlişkinin” Kökenleri.......................................................42 3 Retçilik ve Uzlaşmacılık..........................................................75 4 İsrail ve Filistin: Tarihi Arka Plan.........................................128 5 Celile için Barış.....................................................................233 6 Olay Sonrası..........................................................................411 7 Kıyamet Yolu.........................................................................543 8 Filistin Ayaklanması..............................................................580 9 Lübnan’da “Kısıtlı Savaş”......................................................629 10 Washington’ın “Barış Süreci”................................................650 Notlar.........................................................................................693
Milliyetçi sadece kendi tarafının uyguladığı zulmü kınamamakla kalmaz; bunu hiç duymamayı başarmak gibi kayda değer bir beceriye de sahiptir. George Orwell, “Milliyetçilik Üzerine Notlar” 1945
2015 Baskısı’na Önsöz Bu kitap, on binlerce insanın ölümüne, Güney Lübnan’ın büyük kısmının yok olmasına ve sonunda başkent Beyrut’un çoğunun yıkılmasına yol açan yırtıcı bir saldırganlık gösterisinin, İsrail’in Lübnan’ı işgalinin hemen ardından yazılmıştı -ya da daha doğrusu belirivermişti. Washington’ın dayattığı kısa bir duraklamanın ardından, İsrail saldırısına devam etti ve bu saldırı, ünlü Kişinev katliamına ürpertici şekilde benzeyen, İsrail gözetimindeki bir katliamla sonlandı. Kişinev katliamı, Soykırım öncesi Yahudi tarihinin en korkunç suçlarından biri olup, Doğu Avrupa’dan Yahudi göçmen akımını başlatan olaylardan biridir. İsrail’in Ulusal Şairi Chaim Nahman Bialek, “Katliam Şehrinde” adlı şiirinde bu katliamın anısını yaşatmıştı. Aşağıda bahsedileceği üzere, bu iki olay birbirine acı verici derecede benzer, ancak İsrail’in, Çar’ın zulmünü yeniden canlandırdığı bu olayda kurbanların sayısı çok daha fazladır. Savaşın bahaneleri vardır -tüm şiddet eylemlerinin bahaneleri vardır. Resmi adı “Celile için Barış Operasyonu” olsa da, bu isim kötü bir şakaydı. Bu savaşın gerekçeleri o kadar zayıftı ki, sadece gerçek ‘sadıklar’ tarafından tekrarlanabiliyordu (hâlâ da öyledir). Gerçekte, işgalin amacı açıkça siyasiydi ve bu durum kabul de ediliyordu: İsrail’in işgal bölgelerindeki yasa dışı yerleşim ve inşaat programlarının önündeki engelleri kaldırmak (başarıya ulaşmıştır) ve Lübnan’da Marunî bir ‘bağımlı rejim’ kurmak (başarısız olmuştur). İsrail’in diğer suçları gibi, bu saldırganlık eylemi de Amerika Birleşik Devletleri’nin kesin desteğine dayansa da, sonunda başkent Beyrut’un bombalanmasına uluslararası ortamda verilen şok tepkisi ABD’nin çıkarlarına zarar vermeye başlamıştı. Başkan Reagan İsrail’e, saldırıyı durdurup bir “barış gücünü” kabul etmesini em-
9
retmişti. Her zaman olduğu gibi, ABD emretmiş, İsrail itaat etmişti. Emir bu sefer de, Hitler-Arafat’ı sığınağında tuzağa düşürüp sonunda yok etmeyi hayal eden Başbakan Begin’i çaresiz bırakmıştı. Begin daha sonra kamu hayatından silinse de, politikaları daha da vahşi ellerde devam etmişti. 1978-79 yıllarında Mısır ile İsrail arasında Başkan Carter tarafından düzenlenen Camp David görüşmelerinde varılan barış anlaşmasının ardından saldırıların başlaması öngörülebilir bir gelişmeydi. İsrailli stratejik analist Avner Yaniv’in de söylediği gibi, Mısır engeli ortadan kalkınca, “İsrail, Lübnan’da FKÖ’ye yönelik askeri harekâtlarının yanı sıra, Batı Şeria’daki yerleşim girişimlerini de rahatça sürdürebilecekti.” Ayrıca, “tüm [Celile için Barış] operasyonunun varoluş sebebi, FKÖ’nün siyasi gücüne büyük bir darbe indirmekti.” Bu yargı, bir kısmı aşağıda alıntılanan en yüksek seviyedeki İsrail yetkilileri tarafından doğrulanmıştır. Bunların arasında ABD ve BM’nin “Filistin halkının haklarının verilmesini” destekleyebileceği yönündeki “ciddi tehlike” hakkında endişelerini dile getiren Ariel Şaron da vardır. Elbette, bu siyasi tehdit “kayda değer askeri ve siyasi bir güç olan FKÖ’yü tasfiye ederek bu tehlikeyi ortadan kaldıran Celile için Barış” harekâtı ile sonlandırılmıştı. Camp David uzlaşması genellikle Washington’ın diplomatik zaferi olarak görülür. Aslında diplomatik bir felakettir, üstelik sadece sonrasında olanlar yüzünden de değil. Geçmişe baktığımızda bunu açıkça görebiliriz. 1971 yılında Mısır Başkanı Sedat, İsrail’in işgal edilmiş bölgelerden geri çekilmesi karşılığında, Filistinlilerin haklarından hiç söz etmeyen, eksiksiz bir barış anlaşması önermişti -gerçi burada söz konusu olan bölge Mısır Sinası’ydı. İsrail bu öneriyi Henry Kissinger’ın önemli desteğiyle reddetmiş, Sina yarımadasında Yamit şehri ve birçok diğer yerleşimi de içeren kapsamlı yerleşim programlarını uygulamaya başlamıştı. Bu esnada buralarda yaşayan binlerce insan çöle sürülmüş, kasabaları, köyleri, camileri ve İsrail’in yoluna çıkan her şey yok edilmişti. İsrail’in 1971 yılında güvenliği değil yayılmayı tercih etme kararı (özellikle de sonraki yıllarda etkileyici bir tutarlılıkla takip edilmesi ve İsrail’in uluslararası arenada yalnız kalması ve giderek par-
10
ya haline gelmesi sebebiyle), fikrimce İsrail tarihindeki en uğursuz kararlardan biriydi. Sedat siyasi uzlaşma arayışına devam etmiş, Rus danışmanları sınır dışı ederek sadık bir ABD bağımlısı olma arzusunu açıkça ortaya koymuştu. Kissinger ise konuyla ilgilenmiyordu ve yıllar sonra yazdığı anılarında, neler olduğu hakkında hiçbir fikri olmadığını göstermişti.2 ABD-İsrail retçiliği İsrail için, hatta belki de dünya için kıl payı sonuçlanan 1973 savaşına yol açmıştı. Kissinger, diplomatik oyunlarına Rusya tarafından müdahale edilmesini engellemek için nükleer alarm vermişti: Bu durumda oyun, İsrail’e Rusya ve ABD’nin ortak çağrısıyla başlatılan ateşkesi yok sayabileceğini üstü kapalı şekilde bildirmekti. Bu durum, Moskova’nın hiç de hoşuna gitmemişti ancak Moskova yine de geri adım atmıştı.3 Savaş, İsrail’e ve Kissinger’a Mısır’ın basitçe kenara atılamayacağını göstermiş, Kissinger’ın ‘mekik diplomasisi’ne ve sonunda Camp David uzlaşmalarına yol açmıştı. Bu uzlaşma sonucunda ABD ve İsrail, Sedat’ın 1971’de önerdiği temel şartları, kendi bakış açılarına göre daha sert bir şekilde de olsa kabul etmişti. Sedat, önceki teklifinin aksine, Camp David’de Filistinlilerin haklarının resmen tanınması konusunda ısrar etmişti. ABD-İsrail kabul etse de, İsrail anlaşmanın anlamlı bir şekilde yorumlanabilmesi olasılığını, Başkan Carter’ı rahatsız edecek şekilde sabote etmişti. Kitabın ilk baskısına eklenen bölümler, Filistinlilerin haklarının ihlal edilmesinin ileri aşamalarını, işgal edilen bölgelerde İsrail için değerli olan her şeyin İsrail kontrolüne geçmesini, Lübnan’a inandırıcı bir bahane olmaksızın saldırılmasını ve neredeyse (‘uğursuz üçgen’in ABD-İsrail kenarları haricinde) tüm dünyanın desteklediği diplomatik uzlaşmanın gerçekleşme umudunun sabote edilişini anlatmaktadır. Bundan sonraki aşamalar başka yerlerde yeterince ele alınmıştır. Batı Şeria’da olanların sonuçları, önde gelen politik ekonomist Robert Wade tarafından anlatılmıştır. Kendisinin gelişmekte olan dünyayla ilgili çok kapsamlı deneyimleri olsa da, Batı Şeria’da hapsedildikleri yerleşim bölgelerinde kalan Filistinliler için “siyasi ve ekonomik gelişimi neredeyse imkânsız” hale getirmek üzere özenle
11
tasarlanan karmaşık ve kapsamlı İsrail denetim sistemine benzer bir şeyi “başka hiçbir yerde” görmediğini yazmıştır. İncelemesinde şöyle der: İsrail’in getirdiği kısıtlamalar, Batı Şeria’daki insanların hareketleri, ürün ve hizmetlerin ithalat ve ihracatı, yatırımlar, eğitim ve temel altyapı hizmetlerine (elektrik, su, hijyen) erişim dâhil olmak üzere Filistinlilerin gündelik hayatlarının en ufak ayrıntısına kadar girmiştir: Bunlar o kadar yaygın ve sistematiktir ki, neredeyse İsrail devleti tüm Filistin ekonomisini girdi-çıktı ilişkilerine göre, birey, ev, küçük firma, büyük firma, okul, üniversite seviyelerine kadar haritalamış, böylece İsrail yetkilileri tüm boğma noktalarını bulmuştur, dolayısıyla bunları keyiflerine göre sıkıp gevşetebilirler.
