İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İzmir Büyükşehir Belediyesi adına İmtiyaz Sahibi Aziz KOCAOĞLU Sorumlu Müdür Ayşegül SABUKTAY AKTAŞ Yayın Koordinatörü Şervan ALPŞEN Yayına Hazırlayan Sarp KESKİNER Redaksiyon Hale ERYILMAZ İçerik Editörleri Elfin YÜKSEKTEPE BENGİSU - Borga KANTÜRK - Cenker EKEMEN, Onur KOCAER - Zeynep GÖNEN - Ebru ATİLLA SAĞAY Gökçe SÜVARİ - Hale ERYILMAZ - Sarp KESKİNER İçerik Asistanları Nursaç SARGON Ayşegül KAYCI Hatice ÖZGİDEN Grafik Tasarım ve Uygulama Emre DUYGU Katkıda Bulunanlar Uğur Şahin UMMAN, Dilek KURT, Ertekin AKPINAR, Efthymios MACHAIRAS, Serkan ÇOLAK/Mahzen Photos, Fatih Doğan KALEM, İzmir Akdeniz Akademisi Kültür Sanat Danışma Kurulu Toplantıları, Pla+forum ve İzmirKültür İletişim Toplantıları katılımcıları. Yönetim Yeri İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ Mehmet Ali Akman Mah. Mithatpaşa Cad. No: 1087 PK: 35290, Konak, İZMİR Tel: +90 (232) 293 46 12 Faks: +90 (232) 293 46 10 kultursanat@izmeda.org www.izmeda.org Sertifika No: 22595 Basım Yeri MEDİFORM AMBALAJ MATBAA SAN.TİC.LTD.ŞTİ. 1188/1 sk. No:1 / B Sarnıç, Gaziemir, İZMİR Tel: +90 (232) 458 01 01 www.mediformmat.com/net Sertifika No: 18208 Birinci Baskı: Aralık 2016. Baskı Adedi: 1000 ISSN 2536-4847 İzmirKültür Pla+formu Girişimi Yıllık 2016 İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Akdeniz Akademisi yayınıdır. Her hakkı saklıdır. Yazı, fotoğraf, çizim ve haritalar; yazılı izin alınmadan kullanılamaz. Bu yayın, basın meslek ilkelerine uymayı taahhüt eder. Satılamaz. © İzmir Büyükşehir Belediyesi
İÇİNDEKİLER
BAKIŞ
........................................................................................................................................
Geleceğe Mektup Aziz Kocaoğlu
3
Umut Verici ve Yenilikçi Yönelimler Funda Erkal Öztürk
4
2017 Yaklaşırken Akdeniz, Avrupa ve İzmir Dr. Ayşegül Sabuktay
6
Kadim Kehanetlerden Yeni Anlatılara Doç. Dr. Serhan Ada
8
Dördüncü Yılına Girerken İzmirKültür Pla+formu Girişimi İKPG adına Borga Kantürk - Sarp Keskiner
PLA+FORUM
.............................................................................................................
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
2
3
10
15
“İzmir’de Müzik Üretimi” Forumu
19
“Kültür için Mekan” Forumu
27
“Sinema” Forumları
33
“Tyatroda Seyirci ve Mekan” Forumu
39
“Bağımsız Yayın” Forumu
45
“Güncel Sanat” Forumu
53
Kronos Media Design - Ayberk Olgay
90
Aziz İmamoğlu
91
Zumbara / Things / Anadolu Jam - Ayşegül Güzel
92
Bizim Çocuklar - Alev Dumanoğlu
94
Budalasultan / Açık Stüdyo
96
F.A.D.S. Turkey - Duygu Çoban
98
Ekin İdiman
100
Hayal İncedoğan
102
Kara Pembe Karşı Sanat Kolektifi - Yavuz Cingöz 104 Karavan Sessions - Burçin Esin
106
Karşı Bisiklet
108
Kendine Ait Bir Oda-Esra Okyay
110
Kronovox Archives
112
Mihircan Damba
114
Müziksev - Sirel Ekşi
116
Özgür Demirci
118
Bisikletizm - Pınar Pinzuti
120
Ahura Ritim Topluluğu - Sami Hosseini
122
Suart Kukla Atölyesi - Suat Ünverdi
123
Tahsin İşbilen
124
Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat için Vakıf (TAKSAV)
126
BİLEŞENLER
61
Ahmet Uhri
62
Alternatif Medya Derneği - Diyar Saraçoğlu
63
Aykut Çerezcioğlu
64
Atölye Park
65
Barış Yıldırım
66
Belki Kitabevi
67
Cem Öcek
68
Çiğdem Öztürk
69
Dilek Mutlutürk Makyaj Atölyesi
70
Emel Kayın
71
Fanzin Apartmanı - Efe Elmastaş
72
Birikim Atölyesi - Görkem Kiter
74
MODELLER VE STRATEJİLER
İbrahim Yazıcı
75
Dünyada Mekan - Zeyno Pekünlü
146
Karaburun Bilim Kongresi - Emel Yuvayapan
76
Sulukule Gönüllüleri Derneği - Cem Avcı
152
Karşı Sanat Merkezi - Ercüment Serpil
77
Kerem Kaban
78
Akdeniz Dayanışma Kampı Özhan Önder ve İzem Yaşın
158
Mahmut Eşitmez
79
Medya Kulübü - Çağrı Öner
80
Sanatta Görünürlük Festivali Şafak Ersözlü - Metehan Kayan
162
.............................................................................................................
Tiyatro Medresesi - Nesrin Uçarlar
127
Teos Sanat Kampı - Hakan Kirezci
128
Tiyatro4 - Kağan Uluca
130
Tiyatro Terminal
132
Tiyatrohane - Erk Bilgiç
134
Uğur Engin Deniz
136
Ünivers
138
Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali - Yusuf Saygı 139 3. Dalga Sanat İnisiyatifi - Gülderen Depas
140
7/70 Kültürsanat / İzmir Dersi - Zehra Akdemir
142
.........................................
145
Mehmet Can Özer
81
Otuzbeşlik - Bilsay Yıldırım
82
Afyon Caz Festivali / Afyon Klasik Müzik Festivali Hüseyin Başkadem 165
Rokalemon
83
Lumbardhi Vakfı - Ares Shporta
169
Ahenk Yılmaz
84
Racines - El Mehdi Azdem
175
Altuğ Akın
86
Dream City - Sofiane Ouissi
181
Apeiron Collective
87
Depo - Asena Günal
185
Arkas Sanat Merkezi - Betül Aksoy
88
Doğan Kitap - Cem Erciyes
191
Geleceğe mektup… İzmirKültür Platformu Girişimi Yıllık 2016'daki yazılarımız, aslında “geleceğe yazılmış birer hazırlamış olmaktan hep birlikte kıvanç duymalıyız.
BAKIŞ
Kültür ve sanatla anılan bir şehir olarak İzmir'in tanınırlığını artıracağına yürekten
3
inandığım İzmirKültür Platformu Girişimi Yıllık 2016 yayınının hazırlanmasına katkı koyan
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
mektup” gibi. Dolayısıyla, İzmir'in farkını ortaya koyan ve yarınlara taşıyacak bu çalışmayı
çalışma arkadaşlarıma; üretimi sürdürmek, ortak sorunları çözmek, yeni adımlar atmak ve Akdeniz kentleriyle iletişimi güçlendirmek için bizimle bir araya gelen tüm kültür üreticisi ve sanatçı dostlarımıza özverili çalışmaları için teşekkür ediyorum.
AZİZ KOCAOĞLU İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı
UMUT VERİCİ VE YENİLİKÇİ YÖNELİMLER
F U NDA ERKA L ÖZTÜ RK
BAKIŞ
İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Daire Başkanı
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
4
On bin yıllık maceranın sonunda, 2000’li yılların ikinci yarısında kentsel alanlarda yaşayan toplam nüfus, kırsal alanlarda yaşayan toplam nüfusu geçti. Kentler bu hızlı büyümeyi küçük bir alana sığdırıyor: Şehirler toplam alanın %2’sini kaplıyor; ekonomik olanakların %70’ini sağlarken enerjinin %70’ini tüketiyor, kirliliğinse %70’ini üretiyor. Dolayısıyla, toplumsal adalet için eşitlikçi kalkınma ve temiz, yenilenebilir enerjiye ulaşım, kentin gündeminden inmiyor. Belediyelerin sunmakla yükümlü olduğu altyapı, ulaşım, temizlik, barınma, eğitim, sağlık, spor gibi hizmet kalemlerinin kapsamı, bu şartları karşılamaya yetmeyebilir. Yeniden konumlandırmalara, daralma ve genişlemeler üzerinden yapılacak revizyonlara gerek duyulabilir. Bu karmaşıklıktaki nüfus ölçeklerinin ve mekânsal örüntülerin gereksinimlerini belirlemek ve yanıtlamak, kuşkusuz kendilerine en yakın örgütlenmeler eliyle daha kolay olabilir. Zira yarının kentleri, bu pek bilindik süreçleri geçmişte olduğu gibi sindirerek yaşamayabilir; keskin dönüşler, sıçramalar, ani düşüş ve yükselişler kapıda olabilir. İnsanlık, boyunu aşan bu sorunlarla boğuşmak durumundayken, insan olmak sorunsalıyla da yüzleşiyor. Konulara nereden yaklaşacağını, nereye odaklanacağını, nasıl müdahale edeceğini belirleyen bir yüzleşme bu. Bilginin, inancın, değerlerin, ideolojinin, tutumun dayanağı barışsa, kültürü ancak çeşitlilik mayalayabilir. Kır - kent çeşitliliğinin sağlıklı gıda üretimi ve erişimi için gerekli oluşu gibi farklı yaşayışların birlikteliğinin de zihinsel beslenmeye katkısı pozitif olacaktır. Hâtta, karşıtı olan savaşla tarifli barışı tartışmaya dâhi gerek bırakmayacak bir tekamüle erinceye kadar...
lar etrafında oluşturacağı platformlar, enine boyuna büyüme yoluyla değil; çoğalma, yani dayanışma ve derinleşme yoluyla gelişmeyi sağlayacaktır. Kentin gereksinimleri ve sorunları karşısında farklılıkları koruyabilen, yaratıcı ve yenilikçi bir performans geliştirebilen, özel çıkarların karşısında kamusal çıkarları savunabilen, sözünü, talebini oluşturabildiği kadar sorumluluk üstlenebilen, kamusal alanı sahiplenen ve bu alanın etkisini artırabilen yapılar, bu gelişmenin garantisidir. Böyle bir yapı, az enerji tüketmenin, az çöp üretmenin, dolayısıyla küçük ve zararsız bir hâle bürünmenin, parçası olduğu doğaya üstünlük taslamayan bir insan olmanın denklemini kurabilir. Yerel ve ortak nitelikteki gereksinimleri karşılamakla sorumlu belediyelerin, bu tür yapılarla bütünleşmesi; kültür alanında yapma - etme işlerine girişmekten çok yapılana edilene zemin - kanal - olanak - katkı - kolaylık sağlaması, böylece kendi kapasitesini geliştirecek ve kısıtlı gücünü çarpan etkisiyle büyütecek bir tutum seçmesi, umut verici olduğu kadar yenilikçi bir yönelimdir. İzmir Akdeniz Akademisi, bu modelin örneğidir. Ayrıca, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ufkunu kentin diğer aktörlerinin ufkuyla çoğaltmasının ve Akdeniz'de bir merkez olarak İzmir iddiasının mesnedidir. Belediyenin kendini aşmasıdır, yenilemesidir, şeffaflaşmasıdır. Akademi, özgün kuruluş ve işleyiş yapısıyla İzmir’de İzmirKültür Pla+formu Girişimi'nin hem ürünü hem can suyudur. İKPG Yıllık 2016 ise bu mayanın tutmaya başladığını müjdelemektedir.
Bu noktada kültürün üretimine, birikimine, paylaşımına yön veren aktörlerin etkileşimine olanak verecek iletişim ortamı, bu iletişimi sistematik hâle getirecek ağlar, bu ağların çeşitli konu-
Fotoğraf Serkan ÇOLAK / Mahzen Photos a
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
5
BAKIŞ
2017 YAKLAŞIRKEN AKDENİZ, AVRUPA VE İZMİR
D R . AY Ş EGÜ L SA B U KTAY İzmir Akdeniz Akademisi Müdürü
BAKIŞ
vardır, denir. Bu kesinlikle doğru değildir. Buna inanmak coğrafik
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
6
bir ham hayale inanmaktır. Tanca, Cezayir, Fas, Trablus ve Mısır Afrika değildir. Afrika, büyük sahradan başlar. Türkiye ve Suriye Asya değildir. Asya, İran yaylasından başlar. Bu ülkelerin topu da İspanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan’ıyla birlikte ne Asyalıdır ne de Afrikalı, bunlar öz be öz Akdenizlidir…” 1 Akdeniz'i bir bütünlük olarak kurgulamak... Neden olmasın? Bir denizin ayırıp birleştirdiği onlarca ülke ve pek çok kent bir bütünlük oluşturmaya uygun değil mi? 2016 yılı boyunca sürdürülen İzmirKültür Pla+formu Girişimi toplantılarında, İzmir'deki bağımsız yayıncıları, sinemacıla-
rı, tiyatro çevresini, çağdaş sanat üreticilerini, kültür sanat mekânlarının işletmecilerini; Türkiye'nin farklı kentlerinden ve Akdeniz'in bir ucundan, Afrika bölümünden, Fas ve Tunus'tan, hâtta Kosova’dan katılan kültür yöneticilerini tanıdık. İzmir'deki tanışıklıklar, İzmir'de aslında ne kadar geniş, ancak birbirinden büyük ölçüde habersiz kültür habitatının var olduğunu gösterirken, Akdeniz'in Kuzey Afrika ve Balkanlar bölümlerinden gelen konuklar bize Akdeniz'deki savaşların ve altüst oluşların uzun süredir devam ettiğini hatırlattı. Akdeniz, dünyadaki krizlerin merkezindeydi. Güneyde ve doğudaki savaşlarla, devrimlerle, karşı devrimlerle ve darbelerle sarsılan Akdeniz'in, bu altüst olma halinden bağımsız olmadığı açıktı. Öyle ki kuzeydeki zengin Avrupa parçası bile kısmen bu altüst oluşlardan etkileniyordu.
Fotoğraf Serkan ÇOLAK / Mahzen Photos
“Akdeniz’de üç ana karanın yani Afrika, Asya ve Avrupa’nın kıyıları
2016 yılı, Türkiye'de dünyadaki genel neoliberal dalganın da ötesinde, politik gündemin hızla değiştiği, altüst oluşlarla dolu bir yıl oldu. Zor koşulların topluluklarda yarattığı içine kapanma, sosyal alanı daraltma eğilimi İzmir'de, kültür üreticileri açısından İzmirKültür Pla+formu Girişimi çalışmalarının da katkısıyla fazlaca yaşanmadı. Aksine; belki de bu yıl, İzmir'deki kültür sanat sosyalliğinin en aktif yıllarından biriydi. İzmir'deki kültür üreticileri birbirlerini tanımayı sürdürdü, ortak işler yapmaya başlayanlar oldu, kamusal alanı genişletmenin keyfi ortaklaşıldı.
2017'deki planlarımız arasında, Akdeniz ve Avrupa ile bu iki bağlantı noktasının yaslanacağı zihinsel temeli güçlendirecek iki önemli adım var. Bunlardan ilki, akademik ve güncel bilgiyi Akdeniz ve İzmir odağında birleştirecek olan “Meltem Dergisi”nin yayıma hazırlanıyor olması. Bu dergiye yazı göndermek isterseniz, www.meltemizmeda.org adresinden gerekli bilgiye ulaşabilirsiniz. Bir diğer adım da 2017 yılında Akdeniz'deki güncel meseleleri tartışacağımız bir sempozyumun hazırlığı içinde olmamız.
2016 yılına veda ederken, yılın sonuna gelmişken, İzmir Akdeniz Akademisi ve İzmirKültür Pla+formu Girişimi için birkaç yeni haberi verip, yeni yıla yeni umutlarla başlamış olalım.
2016'da biriktirdiklerimizle, 2017'ye hazırız.
İlki, önümüzdeki günlerde Avrupa Pilot Kentler Programı ile hem Akdeniz hem de Avrupa kapsamında iletişimi artırmaya hazırlanıyor olmamız. Ülkemizin aday ülke olduğu Avrupa Birliği
Balıkçısı’nda Doğa, Estetik ve Akdeniz Uygarlığı’nın Kaynağı: Arşipel”, Mediterrane-
2016'da hazırladığımız “Selanik - İzmir Çalıştayı”, Akdeniz ve Avrupa ile kuracağımız ilişkiler için ikinci bir bağlantı noktası oluşturdu. 2017'de çalıştayın çıktıları üzerinden bu ilişkileri geliştirmeyi hedefliyoruz.
1 Halikarnas Balıkçısı (2011, 72)'den aktaran Furkan Öztürk, “Halikarnas an Journal of Humanities, IV/2, 2014, 207-213, s. 209, erişim tarihi: 24.11.2016, http://proje.akdeniz.edu.tr/mcri/mjh/4-2/MJH-15-Furkan_OZTURK.pdf .
7 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
ile ilgili gerilimli gelişmelere karşın İzmir, hem Avrupa hem de Akdeniz kültür iklimiyle iletişimini artırma çabası içinde. İzmir; 2016'dan biriktirdikleriyle 2017'de Akdeniz'de kendine bir yer açmaya, bütün Akdeniz coğrafyasına yeni bir ufuk yaratmaya çalışıyor. Bir taraftan da “Avrupa'da Kültür ile Öğrenme - Avrupa Pilot Kentler” programının bir parçası olarak, kültür ve eğitim, kültür ve ekonomi, kültür ve sosyal içerme başlıklarını kapsayan bir çalışma programı uygulamaya başlıyor. Avrupa Pilot Kentler Programı'nda birlikte öğrenme sürecinde olacağımız kent Lizbon. Bu programla, Akdeniz'de yer almasa da Akdeniz'i uzun süre paylaştığımız, denizci geçmişiyle tanınan Portekiz'in Lizbon kentiyle İzmir'in iletişimi artacak.
BAKIŞ
Fotoğraf Serkan ÇOLAK / Mahzen Photos
Fas ve Tunus'tan gelen kültür üreticilerinden öğrendiğimiz şey, savaşlar ve otoriter rejimler Akdeniz'i kasıp kavururken, kültür ve sanat alanındaki açılımların, hâtta bu alanlardaki mücadelelerin sürebiliyor olmasıydı. Olağanüstü koşullarda, baskıcı rejimlerde İzmir için pek fazla bir sorun olmamasına alıştığımız kamusal alanı canlı tutmanın bile ne kadar büyük çabalar, mücadeleler gerektirebildiğini, ne kadar da değerli olduğunu anladık. Fas ve Tunus'tan gelen kültür üreticilerinin zor koşullardaki olağanüstü azmine ve tutkusuna tanıklık etmek de bir o kadar ilginçti. Bu mücadele süreçlerinde, örneğin Fas’ta kültür üreticilerine doğrudan yabancı ülkelerin ya da vakıfların fon sağladığı bir kurgunun ortaya çıkmış olması da ulus devletin sınırlarının yeni ulus ötesi iktidar ilişkileriyle nasıl şekillendiğini, bunun kültürsanat alanı için de bir değişken olduğunu göstermesi açısından ilgi çekiciydi. Kosova da rejim değişikliği sonrası neoliberal eğilimlerle kamusal alanı koruma yolunda verilen mücadeleye sahne olan bir örnekti.
AKDENİZ: KADİM KEHANETLERDEN YENİ ANLATILARA
DOÇ. DR. S ERH A N A DA İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ KÜLTÜR SANAT KOORDİNASYON BİRİMİ KOORDİNATÖRÜ
BAKIŞ
“Karşıya geçince denizi öylece açık bırak. Zira onlar, boğulacak bir ordudur.”
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
8
(Kur’an, Duhan Suresi, 24)
Çok yakınlarda bir Akdeniz Sözlüğü1 yayımlandı. Sözlük; dünyanın en büyük denizi olmasa da yarattığımız mitler ve felaketler nedeniyle diğer denizler içinde karalarla bu kadar içli dışlı olan Akdeniz’i, bu denizler denizini, madde başlıklarıyla anlatmaya girişiyor. Ansiklopedinin “deniz” maddesi, Akdeniz’in bir tek deniz olduğu kadar çeşitliliğiyle (Adriyatik, Ege, Tiran, İonya, Ligurya, …) birbirinden farklı, birden çok denizi içerdiğini bize hatırlatıyor. Madde; bu denizin macerası boyunca ulaşım, balıkçılık, ritüeller, semboller ve savaşların, barışların atasözleriyle iç içe geçtiğini vurgulayarak bitiyor. Bu yönüyle bakınca, Akdeniz’in adını “akDeniz” olarak yazmak daha doğru geliyor. 2011 yılında Libya kaynamaya başladığında, on metrelik bir bot içine sığışan yetmiş iki sığınmacı, Trablusgarp’tan kuzeye doğru, Akdeniz’e açıldı. Yaklaşık on beş gün süresince, yakıtları tükeninceye kadar Akdeniz’in sularında motorla dolandılar, yakıt tükenince dalgaların ve akıntıların insafında dönenip durdular. O bot, 10 Nisan’da Libya’da, Trablusgarb’a yakın Zlitan’da kıyıya çekildiğinde, altmış üç can Akdeniz’e kurban gitmişti. Sağ kalanlardan biri hastanede öldü. Felaketi atlatan bir diğeri, hikâyesini Adli Oşinografi grubuna anlattı. Grupta yer alan bilim adamlarının aktivistler ve sanatçılarla yaptığı çalışmaların sonucunda, “ölüme terkedilen tekne” (left-to-die boat) adı verilen botun yolculuğuna umutla başlayıp boğularak ölen onlarca insanı kayıp verdikten sonra başlangıç noktasına geri dönerken izlediği ölüm güzergâhının ve Akdeniz’deki kan dondurucu çaresizliğinin kurgusu ortaya çıktı.2 Bu on beş gün boyunca Libyalı sığınmacılara yapılan tek yardım, bayrağı tespit edilemeyen bir askeri helikopterden atılan biskü-
vi ve su olmuştu. Ne varlıklı turistlere Akdeniz’in güzelliklerini göstermek için seyreden dev yolcu gemileri ne ekmek parası peşinde kendi kara sularını terk etmeyi göze alıp açık denizde seyreden balıkçılar ne AB sularına giren mültecilere yardım etme sorumluluğunu taşıyan Avrupa Sınır ve Sahil Güvenliği Ajansı FRONTEX ne de aynı tarihlerde botun yakınlarında bulunduğu GPS marifetiyle saptanan (Belçika ya da İspanya donanmalarına ait olması muhtemel) firkateyn, kılını bile kıpırdatmamıştı. Libya’daki kaostan kaçarak Avrupa’nın güvenli sahillerine kapak atmak isteyen onlarca insana ellerini bile sürmeden ölüme yol açtılar. Adli Oşinografi (ve Adli Mimari) benzeri sivil ağlar; yasaklamak, kapamak, korumak ve engellemek için geliştirilen son icat teknolojinin çıktılarını bilgiyle sanatın malzemesi olarak kullanıp, yeni tip suçların takipçiliğini yapıyor. Akdeniz’in yüzlerce yıldır bilinen deniz (ve kara) haritasının yeniden çizilmesine ve çaresizliklerden yeni imkânlar yaratılmasına katkı sunuyorlar. İzmir de her geçen gün Akdeniz’deki yerini fazlasıyla alıyor. Kentin konumlandırılmasında temel tercih olarak belirlendiği üzere, 2009 Kültür Çalıştayı’ndan sonra bugüne dek yapılanlar, bundan sonra yapılacakların su yüzeyinde kalan kısmı. Bu çerçevede, yerel yönetimin koruyucu kanatları altında gelişen İzmir Akdeniz Akademisi’nin açık yapısıyla farklı kesimlerin katkısını toplayan ve bu katkıları İzmir’e yaygınlaştıran bir platform olma rolü, gittikçe belirginleşiyor. İzmirKültür Pla+formu Girişimi (İKPG), aynı zamanda Akademi’ nin bünyesinde çalışan Kültür Sanat Koordinasyon Grubu olarak, kültür ve sanata dair şehirdeki kaynakları araştırarak saptamak, kentteki aktörleri birbiriyle bağlantıya geçirmek, bu aktörlerle Akdeniz çevresinde benzer çalışmalar gerçekleştiren kültür operatörlerini ve sanat insanlarını buluşturacak ortaklıkları teşvik etmek üzere tanımlanmış bir misyonu sürdürüyor. Pla+form’un
çabalarıyla bir araya gelen bileşenler, tanıştıktan sonra birbirlerinin işlerine destek/paydaş olmaya başlıyor. Akademi’nin yayınladığı “Pla+form” bültenleri ve 2016’da ikinci sayısına ulaşan “İKPG Yıllık”, bu çabaların görünürlüğüne katkı yapıyor. İzmir’in “Birleşik Kentler ve Yerel Yönetimler Ağı’nın Kültür İçin Gündem 21 Projesi”nin parçası olma kararı doğrultusunda attığı adımlar da kentteki kültürel sermayenin artışında, kültürün kentteki ekonomik, toplumsal ve ekolojik hamlelerin ayrılmaz bir parçası olarak kavranmasında önemli bir rol oynuyor. Kentli sivil kesimin yerel yönetimle kurduğu diyalogdan çıkan bu girişim, özel kesim, kamunun ve üniversitelerin eklemlenmesiyle topyekûn bir yeni kent algısı, bilinci yaratıyor.
Kutsal kitapların karanlık bir delik gibi anlattığı Akdeniz’in, sıcak çatışmalara eşlik eden kaos ve krizin, mültecilerin kaçmak ya da sığınmak istediği kıyıların, dönülmez yolda canlarını verdikleri denizin ve Kur’an’ın “Duhan” (Duman) suresindeki gibi boğulan (silahsız) orduların yarattığı hazin manzaranın yepyeni arayışlara, ifade biçimlerine ve ortaklıklara kapıyı araladığı bir gerçek. Bu deniz, bir denizden çok daha fazla bir şey; bir kıta, hâtta bir dünya olduğunu her fırsatta hatırlatıyor. 1 Dionigi Albera, Maryline Crivello ve Mohamed Tozy, Dictionnaire de la Méditerranée, Actes Sud, Arles, 2016. 2 Charles Heller ve Lorenzo Pezzani tarafından hazırlanıp yönlendirilen Leftto-die boat videosu ve raporu “Biz İnsan Mıyız?” temalı 3. İstanbul Tasarım Bienali’nde ve “Cepheden Bildiriyor” (Reporting from the Front) temalı 16. Venedik Mimarlık Bienali’nde gösterildi. (http://www.forensic-architecture.org/case/ left-die-boat/)
BAKIŞ
Bu aşamada, İKPG’nin önünde iki vazgeçilmez görev duruyor: İzmir’in kültür politikasının ana hatlarının tanımlanması ve kültür stratejisinin temellerinin atılması. İlk adım olarak, kültür yönetimi ve yaratıcı ekonomi konusunda kentte var olan kapasitenin geliştirilmesi gerekiyor. Bu görevin yerine getirilebilmesi için hâlihazırda mevcut potansiyelin yaratıcı ekonomiyi geliştirmesine girdi sağlayacak özel kesimle eğitim kurumları arasındaki iş birliğini İKPG’nin de içinde yer alacağı şekilde sıkılaştıracak bir yapı kurmak zorunlu görünüyor. İkinci adımsa, İKPG’nin kurduğu ağda yer alan ve süreklilik gösteren bileşenlerin ortak enerjisiyle hayata geçirilecek, kültür ve sanatın ha-
yat kalitelerinde yükselme yaratacağına İzmirlileri inandıracak, bunu sağlamak için de şehirliyi bizzat işin içine katacak bir görünürlük projesi ortaya koymak. Bu projenin de kentin yeniden canlandırılmayı çoktan hak etmiş eski merkezinde ve tüm kamusal alanlarda yürütülmesi gereği apaçık. Bu iki görevin yerine getirilmesiyse ancak İKPG’nin çalışma ilkelerini ve yöntemlerini gözden geçirerek güncellemesiyle mümkün olacak.
Fotoğraf Serkan ÇOLAK / Mahzen Photos
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
9
DÖRDÜNCÜ YILINA GİRERKEN İZMİRKÜLTÜR PLA+FORMU GİRİŞİMİ
BAKIŞ
İKPG adına BORGA KANTÜRK – SARP KESKİNER
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
10
Nisan 2017’de üçüncü yılını tamamlayacak İzmirKültür Pla+formu Girişimi, İzmir Akdeniz Akademisi çatısı altında yürüteceği faaliyetlere karar verirken İzmirli kültür aktörlerini buluşturmayı, künyelemeyi ve haritalamayı öncelikli hedef olarak belirlemişti. Bu hedefe ulaşabilmek adına, Haziran 2015’ten itibaren aylık olarak düzenlediği İzmirKültür İletişim Toplantıları’nda farklı disiplinlerde kültür ve sanat üreten bireylerin, kolektiflerin, inisiyatiflerin yanı sıra akademisyenleri, sanat mekânı sahiplerini, yayıncıları, yazılımcıları, eğitimcileri, etkinlik tasarımcılarını ve medya mensuplarını aynı çatı altına toplamak adına hatırı sayılır bir mesafe kat etti. Bu sürecin her aşamasında bileşenlerinin katkısını ve desteğini almayı gözetti; kolektif çıktılar olarak tarif edebileceğimiz İKPG bülteni “Pla+form”u ve “İKPG Yıllık”ı hazırlayarak bizzat yayıncılığı deneyimledi. Beşinci sayısı itibariyle içeriğini sürekli genleştiren bir “kent ve kültür” dergisine evrilen Pla+form, gittikçe genişleyen bileşen ağı sayesinde ekolojiye, bağımsız tarım modellerine, spora, gastro kültüre, tasarıma beraberce bakabilen, yurt içindeki kültür odaklarının beğeniyle takip ettiği bir yayın kimliği kazandı. Her Aralık ayında İKPG bileşenlerini merkeze koyarak İzmir’de süregiden kültür ve sanat üretimine mercek tutan, şehrin kültürel üretim potansiyeline görünürlük kazandıran, forumlara ve esin verici modellere, stratejilere sayfalarını açan İKPG Yıllık ise bir anlamda yapının ilerlemekte kararlı olduğu yolun rotasını çizer hâle geldi. Ayrıca, İKPG’nin operasyonel çekirdek ekibi, bileşenlerimiz arasından katılan isimlerle güçlendi: Onur Kocaer (heykeltıraş), Hale Eryılmaz (editör), Zeynep Gönen (sosyolog) ve Ebru Atilla Sağay (tiyatrocu – aktivist), sunduğu katkılarla ve editöryal çalışmalarla İKPG’nin ufkunu genişletmesine yardımcı oldu. Pla+forum Serisi 2016 yılını, geçmiş yıllarda tartışmaya açtığımız meselelere daha kapsamlı derinlikli bakabileceğimiz yöntemler geliştirme-
ye ayırmıştık. İnterdisipliner bir içerikle ilerleyen iletişim toplantılarına devam ederken, meselelere daha derinlikli teşhisler koyabilmek adına disipliner forumlar düzenlemeye karar verdik. “İzmir’de Müzik Üretimi”, “Kültür İçin Mekân”, “İzmir’de Sinema”, “Tiyatro’da İzleyici ve Mekân”, “İzmir’de Bağımsız Yayıncılık”, “İzmir’de Güncel Sanat” başlıklı altı forumda yüz elliyi aşkın kültür aktörünü ve sanatçıyı bir araya getirdik. Deşifrelerini ilerleyen sayfalarda okuyabileceğiniz bu forumlar, sorunlara yaratıcı çözümler üretmekle beraber, “Sinema Platformu”, “Sinema Ofisi”, “Film Fuarı” gibi somut yapılanmalara önayak oldu. Bunların yanı sıra, bileşenlerimiz tamamen dayanışma üzerinden yürütecekleri bağımsız dağıtım ağlarıyla üretimlerini daha geniş kitlelere ulaştırmaya, teknolojiden daha ileri seviyede faydalanarak görünürlüklerini artırmaya, kolektif olarak matbu yayınlar üretmeye, mekânlarını birbirlerinin sergileyeceği performanslara ve işlere açmaya karar verdi. Bu somut sonuçlara bakarak, İKPG’nin özellikle adında yer alan girişim kelimesinin temsil ettiği kavramların hakkını vermek için elinden geldiğince çaba sarf ettiğini söyleyebiliriz. Ne mutlu ki toplantılar esnasında üzerinde sözleşilen teşebbüslerin lafta kalmadığına, ay be ay hayata geçtiğine beraberce tanık olduk. Modeller ve Stratejiler Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da İzmir Akdeniz Akademisi’nin desteğiyle yurt içinden ve dışından deneyimleriyle bize ışık tutacak kültür yöneticilerini, inisiyatif temsilcilerini, medya mensuplarını ve akademisyenleri konuk ettik. İstanbul’dan Cem Avcı (Sulukule Gönüllüleri Derneği), Zeyno Pekünlü (Dünyada Mekân), Asena Günal (Depo), Cem Erciyes (Doğan Kitap), Özhan Önder (Akdeniz Dayanışma Kampı) ve Metehan Kayan (Sanatta Görünürlük Festivali - İstanbul); Afyon’dan Hüseyin Başkadem (Afyon Caz Festivali – Afyon Klasik Müzik Festivali); Prizren’den Ares Shporta (Lumbardhi Vakfı); Casablanca’dan El Mehdi Azem (L’Association Racines) ve Tunus’tan Sofiane Ouissi
2015 yılını İzmir’deki kültürel faaliyetlere ilişkin sorunları derlemekle, bu sorunları dayanışmayla aşabileceğimiz yöntem ve modelleri irdelemekle geçirmiştik. 2016 yılınıysa bu sorunları aşmaya yönelik olarak hepimize fayda sağlayacak mekanizmalar üretmeye ayırdık. Bu çerçeve içerisinde, bir dizi faaliyet yürüttük: • Destek talep eden bağımsız mekânlarla etkinlik tasarımı ve etkinlik politikası alanında çalışan bileşenleri buluşturduk. • Kültürel üretimi biriktiği merkezlerin dışına çıkarmak adına, İzmirli kültür sanat izleyicisinin ve dinleyicisinin şehri gezerken keşfedebileceği rotalar tasarladık; 2017 itibariyle bu rotaların üzerinde yer alan ve bileşenimiz olarak davranan bağımsız kültür sanat mekânlarında, sanatçı atölyelerinde ve kitabevlerinde ne tür zincir etkinlikler düzenlenebileceğine baktık. • Beraberce davranmaya karar veren bazı bağımsız mekânların birbirleriyle etkinlik programlarını paylaşmasını, içerik değiş tokuşu yapmasını, birbirlerinde etkinlik düzenlemesini ve karşılıklı olarak birbirine duyuru desteği vermesini sağladık. • 2017 yılının Eylül ayında ilkini düzenlemeyi planladığımız İKPG Yaz Okulu’nun içeriğine ve yürütümüne dair çalışmaya devam ettik. • Geniş kitlelere ulaşabilmek ve bileşenlerimizin düzenlediği etkinliklere daha geniş ölçekte görünürlük kazandırabilmek adına, sosyal medyayı etkin bir biçimde kullanmayı deneyimledik. • İzmir’de kültür üreten, performanslara ve işlere sergileme
2017’de Neler Başarmayı Hedefliyoruz? Önümüzdeki yıl için bir dizi çalışma alanı tespit etmiş bulunuyoruz: • Bileşenlerimiz arasındaki yatay ilişkileri geliştirecek toplu aktiviteler gerçekleştirmek; • Bileşenlerimizin bizden talep ettiği üzere, sanatsal üretimlerin herhangi bir aşamasında ortaya çıkacak ihtiyacı, yapı içerisindeki bileşenlerin doğrudan gidermesine olanak sunacak “makine parkı” ve “hizmet takası” adını verdiğimiz dayanışma – imece ağlarını kurmak; • Hayata geçirilecek web sitesi vasıtasıyla İKPG’nin varlığını daha geniş kitleler nezdinde pekiştirmek, yeni bileşenlere ulaşabilmek; • Pla+form Haritalama Özel Sayısı’nı dijital mecralara taşıyarak kamusal kullanıma açmak, böylece veri tabanını sürekli güncellenebilir kılmak; • Ağırlıklı olarak bileşenlerimizin donanımını artırmaya yönelik atölye çalışmalarına yer vereceğimiz ve dışarıdan kısmi katılıma imkân tanıyacağımız Pla+form Yaz Okulu’nu her sene düzenlenebilir ve taşınabilir nitelikte hayata geçirmek; • Yayınlarımızı çok dilli bir formata kavuşturmak. Bileşenlerimiz Bize Ne Söylüyor? Geriye dönüp baktığımızda, dünden bugüne düzenlediğimiz on üç iletişim toplantısında birbiriyle buluşturduğumuz ve temasa geçirdiğimiz yüz dokuz aktörün, yola çıkarken önümüze koyduğumuz hedefe uygun düşecek biçimde fihristlendiğin
BAKIŞ
2016’da Beraberce Neler Başardık?
imkânı sunan başlıca mekânları harita üzerinde işaretlediğimiz ve listelediğimiz Pla+form Haritalama Özel Sayısı’na ilişkin çalışmaları tamamladık. Böylece, Nisan 2014’te yola çıkarken öne koyduğumuz bir hedefe daha varmış olduk.
11 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
(Dream City – L’art Rue), örgütlenme yapısı, ağ kurma, sosyal içerme, fonlama, mekânların yerinde dönüşümü, ortaklaşarak mekân yaratma, sürdürülebilirliği sağlama, kamusal alanda sanatsal pratikler gibi konularda ufkumuzu açacak perspektifler sundu.
