Kafka'dan Yana Kafka'ya Karşı Kafka, Pro und Contra Günther Anders İthaki Yayınları - 1184
Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin Yayına Hazırlayan: Selçuk Aylar Kapak Tasarım: Şükrü Karakoç Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: B. Elif Balkın 1. Baskı Şubat 2017, İstanbul ISBN: 978-605-375-639-2 Sertifika No: 11407 © Herdem Belen - Hüseyin Ertürk 2017 © İthaki, 2017 © Verlag C.H.Beck oHG, München 1972 Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Caferağa Mah. Neşe Sok. 1907 Apt. No: 31 Moda, Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
Günther Anders
Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı
Çeviren Herdem Belen - Hüseyin Ertürk
İÇİNDEKİLER Çevirenlerin Önsözü: Günther Anders Üzerine...... 6 Kafka Pro ve Kontra.............................................. 21 I. Öteki Dünya Olarak Bu Dünya.......................... 24 II. Semboller Değil, Metaforlar.............................. 56 III. Medusa............................................................ 69 IV. Utangaç Ateizm................................................ 87 Sonuç................................................................... 116 Notlar.................................................................. 120 Ek Not................................................................. 134
Çevirenlerin Önsözü: Günther Anders Üzerine Çağı, kimseye benzemeyen keskin bir bakış ve sıra dışı üslupla anlatan bir düşünür, neden iyi tanınmaz ve neden önemli yapıtları bazı dillerde yoktur? Çok yanıtlı bir soru. Onu çalışmalarına konu alan ya da yakından tanıyanların yorumuyla, yaşamı boyunca saklanmış bir düşünürdür Anders. Fırsatlardan uzak durmuş, elinin tersini düsturu haline getirmiştir; uyumsuzdur, tavizsizdir, aidiyet duygusu yoktur. Akademiyle birlikte anılmak istemediğini vurgulamıştır. Teknolojinin “Dünyası”nda çoklarının gözünden kaçmış, hatta merak bile etmediği bağıntıları yapıtlarına tema ederken, akademiye yaranmayan, “uzman jargonu”ndan uzak duran, “ne proletaryaya ne entelektüellere, ne feminizme ne barış hareketine, ne doğaya ne Üçüncü Dünya’ya ne de ütopyaya” borçlu olduğunu düşünen, başka deyişle gidecek yeri olmayan birinin yaşam serüveni de ister istemez bir göz ardı edilmeyi içerecektir. Konrad Paul Liessmann’ın bu yüzyılın başında yayınlanan incelemesinde şu satırlara rastlıyoruz: “Çağın sinir uçlarına dokunduğunu varsayarsak, gözlem ve düşünceleri kabul edilir gibi değildi. Anders’in felsefesi her okurun yaşam biçimini radikal tarzda sorgular. O yüzden de bu felsefi bakış, bir süre moda niyetine benimsenebilecek bir kültür eleştirisine indirgenebilecek türde değildir. Emsalsiz bir üslup eşliğinde6