Ve bunu yapmaktadırlar.4 Gözlerini kapatmayan herkesin bildiği gibi, İsrail’in -artık Mısır askeri diktasının da desteğiyle- yönettiği Gazze hapishanesinde durum kıyaslanamayacak kadar kötüdür. ABD ve İsrail, 1993’te Amerikan basınının büyük saygıyla karşıladığı o ‘Hayranlık Günü’nde imzaladıkları Oslo Uzlaşmalarını ihlal ederek, yirmi yıldır Gazze’yi Batı Şeria’dan ayırmak için her şeyi yapmaktadır. Buradaki motivasyonları son derece açıktır: Gazze’yle bağlantı kesilince, Batı Şeria Filistinlilerine verilebilecek her tür özerklik, İsrail ve ABD yandaşı Ürdün diktası arasında hapsolacaktır ve dış dünyaya erişimi kesilecektir. İsrail, Batı Şeria’nın yaklaşık üçte birini ve ekilebilir arazilerinin büyük kısmını kontrol altına almak amacıyla Ürdün Vadisi’ni ele geçirme, Filistinlileri sınır dışı etme, kuyuları kurutma ve yerleşimler kurma projesini sistematik şekilde sürdürdükçe bu proje daha da eksiksiz şekilde tamamlanacaktır. Karmaşık kuşatma, Gazzelilerin ancak hayatta kalabilecek seviyede yaşamalarına yol açarken, düzenli İsrail saldırıları da (İsraillilerin katliam saldırılarına verdikleri isimle “çim biçme” etkinlikleri) devam etmektedir.5 İsrail’in 2005’te ‘çekilmesinden’ ve İsrail dışındaki tüm dünya, hatta ABD tarafından bile işgalci güç olarak tanınmaya başlamasından bu yana düzenli bir döngü tekrarlanmaktadır. Ateşkes anlaşmasına varılır. İsrail bunu yok sayarken seçilmiş Hamas hükümeti uygulamaya koyar ki İsrail de durumun böyle olduğunu kabul
12
eder. İsrail şiddeti giderek artırır ve sonunda Hamas tepki gösterir. Bu da (her biri bir öncekinden daha barbarca olan) bir sonraki çim biçme etkinliğinin bahanesi olur. ABD’nin dışında bu olgular oldukça iyi anlaşılmaktadır. ABD içinde ise İsrail genellikle, resmi politika uyarınca masum kurban olarak tasvir edilir.6 İsrail’in hedefleri hiç de gizli değildir. Yönetimdeki Likud koalisyonunun 1999 seçim programı -ki aslında hâlâ yürürlüktedir“Ürdün nehrinin batısında bir Filistin Arap devletinin kurulmasını tamamen reddeder.”7 Gazze ile ilgili olarak ise, İsrail’in harap olmuş bölgeden çekilmek gibi asil amaçlarına yönelik yoğun propagandanın aksine, Başbakan Şaron’un iş arkadaşı ve çekilmenin mimarı Dov Weisglass, İsrail basınını şaşırtıcı bir dürüstlük içinde şu sözlerle bilgilendirmişti: “Çekilme planının anlamı, barış sürecinin dondurulmasıdır. Bu süreci durdurduğunuzda bir Filistin Devleti’nin kurulmasını, mültecilerden, sınırlardan ve Kudüs’ten bahsedilmesini engellemiş olursunuz. Yani aslında bu Filistin Devleti denen tüm paket, beraberinde getirdiği her şey, gündemimizden sonsuza dek çıkmış bulunuyor. Bunların hepsi yetkiler ve izinler çerçevesinde gerçekleşti. Hepsi [ABD] Başkanlığının kabulü ve Kongre’nin iki meclisinin de onayıyla oldu.”8 İlgili tüm uluslararası kuruluşlar bu planların uluslararası hukuku ciddi şekilde ihlal ettiğini beyan etmişti. Ancak ABD planlara tam destek verdiği için (askeri, ekonomik, diplomatik ve konuların nasıl ifade edileceğinin belirlenmesi açısından ideolojik destek), planların Washington’ın tüm içtenliğiyle arzuladığı bu adil ve barışçıl uzlaşmaya hiç de “yardımcı” olmadığını belirten birkaç cık cıklamaya rağmen, İsrail’in bu planları uygulamaktan kaçınmasını beklemek için hiçbir sebep yoktur. Bu sonuçlar, söylemeye bile gerek yok ama elbette Amerikan vatandaşlarının omuzlarına ciddi bir yük bindirmektedir.
13
Önsöz Kader Üçgeni, Siyonizm ile Filistinliler arasındaki anlaşmazlıkla ilgili olarak, merkezine Amerika Birleşik Devletleri’ni koyan en iddialı kitap denemesi olabilir. Bu kitap insan yozlaşmasının ve entelektüel sahtekârlığın yorulmak bilmez bir ifşasıdır. Ayrıca kamu işleriyle ilgilenen herkes tarafından okunması gereken harika ve önemli bir kitaptır. Olgular, Chomsky onları ele alana kadar ortada duruyordu ancak başka hiç kimse bunları bu kadar sistematik şekilde ele almamıştı. Temelde, İsrail ve ABD kaynakları şaşırtıcı ölçüde eksiksizdir. Chomsky de bunlar arasına beliren zıtlıkları, farkları ve boşlukları ortaya koyabilme becerisine sahip bir yazar. Bu denli asil idealleri olan bir zihnin, insan acıları ve adaletsizliğiyle defalarca harekete geçirilmiş olmasında insanı derinden etkileyen bir şeyler var. Akla ilk gelenler Voltaire, Benda ya da Russell olsa da, Chomsky “gerçeklik” adını verdiği olgulara diğer hepsinden daha fazla ve nefes kesici bir kapsamda hâkim. Kader Üçgeni, olgular ile bir dizi efsane arasındaki -İsrail demokrasisi, İsrail’in silahsızlanması, iyi huylu işgal, İsrail’deki Araplara karşı ırkçılık yapılmaması, Filistin terörizmi, Celile için barış- uzatmalı bir savaş olarak okunabilir. Chomsky önce “resmi” anlatımı tekrarlıyor, daha sonra ise devasa miktarda karşı kanıtla bu anlatımı paramparça ediyor. Chomsky’nin temel iddiası, İsrail’in ve Amerika Birleşik Devletleri’nin -özellikle de ikincisinin- barışa karşı çıkan retçiler oldukları, diğer yandan FKÖ de dâhil olmak üzere Arapların yıllardır kendilerini İsrail gerçeğine alıştırmaya çalıştıklarıdır. Chomsky iddiasını Filistin-İsrail çatışmasının -Filistin halkına karşı son de-
14
rece insanlıktan yoksun, alaycı ve bile bile zalim- tarihini, “İsrail destekçileri” adını verdiği kişilerin sistematik olarak yeniden yazdıkları kayıtlarla karşılaştırarak destekliyor. Chomsky’nin görüşü liberal aydınların (Irving Howe, Arthur Goldberg, Alan Dershowitz, Michael Walzer, Amos Oz, Jane Fonda, Tom Hayden, Shlomo Avineri, Martin Peretz) ve hatta organize Solun bazı parçalarının muhafazakârlardan daha suçlu ve daha yalancı oldukları yönünde. Diğer yandan, Chomsky “kendine zarar veren” ve “intihar eğilimli” karakterini eleştirdiği FKÖ’ye karşı da hiç nazik değil. Arap rejimleri, diyor, “düzgün” değil. Popüler olmadıklarını da ekleyebilirdi. Yeni baskıda Chomsky, Oslo ve Wye uzlaşmaları (İsrail tüm taktik ve stratejik hedeflerine ulaşırken, Arap ve Filistin milliyetçiliğinin ve mücadelesinin sahip olduğunu iddia ettiği tüm ilkelerin harcandığı gereksiz Arap teslimiyetçiliği örnekleri) ile ilgili paha biçilmez malzemeleri kitaba dâhil ediyor. Yirminci yüzyılda ilk kez, sömürge karşıtı bir özgürlük hareketi, sadece kayda değer başarılarını çöpe atmakla kalmamış, henüz bitmemiş bir askeri işgal ile işbirliği yapacağına dair bir anlaşma da yapmıştır. Böyle üzücü bir duruma şahit olmak kesinlikle tek sesli, tek renkli bir eylem değildir. Foucault’nun “yorulmak bilmez araştırmacılık” dediği kavramı gerektirir: alternatif kaynakları taramak, gömülmüş belgeleri gün yüzüne çıkartmak, unutulmuş (ya da terk edilmiş) tarihçeleri hayata döndürmek, dramatik olanı ve isyancıyı tanımayı, kişinin nadir bulduğu konuşma fırsatlarından mümkün olan en büyük değeri türetmeyi gerektirir. Chomsky gibi ne korumak zorunda olduğu bir makamı, ne de ele geçirip savunmak zorunda olduğu bir alanı olan bir entelektüel, son derece huzursuzluk verici bir insandır. Aydınların böylesi açıklamalarının onlara yüksek yerlerde arkadaşlar ya da resmi ödüller kazandırmayacağı da kesin bir gerçektir. Yalnız bir duruştur, ancak yine de dünyanın durumuna sürüyle beraber hoşgörü göstermekten daima daha iyidir. Edward W. Said, New York, Ocak 1999