Bileşenler arası dağılım
Bileşenlerin kültürel üretim alanları
%2 %2
% 11
%46 %31
%5 %3
BAKIŞ
görüyoruz. Bu aşamada, bileşenler arası dağılıma göz atmanın zamanının geldiğini söyleyebiliriz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
12
Yukarıda yer alan infografiklerin yansıttığı istatistiki verilere bakarak, iki ana hat üzerinden ilerlemeye çalıştık: Birinci hat; bireysel, kurumsal ve örgütsel katılım üzerine odaklanırken, ikinci hat bileşenlerimizin kendisini içinde tariflediği kültürel üretim alanlarına odaklanıyor. Böylece hem şehirdeki bireysel üreticileri farklı disiplinler üzerinden tasnif etmiş olduk hem de kurumsal bağlantıları, yapısal farklılıkları yorumlayabildik. Sanatla bireysel olarak uğraşan bileşenlerimiz, %46’lık bir çoğunluğu teşkil ediyor. Bu üreticilerin %25’lik kısmıysa görsel sanatlarla ilgileniyor. Bu oranlar, ilk bakışta bize şehir bünyesinde oldukça yoğun bir bireysel uğraşın olduğunu işaret ediyor. Buna bağlı olarak, kurumsallaşmanın veya bir kuruma bağlı olarak sanat üretmenin çok tercih edilmediğini söyleyebiliriz. Kolektifler, %31’lik bir dilimi oluşturuyor; buradan bakınca sanatçıların ve kültür üreticilerinin bir araya gelişler, ortak üretimler üzerinden bünyeleşmeyi önemsediğini, bunu önemli ölçüde başardığını ve bir arada davranan alternatif girişimlere ilgi duyduğunu görüyoruz. Toplam içerisinde en düşük oran, %4 ile şirket, vakıf gibi yapılara ait. Bu da imkân yaratmaya yetkin güçlü kurumsal yapıların kültür sanat üretimine, İKPG gibi yapılara ve şehrin kültür hayatına müdahil olmadığının bir göstergesi. Görsel sanatlar, sahne sanatları, sinema gibi şehrin kültür hayatında başat rol oynayan alanları dışarıda tutarsak, %14’lük oran bize İzmir’in bağımsız kültür yayıncılığı adına oldukça önemli bir mertebeye ulaştığını söylüyor. Tüm bileşenlerin içinde etkinlik tasarımcılarının teşkil ettiği % 2’lik pay ve festivallerin sahip olduğu % 3’lük pay, bizi üzerine düşünmeye değer bir hususun varlığını görmeye çağırıyor: Herhangi bir etkinliği konuşurken ve tasarlarken en baştan festival kelimesine başvurmayı çok seven İzmir’in bu alanda önünde yürümesi gereken uzunca bir yol var. Bu alanda, oldum
olası İstanbul’a imrenen şehrin festivalizme duyduğu özlemi henüz pratiğe geçiremediğini değerlendiriyoruz. Bağlı olarak, İletişim Toplantıları’nda sıkça değinilen etkinliklerin sürdürülememesi – etkinlikleri sürdüremeyen mekânların kapanması veya etkinlik düzenlemekten vazgeçmesi – sanatçıların akut bir şekilde mekâna ihtiyaç duymasından oluşan fasit dairenin şehre ve yıla yayılan zincir tipi etkinliklerle kırılabileceğini gözlemliyoruz. Bu yayılma hâli, İzmirli kültür sanat üreticilerinin ve mekân sahiplerinin doğru çalışacak etkinlik politikaları geliştirmesine de yardımcı olabilir. Keza, STK’ları içeren %5’lik pay ve kültür aktivistlerinin sahip olduğu %2’lik oran, kültür sanat alanındaki örgütlenme becerisinin ne kadar zayıf olduğunu ispat ediyor. Son söz olarak, bu istatistiki verilerin tamamen 2015 - 2016 yılları arasındaki dönemde İKPG ağına dâhil olan bileşenlere ait olduğunu, şehrin tümünü kapsamadığını ve esneklik içerdiğini belirtelim. İKPG olarak bize düşen, bu çalışmanın ortaya koyduğu istatistiki verileri baz alıp alt kulvarları genişletmek, anket çalışmaları yürütmek ve ağımızı hangi alanlarda güçlendirmemiz gerektiğine bakmak.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
13
BAKIŞ
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
14
BAKIŞ
PLA+FORUM
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
PLA+FORUM
BİLEŞENLERLE ORTAKLAŞARAK ÇÖZÜM ARAMA YOLUNDA YENİ BİR ADIM:
PLA+FORUM SERİSİ
16
2016 kışında bu kez aynı disiplinden İzmirli sanatçıları bir araya getireceğimiz forumlar düzenlemeye, böylece elde ettiğimiz tespitlere daha detaylı bakmaya karar verdik. Pla+forum serisi kapsamında, ortaklaşan alanlarda faaliyet gösteren kişi, kurum, inisiyatif, işletme ve kolektifleri bir araya getirerek ortak sorunları aşmak için yeni yollar bulmayı, üretimlere kent sathında görünürlük kazandıracak stratejiler geliştirmeyi, dayanışma ağımızı ve yatay ilişkileri iyiden iyiye güçlendirmeyi hedefliyoruz.
PLA+FORUM
17 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Nisan 2014’ten bu yana düzenlediğimiz İKPG İzmirKültür İletişim Toplantıları, İzmir’de kültür sanat alanında yaratmaya, sergilemeye, araştırmaya, sahnelemeye devam eden ve ortak akıl üretmenin gücüne inanan farklı disiplinlerden yüzü aşkın ismi bir araya getirdi. Bu toplantılar vasıtasıyla hem şehre has dinamiklere bakma şansımız oldu hem de her alan için ayrı ayrı tarif edilen sorunlara beraberce nasıl çözüm bulabileceğimizi deneyimledik.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
18
PLA+FORUM
“İZMİR’DE MÜZİK ÜRETİMİ” FORUMU 6 Mart 2016 SARP KESKİNER FOTOĞRAFLAR AYŞEGÜL KAYCI
Katılımcılar
kültüründe kendine yer edinmiş pek çok müzisyenin İstanbul’a
NEDEN GÖÇÜYORUZ?
mi, nitelikli eğlence kültürü ve yenilikçi müzisyenleriyle ülkemiz için benzersiz bir insan kaynağı görevi görmüş. 90’lı yılların başında müzik endüstrisinin canlanmasıyla albüm kaydetmek, daha sık sahne almak ve daha çok deneyim elde edebilmek için
yerleştiğini biliyoruz. Her ne kadar bu akım gittikçe yavaşlasa
“Yaklaşık üç yıldan bu yana İstanbul’da bir evimiz var. İstanbul’un yaşamsal koşullarından bunalıp sıkça İzmir’e kaçıyoruz. Endüstderinden hisseden bir şehir. ri orada diye gittik; çünkü yapmak istediğimiz şeyleri burada Forumu düzenlemeden önce, oluşturduğumuz katılımcı lis- üstlenecek bir plak şirketi veya organizatör yok. Muhatap olman tesine bir açık çağrı yaptık ve kendilerinden gelen öneriler gereken bütün insanlar orada. İzmirli müzisyenlerin ortak sorunu, doğrultusunda göç, mekân, iletişim, nitelik, üretim ve tüketim sesini ve üretimlerini hakkıyla duyuramıyor olmak. Biz de pek çok başlıkları üzerinden ilerledik. Foruma katılan müzisyenlerin, İzmirli müzisyen gibi mecbur kaldık da öyle gittik İstanbul’a. Poda İzmir, bu alanda sürekli iç göç vermiş olmanın acısını hâlâ
19 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
bu şehirde doğup müziğe başlamış, sonrasında şehrin eğlence
prodüktörlerin, inisiyatif ve kolektif üyelerinin neredeyse tamamının müzikal hayatının hatırı sayılır bir dönemini İstanbul’da geçirmiş olmasının bakış açımıza geniş bir perspektif getirdiğini de eklemek gerekiyor. Dolayısıyla iki şehri birden hakkıyla deneyimlemiş katılımcıların teşhis, öneri ve tespitlerini çok değerli buluyoruz.
İzmir; neredeyse 2000’lerin başına dek zengin müzikal biriki-
PLA+FORUM
İlke Baltacı (Bandosol), İbrahim Metin Baltacı (Trockya Blues Seyirci Korosu), Cenk Bosnalı, Nariye Tur Bosnalı, Sami Hosseini & Halil İbrahim Şan & Mehmet Nihat Şan (Ahura Ritim Topluluğu), Murat Mengirkaon, Çağrı Öner (6.45 KK), Oğuz Ediz & Özgün Er (medyakulubu.com), Hakan Gencol, Emre Olkun (Boykot), Öznur Korkmaz, Altay Ozankan & Can Çetin & Emre Can Bulut (Apeiron Collective), Yavuz Deniz Darıdere, Tayfun Bilgin, Ateş Berker Öngören (Argo İzmir), Andreas Ege Wildermann (21. Peron), Ömür Gidel, Gökçe Başkaya, Kaan Çağlayangöl (Jazz dergisi), Soner Küçükergüler & Hasan Devrim Kınlı (Praksis Müzik Kolektifi), Ercüment Serpil (Karşı Sanat Merkezi), Evrim Özkaynak, Özgür Aydek (Sanatta Görünürlük Festivali), Yasemin Beydeş, Göksel Öncan (Tual grubu kurucularından), İlker Ayla, Seskontrol inisiyatifi.
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
20
püler müziğin içindeysen veya uğraştığın tür daha geniş kitlelere hitap ediyorsa, İstanbul müziğine görünürlük kazandırmak açısından hâlâ bir başka şehirle kıyaslanamayacak türden imkânlar sunuyor: Örneğin İzmir’de otururken İstanbul’a gittiğimde çıktığım televizyon programlarının hiçbirine çıkamadım. Televizyon çok önemli bir mecra ve o programlara çıkınca yaptığın işi anlatma, çok daha geniş kitlelere duyurma şansın oluyor.”
arkadaşlarımızın durumu da pek parlak değil; yakından takip ediyoruz. O hâlde, bu göç etme eğilimini tetikleyen sebepler arasında daha çok para kazanmayı veya albüm yapmayı artık sayamayız. Bunun eskiden kalma bir alışkanlık, bir sanrı olduğunu düşünüyorum. İstanbul’a müzik yapmak için yerleşmeyi denemek albüm yapma işinin gerçekten plak şirketleri üzerinden yürüdüğü, tatmin edici kazançların elde edildiği zamanlara ait bir sanrı bence. Günümüzde albüm yapma biçimleri tamamen değişti. Artık herkes online yayınlanacak albümler yapıyor; kendi kaydediyor, kendi yüklüyor ve kendi yayıyor bu albümleri. Sosyal medya üzerinden de kendi tanıtımını dilediği gibi yapıyor. Kimsenin o plak şirketlerine ihtiyacı kalmadı.”
“İzmir müzik ve müzisyen üreten ama müzik tüketmeyen bir şehir olabilir mi çerçevesinden bakınca konuyu otomatikman İstanbul’a bağlamak gerekiyor. Bu iş kolunu ayakta tutan üç sacayağı var: Kayıt stüdyosu, plak şirketi ve konser mekânı. Bunlardan biri şehirde noksan olduğu zaman, müzisyenler adına süreç eksik kalıyor ve üretim profesyonelleşemiyor. İzmir’in sıkıntısı biraz da buymuş “Biz kendimizi nasıl konumluyorsak beklentilerimizi de ona göre ayarlamak yerinde olur. Nasıl ki bugün bir güzel sanatlar fakülgibi geliyor bana; çünkü bu ayaklardan biri zaten noksan. İzmir tesini bitiren, oyunculuk yapmak isteyen her mezun mutlaka ünlü merkezli bir plak şirketi yok. Konser salonları ve kayıt stüdyoları olmak istiyorsa ve bunlardan hiçbirinin öncelikli derdi Manisa’ya, şu veya bu şekilde var, onu da tartışırız ama kendi olanaklarıyla Uzunköprü’ye veya Mersin’in bir köyüne gidip tiyatro çalışmak albümünü kaydetmiş, sadece dijital yayınla yetinmek istemeyen müzisyenler ve gruplar bu kayıtları nasıl yayınlayacak? Tanık ol- değilse müzisyenleri de beklentileri için suçlamaktan vazgeçelim. Müzisyenler deniz kaplumbağaları gibidir; kıyıdan uzak doğarlar duğum kadarıyla bir kısım müzisyenin hayallerinin peşinden gidip İstanbul’a yerleşmesinin bir sebebi bu; kayıtlarını bir şekilde kamu- ama kumdan çıkınca içgüdüsel bir şekilde büyük denize yönelirler. Türkiye’de o deniz Bizans’tır, yani İstanbul’dur. Malatya’dan çıkan ya ulaştırmak. İnsanlar durup dururken doğup büyüdükleri şehri bir balerin veya Trabzon’dan çıkan bir ressam tanıyor muyuz? terk etmek istemez. Bu tespitlerim dizi sektörü için de geçerli. Artık İstanbul’un dışında farklı şehirlere plato kurmaya başladı sektör. Trabzonlu ressam da Malatyalı balerin de kendine İstanbul’da yer arıyor. Böyle bir dert var ama bunun karşısına da şunu koyabilirsiHerhâlde sıra İzmir ve çevresine de gelecektir. İzmir hâlihazırda niz: Aşık Veysel, ömrü boyunca Sivas’ta bir ağacın altında çalmış ‘kaçamak yapılan yer’ imajına sahip. Kaçamak yapılan değil de iş ama doğurduğu türkülerin uyarlamaları dünyanın dört bir yanınyapılan yer imajı güçlenirse bu göç meselesi hızla sona erebilir.” daki caz kulüplerinde, festivallerde çalınıyor.” “90’larda gerçekleşen iç göçü bir derece anlıyorum. Çünkü o yıllarda albüm yapmak, daha büyük kapasiteli mekânlarda birbirinden “İZMİR’DEKİ MÜZİKAL ÜRETİMİN NİTELİĞİYLE İZLEYİCİNİN NİCELİĞİ ARASINDA BİR İLİŞKİ KURABİLİR MİYİZ?” farklı kitlelere çalmayı deneyimlemek, üstelik haftada üç dört gece çalarak ciddi miktarda para kazanabilmek mümkündü. Göç Geçen yıl boyunca düzenlediğimiz buluşma toplantılarının vermek konusuna bugünden bakacak olursak, İstanbul’a gidip hedaha en başında fark ettiğimiz üzere konserler, sürekli bar men para kazanmaya başlamak artık mümkün değil; çünkü ülkeprogramları, festivaller derken şehirde pek çok şey olup bitiyor nin deneyimlemek zorunda kaldığı muhtelif koşullar ve meydana ama bir başka şehirden bakınca müzikal üretim ve icra yoğungelen olumsuz gelişmeler yüzünden metropollerin müzisyenlere luğu anlamında İzmir’in temposuna dair net bir görünürlük yok. sunabildiği şartlar neredeyse eşitlendi. İstanbul’un taşı toprağı Şehirde sürekli program yapan kaç mekân var, bu mekânlarda altın gibi bir durum da kalmadı ortada. Oradaki İzmirli müzisyen ne tür gruplar ne tarz müzik çalıyor sorularına sıkça muhatap
“İzmir’de yıllardır her türlü müzik üretiliyor ve icra ediliyor fakat sıkıntılar listesinde izleyicinin ilk sırada geldiğini söylemek yanlış “Dile getirilen sorunlara işletmelerin de gözünden bakmalıyız diye olur. İzleyicinin niceliğini ve niteliğini hep kapalı mekânları refedüşünüyorum. Yorum gruplarına öncelik tanınması, hafta içi ve rans alarak ölçüyoruz. Oysa meydan konserlerine on binlerce kişi hafta sonunda mekânının sürdürülebilirliğini gözeten işletmegeliyor. Yani şehirde böyle bir potansiyel var.” cinin tercihi olabilir ama dinleyici çerçevesinden bakınca, bu iş “Ben daha genel bir soru soracağım. İzmir’de herhangi bir müzis- tamamen arz talep meselesi. Aslında mekânlar müzikal anlamda yen sadece müzikten hayatını kazanabilir mi? Eskiden bir yerle izleyiciye ne vereceğini önceden tanımlasa ve müzikal politikalakontrat imzalayıp bir sene çalışırdık. Müzisyenler örgütlenip bu rını buna göre gözetse ona göre izleyici gelir. Sebep sonuç ilişkisi konuda bir direnç yaratabilirse epey faydasını görürler. Şimdiler- içinde kalacaksak izleyiciyle ilgili sorunu ön sıralara koymanın de böyle bir çalışma şekli yok. Çarşamba akşamı filanca bardayım, yanlış olduğunu düşünüyorum. Dinleyici az değil. Cumartesi gecehaydi enstrümanları taşı; Cumartesi başka yerdeyim, bir daha iş si Alsancak veya Bornova’daki herhangi bir mekâna ne tür müzik yok. Nasıl dönecek bu çark?” koyarsanız koyun, dinleyici gelir. Bu kitleye bir de o gece sahne alan grubun kendi dinleyicisini eklersek önemli rakamlardan bah“Herkes düğününde derneğinde davul zurna olsun istiyor ama kimsedebiliriz.” se çoluğu çocuğu müzisyen olsun istemiyor. Bir de bu var. Halk konseri, üniversite konseri veya bar konseri diyelim; iş alacaksınız “Biz ilk etkinliğimizi düzenlemeye karar verdiğimizde şöyle yola ve size para verecekler. İlk sordukları sorular ‘ünlü müsün?’, ‘kaç çıkmıştık: Gittik Kıbrıs Şehitleri’ne; mekân mekân gezdik. Hepsiyle tık aldın?’, ‘yeterince eğlenceli misin?’ ve ‘albümün var mı?’. Kapı- tek tek konuştuk. Biri hariç, hiçbir mekân bize geri dönmedi ve orya pencereye doğrama yapan adama ‘borcum ne?’ diye soruluyor ganizasyonlarımızı bize dönüş yapan mekânda yapmaya başladık. ama müzisyenim dediğin zaman, ‘e para mı alacaksınız bir de’ di- Şöyle bir şansımız var: Biz sadece bireysel olarak da kendimizi ait yor adam. Saat dokuzda başlayıp sabaha karşı üçe, dörde kadar hissettiğimiz alt kültürlerin içinde yer alan türlerde müzik üreten çalan müzisyenleri düşünün. Beş kişi çalıyorlar; adam başı 50’şer grupların konserlerini düzenliyoruz. Bu yüzden seyirci kitlemizle lira yevmiye alıyorlar. ‘Abi 60 olsun’ deyince de ‘e, bir de bira içtiniz organik ve direkt bir temasımız var. Bu organizasyonlar, açıkçası ya’ cevabı geliyor. Patronların kültürel seviyesine değinmek, tam maddi anlamda çok bir şey bırakmıyor ama en azından gruplar bida bu yüzden müzisyenlerin temel hakkıdır. Biz sokakta, daha si- letten kazanıyor; o mekân etkinlik yapmaya devam ediyor ve altervil bir yerde mi duracağız ve buna ne kadar dayanabiliriz? Yoksa natif müziklere İzmir’de yeni dinleyici kitleleri kazandırabiliyoruz.” endüstrinin içinde kalıp onun dayattığı koşullarla mı var olmayı “90’larda İzmir’de acayip bir müzik furyası yaşandı. Belli bir yaşın tercih edeceğiz? İşte buna karar vermek gerekiyor.” üzerinde olanlar o dönemi özlemle hatırlıyor. 90’lar biterken müzisyenler hızla İstanbul’a kaçarken o dinleyici kitlesi de aile kurma“İzmirli müzisyenler aslında bir şekilde şehirde var olmaya ve var
PLA+FORUM
Forumun bu kısmında mevcut mekânların durumunu, izleyicinin niteliğini ve niceliğini, yeni izleyici kitleleri yaratmanın sonuç getirecek bir çaba olup olmadığını, bu kitleleri yaratmamız gerekiyorsa ne tür yöntemler izlememiz gerektiğini tartıştık.
kalmaya devam ediyor ama müzikal üretimin niteliğine dair pek sık dile getirilmeyen şöyle bir problem var: Tür ve özgünlükle ilgili ciddi sıkıntılar söz konusu. İzmir’de canlı müzik icra edilen mekânların çok büyük çoğunluğunda ‘cover’ (yorum) grupları sahne alıyor. Bu eğilim ne şekilde gelişti; mekânların talebinden mi kaynaklanıyor veya müzisyenlerin mi kolayına geliyor, bilemiyorum. Örneğin bir mekâna gidiyorsunuz; grup sahnede Thin Lizzy’nin ‘Whiskey In The Jar’ını Metallica yorumuyla çalıyor. Yani yorumun yorumunu yorumluyor ve insanlar bu şarkılarla gayet güzel eğleniyor. O hâlde soralım: Buradaki problem dinleyici midir, müzisyen midir, mekân mıdır?”
21 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
olurken aynı soruları kendimize sorduğumuzda dahi net ve bütünlüklü cevaplar elde edemeyebiliyoruz. Diğer taraftan İzmir’e dönmek isteyen, İzmir’e yerleşmeye karar veren müzisyenlerin şöyle bir sorusu var: ‘Orada neler olup bitiyor; gelip yerleşsem nerede çalabilirim, kimlerle çalabilirim?’
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
22
ya, evlere çekilmeye başladı. Bir on yıl sonra da İzmir’in merkezin- getirdiğinizde daha önce bir araya gelmemiş iki dinleyici kitlesini birleştirmekle kalmıyorsunuz; her ekip diğerinin kitlesinden yeni den tamamen elini eteğini çekip Mavişehir’e, Urla’ya, Seferihisar’a yerleşti. Dinleyicinin grupların repertuarına müdahale ettiği, grup- dinleyiciler kazanıyor. Söz 90’lara gelmişken İzmir, Bursa gibi şehirlerde punk, hardcore, metal kitlelerini ortaklaştıran, geçişkenların repertuarlarında kendi albümlerinden parçalara yer verdiği ve dinleyicinin bu parçaları talep ettiği, cazla dans edilen ve eğle- liği artıran pek çok organizasyonun düzenlendiğini biliyoruz ama bu gibi pratikler zamanla unutuldu. Üstelik bu etkinlikleri düzennilebilen yıllardan bahsediyorum. Şimdi bütün bu anlamlar, başka bir noktaya kaydı. Eskiden ‘bu gece şurada çok iyi müzik var, din- leyenler bu işi İngiliz pop müzik tarihine bakıp akıl etmedi. Bu forlemeye gidelim’ diyordu dinleyici; şimdiyse ‘kalk eğlenmeye, dağıt- mülü kendiliğinden, tamamen içgüdüsel olarak uyguladılar. Oysa bugüne bakınca hep aynı tarz grupları beraber sahneye çıkarmak maya gidelim’ diyor millet. Çünkü iş gerçek müzikten çıktı, deşarj olmayı garanti eden yüksek tempo ve sound tarafına kaydı. Örne- gibi bir alışkanlığın geçerli olduğunu görüyoruz.” ğin, İzmir’de açılan bütün caz kulüplerine bakın; en fazla bir sezon “Lüleburgaz’da yaşarken köyde, taşrada ve kırsalda müzikle ilişki dayanabildiklerini görürsünüz. Dolayısıyla müzisyene para verekurmuş yeni bir İzmirli olarak, dinlediklerime katkı sunmak adına miyorlar. Nostalji üzerinden geliştirilmiş bir çözüm önerisi olarak bazı deneyim ve gözlemlerimi paylaşmak isterim: İzleyici seyri ne algılanmazsa, evine kaçmış dinleyicileri dışarı çıkarmanın yoluna için bu kadar önemli? Çünkü endüstriyel bir alanda bilet kesme ve kafa yormak bir çözüm olabilir gibi geliyor bana. Ekonomik açıdan para kazanma ticaretinin içinde durduğunuz zaman izleyici sayıvarsıl ve çocuklarına iyi müzik dinletmeyi kendine dert edinmiş bir sı önemli hâle gelir. İzleyici tarafından tercih edilen ve işletmenin kitleden bahsediyoruz. Onları geri kazanırsak ortamı biraz daha gözünden bakacak olursak çok bilet kesen bir müzik grubuysanız hareketlendirebiliriz diye düşünüyorum.” müzik kaliteniz de tartışılır. Ya kendi müziğinizde diretecek ve kon“Dinleyici yetiştirmek diye bir kavramdan bahsedebiliriz ve bahset- serinize kendi seyircinizi bekleyeceksiniz ya da genelgeçer izleyimeliyiz. Müzisyenlerle dinleyici 90’ların ortasında sohbet toplan- cinin talep ettiği müziği yapacaksınız. Bu bizim müzisyen olarak tısı veya dinleti gibi etkinliklerde buluşuyordu. Bu tür buluşmalar, kendimizi nasıl konumlandırdığımızla çok ilişkili bir şey. Yani halk ayaklanmış da bizden müzik istiyor, resim istiyor gibi konuşuyoruz. kültür üzerinden sosyalleşme ortamı yaratırken müzisyene de yeni dinleyiciler kazandırıyordu. Müziğin sadece eğlence olarak algı- Oysa halk böyle bir isyan hâlinde değil; öyle bir şey yok. Trakyaca söyleyecek olursak, ‘Te Be Or Not Te Be / Olsak da olur olmasak da’. lanmaya başlamasıyla işin kültürel ve sosyolojik boyutuna pek Eğer televizyon şovlarının, klip kanallarının ulusal müzik trendlekafa yoran kalmadı. Aynı problem İstanbul’da da var. Eksenine topluca eğlendirmeyi koymuş müziklerin haricinde kalan tüm mü- rini tayin ettiği o ‘mübarek’ alanda duracaksanız, müzikle kurduğunuz ilişkiyi başka bir biçimde tanımlayacaksınız. O alanda kalıp zikler, İstanbul’da da büyük bir hızla dinleyici kaybediyor.” ‘ben hem buradayım, hem de müzikal namusumu koruyacağım’ di“Anlaşılan o ki 90’larda bu şehirde güzel bir dönem geçmiş, ben çoyebilmek, belki sadece halk müziği yapanlar için mümkün olabilir. cuktum hatırlamam. O günlere geri dönmeye çabalamak mı doğruÇünkü o müzisyenler daha çocukluğumuzdan beri duyduğumuz dur; yoksa müzik üretimi ve medya yeni mecralara doğru evriliyorseslerle uğraştığı için biraz daha avantajlı. Bununla beraber, o alaken, müziğe ulaşım şekilleri, müziği yapma şekli gelişiyor ve hızla nın üst seviyelerine tırmandıkça piyasanın size dayattığı koşullara değişiyorken sektörün devamlılığını sağlamak adına genç kitleleri uyum sağlamaya mahkûm kalacağınızı kabullenmeniz gerekiyor. hedefleyen radikal yöntemler geliştirmek mi doğrudur?” Buna yanaşmı-yorsanız kafanızdakini yapacaksınız; Ödemiş’e veya Demirci’ye gidip çalacaksınız. Yani bu işi sokaklarda yapmak “Müzik tarihine geri dönüp bakınca ana akımlara alternatif olarak ortaya çıkmış her yeni tarzın izleyici yaratmak adına sıradışı yön- zorunda olacaksınız. Dolayısıyla birçok açıdan araya sıkışmış bir iş temler kullandığına rastlıyoruz. Örneğin, ön grup / alt grup yön- kolundan söz ediyoruz. Öte yandan söz konusu dinleyici yaratmak olunca bugün karşımıza başka parametreler çıkıyor: Meselâ bir döteminin ortaya çıkışındaki temel sebep, farklı dinleyici kitlelerini nem müzik grupları için yeni dinleyicilere ulaşmak ve iyi kaşe alaortaklaştırmak. Farklı müzikler yapan iki ekibi aynı gece bir araya
PLA+FORUM
23 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
bilmek adına önemli fırsatlar sunan üniversite şenliklerine bakın; Bu alanda nitelikli insan kaynağı olmayınca mekânlar ya kapanıp bambaşka bir profilin oluştuğunu göreceksiniz. Üniversitelerde gidiyor ya da sürekli el değiştiriyor ve gittikçe sürdürülebilir bir müsadece eğlenmek isteyen, zamanın çok hızlı geçtiğini ve yetişeme- zik politikası izlemeyi umursamaz hâle geliyor. İşletme kültürünün diği her şeyi kaçıracağını düşünen yepyeni bir dinleyici kitlesi var. yoksunluğuna, bireysel anlamda işletmecilerin kültürel birikimine Bundan altı yedi yıl öncesine kadar Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi, ilişkin devasa problemler var. Genellikle daha önce müzikle veya Baba Zula gibi grupların çıktığı üniversite şenliklerine şimdi ço- sanatın herhangi bir alanıyla uzaktan yakından ilişki kurmamış ğunlukla pop sanatçıları çağrılıyor. Bunun altını niteliksel anlam- ama mekâna belli bir ciro yaptırmayı garanti eden işletmeciler da değil; niceliksel anlamda çiziyorum. Çünkü bir etkinliğin başarı tercih ediliyor. Müzik direktörlüğü sistemi de bu yüzden çalışmıyor kriteri, artık herkes için ortaya toplanacak kitlenin ne kadar büyük veya bu tür mekânlara müzik direktörü dayanmıyor. İşte bunlar birolacağından ibaret. İzmir’e odaklanıp bakalım; Kıbrıs Şehitleri birini tetikleyen ve etkileyen, hep birbirini besleyen problemler… Ve Caddesi’ndeki sokaklara gelenlerin %95’i o bölgeye eğlenmek için bu problemler, hem İzmir’de yaşayan yurttaşın müzikle kurduğu geliyor. O kitlenin hatırı sayılır bir kısmını ‘vaktinde eve dönecek ilişki alanlarını hem de müzik yapan insanları kıraçlaştırıyor.” mi?’ diye telefonun başında bekleyen ebeveynlerin çocukları oluş“İşletmecilerin müzisyenlerle ilişki kurma biçimlerinde de büyük turuyor. Yani forum süresince sıkça bahsi geçen kırk yaş ve üzerinsıkıntı var. Bir görüşme yapmaya gidiyorsunuz; saatlerinizi harcıdeki kitleye mensup eski dinleyicinin çocuklarından bahsediyoruz. yorsunuz sonra işletmeci size geri dönmüyor bile. ‘Gel kapıya çal; Üstelik o kitlenin bugünün Türkiye’sinde çocuğunun eve sağ salim senin büyük bir kitlen var’ diyor, bunu reddedip kaşe talep ettiğidönüp dönemeyeceğine dair endişeleri var artık.” nizde bir daha telefonlarınıza çıkmıyor. Mekânlar, genellikle bütün “Bu foruma katılan müzisyenlerin neredeyse tamamı ya dayısından sorumluluğu müzisyenin veya organizatörün üzerine yıkıyor. Çok ya lisedeki tuhaf müzik öğretmeninden ya da alt katta akordeon ça- az mekân tanıtıma destek veriyor.” lan Necmi Abi’den falan yola çıkarak müzikle ilişki kurmuştur. Biri KONSERLERİ DAHA GENİŞ KİTLELERE bir şekilde vesile olmuştur müziğe başlamanıza. Hiç konuşmadığıDUYURMAK İÇİN NELER YAPABİLİRİZ? mız bir konu bu. Çocuk şarkıları diye bir alan ortadan kalktı. Çocuk İKPG’nin 2015 yılı boyunca düzenlediği buluşma toplantılarınşarkısı bestelemek, koro kurmak; bunlar bitti. TRT’nin siyah beyaz olduğu zamanlarda Hikmet Şimşek’in bu alandaki fani çabalarını, da öncelikli olarak odaklandığı konulardan biri de etkinliklere kent sathında daha yoğun bir görünürlük kazandırmaktı. Konu TRT’deki çocuk şarkıları yarışmalarını yaşı yetenler hasbelkader hatırlayacaktır. Düşünebiliyor musunuz; sizin maruz kaldığınız bü- buraya gelip dayanınca, bileşenlerimizin bugüne dek ortaya koyduğu önerileri, fikirleri katılımcılarımıza sunduk; onlardan tün seslere benim dört yaşındaki çocuğum, sekiz yaşındaki kızım katkı rica ettik ve bir başlangıç yapmak adına, İzmir Akdeniz da maruz kalıyor. Mahallelerde, sokaklarda çocuklarla ilgili neler Akademisi Kültür Sanat Koordinatörü Serhan Ada’nın önerisini yapabiliriz; buna kafa yormak lâzım.” kendileriyle paylaştık: “Herkes ortak bir karar alıp birbirinin et“MÜZİSYEN ÇOK, MEKAN YOK, İŞLETMECİ TOK” kinliğini kişisel sosyal medya hesabından paylaşsa görünürlük Sürekli sahne alan ve düzenli program yapan müzisyenlerin hızla artar; mevcut kitleler de katlanarak büyür.” Doğruluk payı üzerine sınırsız konuşabileceği kavramlardan biri dinleyiciyse var; bu tür pay-laşımlar sadece tanıdıklarımızla ve yakın ilişkidiğeri de muhtemelen ‘mekân’dır. Bu iş kolunda mekân kelime- de olduğumuz müzisyenlerle sınırlı kalınca hep aynı kitlelere sinin bir çatı kavram olarak işlev gördüğünün de altını çizmek çaldığımızı fark ediyor muyuz? gerekir. Çünkü bu kavram, müziğin icra edildiği alana ilişkin “Editöryal bir filtreden geçirmek kaydıyla müzisyenlerin ve gruplapek çok olguyu birden kapsar: Sahne, ses teknisyeni, personel, rın etkinliklerini bizzat yükleyebileceği, tarz ayrımı yapılmaksızın işletmeci, izleyici, duyuru üniteleri... İKPG’nin bugüne dek gerİzmir’deki tüm konserlere ve müzik etkinliklerine yer verecek çok çekleştirdiği tüm buluşma toplantılarında ‘mekân’ın her sanat dilli bir dijital platform tasarlanamaz mı? Türkiye’nin farklı illerindisiplini için temel ve acil bir ihtiyaç olarak öne konduğuna den gelen yerli turistler ve yabancı ziyaretçiler hâliyle akşam dışarı tanık olduk. Bu buluşma toplantılarında sergilemeler, perforçıkmak istiyor ve şehrin müziğini, kültürünü deneyimlemek istiyor. manslar ve gösterimler için yeni ve alternatif mekânları nasıl Bu niyetle ilk olarak kaldığı otelin resepsiyonuna danışıyor. Ne kayaratabileceğimize dair epey yol katettik. Buna karşın, söz dar sağlıklı bir öneri alır; belli değil. Bir broşür veya kitapçık olsa, konusu müzik olunca işin içine yukarıda sıraladığımız pek çok en azından İngilizce içerikle desteklense işe yaramaz mı?” parametre giriyor. “Atina’da havaalanına indiğinde şehrin haritasını ve etkinlik tak“Müzisyenler en örgütsüz, en bir araya gelmez kesim. Bu örgütsüzvimini bedava dağıtıyorlar. Üstelik bu kitapçığın içerisinde belirli lük hâli, belki de uğraştıkları işin doğasında yatan bireysellikten noktalarda indirim sağlayan bir kart var. Saraybosna’da ise direkkaynaklanıyor. Bu gibi forumların, tartışmaların sürekli yapıldığı lere yapıştırılan etkinlik takvimleri ve ‘navigatör’ adını verdikleri bir çevreden geliyorum. Akademik eğitim almış arkadaşlar veya aylık kitapçıklar var.” profesyonel anlamda uzun yıllardır müzik yaparak hayatını kazanmaya çalışan arkadaşlar teşhislerinde sıkışıp kalınca yer kapmak, “Basılı olsun, dijital olsun; İzmir insanı şehriyle ilgili bir yayınla kariş almak ya da program yapmak için piyasaya giren yeni müzis- şılaşınca mutlakla onu alıp inceler, açar okur. Vapura bindiğinizde yenlerin ücretleri düşürdüğüne gelip dayanıyor. Ben bundan daha dikkat etmişsinizdir; herkes belediyenin yayınladığı bültenleri ilderin problemler olduğunu düşünüyorum ve onları öne sürmek giyle okuyor. Örneğin İzmir Kukla Günleri afişlerini ilgiyle inceleyen istiyorum: Mekânlar ciddi bir işletmeci probleminden muzdarip. insanlar görüyorum. Bu afişleri yaygınlaştırma meselesi üzerine
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
24
PLA+FORUM
kapsamında yıkım kararı alınmış bir otoparkın zemin katı kullanıldı. Ses sistemi ve teknik ihtiyaçlar imece usulü giderildi. Dokuz doğaçlama grubu sahne aldı. Girişte acıkanlar için vegan mutfak standı kuruldu; dileyenler bu stanttan çok cüzi bir bedel ödeyerek faydalandı. Bilet satışı yoktu; izleyiciler girişteki bağış kutusuna katkıda bulundu. Etkinliğe özel bir fanzin çıkartılmış; bu fanzin de bağış karşılığında okuruyla buluştu. Beş saat süren bu etkinliğe yaklaşık iki yüz dinleyici katıldı. İzleyici toplamak, işler bir model geliştirmek adına esin verici bir örnekle karşı karşıyayız. Bu formülü bulabildiğiniz her alana, mekâna uygulayabilirsiniz. İzmir’de bu formülün uygulanabileceği pek çok kapalı alan var ve alan tahsisi için yerel yönetimden bir beklenti içerisine girmeye gerek yok.”
