MARY DOUGLAS lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini Oxford Üniversitesi’nden aldı. Kariyerinin başlangıcında, Uluslararası Afrika Enstitüsü’nün desteğiyle Belçika Kongosu’nda saha çalışması yaptı. Antropoloji alanında doçent, daha sonra sosyal antropoloji alanında profesör oldu. 1977 yılında Amerika’ya gitti ve Russell Sage Vakfı’nda Kültürel Araştırmalar yöneticiliği yaptı. 1981’de Avalon Vakfı Beşeri Bilimler Profesörü olarak Northwestern Üniversitesi’nde görev aldı, Princeton Üniversitesi’nde konuk profesörlük yaptı. 2007 yılında hayatını kaybetti.
Kurumlar Nasıl Düşünür? Mary Douglas Orijinal Adı: How Institutions Think İthaki Yayınları - 1156 Yayın Koordinatörü: Tuğçe Nida Sevin Editör: Selçuk Aylar Yayına Hazırlayan: İlter Coşkun Kapak Tasarımı: Şükrü Karakoç Sayfa Düzeni ve Baskıya Hazırlık: Şükrü Karakoç 1. Baskı, Kasım 2016, İstanbul ISBN: 978-605-375-608-8 Sertifika No: 11407 Türkçe çeviri © Merve Özcaner, 2015 © İthaki, 2016 © 1986, Syracuse University Press Bu eserin tüm hakları Anatolialit Telif Hakları Ajansı aracılığıyla satın alınmıştır. Yayıncının yazılı izni olmaksızın alıntı yapılamaz.
İthakiTM Penguen Kitap-Kaset Bas. Yay. Paz. Tic. Ltd. Şti.’nin yan kuruluşudur. Bahariye Cad. Dr. İhsan Ünlüer Sok. Ersoy Apt. A Blok No: 16/15 Kadıköy - İstanbul Tel: (0216) 348 36 97 Faks: (0216) 449 98 34 editor@ithaki.com.tr – www.ithaki.com.tr – www.ilknokta.com Kapak, İç Baskı: Deniz Ofset Matbaacılık Gümüşsuyu Cad. Topkapı Center, Odin İş Merkezi No: 403/2 Topkapı-İstanbul Tel: (0212) 613 30 06 - Faks: (0212) 613 51 97 Sertifika No: 29652
MARY DOUGLAS
Kurumlar Nasıl Düşünür? Çeviren: Merve Özcaner
.
İçindekiler
Önsöz................................................................................... 7 Yazarın Önsözü ................................................................... 9 Giriş ................................................................................... 13 1. Kurumların Kendi Zihinleri Olamaz.............................. 24 2. Ölçeğin Küçüklüğü Hesaba Katılmadığında.................. 38 3. Örtük Gruplar Nasıl Hayatta Kalır? .............................. 51 4. Kurumlar Analoji Üzerine Kurulur ................................ 69 5. Kurumlar Özdeşlik Kazandırır ....................................... 81 6. Kurumlar Hatırlar ve Unutur ......................................... 98 7. Kurumsal Bir Unutma Vakası ...................................... 115 8. Sınıflandırmayı Kurumlar Yapar ..................................129 9. Kurumlar Ölüm Kalım Kararları Alır .......................... 159 Kaynakça ..........................................................................179
.