15
Sunuş Bir süredir, yapacağım konuşmaları çok uzun süre önceden organize etme eğilimindeyim. Kimi zaman seneler sonra yapacağım bir konuşmanın başlığı isteniyor. Bu durumlarda her zaman kullanabileceğim bir başlık olduğunu fark ettim: “Orta Doğu’daki Güncel Kriz.” O kadar zaman sonra krizin ne olacağını tam olarak tahmin etmek mümkün olmasa da, bir kriz olacağını oldukça emin şekilde söyleyebiliriz. Bölgenin temel sorunları çözülmeye çalışılmadığı sürece de durum böyle olmaya devam edecek. Dahası, Başkan Eisenhower’ın, “dünyanın stratejik anlamda en önemli bölgesi” dediği yerdeki krizler son derece ciddi olacaktır. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki ilk yıllarda ABD Monroe Doktrini’ni Orta Doğu’ya yaymış, sadık bir sömürge olduğu varsayılan (ve 1956’da olduğu gibi kontrolden çıkmaya başladığında hemen cezalandırılan) İngiltere’den kaynaklanabilecek itirazların önüne geçmiştir. Bölgenin stratejik öneminin temelinde devasa petrol kaynakları ile bunların denetimine sahip olmanın getirdiği küresel gücün yanı sıra, bu kaynaklardan Anglo-Amerikan yöneticilerin cebine akan ve ülkelerinin ekonomisi için kritik öneme sahip muazzam kârlar vardır. Bu akıl almaz servetin bölge halkından önce Batı’ya akmasını sağlamak gerekmiştir. Huzursuzluğa ve düzensizliğe sebep olmaya devam edecek temel sorunlardan biri budur. Bir diğeri, ABD’nin bölge kaynaklarına ve servetine hükmetmeyi hedefleyen ana stratejisi ile yakın ilişkili olan İsrail-Arap çatışması ve bundan doğan tüm diğer sorunlardır. Yıllarca, asıl sorunun Rusya’da 1917’deki Bolşevik Devrimi’nden beri neredeyse tüm politikaların gerekçesi olarak otomatik şekil-
16
de ortaya atılan “Sovyet müdahalesi ve yayılmacılığı” olduğu iddia edilmişti. Bu kavram ortadan kalktıktan sonra, Beyaz Saray (Mart 1990’da) geçmiş yıllarda Orta Doğu’daki “çıkarlarımıza yönelik tehditlerin Kremlin’e atfedilemeyeceğini” sessizce kabul etmiştir. Doktrin sistemi yeni gereksinimlere hâlâ tam olarak uyumlanamamıştır. Beyaz Saray, devasa yıllık askeri bütçe talepleri ile ilgili olarak Kongre’ye, “Gelecekte, çıkarlar[ımız]a yönelik Sovyet-dışı tehditlerin daha fazla dikkat çekeceğini tahmin ediyoruz” demiştir. Gerçekte ise, “çıkarlarımıza yönelik tehditler” hem Orta Doğu’da hem de başka yerlerde, her zaman için yerel milliyetçilik olmuştur ve bu olgunun altı kimi zaman dâhili belgelerde, kimi zaman ise halka açık şekilde çizilmiştir.1 Birkaç yıl sonra oluşacak krize dair “en kötü senaryo” tahminlerinden biri, ABD ile İran arasında çıkabilecek, çok olası olmamakla beraber, imkânsız da olmayan bir savaştır. İsrail, İran’ın karşılaştığı en ciddi askeri tehdit olduğunu bilmekte, bu yüzleşmenin gerçekleşmesi için çok çaba sarf etmektedir. Şimdilik ABD, İran ile ilişkilerinde biraz daha farklı bir oyun oynuyor; dolayısıyla olası bir savaş ve savaşın gerekliliği buradaki medyada ve fikir dergilerinde ön plandaki bir konu değil.2 ABD elbette ki İran’ın gücünden endişe duyuyor. ABD’nin Irakİran savaşının son aşamalarında Irak’a, sonucu etkileyecek şekilde aktif destek vermeye başlamış olmasının sebeplerinden biri, ayrıca Washington’ın Saddam Hüseyin 1990 Ağustos’unda ABD’nin bölgedeki planlarına müdahale edene kadar Hüseyin’e etkin şekilde kur yapmaya devam etmesinin sebebi budur. ABD’nin İran’ın gücüne dair endişeleri, Saddam’ın güney Irak’ta Mart 1991’de, yani çatışma biter bitmez gerçekleştirdiği Şii katliamını destekleme kararına da yansımıştır. Bu desteğin nedenlerinden daha önemsiz olanı, bir Şii devleti olan İran’ın Irak Şiilerini etkilemesi korkusuydu. Daha genel bir sebep ise, başarılı bir halk devriminin ‘istikrar’ için oluşturabileceği tehditti: Bu cümle, “ABD’nin bölge halklarını kontrol etmekte kullandığı diktatörlüklerin altını oyacak demokratikleşme eğilimlerine ilham kaynağı olması olasılığı” şeklinde tercüme edilebilir.
17
Washington’ın eski dostuna desteğinin pek de üstü örtülü olmadığını hatırlayalım. Şii nüfusa yönelik katliam Fırtına Norman’ın çelikten bakışları altında sürerken, ABD askeri komutası isyancı Irak subaylarının ele geçirilmiş Irak askeri donanımına erişimine engel bile olmuştu. Benzer endişeler, Saddam ilgisini Kuzey’deki Kürt isyanını ezmeye çevirdiğinde de ortaya çıkmıştı. İsrail’de Genelkurmay Başkanı’ndan siyasi analistlere ve Knesset üyelerine kadar çok geniş bir siyasi yelpazedeki tüm yorumcular Saddam’ın zulmüne açık destek vermiştir. Bu desteğin gerekçesi olarak, bağımsız bir Kürdistan devletinin İsrail’e yönelik ciddi bir tehdit oluşturacak Suriye-Kürt-İran bölgesel bağlantısını kuracak olması sunulmuştur. Gelecekte ABD kayıtları halka açıldığında, Beyaz Saray’ın da benzer düşüncelere sahip olduğunu ve bu sebepten dolayı, medya güney Şiilerinden çok farklı resmettiği Kürtlerin (Şiiler gözle görülür şekilde Ari ırktan olup çok daha fazla sorun yaşasalar da, sadece ‘pis Araplar’dı) çektikleri acıları göstererek, halkın Washington’a baskı yapmasına yol açana kadar, Kürt direnişinin ezilmesini önlemek amacıyla yapılan göstermelik hareketlerin bile geciktirildiğini keşfedebiliriz. Parantez içinde, ABD-İngiltere’nin Kürtlere yönelik endişesinin doğasını sadece desteğin zamanlamasında ve Irak Kürtlerine yönelik alaycı yaklaşımlarında değil, Türkiye’nin tam da Körfez krizi esnasında Kürt nüfusa yönelik kitlesel zulmüne verdikleri tepkilerinde de açıkça görebileceğimizi belirtebiliriz. Bunlar, Türk meslektaşını “barışın koruyucusu”, “tüm dünyada medeni değerler adına” Saddam Hüseyin’e karşı çıkanları “bir araya toplayan bir insan” diyerek yücelten Başkan’ın desteklenmesi gerektiği için, ana akım medyada çok nadir yer buluyordu. Ama Avrupa bu kadar disiplinli değildi. Bu yüzden Londra Financial Times gazetesinde, “Türkiye’nin Batı’daki müttefiklerinin, Batı Irak’taki Kürtlere destek sunarken, Ankara’nın kendi Kürt azınlığını sert bir şekilde ezmesine neden göz yumduklarını kendi halklarına açıklamaktan pek de hoşlanmadıklarını” okuyabiliriz. Bu, çok da ciddi bir halkla ilişkiler sorunu değil. “Diplomatlar bugün Kürtlerin Kürtlerle savaşmasının [1992 sonbaharında] Batı’nın Kürt davasına bakışını diğer tüm etkenlerden daha fazla değiştirdiğini belirtmektedir.”