“Geçen yılın Ocak ayında efsanevi Rumble Militia konser vermeye İzmir’e geldi. 90’lı yıllarda sadece İzmir bazında ciddi dinleyicisi olan bir gruptan bahsediyorum. Dinleyici geçen yıllar içerisinde daralmış olabilir, onu anlayabilirim veya kendi dinleyicilerini kaybetmiş olabilirler ama o konser az daha izleyicisizlikten yapılamayacaktı. Grup sahneye çıkmak için birileri gelsin diye bekledi. Demek ki duyuru açısından çok sıkıntılı bir durum var ortada. Bu kesinlikle insanların o konserden yeterince haberdar edilememesiyle ilgili. Bazen mutlaka izlemem gereken bir grubun İstanbul konserine gitmek için o çileye katlandığım oluyor; neden İzmir belli başlı gruplar için bir uluslararası üs olmasın? İnsanlar İzmir’den uçağa atlayıp Atina’ya, Selanik’e konser izlemeye gidiyor. Bazı “Kolektif ve inisiyatiflerin kapalı mekânlarda imece usulü düzenleyeceği etkinlikler bahar ayları için uygun olabilir. Diğer yandan, yeraltı gruplarının İstanbul konseri bile olmuyor, hâtta İstanbul İzmir’in kendine has bir ruhu var. Bu şehri ne İstanbul ne de Anyerine Türkiye’nin başka şehirlerinde çalmayı özellikle tercih eden yabancı gruplar var. Bir de şu dikkatimi çekiyor; etkinlikleri duyu- kara ile karşılaştırabiliriz. Deniz kıyısında yaşayan, yazı çok uzun ran mecralarda genellikle belli başlı müzik türleri öne çıkarılıyor. sürdüğü için vaktinin büyük bir kısmını sahilde, sokakta geçiren bir şehir burası. Sahillere kalıcı sahneler kurulsa, her sahnenin bir geOysa İzmir’e sadece İbrahim Maalouf gelmiyor; bir türkü bara nel sanat yönetmeni olsa ve kışın bu sahnelerin üstü kapanabilse Kırşehir’den çok önemli bir ozan geliyor veya Çiğli’deki falanca İzmirli müzisyenler için yeni bir alan açılmış olmaz mı? Yurtdışında mekâna Kâhtalı Mıçı geliyor. Sosyal medyadan duyurulmayan bu buna benzer konser noktalarına sıkça rastlayabilirsiniz. Böylece İztür programları ötekileştiriyor ve yok sayıyoruz gibime geliyor.” mirli olup caz, klasik müzik, rock, blues icra eden ve barlara hapMODEL VE STRATEJİ ÖNERİLERİ solmak zorunda kalan müzisyenlere sahne açılmış olur.” Fikir paylaşımları devam ettikçe, bazı hususların adı konma- “Ahura Ritim Topluluğu olarak uyguladığımız modelden bahsetmek mış engeller olarak karşımıza çıktığına tanık olduk: Konser ve isterim: Öğrencilerimden oluşan bir grupla işe tamamen sıfırdan düzenli programların ağırlıklı olarak Alsancak ve Bornova’da başladık. Öğrenciler üç aylık bir eğitimin sonucunda sahneye çıkamerkezlenmiş mekânlara yığılması, müzisyenlerin sahne ola- bilir hale geliyor. Mevcut mekânlarda konser vermeyi hiçbir şekilde rak kullanabileceği yeni mekânlar yaratmak konusunda bizzat düşünmediğimiz için baştan salon konserleri seçeneğine odakinisiyatif almak yerine beklentilerini yerel yönetim birimlerine lanmaya karar verdik. 2016’ya kadar dört konser gerçekleştirdik. ve mevcut mekânlara yöneltmekte ısrar etmesi, şehrin farklı İlk konserimize beş yüz, son konserimize bin iki yüz izleyici geldi. noktalarına yayılabilecek türden seri etkinlikler yerine genel- Yirmi kişilik çekirdek ekip olarak afiş tasarımından davetiye satılikle festival formatının hayal ediliyor olması akla ilk gelen ki- şına kadar tüm organizasyonu kendimiz üstleniyoruz. Her öğrenci litlenme noktaları. kendi çevresine konser davetiyesi satıyor. Bağlantıları kurmaya Acaba müzisyenler sürekli mevcut mekânlardan ve yerel yöne- başladıktan sonra ağ genişliyor. Önce yirmi kişisiniz; bir bakmışsınız ki kırk, altmış olmuşsunuz. Tabii burada kolektif olmaktan timden konser beklemek yerine dayanışma ve imeceyle kendi kaynaklanan bir aidiyet durumu da var. Çalışma alanımızı da kenorganizasyon modellerini geliştirebilir mi? di şartlarımızla oluşturuyoruz. Üçüncü seneye girdik; atölyeler ve “İstanbul’da faaliyet gösteren A.I.D. kolektifinin düzenlediği tek provalar için kullandığımız bir mekânımız var. Ayrıca şu anlamda günlük etkinlik serisi, dayanışma ve imeceyle ortaya bir model kafamız çok rahat; ‘şunu çalın’, ‘bunu çalın’, ‘şu kadar saat’, ‘bu çıkarma fikrine ideal bir örnek olabilir. Dördüncü etkinlikten bahkadar saat’ gibi dayatmalarla karşılaşmıyoruz. Bu model herkesin sedeceğim: Tophane’de tehlike arz etmeyen ama kentsel dönüşüm kendi çevresiyle uygulayabileceği bir model olabilir.”
25 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
“İKPG toplantılarının birinde kısaca sözü geçmiş; ben de afiş kulelerine değinmek istiyorum. Yurtdışında sıklıkla rastladığımız ve o şehrin müzisyenlerine, müzik üretimi potansiyeline görünürlük kazandıran bir kent mobilyası olarak afiş kulesi fikrini sıkça gündeme getirmek gerekiyor. Gayet legal ve düzenli işleyen bu sistem şöyle çalışıyor: Yerel gruplar, müzisyenler ve mekânlar belirli bir meblağ karşılığında afişlerini önceden düzenlenmiş şartlara uyarak yaya yoğun arterlerde yer alan bu afiş kulelerine yapıştırıyor.”
PLA+FORUM
biraz çalışmak, düşünmek faydalı olabilir. Bir de festivaller birbiriyle çakışmamalı. İstanbul ve Ankara’da buna çok dikkat ediliyor. İstanbul’da bir festival düzenliyorsanız o tarihte sizinkiyle çakışan başka ne var diye bakarsınız; çünkü her şehirde kültürü belirli bir kesim tüketiyor. Bunların koordinasyonu üzerine düşünmek, etkinliklere belirli bir bütçe ayırabilen kitleleri bölmemek adına faydalı olabilir.”
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
26
“Ben de Praksis’in deneyimlerini sizle paylaşmak isterim: Praksis sadece bir müzik grubu değil; yaklaşık on beş kişilik bir müzik kolektifi. Prodüksiyon, duyuru, afişleme, organizasyon gibi işleri bu ekip üstleniyor ve dostlarımızdan destek alıyoruz. Aramızda uzun yıllardır müzik yapanlar olduğu gibi enstrüman çalmaya yeni başlamış arkadaşlar var. Praksis, toplumsal meselelere duyarlılığı hedef alan, sokakta olmayı kendine hedef koymuş bir yapılanma. O yüzden sokağın ya da sahnenin tanımı bizde farklı. Biz ışıklarla donatılmış, yüksek zeminli sahneler istemiyoruz. Bizim için her yer sahnedir şiarıyla hareket ediyoruz. Üç dört kanalda iş üretiyoruz. Dayanışma ve açık çağrıyla evrimi anlatan bir çocuk şarkıları albümü yaptık ve Şubadap Çocuk Korosu’nu kurduk. Bunun dışında Türkiye’deki ekolojik yıkıma karşı duran ve sanat kumpanyası şeklinde örgütlediğimiz ekibimizle iki Türkiye turu yaptık. Dayanışma ve kendi öz kaynaklarımızla ‘Üç Beş Ağaç Kervanı’ adını verdiğimiz turneler düzenliyoruz. Bu turneler kapsamında bütün Türkiye’yi dolaştık; ses sistemimizi antika minibüsümüze yükleyip iki yılda yaklaşık yirmi bin kilometre yol kat ettik. Kimi yerde çevre örgütleriyle dayanıştık; kimi yerde yatacak yer verdiler, kimi yerde para toplayıp yakıtımızı karşıladılar. Kimi yere kendimiz sahne kurduk ve yıkıma karşı pandomim, müzik, tiyatro etkinlikleri düzenleyerek insanların dikkatini çevre meselelerine çekmeye çalıştık. Bir buçuk yıldır başarıyla uyguladığımız bir finans sistemimiz var: Örneğin bir ekibi daha götürmesi veya en azından bu ekibi konsere gittiği ücretli bir konserden elde ettiğimiz gelirin yarısını bir havuzda biriktiriyoruz. Böylece bir halk mücadelesinde müziğe ihtiyaç var- mekâna teklif etmesi. Menajerlik kurumu, pop müzik alanı dışında da oldukça oturmuş durumda. Gruplar, menajerlerin beraber çalışsa öz kaynaklarımızla oraya gidebiliyoruz. Albümlerimizi de aynı yöntemle kendimiz finanse ediyoruz. Kolektif üyelerinin konaklama, masına da ön ayak olmalı.” barınma, beslenme ve temel sağlık meselelerini çözebilmek üzerin“Yerel grupların kendilerini ifade etmesi meselesini çok önemsiyoden meseleye asgari ölçülerde bakıyoruz. Bunlar dışındaki tüm rum. Yeni mekânlar yaratmayı kendine dert edinmiş kolektiflerin birikimimizi müziğe aktarıyoruz.” bir araya gelip nasıl iş birliği yapabileceğine ilişkin fikir değiş tokuşu yapması ortaya çok etkili sonuçlar çıkartabilir. Apeiron, “İstanbul’da çalışmalarını sürdüren Bağımsız Müzik Oluşumu’na Randevu ve Edit ekibi, Alsancak’taki Rokalemon stüdyosu, Fullkatkı sunan Peyk grubunun bir önerisi var: Müzisyenlerin kendi mekânları olmalı. Kolektif kullanıma açık, müzisyenlerin dayanış- moon kolektifi derken aslında İzmir’de de bazı hareketlenmelerin olduğunu söylemek mümkün. Başlangıç olarak hemen festivaller mayla ayakta tuttuğu mekânlar. Birkaç müzisyenin buna öncülük tasarlamaya kalkışmak yerine küçük modellerle yola çıkıp kolektifetmesi gerekiyor sanırım. Ayrıca İzmirli müzisyenlerin en azından ler arasındaki iş birliği olanaklarını test etmek gerekiyor. Bu küçük ülke çapında görünürlüğünü artırmak adına Sofar, Balcony TV, modeller beklenmedik başarılara imza atabiliyor. Örneğin birisi Groovypedia gibi canlı performans videosu yayınlayan oluşumları ‘benim evimin bahçesi var, burada şu gün şöyle bir şey yapacağız; İzmir’e çekmek işe yarayabilir.” buyrun gelin, giriş on lira’ dediğinde oraya o gün yüz kişi gidiyor. “Bağımsız Müzik Oluşumu, ayrıca on sekiz yaş altı kitleye konser Buna karşın aynı grup mevcut mekânlardan birinde konser yaptıverebilmek adına kültür merkezleri ve lise salonlarında konserler ğında yirmi bilet satıyor.” düzenlemek üzere bir proje üzerine çalışıyor. Kimi grupların çok ciddi bir on sekiz yaş altı kitlesi var ve bu kitle barlara giremiyor. “Neden konserlerde birbirimizin albümlerini satmıyoruz? Görünürlük yaratmak, birbirimize yeni dinleyiciler kazandırmak ve dayaBuradan şuna gelmek istiyorum: İzmir sathında bu gibi konserlere nışmak adına iyi çalışan bir model geliştirmenin ilk adımı olabilir. açık olan özel okulların, özel tiyatroların ve kültür merkezlerinin bir envanteri çıkarılabilir. Bu ağdan öncelikle İzmirli gruplar ve müzis- Mekân yokluğundan, yeterli izleyici bulamamaktan yakınmanın sonu yok.” yenler faydalanabilir.” “Genç kitlelerin ileride bizim dinleyici kitlelerimiz olacağını hiç unutmayalım. Bundan on küsur yıl önce müzik tarzlarını, çalgıları konu edinen seminerler düzenlenirdi. Öğrenciler, bu vesileyle daha önce tanışmadıkları müzikler ve çalgılarla tanışırdı. Özel okullara böyle organizasyonlar önerilebilir ve her organizasyon İzmirli bir grubun konseriyle tamamlanabilir.” “Konser sayısını artırmak ve dayanışmayla yol almak adına bir model daha önerebilirim: Her ekibin bir konsere giderken beraberinde
“Eğer bu forumda konuşulanlar, ortaya çıkan öneriler lafta kalmazsa ve birkaç çalışma grubu kurulursa mutlaka zaman içerisinde diğer konularla ilgili mesafe kat etmek söz konusu olacaktır.”
“KÜLTÜR İÇİN MEKÂN” FORUMU 10 Nisan 2016 BORGA KANTÜRK FOTOĞRAFLAR AYŞEGÜL KAYCI
Katılımcılar Ese Ese (Sonsuz Sekiz Sanat ve Tasarım Atelyesi), Ali Kemal Ertem (K2 & Maquis Project), Ahmet Yıldırım (Cinatı), Nur Muşkara & Esra Okyay (Basmane Atölye), Yalçın Çıdamlı (ÇizgeliKedi Görsel Kültür Merkezi), Ercüment Serpil (Karşı Sanat Merkezi), Aygün Erkem & Sultan Gökdemir (3. Dalga), Nesim Bencoya (Hezarfen Film Galeri), Şafak Ersözlü & Bahar Nihal Ersözlü (Sanatta Görünürlük Festivali & BudalaSultan Kolektifi), Özgür Aydek (Sanatta Görünürlük Festivali), Doğuş Demir (Ghetto Paintball), Hande Bozbıyık, Mert Görkem Ayaz (Yaşasın Derneği), Oğuz Ediz (medyakulubu.com), Çağrı Öner (6.45 KK), Emrah Atik (izmirdesanat.org).
> İyi yolda olduğunuzu düşündüğünüz aktiviteler neler? > İzleyicinizi geliştirmek ve artırmak için sizce ne tür araçlar gerekiyor? > Kültür mekânları ve işletmecileri arasında bir dayanışma ağı söz konusu olursa neler yapılabilir? Bireysel veya kurumsal olarak, bu konuda ortaklaşarak başka neler yapabiliriz?
> Bu pekiştirmeyi sağlamak için ne tür stratejiler ve modeller öneriyoruz?
PLA+FORUM
> Düzenli olarak kültürel aktivite üreten mekânlar, kültür kurumları, sanatçı kolektifleri / inisiyatifleri olarak İzmir’de güncel, aktif, katılımcı ve sürdürülebilir bir faaliyet alanı oluşturmayı hedefliyor musunuz?
> Biz kültür üreticileri, yerel yönetimin altını çizdiği “kültür kenti” algısını pekiştirmek adına neyi gündeme getiriyoruz veya getirmeliyiz?
ZARURİ BİR İHTİYAÇ OLARAK MEKÂN
27
İKPG’nin Nisan 2014’ten bu yana düzenlediği iletişim toplantılarında sıkça karşımıza çıkan konulardan biri şuydu: İzmir’de yoğun bir kültürel üretim söz konusuyken bu üretimin çıktılarını sergilemek için gereken mekânların sayıca az ve çeşitten yoksun oluşu; buna bağlı olarak kültürel programların sürdürülebilir olmayışı. (Aynı konunun bir önceki “İzmir’de Müzik Üretimi” başlıklı forumda da karşımıza çıkması oldukça dikkat çekiciydi.) Toplantıların bir diğer önemli konusuysa mekânlarla etkinlik üretenlerin ve sanatçıların arasındaki iliş-
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Düzenlediğimiz ikinci disipliner forumda, davetimize olumlu yanıt veren kişi ve kurum temsilcileriyle İzmir’de kültür ve sanat ortamının sürdürülebilirliği adına “mekân” olgusunu tartıştık. Davetliler için hazırladığımız çağrı metninde yer alan bazı temel sorular şöyleydi:
kilerde yaşanan tıkanıklıklardı. Bütün bunların ışığında, İKPG olarak İzmir’de sergileme, üretim, paylaşım ve performans mekânlarına duyulan ihtiyacın sürekli tartışmaya değer bir alan olduğunu görüyoruz.
PLA+FORUM
Bu kritik konulara ilgi gösterme inceliğinde bulunan birkaç işletme sahibi dışında forumun katılımcıları çoğunlukla kendi mekânlarını üreten bağımsız sanatçılar oldu. Kâr amacı güden işletmelerin ve özel sektöre bağlı kültür kurumlarının foruma yeterli katılım göstermemesi, İzmir’deki kültür hayatının ancak bağımsız aktörlerin dayanışmasıyla ivmeleneceğine işaret ediyor olmalı. Aslında bir diğer ilgi çekici durum da şu: Kendi mekânını üreten sanatçıların izleyicisiyle diğer mekânların izleyicisi belli oranlarda kesişiyor. Bu yüzden, forumun temel amacının son kertede mekânlar, aktörler ve aktörler arasında destek temasını güçlendirecek yeni politikalara bakmak olduğunu söyleyebiliriz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
28
Önceleri, İzmir kültür sanat ortamı konu olduğunda İstanbul örneği üzerinden karşılaştırmalar öne çıkardı. Ülkenin kültür sanat endüstrisine ev sahipliği yapan İstanbul’un da İzmir’i “kültür aktörü kaynağı” olarak nitelendirdiğine tanık olduk. Şimdi bu durumun nispeten azaldığını söyleyebiliriz. İstanbul’un hâlihazırda kültür politikası üretme yolunda belirgin bir kriz yaşıyor olması, İzmir’deki durumdan daha çetrefilli, dezavantajlı ve muallak bir durum ortaya koyuyor. Ülke geneline bakınca sermayenin kültüre yatırım yapmaktan hızla uzaklaştığını, kültürel alanların neredeyse tamamında rantsal gerilimin zirve yaptığını, beklentiler büyüdükçe küçük ölçekli bağımsız yapıların devre dışına itildiğini gözlemliyoruz. İzmir için bu mertebede bir sektörleşme, rant ortamı henüz söz konusu olmadığı için bir bakıma küçük ölçekli çabaların alternatif üretimleri daha fazla gündeme getirebileceğini öne sürebiliriz. “İngilizce ‘self institution’ diye bir tabir var aslında. Yani ‘kendini mekânlaştırmak’. Bireysel kültür üreticisi olmaktan çıkıp bizzat mekânsal üreticiye dönüşüyorsun.” Kendine Ait Bir Oda Projesi, Karşı Sanat Merkezi, Maquis Pro-
ject, 3. Dalga gibi aktif sanatçı mekânlarıyla 2000’lerin başında faaliyete geçen K2, güncel sanat alanında karşılıklı destek temasının altını çizen ve bu alanda fikir üreten oluşumlar. Yanı sıra Seskontrol, Apeiron, Epic Fair gibi yerel müzik ortamında faaliyet gösteren kolektiflerin Fransız Kültür Merkezi, Kübana Gazinosu, Edit, 1888, 6.45, Cinatı, Raş gibi performans mekânlarıyla ortaklaşa gerçekleştirdiği konserler, iyi örnekler olarak göze çarpıyor. İzmir’in bağımsız ve yenilikçi tasarımcılarını, “maker”larını ve çizerlerini bir araya getiren ve her etkinlikte şehrin daha önce kullanılmayan noktalarını işaretlemeye gayret eden Randevu, Things atölyeleri, Drink & Draw, Pecha Kucha gibi etkinliklerin sürdürülebilirlik adına hatırı sayılır mesafeler katetmiş olması ayrıca ümit verici. Mayıs 2016’da İzmir Görünürlük Festivali ile mevcut ortama katkı sunmaya başlayan Budala Sultan Kolektifinin girişimiyle bu halkaya dâhil olan Ghetto Paintball ve Originn gibi mekânların ileride kültür sanat aktivitelerine ev sahipliği yapabilecek güçte etkinlik alanları olarak öne çıkması, bize umut veriyor. Düzenlediği şenlikli tasarımcı panayırlarıyla şehrin genç kültür üreticilerine, müzisyenlerine alan açan No: 42 ve sinemayı öne çıkartan İro Café, bu canlanmaya ön ayak olma yolunda akla gelen diğer mekânlar. MEKÂNLARA DAİR BİR YOKSUNLUK: SÜRDÜRÜLEBİLİR ETKİNLİK POLİTİKASI GELİŞTİRMEK Karşılıklı sorular ve cevaplarla ana konuyu deşmeye devam ederken yerel yönetime, özel sermayeye veya devlete ait kurumların haricinde sistem tarafından kültür üreten odaklar olarak tanımlanmayan kafelerin, tasarım dükkânlarının ve bistroların da izleyici kitlesi geliştirebilecek mekânlar olup olamayacağı üzerine kafa yorduk. Ayrıca bu tür mekânların kültür ve tasarım alanlarında şehrin üretim potansiyeline katkı sunması mümkün müdür?; ona bakmaya çalıştık. “Kültür sanata alan açan kafelerin ‘müşteri’ tanımını ‘kültür tüketicisi’ tanımıyla zenginleştirmek için neler yapabileceğine ve müdavim tanımının niteliğini nasıl geliştirebileceğine bakması gere-
PLA+FORUM
29 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
kiyor. İzmir’de kültür sanatla bir biçimde ilişkili olmak isteyen bu yetiyor. Bu yüzden bağımsız sanatçı niteliğinizi gittikçe yitirmeye klasmandaki mekânlar, genellikle müşteri tanımını kullanmakta başlıyor ve alanınızla ilgisiz başka uğraşlarla hayatınızı kazanmaısrar ediyor. Bu tür mekânlar ağırladıkları insanlara sadece kâr ya çalışıyorsunuz.” odaklı bakarak ilerlediğinde kültür alanına minimum düzeyde kat“Yerel yönetime ve özel sermayeye ait mekânlar açısından bakacak kı sunar hâle geliyor. Böylece, hem baştan belirledikleri hedeflerle olursak, görünürlük kazanmış ve istikrarlı iş çıkartan yetkin kültür çelişmeye başlıyorlar hem de izleyici, takipçi geliştirme konusunda aktörleriyle bu mekânlar arasında bir iletişimsizlik söz konusu. zamanla zar zor kurdukları diyalog kesintiye uğruyor. Oysa bir kafe Kültürel anlamda baskı unsuru yaratmak sadece şikâyet ve talep veya bistro, insanların oturup bir şey içerken yazı yazdığı, tasarım etmekten ibaret olmamalı; etkinlik tasarımcıları güçlü projeleri yaptığı veya eline bir kitap alıp okuduğu bir kültür mekânı hâline sergilemek adına bu mekânlarla sürekli iletişim halinde olmalı. gelebilir. Bu da sadece iyi müzik çalmakla veya sanatsal görünümBahsettiğim güçte projelerin içerik ve uygulamasını gayet güzel lü ortamlar yaratmakla olmuyor. Bu gibi mekânların temel amakotarabilecek herkes mevcut İzmir’de. Bu gibi mekânlarda dücının kültür adına güçlü durabilen, güçlü olduğu sürece takipçi zenlenen bir serginin yanına ona bağlı bir başka etkinlik koymaya yaratabilen gelenekler yaratmak olduğunu düşünüyorum. Zaman kafa yormak, böylece mekânın görünürlüğüne de katkı sağlamak alan, karşılıklı efor isteyen bir mesele bu. İşletmeciler olarak böyle ve izleyiciyi artırmak gerekiyor. Bazı mekânları bu tür etkinliklere bir çabaya giriştiğinizde kültür sanat üretimine dair takipçi, izlealıştırmaya çaba sarf etmek şart ki işletmecileri ya da yöneticileri yici profili oluşturma arayışına düşmüş oluyorsunuz ki bu hayırlı bu tür alternatif etkinliklerin orada yapılabiliyor olduğuna tanık bir şey.” olsun, inansın.” “Bir mekâna gidiyorsunuz ve orada üç konser izliyorsunuz. ‘İki de MEKÂNLAR ARASI İLETİŞİM AĞI KURMAYA YARAYACAK BİR sergi açılabilir burada’ diyorsunuz. Sonra bir bakıyorsunuz ki seARAÇ: “KENTSEL KÜLTÜR HARİTASI” zon sonunda o mekân kapanıp gitmiş. Bu noktada etkinlik tasarımcıları olarak biz de kabahatliyiz. İlk başta çok büyük düşünüyoruz, Mekânların görünürlüğünü artırmak, sürekli çaba harcanması gereken alanlardan biri olarak karşımıza çıkmışken, bizim ilgi bir yıla bütün etkinlikleri sıralıyoruz. İkinci yılda yoruluyoruz ve alanımıza giren mekânların mümkün mertebe eksiksiz olarak etkinlik sayısı üç ayda bire düşüyor veya ‘kimi bulacağız?’, ‘kimi yer alacağı merkezi bir İzmir haritası üzerinde kimi, ne şekilde, getireceğiz?’ endişesine düşüyoruz.” neyin yanında işaretleyebiliriz? Biraz da bunu konuştuk. “Eli“Biz atölyeler düzenliyoruz. Sembolik rakamlar talep ediyoruz ki kamizdeki bütün verileri kolayca paylaşılabilir, yayılabilir hâle getitılımcılar atölyeyi sürdürebilsin. Mekânlarla ilişkiye geçtiğimizde rip, bir havuzda toparlayıp ilerleyen aylarda bir tür kültür haritası genellikle bir kullanım bedeli talep ediyorlar ki bu bedel genellikle yayınlamak düşüncesindeyiz” dedik. Sonra, katılımcılara soratölye gelirinin yarısı oluyor. Bu, biz İstanbul’dayken de böyleydi, duk: İşaretlenmenin önemi sizce nedir, böyle bir haritaya neler İzmir’de de böyle. İşte tam da burada, ortada adaletsiz bir durum eklenmelidir? olduğunu düşünüyoruz; çünkü siz bilginizi ve tecrübenizi getiriyorsunuz, katılımcıyı buluyorsunuz ve programı sürdüren tarafsı- “İstanbul’daki PİST sanat inisiyatifinin üstlendiği güncel sanat harinız. İşletme de size mekân açıyor, anlıyoruz; bu mekânın işletme tası, burada neler yapılabileceğine ilişkin başarılı bir örnek olabilir. masrafları var ama talepler daha insaflı olabilir. Meselâ mekân ge- Harita, önceleri sadece kâr amacı gütmeyen mekânlara yer verirlirin üçte birini talep etse, her iki tarafı da memnun edecektir. Aksi ken zamanla büyümeye devam ederek fonlandı ve ticari galeriler hâlde elde ettiğimiz gelir sadece yol paramıza ve yemek paramıza de bu haritaya işaretlendi. Diyelim ki bir Cumartesi tura çıkmaya
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
30
karar verdiniz, 35 x 50 boyutlarındaki bu matbu haritaya bakarak dijital formatta dokümantasyon yapıyoruz. Toplantılarımızın ses hangi mekânın nerede olduğunu görüyorsunuz ve günün sonunda kayıtlarını alıyoruz, bu kayıtların çözümlemelerini yapıyoruz. Yeni en azından dördünü gezmiş oluyorsunuz. Basılı haritalar şöyle işle- kurulmuşuz gibi görünse de bir yıl süren toplantılar silsilesi sonure de yarıyor: Herkes mekânında ortaklaşa tasarlanan o haritanın cunda inisiyatif olmaya karar verdik. Bu sürece dair her aşama kaozalitini barındırıyor ve etkinlikler oraya işleniyor. Böylece izleyici, yıt altında. Tarih yazıyoruz gibi bir duygu içindeyiz.” uğradığı her noktada aynı formatta bir haritanın karşısına çıkaca“Maquis Project olarak son altı aydır üzerine konuştuğumuz Berlin ğını biliyor, gidiyor ona bakıyor. Yıl sonu için her mekâna has bir merkezli bir proje var. ‘Berlin-Based’ festivali, sadece Berlin’de etkinlik dökümü de ortaya çıkmış oluyor. Bu döküm bile çok önemli, yaşayan sanatçılara yönelik bir organizasyon. Almanya’nın takip çünkü en azından şehirde neler üretildiğini ortaya koyuyor. Bu haettiği kültür politikası bu gibi projeleri öne koyan bir niteliğe sarita, ayrıca kentteki kültür takipçisi kitlelerin mekânlar arası geçiş hip. Sanatçı müzesi diye bir şey var meselâ. Buna benzer bir modeli yapabileceği alternatif rotaları, bilgileri ve verileri sunuyor.” İzmir’e getirebilir miyiz, ona bakıyoruz. Proje halen yazım aşama“Buca ile Karşıyaka’nın veya Alsancak ile Bornova’nın arasında kül- sında, yerel yönetimle de diyaloğa geçeceğiz. ‘İzmir-Based’ adlı bir türel tüketim ve üretim dinamikleri açısından geçişkenlik yok. Her- festival İzmir’de yaşayan, İzmir’de sanat üreten insanları ortak bir kes kendi bölgesinde takılıyor gibi geliyor bana. Yani Karşıyakalı etkinlikle buluşturabilir; görünürlüğün artmasına katkı sunabilir birisini Göztepe’deki sergi açılışına getirmek bile bir dert. Alsan- diye düşünüyoruz. Tamamen ‘İzmir’de ne oluyor, bitiyor’ sorusucak, Konak ve Basmane bölgesi herkesin daha kolay ulaşabildiği nun cevaplarına odaklı bir proje bu.” noktalar olduğu için buralarda düzenlenen aktiviteler, daha geniş MEKÂNSAL SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK İÇİN FON OLANAKLARI kitleleri kendine çekebiliyor. Harita, en azından bu bölgelerde yaKültür sanat alanına odaklanmış her mekânın birincil gündem şayan kültür sanat tüketicisinin bir diğer bölgede olup bitenle ilişki maddesi, doğal olarak sürdürülebilirliği sağlamak. Kâr amacı kurmasına yardımcı olabilir.” gütmüyorsanız veya ticari döngü yaratamıyorsanız bütçeyi ARŞİV VE BELLEK TUTMANIN ÖNEMİ denk tutmak ciddi bir sorun. Bağımsız mekân sahipleri bu ne90’lı yılların İzmir’inde kentteki kültürel aktiviteleri özenle to- denle bir süre sonra destekçilerin, hibelerin, fonların peşinde parlayıp aylık olarak broşürleştiren yapılar vardı. O dönemde koşmaya başlıyor ve kaynak yaratmak, sürekli merkezde duran afiş ve etkinlik broşürü biriktirenlerin de olduğunu biliyoruz. kocaman bir soru(n) olarak karşınıza çıkıyor. Arşiv tutmak, her alanda olduğu gibi bu alanda da kritik bir ekBu noktada fon konusuna iki farklı açıdan bakabiliriz: Mikro siklik olarak karşımıza çıkıyorken forum katılımcılarına sorduk: ölçek ve makro ölçek. Başka ülkelerde ve şehirlerde gelenekDüzenlediğiniz etkinlikleri matbu, dijital; görsel ve işitsel olaleşmiş fon mekanizmaları var. UNESCO ve ECF (Avrupa Kültür rak belgeliyor musunuz, bir arşiv tutuyor musunuz? Sorumuza Fonu) gibi uluslararası çapta fonlar veya İstanbul menşeli SPOT gelen cevapların gayet seyrek oluşuna bakarak, arşivlemenin ve SAHA gibi koleksiyoner - mesen ortaklığı üzerinden hareket ve bellek tutmanın pek çok İzmirli mekân ve sanatçı için hâlâ eden, uluslararası projeleri destekleyen çatı organizasyonlar öncelikli bir uğraş olmadığını söyleyebiliriz. henüz İzmir’de bulunmadığı için makro ölçekte kaynak sağla“3. Dalga olarak kendi etkinliklerimize, işleyişimize ilişkin matbu ve yabilecek yapılardan söz etmek, şimdilik zor.
Böyle bir girişim, İzmir için alternatif modeller yaratabilir.”
“Belki şöyle bir şey olabilir: Bir yerde film gösterimi yapılıyorsa onun kapanış partisi için bir başka mekân tercih edilebilir. Bu tür kitle değiş tokuşu fırsatları yaratmaya işletmecilerin de kafa yorması gerekiyor. Ayrıca, iş birliğine açık olmaları gerekiyor. Dayanışma ağı işe yarar mı? Yani bunun adımını atabilmek için bile öncelikle işletmecilerin ve mekân sahiplerinin karşılıklı ve koşulsuz yardımlaşmayı kabullenmesi gerekiyor. Örneğin, atölye formatı sıkça dile getiriliyor. Herkes atölye yapmaktan, düzenlediğinden bahsediyor. Gönüllü yapan da var, ücretli yapan da. Kafeler, sanat atölyeleri, “Avrupa’da çok sayıda, çok çeşitli türde ve miktarda fon olduğunu gündüz sınırlı müşteri kitlesine sahip mekânlar bu atölyelere kapı biliyoruz. Ancak İzmirli sanatçıların büyük bir çoğunluğu bu fonaçarak yeni kitleleri mekâna çekebilir. Bu tür girişimler hem şehirların takibi, sağladığı olanaklar, limitleri ve başvurusu hakkında deki kültürel üretimi hareketlendirecektir hem de zamanla herkes yeterli donanıma sahip değil. Bunlar zorlayıcı süreçler; deneyim birbirinin mekânına kendi kitlesini taşımaya başlayacaktır.” gerekiyor. En azından, başvuru formunu yazmayı bilmek bile bir mesele. İKPG, daha önce de önerildiği üzere bu alanlarda bileşen- “Zaten burada bir araya gelmenin bir amacı da ‘ben sizin deponuzda ne yapabilirim?’, ‘sizin mekânınızı sergim, film gösterimim için leri için kolaylaştırıcı atölyeler düzenleyebilir.” nasıl kullanabilirim?’ gibi sorulara cevap bulmak değil mi? ‘Siz “İKPG Yıllık 2015 edisyonunda ‘Modeller ve Stratejiler’ adında bir benden nasıl faydalanabilirsiniz?’; ‘ben sizden nasıl faydalanabibölüm var. Bu bölüm, İzmir dışından başarılı olmuş kimi modellelirim?’ gibi şeyler…” rin nasıl işlediğine ışık tutuyor; mekânsal sürdürülebilirlikle cebelleşen sanatçıların örnek alabileceği bazı projeler var. Önümüzdeki “İKPG toplantılarında bileşenlerin kendi arasındaki dayanışmayı dönemde ‘Modeller ve Stratejiler’ bölümü için şehre davet edilecek güçlendirmesi için birkaç kez dile getirilmiş bir öneri var: Bir ihtikişi ve yapıların karşısına odak çerçeve olarak bu konabilir belki.” yaç bankası oluşturmak ve aynı ağa dâhil olacak mekânlar arasın“Nur Muşkara’nın Basmane’deki sanatçı evi, bir başka model öneriyor: Sanatçı mekânın sahibi ve sadece rutin giderleri, bakımıyla ilgili masrafları karşılıyor. Muşkara, burada çeşitli etkinlikler düzenliyor ve mekânını sanat üreticilerine açıyor. Kısacası, mikro modellerin İzmir’de işlememesi için hiç bir neden yok. Üstelik hâlihazırda önümüzde birçok iyi örnek var. Gerisi efor harcamaya, motivasyonu kaybetmemeye ve program geliştirme yeteneğine bakıyor.”
31 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
“Belki bu gibi destekçi kurumların kurucularını, yöneticilerini “İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin, sistematiğini yerel üniversiteİzmir’e çağırmak, buradaki sermayedar ve yerel destekçilerle bulerle ortak kurabileceği bir fonlama programı olsa güzel olmaz luşturmak, mentorluk yapmalarına olanak sunmak İzmirli sanatmı?Ayrıca bu üniversitelerde Kültür Yönetimi bölümlerinin açılmaçıların faydasına olabilir. Sempozyum düzenlemek bunun bir yolu sı, sanat ve tasarımla ilgili fakültelerle ortak programların gerçekolabilir mi?” leştirilmesi ön açıcı adımlar olabilir. Yerel yönetimin işlettiği kültür “Mikro ölçekteki fonlama sistemlerine 3. Dalga’nın benimsediği mo- mekânları bu bölümün mezunları için staj imkânı sunabilir. İzmir deli örnek verebiliriz. Kolektif üyelerinin sunacağı küçük meblağlı Akdeniz Akademisi de Kültür Yöneticisi programını sürdürmek için bireysel katkılarla yapının kendi kendini finanse etmesi mümkün merkez görevi görebilir. Bu program açıldıktan üç dört yıl sonra, en olabilir. Dokuz ortak ayda 100 TL verse ortaklaşa kullanılabilecek azından sanatçıların bu işleri nasıl yürütmesi gerektiğine dair yol nitelikte bir mekânı sürdürebilmek çok daha kolay olacaktır. Yani haritası çizebilecek, rehberlik yapacak personeli yetiştirir.” kilit nokta, hem sanatsal üretimi hem rutin giderleri öz kaynaklarla MEKÂNLAR BİRBİRİNE NE KADAR DESTEK OLUYOR? finanse etmeyi kabul edecek on kişiyi bir araya getirmek. Bundan sonrası o yapının nasıl güçlendirilebileceğine, aynı sokaktaki baş- Genel çerçeveye baktıktan sonra bazı temel sorular sormaya başladık: Kültür mekânları ve işletmecilerin bir dayanışma ağı ka mekânlarla ne tür ortaklıklar kurulabileceğine bakıyor.” kurması söz konusu olabilir mi? “Büyük sermayeye temas edemiyorsak, o dünyanın ilgi alanına giremiyorsak, küçük ölçekte ve çoklu desteklerle kendi koleksiyoner- “Böyle bir dayanışma ağı kurmak, neler yapabileceğimize bakarken lerimizi, mesenlerimizi yaratıp bunları bir ağ içinde toplayabiliriz. elimizi rahatlatacaktır.”
PLA+FORUM
Forum katılımcılarıyla biraz bu alandaki örneklere baktık. SPOT’un üretime yönelik sağladığı fon oldukça ilgi çekici: Sanatçılara üretim yapması için finansal destek sağlıyor. SAHA da benzeri bir modelle çalışıyor: Oya Eczacıbaşı’nın başını çektiği birtakım koleksiyonerleri kendi ağında toparlayan bu kurum, güncel sanatın prestijli etkinliklerine, Dokümenta ve Venedik Bienali gibi organizasyonlara ya da uluslararası davet programlarına katılabilmesi için sanatçılara burs ve atölye imkânı sağlıyor. Bu tür fonlar, elbette ki UNESCO’nun veya AB fonlarının sağladığı yüksek meblağlarla yarışabilecek mertebede değil ama en azından makro ölçekle mikro ölçek arasında geçiş olanağı sunuyor. Ayrıca Türkiyeli sanatçıların üretiminin devamlılığını gözetiyor. Mekân hibesi sağlamak, mekânın sürdürülebilirliği için burs vermek, proje ve etkinlikler için destek sunmak, akla gelen diğer işlevler.
PLA+FORUM
da hizmet takası yapmak. Meselâ buradan başlamak da iyi olabilir. ‘Şu akşam benim şöyle bir cihaza ihtiyacım var’ veya ‘ben şunları sağlayabilirim’ gibi… Böyle bir havuz oluşturmak işe yarayabilir mi?”
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
32
tılar oluşturmanıza da izin veren yazılımlar bunlar. Kaç kişi gelmiş, kaç bilet satmışsınız, vs. Bu gibi güncel araçları denemek, öğrenmek ve zorlamak gerekiyor diye düşünüyorum”.