Giriş
İş birliği ve dayanışma hakkında yazmak, aynı zamanda ret ve güvensizlik hakkında yazmak anlamına gelir. Dayanışma, bireylerin daha büyük grup adına acı çekmeye hazır olmalarıyla ve grubun diğer üyelerinden aynı şeyi kendileri için yapmalarını beklemeleriyle ilişkilidir. Bu sorular hakkında serinkanlılıkla konuşmak zordur. Sadakat ve kutsallık gibi çok kişisel duygulara dokunurlar. Kendisine güvenilmiş ve fedakarlık talep etmiş veya fedakarlık gösterilmiş biri, toplumsal bağın gücünü bilir. İster otoriteye duyulan bir bağlılık, ister tiranlığa duyulan bir nefret, isterse uç noktalar arasında bir şey olsun, toplumsal bağın kendisi sorgulanamayacak bir şey olarak görülür. Onu gün ışığına çıkarıp sorgulama girişimleri direnişle karşılanır. Ancak toplumsal bağın irdelenmesi gerekir. Herkes etrafındaki güven duygusunun niteliğinden doğrudan etkilenir. Bazen safça bir metanet, liderlerin halkın ihtiyaçlarını görmezden gelmesine yol açar. Bazen güven kısa vadeli ve kırılgandır, kolaylıkla yerini paniğe bırakır. Bazense güvensizlik öyle derindir ki iş birliği imkânsız olur. Güncel bir örnek, bu soyut meselelerin anlaşılmasına yardımcı olacak. Nükleer tıp alanında, karşılıklı güven ve iş birliğinin fevkalade bir kaydı mevcuttur. Bilim adamları bir13
birlerinin savlarını kontrol etmek için geçerli yollara sahiptir. Kendi yöntemlerine inanırlar ve bir doktor ile hastanın birbirine güvenmesi gibi onlar da kendi sonuçlarına güvenirler. Eğer dayanışmanın sağlamlığı yalnızca başarıların gücüyle ölçülebilirse, burada esaslı bir örneğimiz var demektir. Rosalyn Yalow bir süre önce, mesleki hayatını geçirdiği alt disiplinin tarihiyle ilgili bir rapor hazırladı (1985). Alanındaki çalışmaların yakında durdurulacağına yönelik işaretler, bu raporu hazırlamasına ilham kaynağı olmuştu. Söz konusu alan, nükleer radyasyonun zararlı etkilerinden duyulan korku yüzünden ağır bir saldırı altında. Bilim adamlarının lehte söyleyebileceği hiçbir şey bu güvensizliği gideremez. Rosalyn Yalow, çeşitli hastalıkları incelemek için radyoaktif izleyiciler kullanan bir Radyoizotop Birimi kurmak amacıyla, 1940’larda, Bronx’taki Veterans Administration Hastanesi’ne girdi. O zamandan beri Birim’in etkileyici başarıları oldu. Önce, doktorlar tiroidin fizyolojisini incelemek ve bu hastalığı tedavi etmek için radyoiyodin kullandı. Aynı zamanda vücutta dolaşım halinde olan kan miktarını ölçmek için de radyoiyodine başvurdular. Bu, kandaki serum proteinlerinin bileşim ve bozulma oranlarını hesaplamak için deneysel yöntemler geliştirmelerine olanak sağladı. Söz konusu yöntemlerin vücuttaki insülin devir hızına uygulanması, o güne kadar diyabetle ilgili bilinenlerin büyük ölçüde gözden geçirilmesine yol açtı. Çalışmalar, tiroit ve diyabet tedavisinde başarılı sonuçlar verdikten sonra radyoimmün test (RIA) ilkesini ortaya çıkardı. Bu bir fizyolojik süreçleri görüntüleme yöntemidir. Önce hastalara bir miktar radyoizotop verilir, ardından bunların vücuttaki davranışları takip edilir. RIA’in tıbbın her dalında sayısız uygulaması vardır. Ülke genelinde, yeni doğan bebeklerin tiroit bezi yetmezliğini tespit etmek için kullanılıyor. Tiroit bezi yetmezliği Ame14