18
Kısacası, rahat bir nefes alabiliriz: alaycılık zafere ulaşmıştır. Batı güçleri, “barışın koruyucusu”nun Kürtleri şiddetle bastırmasına göz yummaya devam ederken, (şimdiki) düşmanın yaptıkları karşısında timsah gözyaşları dökmeye devam edebilecektir.3 İsrail’in ABD ile İran’ı ve genel olarak ‘kökten İslamcılığı’ karşı karşıya getirmeye çalışma sebeplerini anlamak kolaydır. İsrail ordusu, İran’ın gücüne karşı çıkmak için nükleer silahlar kullanmak dışında yapabileceği pek bir şey olmadığını bilmektedir ve ABD’nin yürüttüğü ‘barış süreci’nin (beklenen) çöküşünün ardından Suriyeİran ekseninin ciddi bir tehdit haline geleceğinden endişelenmektedir. ABD ise aksine, İran’daki “ılımlı” (yani ABD yanlısı) öğelerle uzun vadeli bir uzlaşma, Şah dönemindekine benzer bir düzene dönüş ister gibi görünmektedir. Bu eğilimlerin zaman içinde nasıl gelişeceği pek açık değildir. ‘Kökten İslamcılık’ ile ilgili propaganda kampanyası da -ABD kültürünün kökten dincilik konusunda İran ile yarışabileceği gerçeğini bir kenara koysak bile- kendi komedi öğelerini içermektedir. Dünyadaki en aşırı kökten İslamcı devlet, ABD’nin sadık müttefiki Suudi Arabistan’dır; ya da daha açık konuşmak gerekirse, İngiliz sömürgeciliği terimlerini kullanabilir, “ABD’nin arkasına gizlenerek Arap yarımadasını etkin şekilde kontrol ettiği ‘Arap maskesini’ sağlayan aile diktatörlüğü” diyebiliriz. Batı’nın buradaki kökten İslamcılık ile bir sıkıntısı yoktur. Son yıllarda dünyada görülen en fanatik kökten İslamcı gruplardan biri, Gulbuddin Hekmatyar tarafından yönetilmekteydi. Bu şahıs CIA’in favorilerinden biri, Afgan isyancılara gönderilen (resmi rakamlarla) 3.3 milyar dolarlık ABD yardımının birincil alıcısı (ki yaklaşık aynı miktar da Suudi Arabistan’dan gelmiştir), iktidar yolunda ateş aça aça ilerlerken Kabil’i bombalayarak binlerce insanı öldüren, yüz binlerce insanı (tüm Batı konsoloslukları dâhil olmak üzere) şehirden süren kişiydi. Pol Pot’un Phnom Penh’i boşaltmasına benzese de tam olarak aynısı sayılmaz; zira ABD bağımlısı o operasyonda çok daha fazla kan dökmüştü. Benzer şekilde, İsrail’in 1982’de Lübnan’ı kısmen ABD-İsrail’in işgal altındaki bölgelerin yavaş yavaş İsrail’e entegre edilmesini he-
19
defleyen stratejisini, ısrarla barışçıl diplomatik uzlaşma çağrısı yaparak zora sokan FKÖ’nün laik milliyetçiliğini yok etmek amacıyla işgal ettiği, İsrail’de pek de gizli bir bilgi değildir. Bunun sonuçlarından biri, İran tarafından desteklenen kökten dinci bir grup olan ve İsrail’i Lübnan’ın büyük kısmından dışarı süren Hizbullah’ın ortaya çıkması olmuştur. Benzer sebeplerle, İsrail işgal altındaki bölgelerde uzlaşmacı FKÖ’ye rakip olarak başka kökten dinci grupları desteklemişti. Hamas’ın İsrail ordusuna yönelik saldırıları kontrol altına alması gittikçe zorlaşmış, sonuçlar Lübnan’dakilere benzemiştir. Bu örnekler istihbarat çalışmalarının çetelerle değil de geniş nüfuslarla başa çıkmaları gerektiğinde ne kadar başarılı olduklarını gösterir. Temel mantık, Siyonizm’in ilk günlerine dayanır: Uyum gösterilmesi gerekecek olgular belirlenene kadar siyasi uzlaşmadan kaçınmak. Bu hedefe ulaşılmasının önündeki en büyük engel, Filistinli ılımlılardır. Özetle, kökten İslamcılık, sadece “kontrol dışı” olduğunda düşmandır. Bu durumda, ‘kökten milliyetçilik’ ya da ‘ultra milliyetçilik’ kategorisine ya da daha genel olarak dindar ya da laik, sağ ya da sol, askeri ya da sivil, bir şekilde ‘bağımsızlık’ kategorisine girer; Orta Amerika’da “fakirler için ayrıcalıklı muamele”yi savunan papazlar bu duruma yakın tarihli bir örnektir. Tarihsel anlamda türünün tek örneği olan ABD-İsrail ittifakı, İsrail’in “stratejik bir varlık” olduğu, Körfez’deki Arap maskesinin ve aile diktatörlüklerinin diğer bölgesel koruyucuları ile gizli ittifak halinde ABD’nin bölgedeki hedeflerini gerçekleştirdiği, ayrıca başka bölgelerde de hizmetlerde bulunduğu algısına dayanır. İsrail’in geleceğini gerçek bir Sparta, yani düşmanlarıyla daima savaş halinde olup ABD’nin keyfine göre hayatta kalabilen bir ülke olarak görenler doğal olarak bu ilişkinin devam etmesini ister; görünüşe göre organize olmuş Amerikan Yahudi cemaatinin büyük kısmı da buna dâhildir ve bu durum İsrailli ılımlıları uzun süredir çileden çıkartmaktadır. Doktrin, İsrail askeri istihbaratının eski başkanı ve işgal altındaki bölgeler askeri yönetiminin yüksek rütbeli bir subayı olan General (emekli) Shlomo Gazit tarafından açıklanmıştır. SSCB’nin çöküşünün ardından, diye yazar,
20
İsrail’in ana görevi hiç değişikliğe uğramamıştır ve hâlâ kritik öneme sahiptir. Arap Müslüman Orta Doğu’nun tam ortasındaki konumu dolayısıyla İsrail’in kaderi, çevresindeki tüm ülkelerde istikrarın sadık koruyucusu olmaktır. [Rolü], mevcut rejimleri korumaktır: radikalleşme süreçlerini önlemek ya da durdurmak ve kökten dinci aşırılıkların yayılmasını engellemek.4