“Siz bir etkinlik yapmaya karar veriyorsunuz ama o gün içerisinde “Ortak mail grubu kurmak çok iyi bir çözüm ama zaten birbirimizden haberdar olabileceğimiz sayfalarımız var. Örneğin bu sayfaelli tane daha etkinlik oluyor. Hiç kimsenin birbirinden haberi yok; çünkü işletmecilerin, mekân direktörlerinin, etkinlik tasarımcıları- ları düzenli olarak ziyaret ederek aynı tarihte İzmir’de başka neler var diye bakabiliriz. Mekân sahibi ve kültür üreticileri olarak bunnın birbirinin ne yaptığından haberi yok. İzmir bir metropol olabilir lara düzenli bakmayı alışkanlık haline getirsek, takibi artırsak pek ama burası İstanbul değil. Bir milyon kültür severimiz yok. Zaten çok şey daha da kolaylaşır. Birbirimizin sayfalarını birbirine bağgittikçe daralan imkânlarınızı zorlayarak bir etkinlik yapıyorsunuz; bakıyorsunuz ki boş geçiyor, bir daha yapmak için elli kere düşü- lamak bile çözümdür ama elbette bütün etkinlikleri içerip kullanıcı için filtreleyecek bir uygulama geliştirmek harika bir çözüm olur.” nüyorsunuz. Daha popüler, tanıtıma daha çok bütçe ayırabilen mekânlar şehirdeki sınırlı kitleyi çekip götürüyor. Sergiler için de Bu foruma katılan çoğu oluşum kâr amacı gütmüyor; mekânları bu geçerli, eğer açılış günü hiç kimse gelmediyse ondan sonra zaadına sürdürebilirlik ve program geliştirme konusunda maddi ten hiç kimse gelmiyor. Bu yüzden bir konuda dayanışacaksak önce zorluklarla karşı karşıya. Etkinlik geliştirme, proje ve program birbirimizin etkinliklerini ezmeyi engelleyecek bir iletişim sistemi tasarlama, sanatçı tahsisi gibi konulardaysa oldukça deneyimkurmakla başlayabiliriz.” liler; kendi olanaklarını yaratabilmişler. İzmir’de sanata sponsor, yatırımcı olabilecek tarafların ortaya çıkmasını istiyorsak, “Portİzmir’de Finlandiyalı bir sanatçı Minna L. Henriksson’un işi bu şehirde kültür sanat alanında güçlü organizasyonların var vardı, ‘İzmir Map’. İstanbul haritası daha çetrefilliydi, İzmir’deki olduğunu söz konusu taraflara göstermemiz gerekiyor. Mevharita daha sarmal bir yapıya sahipti. Bu harita ortaya çıkınca mekânların ve işletmecilerin bir kısmının aslında birbiriyle pek an- cut çeşitliliği, güçlü işlerle İzmir’de gösterebilirsek şehre has bir kültür endüstrisi meydana çıkacak, taraflar da bize temas laşamadığı ortaya çıkmıştı.” etmeden yurt dışına yatırım yapmayacaktır. Bunların tümünün “Mekânlar birbirlerinin afişini asabileceği, el ilanlarına yer verebilegeçerli olabilmesi için yapısal anlamda bir devamlığın görünür ceği bir dayanışma ağıyla işe başlayabilir.” olması gerekiyor. Bu konularda yöntem ve strateji geliştirecek, “Hiç tanımadığımız mekânların, insanların etkinliklerini paylaşıyo- rehberlik ve danışmanlık sağlayacak ara birimlere, kanallara ruz biz. Benimkini de paylaşın. Biz Karataş’tayız, sen Alsancak’ta- ihtiyaç var. İzmir Akdeniz Akademisi ve İzmirKültür Pla+formu sın; neden paylaşmaktan çekiniyorsun ki? Ben Karşıyaka’daki, Girişimi gibi yapılar bu görevleri görmeye aday olabilir. Bu yaGöztepe’deki, Narlıdere’deki etkinlikleri tabii ki paylaşmalıyım pılar güzel sanatlar fakülteleri, yerel yönetimlerin ilgili birimlediye düşünüyorum.” ri, kamu kurumları arasında ortak programlar geliştirebilmek adına sağlam bir ilişki ağının kurulmasına ön ayak olabilir. “Mekân tanıtımı ve etkinlik duyurusu için Facebook sayfalarını veya ortak mail gruplarını kullanmak tabii ki iyi fikir. Bunlar herkesin deneyimli olduğu, bu yüzden kendini rahat hissettiği mecralar. Ancak bunların dışında size çok farklı türden faydalar sağlayacak bazı dijital araçlar var. Tamamen ücretsiz kullanabileceğiniz, mail hesabınızla giriş yapıp işlemlerinizi yürütebileceğiniz araçlardan bahsediyorum. Örneğin bu işe yarayan bir uygulamayla hepinizin telefonuna etkinlik bildirimi düşebilir. Etkinlikleriniz için aylık çık-
Bütün bunların işler hale gelebilmesi için de sermayenin yokluğuna alışmadan ortak bir farkındalık yaratmak, işlevsel dayanışma ağları kurmak, şehrin desteğini arkamıza almak ve ihtiyaç duyanların kolayca ulaşabileceği aracı yapılar kurmak şart görünüyor.
“SİNEMA" FORUMLARI 15 Mayıs 2016 CENKER EKEMEN FOTOĞRAFLAR AYŞEGÜL KAYCI
Katılımcılar
İKPG olarak böylesi bir ortamda, disipliner forumlarımızın üçüncüsünü sinema başlığı altında topladık. Davetimize icabet eden katılımcılarla İzmirli ve İzmir’de kalan sinemacıların temel sıkıntılarını, üretim olanaklarını, sektörün sorunlarına yönelik çözüm önerilerini tartıştık. Önce durumun genel bir fotoğrafını çektik; ardından film endüstrisini ne gibi yollar izleyerek şehrimize çekebileceğimizden, alternatif bir sinema anlayışı oluşturabilmenin yollarından, yerel yönetimlerin ve aktörlerin yapabileceği somut katkılardan söz ettik. Ayrıca, yoğunluk nedeniyle bizzat katılım gösteremeyen ancak mesaj yoluyla katkılarını, görüşlerini ileten sinemacılara müteşekkiriz. Tartışılacak başlıkları belirlemek için yaptığımız açık çağrıya gelen cevapları derlediğimizde, ilk forumda sekiz konuya odaklanmaya karar verdik: > Sinemanın kentimizin uluslararası bilinirliği açısından taşıdığı önemi nasıl tanımlayabiliriz?
33 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İzmir, yıllardır sayısız sinemacı yetiştirmiş bir kent. Ülkenin ilk sinema okuluna ev sahipliği yapmış bu şehir, bünyesinden ya da bünyesindeki okullardan pek çok senarist, yönetmen, görüntü yönetmeni, sanat yönetmeni, yapımcı, oyuncu çıkarmış. Kendine has dokusu sebebiyle yıllardır birçok diziye ve sinema filmine ev sahipliği yapıyor. Ancak şehrin en temel problemi, belki bütün sanat disiplinlerinde karşımıza çıktığı üzere yetiştirdiği nitelikli insanları İstanbul’daki endüstriye kaptırması, öz kaynaklarını kullanarak kendi üretim mekanizmalarını geliştirememiş olması. Ancak son birkaç yıldır pek çok nitelikli sinemacı, İstanbul’daki sinema – dizi endüstrisinin yaşamaya başladığı sıkışmışlık ve doymuşluk, çalışma ve yaşam koşullarının gittikçe zorlaşması gibi sebeplerden ötürü İzmir’e geri dönüyor veya İstanbul dışında üretim, yaşam olanaklarını zorluyor. İzmir yavaş yavaş kendi öz kaynaklarıyla filmler çıkarmaya başlıyor, İzmirli yapım şirketleri ulusal kanallara dizi, vizyona sinema filmi çekiyor.
PLA+FORUM
Ali Rıza Çetinkaya (ÇAĞSİAD), Oktay Aktaş (senarist, belgeselci), Ayberk Olgay (Kronos Media Design – İzmir Sinema Dayanışması), Ömer Can (Pusula Film), Sagutay Mustafa Çetin (prodüktör), Bahadır Apşin (senarist, yönetmen, yapımcı) Engin Bayrak (kompozitör, besteci), Gül Kaplan Ekemen (akademisyen), Mümin Güven (Yenikapı Sinema Kolektifi), Ercüment Serpil (Karşı Sanat Merkezi), Aziz İmamoğlu (kurgu direktörü, Yaşar Üniversitesi Öğretim Görevlisi), Osman Özkan (Senarist, metin yazarı), Onur Çobanoğlu (Moment Yapım), Funda Erkal Öztürk (İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat Daire Başkanı), Dilek Alpgün & Gürkan Beyazgül (Pagus Ajans), Elçin Elgin.
> Beraberce örgütlenip bir dayanışma ağı kurabilir miyiz ve bu ağ işler mi? İş forum kısmına geçince bu zengin içerik, teslim etmemiz gerekir ki İzmirli sinemacıların ortak ihtiyaçları ve sorunlarını içeren yakıcı gündemden ötürü yer yer daralmaya uğradı. BİR ŞEHRİN GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜ YAYGINLAŞTIRMA ARACI OLARAK SİNEMANIN İŞLEVİ
PLA+FORUM
“Dünya üzerinde herhangi bir şehrin görünürlüğünü artırmak adına sinemanın milyonların nezdinde ne kadar etkili bir araç olduğundan tekrar bahsetmek herhâlde yersiz olur. New York’a gitsek, Los Angeles’a gitsek veya İstanbul’a gitsek kaybolmayız; çünkü birçok metropolü, dünyaca meşhur mahalleyi izlediğimiz filmlerden, dizilerden tanıyoruz. Görünürlük, tam da bu yüzden sadece bir şehrin küresel anlamda bilinirliğini artırmakla kalmıyor; ekonomisinin gelişimine de katkı sağlıyor. İzmir, bu anlamda büyük olanaklara sahip çünkü oldukça fotojenik bir kent ama kendini görünür kılmaya şiddetle ihtiyacı var.”
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
34
“Yaklaşık altı yıldır İzmir’den bütçe çıkartıp, sponsor bulup film çekiyorum. Ne zaman film çekecek olsam ya Muğla ya Denizli destek teklif ediyor bana. Son filmimin neredeyse yarısı Fethiye’de geçiyor. İlk filmim Halikarnas Balıkçısı ekseninde tiyatronun bu > İzmir’e özel bir sinema endüstrisi, bağımsız bir sinema anlatopraklarda doğduğunu, tiyatronun savaşını anlatıyordu. Haliyışı ve üretim zemini yaratmak mümkün mü? Değilse mevcut karnas Balıkçısı’nın bildiğiniz üzere İzmir için, Ege için, Türkiye üretimi artırmak ve görünür kılmak için neler yapılabilir? için ve Akdeniz için ayrı ayrı önemi var ama gelin görün ki bu filme > Türkiye’de tüm yaratıcı sektörler, İzmir’i insan kaynağı İzmir’den destek bulamadık.” olarak kullanıyor. En üretken sinemacılarımızı, ekiplerimizi NEDEN İSTANBUL’A GÖÇÜYORUZ? İstanbul’a yolluyoruz ve endüstri neredeyse bu şehirden beslenerek ayakta duruyor. Bu yaratıcı beyinler İzmir’de kalmayı “İzmir olarak sürekli dışarıya göç vermenin önüne geçmek istiyortercih ettiği takdirde geçinebilmek için kendi alanları dışın- sak, bir an önce somut adım atılması için elimizden geleni yapmak lâzım. Çocuklar para ve deneyim kazanmak için İstanbul’a gitmek da işlerle uğraşmak zorunda kalıyor. İzmir’de sadece sinema zorunda. Burada yapacakları iş yok. Aç mı oturacaklar? Hepimiz yaparak ayakta kalmak, yaşamı idame ettirmek mümkün mü? biliyoruz ki film yönetmek isteyene, sinemayı öğrenmek isteyene, Üretenleri desteklemek için ne tür kaynaklar yaratılabilir? buradan çıkan ekiplere teknik alt yapıyı sağlamak adına belli bir > Sinema salonları büyük dağıtım tekellerinin elinde, sinema yaşam standardı yaratmak gerekiyor. Bunun için de önce işleri kültürü kasten alışveriş merkezlerinin içine sıkıştırılmış du- kolaylaştırmak gerekiyor. Bir yapımcı olarak şunu öneriyorum: rumda. Şehrin sembolleşmiş sinema salonları teker teker kapa- İstanbul’dan junior asistan getirsem maliyeti bana 900 lira. Junıyor veya kapanmak zorunda bırakılıyor. Tekellerin dayatma- nior asistanı İzmir’den alırsam bu işi 500 lirayla bitiririm. Film larını aşamayan yerli ve bağımsız filmlere ulaşmak neredeyse setlerindeki ekipler sürekli değiştiği için oluşacak sirkülasyonla imkânsız; bağımsız salonlar yok denecek kadar az. Mevcut beraber kurgu için yeni ekipler ortaya çıkacaktır.” salonların ayakta kalabilmesi için izleyici yaratmak, doluluğu “İzmir’de sinema bölümü olan birçok üniversite var. İstanbul’daartırmak adına ne gibi yöntemler uygulanabilir? Gösterimler ki film ve dizi sektörüne fabrika gibi eleman yetiştiriyor bu şehir. için önceden hiç düşünülmemiş, yepyeni alanlar açılabilir mi? Bünyesinde ülke sinemasına üst düzeyde katkı sağlayabilecek ye> İzmir’de birçok kısa film ve belgesel çekiliyor. Ne tür göste- terliliğe sahip pek çok üretken insan barındırıyor. Ancak sürekli iş rim mecraları tercih edilirse bu potansiyel büyür ve yaygınla- olanağı olmadığından ve üretimin sürekliliği sağlanamadığından şır? Bu gösterimler için hangi etkinlik formatları kullanılırsa neredeyse herkes İstanbul’a göçmek durumunda kalıyor. Burada programlar sürdürülebilir hâle gelir? Yerel aktörler ve kurumlar, kalanlarsa kendi yağında kavrulmaya çalışıyor. Herkes birbirini az çok biliyor ama yatay ilişkiler açısından aramızda ciddi bir bu konuda iyileştirme amaçlı olarak ne gibi adımlar atabilir? iletişimsizlik olduğu gerçek. Şu soruları kendimize samimi olarak > Sinema eğitimini toplumun tüm katmanları arasında eşit bir sormanın zamanı gelmedi mi?: Bu koşullarda İzmir’de film üretibiçimde yaygınlaştırmak ve bilinçli izleyici kitleleri yaratmak mi yapabilmek gerçekten olanaklı ve sürdürülebilir mi? Şehrin ve anlamında sinema atölyeleri büyük önem taşıyor. Bu atölyeleşehirdeki sinemacıların öz gücüyle bir şeyler üretmesi ne kadar rin sayısını artırmak işe yarar bir yöntem midir? mümkün? Koşulları iyileştirmek adına ne gibi alternatifler yara> Şehre yeni festivaller kazandırılabilir mi, mevcut festivalleri tabiliriz? Daha olmadı, endüstriyel üretimin bir kısmını İzmir’e taşıyabilir miyiz?” güçlendirmek için izlenmesi gereken yollar nedir?
PLA+FORUM
35 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
“Bu sektörde iş gücünü oluşturanların çoğu zaten İzmirli. Endüstri- lemesini endüstrinin karşıtı olarak tartışmanın ortasına koymaya nin neresini bu şehre taşıyabiliriz diye soruyoruz ya, buradan ka- da gerek yok; çünkü endüstri yoksa, eğitimli ve tecrübeli iş gücü o çanları geri getirsek zaten İstanbul’un önüne geçer İzmir. İnsanlar, alanda şehrinizde mevcut değilse şehre has ‘alternatif bir sinema’ ortaya çıkartamazsınız. Hiçbir şey bilmeyen bir ekiple ‘haydi bakaartık İstanbul’dan kaçmak istiyor. Bırakın yapımcılar İstanbul’da kalsın, kanallar İstanbul’da kalsın. Son bir hafta içerisinde sek- lım bağımsız film çekiyoruz’ dediğinizde ortaya kötü bir iş çıkacağı neredeyse kesindir. İşte o zaman İzmir Sineması diye bir şeyden törden üç arkadaşım İzmir’e yerleşmek üzere karar aldı. Bunalmış bahsedemeyiz. Bunlardan önce ‘bakın burada ne güzel filmler çedurumdalar İstanbul’dan. İstanbul’da hareket edemiyorsunuz arkadaşlar, çekemiyorsunuz. İstanbul’da dizi çekilmiyor artık. kiliyor’, ‘insanlar bu şehirde sinema yaparak geçinebiliyor, yemek Çekilemiyor. Bir yerden bir yere ekibinizi taşımak en az üç saa- yiyebiliyor, kirasını ödeyebiliyor’ diyebilmemiz gerekiyor. Herkes bu yüzden İstanbul’a kaçıyor. Biz bir şekilde endüstriyi buraya tinizi alıyor. Üstelik bu süreye değecek uzaklıkta bir mesafeden getiremezsek veya yeni yerleşenler bu konuda çekingen, hantal kabahsetmiyorum. Beykoz Kundura Fabrikası’nı yıkın; İstanbul’da lırsa gidişat aynen böyle devam edecek. Diziler tam da bu yüzden dizi çekemezsiniz. Başlangıçta insanlar buraya elbette ki geçici olarak gelecek ama senede sekiz dokuz ay iş bulmaya başladık- önemli. Diziler olmasa bu insanlar nereden ekmek yiyecek?” larında otelde konaklamak istemeyecekler ve şehre yerleşecekler. “İstanbul’da prodüksiyon maliyetleri yükselmeye devam ettikçe Ailesi burada olanlar eminim ki koşarak dönecek. Karar verilmesi yapımcılar Anadolu’ya yöneliyor. Böylece maliyetleri %40’a yagereken şu: Hedef sinema endüstrisini İzmir’e taşımak mı, yoksa kın oranda düşürebiliyorlar ama nedense İzmir’i görmüyorlar. İzmirli sinemacılar olarak İstanbul’da çökmeye başlayan endüst- İzmir’i görmelerini gerektirecek bir unsur yok çünkü.” riye alternatif olacak ‘yeni bir sinema’ oluşturmak mı? Stratejiyi “Esas olan, İzmir’in bu alanda kendi özgürlüğünü yakalayacak bu tercihe göre belirlemek lâzım. Zira endüstriyi İzmir’e getirmek adımları atması. İzmir, ortaya görünürlüğünü artırabilecek farklar için veya burada alternatif bir sinema oluşturmak için izlenecek koyabilirse yerel sektörü hareketlendirmek o derece kolay olacaktır.” yollar birbirinden çok farklı. Ben endüstrinin İzmir’e taşınmasını tercih ederim, çünkü işin ekonomik boyutuna bakıyorum. En va- “Biz harika koşullarda giden, mükemmelliğin doruğuna ulaşmış sat dizinin prodüksiyon bütçesi iki yüz elli bin liradan açılır. Bu bir endüstriden de bahsetmiyoruz. Ben İstanbul’dan o kadar da sıkılmamıştım, o kadar da bıkmamıştım. Bence hâlâ çok güzel rakamın içinden şehrin ekonomik döngüsüne sirayet edecek pay bir şehir ama benim İstanbul’dan kaçışıma neden olan etken, da haftalıktır. Birkaç sene sürecek bir dizinin üreteceği onlarca milyon dolarlık gelirin o dizinin çekildiği kente ne gibi girdiler sağ- İzmir’e dönen veya buraya yerleşme kararı alan herkes için bir nebze geçerlidir diye düşünüyorum: Ben bu işi en başından beri ladığına dair örnekleri hatırlayın; bunları çok yaşadık. İyi işler, o işin üretildiği şehre gelir getirir. Kesin bilgi. Yani o yüzden, endüst- severek yaptım. Sevdiği işi yapma lüksüne sahip çok az insan var hayatta. Ne zaman ki bu pastadan kendine pay kapmaya rinin bir kısmı bu şehre aksa yeter.” çalışan bazı yapımcılar türedi, işte onlar sektörün etik kurallarıİZMİR’E HAS ALTERNATİF BİR SİNEMA ANLAYIŞI nı hızla aşındırarak çok severek yaptığım işimi elimden almaya YARATMAK MÜMKÜN MÜ? başladı. İzmir’de kendi dinamiğinde ilerleyen, alternatifler ortaya “Adına alternatif veya bağımsız demeye gerek yok. Alternatif nite- koyabilecek, daha etik, daha düzgün işleyen bir alan yaratmaya
PLA+FORUM
ve bu alanı İzmir’e gelmek, yerleşmek isteyen her meslektaşımız için cazip hale getirmeye çalışmalıyız. Meselâ ilk filmi için Kültür Bakanlığı’ndan destek alan yönetmenler için bu şehri bir üs hâline getirmeliyiz. Burada kendisine yönetmen gibi davranılırsa, ayrıca çok daha düşük maliyetlerle iyi bir iş çıkartabileceğine inandığı anda bu şehri tercih edebilir.”
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
36
İZMİR’E PLATO KURMAK ÜRETİMİ ARTIRMAK ADINA BİR ÇÖZÜM OLABİLİR Mİ? “Antalya’da kocaman platolar var, orada üç film çekildi şimdiye kadar. Çözüm müdür plato yapmak? İşe yarar bir girişim olacağını zannetmiyorum. Türk sineması ve plato, yan yana bakınca pek bağdaşık gelmiyor bana; biraz ütopik geliyor. Plato dediğiniz şeyin içini dolduracağınız dekor lazım. Dekor dediğiniz zaman da o iş finansmana bakıyor. Hem sonra plato getirseniz ne olacak, o kalifikasyona sahip kadrolar bu şehirde var mı?”
“Şimdi teorik bir tartışma gibi algılayabilirsiniz ama öyle olduğunu zannetmiyorum: Sinemadan söz ediyorsak endüstri ve sanat hep yan yana durur. Bunu bir gerçeklik olarak kabul ediyoruz ama yine de tartışma konusu yapıyoruz. Diğer yandan, ‘endüstriyi “Plato tek başına ne kadro yaratır ne de film getirir. Reklâm platokısmen de olsa İzmir’e taşıyalım’ fikrine yönelik olarak şahsen su yaparsınız, mavi sonsuz fonu olur. Güzel; bunlar İstanbul’da İstanbul’da kesifleşen o yozlaşma ve kirlenme hâlini bu şehre var zaten, oradaki sinema insanları sadece bunun için ne diye olduğu gibi getirecek bir girişimin parçası dâhi olmak istemem. İzmir’e gelsin? Fakat oluşturduğunuz plato 18. yüzyıl Osmanlı Benim de bu uyarıyı yapmama yetecek kadar uzun bir İstanbul sokağı olursa veya 80’leri çalışmaya müsaitse işte onun bir aldeneyimim var. İzmir’de birinin derdi vardır; film çekmek, bir şey ternatifi olmaz ve işe yarar. Bugün İzmir’de herhangi bir sokağa yapmak ister ve o fikre, derdine sadık kalır. İstanbul’da derdini, girin, uydu antenlerinden dolayı dönem dizisi, filmi çalışamazfikrini film çekerek ifade etmek isteyen biri, hele sektördense öncesınız. Diğer sokağa girersiniz, onda da 1960’ları çekemezsiniz; likle ‘nasıl para getirir, ne kadar getirir’ diye düşünerek yola çıkar. mevcut mimari doku müsaade etmez. Platonun olmazsa olmaz Daha yazma aşamasında ‘şu sponsor, bu yapımcı destekler mi?’ kısmı o devasa ekiplerin konaklayacağı tesisler. Bunlar kolay işler diye çalışır kafası. Öyle bir kirlilik vardır ki bu işin doğasının bir değil. Anladınız mı şimdi neden plato fikrinin ütopik göründüğüparçası olarak görülür. Bu kirlenme sektörün her hücresine öyle nü? Eğer illâ plato yapılacaksa geri kalan prosesleri biz burada bir sinmiştir ki artık ortada sanat diye bir şey kalmamıştır. İzmir’e hallederiz. Prodüksiyon kolay, sıkıntı yok. O yüzden en akıllıcası dair şu fikri dile getirenleri de çok iyi anlıyorum: ‘Burada endüstplato kurdurmanın peşinde koşmak yerine kurgu, montaj gibi işri, sektör gelişirse belki daha çok iş yapılır’. Hayır; İstanbul’da lerin kotarılabileceği alanların, tesislerin inşa edilmesi için baskı endüstri bu noktaya geldi de sanata, sinemaya dair iyi işler o mekanizmaları kurmak. Meselâ yönetmen asistanı İzmir’e gelsin, endüstriden mi çıkıyor? Bu soruyu herkes kendisine açıkça sorsun. kurgusunu denetlesin. Bu tarz hizmetleri vermeye odaklanacak Evet; İzmir güçlü bir potansiyele sahip, yerel sinema endüstrisi İsyapılar kurmak öncelikli olmalı.” tanbul’daki kadar gelişmemiş ama ihtiyaç duyduğunuz ekipmanı kolayca temin edebiliyor, kadronuzu kurabiliyorsunuz. Yani o etik “İzmir ve sinema kelimeleri ne zaman aynı cümlede geçse çok yakında bir platonun kurulacağından, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde kirliliği buraya taşımak ya da aman endüstrileşelim derken şehre bir Sinemacılar Sokağı inşa edileceğinden bahsedilir. Bu gibi has bir sektörel kirlilik üretmek bizi iyi bir yere taşımaz.”
37 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Anlaşılan o ki foruma katılan herkes kendi sorunları üzerine kafa “İzmir’de insanlar genellikle ilişkilerini kendine saklamaya gayret gösterir. Kişisel ilişkilerin dışına çıkmak gerek. Savunuculuk, yormuş, kendince birçok çözüm yolu üretmiş. Yine anlaşılıyor ki hedeflenen İzmir’de sinemasal üretimi artırmaksa bu işi başar- kolaylaştırıcılık ve finansal kaynak yaratma peşinde koşacak bağımsız bir sinema kurumu herkesin temel ihtiyacı. Bir kuruma manın bir yolu da İstanbul merkezli yapımları hiç değilse kısmen yüklenmekten veya bir resmi kurumun içinde birimleşmekten şehre çekmek. Diğer bir yol, hem ahlaki hem de niteliksel kriz bahsetmiyorum. Çünkü resmi kurumların desteklediği bir yapı, o yaşayan bir endüstrinin tüm alışkanlıklarını olduğu gibi buraya kurumda işler değişip rüzgâr tersine döndüğünde bütün ilişkiletaşımak yerine alternatif bir sinema anlayışı yaratmak. Diğer rini kaybediyor. İzmir’de kendi iş modelini üretecek, kendi ayakyandan, tüm katılımcıların dile getirdiği ortak bir sıkıntı var: Desları üzerinde durabilecek ve finansal kaynak yaratmaya muktedir tek bulmak, ortak bir iletişim dili geliştirmek ve maliyetleri düözerk bir yapıya ihtiyacımız var. Bunu da ancak beraberce örgütşürmek adına, İzmir’de kurumsal muhataplarla yaşanan sorunlar. lenerek hayata geçirebiliriz.” ÖRGÜTLENMEYİ VE KURUMSALLAŞMAYI “Bir tür ‘film ofisi’ gibi çalışacak bu bağımsız kurumsal yapı belki ŞART KOŞAN GEREKLİLİKLER yerel yönetimlerle, odalarla, kalkınma ajansıyla yerel sinema sek“Bürokratik engelleri mümkün mertebe sıfırlamadığınız sürece, si- törü arasında köprü görevi görebilir. Özel sektör de bu bağımsız nema sektörünün bir şehrin yaşam biçiminde belirleyici rol oyna- yapının sürdürülebilirliğine mümkün olabildiğince destek verir. masına imkân yoktur. Yurt dışında sadece küresel ve yerel sinema Bütün dünyada örnekleri var aslında; yani gayet bilindik şeylersektörüne hizmet etmek üzere tasarlanmış şehirler var. Merkezi ve den bahsediyorum. Bu yapı aynı zamanda meslek birlikleriyle yerel yönetimler, işi baştan sona o şehirde kotarırsan sana özel bağlantıya geçip İzmir’deki potansiyele ve olanaklara ilişkin İsbirçok avantaj, kolaylık sunuyor.” tanbul’daki endüstriyi bilgilendirebilir.”
PLA+FORUM
fenomenlerle vakit kaybetmek yerine, enerjimizi İzmir’i Akdeniz “Yerel yönetimlerde bizim alanımıza, ihtiyaçlarımıza ve iş yapma biçimlerimize vakıf muhatap bulamıyoruz. Merkezi yönetim ile çerçevesine koyacak şekilde sinema üretmeye harcamak daha ilişkilerde de anlamsız tıkanıklıklar yaşıyoruz. Örneğin, valilikakıllıca olmaz mı? Bu şehirde yaşıyorsak ve üretimimizi Akdeniz ten genel çekim izni istiyorum. Hepiniz biliyorsunuz; bu aslında Sineması çerçevesine yerleştirmek istiyorsak Akdeniz filmleri bir nezaket iznidir. Örneğin trafik izni için gereken makamlara çıkartmak zorundayız. Ekoloji, tarih, iklim, toplumsal ve kentsel zaten başvurursunuz ama film çekmek için izin alınmaz. Oysa bu doku çok önemli. Zaten bir Akdeniz filmi çektiğiniz zaman gerek makam, hakikaten film çekmeye izin verdiğine inanıyor. Ben film alt metin gerek sinematografi anlamında bunların hepsi filmin çekmek için izin almak durumunda veya zorunda değilim. Proseiçine giriyor. Akdeniz Film Festivali düzenlenecekti ve gerçekleşdürlere ilişkin nüansların dahi farkında değiller. O yüzden sineseydi kentin tanıtımı adına çok önemli bir hamle olacaktı. Plato macıların direkt muhatap olacağı, resmi her türlü başvuruyu tek yerine bu festival için ısrar etmek lâzım; İzmir Sineması diye bir elden yoluna koyabilecek bağımsız bir aracı yapının kurulmasına kavramın ortaya çıkabilmesi için platform görevi görebilecek bu ön ayak olmamız lâzım.” festivali kesinlikle öneriyorum.”
“İstanbul’u İzmir’deki olanaklara ve potansiyele dair bilgilendirmek, endüstriyle organik bağlar kurmak çok hayati bir iş. Sözü edilen bağımsız yapı İstanbul’daki yapım şirketlerine şunun sözünü verebilmeli: ‘Buraya geldiğinizde her ihtiyacınız için bizi muhatap alabilirsiniz. Sizin adınıza yereldeki bütün bürokratik engelleri aşarız. Portföyümüzde bizimle anlaşmalı şöyle oteller var, şu catering firmaları var, şu araç kiralama firmaları var, vb. Detaylı analizleri yapılmış lokasyon haritalarımız var. Lüks bir villaya ihtiyacınız varsa biz hallederiz’.” “Bu tür bir yapı senaryo desteği de verebilmeli diye düşünüyorum. Örneğin her yıl açık çağrıya çıkıp on senariste İzmir’e dair yazmak üzerine fon verebilir. Bu on senaryonun İzmir’de çekilmesi de ön koşul olarak konur. Birçok senarist saçma sapan işlerle uğraşmaktan oturup senaryo yazacak vakti bulamıyor. İki üç ayını ayıramıyor bir senaryo yazmaya ama böyle bir finansal destek bulsa o süre içerisinde İzmir’e dair belki üç hikâye çıkarır. Bu üç hikâyeden ikisi filmleşse yanımıza ve şehre kâr kalır. Film ofisi fikri çok güzel bir fikir meselâ; bu işi nasıl çözebiliriz, ona kafa yoralım derim. Hiç değilse şu forum sonunda fonlama üzerine kafa yoracak, kanalları zorlayacak bir çalışma grubu oluşturalım.”
PLA+FORUM
NASIL BİR ÖRGÜTLENME MODELİ İZLEYEBİLİRİZ?
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
38
“En azından hepimizin birbiriyle bağlantısını sağlayacak bir iletişim ağı kuralım. En baştan kurumsallaşmayı öne koyan bir yapıdan çok sivil bir inisiyatif olarak yola çıkmanın daha yerinde olacağı kanaatindeyim. Bu inisiyatif bir kuruma bağlı olmamalı, ilk hedefi de bu şehirde sinema yapmak isteyenleri bir araya getirmek olmalı. İkinci aşamada mekânların arşivlendiği, oyuncu, prodüksiyon ekibi ve diğer donanımları toparlayacak dijital bir platform epeyi iş görecektir. Bu dijital iletişim platformu kimin ne gibi yeteneklere, donanımlara sahip olduğunu da listeler, künyeler. Post-prodüksiyonla ilgilenen birisini arıyorsa, senariste ihtiyacı varsa bu siteden ulaşabilmeli insanlar. İstanbul’da veya başka yerlerde yaşayan İzmirli oyuncuları, yönetmenleri, teknik ekipleri de bu künyeye dâhil edebiliriz. Sonuçta amaç bir ağ kurmak. İzmir’de iş yapmak isteyen herkes bu iletişim platformu üzerinden bize ulaşabilmeli. İzmir’deki camianın samimiyeti henüz kaybolmadı, İstanbul’daki sektörün cıvıklığı en azından şimdilik buraya ulaşmadı ve umarım hiçbir zaman ulaşmaz.” “Kendi aramızda örgütlenirsek en azından temel sorunların çözümünde hızla mesafe kat etmeye başlarız. Burada bu kadar insan bir araya gelmişiz, artık bundan sonrası için neler yapabileceğimizi konuşalım. Maliyetli işlerden bahsediyoruz. Çok iyi projeleri, çok iyi senaryoları olan arkadaşlar var ama iş maliyete gelip dayanınca bu projeler, senaryolar hayata geçemiyor. Maliyetleri ne kadar aşağı çekebiliriz; meselâ ona çalışalım. Yerel yönetimler konaklama ve diğer lojistik konularda imkân sağlayabilirse, bir başka yapı gönüllülük esasında veya yarı profesyonel katkılar sunarsa fark yaratabiliriz. Bence işin bu kısmına daha çok kafa patlatırsak daha kolay mesafe alırız.” İlk forumumuzdan çıkan en net sonuç, en kısa zamanda ikinci bir forum düzenlemek oldu. Ortaya çıkan teşhis ve önerileri şöyle özetleyebiliriz: > İzmir’de sinema üretimine ilişkin oldukça fazla olanak var
ancak şehir ve yurt dışından gelecek işlere de şiddetle ihtiyaç duyuluyor. > Taraflar hedef sıralaması yaparken önceliği buradaki ekiplerle yapılabilecek projelere vermeli. Büyük projelerle aşama kaydetmeye çalışmak yerine daha dar kapsamlı, öz kaynaklarla hayata geçirilebilecek işlere yoğunlaşmalı. > Kurulacak iletişim platformu, baştan inisiyatif olarak yola çıksa da şartlar olgunlaştığında sektörün ihtiyaçlarını giderebilen, bölgede sözü geçen, İzmir’i sinema alanında görünür kılacak nitelikte işlere imza atmaya yetkin bir kurumsal yapıya evrilmeli. Bu yapı, şehir dışından gelecek projelerin bürokratik işlemlerinde kolaylaştırıcı ve iş bitirici niteliğe sahip olmalı. Ayrıca yapımcılara şehri ve buradaki iş gücünü cazip kılmak için üretim maliyetlerini düşürecek çalışmalar yürütmeli; bu çalışmaların sonuçlarını endüstrinin önde gelen aktörlerine ve meslek birliklerine düzenli olarak raporlamalı. > Bu yapı, ileri aşamada senaryo yazımını destekleyen bir fonlama sistemi geliştirmeli veya en azından İzmir üzerine kurulacak hikâyeleri içeren bir senaryo yarışması düzenlenmeli. > Atölye çalışmalarına ağırlık verilmeli, bu çalışmalar yaygınlaştırılmalı ve böylece İzmir’in sinema alanında sahip olduğu insan kaynağının niteliği geliştirilmeli. 29 Mayıs 2016 İlk forumdaki katılımcılara eklenen Neşe Darıca (Kamera Sokak), Nesim Bencoya (Hazerfen Film Galeri), Tahsin İşbilen (Paradox Yapım), Erdinç Metin (İzmir Film Yapımcıları Derneği) ve Yusuf Saygı’nın (İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali ve Kare Film) sunduğu değerli katkılar sayesinde yukarıda sıralanan konuları daha detaylı bir şekilde ele aldık. Her şeyden önemlisi, İzmir Film Platformu’nun kuruluşuna karar verildi ve bu iş için dört kişilik bir çalışma grubu oluşturuldu. Böylece İKPG’nin düzenlediği disipliner forumlar, ilk defa yepyeni ve somut bir örgütlenmeye öncülük etmiş oldu.
“TİYATRODA SEYİRCİ VE MEKÂN” FORUMU 18 Haziran 2016 EBRU ATİLLA SAĞAY
FOTOĞRAFLAR AYŞEGÜL KAYCI
> Geçmiş yıllara da bakarak değerlendirecek olursak, şehirdeki seyirci sayısı hakkında neler söyleyebiliriz? Daha çok hangi kesimden insanlar tiyatroya gidiyor? > Tiyatrolar seyircilerini çoğaltmak için bireysel ve kolektif olarak neler yapıyor? Bundan sonra neler yapabilir?
> İzmirli müzisyenlerin birinci forumda dile getirdiği öneriye uygun olarak, tiyatro salonlarınızın konser benzeri aktiviteler için kullanılmasına açık mısınız? SEYİRCİ SAYISI Seyirci yokluğu, değişen seyirci niteliği ve seyirci geliştirme gibi konular, bundan önceki forumların ve İKPG’nin aylık olarak düzenlediği iletişim toplantılarının gündeminden hiç düşmedi. Disipliner bir çerçeveden bakınca, farklı tiyatro anlayışlarını benimsemiş bileşenler olarak seyircilerimizle ilişki biçimlerimizi sorgulamamızın ortak sorunların görünürlüğünü artırmaya yardımcı olacağı üzerinde hemfikir görünüyoruz.
“Sezonda üç farklı oyun çıkarıyoruz, dolayısıyla ulaştığımız seyirci sayısı yaklaşık iki bin civarıdır. En son verilere göre İzmir’deki yıllık seyirci sayısı 407.346; Türkiye genelindeyse 6.076.128 olarak be> Sahneye dönüştürülmüş veya “çok amaçlı salon” olarak nitelirlenmiş. Bu oranın yüzde kaçının kadın, yüzde kaçının erkek, yüzlendirilen mekânlar, beklentilerinizi ne ölçüde karşıladı? > Seyirci potansiyelini ve niteliğini geliştirmek için neler önerirsiniz?