ki düşüncesinin ödünsüzlüğü, sonuçta ne ince yorumlara yer bırakmıştır ne de kültür sayfalarında parsa toplamaya çanak tutacak bir jargon yaratmıştır. Öylelikle de, genelde felsefeye tanınan imtiyazı tahrip eden bir düşünce biçimidir Anders’inki. Yazıları ve politik müdahaleleri, keskin, takmayan, hatta bazen toplumun tüm örgüsüne yönelik, sözünü sakınmayan sataşmalardır. Teknolojik uygarlığın eleştirisi, hakikaten şu sıralar yeni bir üst aşamaya doğru yol alan gelişmenin bağrını hedef almıştır. Sadece çağdaşlarının değil, günümüz okurlarının da keyfini kaçıracak bir yaklaşımla iyimserliğe tepeden bakmıştır Anders. Felsefesi, hangi biçimi alırsa alsın daha iyi bir Dünya vaadinde bulunan hiçbir akımı ve mevkiyi dikkate almaz. Hele teknolojik bir cenneti hiç bilmez. Yaşamını, felsefesini, özellikle de antropolojisini tanımlayan yersiz yurtsuzluk ilkesi, o zamanlar da şimdi de ters gelen şeyler barındırır. Onu belki de modern zamanların kâfiri kılan şey, çağın - en önde gelen karşıtlarının dahi bağlılık hissettiği - şiarını, ilerlemeye olan inancı, geleceğe beslenen umudu aşağılamasıdır. Bu umutsuzluğu, her şeye rağmen kendi kişisel yaşamını da kapsayan ahlaki bir bakışla birleştirmesi, insanlarla ilişkilerinde de tıpkı teorilerle olan ilişkisindeki gibi ödünsüz olması, felsefesini, dahası kendini, çokları için katlanılmaz kılmıştır. İçinde yaşadıkları zamanı gerçekten düşünceye dökmek gibi bir dertleri olan, 20. yüzyılın az sayıdaki düşünürlerinden, belki de en önemlilerinden biriydi Anders. On yıllardır halimizin nice olduğunu bir yerlerde okumak istiyorsak, Günther Anders doğru adrestir. (...) Fenomenolojiyi, Marksizmi, Varoluşçu Ontolojiyi, Alman İdealizminin geleneğini, her şeyden önce Hegel’i ve Kant’ı, dahası sanılanın aksine Georg Simmel’i de önemsemiştir. (...) Yine de kategori dışı olduğu söylenmelidir. Anders için mesele öğreti değil, gerçekliği, yaşam koşullarını, toplumsal gelişmeleri, teknolojik yenilikleri anlamlarıyla 7
kavramaktır. (...) Meslektaşları için değil, tehdit altında olduğunu düşündüğü insanlar için yazmıştır.” (Günther Anders, 2002) “Hiçbir yere ait değildim. Heideggerci olmaktan uzaktım... hiçbir zaman Frankfurt Okulu’nun üyesi olmadım. Aslında dikkate alınmadım. Ne yeterince Marksist olmadığımı düşünen Brecht ne de akademisyenler ciddiye aldı beni; çünkü bir düşünür olarak başkalarının felsefesi üzerine felsefe yapmaya yanaşmıyordum.” (Mathias Greffrath İle Söyleşi, 1979) 1902 (Breslau) - 1992 (Viyana) arası, yüzyılın neredeyse tüm altüst oluşlarına tanıklıkla başa çıkmak zorunda kalmış bir yaşam. İki Dünya Savaşı, Nazi İktidarı, sürgün, Auschwitz, Hiroşima, Cezayir, Vietnam, Soğuk Savaş, Çernobil. Özellikle Kaliforniya’daki fabrika işçiliği yılları ve Hiroşima, savaş sonrasında düşünsel macerasını belirleyen iki temel etmendir. “... Yaşamımın 1914’ten bu yana olan tüm dönemlerinde olup biten her şey o denli önemli ve tüyler ürperticiydi ki insanın kendi derinliklerini merakla kurcalamasına fırsat verecek gibi değildi, hatta bunun cazibesine dönüp bakılmazdı bile. Buna dönük bir iştah bana yabancı kaldı. Hem bu felâket bolluğunda o tür bir uğraşı, yakışıksız olduğu kadar banal de buluyorum.” (Eskiden Aşk, 1986) Doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Breslau’yu (“...tesadüftü doğumumun orada olması. Annem-babam oralı değil Berlinliydi çünkü. Ne yapalım, orası olmuş.”) 