rika Birleşik Devletleri’nde, her 4000 doğumdan 1’inde ve Himalayalar’ın güneyinde, “guatr kuşağı” denilen bölgede ise her 100 doğumdan 4’ünde görülen, klinik yöntemlerle tespit edilemeyecek bir rahatsızlıktır. Doğumdan kısa süre sonra tedavi edilmezse dönüşü olmayan zihinsel geriliğe yol açar. Kötü huylu kanserin tespit ve kontrol edilmesinden kalp hastalığına kadar, RIA’in kullanım alanlarının sınırı yok gibidir. Ancak tıpta kaydedilen bu etkileyici gelişmelerin yanında, milyonlarca insan düşük dozda, yüz binlercesiyse orta şiddette radyasyona maruz kaldı. Yüksek dozlara aniden maruz kalmanın kısa zamanda ölümcül olabileceğini, düşük dozlara sürekli maruz kalmanınsa kötü huylu tümörlere ve erken ölüme neden olabileceğini gösteren kanıtlar toplandı. RIA’in tıbbi uygulamalarına karşı bir tehdit oluşturan mevcut eleştiriler bu tehlikeleri göz önünde bulunduruyor. Düşük dozun ölçüsü nedir? Uzun veya kısa süreli maruz kalma nedir? Yaşanan korku haklı bir korku mudur? Rosalyn Yalow’un raporu bu gibi sorulara cevap vermek için hazırlandı. Konu oldukça teknik. Atalarımız, insanlığın başlangıcından beri gerek toprak ve yiyeceklerin doğal radyoaktivitesinden, gerekse dünya dışı kozmik ışınlardan kaynaklanan radyasyona maruz kalmıştır. Bunlar bölgeden bölgeye çeşitlilik gösteren doğal radyasyon miktarını oluşturur. Ortalama olarak, tıbbi radyasyona maruz kalmak, doğal radyasyon miktarına bir o kadar daha eklemek anlamına gelir. Bunun sağlığa zararlı olup olmadığını anlamak için, dünyada doğal radyasyon seviyesinin özellikle yüksek olduğu bölgelerde, radyasyona maruz kalanlarda daha yüksek kanser oranları görülüp görülmediğini belirlemek amacıyla bir araştırma yürütmek kolaydır. Amerika Birleşik Devletleri’nde, yedi 15
eyaletin doğal radyasyon oranı geri kalanlardan daha yüksektir; ancak bu bölgelerdeki kansere yakalanma oranı ülke genelindeki ortalamanın altındadır. Yüksek rakım radyasyona daha fazla maruz kalma anlamına gelir ancak ABD’de, rakım ile lösemi ve lenfoma arasında tam tersi bir ilişki görülmüştür. Çin’de yapılan titiz bir araştırmada, benzer hayat tarzları ve genetik yapıları olan 150.000 Han köylüsü incelendi. Bunların yarısı, öteki yarısından neredeyse üç kat daha fazla radyasyona maruz kaldıkları bir radyoaktif toprak bölgesinde yaşıyordu. Bu çalışma, radyasyonun sağlık üzerindeki birçok muhtemel etkisini gösterdi fakat iki bölgede yaşayanlar arasında herhangi bir fark tespit edemedi. Yani bu ve bunun gibi çalışmalar, doğal radyasyon oranının üç hatta on katına maruz kalmanın sağlığı olumsuz yönde etkilemediği sonucuna işaret ediyor. Bu kitap, Yalow’un “radyasyon fobisi” olarak adlandırdığı şeyin doğru veya yanlış olmasıyla ilgili değil; ama verdiğimiz örnek gelecek sayfalarda ele alınan birçok başka meseleyi aydınlatma niteliğine sahip. Nükleer tıpla uğraşan bilim adamları ile halkın bir kesimi arasında yaşanan amansız anlaşmazlık, iki tarafın da diğerinin ne söylediğini duyamadığı seçici bir sağırlığı ortaya koymakta. Sonraki bölümler, mantıksal açıklamalar yoluyla değişip dönüşme konusundaki yetersizliğin, kurumların sınıflandırma ve tanıma süreçlerimiz üzerindeki etkisinden ileri geldiğine değinecek. Nükleer tıpçılar hastalarının hayatlarını şansa bırakmadıklarını ve nüfusun geri kalanını tehlikeye atmadıklarını söylüyor. Nükleer tıp karşıtları bunu inkâr etmekteler çünkü bütün ilaçların risk taşıdığını biliyorlar. Bu olguyu bir kenara atmak dürüstçe bir davranış olmazdı. Zira tıbbi bilgi ve beceri asla yeterli olamaz. Herhangi bir tehlikenin var olmadığı iddiasını reddeden nükleer tıp karşıtlarının bir kısmı, kurtulmuş olan 16