Buna şunları da ekleyebiliriz: ABD’nin halktan gelen itirazlar ya da diğer maliyetler dolayısıyla kendi başına üstlenmediği pis işleri gerçekleştirmek. Bu düşüncenin karanlık bir mantığı vardır. Kayda değer olan, bu düşünceyi savunmanın “İsrail’e destek” olarak görülmesidir. Biraz tercüme ile Gazit’in analizi makul görülebilir. ‘İstikrar’ın belli hükmetme ve denetim şekillerinin korunması ve kaynaklar ile kârlara kolay erişim sağlanması anlamına geldiğini anlamalıyız. “Kökten dinci aşırılık” tümcesi ise, belirtildiği üzere, ‘istikrar’ı tehdit eden belli bir “kökten milliyetçilik” türünün şifreli adıdır. Oldukça dengesiz bir bölgede sürekli değişen sadakatlere rağmen, İsrail’in ABD’nin stratejik bir varlığı olarak konumu, öngörülebilir gelecekte değişmeyecek gibidir. Hamisi ABD’ninki gibi, İsrail’in de gelişmiş ekonomisi yoğun şekilde devasa kamu sektörünün yaratıcılığına ve finansmanına dayanır. İki ülke, büyük çoğunluğu askerî kökenli ve askerî projeler olmak üzere ortak araştırma ve geliştirme projeleriyle bağlıdır ve İsrail, ABD’nin petrol üreten bölgeleri hedefleyen devasa müdahale güçleri için üs ve depo hizmetleri sağlamaktadır. Aslında ABD askerî ve ekonomik çıkarlarının bir uzantısı olsa da, İsrail tam anlamıyla denetim altında değildir -bağımlı devletler genellikle, bu durum efendilerini üzse de, kendi yollarını çizerler. Karşıtlıklar, en azından karşıt görüşler, ABD politikasında da olduğu gibi bol miktarda görülür. İsrail Hava Kuvvetleri, ABD’nin yakıt ikmaline ihtiyaç duymadan İran’a saldırıp geri dönebilen gelişmiş 15-E jetleriyle Türkiye’nin doğusundan açıkça İran’ı hedefleyen manevralar gerçekleştirmektedir. Diğer yandan, İsrail basınındaki manşetlere göre, “İsrail ve İran 1994 yılından beri doğrudan ticari ilişkiler içindedir.” ABD’nin aksine, İsrail İran’ı resmi şekilde düşman devlet olarak listelememektedir
21
ve şu an küçük de olsa büyümekte olan ticaretin önünde resmi bir engel yoktur.5 İsrail, Kennedy yıllarından beri yaptığı gibi, ABD kalkanı altında kitle imha silahları geliştirmeye ve konuşlandırmaya devam ediyor. Son derece bilgili askeri analist Uzi Mahanaimi’nin raporunda, “Dün askeri kaynakların açıkladığına göre, İsrail saldırı uçakları Tel Aviv yakınlarındaki çok gizli bir enstitüde üretilen kimyasal ve biyolojik silahları taşıyacak şekilde donatılmıştır” diye geçer. ABD F-16 jetlerini uçuran ekipler, “saldırı emrini aldıktan sonra dakikalar içinde aktif kimyasal ya da biyolojik silahları takabilecek şekilde” eğitiliyor. Silahların üretim yeri, Amsterdam’da düşen, yerdeki birçok insanın ölümüne yol açan ve sinir gazı bileşenleri taşıdığı anlaşılan bir El Al uçağının varış noktası olduğu Hollandalı yetkililer tarafından doğrulandığında, “istenmeyen düzeyde ilgi çeken”, Tel Aviv yakınlarındaki Nes Ziona şehri civarındaki bir biyolojik araştırma enstitüsüydü. İsrail istihbaratında üst düzey konumdaki bir biyoloğa göre, “Bu enstitüde imal edilmeyen, bilinen ya da bilinmeyen tek bir kimyasal ya da biyolojik silah çeşidi yoktur.” İngiliz Foreign Report’a göre, Nes Ziona savunmaya ve korumaya yönelik cihazlar üzerinde değil, yalnızca biyolojik saldırı silahları üzerinde çalışır. Raporun devamına göre cihazlar Mossad ajanlarının Ürdün’de Khaled Mishal’ı öldürmeyi amaçlayan ancak başarısız olan suikast girişimlerinde hâlihazırda kullanılmıştı.6 İsrail, burada da, hamisinin adımlarını takip etmektedir. II. Dünya Savaşı’nın ardından ABD, Japon faşistlerinin korkunç biyolojik savaş operasyonlarını personeliyle beraber devralmış ve bunları savaş suçları davalarına karşı korumuş, bu A sınıfı savaş suçlularına karşı Rusların açtığı savaş suçu davalarını, “Komünist tarzı, şov amaçlı davalar” diyerek alaya almıştır. ABD’nin programları ele geçirmiş olduğu, 1980 yılında Bulletin of Concerned Asian Scholars dergisinde ifşa edilene kadar reddedilmişti. Japon Mengelelerin başarıları, ABD’nin biyolojik savaş becerilerinin temeli haline gelmişti - ABD’nin 1950’lerden bu yana resmi duruşunun, silahları “ahlâki ve ahlâk dışı” olarak ayırmanın aldatıcı olduğu ve “kitle imha silahları kavramının” bir önemi yokmuş gibi
22
göründüğü yönünde olmasının, nükleer bombalar dışındaki diğer bir sebebi de budur. 1949 yılında, Genelkurmay Başkanlığı’nın savaş planları arasında biyolojik savaş bulunuyordu. Kısa süre sonra, planlar arasına nükleer silahlarla beraber bir “ilk kullanım” seçeneği eklenmiş, bu duruş 1956’daki Ulusal Güvenlik Konseyi tarafından resmileştirilmiş, biyolojik savaşı yasaklayan 1972 tarihli anlaşmaya kadar da yürürlükte kalmıştı. Yakın geçmişte açıklanan Çin ve ABD arşivleri, bu silahların Kuzey Kore ve Çin’deki kullanımıyla ilgili sorulara yol açmıştır. Daha önce (benim tarafımdan da) komünist propagandası olarak görülse de, Çin bunların kullanımını saklayarak düşmana bilgi sağlamaktan kaçınmış gibi görünmektedir.7 Bu gelişmelerin gerçekleştiği uluslararası çerçeve, tehlike ve belirsizlikle doluydu. ABD yıllardır İsrail ve Filistinliler hakkındaki politikaları açısından yalıtılmış durumdaydı ve talep ettiği programı yalnızca Körfez Savaşı zaferinden beri (çok geniş bir uluslararası konsensüsün itirazlarına rağmen) uygulamaya koyabilmiştir. ABD günümüzde, neredeyse tüm dünyanın uluslararası sisteme yeniden dâhil etmek istediği İran ile ilgili politikaları konusunda oldukça yalnızdır. Irak konusunda, ABD ve İngiltere geçmişte sahip oldukları kısıtlı desteğin büyük kısmını kaybetmiştir. Günümüzde askeri eylemlerini, BM Güvenlik Konseyi’ni ve bölgesel görüşleri giderek daha da pişkin bir tavırla umursamayarak sürdürüyorlar. Savunma Bakanı William Cohen, ABD’nin Mart 1989’da Irak’a karşı başlattığı cezalandırma amaçlı saldırı politikasını açıklamak üzere, “Suudi Arabistan ve beş diğer dostane Basra Körfezi ülkesini ziyaret ettiğinde, halkın desteğini kazanmış olmadı.” Üst düzey bir Suudi yetkilisi: “Herhangi bir devletin işleri kendi eline almasına ve bombalamayı bir diplomasi aracı olarak kullanmasına itiraz ediyoruz” demişti. Suudi Arabistan, orada bulunan ABD savaş uçaklarının Irak’a karşı operasyonlara katılmasını tutarlı şekilde reddetmişti.8 ABD, bölge hükümetlerinin komşu bir Arap ülkesindeki sivil toplumun vahşice yok edilmesine karşı büyüyen kamu muhalefetini -ki bu muhalefet başka yerlerde de büyüyordu- bastırmaya yetecek kadar despot olduklarını umuyordu.