50 yıl sonra ziyaret ettiğinde tuttuğu günlüklerde, yaşamının ilk on dört yılını anlatırken, retrospektif bir bakıştan uzak durur, dönemi ve insanları eğip bükmeden anlatır. Kentin yerinde tam anlamıyla yeller esmektedir; çocukluğunun neredeyse tüm sahneleri elinden alınmıştır. Oysa Breslau, “Varlığımı öğrendiğim yer, bir Dünyanın olduğunu ve de bu Dünyanın nasıl göründüğünü... atları ve faytonları ve köprüleri öğrendiğim bir de. 8
Tüm bu saydıklarımdan ilk orada haberdar oldum ve benim için gerçek atlar ve gerçek faytonlar ve gerçek köprüler bugün bile hâlâ sadece Breslau’daki atlar ve faytonlar ve köprülerdir. (...) Sonuçta dilimi, Almanca konuşmayı burada öğrendim. Ve bu dille aramda hayatım boyunca, en azından benim açımdan, neredeyse katı monogamik bir aşk ilişkisi sürdürdüm. Öyle yakın bir ilişkiydi ki bu, Almanya’da olup bitenlere, bize ve başkalarına ve kendilerine, hatta Alman diline yaptıkları karşısındaki öfkemi Almancadan başka bir dilde haykırmam imkânsızdı - herhalde susmayı dahi yalnızca Almanca becerebilirdim - .” (Günlükler, 1966) Üç kardeşin, (Hilde, Günther, Eva) psikolog anne-babanın gözlemlerine konu olmalarından, İlk Çocukluğun Psikolojisi (Clara-William Stern) ortaya çıkacaktır. (William Stern, IQ ve Bireyselcilik [Personalizm] kavramlarının yaratıcısıdır. Literatüre kazandırdığı kavramların suistimal edilmesine, özellikle IQ kavramının Amerikalılarca içinin boşaltılmasına sağlığında tepki göstermiştir). Anders’in neden Stern soyadını bırakıp “başka” bir soyadı aldığı konusundaki çeşitli rivayetlerden biri de, deney amaçlı kullanılmaktan ötürü ebeveynine tepki gösterdiği ve soyadından sıyrılmayı istediği yönündedir. Ancak Anders bu iddiaya karşı çıkmış, hatta İlk Çocukluğun Psikolojisi’nin ellili yıllardaki baskılarından birine yazdığı önsözü Stern-Anders olarak imzalamış ve anne-babalarının kendilerine bakışına saygının yön verdiğini, aradaki sevgi ilişkisinin belirleyici olduğunu belirtmiştir. Ama bu onu daha ilk gençliğinde anne-babası da dahil olmak üzere çevresindeki yetişkinleri hayata, özellikle patlak veren Birinci Dünya Savaşı’na, her yanı saran milliyetçiliğe yeterince eleştirel bakmamakla suçlamaktan alıkoymaz. (Annesi Clara Stern’in günlüğündeki, “kitleye ait olmaktan, kitlelerin arasına karışmaktan korkan bir çocuktu” nitelemesinin içini şöyle doldu9
rur Günther: “Daha çocukken kuşkunun - ki kuşku gerçeklik tutkusunun arka yüzünden başka bir şey değildir - önüne katıp kovalamadığı birinin ağına, yetişkinken de herhangi bir hakikat asla takılmayacaktır. Gözü kapalı güven, kavramayı engeller.”) Aile, 1915 sonunda Hamburg’a taşınır. Günther, savaş sonrası, felsefe ve sanat tarihi okur. Freiburg’da Husserl’in gözde doktora öğrencisidir. (Kendi deyişiyle, tez konusu Husserl’e karşı bir çalışmadır.) Louvre’da rehberlik yaparak hayatını kazandığı Paris ikametinden sonraki durağı, Marburg ve Heidegger’dir. Orada tanıştığı Hannah Arendt’le dört yıl sonra Berlin’de tekrar karşılaştığında