39 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İzmirKültür Pla+formu Girişimi olarak düzenlediğimiz disipliner forumların dördüncüsü, yerel ve bölgesel tiyatro topluluklarıyla tiyatro organizasyonu düzenleyen oluşumları konuk etti. Bu yapılanmalara katılım için açık çağrı yaparak ortak sorunların nasıl çözümlenebileceğine, seyirci potansiyelinin nasıl artırılabileceğine dair yollar aradık. Katılımcıların tartıştığı başlıklardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz:
PLA+FORUM
Katılımcılar Kağan Uluca (Tiyatro 4), Zekeriya Hocalar & Gamze Vardar (Karşıyaka Belediye Tiyatrosu), Mehmet Küçükgünaydın (Metin Altıok Kültür Sanat Evi), Ercüment Serpil (Karşı Sanat Merkezi), Selçuk Dinçer (Uluslararası İzmir Kukla Festivali), Melike Çerçioğlu Bilgiç (Ti-yatrohane), Medine Çam&Yunus Kara (Yenikapı Tiyatrosu), Vedat Kuşku (Duvara Karşı Tiyatro Topluluğu ), Yasemin Sase&Meltem Üçer&Fırat Gürelli (TAKSAV), Jülide Derya&Batuhan Köksal (Tiyatro Terminal), Yasemin Tüzün (Öteki Beriki Tiyatro Topluluğu), Başak Fındıkçıoğlu (Oyun Hamuru), Soner Akçay (Tiyatro Büyü), Hicran Çalı (Tarla Faresi Tiyatrosu), Günay Toprak (Tiyatro Viya), Pınar Sayın (Feminist Sanatçılar Platformu)
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
40
PLA+FORUM
“Açıkça söylemek gerekirse kursiyerler, aile, akraba, arkadaş tarafından desteklenmiyorsa, profesyonel bir tiyatronun ortalama on oyunluk canı var.” “Bir oyunu ele alırken, yorumlarken öncelikle kime ulaşacağız, nasıl ulaşacağız gibi temel sorulara kafa yoruyoruz. Aslında meselemiz daha fazla seyirciye ulaşmanın yolu olmalı, öyle değil mi? İzmir’deki tiyatro sayısının yedi sekiz yılda arttığını görüyoruz. Çok farklı estetik anlayışları benimsemiş bu tiyatrolar sürekli yeni oyun çıkararak seyirciye ulaşmaya çalışıyor. İstanbul’a gitmiyorlar; bu kentte kalıp üretmeye devam ediyorlar. Üstelik geleneksel tiyatro seyircisine ulaşmaktan çok, yeni seyirciler yaratmayı dert edinmiş durumdalar. Oyunları çıkarırken de seçerken de yorumlarken de hedef seyirci kitlesine göre çalışma yürütüyorlar. O yüzden seyirci yaratma sürecinde temel mesele, bu kentte düzenli oyun oynayabilmek.” “Devamlı olarak oyun izleyen, para verip bilet alan, oyundan yarım saat önce gelip fuayede bekleyen, tiyatro etiğini ve kültürünü benimsemiş seyirci sayısı çok az. Bizim yürüttüğümüz eğitim faaliyetleriyle amacımız aslında biraz da seyirciyi yetiştirmek. Ekip olarak durduğumuz yer özellikle eğitim olduğu için işe üç - dört yaş aralığından itibaren başlıyoruz. Amaç çocuklara tiyatroyu oyunla sevdirmek ve ufak yaştan itibaren bu kültürü aşılamak.” “Sabit bir mekânda devamlı oynadığımız zaman ciddi sayıda seyirciye ulaşıyoruz. Gişe açtığımız oyunda mekâna ödediğimiz kiranın yanında teknik ekibin, dramaturgun, oyuncunun ücretini vermek zorundayız. İzmir sahneleri İzmir’deki tiyatrolara özel bedellerle kiralanabilse, kiralamada bize öncelik tanınsa, oyunlarımız yerel yönetimlerin duyuru kanallarında daha çok öne çıksa, önemli bir destek kazanırız.” ÜCRETSİZ OYUN SEYİRCİ KAZANDIRIR MI? Görünen o ki; forumdaki katılımcıların neredeyse tamamının ücretsiz veya çok düşük bedellerle oyun oynatılması üzerine çeşitli izlenimleri, deneyimleri var. Kalabalık toplamak adına davetli sayısında ipin ucunu kaçırmak, sadece İzmirli müzisyenlerin katıldığı birinci forumda, konser izleyicisinin engellenemeyen şekilde azalmasına yol açan en önemli sebeplerden biri olarak gösterilmişti. Yerel yönetimlerin ücretsiz oynatmak üzere satın aldığı oyunların izleyici yaratmaya ve geliştirmeye katkısı oluyor mu, düşük ücretle sergilenen kültürel aktivitelerin seyirci niteliğine etkisi var mı? Biraz da bu sorulara baktık. “İzmir’de yüksek bedelle bilet satan gruplardan birçoğu belediye oyunu satın alıp ücretsiz oynatacaksa vermiyor. Yüksek fiyata oynadığın oyunu iki kere ücretsiz verirsen ciddi bir imaj kaybın oluyor.” “Oyuna geç gelen, patlamış mısır yiyen seyircinin salona alınmamasından yanayım; çünkü insanlar ne yazık ki yaşayarak öğreniyor.
“Gençlerin, çocukların ayağına elinde iki çantayla oyun götüren tiyatrolar var. Televizyon gibi… O çocuk nerde öğrenecek o çok beklediğimiz tiyatro adabı denen şeyi?” “Seyirci akşam oyuna gitmekle iki sokak ötedeki barda arkadaşlarıyla buluşmak ya da balıkçıda muhabbete dalmak noktasında ikincisini seçiyor. Ben bir liraya oyun satılmasını çok zararlı buluyorum, sanatçının ihtiyaçlarının gerçekliğini değersizleştiren, ortadan kaldıran bir yöntem bu. Sanatçının yaşamsal ihtiyaçlarıyla o bir lira arasındaki farkı kim ödeyecek? Yıllardır bedava olsa da insanların gitmediği bazı belediye salonlarında ücretsiz oyun oynatıyoruz. Kent merkezindeki izleyici bilet parası neyse, kaç paraysa ödeyip oyuna geliyor. Artistik değeri yüksek olan işlerle düşük olan işleri seyirci zamanla ayıklıyor zaten.” “Tiyatroyla daha önce hiç karşılaşmamış izleyici kitlelerinin tiyatro izleme adabına sahip olmasını beklemek biraz yersiz kaçıyor. O kitlelerin artistik değerlerle derdi yok. Tiyatroyu da sistemin ona dayattığı niteliksiz eğlence kültürünün bir parçası zannediyor. Tıpkı evde oturup televizyonda izlediği diziler, filmler gibi algılıyor. Onun ihtiyacı kendi derdini anlatan tiyatro. O seyirciye kendisini ve hayatını anlatabiliyor muyuz? Seyirciyi çekecek olan, tiyatroda kendisini görmesidir. Bunu da ona göstermenin tek bir yolu var: Önce biz ayağına gideceğiz. Onun mahallesine, onun okuluna, onun sokağına, onun meydanına gidip diyeceğiz ki ‘bak biz senin derdini anlatıyoruz, gel izle. Bu oyunda kendini göreceksin, televizyondaki yalanı değil. Bizim oyunumuzda yalan yok, bizim oyunumuzda sen varsın’. Ancak o zaman ‘bizim seyircimiz’ olur. İzmir Büyükşehir Belediyesi, otuz yıl sonra ilk defa böyle bir proje yürütüyor. Bu çok kıymetli! Bir TIR var; hepimiz onun üzerinde mahalle mahalle, semt semt gezerek oyunlarımızı oynayabiliriz. Seyyar sahne olanağını belediyeden talep ederek, insanlara bu şekilde ulaşmaya çalışabiliriz.” “On beş kişilik de olsa, elli altmış kişilik de olsa şalteri kaldırdığınız anda masraflar başlıyor. Temizlik giderleri, salon kirası gibi harcama kalemleri azımsanmayacak düzeyde. Mekânın sabit giderlerini sadece oyun koyarak karşılamak zor olduğu için müsait günleri konser gibi etkinliklere açmak faydalı olabilir. Diğer sanat kolektifleriyle bu tür buluşmalar, karşılıklı etkileşimler yaratmak için fırsat sağlayabiliriz. Bu gibi aktiviteler, salona yeni kitleleri de çekecektir.” OYUNLARIN NİTELİĞİYLE SEYİRCİNİN NİTELİĞİ ARASINDAKİ İLİŞKİ “Mesleğim gereği her yıl yurt dışında on, on iki festivale gidiyorum. İtalyan tarz çerçeve tiyatro ölüyor arkadaşlar… Başka şeyler geliyor onun yerine; başka hinlikler var seyirciyi çeken, içine alan,
PLA+FORUM
“Sosyalist bir tiyatro olduğumuz için sendikalar sayesinde belli bir seyirci kitlemiz var. Başlangıçta bizlerle sokakta tanışıp buluşan seyirciyi buralardan toparlayarak salonlara getirebildik.”
Seyirci geç kalırsa dışarıda bekleyeceğini, ancak ikinci perdeden önce salona girebileceğini bilmeli. Bu kültür ancak böyle yerleşecek. Bir zamanlar çok zarif ve bilinçli bir izleyici kitlesi vardı ve bedava oyun izleme alışkanlığı bunu tamamen yok etti. Bedava oyun izleyen adam mısır da yer, oyun sırasında yüksek sesle sohbet de eder. Üstelik başka oyunlara gittiğinde yine böyle davranabileceğini zanneder. Seyirci konusunda vaktinde gelmeyeni de alırız ve utandırarak bile olsa derdimizi anlatırız yaklaşımını kesinlikle reddediyorum.”
41 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
de kaçının çocuk olduğuysa belirlenmemiş. Bu resmi veriler 2014 yılındaki araştırmaya ait, yani güncellenmemiş veya detaylandırılmamış. Bir seyirciden bahsediyoruz ama muhatap olacağımız seyircinin sayısını bile bilmiyoruz.”
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
42
büyüleyen. Nitelikli seyirciyi çekmek istiyorsanız bunların peşine düşmekte fayda görüyorum. İzmir’de birkaç tip seyirci kitlesi var: Bunlardan ilki yüz liraya bilet alabilen, medya tarafından öne çıkartılan çoğunlukla İstanbul kökenli tiyatro topluluklarının oyunlarını takip eden seyirci. Bu seyirci sizin oyunlarınıza gelmez. Bir lira deseniz gene gelmez. İkinci tip seyirci kitlesi, dört buçuk milyonluk bir şehirde tiyatro adına neler yapıldığını düzenli olarak takip eden birkaç bin kişilik kitledir ki benim için istisnadır. İşte bu kitle sayıca düşük. İzmir’deki üretimlerin seyirci bulamamasında en temel etken üretilen işlerin çoğunun vasatın altında kalmasıdır. İşinize değer katmak, artık tek başına sizin elinizde olan bir şey değil. İstediğiniz kadar sanatsal değeri yüksek işler çıkarın, bunları seyirciye dayatın; yansımanın kutsandığı imaj çağında siz dünyanın en artistik işini çıkarsanız bile sadece kendi çabanızla işinize değer katamıyorsunuz. Kim katıyor sizin yaptığınız işe değeri? Televizyonlarda dönen kültür programlarının yapımcıları, şov programları, popüler köşe yazarları, sosyal medya yöneticileri ve kanaat önderleri katıyor. Bu şehirdeki belediye başkanlarından herhangi biri ücretli oynadığınız bir oyuna bizzat bilet alarak ya da sizden davetiye talep ederek geldi mi? Meselâ Berlin Filarmoni Orkestrası’nın yılbaşı konseri çok değerlidir; geçen yılbaşı değeri daha da arttı, çünkü Almanya Şansölyesi Angela Merkel bizzat bilet alarak ve 28. sıradan konseri izledi. Kültürel kanaat önderlerinin, siyasi liderlerin, yerel yöneticilerin izleyici yaratmak adına bu şehirdeki kültürel aktivitelere katılmasını çok önemli görüyorum.” SORUNLARI KRONİKLEŞMİŞ BİR ALAN: ÇOCUK TİYATROSU “Devasa bir seyirci kitlesi daha var: Çocuk seyirciler. İzmir’in en büyük seyirci kitlesidir ama en sorunlu alan burasıdır. Tamamen ticarete odaklanmış; pedagoji, estetik, içerik anlamında hiçbir kay-
gı gütmeyen çocuk tiyatroları bu alanı iyice yozlaştırdı. Küçücük çocukların seyrettiği oyundan nasıl etkileneceğini hiç düşünmeden, o oyunun hayatlarında ne tür marazlar bırakabileceğini öngöremeden sadece birkaç lira karşılığı oyun seyrettiren öğretmenleri ve o akşam ‘ne güzel, benim çocuğum bugün oyun seyretti’ diyen velileri eğitecek bir mekanizma oluşturmak gerekmiyor mu? Bugünün koşullarında ve Türkiye’nin en modern kenti İzmir’de bu işlevi ancak bağımsız bir tiyatro platformu üstlenebilir. Bu platform, gerekli kurumları da işin içine çekerek bir kontrol mekanizması, değilse bir öneri mekanizması kurabilir.” “Festival komitesi olarak medeni ülkelerden bir tiyatro grubunu konuk etmek için çağrı yaptığımızda gönderdikleri dökümanların içinden mutlaka pedagojik bir rapor çıkıyor. Bizde çocuk tiyatrosu işi öylesine zıvanadan çıktı ki en ucuzunu kim satıyorsa onun oyununu alıyorlar. En değerli olan eşittir en ucuz olan. Akıllara ziyan şeyler yapılıyor.” “Önerilen türden bir tiyatro platformunun yapabileceği en kıymetli iş, okullara gidip oyun oynayan gruplar için bir taban fiyat saptamak olacaktır. Çok yakın zamanda karşıma güzel bir örnek çıktı: Birkaç milyonluk nüfusa sahip Slovenya’da da bu sorun gündeme gelmiş. Kültür Bakanlığı ülkenin önde gelen kurumsal tiyatrolarıyla el ele verip bir seçici kurul oluşturmuş. Bu kurul bütün ülke sathında o yıl sahnelenecek oyunlardan ortaya bir seçki çıkarıyor; festival havasında sergilenen bu oyunlar kataloglaştırılıp okullara öneriliyor. İzmirli tiyatro insanlarını, psikologları, öğretmenleri ve pedagogları içerecek bir bağımsız tavsiye kurulu oluşturulabilir, neden olmasın? Bağlayıcı kararlar peşinde koşmayacak bu kurul, o yıl sahnelenecek çocuk oyunlarını izleyip niteliği ve içeriği müsaitse okullara önerebilir. Bizler bir şekilde karşımızdaki insanları,
Son yıllarda mütemadiyen yaşadığımız salon sorununa alternatif yaratmak adına, buluntu mekânları sahneleme için kullanmaya başladık. Bu mekânlar, kapasite açısından sınırlı olsa da her hâlükârda yatırıma gereksinim duyuyor. İkinci oturumda buluntu mekânların beklentilerin ne kadarını karşıladığına, teknik ihtiyaçlara ve üretebileceğimiz alternatif modellere baktık. Yanı sıra mevcut salonlarla inşa edilmesi planlanan salonların donanımına dair temel koşullar üzerine akıl yorduk.
“Eğer bir tiyatro salonu inşa edilecekse ekibin içinde tiyatroyla uğraşmış insanlar olmalı, mimar da teknisyen de tiyatrodan anlamalı. Bazı salonlarda tuvaletler kulise çok uzak; bazılarında kulis bile yok. Hâtta kimi salonlarda seyir yerleri, sebebini bilmediğimiz şekilde bembeyaza boyanmış.”
“Bu gibi alanlar, proje üretirken ve çalışırken teknik açıdan sıkıntılı oluyor. Ayrıca hep aynı rotalara, aynı bölgelere ayağını alıştırmış izleyiciyi yeni mekânlara çekmenin zorluğunu aşmak pek de kolay değil. Örneğin salon arka sokaklarda bir yerdeyse ve çıkış saati geçe kalırsa seyirci geriliyor veya gelmiyor. Mekânlar ufaksa havalandırma, oyunun detayları ve ışıklandırma için alternatif çözümler geliştirmemiz gerekiyor. Seyircilerin mekâna rahat bir şekilde yerleşmesi, oyuna konsantre, performansa hakim olabilmesi pek kolay olmuyor. İşte bu koşulları hakkıyla karşılayamadığınızda kimi seyirci oyunu çok rahat izlerken, kimi seyirci oyundan kopuyor ya da havasız kalıyor. Ayrıca ufak ve dezavantajlı mekânlarda çok uzun süreli oyunlar sergileyemiyorsunuz; süreyi de ona göre belirlememiz gerekiyor.”
“Şehirde tam teşekküllü, teknik açıdan oyun koymaya müsait üç beş salon var, buna karşın yüzü aşkın tiyatro topluluğu var. Dolayısıyla her tiyatro salon kiralamaya kalksa parasıyla bile mümkün olmuyor. Haziran ayındayken bir bakıyorsunuz ki Ekim ayına kadar cumartesi günleri dolu. Tiyatro seyircisi, genellikle kent merkezi bellediği bölgelerden pek uzaklaşmak istemiyor, alıştığı alanlarda zaman geçirmek istiyor. O yüzden merkezi noktalarda sadece tiyatrolara hizmet edecek donanımda sahnelerin inşa edilmesi gerekiyor. Bizim tavsiyemiz şuydu: Bir çocuk tiyatrosu sahnesi yapılsın; küçük koltuklar, küçük tuvaletler… Bu sahne tamamen çocukların ihtiyaçları gözetilerek tasarlansın. Fakat geri dönüş alamadık”.
“Yine rakamlara baktığımızda, Türkiye İstatistik Kurumu’nun
“Hiçbir tiyatro sadece kendi imkânlarını kullanarak orta ölçekte
PLA+FORUM
BULUNTU MEKÂNLAR SALON SORUNUNA ÇÖZÜM GETİRİR Mİ?
2014 tarihli araştırması ülke sathında altı yüz on bir sahne olduğunu söylüyor. Bunlardan elli altı adedi İzmir’deymiş, yani bu şehir kabaca toplam sahne sayısının %9’una ev sahipliği yapıyor ki bu ciddi bir rakam. Gerçi bu araştırmada çok amaçlı salonların da tiyatro sahnesi statüsünde değerlendirildiğini söyleyebiliriz. Aslında mevcut tiyatro salonlarının çoğu başka amaçlar için kullanılsa daha verimli olur; çünkü tiyatro salonu dediğimizde akustiğinden kulisine, sahne arkasından seyircinin izleme olanaklarına kadar uzanan bir dizi değişmez koşul ortaya çıkıyor ki mevcut salonlarda bu kriterleri ara ki bulasın. Sonrasında ister nikâh kıyın, ister konser düzenleyin ama bu salonlar yeter ki öncelikli olarak tiyatro oyunu sahnelemeye uygun olsun.”
43 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
izleyiciyi bilinçlendiremezsek bu çöküntü böyle sürer gider. Diğer yandan bunun değerli bir çaba olduğunu ebeveynlere de anlatabilirsek, sonraki birkaç sene boyunca bu dertle mücadele etmeyi göze alırsak, eminim ki bir grup ebeveyn çocuğunun izleyeceği oyunu o katalogdan seçmek isteyecektir.”
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
44
bir salona sahip olamaz. Kültür Bakanlığı da gelip İzmir’e salon yapmaz. O yüzden iş mecburen yerel yönetimlere düşüyor. Herhangi bir şehirde yerel yönetime gidip ‘bize mükellef tiyatro salonları üretin, üstelik yeterli sayıda üretin’ deyin, o yöntem işlemez. O yüzden şikâyet etmek yerine yerel yönetimlere yol gösterecek, onların işlerini kolaylayacak alternatifler üretmemiz gerekiyor. Çok iyi tiyatro salonlarımız var; İzmir’in en iyi tiyatro salonu Özdemir Nutku Sahnesi’dir. Seyirci getiririm iddiasını taşıyan tiyatrolar gidip alabilir ama merkeze biraz uzak. Şehrin öbür ucunda Karşıyaka Opera ve Tiyatro Binası var. İnsanlar bu işi başka ülkelerde şöyle çözüyor: Truss* getirip demonte tasarımlarla okulların spor salonlarına geçici bir süre için mobil sahneler, seyircinin gayet güzel oyun izleyebileceği amfi-tiyatrolar kuruyorlar. Örneğin elli beş bin nüfuslu bir kasabada dünyanın en büyük kukla festivali düzenleniyor. Kasabanın üç yerleşik salonu, bir de tiyatro salonu var fakat festival için kırk sekiz ayrı geçici mekân oluşturuyorlar. Kentin bütün okullarını, spor salonlarını ve kiliseleri kullanıyorlar. Meseleyi çözebilecek ilgililere bu örnekler anlatılabilir. Salon, sahne derdi dünyanın her yerinde var. Paris’te de salon yetmiyor; sadece İzmir’e özgü bir sorun değil bu. Demonte, kolay taşınabilir, mobilize sistemlerden yararlanmak gerekiyor. Kente yeteri kadar tiyatro salonu tabii ki olsun ama daha çok gösteri mekânlarına ihtiyacımız var gibi geliyor bana.” “Kuruluşu bir yıl süren İzmir Tiyatrolar Platformu’na şu anki İzmir Devlet Tiyatrosu müdürümüz ön ayak oldu, bu girişim onun çağrısıyla gerçekleşti. Çok yüksek olanaklar beklemiyoruz; sofita**, ses sistemi, on beş yirmi adet spot ile donatılmış bir salonda çok iyi işler sahnelenebilir. İzmir Tiyatrolar Platformu, Mimarlar Odasıyla görüşüp iş birliği yaparak yerel yönetimlere öneri sunabilir.” SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİ SAĞLAMAK ADINA ÖZEL SEKTÖRÜN VERECEĞİ DESTEĞİN ÖNEMİ “Yerel aktörleri bu işin içine katmakta mutlaka fayda var. Bu kentin ekonomisinden geçinen çok fazla kurum var. Platformlara onları da davet etmeliyiz. Evet; yerel yönetimlerin kentin kültür sanat aktivitelerini artırmak gibi bir zorunluluğu var ama bunları bir
şekilde desteklemesi gereken de yerel aktörler. Örneğin özel sektör temsilcilerine, iş dünyası örgütlerine yönelik sunumlar hazırlanabilir. Belki platformun içinden seçilecek üç dört kişilik bir temsilci grubu bu kurumlarla, ticari kuruluşlarla, şirketlerle bağlantı kurup sunum yapabilir. Bu şehirde İzmir Ticaret Odası, Ege Bölgesi Sanayi ve Ticaret Odası, Genç İşadamları Derneği gibi oluşumlar var. Bu kentin ekonomisini yaratan insanlar bir şekilde elini taşın altına koymalı artık. Böyle dertleri olmayabilir ancak durum tüm açıklığıyla ifade edilirse, uygulanabilir ve katkı sunacak projeler üretilirse iş birliği yapacak birileri mutlaka bulunur. Kentte bu sorunları çözümlemek üzere kimse adım atmazsa ekmek peşine düşen İzmirli sanatçılar da İstanbul’a gidip dizi sektörüne esir, köle olur.” Forum sonunda bir dizi karar alındı: > Yeni ve yeterince donanımlı tiyatro mekânlarının oluşturulması için yerel yönetimlere ve yerel aktörlere öneriler götürülecek. > Bilet satışlarıyla ilgili ortak bir gişe kurulmasına dair çalışma başlatılacak. > İzmir Tiyatrolar Platformu olarak oluşturulacak ortak bildiri medya kanalıyla kamuyla paylaşılacak. İzmir’deki tiyatrocuların birbirine kenetlenmesi engelleri aşmak adına en kritik adım olarak görünüyor.
* Tiyatro sahnesinde kullanılan modüler bir askı sistemi. ** Tiyatro salonlarında “kedi merdiveni” denen köprülerin olduğu ve ışıkların konumlandırıldığı yer. Sofita sayesinde seyirci ışıkları görmez ve oyundaki yabancılaşma efekti korunmuş olur. Bu kadar önemli bir işlevi olmasına rağmen Türkiye’deki pek çok tiyatro salonunda bulunmamaktadır.
“BAĞIMSIZ YAYIN" FORUMU 15 Ekim 2016 HALE ERYILMAZ - EMRE DUYGU FOTOĞRAFLAR FATİH DOĞAN KALEM
Katılımcılar
45 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
mına güncel bir bakış atalım, şehirde durum nedir onu görelim İKPG olarak düzenlediğimiz disipliner forumların beşincisini istedik. Foruma katılan yayınları ne tür klasmanlarda toplayabağımsız yayıncılığa ayırdık. İzmir’de bağımsız yayıncılığın genel durumuna, etki alanına bakarken katılımcılarla beraber, bileceğimizi tartışarak işe giriştik. Ardından, katılımcılarımız “okurun bağımsız yayınlara erişimini artırmak için dağıtımı yaygın- sorumlusu, editörü, yaratıcısı olduğu bağımsız yayınları bize laştırmayı da kapsayacak ne tür modeller ve stratejiler geliştirebili- tek tek tanıttı. riz” sorusuna cevap bulmaya çalıştık. Ortaya çıkan fikirleri bir“İzmir Ekonomi Üniversitesi, İletişim Bölümü’nde yardımcı doçent likte tartıştık ve bağımsız yayıncılar arasındaki yatay iletişimi, olarak çalışıyorum. Öğrencilerimizin haberciliği ve haber yayındayanışmayı artırmanın yollarını aradık. cılığını baştan sona tecrübe ettiği Ünivers adlı bir gazetemiz var. İzmir; tarihi boyunca muazzam boyutta bir yayıncılık faaliye- Görsel - işitsel malzemelerin üretilmesinden haber seçimine, yazımdan tasarıma kadar baştan sona bütün süreçlerden öğrencileritine ev sahipliği yapmakla kalmamış, farklı dillerde çıkardığı miz sorumlu. Basılı edisyonu İzmir’e ve Türkiye’nin farklı noktalagazete ve dergilerle, yetiştirdiği muhabir ve köşe yazarlarıyla rına dağıtılıyor. Yakın zamanda basılı edisyonu bir kenara bırakıp, Türkiye medyasını sürekli beslemiş. Bununla beraber, yerel bu tecrübeyi portal formatında internete taşıdık.” ve bölgesel gazeteciliğin sembolleşmiş şehirlerinden biri. Bu nitelendirmeyi edebiyat ve kent kültürü yayıncılığı için de ya“Fanzin Apartmanı hareketini İzmir’de başlattık. Tabii ki bu harepabiliriz. Buradan yola çıkarak, öncelikle bağımsız yayın kavra-
PLA+FORUM
Altuğ Akın (çevirmen - akademisyen), Özgür Gökmen ( yazar - çevirmen), Elif Şeyda Doğan & Efe Elmastaş & Muhammet Aldemir & Alp Ata Dibek & Mert Yiğit (Fanzin Apartmanı), Hülya Deniz Ünal & Halim Yazıcı (Caz Kedisi), Erkan Karakiraz (Yerüstü Kitap Dizisi), Emre Yıldız & Ziyacan Bayar & Tansel Özalp (İçerik Dergi), İbrahim Metin Baltacı (yazar - müzisyen), Duygu Özsüphandağ Yayman (gazeteci - metin yazarı), Bilsay Yıldırım (otuzbeslik.com), Umut Altıntaş & Toros Mutlu (Karton Kitap), Hakan Cezayirli (Stereo Mecmuası), Emrah Atik (izmirdesanat.org), ,Ese Ese (Sonsuz Sekiz Tasarım Atelyesi), Ahmet Akkuş (Karşı Sanat Merkezi), Emel Kayın (akademisyen - yazar), Derya Seyhan Kaya & Ayşegül Utku Günaydın & Arda Köprülüyan (TUDEM), Neşe Çetin (sanatçı), İlker İşgören, Başak Beykoz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
46
PLA+FORUM
“Karton Kitap olarak ‘foto kitap’ alanında çalışıyoruz. Foto kitap dendiğinde insanın aklına bir fotoğraf projesini veya fotoğraf serisini kitaplaştırmak geliyor ama işin aslı öyle değil. Kısaca tanımlamak gerekirse, fotoğraf dilinde yazılmış ve fotoğraf diliyle okunabilecek kitaplar basıyoruz. Foto kitabın maliyeti, normal bir kitabın maliyetini dörde beşe katlıyor. Dağıtım, bürokrasi gibi meseleler bizi çok yavaşlatıyor. Kitabın bir sanat nesnesi olarak ele alınmasına taraftarız. Basım maliyetini cebimizden karşılıyoruz
PLA+FORUM
47 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
ketin İzmir çıkışlı olmasının yarattığı avantajlar ve dezavantajlar ve bu bizi biraz üzüyor; zihinsel süreç, üretim süreci uzun sürse de var. Avantajlardan başlayacak olursak, İzmir yeni oluşumların bize büyük keyif veriyor. Son bir senedir öğrencilere yönelik atöldoğumuna elverişli bir şehir çünkü bunları boğacak kadar kirlen- yeler düzenliyoruz; bu da bizi besliyor. Katılımcılarla çıkardığımız işlerden yüzde yüz tatmin olmuş durumdayız. O yüzden belki bumedi. Fanzine has bazı hasletler var. İlki, kâr amacı gütmeyen bir basılı yayın olması. Fotokopiyle veya matbaa marifetiyle çoğaltı- radan ilerleyebiliriz diye düşünüyoruz.” lıyor, yani dijital formatlardan, edisyonlardan söz etmiyoruz ve “Kurucusu olduğum Otuzbeslik.com projesini geliştirdikçe görüyodoğası gereği edemeyiz. İkincisi, her ne pahasına olursa olsun, rum ki İzmir, sanatsal ve kültürel bakımdan devasa bir potansiyele içerik ve söylem anlamında bağımsızlığına sahip çıkması. İnsanlar sahip. Üretimin ne kadar görünür olduğu tartışılır ama çok fazla yazılarını, çizimlerini çok basit bir mizanpajla dijital ortamlarda üretici var. İzmir açık zihinli bir şehir ama kültür üreten, yayındüzenleyip basıyor. Ofset baskıya kalkışacak olursak inanılmaz cılıkla uğraşan insanların teknolojinin sağladığı olanaklardan bu fiyatlarla karşılaşıyoruz. O yüzden gittik, kendi baskı makinemizi kadar uzakta yaşıyor olması bana çok tuhaf geliyor. İnsanların aldık. Türkiye’nin dört bir yanında yayınlanan fanzinleri İzmirli kendisine fayda sağlayacak, çoğu bedava çalışan birçok teknolojik okura taşıyoruz. Pdf’lerini talep ediyoruz, imkânı olmayanların araçtan haberi bile yok. O hâlde neden Rönesans buradan başbaskı maliyetini, kargo masrafını üstlendiğimiz oluyor.” lamasın? Olur, olmaz bilmiyorum ama bunu tetikleyebilecek çok fazla pırıltı görüyorum çünkü kiminle tanışsam her muhabbetin “Stereo Mecmuası, internet üzerinden yayıncılık yapıyor. Sosyal içinden inanılmaz fikirler ve projeler çıkıyor.” medyayı olabildiğince etkin kullanmaya çalışıyoruz. Bizim için temel problem, sürdürülebilirliği sağlamak. Çok ciddi bir eko“TUDEM, İzmirli bir yayınevi. İzmir’de var olarak direnmek isnomik girdiniz olmadıkça iş yükünü taşıyacak kadroyu kurmakta tedik açıkçası. Burada kalarak da güzel şeyler yapılabileceğini zorlanıyorsunuz. Yeri geliyor; yedi kişilik kadro iki kişiye düşüyor. göstermek, ispat etmek istedik. Uzun yıllardır eğitim yayıncılığı Bu etken, doğal olarak yayın ve güncelleme periyodunu etkiliyor. yapıyoruz; bu alandan elde ettiğimiz kazancın bir kısmıyla edebi Kadroyu elden geldiğince geniş tutmaya çalışıyoruz. Küçülürse ve kültürel yayınlarımızı finanse ediyoruz. Her işi kendimiz yapmak uykudan fedakârlık edip işi sürdürmeye bakıyoruz. Telifli yazı dünzorundayız. Yayıncılık özelinde kalırsak, İzmir’in halledemediği en yasına ve tirajlara Andante, Opus gibi müzik dergilerinde yazdığım büyük sorun, düşük nitelikli iş gücü. Çalışanlarımızın çoğunluğudönemlerden hâkimim. Mevcut sistemin dayattığı koşullara bağlı nu İstanbul’dan, Ankara’dan İzmir’e gelenler oluşturuyor. Farklı kalarak matbu bir dergi bassak, nereye kadar gidebileceğimizi iyi dillerden çeviri yaptığımız için sürekli çevirmen sıkıntısı yaşıyobiliyorum. O yüzden 2007’den bu yana yurtdışındaki trendleri izruz. Kaliteyi, parlak fikri yakalayacak nitelikte tasarımcı, içeriği liyorum. Basın, dergicilik, fanzincilik nereye gidiyor derken, dijital hakkıyla çekip çevirecek donanımda editör bulmak büyük sorun. dönemin başlangıcıyla beraber, işi tamamen internete taşımanın Bunlara ek olarak, çeşitli mecralarda eş zamanlı olarak sesimizi daha makul, daha mantıklı olacağına karar verdik. On senedir duyurma meselesiyle cebelleşiyoruz. Hâlbuki bu şehirde çok deyayıncılıkla uğraşıyoruz. E- dergilerimizi yayınlamaya başladığığerli insanlar, çok ciddi üniversiteler var. Bu forumun sonunda mızda, çok spesifik bir alanda özel bir okur kitlesine yayın yapıyor olmamıza rağmen, kısa sürede on beş bin hit aldık. 2015 yılında tamamen plak koleksiyoncularına ve plakçalar kültürüne yönelik olarak hazırladığımız e-dergi, seksen bin kez indirildi. Artık sponsor desteği alıyoruz; yani diyeceğim o ki sebat ederseniz, ne yaptığınızın ve nereye gittiğinizin farkındaysanız, bağımsız yayın üreterek hatırı sayılır düzeyde reklâm geliri elde edebilirsiniz. Tanıtım, dağıtım ağı, baskı adedi, tiraj diyoruz da bazı formatlar için bunların hiçbir önemi yok, açıkçası. Yayın yaptığınız alan belli bir konuya odaklanmışsa, apayrı reklâm alanlarında dans etme imkânı yakalıyorsunuz. Tavrınız ve duruşunuz da önemli; örneğin web sitemizde ana akım firmaların elektronik ürünlerine kesinlikle yer vermiyoruz. Hiçbir yerde reklâmını görmeyeceğiniz sektörlerden reklâm alıyoruz: Müzik cihazı, plakçalar, vs… O yüzden, normal dergilere nazaran çok daha yüksek reklâm gelirlerine sahibiz. Yayınların spesifik alanlara odaklanmasının ideal gelir modelleri yaratmak açısından çok hayati olduğunu iddia ediyorum.”
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
48
oluşacak yeni tanışıklıkların sözünü ettiğim sıkıntıları giderecek katkılar üretmesini umuyoruz.” “İçerik Dergi’yi grafik ve tasarım alanında bir ifade platformu olarak tanımlamayı tercih ediyoruz. Kendi adına, bağımsız tanımının karşılığını hakkıyla veriyor. İçeriği platformda yer alan katılımcılar sağlıyor, baskıyı çekirdek kadro finanse ediyor. Ücretsiz dağıtıyoruz. Tek beklentimiz, derginin hedef kitlesiyle ve bu alana ilgi duyan insanlarla kolayca buluşabilmesi.” “Caz Kedisi; hiçbir iddiası olmayan, şiir ve müziğin nitelikli ifadelerine olabildiği kadar yer açan, küçük bir dergi. Nisan 2017’de ikinci yılımıza gireceğiz. Genç kalemlere özellikle yer veriyoruz.” KENT DERGİCİLİĞİNDE GÜNCEL DURUM “Ana akım medya, kent yayıncılığı alanında İzmir üzerinde ciddi bir hegemonya kurmuş durumda. Araya zaman zaman bağımsız dergiler giriyor, gazeteler çıkıyor. Gazeteciler Cemiyeti’nin çıkardığı Dokuz Eylül gazetesi veya yıllardır ayakta kalmak için mücadele veren İZMİR Life, ilk akla gelen örnekler. İZ dergisini de unutmayalım; hâtta artık gazetesi var ve sosyal medya üzerinden gayet başarılı gidiyor. Sosyal medya ve internet üzerinden yeni yeni yayın yapmaya başlayan bazı e-dergiler, şehir portalleri ortaya çıktı. Israr eden edebiyat dergilerimiz var, meselâ Kurşun Kalem. Aslında İzmir’deki kitabevlerine bakın; o kadar çok yayın var ki raflarda… Baktıkça boğulabilirsiniz. İzmir’deki yayınların onca derginin arasından kendini öne çıkaracak farklar yaratmaya ihtiyacı var.” “İzmir İzmir, İZMİR Life’tan çok daha eski bir kent kültürü dergisiydi. İZMİR Life, daha aktüel bir içerik üzerinden ilerleyip kent gündemine, röportajlara ve dosyalara yer açarken İzmir İzmir, kültürel ve sanatsal içeriği, şehrin tarihini öne koyardı. İZMİR
Life’ın yayıncısı çok dirayetli bir reklâmcı; dergi İzmir dışına dağıtılıyor, abone servisi veriyor. İzmir İzmir ise maalesef kitabevlerinin raflarında mahsur kaldı ve bir noktadan sonra baskı kalitesinden de ödün vermeye başlayınca bir yayınlanır, bir kaybolur hâle geldi. Bu açıdan, kent dergiciliğinde yayını sürekli besleyecek kaynaklar yaratabilmek, kendini güncel koşullara uyarlayabilmek çok önemli.” BAĞIMSIZ YAYINCILIĞIN KRONİK SORUNU: DAĞITIM Forumun en başında, tüm katılımcılar aynı derdin altını çizdi: Basılı yayını hakkıyla dağıtamamak, sesini yeterince duyuramamak ve bu yüzden okur kitlesine ulaşma çabasında biteviye sıkıntı çekiyor olmak. Vakti geldiğinde, detayları açmaya başladık. TUDEM temsilcisinin sarf ettiği cümle, dergicilik ve kitapçılık alanında faaliyet gösteriyor olup İzmir’de konumlanmış olmanın neler getirip götürdüğünü özetliyor: “Sektörün ve medyanın İzmirli yayınevlerine bakışı ve tavrı çok sorunlu.” Deneyimlerinden faydalanmak üzere, geçtiğimiz aylarda İKPG’nin İzmirKültür İletişim Toplantısı’na konuk ettiğimiz Doğan Kitap direktörü (Radikal gazetesinin son genel yayın yönetmeni) Cem Erciyes’in dediklerine bakalım: “İzmir’de yerleşik olup ulusal yayıncılık yapabilirsin; ulusal pazara kitap gönderebilirsin. Tek dezavantajı şu olur: Tüm dağıtım firmaları İstanbul’u kendine merkez edindiği için navlun giderin yükselir. Bununla mücadele edebilmenin tek yolu, iskontonu yüksek tutmaktır. Ancak bu şekilde ulusal pazara girebilirsin. Fakat ‘best seller’ yayıncılığı yapamazsın; Doğan Kitap benzeri bir yapı kuramazsın ya da İletişim Yayınevi gibi Türkiye solunun her kanadını kucaklayacak türden niş yayıncılık faaliyetleri yürütemezsin. Bununla beraber, sadece kendi ilgi alanına odaklanacak bir yayıncılık yaklaşımı
Sözü katılımcılarımıza verelim: “İdeal dağıtım noktası bulmak, fanzinciler için en büyük sorun. Cicili bicili dergiler yerli yerinde dururken, sizinkiler nasıl olsa tezgâh altında kaybolacak kağıt tomarları olarak muamele görüyor. Şimdi Türkiye sathında ideal dağıtım noktalarını işaretleyeceğimiz bir harita üzerinde çalışıyoruz. Bu haritalama çalışması, eminiz ki yereldeki arkadaşların hevesini iyice perçinleyecek.” “Dağıtım konusu, edebiyat dergilerinin de baş belası. İdari, ekonomik ve yasal bağımsızlığın yoksa bu belayı aşman zor görünüyor. Caz Kedisi olarak bunu bir ölçüde aştığımızı düşünüyorum. Dağıtım ağımızı genişletmek adına, bazı kentlerde temsilci edindik. Para gönderirlerse ne güzel; göndermezlerse göndermezler. Paranızı çöpe atmak için kendinize bir yol arıyorsanız dergi basın. Bu işle uğraşıyorsanız cebinizdeki paranın size geri dönmesini düşünmeyeceksiniz ve beklemeyeceksiniz. Çöpe atmışsınız da geri dönüşü yokmuş gibi düşüneceksiniz.”