23
Bu gelişmelerle ilgili endişeler, ABD ve bağımlısı İngiltere, 1997 yılında Irak’ın bombalanması için zemini hazırlarken ciddiye binmiş olmalıydı. Dış İşleri Bakanı Madeleine Albright Suudi Arabistan’a gitmiş, ancak oldukça soğuk karşılanmıştı. Tamamen aksi şekilde, “Tahran’da hâlâ çok önemli bir kişi olan” İran başkanı Rafsancani, 10 günlük seyahati 2 Mart’ta sona ererken “Suudi Arabistan’da hasta durumdaki Kral Fahd’ın huzuruna kabul edilmiş” ve bu gelişme Dış İşleri Bakanı Prens Suud tarafından “ilişkileri iyileştirmek adına doğru yönde atılmış bir adım” olarak nitelenmişti. Ayrıca, “Orta Doğu’daki en büyük dengesizlik öğesinin ve bölgenin tüm diğer sorunlarının sebebinin” İsrail’in Filistinlilere karşı politikaları ile ABD’nin bunlara verdiği destek olduğunu da yeniden belirtmişti. Bu politikalar Suudi Arabistan’ın çok korktuğu halk gücünü harekete geçirebilir, ayrıca bugün ABD/İsrail “Büyük Kudüs” programının el koyduğu Doğu Kudüs’teki Kubbetü’s-Sahra da dâhil olmak üzere İslam’ın kutsal mekânlarının “koruyucusu” olma konusundaki meşruiyetini zayıflatabilirdi. Kısa süre öncesinde Arap devletleri, Katar’da yapılan ve Clinton ile İsrail Başbakanı Şimon Peres’in birlikte geliştirdikleri “Yeni Orta Doğu” projesini ilerletme amacını taşıyan, ABD sponsorluğundaki ekonomik zirveyi boykot etmişti. Bunun yerine Aralık 1997’de, Irak’ın dahi dâhil olduğu Tahran’daki İslam konferansına katılmışlardı.9 Giderek daha çok göz önüne çıkan Türk-İsrail ittifakı, bölgenin diğer ülkeleri tarafından hoş karşılanmamaktadır ve Körfez petrol üreticileri, Mısır ve Suriye de dâhil olmak üzere bu ülkelerin, İran’ın ABD kontrolünden daha bağımsız bir bölgesel sistem geliştirme yönündeki girişimlerini dikkate aldıklarına dair işaretler vardır. Bu, ABD’li planlayıcıların, özellikle de çok da uzak olmayan gelecekte mevcut petrol bolluğunun azalması ve Orta Doğu’nun küresel petrol üretimindeki payının önemli ölçüde artması olasılıklarının yüksek olması dolayısıyla kolayca sineye çekebilecekleri bir girişim değildir. ABD’nin İsrail-Filistin ihtilafına yönelik planlaması, bölgenin arka planındaki olası gelişmelerin böyle olduğu göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. İsrail’in iç ekonomisi ve toplumsal yapısı, hamisi ve veznedarı-
24
nınkine benzemeye başlamıştır: Eşitsizlik artmakta ve sosyal destek sistemleri çökmekte, diğer yandan genel bir toplumsal birlik hali gelişmektedir. Önemli dâhili sorunlardan biri eğitim ve sosyal yardım programlarına ağır yük bindiren, ancak ekonomiye pek katkıda bulunmayan, büyük ve daha da büyüyen aşırı dinci (“Haredi”) bir nüfusu desteklemenin -ekonomik, toplumsal ve kültürel- maliyetidir. 1997’de yapılan bir çalışmada, Boston Üniversitesi ve İbrani Üniversitesi’nden ekonomistler, İsrail’de erkeklerin iş gücüne katılımının Batı Avrupa ve ABD’den daha düşük olduğunu ve “Aşırı Ortodoks katılımsızlık... kalıcı olduğu ve geometrik oranda arttığı için” daha da düştüğünü göstermiştir. Bu eğilimler sürerse, bu nüfus, “İsrail’in sosyal yardım sistemini acze düşürecek ve geniş aşırı ortodoks nüfuslara sahip belediyeleri iflas ettirecektir.” Ortodoksların çalışmayı reddetmesi İsrail’e özel bir durumdur. Başka hiçbir yerde görülmez ve tarihte de günümüz İsrail’indekine benzer hiçbir örnek yoktur. Ekonomistler, dinci nüfusun 17 yılda bir ikiye katlandığı göz önüne alınırsa, “ekonomik iflasın çok yakın” olduğu sonucuna varıyorlar. Ancak Knesset finans komitesinin başkanlığını yapan aşırı ortodoks Haham, her şeyin kontrol altında olduğunu, çünkü “bu ülkenin mucizelerle yaşadığını” düşünmektedir.10 Laik ve dinci nüfus arasındaki çatışmalar giderek daha ciddi hale gelmekte, sınıfsal ve etnik ayrılıklarla daha da büyümektedir. Filistinlilerin ve aşırı dinci Yahudilerin nüfus artışları hızlanmakta, laik ve ayrıcalıklı kesimlerinki ise, Avrupa’da olduğu gibi azalmaktadır. Birçok İsrailli, ufukta görünen “iç savaşın”, sürmesi beklenen tehlikeli uluslararası ihtilaflardan daha korkunç olduğunu düşünmektedir. ABD’de olduğu gibi, İsrail siyasi sistemi, birbirinden pek farkı olmayan dar bir ortanın-sağı yelpazesine sıkışmaktadır ve geleneksel partiler (Likud, İşçi) göründüğü kadarıyla, çökmektedir. Siyasi yorumcu Yosef Harif ’in gözlemine göre, şimdiki liderleri olan Benjamin Netanyahu ve Ehud Barak’ın elinde “iki özdeş harita” vardır: “Siyasi bakış açısıyla baktığımızda, bugün Netanyahu ve Barak arasında hiçbir fark yoktur”; aslında durum, siyasi blokların farklı tabanlarından kaynaklanan tarz ayrılıkları haricinde eskiden de çok farklı değildi. Netanyahu’nun planı “Allon Artı”, yani İşçi
25
Partisi’nin, işgal altındaki bölgelerde arzulanan yerlerin ve kaynakların etkin denetimini İsrail’e veren Allon Planı’nın güçlendirilmiş halidir. Barak’ın “alternatifi” ise, “genişletilmiş Allon Planı” olarak adlandırdığı ve yaklaşık olarak aynı anlama gelen plandır. Barak, “yerleşimleri boşaltmamamız” ya da “Hebron’daki Yahudi yerleşimini terk etmememiz” gerektiğini öne sürer ve “Filistin Devleti’ni kabul etmemizin bize yasaklanmış olduğunu” söyler. “İnsan Barak’ın fikirlerini dinlerken Netanyahu’nun sesini duyuyor” diye belirtiyor bir muhabir, Kutsal Kitap’taki metni biraz değiştirerek. Kayıtlarını değerlendiren ve sol adına konuşan Avi Shavit: “Dökülen kanlarla ilgili başbakan koltuğunu kendisinden önce işgal eden iki barış hamisinden, İzak Rabin ve Şimon Peres’ten (solun hayali fantezileri doğrultusunda “Mesih olarak kutsanmış”tı) çok daha az sorumluluk sahibi olmasına ve insan haklarına çok daha az zarar vermiş olmasına rağmen, Benjamin Netanyahu’dan neden bu kadar nefret ediyoruz” diye sormuştur.11 Filistinlilerle ilgili olarak, ABD ve İsrail 1970’lerin başından, Körfez Savaşı ABD’ye “barış süreci” ile ilgili kendi yorumunu oluşturma serbestisi sağlayana dek uluslararası yalnızlık içinde uyguladıkları aşırı retçi programlarını uygulamaya devam etmektedir: tek taraflı denetimi korumak, Filistinlilerin haklarını reddetmek ve Güney Afrika’nın anavatan politikalarının bir türevini, Güney Afrika’nın Bantulara sağladığı avantajlar olmaksızın uygulamak. Bu adımlar aşağıdaki metinde ve hikâyeyi 1983’ten günümüze taşıyan bölümlerde ele alınmaktadır. Bu yazının yazıldığı günlerde (Mart 1999), “barış süreci”nin en son aşaması, Beyaz Saray’da 23 Ekim 1998’de imzalanan ve İsrail Kabinesi tarafından 11 Kasım’da onaylanan Wye Bildirisi’dir. Kabine bunu kabul ederek, “Hükümetin Güney Filistin (Judea), Samiriye ve Gazze bölgelerindeki toplulukları güçlendirme ve geliştirme politikasını, çok yıllık bir plan çerçevesinde” tüm bölgelerdeki Yahudiler için “güvenlik yolları” ve İsrail’in “ulusal çıkarlarının” korunması da dâhil olacak şekilde sürdüreceğini beyan etmiştir. Bunlar, “güvenlik bölgeleri, Kudüs çevresindeki bölgeler, Yahudi yerleşimi bölgeleri, altyapılar, su kaynakları, askeri konumlar ile güvenlik konumları, kuzey-güney ve doğu-batı ulaşım arterlerinin çevresinde-
26