evleneceklerdir. (“Bir baloda kendisiyle dans ederken, ‘Aşk, aposteriorik bir şeyi, rastlantı ile karşılaştığın birini yani, kendi yaşamının apriorisine dönüştürmektir,’ sözleriyle kazandım Hannah’ın gönlünü. Yazık ki bu hoş formülün hayat içinde doğrulandığını söyleyemem.”) (Kiraz Savaşları, 2012) Yirmili yaşlarda da “başka” bakışlı bir adamdır Anders. Husserl’in birlikte çalışma teklifini reddederken de, aslında yakından tanımadığı Heidegger’e konuk olduğunda ona önce Voltaire’in “Bağırmanız yetmez, aynı zamanda haksız da olmalısınız,” cümlesini aktarıp sonra “Mırıldanmak yetmez, aynı zamanda söylenenlerin doğru da olması gerekir” (Heidegger’in ders anlatırken hiç kimsenin duyamayacağı şekilde kendi kendine mırıldanıp sonra birden yüksek sesle konuşarak, dersi dinleyenlere, en azından akustik olarak duydukları şeylerin anlaşılıyorsa hakikat de olduğu duygusunu verme alışkanlığına göndermedir bu ve mizah duygusu olmayan Heidegger’i çileden çıkaracaktır) diyerek ipleri koparırken de öyledir. Berlin’de 1928’de Hitler’in Kavgam adlı kitabını okuduktan sonra yakın çevresi için evinde bu temayı ele alacakları bir toplantı düzenler, ancak çağrılanların çoğu gelmez. Brecht’e 10
göre Hitler ciddiye alınmaması gereken “badanacının teki”dir. Adorno ve diğerlerinin de alaylarına maruz kalır. Oysa Anders, “bu bayağı, nefret dolu, tahrikçi, çeyreğin yarısı eğitimli, retorik açıdan sürükleyici, zekice yazıldığı su götürmez” kitabı ciddiye alır: “Bu adam söylediğini düşünüyor. Ve öylesine âmiyane tarzda ifade ediyor ki söyleyeceklerini, âmiyane olanları peşine takacağı gibi âmiyane olmayanları da âmiyaneleştirip etkileyecektir.” 1930-32 arasında, faşizmi anlatan fantastik romanı Molusya Katakombu’nu yazar, ancak roman, Nazilerin iktidara gelmesi yüzünden yayımlanamaz. Yaşamının son yıllarına dek de Viyana’daki müsvedde kartonları arasında unutulmaya yüz tutan metnin serüveni, Anders’in 1933 Martı’nda Almanya’yı terk edip Paris’e kaçmasından önce Brecht’e teslim edilmesiyle başlar. Brecht, dosyayı saklaması için bir kasap tanıdığına emanet eder, o da en emin yer olarak jambon kurutup tütsülediği bacayı görür ve metin, Hannah Arendt’in Anders’in peşinden Paris’e gitmesine dek aylarca orada kalır. Anders, kuzeni Walter Benjamin ve Hannah Arendt, Paris’te bir süre aynı evi paylaşacaklardır. “Walter’le o yıllarda evde sırf felsefe yaptığımızı düşünenler yanılıyorlar. İlk planda antifaşisttik; ikinci olarak antifaşisttik, üçüncüsü antifaşisttik. Artan zamanda da belki felsefe üzerine laflamışızdır.” (Fritz J. Raddatz İle Söyleşi, 1985) Kıt kanaat geçinen bir üçlüdürler. Francalayı, Berlin’deki zuladan gelen ve üzerine jambon kokusu sinmiş romanın müsveddesine sürerek yediklerini aktarır. Sonraki durak New York’tur; ABD sürgününde yaşamının on dört yılı gider. 1937’de Arendt’le yolları ayrılır. Kıtadaki ikametinde de tutunmaya çalışmaz, dik kafalıdır. Horkheimer, Adorno, Brecht, Thomas Mann’la sık görüşüp tartıştığı (yakın arkadaşları, evinde kaldığı Herbert Marcuse ve Arnold 11