“İçerik Dergi olarak başlarda biz de ciddi dağıtım sorunları yaşadık. Dördüncü sayıdan itibaren, her sayının konseptine uygun düşen etkinlikler düzenlemeye başladık. Bu etkinlik sergi, toplaşma veya yemek olabiliyor. Sosyal medyayı ve kişisel çevremizi kullanarak bu etkinlikleri ilgilenebilecek herkese duyurmaya başladık ve dergiyi bu yolla, etkinlik noktasında yerinde dağıttık. Böylece bir araya gelenlerin dergi üzerine konuşmasına da alan açmış olduk. Ayrıca dostlarımız destek çıkıyor, bir yere gideceklerse çantaya beş on kopya atıyorlar.” “Aslında bu tür yayınlar, kültürel bir habitatın içine doğar. Örneğin, o şehirde bir alt kültür grubu vardır, önünde sonunda o kitleye yönelik bir yayın ortaya çıkar. Mevcut sıkıntıların sebebini İzmir’in kültürel habitatına has tıkanıklıklarda ve merkezde kitlenip kalmışlığımızda mı arasak acaba? Dağıtım ağımızda yer almasını istediğimiz ilçeleri, noktaları net olarak belirleyemiyor oluşumuzun bir sebebi de yalıtılmışlık olabilir mi? Dağıtım meselesine biraz da buradan bakalım derim.” “Bahsettiğimiz sorunları bence ikiye ayırmalıyız: Türkiye’ye özgü sorunlar ve yayıncılığa özgü sorunlar. Fanzinlerin, bağımsız edebiyat, müzik, tiyatro ve kültür dergilerinin ana akım yayıncılık sisteminin altında ezilmesi Türkiye’ye özgü bir sorun değil. Kültür tarihine bakın; ortaya çıkan her yeni akım, sisteme karşı duran her hareket baskı altında kalmış. Bu punk için de geçerli edebiyat için
PLA+FORUM
“Soruyu ‘dağıtımı nasıl yapacağız’ diye sormaya başladığınızda, endüstriyel yayıncılıktan söz etmeye başlamışsınız demektir. O zincirde her şey birbirine bağlıdır: Dağıtımcıyla cebelleşme, depolama, nakliye, iade, altı ayda bir zar zor tahsil edilen çekler derken kimyanız alt üst olur. Çizelgeler, Excel tabloları ortaya çıkar. ‘Keşke daha çok dağılsa’ derken bunları düşünüyor musunuz?”
49 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
geçerli olabilir. İzmir’de olduğun için battığını zannedebilirsin veya iddia edebilirsin ama ticari davranmayı bilemediğin için batmışsındır. Esas mesele, ne tür yayınlarla dağıtıma gireceğin konusunda en doğru kararı verebilmek. Herkesle rekabet edebilecek şekilde profesyonel yayıncılık yapma iddiasını güdüyorsan, buna yetecek stratejin, bilgin, becerin varsa bu işi İzmir’de yapabilirsin. Tabii bazı sıkıntılarla yüzleşmeyi de göze alacaksın. Örneğin yazar bulmak, senin için daimi bir sıkıntı olacak çünkü bütün yazarlar İstanbul’da yaşıyor. Sen o yazarlara kitap yazdırmak için herkesten beş kat daha fazla çaba harcayacaksın… Ya da bir Metis daha kurabilirsin; iyi çeviriler yayınlayarak yola devam edersin. Bunun için İstanbul’da olmak gerekmiyor ama dağıtımcılar orada, sürekli gidip geleceksin. Her şeye rağmen, hiçbir şey imkânsız değil. İzmir’i merkez alarak iş yürütmek, sadece daha zor.”
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
50
de. Fark etmiyor. Dağıtım ve okura ulaşma, tüm dünyada sıkıntı olarak kabul edilen bir konu. Bence her şeyi kendi kendimize çözmeye kalkışmak yerine biraz da insanlar dışarıda neler yapmış, yapıyor; ona bakalım. Acaba Amerika’dakiler, Avrupa’dakiler, Asya’dakiler dağıtım sorununu aşmak adına ne tür çözümler üretmiş diye kafa patlatmak, probleme çözüm getirmek adına bizi iki adım öteye taşıyabilir.” “’Biz bu yayınları çıkartırken kime ulaşmayı hedefliyoruz; ben bu yayını kime satacağım? Kime ulaştırmak istiyorum? Bu sorulara samimiyetle verilecek her cevap, sizin dağıtım mecralarınızı, satış noktalarınızı belirliyor. Üniversite kampüsü olabilir, kitabevi olabilir, alışveriş merkezlerindeki sinemaların önü olabilir… Yani dağıtımdan bahsederken hangi kitleyi hedefliyorsanız o kitleye yönelik dağıtım noktaları belirlemeniz gerekiyor. Mesela fanzinler Türkiye’de ilk ortaya çıktığında, punk konserlerine gelen dinleyiciye kapıda dağıtılırdı. Çünkü kitle birebir örtüşüyor. İşi baştan keşfetmek yerine tarihe bakmak yeterli. Farklı kolektiflerle iş birliği yapabilirsiniz; onların düzenlediği konserlerde her bilet alana, her kapıdan girene fanzin veya dergi hediye edebilirsiniz. İllâ ücret talep edecekseniz, fiyatı bilet tutarına dâhil edebilirsiniz.” “Yayıncı, yazar, çizer, müzisyen neden dağıtım ağını güçlendirmek, üretimini daha geniş kitlelere ulaştırmak için güdülenip durur? Bunun da adını koymak lazım. Diyelim ki fanzini on bin adet bastık. Öyle bir imkân doğdu. Ne yapacaksınız, sonra ne olacak? O on bin adedin tamamı dağıtıldıktan sonra izlenecek adım ne? Artık onun bağımsızlığından ne kadar bahsedebiliriz? Bunları hiç konuşmadığımızı fark ettim… Tam ters taraftan, işin başka bir boyutuna temas etmek isterim: Hep bir beklentisizlikten, amatörlükten bahsediliyor ve bu kabullenilmiş bir çaresizlik olarak dile getiriliyor sanki. Neden bir beklenti yok? Çıkardığınız dergi üzerinden geçiminizi
sağlayamayabilirsiniz ama o dergiyi cepten çıkarmak yerine alternatif finansman modelleri oluşturmak, böylece sürdürülebilirliğini garanti altına almak gibi temaları konuşuyor olmamızı beklerdim. Meselâ, neden Caz Kedisi kendi hâlindeliğinden bahsetmek yerine ellinci sayısına ulaşmaya ilişkin bir hedefi hevesle ortaya koymayı yeğlemiyor? Bunları merak ediyorum. Yani, diyeceğim şu ki acaba önümüze bir takım hedefler koymaktan kaçınıyor veya çekiniyor olmak, bu problemlerin başımıza dolanmasının temel sebebi olabilir mi?” “İçimden gelenleri dökeceğim: Fanzinimi elli adet değil de yüz adet basmak istememin tek sebebi, bana benzeyen ve benimle aynı ilgi alanlarına sahip insanlara ulaşmak, onlarla iletişim kurmak. Basarken, yazarken, dağıtırken yaşadığımız kişisel hazzı yaygınlaştırmak, başka insanlara ulaştırmak, onlarla bir şeyler paylaşmak, yeni dostluklar edinmek, yeni bağlantılar bulmak… Daha geniş kitlelere dağıtmak istiyorum derken bunu kastediyorum.” “Herhangi bir yazı yazdığım zaman o yazıyla ilgili herkese ulaşmak isterim. Konuya benim şahsi bakışım böyle. Peter Brötzmann’ın albümünü yazdığım zaman onu okuyacak kişi sayısı bu topraklarda otuz beş kişiyi geçmez; konserine de yirmi kişi gidiyor zaten. İşte ben o otuz beş kişinin her birine ulaşmak isterim. Miles Davis ile ilgili bir yazı yazmak istiyorsam, caz dinleyen elli bin kişiye ulaşmak isterim. Bu dürüstlüğe varmışsanız bence öyle veya böyle bir noktaya ilerlemeye başlarsınız.” “Bağımsız yayıncılık kavramını okurun ve yazarın zihinsel bağımsızlığından ayrı düşünemeyiz. Reklâm alma, reklâm kapma çabasına ortak olmadan ya da sansüre, baskıya meydan vermeden yazan biri için dağıtım ağının ne kadar sağlıklı işlediği ayrıca önemli. Çünkü bütün bu yazarlar ve çizerler, sonuçta birilerine değmek için
“Bir de ısrar etmek önemli. Bir kere deneyip olmayınca bıkıp bırakmak yerine ısrarla koşulları zorlamak lâzım. Caz Kedisi ısrarla kendini var etmeye, çıkmaya devam ediyor; İZMİR Life da öyle. Birkaç kere deneyip vazgeçtiğinizde, burada konuştuğumuz pek çok şeyin ne kıymeti kalıyor, ne de gerçekleşme ihtimâli.” BASILI YAYIN / DİJİTAL YAYIN “Basılı yayını, dijitale nazaran her şekilde özel ve değerli buluyorum. Ortada el emeğiyle hazırlanmış bir ürün var. Raftan alıyorsunuz, elinizde tutuyorsunuz ve sayfalarını çevirebiliyorsunuz. Bu gelenekten gelen bir okur, o yayını dijital mecralardan okumayı ne kadar tercih eder; ben kestiremiyorum. Karton Kitap’ın yayınladığı foto kitapları elime almayı tercih ederim. Bir yerden pdf’sini indirip bakmak başkası için keyifli olabilir ama ben o yayınları arşivlemek, rafımda görmek isterim.” “Kitap, onu mahreminize götürmeye izin veren bir obje. Yatağınıza, koltuğunuza oturursunuz ve onunla baş başa kalırsınız. Romantik bir şeyden bahsetmiyorum, okurla bire bir ilişki içinde olmak basılı eserin doğasında var çünkü içerik ve biçim ilişkisini basılı olması üzerinden kuruyorsunuz. Dijitale kesinlikle karşı değilim ama bu mecralarda yayın yapanların kendine ait bir dil geliştirmeye, görsel ifadeye ayrıca kafa yorması gerekiyor.” “Birbirinden tamamen farklı dinamiklere sahip, iki ayrı taşıyıcı mecradan bahsediyoruz. Dijitalle basılı olanı konunun gelişine göre karşılaştırmak, bence işe baştan yanlış bakmamıza yol açıyor. Her iki mecranın da kendine has avantajları ve dezavantajları var. Okur kitlesi, tasarım dili, içerik ve yayılım yöntemleri ve öncelikler, birbirinden tamamen farklı. Bir tasarımcı – yayıncı olarak söyleyeyim; kâğıda basılmak üzere tasarlanmış bir içeriğin olduğu gibi e-dergiye, e-kitaba dönüştürülmesine sonuna kadar karşıyım.
kâğıda basılmasını gayet yanlış buluyorum. Bu yaklaşımı şuradan kuruyorum: Basılmak üzere hazırlanmış bir içerik, dokusal anlamda kağıtla ilişki kurmak zorunda. Burada bir bütünsellik arıyorum, ararım. Dijital mecrada yayınlanmak üzere hazırlanmış bir içerik de olduğu gibi baskıya girdiğinde her kâğıtta aynı etkiyi bırakmıyor. İş, bilhassa grafik ve tipografik anlamda kayba uğruyor. Eğer içeriği her iki mecrada birden yayınlamak istiyorsanız, mutlaka iki versiyon çalışmalısınız.” “Klasik, matbu dergicilikten gelenlerin dijital mecraları tamamen yadsıdığına veya ne yapacağını bilemediğine tanık oluyorum. Bu ikilemde kalmışlık hâli, yayıncıyı tıkıyor. Meselâ Caz Kedisi illâ kitabevlerine dağıtım yapmak zorunda değil. Caz festivallerinde, konserlerde açacağı standlar vasıtasıyla okura doğrudan ulaşabilir. Üstelik okurla yüz yüze ilişki kurma olanağını bulur. Diğer yandan, direkt hedef kitlesiyle örtüşen Stereo Mecmuası ile iş birliğine giderek dijital versiyonu yeni okur kitlelerine ulaştırabilir. Derginin
PLA+FORUM
“Bağımsız yayıncılık, üzerine konuşulabilir bir kavram mı acaba; öncelikle bağımsız ne demek? Bunlara biraz bakalım mı? Dağıtım ağını yaygınlaştırmak, yayıncılıktan para kazanmak, mümkün olduğunca büyük bir okur kitlesine ulaşmak dediğimizde bazı soruları sormak gerekiyor. Meselâ, bağımsız yayıncı dediğimiz kişi, henüz güçlenmediği için mi kendi alanında küçük bir iktidar kurup otoritesini ilân ediyor; yoksa hiçbir zaman o kadar güçlenmeyi istemiyor mu? Bizler dertleri olan insanlarız. Derdimiz olmasa yayıncılığa harcadığımız parayla tatil yapardık. Niye edebiyatla, dergicilikle, yayıncılıkla uğraşıyoruz? Bağımsız yayıncılık çok romantik bir şey aslında… Bu insanlar sistemin dışında duracak bir şey yapmak istiyor ve hayata, insana, ilgi alanlarına dair bitmek bilmeyen dertleri var. Ana akım kulelerin merdivenlerini çıktın mı zaten evcilleşiyorsun. O büyük paralar senin bütün cesaretini alıp götürüyor. Bizim bütün cesaretimiz yoksulluğumuzdandır. Onun için bağımsız yayıncılık adını verdiğimiz bu hikâye, kurtulmak istediğimiz bir şey değildir. Tam tersine, oraya doğru gitmemiz gerekiyor. Bizler bundan otuz küsur sene önce, yine İzmir’in bir yerinde aynı şeyleri konuşuyorduk. Elli yıl sonra bilin ki İnciraltı’nda bir toplantıda aynı konular konuşuluyor olacak. Yerinde saydığından değil; bu çaba hiç bitmeyecek.”
E-dergi olarak yayınlanmak üzere tasarlanmış bir içeriğin de direkt
51 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
yazıp çiziyor. Basılı işim yerde, tezgâh altında kalsın istemiyorum. Çünkü emek var; çünkü yazdıklarımla bir şeyleri değiştirmek istiyorum.”
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
52
akıbetini kitabevinin raf düzeninden sorumlu elemanın inisiyatifine terk ettiğinizde, o kitabevine gelen caz dinleyicisi - şiir meraklısı okura anında ulaşma şansınız bence yok. Çünkü çıkardığınız yayın, onlarca bağımsız yayın arasında kaybolup gidecektir.” “BİRAZ DA OKURDAN BAHSEDELİM Mİ?”
larına rağmen, yürüttüğümüz faaliyetlerin mahallede, sokakta, sıradan insanlar arasında bir karşılığı olduğunu unutmayalım ve işlerimizi sabırla sürdürelim.” İZMİR’DEKİ BAĞIMSIZ YAYINLARI KAPSAYACAK BİR DAYANIŞMA AĞI KURMAK MÜMKÜN MÜ?
“Okur konusunu da tartışmaya açmamız gerekmiyor mu? Bu kadar “Tüm bağımsız girişimlerin ve ürünlerin üniversitelerin içine giryayın çıkartılıyor; fanzinler, akademik yayınlar, dergiler… Kim oku- mek adına daha aktif davranmasını istiyorum. Diğer yayınların yor bunları?”. Bu soru son derece kafa açıcıydı çünkü okur ko- yanı sıra şehirde müzik, sinema, edebiyat alanında faaliyet gösteren diğer aktörlerle beraber çok odaklı etkinlikler tasarlanabilir. nusu formata, dağıtıma kafa patlatırken geriye düşen bir konu. Farklı alanlardan gelip etkinlik alanında kesişecek kitleleri yan “Yaratıcı işlerle uğraşanlar, öncelikle okuru veya izleyiciyi değil; yana getirmek mantıklı bir çözüm olabilir. Buluşma zeminlerini kendisini tatmin etmek için masaya oturur. Hedef kitlesini tatmin artırmak gerekiyor.” etmek amacıyla masaya oturana sanatçı denemez bence. Eğer “Kooperatif, özellikle bu ülkede yaşayan herkes için çok korkutucu sanat değeri taşıyan nitelikli yayınlar ve eserler ortaya koyuyorsabir kelime. Çünkü sadece inşaat sektörüyle anılıyor. Oysa koopenız, bunlar bir şekilde kitlesiyle buluşur. Halkalar birbirine eklene eklene çoğalır ve yeni ürünlerin alıcısı ortaya çıkmaya başlar. ratif dediğimiz şey, aslında bileşenlerin iş birliği üzerine kurulu bir Toplumun kültürel yapısı, siyasi iklim, yaşam kalitemiz hep bu itki- sistem. Dağıtıma, maliyetlere, baskıya dair sorunlara çözüm aramanın bir yolu kooperatifleşmeden geçiyor olabilir.” ler doğrultusunda şekilleniyor. O yüzden okuru çoğaltmak ve okura kolayca ulaşmak, bence en temel meselelerimizden birisi olmalı.” “Fanzinci dediğin adam takipçi profili, okur profili demeye başladığı zaman olay kaçınılmaz olarak müşteri ve satıcı ilişkisine dönüşüyor. Mesele bu değil; mesele sizin sözünüzü raftan alacak okuyucuyu nasıl kazanabileceğiniz. İçeriğin ve tasarımın okurun anında ilgisini çekecek kalitede olması bu yüzden önemli. İster basılı olsun, ister pdf formatında yayınlansın; sonuçta iş gelip okura ulaşabilme meselesine dayanıyor. Malzemeden ve tasarımdan eminseniz, bunları kafaya takmadan devam ettiğiniz sürece okur kitleniz bir şekilde kendiliğinden oluşuyor.” “Bence biraz daha sokağa bakmak, inmek lâzım. Bütün sorun-
“GÜNCEL SANAT" FORUMU 16 Ekim 2016 BORGA KANTÜRK - ZEYNEP GÖNEN FOTOĞRAFLAR FATİH DOĞAN KALEM
Katılımcılar
> Dünden bugüne bakınca, İzmir’deki güncel sanat üretimi ve potansiyeli hakkında ne düşünüyorsunuz? Zamanla ortaya çıkan avantajlar ve dezavantajlar neler? > Sergileme olanaklarını artırmak ve sergileme biçimlerini geliştirmek adına neleri tartışmaya açmalıyız? > Yurt dışı fonlarının iptal edildiği, sermayenin kültürü desteklemekten geri durduğu bu dönemde, İzmir nasıl bir pozisyon almalı? İzmir’in İstanbul’da devinen kültür sektörünün yaşadı-
ğı krizden uzak kalmışlığını özgün modeller geliştirmek adına avantaj sayabilir miyiz? > Önümüzdeki dönemde, İzmir’de güncel sanat üretimini tetikleyebilecek, sanatçıları örgütlenmeye teşvik edebilecek ne tür ortaklık zeminleri oluşturabiliriz? Küçük çoklukları örgütleyerek büyük etkinlikler yaratabilir miyiz? (‘Artwalk’, ‘artweekend’, ‘açık stüdyo günleri’, vb.) Bu stratejiyi en etkili biçimde destekleyecek etkinlik türleri neler olabilir? > İzmir’de güncel sanatın hayata müdahil olabilmesini sağlayacak şekilde kolay okunur, fonksiyonel, düşük bütçeli ve biriktirilebilir yayınlar üretebilir miyiz? (güncel sanat bültenleri, kolektiflerle ortaklaşa üretilecek fanzinler, dijital yayınlar, podcast ve videolar, vb.)
53 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İKPG’nin 2016 yılında düzenlediği disipliner (Pla+)forumların sonuncusunu ‘güncel sanat’ başlığına ayırdık. Ortaya attığımız sorular, sorunları deşmekten ziyade üretimi tetikleyecek olasılıkları ve ilişkileri açmaya odaklanıyordu:
PLA+FORUM
Hayal İncedoğan (akademisyen - sanatçı), Özgür Demirci (sanatçı), Şafak Ersözlü & Bahar Nihal Ersözlü (Açık Studio & budalasultan Sanat Kolektifi), Elif Şeyda Doğan & Muhammed Aldemir (Sıvadık Fanzin), Efe Elmastaş (Fanzin Apartmanı), Varol Topaç (heykeltraş doğa sanatları), Ramazan Bayrakoğlu (akademisyen - sanatçı ), Sema Sakarya & Gülderen Depas & Sultan Gökdemir (3. Dalga Sanat İnisiyatifi), Oktay Değirmenci (ressam), Cenkhan Aksoy (sanatçı), Esra Okyay (Kendine Ait Bir Oda), Arzu Oto (akademisyen - sanatçı), Emre Yıldız & Çiçek Tezer (nomadmind), Özgül Kılınçarslan (akademisyen - sanatçı), Hakan Kırdar (sanatçı), Ezgi Yakın (akademisyen - sanatçı), Nejat Satı (sanatçı), Gizem Akkoyunoğlu (sanatçı), Aziz İmamoğlu (sinemacı), Ebru Atilla Sağay (tiyatrocu), Cenker Ekemen (sinemacı), Sanem Gürbulut, Funda Karataş.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
54
PLA+FORUM
Bu forumu tasarlarken temel derdimiz, eylem üzerine düşündürmekti. Olası eylemlilik biçimlerini şekillendirebilmenin ön koşulu da duruma ilişkin en net fotoğrafı çekmekten geçiyor. O yüzden, katılımcılardan İzmir’deki güncel sanatın durumuna ve potansiyeline ilişkin gözlemlerini, tespitlerini bizlerle paylaşmasını talep ettik. Kurumsallaşamama Sorunu
Katılımcılar İzmir’e has bazı karamsarlıkların ve sorunların da altını çiziyor. Bu anlamda, sürdürülebilirlik meselesinin hemen her forumda olduğu gibi tekrar karşımıza çıktığını görüyoruz: “Bir dizi faaliyet var, bir şeyler yapılıyor ve sonrasında bir anda kesiliyor o faaliyetler. Sürekli olmadığı için yarattığı anlık ivme kışkırtmıyor, yeni bir şey ortaya çıkaramıyor. Bu koca şehirde birkaç galeri var ve o galerilerin programlarında dâhi bir süreklilik yok. Sergilerin sürekliliği yok, kurumların sürekliliği yok… İşlerin, yapıların kesintisiz olarak devam etmesini sağlayacak bir etkileşim zemini yaratılamamış, tarih boyunca. Bu durum izleyiciden mi, İzmir’in kültürel yapısından mı kaynaklanıyor derseniz, onu analiz etmek de zor.”
“Sanatın kurumsallaşması ve yönetimiyle daha yakından ilgilenmeye başlayan Türkiye’deki sermayenin güncel sanata duyduğu ilgi, 2005 gibi artmaya başladı. Bu hareketlenme, tabii ki İstanbul’u kendine merkez edindi. İstanbul; sermaye, yönetim ve ilişki ağları açısından bu alanda ağırlık merkeziyken bugün büyük krizlerle karşı karşıya kaldı. İzmir ölçeğine baktığımızda bireysel ve kurumsal ilişkilerin epeyi zayıf olduğu görünüyor. Bunun ötesinde, sanatçıların kolektifleşme, inisiyatif alma konusunda cesaretsiz “Sanatsal aktivitelerde, sanatçı gruplarında sürekliliği ve devamlılıolduğunu söyleyebiliriz. Sanatın kurumsallaşması adına problemli ğı sağlamak, bu ataleti kırmak adına yapılabilecek en gerekli hambir şehir İzmir. Buradaki üretimler her ne kadar aralıklı olarak gö- le. Ayrıca bu hamle, izleyici devamlılığını sağlayabilmenin ön korünürlük kazandıysa da şehir, uzun yıllar boyunca merkeze sanatçı şulu. Kurumsal bir takip mekanizması yaratılabilir, bu mekanizma yetiştiren bir pozisyonu benimsemeyi yeğledi. Böylece, bir potan- sayesinde kayda geçirilecek etkinlikler, hem izleyiciyi etkinlikleri siyeli olduğuna fakat o potansiyele bir türlü görünürlük kazandı- takip etmeye teşvik eder hem de üretime cesaret verir.” ramadığına ilişkin bizzat yarattığı algıyı hem içeride hem dışarıda Katılımcılara göre, İzmirli sanatçıları üretmeye heveslendirepekiştirdi. Bu yerleşik algı, kentin sanatsal potansiyelinin açığa cek ve İzmirli izleyiciyi motive edecek bir diğer etken, güçlü çıkmasını engelleyen en önemli etmen.” etkinliklerin şehri sıklıkla ziyaret etmesini sağlamak: “Bu şehir“2003’te faaliyete geçen K2 Güncel Sanat Merkezi, İzmir’deki gün- de yaşayan sanatçının da izleyicinin de bir heyecana ihtiyacı var. Ortada o heyecanı yaratacak bir şey görünmediğinde, yeni dinacel sanat üretimine görünürlük kazandırmak adına oldukça güçlü miklerin kendiliğinden ortaya çıkmasını beklemek çok yersiz. Üstebir yapıydı. İyi deneyimler üretti; ayrıca sanatçıların inisiyatif ve pozisyon almasını sağladı. Bu birliktelik, şehrin güncel sanat ala- lik bu heyecan, izleyicide alışkanlık yaratmalı. İzmir’de bir festival düzenlendiğinde ya da bağımsız bir mekân açıldığında katkıda nındaki görünürlüğüne katkı sağladı. Ne var ki devamında yeni oluşumlar veya güçlü çatılar çıkaramadı. Son yıllarda bir hareket- bulunmak isteyen, beraber çalışma olanağı talep eden çok sayıda lenmenin başladığını görüyoruz ama bu hareketlenmeleri sürdü- sanatçı var. Güçlü organizasyonları farklı izleyici kitleleriyle ve destekçilerle buluşturmaksa işin en zorlu tarafı olarak görünüyor.” rülebilir kılmak oldukça zorlaştı. İyi çıkış yapan fakat kısa zaman sonra kapanan sanatçı mekânları, finansal sıkıntılarla boğuşan “İzleyicide bir alışkanlık yaratabiliyor muyuz? Yaratamıyoruz. O oluşumlar ve inisiyatiflerle bir yerlere ilerlemeye çalışıyor şehir. Bu yüzden bir gelip bir giden seyirci zamanla azaldı. Ortada heyecandurum da İzmir’deki güncel sanatçıların arasındaki iletişimi, etkilandıracak bir şey olmadığında izleyici devam etmiyor, üretici de leşimi kesintiye uğratıyor.” sabretmekten vazgeçiyor.” “İzmir’de güncel sanat ortamının heyecanı öldü diye düşünmek yanlış olur ancak kapanan mekânların ve sürdürülemeyen organizasyonların şehirdeki motivasyonu dibe çektiği yadsınamaz bir gerçek. Bu karamsar durum, ayrıca sanatçılar arasında belirgin bir iletişim kaybına yol açıyor. Bünyelerin birbirine verebileceği desteğe ilişkin problemleri yaşarken diğer alanlarla yeterince temas edemiyor olmak, bir başka sorun.” Umutsuzluk, Sürdürülebilirlik: Üretim ve İzleyici Herkes aynı fikirde ortaklaşıyor: Sadece İzmir’e has bir durum değil; bugünlerde Türkiye sanat dünyasında içinde bulunduğumuz atmosfere ilişkin kesif bir karamsarlık ve umutsuzluk hâli mevcut. “Türkiye’de kültür sanat dünyası bu derece karamsarken, İzmirli
Bağımsız sanat mekânı kalıcı olmayabilir; açılıp kapanabilir veya etkinliklerini bir başka mekâna taşıyabilir. Bu gibi yapıların şehirdeki varlığı söylence olarak kalmazsa, kayda geçirilirse yarınlar için geriye dönüp bakılabilecek bir bellek, deneyim havuzu oluşur. Bu bellek ve deneyim havuzu da yeni oluşumların ortaya çıkmasının önünü açar; sürdürülebilirlik konusunda kendilerinden önce var olmuş mekânların sorunları nasıl aşmış olduğuna dair başvuru kaynağı görevi görür. Tekrar tekrar geriye dönüp bakabilmek için bu opsiyonların tartışmaya açılması ve kayda geçirilmesi önemli görünüyor: “Kendine Ait Bir Oda veya Input Output, bir süre var olup işlevini tamamlayan mekânlara verilecek iki örnek. Ne var ki başlangıçlarından sönümlenişlerine dek başardıkları işler ve varoluş süreleri yeterli gibi geliyor bana.
PLA+FORUM
İZMİR’DE GÜNCEL SANATIN DURUMU
sanatçıların geleceğe ümitle bakması zor. Dünyaya ve yakın tarihe baktığımızda, psikolojik baskının ezici hâle geldiği bu gibi dönemlerde motive edici modellere rastlıyoruz ama biz o modellere uyabilir miyiz, asıl soru bu. Baskı, kafayı çalıştırır ve sanatçıyı üretim yapmaya doğru kışkırtır. Mesele bu kışkırmadan planlı bir organizasyon çıkarabilmek fakat onun gerçekleşmesi de bir sürü değişkene bağlı. Sanatçıların bireysel motivasyonu tek başına bir şey ifade etmiyor.”
55 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
> Kapsamlı bir organizasyonun (örneğin “İzmir Bienali”) eksikliğini hissediyor muyuz? Böyle bir organizasyon nasıl bir örgütlenme modeliyle hayata geçirilmeli? (vakıflar, dernekler, sanatçı kolektifleri, yerel yönetim, vb.)
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
56
Meselâ bir etkinliği defalarca veya bir kereliğine düzenleyebilirsiniz; bu organizasyonlar mutlaka bir şeye dokunacaktır. Mekânlar ve girişimler başka bir şeye dönüşebilir, başka bir bünyeye bürünebilir ve devamlılığını böylece sağlıyor olabilir.”
rahatça ulaşabiliyorsunuz. Sakinlik, üretmeniz için ortam sağlıyor. Bunları kullanabiliyorsanız, İzmir bu ülkede sanat üretmek için en elverişli şehir.”
Katılımcıların büyük çoğunluğu, İzmir’i güncel sanat için uygun bir üretim alanı olarak tarif ediyor: “Ekonomik olarak sanatçıların çok rahat hareket edebileceği bir şehir. Her türlü kaynağa
Yıkılan Alsancak Stadyumu’nu çevreleyen Umurbey Mahallesi’nde yer alan Darağaç semti, uzun yıllar Levanten nüfusu barındırmış, 90’larda Güzel Sanatlar Fakültesi’ne ev sahipliği yapmış,
“Şehre gelen giden, burada üretip dışarıya çıkan birçok sanatçı var Nomadmind ise konuya izleyicinin sürdürülebilirliği çerçeve- aslında. Burada yaşayıp, burada üretip, burada sergileyebilirsin sinden bakıyor: “İzmir; nüfusa oranla detay kabul edilecek sayı- ama burada üretip başka şehirlere, ülkelere de gidebilirsin. Buna da sanat izleyicisine ev sahipliği yapıyor. İnsanlar Karşıyaka’dan, engel yok, yeter ki meseleye böyle bak.” Buca’dan, Göztepe’den kalkıp Alsancak’taki, Bornova’daki, Ko- ALTERNATİF YARATMA YOLUNDA ÖRNEK PRATİKLER nak’taki sanat etkinliklerini görmeye gidiyor. Bu trafiğe rağmen izleyici, takipçi sıkıntısından bahsediyoruz. Bu sıkıntıyı nasıl gide- Bu forumu düzenlerken İzmir’deki güncel sanat üreticileri arasındaki yatay ilişkileri güçlendirmeyi, üretime yeni alan açacak rebiliriz sorusunun cevabını sadece merkeze yakın veya merkezden ve umutsuzluğu kıracak olumlu fikirleri ortaya çıkarmayı amaçbeslenen mekânlar üzerinden arıyoruz. Bunun yerine merkezin ladık. Hem üretimin görünürlüğünü artırmak hem de sürdürüdışına bakalım mı? İzmir’in çevre bölgelerinde yaşayan halklarla münasebete geçebilecek sanat mekânlarıyla daha çok uğraşmalı- lebilirliğe dair tıkanıklıkları gidermek adına, beraberce neler yız. Herkesin merkeze gelmesini, merkezde üretmesini veya tüket- yapabiliriz sorusuna da cevap aradık. Zira bunları konuşmakla kalmayıp harekete geçmenin vakti geldi de geçiyor diye düşümesini bekliyoruz ama buna alternatif yaratmaktan bahsetmiyonüyoruz. ruz. Yerelde, lokâlde kendiliğinden ortaya çıkmış mekânlara burun kıvırmayalım, onlara daha çok destek atalım.” “Güncel sanatın potansiyel destekçilerini buluşturacak bir platform kurulabilir. Bu platform, sergileme olanaklarını iyileştirebilir ve “İzmirli sanatçıların motivasyonu, sadece kendi çevreleriyle ilişkide geliştirebilirse sanatçıları üretmeye teşvik eder. Bu şehirde birden oldukları için çok çabuk düşüyor. Oysa daha önce dokunmadığınız fazla güzel sanat ve tasarım fakültesi varken, genç ve yaratıcı pobireylerin ve kitlelerin hayatına dokunmak, itici bir güç yaratır. Bu tansiyel yerli yerinde duruyorken, sanatçılar gelip giderken eldeki hissiyatı es geçmemek gerekli. Bu itici gücü artırmak adına muhamekânları daha işlevsel bir biçimde kullanmamız lâzım. Sözünü tap aldığımız kitleyi sanat çevresiyle ve izleyicisiyle sınırlamaktan ettiğim güncel sanat platformu, yepyeni bir ağ oluşturarak bu gökaçınmamız lâzım. Çevremizi genişletmek, herkese açık olmak, revi yerine getirebilir. Bu fikrin nasıl hayata geçirilebileceğine dair kapsayıcı bir dil geliştirmek ve mekânlarımızı buna göre yeniden en başarılı örnek, yıkılan Alsancak Stadı’nın çevresinde sanatçı yaratabilmek, düzenlemek şart görünüyor.” atölyelerinin ve mahallelilerin ortaklaşa gerçekleştirdiği bağımsız İZMİR, SANAT ÜRETMEK İÇİN ELVERİŞLİ BİR ŞEHİR Mİ? sergi: ‘Darağaç’.”
Durum şunu gösteriyor ki doğru etkinlikler düzenlenirse dayanışma potansiyeli ortaya çıkacak. O yüzden, üretici ve izleyici arasında dayanışma atmosferi yaratacak, motivasyonu güçlendirecek etkinlik biçimlerini incelemek gerekiyor. Alışıldık olmayan yolları tercih eden bir iletişim modeli geliştirmek de durumun iyileşmesine katkı sağlayacak. YEREL SERMAYEDEN DESTEK ALMANIN ARTISI VE EKSİSİ Gündemden inmeyen sürdürülebilirlik meselesi, eninde sonunda sermaye - sanat arasındaki ilişkiye ve sanata yapılan yatırımın düzeyine gelip dayanıyor: ““Bu şehirde köklü sermaye grupları var ancak sanata destek vermek anlamında çok aktif olduklarını söyleyemeyiz. İzmirKültür Pla+formu Girişimi, kültürel üretimlere ve örgütlenmeye alan açma, görünürlük kazandırma anlamında bir arayışın göstergesi. İki yıl önce ortaya çıkan bu yapı bu alanda ilerleme kaydetmek adına itici bir güç olabilir mi?”
“Bu etkinlik kapsamında yer alan her iş orada üretildi. Bir sanatçı sokakta çocukların portresini çizdi; beraberce boyama atölyesi yürüttüler. Böylece çocukların ebeveynleriyle kısa süreli de olsa diya- “Yerel sermayenin kültürel üretime ne boyutta destek verebileceğine ilişkin İzmir özelinde bir araştırma yapmak lâzım. Portİzmir üç log içine girdiler. Darağaç, bu açıdan sanatsal üretimi alışılageldik yılda bir düzenleniyor, şimdi dördüncüsüne hazırlanıyorlar ama merkezin dışına çıkartmakla kalmayıp bir serginin mahalleli için sonuçta dayanışmayla, kişisel çabalarla, sanatçıların özverisiyle ulaşılamaz, anlaşılamaz olabileceği yargısını yıktı.” ilerliyor. İzmir adına, Seferihisar Belediyesi’nin ortaya koyduğu mo“Sanat mekânı olarak işaretlenmemiş mekânları ve alanları sanatla deller, sürdürülebilirliğin nasıl sağlanabileceğine dair iyi örnekler.” işaretlemeyi bir alışkanlık hâline getirmeliyiz. İzmir güncel sanat ortamına hükmetmeye başlamış umutsuzluğu ve durağanlığı an- “Eğer arkanızda güçlü bir sponsor desteği yoksa ve inisiyatif olarak cak böyle kırabiliriz. Sanatta Görünürlük Festivali, İzmir de bunu ilerlemeye karar vermişseniz, işin yasal kısmına bakmak, kurumbaşardı: Sergilerle, performanslarla küçük bir ağ kurup otonom sallaşma modellerini incelemek fayda sağlayabilir. Bu aşamada alanlar yarattı. İnterdisipliner bir yaklaşımla düzenlenen bu festi- o inisiyatife satış yönetiminden, kültür endüstrisinden, hukuktan val, İzmir sathına yaydığı yirmi iki etkinliği farklı mekânlara taşı- anlayan sanatsever bireyleri de dâhil etmeniz gerekiyor.”
PLA+FORUM
Bir grup sanatçı, üç yıl önce bir araya gelip bu bölgede bir atölye tutmuş. Hâlihazırda orada yaşıyorlar; kiralar düşük, üstelik şehir merkezine yürüyerek on dakikada ulaşabiliyorsunuz. Sanatçı atölyeleriyle mahalle sakinleri arasındaki iletişim zamanla gelişmiş ve ortaya bir paylaşım zemini çıkmış. Bu zemin Darağaç sergisine alan açmış. Dokuz sanatçı düzenledikleri sergi kapsamında atölyelerini, evlerini, tamirhaneleri, esnaf dükkânlarını ve sokağı kullanarak bir uzlaşı - ortak deneyim alanı yarattı. Böylece, üretimleriyle mahalleliye temas etti; beraber yaşama kültürüne katkı sağlarken öğrenme sürecini tetikledi. Darağaç sergisinin güncel dayanışma modellerinin ötesine geçmeyi başardığına şüphe yok. İzmir’deki güncel sanatın sivilleşmesi ve yaygınlaşması adına bu tür deneyimlere, karşılıklı özveriye ihtiyaç var.
yarak merkezileşmeye karşı bir alternatif ortaya koydu. Tamamen gönüllülük esası üzerinden sıfıra yakın bir bütçeyle gerçekleştirildikten sonra daha ilk senesinde içinden Açık Stüdyo’yu çıkardı. Ne oldu? Potansiyel talep, mekânı yarattı.”