ki bölgeler ve Yahudi halkının tarihi alanları” olarak belirlenmiştir. Uzlaşmanın hemen ardından yerleşimciler İsrail Dış İşleri Bakanı Ariel Şaron’un Batı Şeria’dan mümkün olduğunca fazla toprak ‘kapma’ çağrısını dinlemiş, Batı Şeria’da 12’den fazla yeni yerleşim kurmuştur. Ocak 1999’da, tam bir karikatür olmayan herhangi bir uzlaşmada ilk boşaltılacak yerler olan izole yerleşimler dâhil olmak üzere, “toprak kapma” hızlanıyordu. Standart uygulamalar izleniyordu ve bunların arasında Filistinlilerin evlerini “Yahudi arkeolojik kalıntılarını aramak” ve “doğa koruma alanları” kurmak adı altında yıkıp, yerlerine Yahudi evleri inşa etmek de vardı. Özellikle önemli bir konu, Kudüs çevresindeki (Kudüs’ün kendisi, yani kültürel, toplumsal ve ekonomik varlıklarının merkezi bir yana) bölgeden ve güneydeki bölgeden Filistinlilere kalacak bölgeleri küçültmeye yönelik Bush-Clinton-Rabin-Peres programları doğrultusunda inşa edilen, Kudüs’ün kuzeyindeki Wye-sonrası Gviat Ze’ev Blok projesidir.12 BM Genel Kurulu, İsrail’i işgal altındaki bölgelere yerleşim kurulmasını yasaklayan Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’na uymaya davet eden bir karar çıkartmıştır. Bu karar 115’e karşı 2 oyla -her zamanki iki- kabul edilmiştir. 13 Wye Anlaşması bölgesel düzenlemeleri yüzeysel şekillerde değiştirir -ki bunları belirlemek kolay değildir. Zira Filistin yönetimine devredilecek toprakları gösteren bir harita içermeyen ilk ‘yeniden yerleştirme’ uzlaşmasıdır.14 Ancak bu uzlaşmanın (en azından İsrail nüfusu dağınık ve yalıtılmış topluluklarda huzur içinde çürüyebileceği anlamsız toprakları terk edecek kadar aklıselim sahibiyse), Rabin’in Oslo görüşmelerindeki hedefi olan 50-50 paylaşıma benzer bir şeye doğru atılan bir adım olduğu varsayılır. Bildirinin en önemli ve yenilikçi yönü, ABD-İsrail programının hedeflerine ulaşmak adına devlet terörünün uygulanması için yaptığı, pek de gizlenmemiş çağrıdır. Bu uluslararası anlaşmalar alanında büyük bir yeniliktir. Bildiri, şaşırtıcı bir işkence ve terör geçmişi olan Filistin güvenlik güçlerinin, İsraillilerin güvenliğini sağlamak için çalışmaları gerektiğinin altını çizer. Bu güçler tutuklamalar yapar, göstermelik duruşmalar ortaya koyar, silahları toplar ve uzlaşmala-
27
ra karşı tahrikleri “suç haline getirirken”, CIA gözetiminde olacaktı. “Teröre (İsraillilere yönelik teröre) karşı sıfır tolerans” ilkesiyle çalışmaları gerekiyordu -ki bu kavram, OA’nın geçmişine aşina herkesin anlayacağı şekilde, geniş anlamıyla ele alınıyordu. Bildiri, “yukarıdakiler saklı kalmak üzere, Filistin Polisi, bu bildiriyi uluslararası olarak kabul edilmiş insan hakları normlarına ve yasa hükümlerine uygun şekilde uygulayacaktır” diyen bir cümle içermektedir. Ancak karşılıklılık yoktur: Filistinlilerin güvenliği bir konu değildir ve hatta alıntılanan anlamsız ve utanç verici cümle, yalnızca taramak için bile fazla iyi belgelenmiş olan vahşi terör, işkence, temel yasa ve insan hakları ihlalleri geçmişine rağmen İsrail için geçerli değildir. Bunların arasında Oslo’dan bu yana birçoğu Uluslararası Af Örgütü’ne (UAÖ) göre ‘yasa dışı’ olan ve öldürülen İsrailli sayısını büyük ölçüde aşan (ancak oranın aşırı olduğu geçmişe göre daha düşük bir oranda) yüzlerce Filistinli cinayeti vardır. UAÖ’ye göre ayrıca “Filistinlilerin yasa dışı şekilde öldürülmelerine karşı neredeyse tam bir duyarsızlık sürmektedir”. Evlerin yıkımı, Kudüs’ten ve diğer bölgelerden sürülme, yargısız hapis, mahkûmlara sistematik işkence, vs. konularına hiç girmiyoruz. Bunların tümü, İsrailli kurumlar da dâhil olmak üzere, önemli insan hakları kurumları tarafından iyice belgelenmiştir ancak retçi programın son aşamasını planlayanlar için bir anlamları yoktur. Clinton-Gore yönetiminin, Filistin güvenlik güçleri tarafından uzlaşmalar karşısındaki muhalefeti bastırmak ve İsraillilerin güvenliğini sağlamak için kullanılan sert ve yasa dışı önlemleri övmesi de daha az çarpıcı değildir.15 Uluslararası Af Örgütü, Wye Bildirisi’nin Oslo’da imzalanmasından bu yana geçen dönemdeki insan hakları ihlallerini değerlendiren bir rapor yayınlamıştır.16 UAÖ, her yıl rutin şekilde 1600 Filistinlinin İsrail askerî güçleri tarafından tutuklandığını ve bunların yarısının “sistematik işkence” gördüklerini tahmin ediyor. UAÖ ayrıca, diğer büyük insan hakları örgütlerinin de düzenli şekilde belirttiği gibi, yalnızca İsrail’in “işkence kullanımını pratikte yasallaştırdığını” (Yargıtay onayıyla); İsrail’in kendi algıladığı güvenlik ihtiyaçları doğrultusunda “tüm uluslararası davranış kurallarının
28
yıkılabileceği” görüşünün benimsendiğini belirtmiştir. UAÖ, iki Filistinlinin “barış sürecine muhalefeti teşvik” suçuyla idam edilmesi de dâhil olmak üzere benzer uygulamaların Filistin Yönetimi tarafından da gerçekleştirildiğini bildirmiştir. Bu tür suiistimaller gerçekleştiren Devlet Güvenlik Mahkemelerine, Arafat’ın “İsrail’in güvenlik kaygılarına bağlılığının” bir göstergesi olarak, ABD Dış İşleri Bakanlığı tarafından Başkan Yardımcısı Al Gore’un da desteğiyle arka çıkılmıştır. Clinton’ın iki partinin Wye Bildirisi üzerinde uzlaşmalarını sağlayabilmesi, her zamanki hayranlıkla alkışlanmıştır. “Kritik Kurtarma Görevi” dolayısıyla takdirlerini sunan New York Times manşetine göre Clinton, kendisinin “Vazgeçilmez Adam” olduğunu kanıtlamıştır. Clinton, Wye Bildirisi’nin şartlarında ısrarcı davranarak, “ahlâki üstünlüğü elden bırakmamıştır.” “Değişmez gerçekliklere uyum sağlanmasını tavsiye” etmiştir -“değişmez,” çünkü ABD gücü tarafından talep edilmektedir. Clinton bu ahlâki başarısını, “moral verici, Amerikan iyimserliğini yansıtan bir konuşma” ile taçlandırırken, “bazı İsraillilerin ve bazı Filistinlilerin diplomatik saflık olduğuna inandıkları, göklere çıkarılan ABD idealizmini sağlama bağlayan şey, yeni, kocaman bir Amerikan para kesesi vaadiydi.” Yine de, idealizm ve ahlâki üstünlük, görüşmelere parıldayan bir ışık tutuyordu.17 Bazı vaka örnekleri, ABD politikalarının gerçekliğini gözler önüne sermektedir. Bir vahşet olayı gerçekleştiğinde, sorumlu kim olursa olsun Filistinlilere sıkı bir sokağa çıkma yasağı uygulanır. Bunun çarpıcı bir örneği, bir camide dua eden 29 Arap’ın, sağcı Amerikalı dinci yerleşimci Baruch Goldstein tarafından Şubat 1994’te katledilmesidir. Olayın hemen ardından Filistinlilere sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, birçok Filistinli daha öldürülmüştü. Goldstein’ın yerleştiği Kiryat Arba banliyösünü ziyaret edenler, kendisi adına dikilen tapınağa giderek, mezar taşındaki yazılara göre “elleri temiz, kalbi saf ” şekilde ölen “şehit” için dua edebilir. Sayılamayacak kadar çok sokağa çıkma yasağından bir diğeri de Eylül 1998’de uygulanmıştı. Hebron’da bir gün önce doğmuş bir bebek, üç aylık bir diğeri ise annesinin kollarında, her ikisi de hastane yolundayken, İsrail askerleri Yahudi yerleşimcilerin
29