Zweig’dır) Kaliforniya yıllarında senaryo denemeleri olur, ancak bu girişimler yapımcı şirketlerin çöp sepetini boylar. (Charlie Chaplin için büyük emek vererek yazdığı senaryo bunlardan biridir: “Felsefe ile Hollywood kafiye oluşturmazmış”.) Geçimini sağlamak için yaptığı işler, özellikle de fabrika işçiliği, ona, 1956’da ilk cildi çıkan başyapıtı İnsanın Eskimişliği için ilk ipuçlarını sunar. (Bu arada New York’ta rahatlıkla sürdürebileceği radyoevindeki işinden, Japonlar hakkında yazılmış bir broşürü Almancaya tercüme etmesi istendiğinde, “Almanya’daki faşistlerden Amerika’daki faşistlerin yazdıklarına alet olmak için kaçmadım,” diyerek istifa etmiştir.) 1944’te tanışıp evlendiği ikinci eşi Elisabeth Freundlich’le 1950’de Avrupa’ya döner ve eşinin büyüdüğü Viyana’ya yerleşir. Gerek sürgün yıllarını gerek savaş sonrası (kimin fail kimin kurban olduğunun bilinmediği) Avrupa’nın ruh halini anlatan günlükleri çoklarınca Alman dilinde ayrı bir yere sahiptir. Ancak Anders o yıllardan itibaren yazınsal ve felsefi çalışmalarını tırpanlamış, anti-nükleer hareketin, savaş karşıtlığının aktif sözcüsü olmuş, masa başından uzaklaşmıştır. “Söz dinlemediği için” ABD vatandaşlığından çıkartılır, hatta ülkeye girişi yasaklanır. İsrail’e karşı tutumu da mesafelidir. (“Ben bir tutam tuz olmayı tercih ederim, Siyonizm ise tercihini bir çuval un olmaktan yana kullanmıştır.”) (Felsefi Stenogramlar, 1965) Hiroşima’da görev alan pilot binbaşı Eatherly ile mektuplaşmaları derlenip yayımlanır ve otuz dile çevrilir. Russell mahkemesinin üyeleri arasındadır. Sonraki yıllardan bir söyleşisinde değinmeden edemez: “Altmışlı yılların ortalarında, biz bu savaşı kazandık bile diyen Vietnamlı aktivistlere kuşkuyla bakmıştım. Savaşın kaderi belli olduğunda ise ne mi düşündüm? Hayatımda bu kadar zevkle haksız çıktığım bir ânı hatırlamıyorum.” (Mathias Greffrath İle Söyleşi, 1979) Kendi deyişiyle “eylem pratiği” başyapıtının ikinci cildini geciktir12
miştir. Planladığı üçüncü cildi yayınlamaya ise ömrü yetmemiştir. Oysa Hiroşima’nın yarattığı dilsizlikten ya da savaş sonrası ilk kitabı Kafka, Pro ve Kontra’nın (Kafka’dan Yana Kafka’ya Karşı) yaratabileceği rehavetten - ki bu arada çeşitli yerlerden gelen “akademik” teklifleri reddetmiştir - sıyrılarak ömrünün sonuna dek işleyeceği temayı sistematize ettiği ya da kendi deyişiyle “aylakçı bir felsefeyle” ortaya koyduğu analizleri kaleme aldığı İnsanın Eskimişliği - İkinci ve Üçüncü Endüstri Devrimleri Çağında İnsan Ruhunun Başkalaşımları ve Yaşamın Tahribatı Üzerine, en Andersçe kavrayış/aktarışlar silsilesidir. “Yıllarca Viyanalı kültür felsefecisi G. A. olarak - bu benim kazınmaz etiketimdi - görüldüm ve değerlendirildim. Oysa hayatım boyunca kendimi, sözü geçen “kültür”le uğraşmak yerine çağımızın bitmek bilmeyen barbarlığıyla çatışmakla sınırladım ve üzücü bulduğum bu temalarımın darlığı olgusunu, bıkıp usanmadan tekrar tekrar ve boşuna vurguladım.” (Dünyasız İnsan adlı yapıtının önsözünden, 1984) “Vicdan ve bilgi asla birbirinden ayrılmaz” diyen