57 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
çok katmanlı bir yerleşim alanı. 70’lerde ve 80’lerde bu katmanlar gayet belirginken semt zamanla banliyöleşmiş ve bellek katmanlarını yitirmiş. Darağaç, İzmir’in eski sanayi bölgelerinden biri; halen uzun yıllardır varlığını sürdüren pek çok kaporta atölyesine, demirciye, oto elektrikçisine ve büfe esnafına ev sahipliği yapıyor.
PLA+FORUM İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
58
“Yerel sermayenin ve belediyenin desteğiyle bir güncel sanat müzesi kurulması sıkça gündeme gelir durur. Oysa bu yapı bağımsız, çok ortaklı bir müze olarak teşkilatlanabilir. Asıl ihtiyaç böyle bir müzenin şehre kazandırılmasıysa talebe görünürlük kazandıracak faaliyetler, organizasyonlar düzenlenebilir.” “Kanada’da yapılan 2015 tarihli bir araştırma, kültür sanat etkinliklerinin ülkeye spor etkinliklerinden dört kat fazla gelir getirdiğine işaret ediyor. Kültür sanat etkinliklerinin ulusal ekonomiye sağladığı katkı ne kadar görünür, bu katkı Türkiye’de ne kadar sağlıklı hesaplanıyor, onu bilemiyorum. İKSV’nin bu konuya dair gayet detaylı bir raporu var. Raporda kamudan alınan iki milyon dolar desteğe karşılık harcanan üç milyon dolarlık bir tutar var. Yani toplamda altı milyon dolarlık bir potansiyelden söz ediliyor.” YENİ ÖRGÜTLENME BİÇİMLERİ DENEMEK Sermayeye duyulan ihtiyaç, melek yatırımcılık ve mesenlik, güncel sanatın değişmez tartışma konuları olmakla beraber, bizi sanatsal üretimlerin gereksinim duyduğu finans kaynaklarını ararken sürdürülebilirliği öne koyan alternatif modellere bakmaya çağırıyor. Zira İstanbul’da sermayenin sanat alanından hızla çekilmeye başladığı, İzmir’de rant odaklı sanat yatırımlarının gittikçe arttığı bu dönemde, küçük bütçeli alternatif oluşumlar kurarak ilerlemenin önemi iyice belirgin hâle geliyor. İzmir’de güncel sanat üretimini desteklemek adına ne tür dayanışma biçimleri mümkün kılınabilir? Sanatçılar birleşip her ay küçük bir aidat ödeyerek bağımsız, kâr amacı gütmeyen atölyeler kiralayabilir mi? Ortaklaşa kullanabilecekleri bir sergileme - gösterim mekânı yaratabilirler mi? Alsancak’taki 3.dalga, Basmane’deki Kendine Ait Bir Oda ve Kemeraltı’ndaki Maquis Projects, bu modelleri işleterek varlığını sürdüren mekânlar. Bu tür mekânlar, hem İzmir’den hem şehir dışından hem de yurt dışından sanatçılara, tasarımcılara ve öğrencilere sergileme, üretme, tartışma alanı açıyor. Dayanışarak yürüdükleri açık ve belirgin bir görünürlükleri, düzenli
programları var. Üstelik iletişim kurma ve diyaloğu geliştirme konusunda ellerinde bir güç barındırıyorlar. Sanatçı inisiyatifleri ve kolektif mekânlar kâr amacı gütmüyor olabilir, ancak çoğunlukla cepten yiyerek ayakta kalmaya çalışıyor. Mekânı döndürecek destek mekanizmalarını yaratacak tecrübe, etkinlikler için ekstra kaynak bulacak dirayet ve fon araştırma alışkanlığı İzmir’de yok. O yüzden yapılar ve bireyler, masrafların tamamını öz kaynaklarıyla finanse etmeye kalkışıp bir yerde çöküyor. Avrupa’daki modellere baktığımızda kooperatif türü işleyen, galeri gibi davranıp sergideki işi satan ve alanın bir kısmını tasarım ürünlerine, yemeğe ve içmeye açarak kendi kendini finanse eden yapılar var. Şu alternatifi de tartışmaya açtık: İnisiyatifler ve kolektifler sergilerini, söyleşilerini, konserlerini, performanslarını gerçekleştirmek için geçici mekânsal ortaklıklara gidebilir. Bu şaşırtıcı ve karşılaşmaları sürprizli hâle getirebilecek bir alternatif. Mekân kapanınca veya o bölgeyi terk edince süreç tamamlandı gibi düşünmeyelim. Belki de vur kaç türü stratejiler geliştirmek lâzım. Bu tür stratejilerle ortaya çıkacak kalıcı veya geçici mekânlar, resmi kültür merkezleri ve çok amaçlı sergi salonlarının izlediği statik stratejiye alternatif sunacaktır. Böylece üretici daha kapsamlı sergiler yapmak adına büyük galerilerin peşinden koşmayı bırakır, kendisine tahsis edilmesini umduğu bina, kültür merkezi salonu veya müze beklentisinden uzaklaşarak üretimini çeşitlendirebilir, güçlendirebilir. Bu noktada etkinlik tasarımının ne kadar hayati olduğu ortaya çıkıyor: Öncelikle, bir mekânda düzenlenecek etkinlikleri birbiriyle etkileşim kuracak şekilde tasarlamak gerekiyor. Tekil ve kapalı bir yapı benimsemektense birbiriyle geçişebilen, paylaşımı öne koyan, sürdürülebilir türden etkinlikler tasarlamalıyız. Bu tasarımı yaparken eğitimi, farklı disiplinleri, farklı yaş gruplarını, farklı izleyici modellerini işin içine dâhil ederek ilerlemeliyiz. Güncel sanat, ancak bu şekilde hep yoksunluğunu çektiği izleyiciyle buluşabilir.
Diğer yandan, bir sergi ya da etkinlik yapmanın pedagojik yanı var. Mekânlar, etkinlik öncesine koyacağı sözlü atölyelerle biriktirdiği deneyimi genç sanatçı adaylarına, izleyiciye aktarabilir. Bu sebeple kimi inisiyatiflerin sözünü ettiğimiz türden deneyimlere fırsat verecek hayat okullarına dönüşmesi çok önemli.
“Güncel sanat üreticilerinin birleşip kooperatifleşmesi önerisini ciddiye alalım derim. Bu mantıkla beraber davranmayı becerebilecek kırk, elli ortak bir araya gelse, her ortak aylık bir aidat ödese şehirdeki sanatsal organizasyonlara fiziki ve zihinsel katkı yapacak bir oluşum ortaya çıkabilir.” “Kooperatif fikrini güncel sanat alanında uygulamaya geçirmenin şöyle dezavantajları olabilir: Geniş çaplı bir kooperatif, hızla hantallaşabilir ve süreci iyice yavaşlatabilir. Onun yerine küçük kolektifleri deneyimleyerek yola çıkmak daha verimli olabilir. Kolektiflerin birleşerek kooperatifleşmesi daha akılcı görünüyor.” “İnternet tabanlı bir organizasyon kurmak ve bir süre buradan ilerledikten sonra kooperatifleşmek başka bir seçenek olabilir. Ufak bir bütçeyle ve biraz yaratıcılıkla hayata geçirilebilecek bu dijital operasyon, ortak zeminde davranabilecek güncel sanat üreticilerini, kolektifleri, inisiyatifleri ve mekânları beraberce işaretleyen bir çatı görevi görebilir. Bu çatı, muhtemelen orta vadede içinden ortaklaşa kullanılabilecek bir mekân, ortak üretilecek yayınlar ve etkinlikler çıkaracaktır.” Katılımcıların dile getirdiği önerilerin yanı sıra İKPG olarak biz de bu forumdan bazı çıktılar elde ettik: ‘Artwalk’ tabir edilen, izleyiciyi şehrin belirli bir kısmında, belirlenmiş bir rota üzerinde etkinlik gezmeye davet eden sanatsal organizasyonlara öncelik tanımak gerekiyor. Bu tür organizasyonlar izleyicinin mahalleyi, sokağı, meydanı ve kamusal alanı mütevazı ama gerçekçi bir ölçekte deneyimlemesine imkân sunuyor. Ayrıca,
rota üzerinde konumlanmış esnafa ekonomik girdi sağlıyor ve atıl durumdaki tarihsel binaları geçici de olsa güncel sanat uygulamalarına açıyor. Çanakkale Bienali örneğinde olduğu gibi bu binalar, deneyim paylaşımına ev sahipliği yapan, izleyiciyi kentsel belleğe tekrar bakmaya teşvik eden buluşma noktaları olarak yeniden işaretleniyor. İKPG’nin yakın zamanda yayınlayacağı, İzmir’de etkinlik üreten ve sergileyen neredeyse tüm mekânları işaretleyip listeleyen Pla+form - Haritalama Özel Sayısı, ortaklaştırmaları artıracak bir başvuru mecrası olarak öne çıkacak.
59 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
“Hem İzmir’i güncel sanat etkinlikleri için daha verimli kullanmak hem de küçük organizasyonları yalnız bırakmamak adına, bağımsız mekânları ve oluşumları buluşturacak zincir etkinlikler düzenlemeyi mutlaka denemeliyiz. Olaya kâr getirecek çerçeveden bakmadan, inisiyatifleri ve sanatçıları bir araya getirecek, iletişim ağını güçlendirecek bir fuar organize etmek iyi fikir olabilir. Stockholm’de bahsettiğime benzer bir organizasyon düzenleniyor; bu tür fuarların her yerde çok ciddi bir izleyici kitlesi var.”
PLA+FORUM
“Atölye çalışmalarını kesinlikle es geçmemek gerekiyor. Sadece sonuca ve sergileme pratiklerine odaklanmak, sürecin içerdiği deneyim ve keyif kısmını devre dışı bırakabiliyor. İzleyicinin de üretici rolüyle sürece dâhil edilmesi lâzım. Yeri geldiğinde, sanatçıyla izleyici süreci birlikte geçirmeli ve deneyimlemeli. Bu ilişki biçimi, yeni izleyici kazanmak ve karşılıklı empati üretmek adına çok fazla imkân sunuyor. İzleyici ‘ben bu ortamın havasını soluyorum’, ‘bu belleğin üretim sürecinin bir parçasıyım’ diye hissetmeye başladığında iş değişiyor. İzmir’de önceden sıkça denenmiş bir yaklaşımdan bahsetmiyoruz; oysa müzelerde, galerilerde ve inisiyatiflerin yürüttüğü mekânlarda gayet rahat uygulanabilecek bir yaklaşım bu. ‘Ben de üretiyorum, sadece işi izlemiyorum’ duygusunu uyandırdığınızda izleyici önceden size mesafeyle bakarken empati kurmaya başlıyor. Bu da aidiyeti ve dayanışmayı güçlendirirken üretenle tüketen ayrımını eritiyor.”
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
60
PLA+FORUM
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
Ahmet Uhri
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
62
ahmet.uhri@deu.edu.tr Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü’nde öğretim üyesiyim. Siirt, Botan’da Ilısu Barajı kapsamında kurtarma kazılarına katılıyorum. Ege Üniversitesi ile ortaklaşarak Karaburun’un kültür envanterini çıkarıyoruz. Sivas Divriği’de bir etnoarkeoloji projesi hazırlıyorum. Gıda Mühendisliği bölümünü bitirmiş olmamın da katkısıyla daha çok yeme içme arkeolojisi üzerine çalışıyor, bu alanda yayınlar hazırlıyorum. “Deneysel Bir Arkeoloji Çalışması Olarak Hitit Mutfağı” adlı kitabım, 2009 yılında “Dünyanın En İyi Yeme İçme Tarihi Kitabı” seçildi. “Ateşin Kültür Tarihi” ismiyle kitaplaştırılan yüksek lisans tezimse pişirme teknikleri ve usulleri üzerineydi. “Anadolu’da Ölümün Tarih Öncesi” adıyla hazırladığım doktora tezimde ölü gömme gelenekleri ve ölüm üzerine çalıştım. “Boğaz Derdi” isimli diğer kitabımsa yakında ikinci baskısını yapacak. “Anadolu Mutfak Kültürü’nün Kökenleri” ismiyle hazırladığım kitapta Anadolu mutfağının evrimini inceliyorum.
Bir diğer ilgi alanım gezginlik. Çeşitli gezi rehberleri yayınladım; Metro Gastro dergisinin sürekli yazarıyım. Şu sıralar dağ köylerindeki yaşamı, köylüleri inceliyorum. En genci altmış, yetmiş yaşında olan bir köy buldum; onlardan farklı konularda pek çok bilgi, deneyim derliyorum. Güzel Sanatlar Fakültesi’nde ders verirken kavramsal sanat sayılabilecek işler ve enstalasyonlar ürettim. K2 Güncel Sanat Merkezi’nin kurucularından biriyim; orada da bazı sergiler yaptım. Şu sıralar Karaburun’da dolaşırken rastladığım sağa sola atılmış koltuklardan yola çıkarak iktidarı koltuk üzerinden sorgulayabileceğimizi düşündüğüm bir fotoğraf serisi hazırlıyorum. Bu seri kapsamında orada burada rastladığım atık koltuklarda fotoğraf çektirmeye devam ediyorum.
ALTERNATİF MEDYA DERNEĞİ Diyar Saraçoğlu
alternatifmedya.org.tr ! AlternatifMedyaDernegi
Türkiye’de; iletişim özgürlüğü ve sansür gibi konuların gündemden bir gün bile olsun düşmediği bir ülkede, üstelik böyle bir dönemde, iletişim ve haber alma özgürlüğünün, kamusal bilgi paylaşımının her bireyin temel haklarından biri olduğunu düşünüyoruz. Bunu savunurken bir yandan iktidar mekanizmalarından bağımsız alanlar kurmaya çalışıyoruz, diğer yandan bu alanların ticarileşmesine karşı güçlü bir duruş sergiliyoruz. Enformasyon özgürlüğü, internet özgürlüğü ve ifade özgürlüğü gibi alanlarda mücadele veren platformlarımızla, bültenlerimizle ve düzenlediğimiz atölyelerle bu duruşa katkı sunmaya çalışıyoruz. Emeğin ve direnişin sesi Sendika.org, 2016 itibariyle on beşinci yaşına vardı. Birçoğunuzun haberi vardır; sitenin adı artık sendika10.org. Türkiye’de yürütülen sansür dalgasını en yakıcı biçimde yaşayan birkaç internet sitesinden biridir Sendika.org. Başlarda sadece emeğin sesi olmayı hedefe koymuşken zamanla ekoloji mücadelesinden kadın mücadelesine uzanan bir seyirde, Türkiye’deki bütün mücadele alanlarına temas edebilen bir platform hâline geldi. Çapul TV; Gezi zamanında eylem alanlarından canlı yayın yapmak üzere kurulmuştu. Ankara ve İstanbul’da çok faal çalışırken İzmir
Bu yıl, Uluslararası İşçi Filmleri Festivali’nin on birincisini düzenledik. Sadece direniş alanlarını konu alan filmler göstermekle yetinmeyip, Türkiye sinemasının tarihi değeri olan filmlerini izleyiciyle paylaşan festivalimizi 1 - 8 Mayıs tarihleri arasında üç metropolde dolaştırdık; ardından Anadolu’daki çeşitli şehirlerde gösterimler düzenledik. Festival kapsamında atölyeler de düzenliyoruz. Ağırlıklı olarak büyük şehirlerde faaliyet gösteriyor olsak da İşçi Filmleri Festivali vasıtasıyla Türkiye’deki birçok şehre ulaşabiliyoruz. Diğer yandan, cinsiyetçi, gerici, ırkçı saldırılara karşı medya alanında sağlam bir hat örebilmek adına muhtelif çalışmalar yürütüyoruz. Bir yandan da aslında en merkezde durması gereken konulardan birini sürekli gündemde tutarak, medya emekçilerinin örgütlenmesi için ne tür yöntemler izlenebileceğine yönelik kafa yoruyoruz.
BİLEŞENLER
ayağı biraz zayıf kalmıştı. Çapul TV, şimdilerde televizyon programları üreterek internet üzerinden faaliyet gösteriyor.
63 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Alternatif Medya Derneği’nin ismini duymamış olabilirsiniz ama muhtemelen Sendika.org, İşçi Filmleri Festivali ve Çapul TV gibi çalışmalarımızdan haberiniz vardır. 2014 yılında kurulan Alternatif Medya Derneği, bu çalışmaların kesişiminde duran, özgür haberleşme ve iletişim hakkına odaklanmış bir dernek. Ankara merkezli bir yapıyız; ayrıca İstanbul ve İzmir’de faaliyet yürütüyoruz.
Aykut Çerezcioğlu
aykut.cerezcioglu@deu.edu.tr
BİLEŞENLER
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bilimleri Bölümü’nde öğretim üyesiyim. Doktora tezim “Küreselleşme Bağlamında Extreme Metal Scene” üzerineydi. Türkiye’de özellikle yerden yere vurulan, sürekli olarak cahilane bir biçimde satanizmle, cinayetlerle, kedi kesmeyle bağdaştırılan “Ekstreme Metal” meselesini inceledim. 1998’den beri bas gitar çalıyorum; şimdilerde Akuspakus adlı grupla sahne alıyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
64
Bizler, “müzikoloji” ve “etnomüzikoloji” adı verilen iki farklı disiplinin birleşiminden oluşan “müzik bilimleri” alanında bilimsel çalışmalar yürütürüz. Müziğe ve müziği üretenlere küçük kültürel kolektifler gözüyle bakarız. Etnomüzikoloji disiplininin nesnel yaklaşımı içerisinde “iyi müzik”, “kötü müzik”, “kaliteli müzik”, “kalitesiz müzik” gibi kavramlar yoktur. O yüzden Müslüm Gürses ve Beethoven arasında hiçbir fark göremeyiz. Her ikisine de kendi bağlamları içerisinde incelenmesi gereken müzikal figürler olarak bakarız. Tüm bireysel sermayemizi antropolojiden alarak kendisini müzikle ifade eden, çeşitli giyim kuşam kodlarını ve jargonlarını benimsemiş, normların dışında kalmayı tercih ederek alternatif bir hayat sürmeyi seçmiş, yeraltı paylaşım sistemlerini kullanarak kendi kolektivitelerini, toplumlarını oluşturmuş bireyler ve
gruplarla ilgileniriz. Böyle olunca, müzik gruplarını ve kolektifleri ilkel ya da bilinmeyen kültürlere gidip alan çalışması yapan, inceleme yürüten antropologlara benzer bir şekilde, kendi alanları içerisinde inceleriz. Bu incelemeleri yürütürken, doğal olarak sosyal bilimlerin teorik zemininden faydalanırız. Hangi davranışı hangi kavramla açmamız gerektiğine ilişkin sürekli literatüre başvururuz. Örneğin İKPG bileşeni Apeiron Collective bizim için incelenmeye değer bir kollektivitedir çünkü müzik dışı anlamları da benimseyerek kendilerini müzik şemsiyesi altında bir araya getiren, kimliklerini böylece oluşturan ve onaylayan, kolektivite bağlamında birbirinden güç alan insanlar söz konusudur. Alan çalışmaları yürütmeyi gereksinim olarak önüne koymuş İzmirli bir akademisyen olarak İzmir’in müzik dünyasına, bu şehirde karşımıza çıkan kolektiflere bakma ihtiyacı duyuyorum. Popüler müzik çalışmaları, müzikoloji ve etnomüzikoloji içerisinde 1990’lara kadar kenarda bırakılan, adam yerine konmayan, incelenmeye değer bulunmayan bir alandı. Şükürler olsun ki 1990’lardan bu yana rap, caz, rock, punk gibi popüler türler üzerine pek çok çalışma yapıldı. Ben de bu alanda yayın üretmeyi sürdürüyor olacağım.
ATÖLYE PARK
Coder Dojo hareketine destek vererek, altı ilâ on yedi yaş arası çocuklara kod yazmayı öğretiyoruz. Dokuz Eylül Üniversitesi desteğiyle Türkiye’ye özel bir müfredat yazdık. Bilgisayarsız kod yazma alanında Türkiye’de ilk ve tekiz. İlk uygulamalarımızı başarıyla tamamladık. Okuma yazma bilmeyenler dahi bu çalışmalara katılabiliyor. Projenin birincil amacı, çocuklara bilgisayar kullanmadan kodlama yapmayı öğretmek. Ayrıca, sosyal medyanın efektif kullanımı ve uygulama üretimi alanında çalışmalarımıza devam ediyoruz. Ekipçe çok yoğun bir iş yükü altındayız; haftanın yedi günü ailelerimizden çok birbirimizi görüyoruz. “Bunu nasıl eğlenceli hale geti-
rebiliriz” diye düşünürken, ufak tefek hobiler edinmeye başladık. Bu hobi alanlarına dair araştırmalar ilerledikçe günde iki üç saat ayırabileceğimiz, uygun bütçelerle yola çıkabileceğimiz bir dizi atölye projesi ürettik. Geliştirdiğimiz bu model başarıya ulaşınca, “neden başka insanlarla da paylaşmayalım ki” diyerek bu tip etkinlikler için çalışabilecek kişilerle ve bizi destekleyecek mekânlarla anlaştık. Hologram atölyesi, mumluk atölyesi, kirigami atölyesi derken, çok güzel kitlelere temas etmeye başladık. Sözün kısası; insanların ufak bütçelerle sosyalleşebileceği, birbiriyle paylaşımda bulunabileceği, kendilerine ya da sevdiklerine el yapımı hediyeler hazırlayabileceği atölyeler düzenliyoruz.
65 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Aslında, Atölye Park çatısı altında aynı anda birçok proje yürütüyoruz. “Let’s Do It! – Akdeniz” projesi, dünya üzerinde on bir milyondan fazla gönüllüsü olan, yaklaşık yüz on sekiz ülkede devam eden bir organizasyon. Biz bu hareketin Türkiye koordinasyonunu yürütüyoruz. “Let’s Do It! – Akdeniz”, binlerce insanı örgütleyip Akdeniz sathında aynı anda, bir gün içinde sahilleri temizleyen bir oluşum. Geçtiğimiz organizasyonda on binden fazla gönüllüyle sahalardaydık. Bunun ekonomik bir boyutu da var aslında. Küçük bir hesap yapacak olursanız dalgıç ücretleri, gönüllülerin harcamış olduğu zamana karşılık gelen hak edişler ve elde edilen atıkların geri dönüşüm endüstrisi açısından ederi derken, ortaya ciddi bir ekonomik boyut çıkıyor.
BİLEŞENLER
merhaba@atolyepark.com atolyepark.com
Barış Yıldırım
prometeatro@gmail.com " prometeatro
BİLEŞENLER
Arka planım üç unsurdan oluşuyor: Örgün eğitimde tiyatro, felsefe ve siyaset bilimi. Akademiye inanmayıp akademi içerisinde kalanlardanım. Lisans eğitimimi tiyatro ve dramatik yazarlık üzerine yaptım; ardından Marx’ın içerik ve biçim kategorilerinin estetik alana uygulanması üzerine verdiğim master teziyle ODTÜ Felsefe Bölümü’nden mezun oldum. Siyaset bilimi ve tiyatro alanında iki ayrı doktora çalışması yürütüyorum. Tiyatro alanındaki doktora çalışmam dramatik yapının diyalektikleri üzerine; siyaset bilimi alanındaki doktora çalışmamsa Mahir Çayan’ın sömürge devrimciliğindeki yerini konu ediniyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
66
İlgi alanım, ağırlıklı olarak siyaset ve müziğin kesişim yeri. Genel olarak uğraştığım her şey bu ikisinin ortasında bir yerde duruyor. Hayatımı İngilizce, İspanyolca ve Kürtçe dillerinde çevirmenlik yaparak kazanıyorum. Konferans tercümanlığı önde gitse de zaman zaman kitap çeviriyorum. Yanı sıra senaryo yazarlığı yapıyorum. TRT 6 için bir dizi projesi yaptık, şimdilerde TRT Çocuk için bir animasyon senaryosu üzerine çalışıyoruz. Dramatik yazarlık ve tiyatro mezunu olduğum için oyun yazarlığını temel uğraşı alanlarımdan biri olarak sayıyorum. Sahne tozu denen şeyden çok sıkıldığım için kendi kumpanyam olsun istemedim. Bir oyunun hazırlık aşaması bana çok zor, hâtta sıkıcı geliyor. Ben yazmayı seviyorum. Geçen senenin sonlarına doğru, Ankaralı Seyr-i Sahne adlı kolektifle tragedyayla şiirsel tiyatro arasında bir formda yazdığım “Seyr-i Pir Sultan” oyununu sergilemeye başladık. Şimdilerde “Karşı” adını verdiğimiz, mültecilik üzerine iki kişilik bir oyuna çalışıyoruz. Silifkeli Duvarsız Sanat Tiyatrosu, Gezi üzerine yazdığım tek kişilik oyun, “Resmen Devrim”i sergiliyor. Bir doğa katliamının toplumsal boyutlarına
ilişkin “Cehennem Taşı”nı yazalı epeyi oldu ama bu oyun henüz sergilenmedi. 2016 yılı, Börklüce ayaklanmasının 600. yıldönümüydü; Börklüce’yi konu alan bir kurmaca hikâye üzerine çalışıyoruz. Şeyh Bedrettin’in gölgesinde kalmış görünüyor olmakla birlikte son dönemde yapılan araştırmalar nev-i şahsına münhasır bir karakter olduğunu gösteriyor. Müzik, yoğun olarak ilgilendiğim bir alan. Gündemin yakıcı konuları üzerine şarkı üretmeyi, bu şarkıları yeni medyanın araçlarını kullanarak yaygınlaştırmayı önemsiyorum. Profesyonel müzisyenlere beste verdiğim de oluyor. Şerwan Hameran ile bir rap çalışması yapmıştık; İzmir’den başka arkadaşlarla da çalışmaya devam ediyorum. Bazen kolektifler oluşturuyoruz; meselâ ‘Direnişte Sanat’ adlı kolektifle bir Gezi albümü üzerine çalışıyoruz. Bu albüm henüz son hâlini bulmadı. Mahir Çayan’ın temel düşünsel tezlerini kullanarak Gezi’yi kültürel ve siyasal analize tabi tuttuğum ‘Sanki Devrim’ adlı kitabım 2014 yılında çıktı. Ardından bir dizi çeviri kitap yayımladım. Şimdilerde, sanat ve edebiyat yazılarımı derleyecek kitabın üzerinde çalışıyorum. Nota Bene Yayınları tarafından yayımlanacak bu kitabın adı “Bugüne Sanatla Bakmak” olacak. “Ben şairim, oyun yazarıyım, senaryo yazarıyım” gibi tanımlamalar yapmak, bana göre değil. Uzmanlaşmaya çok inanmıyorum, eninde sonunda uğraştığım şey yazı. Müziği bile yazının yanına koyabilirim çünkü kompozisyon dediğimiz şeyin kendisi de bence yazı. Dolayısıyla yazı alanlarının hiçbirini dışlamadan, ağırlıklı olarak tiyatro, müzik ve eleştiri türleri üzerinden ilerliyorum.
BELKİ KİTABEVİ Harun Doğruçeken & Özgür Madak
! belkikitabevi
Oğuz Atay’ın “Demiryolu Hikâyecileri” öyküsünden esin alarak üretip yürüttüğümüz proje, “Belki okursunuz, Belki yazarsınız” adını taşıyor. Kitaba da adını veren bu öyküde, iki arkadaş tren yolcularına kendi yazdıkları öyküleri satarak geçimlerini sağlıyor. Biz de “belki satmak istemeyen, sadece vermek isteyen; kime verdiğini de seçmek istemeyenler olabilir” diye düşünüp, bir edebiyat havuzu oluşturduk. Öykü, şiir, deneme türünde metin yazan kişiler, bu proje için oluşturduğumuz çantanın içine tercihen el yazısıyla kaleme aldığı metni rulo yapıp bırakıyor; çantadan metni alan kişi de neyi seçtiğini görmeden, bilmeden rast gele bir rulo
Birbirimizin projelerine destek olmak, bir projenin diğerini desteklemesi, birbirimizle dirsek temasında kalmak, şüphesiz ki yeni projelere alan açacak. Bu görüş doğrultusunda, İKPG’nin yürüttüğü çalışmaları çok önemsiyoruz.
BİLEŞENLER
Bu işin önde gelen motivasyon alanı, kitapla kurduğumuz ilişki. Biz de yeterince motiveyiz. Diğer bir motivasyon alanımızsa kitap üzerinden geliştirmeyi hedeflediğimiz sosyal paylaşımlar. Mevcut mekânımız, ebadı itibariyle bize çok fazla esneklik sağlamasa da ilerleyen günlerde elimizdeki mekânı en iyi şekilde kullanmayı hedefliyor, ortak projelere ve paylaşımlara açık bir şekilde ilerlemek istiyoruz. Bu noktada üretilecek işlerin emek gerektirdiğinin, detay içerdiğinin farkındayız.
seçiyor. Bu şekilde bir paylaşım, dolaşım ağı kurulmuş oluyor. Projenin ihtiyacı olan öykü, şiir, deneme benzeri formatlarda yazılmış metinlerin niteliği konusunda herhangi bir denetim uygulanmıyor. Metni alan kişinin bu metinle ne yaptığıyla da ilgilenmiyoruz. İster yakar, ister yastığının altında saklar. Bugüne kadar Kerem Işık, Ahmet Büke, Kemal Varol, Ömer Ayhan, Yıldız İlhan, Semih Çelenk gibi yazarlardan destek aldık. İlerleyen zamanlarda daha fazla yazarı işin içine dâhil ederek, bu paylaşım ağını devamlı hâle getirmek istiyoruz.
67 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İzmir, Alsancak’ta ikinci el kitaplar alıp satan bir kitabeviyiz. Başka kitabevlerinde çalışırken, “farklı bir model yaratabiliriz” diyerek yedi ay önce faaliyete başladık. “Belki” kelimesini kullanmaya da bu bakışla karar verdik çünkü ihtimâllerin önümüzü açtığını, yaratıcılığımızı tetiklediğini düşünüyoruz.
Cem Öcek
cemocek@gmail.com
BİLEŞENLER
Birbirinden ayrı iki hayatım var diyebilirim. Bilgisayar mühendisiyim; 1992’de mezun oldum. Hewlett-Packard’da yirmi iki yıl çalıştım; son bir yıldır bir Amerikan şirketinin Ortadoğu direktörü olarak görev yapıyorum. 1996 yılından beri amatör olarak gitar yapımıyla ilgileniyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
68
1996’da Pan Yayıncılık’tan çıkan “Elektrogitar” adlı kitabım, o dönem için öncü bir kaynak görevi görmüş olsa gerek ki birkaç kez basıldı ve büyük ilgi gördü. 90’ların ortalarında bu işlerle uğraşan pek yoktu. Bilinmeyen, çok da fazla ilgi duyulmayan bir alandı. 1998’de yayımlanan ikinci kitabım, elektrogitarın tamamlayıcı öğelerinden ampflikatörler ve efektler üzerineydi. Bu kitap da ilginç bir şekilde bugüne dek beş baskı yapıp on beş bin adet sattı. 2008 gibi Sound dergisine yazmaya başladım. Ses teknolojileri üzerine Türkiye’deki en uzun soluklu dergilerden biriydi. 2009 ile 2013 yılları arasında, bu dergi için enstrüman yapımcılarıyla bir dizi röportaj yaptım. Bu röportajların önemli olduğunu düşünüyorum. Ben de enstrüman yaptığım için biliyorum; tamamen gönül işi ve seri üretim yapmadığın sürece bu uğraştan geçinmen imkânsız. Zaman içerisinde, Türkiye’de bu konuya kafa patlatmış ve gönül vermiş çok değerli insanlarla tanıştım. Elimden geldiğince dünyaca bilinmeyen, tanınmayan bu insanların adını, se-
sini duyurmaya çalıştım. Ardından, Sound’a tuhaf enstrümanlar üzerine otuzu aşkın makale yazdım. Mümkün olursa bu makaleleri de kitaplaştırmak istiyorum. 2013 yılında Berlin’de İngilizce yayımlanan Sustain’den teklif geldi; halen bu dergiye yazıyorum. Sustain, tamamen enstrüman yapımı üzerine odaklanan bir yayın ve kendi alanında Avrupa’daki en iyi dergilerden biri olarak kabul ediliyor. Genellikle arkadaşlarıma veya tanıdığım müzisyenlere gitar yaparım. Müzisyenle konuşup ne tür müzikler dinlediğini, nelerden hoşlandığını ve nasıl bir kişiliği olduğunu anlamaya çalışırım. Tasarımda anlaşırsak, işe koyulup hayal ettiğimiz gitara başlarız. Kullandığım malzemeler de özgündür; öyle her yerde satılan türden şeyler değildir. Ürettiğim her gitarın bir esprisinin olması hoşuma gidiyor. Meselâ İspanyol bir caz müzisyeni için ürettiğim gitarın malzemesini Şirince’de restore edilen bir kiliseden almıştım. Bu müzisyen İzmir’e geldiğinde Kuşadası’na, Şirince’ye gitmiş ve restorasyonu devam eden kiliseleri gezip çok etkilenmiş. Çok fazla enstrüman, az sayıda gitar yapıyorum; bu yüzden pek zamanım yok. Yaptığım her gitar için bir internet sayfası oluşturuyorum. Kişiler yerine, gitar yaşıyormuş gibi düşünüyorum.
Çiğdem Öztürk
acigdemozturk@hotmail.com birdirbir.org/tag/cigdem-ozturk
Geçmişte nelerle uğraştığımdan da bahsedeyim: İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi, Kamu Yönetimi Bölümü’nde okudum. Üniversiteye girdiğim yıl Adam Yayınları’nda işe başladım; Adam Öykü ve Adam Sanat dergilerinde çalıştım. Ardından “kadınlara mahsus gazete” Pazartesi hayatıma girdi; açıkçası gazeteciliği orada öğrendim. Böylece, bağımsız medyanın içine düşmüş oldum. Sağa sola çarpa çarpa ilerlerken, 1999 depremiyle beraber, herkes gibi benim de hayatım tepeden tırnağa sarsıldı. O günlerde başlayan, uzunca süren bir Açık Radyo - Buğday dergisi dönemim oldu. Nihayetinde, yolum 2004 yılında “sarardıkça güzelleşen dergi” ROLL ile kesişti. ROLL, 1994 yılında yola düzülen Express’ten doğmuştu. Ana akım basın, o dönemde yine bugünkü kadar eziciydi ve bağımsız yayın üretmek, tıpkı bugün olduğu gibi temel toplumsal ihtiyaçlara, haber alma hakkına karşılık geliyordu. ROLL, küçük ama kesif bir okur kitlesine sahipti fakat derin bir etki bıraktı. Kendi içinden aylık çıkan Post Express’i doğurdu ve aynı sürecin devamında, Bir + Bir ortaya
İzmir'e dair ilk deneyimim, ailemle beraber ziyaret ettiğim Uluslararası İzmir Fuarı’na dayanıyor. Pek çok İstanbullu gibi karşılaştığım gerilimsiz ortamdan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. İzmir, hakikaten de İstanbul’a kıyasla çok rahat bir şehir. Üstelik her açıdan kafanızı açar. Ayvalık’a taşındıktan sonra sıkça gelip gitmeye başladığım Kültürpark, şehrin göbeğinde duran kocaman bir orman olmaktan öte, kentsel ve toplumsal bellek açısından öylesine değerli ki dışarıdan gelecek müdahalelerle hiçbir biçimde zedelenmemeli. Çünkü Kültürpark sadece İzmir için değil; Uşak, Denizli, Balıkesir veya İstanbul için de önemli. O yüzden bu birikime her ne pahasına olursa olsun İzmirlilerin sahip çıkması gerekiyor. İzmir’in Yunan ana karasıyla ve adalarıyla ilerlettiği ilişkinin çok heveslendirici ve sağlıklı yürüdüğünü görüyorum. Selanik ve İzmir arasında başlayacak feribot seferlerinin İzmir’in ufkunu açacağına inanıyorum. Aslında o feribot, şimdilik hayali de olsa, her gün gidip geliyor iki şehir arasında. Biz de bu tür ilişkilerin geliştirilmesi adına Ayvalık’ta çabalıyoruz. Örneğin, İzmir’den ilhamla “Midilli - Ayvalık Barış Festivali”ni düzenledik. Aralarında, hayatında hiç Midilli’ye ayak basmamış, ailesi mübadeleyle Ayvalık’a gelmiş bir kitlenin de bulunduğu doksan kişiyi adaya taşıdık. Köylerine gidenler oldu; sora sora ninelerinin, dedelerinin evlerini buldular. Tek atımlık bir şeydi ama olsun. Sürdürmedik; bazı şeyleri belki de sürdürmemek gerekiyor. Yani yaşıyorsunuz, bitiyor ve o sonra kendiliğinden başka bir şeye evriliyor. Bunları dağınık dağınık anlatıyormuş gibi olsam da aslında hepsi tek bir havuza akıyor. Tam da bu yüzden, İKPG’nin sınırlarının İzmir ile kısıtlı olmadığının altını çizmek istiyorum. Bu oluşum, İstanbul ve “karşı kıyı”yla da alâkalı; hele Akdeniz ile göbekten bağlı. Yaptığımız işler, birbirimize ilham veriyor. Eduardo Galeano’nun aktardığı bir duvar yazısı var: “Kötümserliği iyi günlere saklayalım”. Dilerim ki İzmir Akdeniz Akademisi ve İKPG’nin örgütlediği bu buluşmalar, güçlü bir iyimserliğe vesile olsun ve daha fazla ortak iş üretelim.
BİLEŞENLER
Gazeteciyim; haftada iki gün İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin haber stüdyosuna destek vermeye geliyorum. “Sakin Gazetecilik” ya da “Yavaş Gazetecilik” hareketinin heyecanlı destekçilerinden biriyim. İlk karşılaştığımda yüreğime su serpen bu kavram, karşındakini anlamaya çalışan, köşelere ve diplere girmeye meraklı, müzikten, tiyatrodan, edebiyattan beslenen bir gazetecilik yaklaşımını çerçeveliyor. Şimdilerde unutulmuş gitmiş bir röportaj tekniği var; Yaşar Kemal’in, Sait Faik’in, Azra Erhat’ın, Fikret Otyam’ın adeta dantel gibi işlediği, görerek, konuşarak, fotoğraf çekerek beslediği bir tür. İzmir Ekonomi Üniversitesi’ndeki gazeteci adayı öğrencilere bu zehri vermeye çalışıyoruz. Araştırmak için koşturmanın, itinayla bilgi biriktirmenin, karşındakini sabırla dinlemenin şart olduğunu, işlerin internetten iki dakika tarama yapmakla hâllolmayacağını işaret ediyoruz. Malum, her şey çok hızlı akıyor; belki zaman zaman hoşumuza gidiyor bu hız ama çare dengeli beslenmede.