dini olarak uyulması gereken yedi günlük yas dönemini rahatsız edilmeden geçirebilmeleri için kurulmuş güvenlik engellerinden geçmelerine izin vermedikleri için ölmüştü. Ordu sözcüsü, askerlerin “bir yargı hatası” yaptıklarını beyan edince, konu kapanmıştır.18 Birkaç gün sonra, İsrail askeri yetkilileri tarafından suçlama olmaksızın hapsedilme rekorunu elinde tutan Osama Barham, beş yıllık idari gözaltının sonuna ulaşmış, tutukluluk süresi herhangi bir mahkeme kararı olmadan ordu tarafından uzatılmıştır. Laik bir gazeteci olan Barham’ın İslami Cihad üyesi olduğundan, hiçbir delil -ya da müfettişlerin dile getirdiği bir endişe- olmaksızın şüphelenilmekteydi. Barham kendisini İsrail’in Lübnan’da işlettiği işkence odası El Kiyam’a gönderilmediği için şanslı sayabilir. El Kiyam İsrail’in BM’nin Mart 1978’de oy birliğiyle aldığı kararı ihlal ederek işgal ettiği “güvenlik bölgesinde” kurduğu paralı asker ordusu tarafından idare edilmektedir; BM Kararı, İsrail’in bölgeden hemen ve koşulsuz olarak çekilmesini emretse de, ABD’nin göz yumması kararı muğlaklaştırmıştır. El Kiyam’dan dokuz aylık sessizliğin ardından ilk haberler, 12 yıl boyunca düzenli olarak işkence gördüğünü bildirerek 1982’den bu yana elde edilen bol miktardaki delili doğrulayan Hassan tarafından getirilmiştir. Hassan da, İsrail mahkemelerinin izniyle Lübnan’dan kaçırılıp, İsrail hapishanelerinde gelecekteki pazarlıklarda kullanılmak üzere rehin tutulan 71 Lübnanlı mahkûma oranla şanslı kabul edilebilir. 19 İsrail’in Lübnan’daki askeri operasyonları hâlâ sürmektedir. Diğer yandan işgal güçleri, giderek daha deneyimli hale gelen Hizbullah direnişinin (ABD’de ve bazen İsrail’de ‘terör’ olarak anılır) daha başarılı saldırılarına maruz kalmaktadır. İsrail askeri operasyonları, “güvenlik bölgesi” ile sınırlı değildir. Şubat 1999’da, bölgenin kuzeyinde operasyonlar gerçekleştiren elit bir komuta birimine dâhil üç İsrail subayı Hizbullah pususunda öldürülmüştü. İsrail, misilleme olarak, geçmişte de düzenli olarak yaptığı gibi, Lübnan’ın sivil hedeflerine saldıracağını belirtmişti. İsrail’in 1982’de Lübnan’ın işgalini sonlandırmasından bu yana, Lübnanlı yetkililere ve uluslararası yardım kuruluşlarına göre 900 İsrail askerinin yanında, 25.000 Lübnanlı ve Filistinli öldürülmüştür.20
30
Retçi programı uluslararası alanda neredeyse tamamen yalnız başına dayatabilmiş olmak, kendi başına etkileyici bir başarıdır. Ancak ABD gücü, bazı açılardan daha da dramatik kabul edilebilecek bir ideolojik zafer kazanmıştır. Bugünün, retçi “barış süreci”, birkaç yıl önce (1971’e kadar ABD’nin de dâhil olduğu tüm dünyada yorumlandığı şekliyle BM 242 sayılı Kasım 1967 tarihli anlaşması uyarınca) Filistinlilerin haklarının tanınması ve İsrail’in işgal altındaki bölgelerden çekilmesi çağrısı yapanlar tarafından bile dünya çapında adil yerleşimin ana çerçevesi olarak benimsenmiştir. Şimdiye kadar ABD ve İsrail liderleri Filistinlilerin haklarını sağlamak için, Güney Afrika’daki Apartheid rejimin savunucularının 35 yıl önce Siyahlar adına yaptıkları kadarını bile yapmamıştır. Güney Afrika’daki çözüm, istenmeyen nüfusun ihtiyaç halinde ucuz iş gücü olarak kullanılabilecekleri “Siyah eyaletler” içine hapsedilmeleriydi. ABD ve İsrail’in, Güney Afrika tarzı, daha aşamalı bir duruş benimseyerek kazanç elde edebileceklerini fark etmelerini bekleyebiliriz. Böyle olursa, Filistin yerleşim bölgelerini bir “eyalet” olarak adlandırmak ve hatta (Güney Afrika’nın yaptığı gibi) bir miktar sanayi gelişimine izin vermek konusunda anlaşabilirler. Böylece ABD -ve İsrail- merkezli üreticiler, zengin Filistinlilerle birlikte, ucuz ve baskılarla yıldırılmış, kolay sömürülebilir iş gücünü sömürebilir. Filistin Devleti için çağrılar yapıldığı duyulsa da bunlara yakından bakmak öğreticidir. Ana akım söylemlerin aşırı Filistin yanlısı ucundaki Anthony Lewis, Netanyahu’ya yönelik standart eleştirilere katılırken, Netanyahu’yu, “katıksız entelektüel dürüstlüğüyle” Oslo anlaşmalarını imzalamaya gönüllü “duygusuz yaşlı asker” İzak Rabin ile kıyaslamıştır. Ancak, Rabin’in aksine Netanyahu, “Filistinlilere sürdürülebilir -küçük, silahsız, fakir, İsrail tahakkümünde olsa da kendilerine ait- bir devlet veren tüm çözümlere karşı çıkıyordu.” “İşin özü,” aziz Rabin ile kötü Netanyahu arasındaki kritik fark budur. Ve Netanyahu’nun inatçılığı yüzünden “Oslo ölmektedir.”21 Aslında Rabin ve halefi Şimon Peres görevdeyken herhangi bir Filistin Devleti fikrini şiddetle reddetmiş, Netanyahu hükümeti konuyla ilgili daha kararsız davranmıştı (aşağıya bakınız). Ancak,
31
şüphesiz ki Rabin eninde sonunda Filistinlilere “küçük, silahsız, fakir, İsrail tahakkümünde olsa da kendilerine ait” bir devlet bahşedecekti. Netanyahu’nun da bunu kabul edeceğinden şüphe etmek için, Bilgi Bakanı’nın da söylediği gibi, bir gerekçe kalmamıştır. Benzer şekilde, Arap ve İslam dünyasındaki en aşırı fanatikler dışındaki herkes de Yahudilere “küçük, silahsız, fakir, Filistin tahakkümünde olsa da kendilerine ait” bir devlet bahşetmeyi kabul edecektir. Ayrıca, “konunun özünün” bazı aşırı uçların bu yaklaşımı benimsemekten kaçınması olduğunu bile düşünebilirler. Burada bir düşünce deneyi ortaya çıkıyor. Kendimize, “konunun özünün” az önce verilen terimlerle sunulduğunda tepkinin ne olacağını sorabiliriz. Cevap bize ABD gücünün ideolojik zaferi hakkında çok fazla şey anlatacaktır. Hillary Clinton yakın zamanda New York’tan Senato’ya aday olmakla ilgilendiğini belirtti. “New York’un Filistin Devleti” başlıklı makalesinde New York Times’tan James Dao, Hillary Clinton’ın Filistin Devleti’ni savunurken “devasa bir politik gaf ” yapıp yapmadığını sormuştu. Bir grup genç İsrailli ve Arap dinleyiciye bir yıl önce söylediği şey, “Filistinlilerin şu anda oturdukları bölge ve barış görüşmeleri sonucunda elde edecekleri tüm ek bölgelerin, işlevsel ve modern bir devlete dönüşmesi” gerektiğiydi -elbette “küçük, silahsız, yoksul, İsrail tahakkümünde olsa da kendilerine ait” bir devlet. Beyaz Saray yardımcıları, “Hillary Rodham Clinton’ın Filistin Devleti’nin gerekliliği ile ilgili yorumlarını reddetmiş ve Clinton’ın yalnızca kendi adına konuştuğu hususunda ısrar etmiştir.” Bunun ardından Hillary ciddi eleştirilere maruz kalmış, ancak olası adaylığını açıklarken, bir miktar destek de bulmuştu. Bir siyaset bilimi profesörünün, “Filistin Devleti’ni desteklemek barışçı hippilerin, aşırı solcuların duruşudur” dediği bildirilmiştir. Ancak belki de durum artık böyle değildir. Belki Güney Afrika ırkçılarının 35 yıl önceki duruşunu benimsemek artık o kadar da kolay bir şekilde “barışçı hippilerin, aşırı solcuların duruşu,” olarak aşağılanamamaktadır.22 Haklar ve özgürlükler için mücadele asla bitmez ve bu mücadele de bitmemiştir. Bölgedeki ihtilaflı tarafların tümü son derece ciddi
32
ve olasılıkla ölümcül tehditlerle karşı karşıyadır. Baskın dış gücün, bölgenin sorunları açısından anlamlı bir çözüme, hatta tehlikelerin azaltılmasına giden yolu düzleştirmeye yardımcı olduğu söylenemez. Ancak bu hikâye sona ermemiştir ve çok daha yapıcı ve onurlu bir yol arayan ve bu yolda yürüyen ilgililerin önünde birçok seçenek vardır.
33