bir yazı adamıdır Anders. Ona göre “Napolyon’un 150 yıl önce politika ve Marx’ın 100 yıl önce ekonomi için iddia ettiği anlamda teknik artık yazgımızdır.” Başyapıtının açılışını “Prometheusçu Uçurum ya da Prometheusçu Utanç” teziyle yapar. “Bununla insanın, utandıracak kadar mükemmel kendi icadı aygıtlar karşısındaki mahcubiyetini kastediyorum. (...) Yani ürünlerimize bizzat aktardığımız dönüşüm temposunu kendimizin de yakalayamayışından, ve (“güncellik” denen) geleceğe önden yollanmış ve bizi geride bırakıp gözden kaybolmuş aygıtlara yetişemeyişimizden söz ediyorum. Durmadan yeni şeyler ortaya çıkarmaktan geçen sınırsız Prometheusçu özgürlüğümüz (ve bu özgürlüğe haracımızı ödemenin aralıksız yükümlülüğü) yüzünden - geçici varlıklar oluşumuza bakmadan - kendimizi öyle bir dağıttık ki, artık, planladıklarımızın 13
ve ürettiklerimizin nal toplayıcıları olarak köhnemişliğimizin verdiği vicdan azabıyla yolumuza ağır ağır devam ediyor ya da aygıtlarımızın arasında şaşkın dinozorlar gibi öylesine başıboş sürtüyoruz.” (İnsanın Eskimişliği, Cilt I, 1956) Günther Anders’e göre insanın “ıskartaya çıkması” âlet edevatın yerini makinelerin almasıyla başlar. Eskiden bizler âletleri kullanıyorken şimdi artık “makinelerin avcundayız”dır. Özgürlüğün ve tutsaklığın ögeleri yer değiştirmiştir, “insan değil, nesneler özgürdür.” “Üreten insan, sefaleti ve kendi entrikalarıyla boy ölçüşmedeki aczi arttıkça, elinin altındaki aygıtların ve onların ayaktakımı aygıtların oluşturduğu memur tayfasının sayısını, daha bir dur durak bilmeden, daha bir bıkıp usanmadan, daha bir acz içinde, daha bir paniğe kapılarak çoğaltır.” O yüzden üretim ilişkileriyle (ideolojik) kuramlar arasındaki fark dışında, örneğin “yapmak’la hayal etmek; edim’le hissetmek; bilgi’yle vicdan arasındaki uçurumlar; ve öncelikle de üretilmiş aygıtla (aygıtın “bedenine” göre olmayan) insan bedeni arasındaki uçurum” ele alınmalıdır. (İnsanın Eskimişliği, Cilt I, 1956) Felsefede değişen mönüler olmaz diyenlere inat “görüntünün felsefesi”ne kafa yormuştur. Daha 1956’da, “postyazınsal cehalet diye adlandırdığı şeyle ilintili olarak” küresel görüntü tufanını, “Günümüz insanının, hem de her yerde, reprodüksiyon tekniğinin tüm araçlarıyla, resimli dergiler, filmler, televizyon programlarıyla Dünya resimlerine alık alık bakmaya, yani görünürde tüm Dünya’ya (ya da ona ‘tüm’ görünmesi gereken şeye) katılmaya davet edildiği olgusunu; ve bu davetin ona, Dünya’daki bağlantıları ne kadar az görmesi sağlanırsa, Dünya hakkındaki temel kararların ne kadar uzağında kalırsa o kadar cömertçe yapıldığını; bir Molusya masalındaki gibi ‘gözlerini tıkadıklarını’; daha az söz hakkına sahip oldukça, daha fazla şey gösterildiğini; sistematik bir görüntü 14