hastalarla tehlikeye atılan bütün nüfus arasındaki hasıla ve maliyet dengesine yoğunlaşır: Başkalarının iyiliği için kimin kurban edileceğine karar vermeye kimsenin hakkı yoktur. Cevap olarak, nükleer tıp karşıtlarının tam da böyle bir kararı kendilerine mal ettiği iddia edilir; çünkü onlar sağlıklı bireylerin haklarını, yeni teşhis ve tedavi yöntemleriyle kurtulabilecek olan kanser kurbanlarının, diyabetlilerin, tiroit ve kalp hastalarının, zihinsel özürlü olma eşiğindeki yeni doğmuş bebeklerin haklarının üstünde tutarlar. Stratejik karşılık, feda edilecekler arasında seçim yapma hakkını reddetmektir: Bu da alternatif tıbbın ve iyi beslenmenin, eşit şans tanındığı takdirde, nükleer tıp kadar yaşama şansımızı arttırdığı konusunda ısrar etmeyi ihtiva eder. Nükleer tıpçılar ve nükleer tıp karşıtları arasında yaşanan bu tartışma, dayanışmanın lehine ve aleyhine olmak üzere süregelen tartışmaların tipik bir örneğidir. Dayanışma ancak bir kurban içermediği zaman bir şey ifade eder. Son bölümde benzer seçimler yeniden ele alınacak. Daha önceki bölümlerdeyse, okuyucunun hazırlanması için, bilginin ve ahlâki standartların ortak bir zemini olduğu savında yorulmaksızın ısrar edilecek. Ulaşılan sonuç, kriz durumundaki bireylerin ölüm kalım meselesi niteliğindeki kararları tek başlarına almadığı olacak. Kimin kurtulacağı ve kimin öleceği kurumlar tarafından kararlaştırılmaktadır. Daha da güçlü bir şekilde ifade etmek gerekirse, bireysel muhakeme bu tür sorunları çözemez. Bir cevap, karar verme aşamasında zaten bireylerin zihinlerinde olan kurumsal düşünceyi sürdürdüğü takdirde doğru sayılacaktır. Kurgusal bir örnek teşkil eden The Case of the Speluncean Explorers (Mağara Kâşifleri Davası), tam da filozofların, birinin hayatı için başka birisi kurban edilmeli mi edilmemeli mi sorusuna verdikleri farklı cevapları göstermek üzere ta17
sarlanmıştır (Fuller, 1949). Hikâye gelecekte, 4300 yılında, Newgarth adlı bir yerin Yüce Divanı’nda geçer. Dört adam, alt mahkeme tarafından cinayetten suçlu bulunmuş ve davaları temyiz ile Yüce Divan’a getirilmiştir. Baş yargıç hikâyelerini özetler. Speluncean Topluluğu’nun beş üyesi derin bir mağarayı keşfetmek için yola çıkar; bir kayanın düşmesi sonucu, var olan tek giriş tamamen tıkanır; kalabalık bir kurtarma ekibi kayanın içinden tünel kazmaya başlar, ancak iş ağır ve tehlikelidir. Kurtarma girişiminde on işçi ölür. Mahsur kalmalarının yirminci günü telsiz iletişimi sağlanır ve adamlar kurtarılmalarının ne kadar süreceğini sorar. En az on gün daha gerekli olduğu belirtilir. Ardından yiyecek istihkaklarının yeterliliği konusunda tıbbi danışma talebinde bulunurlar ve ellerindekilerle on gün daha hayatta kalmayı umut edemeyeceklerini öğrenirler. Sonra, içlerinden birini yerlerse yaşamayı umut edip edemeyeceklerini sorarlar ve yaşayabileceklerine dair gönülsüz bir cevap alırlar; ancak hiç kimse -papaz, doktor ya da filozof- ne yapılması gerektiği konusunda tavsiye vermeye yanaşmaz. Bundan sonra telsiz bağlantısı kesilir. Enkaz altında kalmalarının otuz ikinci gününde tıkanmış giriş açılır ve dört adam dışarı çıkar. İçlerinden birisinin, Roger Whetmore’un, gruptaki birini yeme çözümüyle geldiğini ve yanında bulunan zarı çıkartıp, seçimin zar atılarak yapılmasını önerdiğini söylerler. Diğerleri de sonunda bu konuda hemfikir olmuştur; fakat onlar planı uygulamaya koymak üzereyken, Roger Whetmore bir hafta daha beklemeyi tercih ettiğini söyleyerek çekilir. Buna rağmen diğerleri devam eder ve onun adına da zar atarlar, neticede kurban olarak seçilen o olur; onu öldürüp yerler. Başyargıç, jürinin onları haklı bir şekilde suçlu bulduğunu ifade ederek tartışmayı başlatır. Yasaya göre olgular açıktır; adamlar taammüden bir başkasının canını almıştır. 18