seliyle terbiye ederek öğrettikleri ikonomaninin şimdiden dikizciliğin tüm can sıkıcı çizgilerini taşıdığını, bu çizgileri ikonomani kavramıyla dar anlamda ilişkilendirmeye alıştığımızı; görüntülerin, özellikle Dünya’yı sardıklarında sürekli birer aptallaştırma aracı olma tehlikesi arz ettiklerini, çünkü resim olma özellikleriyle metinlerin tersine temelde hiçbir bağıntıyı görünür kılmadıklarını, aksine daima bütünlüğünden koparılmış Dünya paçavralarını ortaya serdiklerini: Yani aslında Dünya’yı göstererek Dünya’yı perdelediklerini...” belirterek açıklar. (İnsanın Eskimişliği, Cilt I, 1956) Anders’e göre çağımızın en önemli sorunlarından biri “düş gücü eksikliğidir”. “Düş gücü günümüzün algı metodudur”. Yazgımızın ipleri “zerrece düş gücü olmayan beş paralık adamların elindedir.” Düş gücü fakirliği postmodern toplumları “toplum olmaktan çıkarmış, seyirciler topluluğuna dönüştürmüştür... Endüstri ülkelerinin insanlarının haber/bilgi tüketicisi olduklarını söylemek dahi köhnemiş bir saptamadır, ne de olsa tüketmek minimum da olsa kendi başına bir aktivite gerektirir. Tüketmekten bile âcizler artık. Tüm bilgiler ve haberler o insanların aklına, kulağına sokuşturulur.” “Algımız bugünkü dünyayı kavramaya yetmediği, yiyebileceğimiz haltların boyutunun muazzamlığı, daha doğrusu garabetliği karşısında miyop kaldığı ve devasa olanı ucubelikten arındırdığı için... içinde bulunduğumuz devasa koşulların gerçeği, öylesine gelişigüzel, yani çıplak gözle ayırt edilemeyeceği için, düş gücüyle rötuş yapmamız gerekir.” (Günlükler, 2006) Evet, bıkıp usanmadan “uyarmış” bir adamdır Anders, oysa Rembrandt ya da Berlioz ya da müzik sosyolojisi üstüne yazmayı ne kadar da istemiştir (yazdıklarının dörtte üçünü yayınlatmaya gerek görmemiştir). Sekseninden sonra yine gözlemlerini aktardığı Kâfirlikler’de kısmen de olsa yer çekiminden ya da Mozart’tan söz edebilmiş olmaktan hoşnuttur. 15
Bu açıdan, Kafka incelemesi, Anders’in aslında vakit bulamadığı çalışma alanında yer alır, her ne kadar yazın serüveninin ilk örneklerinden olmasa da metne bilinen Anders tonu da hâkim değildir. İşin en Anderslik tarafı, daha çoklarınca Kafka’nın adı bile bilinmiyorken, dünyayı Kafka modasına karşı uyarmasıdır. Anders temalı çalışmalarıyla tanınan Gabriele Althaus, “sabit fikirlilik”le nitelenip geçiştirilen, çoğu yerde kendine atıf dahi yapılmayan bu “inatçı moruğun” düşüncelerinin zamanla nasıl el altından hakikatlere dönüştürüldüğünün ve tepe tepe kullanıldığının altını çizer (Nagazaki ve Hiroşima’nın Felsefi Sonuçları, 2002). Aralarında uluslararası üne sahip (Karl Jaspers’ten Jean Baudrillard’a kadar) düşünürlerin de bulunduğu birçok yazar, Anders’in çok daha ayrıntılı, kesin bir dille ifade edip gerekçeleriyle ortaya koyduğu gözlem ve düşüncelerini, kimi zaman bire bir almışlar, hemen hiçbir zaman adını anma gereği duymamışlardır. Anders’in ilk çalışmalarının kendine ışık tuttuğunu dile getiren Sartre istisnalardandır. Bozulan sağlığına rağmen yaşamının son anlarına dek, olan biteni yorumlamaktan geri durmamıştır. Ona son on yılında eşlik eden ve ölümünden sonra bazı yapıtlarını yayına hazırlayan güzel gönüllü Gerhard Oberschlick ve Prof. Liessmann, Irak’ın işgalini, iki Almanya’nın birleşmesini, Sovyet blokunun dağılmasını, ilk andan itibaren dünyanın başına bela olacak gelişmeler olarak nitelediğini aktarırlar. “Söyleyebileceğim, belki de sadece benim söyleyebileceğim şeyleri söyledim aslında. Bu ilerlemiş yaşta, bunca fırtınadan sonra, halimden hoşnut olup sahneden çekilebilirim. Lakin çok zor. Yeryüzünün bu umutsuz vaka denebilecek haline baktıkça...” “...asıl militanca terörizm, savaşa hazırlananların ve bu yönde kendini kullandıranların, bunu mazur gösterenlerin ve susanların yaptığıdır. Bazen yalanın kralını, sustuğun takdirde söylemiş 16
olursun.” “Benim gibi şu sıra işi kitap yazmak olan, ‘üzgünüm, şarkı söyleyerek, mum yakarak, el ele tutuşarak, gömlek çıkararak siyaset yapılamaz’ demiş bir moruğu, ‘çapulcu serseri’ olarak adlandırmalarını mı dert edeceğiz? Neden şiddet, efektif güç odaklarının elinde meşru görülüp razı olunan bir şey de bizlere gelince şiddetle bastırılması gereken bir olgu? 1789’da Bastille’i zaptedenlere, akıllı siyasi muhalefet denen şey el ele tutuşmaktır diye seslenilseydi, kahkahaları yeri göğü çınlatır ve “brave’in kelime anlamının ‘itaatkâr’ değil, tam tersine ‘babayiğit’, ‘gözü pek’, ‘cesaretle karşı koyan’ olduğu”na dair kısa bir açıklama yaparlardı.” (Mathias Greffrath İle Söyleşi, 1979) Bir de kara listesi vardır Anders’in, bazı sözcükleri hiç sevmez (öz, yaşamın anlamı, ebedi, düzen, altyapı, üstyapı vb). Umut kavramını ise hep dışlamıştır. Bir söyleşide “Uğraşınızı sürdürmenizi sağlayan umudu, avuntuyu ve cesareti nereden devşiriyorsunuz?” sorusuna verdiği karşılık: “Cesaret? Olup olmadığından haberim yok. Uğraşlarım için hiç gerekli değil. Avuntu? Bugüne dek ihtiyacım olmadı. Umuda gelince; benim yanıtım belli: Bir kere prensip olarak umudu hiç tanımam. Benim düsturum şudur: İçine sürüklendiğimiz şu berbat durumda katkı ve müdahale için şansın minicik de olsa durmayacaksın, müdahale edeceksin. Kaleme aldığım, demin sizin de değindiğiniz ‘Atom Çağının Emirleri’nin sonunda benim ilkem yer alır. O da şudur: Umutsuzsam bana ne! Değilmişim gibi devam.” (Mathias Greffrath İle Söyleşi, 1979). Mesajı bellidir: “Ne umut edin ne yakarın. Yalnızca eyleyin. Umut eden, meseleyi hep başkalarına ya da hasmına havale eder. Yakarmaksa tapmaktır.” (Molusya Katakombu, 1992). (Michael Köhler ile söyleşisinde, Ernst Bloch’la tartışırlarken umudun ilke olamayacağını, temelsiz bir ruh hali olduğunu savunduğunu anlatır [1983]). Meramını anlattığı paragraflardan birinde her zamanki muzipliğiyledir: “Eleştirinin her iki cephesinin atış menzilin17
deyim. Bir yandan filozof olmayan insanların, öte yandan belli ölçüde artık ‘insan’ yanı kalmamış filozofların ateş hattındayım. Bir taraf sorunları ortaya koyuş tarzımı inandırıcı bulmayarak ateş açıyor, diğer taraf ezoterik çalışmalarıyla oluşturdukları dört dörtlük işlerlik ölçütlerine tekabül etmediğim için. İki cephe arasındayım anlayacağınız ve her iki taraftan da isabet alabilirim. Peki buna şans diyemez miyiz? Yani bu aynı zamanda benim de her iki cephedekileri mıhlayabileceğim anlamına gelmez mi?” (Felsefi Diksiyon ve Popülarizasyon Sorunları Üzerine, 1992)