Başyargıç, Yüce Divan’ın suçlamayı onamasını ve mahkeme başkanından merhamet dilemesini önerir. Bunu diğer dört hakimin beyanları takip eder. İlki, bu adamları cinayetten suçlu bulmanın adaletsizlik olacağını söyleyip, cezada hafifleştirme istemek yerine beraat önerir. Bu önerisi iki ayrı ilkeye dayanmaktadır. Mağaradakiler bir kaya kütlesinin arkasında kalmış olmakla, coğrafi açıdan yasanın gücünün kapsama alanı dışındaydılar; yabancı bir ülkede, ıssız bir adada da olabilirlerdi. Çaresiz koşullar altında, ahlâki ve yasal olarak doğal durumlarına geri dönmüşlerdi; tâbi oldukları tek anlaşma ve sözleşme kendi aralarında yaptıklarıydı. Onları kurtarmak için on işçinin hayatı feda edildiğinden, davalıları cinayetten mahkûm etmek isteyenler, işçileri öldürdükleri gerekçesiyle kurtarma birimini de dava etmeye hazır olmalıydı. Hakim son olarak, yazılı yasa ile yasanın amacına yönelik yorumlanması arasındaki farka değinir. Açlıktan ölme noktasına gelen, nefsi müdafaa ile hareket etmiş oldukları söylenebilecek bu adamları mahkûm etmek, cinayeti tanımlayan yasanın amacının en ufak bir parçası bile değildir. Bir sonraki hakim bu sava şiddetle karşı çıkarak, “Neye dayanarak kendimizi bir ‘Doğa Mahkemesi’ne dönüştürüyoruz?” diye sorar ve karardan çekilir. Üçüncü hakim de sanıkların, arkadaşlarını kasıtlı olarak öldürdüğü, bütün delillerin bu yönde olduğu iddiasında ısrar ederek birinci hakimin fikrine katılmadığını belirtir. Fakat başyargıcın ceza hafifletme önerisini de doğru bulmaz. Yargının yasayı tekrar düzenlemesi veya hükümetin diğer organlarına karışması uygun değildir. Son hakim ise kanıtlara veya yasaya herhangi bir gönderme yapmadan, “İnsan kâğıt üzerindeki kelimelerle veya soyut teorilerle değil, öteki insanlar tarafından yönetilir,” di19
yerek sanıkların masum olduğu sonucuna ulaşır: Söz konusu davada kamuoyu yoklaması halkın %90’ının merhametten yana olduğunu göstermiştir. Buna rağmen o, başyargıcın önerisini desteklemez; çünkü karar mahkeme başkanına bırakılırsa onun affı reddedeceğini, ceza hafifletme önerisi Yüce Divan’dan geldiği takdirde de, bu teklife hiç yanaşmayacağını bilmektedir. Bu yüzden af için hiçbir tavsiyede bulunmayıp sanıkların beraat etmesinden yana olduğunu dile getirir. Sadece başyargıç ceza hafifletme taraftarıdır. İki hakim beraati önerir; ikisi suçlamayı onar; bir tanesi çekilir. Yüce Divan eşit şekilde bölündüğünden, alt mahkemenin suçluluk hükmü onanır, adamlar suçlu bulunup asılarak ölüme mahkûm edilir. Lon Fuller bu olayı kurgularken, Perikles çağından hikâyenin yazıldığı döneme kadarki standart hukuki görüşleri sunmuştur. Hakimlerden ikisi sanıklara karşı güçlü bir sempati beslemekte ve farklı sebeplerle de olsa, hükümlülüklerinin geri alınmasını önermektedir. İlk hakimin (bilgili meslektaşlarından birinin yakındığı gibi) yazılı kanunları hiç umursamadığı açık bir şekilde görülüyor. O, sadece bireyler arasındaki bir anlaşmayla sınırlanan “doğal durum” fikrinin çekiciliğine kapılmıştır. Kendini o mağarada anlaşmaya girerken ve her şeyi kaybetmek ya da kazanmak üzere kumar oynarken tahayyül edebiliyormuş gibi, dokunaklı bir biçimde konuşmakta. Liberal görüşleri, risk alma eğiliminin ve müzakereci kişiliğin değer kazanacağı bir toplum yapısına uygun. Bir mukavele fikri ona o kadar yakın ki kurbanın bu anlaşmadan çekildiği gerçeğini dahi görmezden geliyor ve hatta nefsi müdafaa savını sunarken, bir başka hakikati, kurbanın sanıklar için hayati bir tehdit oluşturmadığı hakikatini de gözden kaçırıyor. Öteki hakimler onunla anlaş20