çıktı. Küllerin içinden sürekli yayın yeşerten, dirençli bir ekipten bahsediyoruz. Bugün İKPG ekibinde yer alan Sarp Keskiner, Altuğ Akın, Gökhan Akçura ve Özgür Gökmen de bu ailenin üyesi, aynı geminin tayfasıdır.
69 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Aslen İstanbulluyum ama bu taraflara kaçmış biri olarak kendimi İzmirli de sayıyorum. Ayvalık’ta yaşıyorum. Ayvalık, Balıkesir sınırları içine yerleştirilmiş olsa da tarihi boyunca kendini İzmir’in bir ilçesi saymış. O yüzden kültür sanat alanında da İzmir ile sıkı fıkı ilişki içinde. Arada bir otobüse doluşup geldiğimiz de oluyor; mesela 1 Mayıs’larda ve 8 Mart’larda...
DİLEK MUTLUTÜRK MAKYAJ ATÖLYESİ
1487 Sok. No:7, Daire: 2, Alsancak, İzmir
BİLEŞENLER
İzmir doğumluyum; makyaja duyduğum ilgi ilkokul yıllarıma dayanıyor. Uzun yıllar boyunca, sinema sektörüne hizmet ettikten sonra atölyemi açmak için İzmir’i seçtim. 2011 yılında açılan atölyemiz, İzmir için bir ilk.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
70
Atölyemizde televizyon, sinema ve tiyatro projelerine makyaj hizmeti sağlıyoruz. Yanı sıra reklâm ve moda çekimleri yapıyoruz. Kadınlara yönelik, “doğru makyaj nasıl yapılır” konusunda bireysel eğitim veriyoruz. Makyajı meslek edinmek isteyenlere yönelik kurslar düzenliyoruz.
(232) 463 15 73
Konsept makyaj tasarımı, bir diğer uzmanlık alanımız. Beş yıldan bu yana sosyal projelere katkı sunuyoruz. Bizzat rol aldığım ve makyaj tasarımını üstlendiğim bir tiyatro oyunu sergiledik; elde edilen gelirle ihtiyaçlı bir hastaneye cihaz alımı için bağış yaptık. Ayrıca, İzmir Akdeniz Akademisi’nin “İyi Tasarım İzmir” programında, "3D FX Makyaj Atölyesi" ayrıca "Televizyon ve Sinema Makyaj Atölyesi" ile yer alıyorum. Atölyemin bulunduğu sokaktaki ortak etkinlik “Bu Sokakta Tasarım Var” fikri bana ait.
Emel Kayın
Güven ile İnciraltı konulu bir belgesel yaptık. Ayşegül Kurtel tarafından yönetilen K2 Güncel Sanat Merkezi tarafından düzenlenen “Portizmir 3. Uluslararası Güncel Sanat Trienali” için “İnciraltı Hafızası: Kıyı ve İç” başlıklı bir proje tasarladım. Kitaptaki metinlerin çeşitli sanatçılar tarafından yorumlandığı bu projeye Ekin Erman heykel, İlknur Baltacı fotoğraf, Onur Nurcan beste, Şölen Kipöz giysi tasarımı, Cansu Ergin dans, Zuhal Çetin Özkan belgesel alanında destek verdi. Proje kapsamında düzenlenen konferans, panel, dinleti, film gösterimi, gündüz ve gece gezileri, kentsel mekân üzerine çok yönlü bir kavrayış geliştirilmesini hedefliyordu.
On bir yaşımdan beri yazıyla uğraşıyorum. Araştırma yazılarının yanında öykü, şiir, deneme yazıyorum. Son yirmi yıldır kısa, deneysel, imgesel öyküler yazmaya odaklandım. Öncelikle yayımlanmış kitaplarımdan bahsedeyim: 2000 yılında, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı tarafından yayımlanan “İzmir Oteller Tarihi” adlı bir araştırma kitabım, otel kurumunun Avrupa’da, Osmanlı İmparatorluğu’nda ve İzmir’de modern bir öğe olarak ortaya çıkışını, yerleşik hâle gelme sürecindeki ikilemlerini inceliyor. Bu kitabı yazarken, günümüze ulaşan tarihi otellerin korunması ve Basmane’deki bölgenin “Oteller Bölgesi” adıyla plana işlenmesi için çaba sarfettim. Makale, bildiri benzeri yayınların yanı sıra öykü, şiir, belgesel metni üreterek, yerel yönetimlerin sahip çıktığı bu gündemin geliştirilmesine ilişkin sürecin bir parçası oldum. Zamanın, kentin, evin, insanın birer mekân olarak yorumlandığı kısa, deneysel, imgesel öykülerden oluşan “Mekân Hikâyeleri”ni de bu türün imkânlarını kavramaya çalıştığım yirmi yılın on yılı aşkın bir bölümünde yazdım. Bu kitabı bir bütün olarak ilk kez, kısa öykünün yeni dönem parlayışından az önce, 2008 yılında ortaya koydum.
Ayrıca, on yıl boyunca TRT için belgesel metinleri kaleme aldım; özellikle doğa belgesellerinde çalıştım. Öğrencilik dönemimden beri içinde yer aldığım çevre gündemi, doğa belgesellerinde çalışırken bir kez daha karşıma çıktı. Özellikle göl havzalarının yıpranması ve suyun tükenişi konulu “Susayan Göller” belgeselinde çalışırken çok şey öğrendim.
İzmir kentinin eski plaj alanı İnciraltı’nın hafızası ve dönüşüm hikâyesi üzerinden bölgedeki balıkçıların, çiftçilerin, öğrencilerin, sanatçıların, göçmenlerin kıyıda / içte kalma mücadelesini anlatan “Kentin Kıyısında ve İçinde Olmak: İnciraltı” adlı anı deneme kitabımsa 2011 yılında varlık buldu. Bu kitabı kaleme alırken doğal, tarımsal, siyasal, rekreatif açıdan çok sayıda bellek katmanıyla kentin ortasında yeşil bir vaha olarak günümüze ulaşan İnciraltı’nın geleceği üzerine düşünme şansı buldum. Alanın yapılaşmaya açılması konusunda tartışmalar sürerken, bölgenin doğa temelli rekreasyon aktiviteleriyle sağlıklaştırılabileceği “Kentliler İçin Bir Kıyı” projesini geliştirdim. Ege TV’de Tanzer
İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yayımlanan “İzmir Kent Ansiklopedisi”nin Mimarlık ciltlerinde koordinatör ve yazar olarak görev yaptım. Fotoğraf da ilgimi çekiyor; İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği’nin üyesiyim. Kent, mimarlık, edebiyat, fotoğraf, belgesel ya da merak ettiğim daha başka konular hakkında düşünürken ve çalışırken geliştirdiğim bir sezgi var: Zaman geçiyor; kentler değişiyor, biz yaşlanıyoruz. Bildiklerimizi başkalarına da anlatmaya çalışıyoruz. Yerleşik olmanın iktidarına karşılık gelen bir kök salma hâli olmadan, gelip geçici adımlarla bu dünyadan yürüyüp gitmişiz gibi yapmalıyız tüm bunları. Geride kalırsa; yapıtlar, mekânlar, hatıralar, izler kalmalı.
71 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Mimarım; kültürel ve doğal mirasın korunması konusunda uzmanlık eğitimi gördüm. Bu alanlara duyduğum ilgi, mimarlık eğitimi almaya başladığım dönemden bu yana eksilmeden devam ediyor. Bu süreçte her bireyin öncelikle kendi başına, daha sonra da benzer düşünen başkalarıyla birlikte bir söylem, bir gündem yaratabileceğini, bunların anlamlı uygulamalara yol açabileceğini düşünmeye başladım. Böylece düşünsel, bilimsel ya da sanatsal anlamda kaygı ettiğim konuların gerçek hayattaki karşılıklarını üretebilme, bu konular üzerine kafa yorabilme imkânı buldum. Halen Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyorum.
BİLEŞENLER
emel.kayin@yahoo.com
FANZİN APARTMANI Efe Elmastaş
fanzinapartmani@gmail.com ! fanzinapartmani
BİLEŞENLER
Oturduğumuz yerden şikâyet edebilirdik; “fark edebilmek bu kadar mı zor” diyebilirdik. Bunun yerine, fanzin basmakla yetinmeyip Fanzin Apartmanı’nı kurduk. Ticari kaygı gütmeden sadece kendi cümlelerini sokağa savurmak gayesinde olan, taşlı yollarda emekleyen bir kitleden, dikkate değer bir toplamdan bahsediyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
72
Fanzin Apartmanı projesine girişirken cesaretimizi pekiştiren, kendi dağıtım ağımızı genişletirken elde ettiğimiz somut sonuçların yanı sıra diğer şehirlerden projeye destek veren fanzinlerdi. Biz bu yolda ilerledikçe, diğer şehirlerden fanzin talep etmeye başladık ve İstanbul, Bursa, Sivas, Eskişehir, Ankara, Urfa gibi şehirlerden çıkıp gelen fanzinlerin ortaya koyduğu zenginlik bize güç verdi. Bazılarının mali gücü yetmedi; kargo veya fotokopi maliyetlerini üstlendik. Bu dinamizme bir ivme kazandırmak, mevcut birikimin kopuk kalmış noktalarını birleştirmek, iletişimi kuvvetlendirmek ve tüm fanzincileri birbirinden haberdar etmek için çabalıyoruz. Metinlerimizi okura ulaştırmayı bir misyon olarak kabulleniyoruz ve perspektifimizi bunun üzerinden geliştiriyoruz. İlk olarak, fanzini genel okur kitlesine görünür kılmak için çeşitli etkinliklerde ve mekânlarda masa açtık. Daha önce bu yayın türüyle karşılaşmamış insanlara bire bir temas ederek fanzin kültürünü anlattık. Kitleyi sürekli genişletmek ve okurda farkındalık yaratmak için bu faaliyetleri sürdürülebilir kılmaya özen gösterdik. Spontane etkinliklerin yanı sıra alt kültür toplantıları, fanzin sohbetleri düzenledik. Hâtta bu süreçte yeni fanzin oluşumlarına önayak olduk. İletişimi kolaylaştırmak adına bir Facebook grubu kuralım dedik. Konuştuğumuz, görüştüğümüz kim varsa herkesi gruba davet ettik. Fanzin Apartmanı, adına bu şekilde kavuşmuştu. İnsanlar zamanla okuduğunu, eleştirisini paylaşmaya başladı. Fanzinlerin bugüne kadar daha geniş kitlelere neden ulaştırılamadığına beraberce cevap aradık. Ortak hareket etmenin bizi daha güçlü kılacağını belirttik, bastıklarımızdan ve birbirimizden haberdar olmanın ne kadar gerekli bir şey olduğunu vurguladık. Sadece fanzin basanların arasındaki yatay ilişkileri değil; okur ve fanzin arasındaki bağı da güçlendirmek için bu etkinlikleri, buluşmaları düzenlemeye devam edeceğiz. Edebiyatla yakın ilişkide olduğu varsayılan kimselerin, dergilerin bile yeni metinlere, yeni yazarlara olan ilgisizliği, bizi tepkisel bir devinime götürdü. Onlara yaranmak ve sevimli gözükmeye çalışmaktansa kendi yolumuzdan yürümeyi yeğledik. Fanzin, bu çaba-
ların sonucunda gittikçe yayılan bir mecra ve ezber bozan bir pratik olarak kendini gösteriyor. Buna karşın, yurt sathında ve şehir bazında bağımsız dağıtım ağları kurabilmek adına mekân bulmak, en öncelikli sıkıntımız. Misâl; Sıvadık Fanzin’i ilk çıkardığımız zamanlar sadece kafelere dağıtıyorduk. İsmini vermek istemediğim bir kafeye otuz adet fanzin bırakmıştık. Bir gün sonra gittik, hiçbiri yok. Aynı gün tekrar bıraktık, bir gün sonra baktık ki tamamı tükenmiş. Meğer çalışanlar, bizim fanzinleri kızartma yağının altına koyuyormuş. Bu yüzden seçici davranmaya karar verdik ve Fanzin Apartmanı noktaları oluşturmak adına hummalı bir çalışmaya giriştik. Bizim gibi düşünen, bize destek vermek isteyen mekânlara gayet basit, çok düşük maliyetli bir stant tasarımı önerdik. Böylece pek çok fanzini, Fanzin Apartmanı adını verdiğimiz bu stantlarda bir araya getirdik. Ardından, sosyal medya üzerinden ilerleyerek bu ağı yaygınlaştırdık. Gördük ki sadece İzmir’de değil, Türkiye’nin birçok yerinde fanzinleri sahiplenecek mekân sayısı oldukça az. Şimdilerde, çoğunlukla birbirinden bağımsız hareket eden, dağıtım ağlarında yer alan bu noktaları Türkiye çapında işaretleyecek bir harita üzerinde çalışıyoruz. Bu haritalamanın tamamlanması için farklı şehirlerden birçok fanzinsever emek sarf ediyor, katkı sunuyor. Haritayı yakın zamanda internet üzerinden, sosyal ağlardan paylaşmayı umuyoruz. Hâkim edebiyat algısının üstünlüğünü sürdürdüğü ticari piyasada deneyselliğe çok fazla yer yok. İçeriğe dair değerlendirmeler, genellikle eserin tahminen ne kadar satabileceği veya yazarın hangi tür mecralarda nasıl parlatılabileceği üzerinden ilerliyor. Biz bu tahakküm sistemini kabullenmiyoruz. Edebiyat üzerinde kendimizce yeni yollar aramaya ve belirlemeye çalışıyoruz. Tam da bu noktada, yeni öne sürdüğümüz “fankit” (fan-zin / kit-ap) hareketine değinmek gerekiyor. Fankit hareketini endüstriyel yayıncılığın yarattığı endüstriyel edebiyata karşı oluşturulan bir devinim odağı olarak tanımlıyoruz. Bizce bu hareket, yazarların farklı nitelikteki metinlerini potansiyel okurlara edebiyat piyasasının dayattığı kriterlerin dışında durarak ulaştırma istencine ivme kazandıracak. Ayrıca, yeraltından gelen ayak seslerini duyuracak. Yayınevleri ve dergiler çok satan “yazarlara” odaklanmışken ve bunları pazarlamakla meşgulken, bizler duymazlıktan geldikleri sokağın sesini adım adım meydana taşıyacağız. İlk fankiti bastık; ilerleyen zamanlarda yeni fankitler gelecek.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
73
BİLEŞENLER
BİRİKİM ATÖLYESİ Görkem Kiter
birikimatolyesi@gmail.com ! birikimatolyesi
BİLEŞENLER
Kendimden kısaca söz edecek olursam, Galatasaray Üniversitesi Radyo Televizyon Sinema Bölümü mezunuyum. Benim hikâyem de İKPG’nin iletişim toplantılarına katılanların çoğuna benzer şekilde İzmir’de başlıyor. Arada on iki yıllık bir İstanbul dönemi var ve hikâye şimdilik İzmir’de sürüyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
74
Sinemayı kendime meslek edinmeye on üç yaşımda karar verdim. 1997’de üniversite ikinci sınıftayken bu alanda çalışmaya başladığımda, sektör madden ve manen en iyi yıllarını yaşıyordu. İlk işimde Ezel Akay’ın asistanlığını yaptım. Daha sonra çeşitli dizilerde yönetmen yardımcısı olarak çalıştım ve bazı projelerin post prodüksiyonunu üstlendim. Televizyon sektörüne hiçbir zaman itibar etmedim ve kariyer yapacağım bir alan olarak bakmadım. Bir dönem reklâm ajanslarında prodüktörlük yaptım. İzmir’e döndüğümde İstanbul ve sektörle ilişkimi koparmadım; zaman zaman yabancı prodüksiyonlarda yönetmen yardımcılığı, prodüksiyon asistanlığı görevini üstlendim. Hâlihazırda, marka iletişimi alanında yüksek lisans yapıyorum. İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin teknoparkındaki teknoloji transfer ofisinde görevliyim. Teknopark ofislerini kiralıyoruz; ayrıca öğrencilerle beraber ürettikleri projelerin üzerinde çalışıyoruz, işin pazarlama kısmına kafa yoruyoruz. Bizzat katkıda bulunduğum işler de var: 2014’te, 8 Mart için göğüs kanseri hastalarını konu alan on iki dakikalık bir dokümanter çektik. Göğüs kanseri hastalarının ve yakınlarının yaşamına birinci elden tanıklık etmemizi sağlayan bu dokümanter, insanlara birazcık olsun cesaret aşılamayı hedefliyordu. Ardından, Cem Demirel’in “REM” isimli fotoğraf sergisi için Cansu Ergin (Janush Dance) ile beraber bir video - dans performansı hazırladık. 2015’teyse Janush Dance’in Kardiçalı Han’da sergilediği “Tizzz” isimli performansına bir video - belgeselle katkıda bulunduk. Her zaman şunu baz aldım: Kalbinin götürdüğü, tutku duyduğun alan, hayatında hep bir yer işgâl etmeli. Hâlihazırda sadece Facebook üzerinden yürüyen Birikim Atölyesi de bu yaklaşım sonucunda ortaya çıktı. Birikim Atölyesi, İstanbul’da üzerine eğitim aldığım ve uzunca bir süre çalıştığım sinema alanında biriktirdiğim tecrübeleri İzmir’deki sinefillerle paylaşmak adına hayata geçirdiğim bir platform. Hikâyeme devam etmeden önce, iki değişkene dikkat çekmek istiyorum: Birincisi, sinema dünden bugüne çok farklı bir noktaya geldi. İkincisi, insanlar artık herhangi bir şeyi uzun uzadıya izlemek istemiyor çünkü buna harcayacak dikkat ve sabırdan yoksun durumdalar. Dolayısıyla “film izleme
keyfi” kavramını yeniden değerlendirmek, gözden geçirmek zorundayız. İzleyicinin büyük çoğunluğu izlediği şeyle kolayca ilişki kuramıyor, onunla bütünleşemiyor. Doğal olarak, bir filmden ne elde edebileceğini göremiyor. Birikim Atölyesi, bu tespitlerden hareket ederek değişen koşullara bakmayı, film izleme pratiklerini yeniden tartışmaya açmayı hedefliyor. İzmir’e döndükten sonra bir yandan profesyonel işime devam ettim; diğer yandan Ege Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’nde (EFSA), farklı üniversitelerin sinema bölümlerinden öğrencilerin de katıldığı yirmi kişilik dersler vermeye başladım. Bu atölyelere katılan bazı amatör sinemacıların birkaç yıl sonra sektörde kendine yer edindiğine tanık oldum. Bu tür tanıklıklar insana çok iyi geliyor; hele yakın çevrenizde iyiliği örgütlemenin peşindeyseniz. Ardından, Sanatölye Varyant’ta film analizi, film okuması, yönetmen incelemesi konulu bir dizi atölye yürüttüm. Sonra, bu atölyeleri Yakın Kitabevi’ne taşıdık. Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlediğim film okuması atölyelerindeyse farklı bir yöntem izledim; meselâ kısa filmleri analiz ettik, bağımsız yapımlara yöneldik, Türk filmlerini inceledik, “insan ve toplum” adı altında dört filmi mercek altına aldık. İzletmeden önce, filmin yapımı ve yönetmeniyle ilgili izleyiciyi bilgilendiriyorum. Gösterim bittikten sonra izlenimleri alıyorum çünkü interaktif katılımı çok önemsiyorum. Ardından önemli noktaları tekrar izleyip bunların üzerinden geçiyoruz. Işığı, kurguyu, kadrajı konuşuyoruz; filmin sosyal, politik, psikolojik ard alanına bakıyoruz. Bu film neden çekilmiş, derdi ne; onu tartışıyoruz. Önümüzdeki dönemde iki haftada bir film okuması yapmayı hedefliyorum. Birikim Atölyesi’nin yeni döneminde İzmir’de sinema alanında akademik ve profesyonel olarak çalışan uzmanlar da bize katılıyor olacak. Eğer yeterli katılımı sağlarsak, İzmir’de bu alana dair bir vizyon oluşacağına, atölyelerden çıkacak yeni fikirlerin üretimi tetikleyeceğine inanıyorum. Kendi ürettiğim işler içinse, pek çok konuda desteğe ihtiyacım var. Çünkü çekim, kurgu, müzik, renk ayarı derken, her şeyi tek başına halledebilmem mümkün değil. Beraberce ekipler kurabilir, iyi işler çıkarabiliriz. Facebook grubuna katılıp paylaşımlarda bulunabilirsiniz; ayrıca bir şekilde sinema ve video art alanıyla ilgilenen tanıdıklarınızı gruba ekleyebilirsiniz. Birikim Atölyesi’ne katılımı artırmak, daha verimli işlere imza atmamızı sağlayacak. Ayrıca bu tür etkinliklerin İzmir’deki film festivallerinin izleyicisini geliştirmek adına avantaj ürettiğine inanıyorum.
İbrahim Yazıcı
Lisenin birinci sınıfındayken tek amacım ve hayâlim, müzisyen olmaktı. Kuzenimin haberdar etmesiyle gizlice Hacettepe Konservatuarı’nın yarı zamanlı bölümüne başvurdum ve sınavı kazandım. Maceram böyle başladı. Yeni tanıştığım kişiler ne iş yaptığımı sorunca şef olduğumu söylemem; “müzisyenim” derim. Eskiden uzun saçlarım yüzünden beni rock gitarcısı zannedenler, klasik müzik yaptığımı, hele bir de şef olduğumu öğrendiğinde “o işi herkes yapar” derdi. E, baktığınızda önemi ya da gerekliliği gerçekten de kolayca anlaşılmayan bir meslek benimki. Kendime ait şöyle bir fikrim var: Eğer siz müziğinizi severek sunarsanız, istisnasız herkes o müziği anlayabilir ve anlamlandıra-
bilir. Burnunuz büyükse ne yanınıza ne de müziğinize yaklaşırlar. Ben küçükken konserlere giderdik; bazı sanatçılar çok kibirli bir biçimde “çalıyoruz ama siz ne anlayacaksınız bundan” der gibi bakardı izleyiciye. Samimi olursanız, tarlada çapa sallayan teyze bile içten bir beğeniyle dinler sizi. Üstelik o müziği yeniden dinlemeyi kabul ve talep eder çünkü ilk defa tanık olduğu bu müziğin hayatına anlam kattığına kanaat getirmiştir. Sanat olmasa olur mu? Su mu sanat? Değil. Yemek mi? Değil. Hava mı? Değil. Peki, ne işe yarar sanat? Çok güzel ve anlamlı bir olgu, açıkçası. Özellikle bizim gibi kısıtlı imkânlara sahip bir coğrafyada, mümkün olduğunca gençlerle çalışıyorum. Müzikle önceden alâkası olmayan çocuklar için eğitim konserleri düzenliyorum; bunu yaparken de farklı kültürleri birleştiriyorum. Müziğe hayatında yer açmamış, açma imkânı bulamamış insanlara bir nebze dokunabilmek, bence çok hoş bir şey.
75 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Orkestra şefiyim, aynı zamanda piyano çalıyorum. Pek çoğunuzun yapacağı tahminin aksine, müziğe küçük yaşlarda başlamadım. O yüzden hayatım hep istisnalarla dolu oldu.
BİLEŞENLER
maestroyazici@gmail.com www.ibrahimyazici.com
KARABURUN BİLİM KONGRESİ Emel Yuvayapan
BİLEŞENLER
kongrekaraburun@gmail.com www.kongrekaraburun.org ! karaburunbilimkongresi " KongreKaraburun
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
76
Eğitim Sen İzmir 3 No’lu Şube içerisinde başlayan bilimsel toplantıların bir kongreye dönüşmesi ihtiyacıyla ortaya çıkan Karaburun Bilim Kongresi, ilk kez 2006 yılında, “Bilim ve İktidar” temasıyla düzenlendi. Zamanla akademinin kendisini de tartışmaya açan, Türkiye'deki eleştirel bilim çalışmalarının eksikliğine dikkat çeken; bilimin, bilim insanlarının ve bilim kurumlarının eleştirisine olanak sağlayan temalarla yolculuğunu sürdürerek sosyal bilimlerin, ülkemizin acil ve önemli sorunlarının tartışıldığı bir platforma dönüşmeyi başardı. Geçen yıllar içerisinde sadece Türkiye'nin önemli bilim insanlarını değil; öğrencileri, gençleri, işçileri, farklı parti ve demokratik kitle örgütlerini ağırladı. Bu platformun ortaya çıkardığı en önemli katkılardan biri, Türkiye'nin dört bir yanındaki eleştirel bilim insanlarının ortak çalışmalar yapmasına aracılık etmiş olmaktır. Şu kesinlikle vurgulanmalı: Karaburun Bilim Kongresi, sadece bir grup bilim insanının örgütlediği bir kongre değil. Bugün Türkiye'nin dört bir yanında bu kongreye emek veren bilim insanları, öğrenciler ve demokratik kitle örgütleri bulunuyor. Bu büyük ağ, aslında on bir yıllık gurur tablosunun asıl nedenidir. 2006 yılında, ilk kongre planlanırken, nerede yapılabileceğiyle ilgili bir dizi tartışma yürütüldü. Sonuç olarak, bir üniversite bünyesinde yapılması yerine bütünüyle bağımsız kalacak bir kongre olması gereği üzerinde fikir birliği oluştu. Börklüce Mustafa ayaklanmasının gerçekleştiği mekânlardan biri olması dolayısıyla sahip olduğu tarihsel anlam ve bizlerle iyi ilişkiler kuran yerel dinamiklerin arayışı doğrultusunda Karaburun’da karar kılındı. Bu yıl düzenlenen 11. Karaburun Bilim Kongresi’nin ana teması da Börklüce Mustafa ayaklanmasıydı. Karaburun Bilim Kongresi, başlangıcından bu yana sponsoru olmayan bir kongre; demokratik kitle örgütlerinden ve belediyelerden destek alıyor; insanların gönüllü katılımıyla, dayanışmayla ortaya çıkıyor. Başka kongrelerin büyük bir çoğunluğunda geçerli olan kayıt ücretini almıyoruz. Kongreye gelen konuşmacıların, akademisyenlerin çok büyük bir kısmı, kendi masrafını kendi karşılıyor. Biz yalnızca, bütçemiz el verdiğince çalışmayan ya da işçi, öğrenci olan katılımcıların masraflarını karşılıyoruz. Kongrenin ilk yılında elli sunum yapılmıştı; katılımcı sayısı yaklaşık dört yüz kişiydi. Bu sayı giderek arttı. “80’den Sonra” temasıyla 2009 yılında düzenlenen 4. Karaburun Bilim Kongresi’nde yüz yetmiş sunum yapıldı; oturumları kayıt yaptırarak izleyen katılımcı sayısı bin kişiye ulaştı.
Ana temayı belirlerken önceliğimiz, hem dünya hem Türkiye gündeminde kritik olduğunu düşündüğümüz konuları tartışmaya açmak. Oturumları doğa, kadın, sanat, hukuk, eğitim, iktisat gibi ana başlıklar altında ana temayla ilişkilendirip şekillendiriyoruz. Süreç içerisinde gerçekleşen en önemli oturumlardan biri “Sokağın Bilgisi”ydi. Bu oturum, isminin de çağrıştıracağı üzere ülke gündeminde önemli bir etki yaratan işçi direnişlerinin, grevlerin, dayanışma kooperatiflerinin, doğa ya da kent mücadelelerinin öznelerini konuşmacı olarak çağırdığımız, akademisyenlerle buluşturduğumuz bir oturumdu. 2008 yılında Karaburun’da kurulan Karaburun Gündelik Yaşam Bilim ve Kültür Derneği, Karaburun ile tesis edilen organik bağları kurumsal olarak güçlendirmeyi amaçlıyor. Dernek, Karaburun yarımadasına ve yarımada yerlilerine bilim insanı sorumluluğunda katkı sunmaya çalışıyor. Çocuklara yönelik eğitim, yarımadanın yaşlı bireylerine yönelik sosyal destek programları geliştiriyor; çevre mücadelelerinden yarımada merkezli akademik çalışmalara dek uzanan bir çerçevede kolaylaştırıcı olmaya yönelik görevler üstleniyor. Bu şekilde, Karaburun ile bağını sadece bir kongre mekânı olarak tarif etmekten kaçınıyor. Kurumsal adımlarla o coğrafyanın bir parçası ve öznesi olmaya gayret gösteriyor. 2015 yılındaki kongrenin ana teması “Sermayenin Doğası: Soykırımlar, Katliamlar, Savaşlar” idi. Bu tema nedeniyle kongreyi Karaburun’da yapma olanağımız olamadı maalesef. O yüzden, İzmir Tepekule Kongre ve Sergi Merkezi’ni mekân olarak seçmek zorunda kaldık. 11. Karaburun Bilim Kongresi, “600. Yılında Börklüce’nin izinde…” temasıyla tekrar evine dönebilmiş oldu. Karaburun Bilim Kongresi, yaşadığımız coğrafyanın dört bir yanından akademisyen ve öğrencilerin katılımıyla sürdürülen, Türkiye’nin en uzun soluklu ve en önemli sosyal bilimler kongrelerinden biri olma mutluluğunu yaşıyor.
KARŞI SANAT MERKEZİ Ercüment Serpil
Mekânımız, performans salonları ve idarecilerin kullandığı odalar dışında bir bale stüdyosu, bir yaratıcı drama odası, biri küçük diğeri büyük iki piyano odası içeriyor. Performans salonlarımızın biri iki yüz elli, diğeri doksan beş kişi kapasiteli. Zamanında Karşıyaka Sineması’na ev sahipliği yapmış bu iki salonu tiyatroların taleplerini karşılayacak şekilde yeniden düzenledik. Küçük salonumuzun ses sistemini ve kulislerini bir oda tiyatrosuna hizmet verebilecek hâle getirdik. Büyük salonu da tiyatroların kullanımına uygun düşecek şekilde, “İtalyan Sahne” formatında yeniden yapılandırdık. 2015 – 2016 sezonunun başından itibaren Fabrika Oyuncuları’na sahnemizi açtık. İzmir Devlet Tiyatrosu oyuncularından kurulu bu ekip, bizde “Kader Kısmet” ve “Ortanca” isimli iki oyun çalışıp sergiledi. “Ortanca”nın müziklerini Cem İdiz besteledi, ben seslendirdim. Bu oyunlar, İzmir’in en prestijli tiyatro ödülü olan
Bedia Muvahhit Ödülleri’nde “En İyi Erkek Komedi Oyuncusu” ve “En İyi Kadın Oyuncu” dallarına aday gösterildi. Yanı sıra “Ortanca”, “En iyi Oyun Yazımı” dalında yazarına ödül getirdi. Ortak Sahne Oyuncuları, Nâzım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı” adlı eserini Devlet Tiyatroları’ndan Cemalettin Çekmece’nin yönetmenliğinde sergiledi. Ege Tiyatrolar Birliği, 17 - 20 Mart 2016 tarihleri arasında düzenlenen “İzmir’de Tiyatro Günleri” kapsamında dört oyunuyla bize misafir oldu. Serenay Oğuz’un koreografisini üstlendiği “Üniformaların ve Sirenlerin Uzağında” isimli modern dans gösterisine ev sahipliği yaptık. Salonlarımızı Uluslararası İşçi Filmleri Festivali ve İzmir Kısa Film Festivaline’ne açtık. Önümüzdeki dönemde nitelikli projelere alan açarak, festivallere ev sahipliği yaparak ilerlemeyi hedefliyoruz. *Karşı Sanat Merkezi Genel Koordinatörü ve Sanat Danışmanı Ercüment Serpil, bu sunum basıma hazırlanırken kurumdaki görevinden feragat etmiş olup, halen Karşı Sanat ve Han Tiyatrosu’nda şan dersleri vermeye devam etmektedir. Ayrıca 2016 – 2017 sezonunda Nâzım Hikmet Kültür Merkezi bünyesinde sahnelenecek “Memleketimden İnsan Manzaraları”nı sahneye uyarlamakta olup, müzik çalışmalarına farklı projelerle devam etmektedir.
77 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Oyuncuyum. Konservatuarda şan bölümünde okumuş olmama rağmen tüm sanat hayatım, çocukluktan itibaren tiyatroyla iç içe geçti. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda figüranlık yaparak başladığım oyunculuk kariyerimde misafir sanatçılığa kadar yükseldim ve bu kuruma uzun yıllar hizmet ettim. Günümüzde "sanata yatırım yapmak"; daha çok sahne açmakla, sahne edindirmekle tarif ediliyor. Oysa sahne dediğiniz nedir ki? İçinde sanata dair sözü olan birileri yoksa sahne dediğiniz şey, boş bir alandan ibarettir. O yüzden öne çıkması gereken, binadan ziyade insana yapılan yatırım olmalı. Biz de bunun bilinciyle Karşıyaka’da, Tiyatro Sokağı’nda, imkânlarımızın elverdiği oranda nitelikli projeler üretip hayata geçirebileceğimiz bir sahne yaratmanın peşine düştük. Yirmi yıl önce, ben Mimar Sinan Üniversitesi’nin konservatuarında öğrenciyken, Cem İdiz öğretim görevlisiydi. Sayın Cem İdiz ile yollarımız İzmir’de yeniden kesişti. Cem İdiz, müzik alanında Türkiye tiyatrosunun en üretken ve nitelikli isimlerindendir. Kendisi Karşı Sanat’ta böyle bir görevi üstlenmemi teklif ettiğinde, tereddütsüz kabul ettim.*
BİLEŞENLER
ercüment_serpil@hotmail.com www.karsisanatmerkezi.com
Kerem Kaban
kerem.kaban@yasar.edu.tr www.filmotherapy.com
BİLEŞENLER
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde başladığım lisans eğitimime Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Enstitüsü’nde devam ettim. Mezuniyetimden sonra, on iki sene boyunca İstanbul ve Ankara’da çeşitli ulusal televizyon kanallarında yönetmenlik yaptım. İzmir’e döndükten sonra bir yıl boyunca İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde görev yaptım. Yedi yıldır Yaşar Üniversitesi’nde ders veriyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
78
Alanım; bahsettiğim üzere “filmde ses tasarımı ve film terapi”. Akademisyenliğimle sosyal sorumluluk projelerimi bir arada götürüyorum. Genellikle dezavantajlı gruplarla çalışıyorum. Örneğin, dezavantajlı bireylerle sinema festivallerine yönelik filmler çekiyorum. Filmoterapi.com diye bir sitemiz var. Bu site üzerinden muhtelif çalışma grupları düzenliyor, sosyal sorumluluk filmleri üretiyorum. İki senedir yürüttüğüm Sinema Terapi isimli bir proje kapsamında görme ve işitme engellilere film çektirdim. Görmeyenler sesleri kaydetti, işitmeyenler kamerayı kullandı. Yanı sıra kimi belediyelerle film terapi üzerine çalışmalar yürü-
tüyorum. 2016’nın sonbaharında Down sendromlu bireylerle bir film terapi projesi yapacağım. Bugüne dek ulusal ve uluslararası üniversitelerde “Sinemada Ses Estetiği” ve “Film Terapi” üzerine seminerlere, konferanslara katıldım. Ulusal ve uluslararası kapsamda çeşitli kısa film yarışmalarında ve festivallerinde jüri üyeliği yaptım. 2013 - 2015 arası dönemde bir AB Projesi kapsamında Polonya’nın Lodz kentinde düzenlenen “FilmTerapi / Metamorfoz” adlı konferans ve seminer dizisine konuşmacı olarak davet edildim. Pedagogiczna Biblioteka Wojewódzka w Łodzi‘de film terapi üzerine düzenlenen eğitimlerde bulundum. Halen, “Kariyer ve Yaşam Yönetimi Eğitimi”, “Psikolojik Danışmada Yeni Yönelimler: Film Terapi” adını verdiğim konferans ve eğitim seminerlerini düzenlemekteyim. 2014 yılından bu yana Koç Üniversitesi Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü ve National Film School Lodz ile ortak çalışmalar yürütüyorum. Ayrıca “Sinema ve Jazz”, “Film Terapi”, “Sinemada Ses ve Sesin Ontolojisi” isimli kitapların yazarıyım.
Mahmut Eşitmez
mahmut.esitmez@gmail.com
Orwell’in “1984” romanını veya Ridley Scott'ın “Blade Runner” filmini biliyorsunuz. Bu gibi popülerleşmiş örneklerde kent ve mekân, insanları ezen bir yerde durur. Aslında kent, bir şekilde iktidarı ve tahakkümü temsil eder. “Liberhell”de de böyle bir şey var. Bundan kaçamıyoruz. İzmir’de yaşayanlar olarak bizler distopik durumları ve olguları henüz baskın bir biçimde hissetmiyoruz. “İstanbul ve Ankara’ya göre İzmir daha yavaş bir şehir" diyorlar. Ankara’ya, İstanbul’a gittiğinizde “distopik kent”ten neyin kast edildiğini iliklerinizde hissediyorsunuz ve kentin insanı nasıl ezdiğine bizzat tanık oluyorsunuz. Gelir dağılımının alabildiğine bozulduğu, görkemli mekânlarla terkedilmiş ve çökmüş mekânların iç içe olduğu bir metropol hayatı var. Oysa “Liberhell”in hikâyesi, bütün bunlara rağmen bir umut mekânı yaratılabilir mi arayışını öne sürüyor. Çünkü insanın olduğu her yerde umut var. Savaşlara, global felaketlere doğru gidiyoruz, su
Örneğin İstanbul, koşar adım çöküşe doğru giden bir megapol. İstanbul’u yaşanmaz bulan çok insan var ama sonuçta o şehir, 2013’te Gezi Direnişi gibi bir umut mekânı doğurdu. “Liberhell”, büyük korkuların yaşama hâkim olduğu, insanların özgürlükten bahsetmekten çekindiği bir dönemden bahsediyor ama orada dâhi değişmeden kalabilmiş şeyler var. Neden? Çünkü edebiyat biraz da insanın hem değişen hem de değişmeyen taraflarını anlatır; insanın yavaş gelişen varoluş şekillerine gönderme yapar. Açıkçası, romanı yazarken mekânsal anlamda İzmir’i düşünmedim ama İzmir ile nasıl bir bağlantı kurabilirim diye düşündüğüm oldu. Biz İzmirliler, “Liberhell”deki kentte yaşayan insanlara benzer bir biçimde etrafımızda olan bitenden gayet yalıtık yaşıyoruz. Sonuçta ülkenin üzerinde kara bulutlar dolanıyor ama biz kendimizi ve şehri ayrıcalıklı bir konuma, kurtarılmış bir adaya yerleştirmeyi tercih ediyoruz. İzmir, yavaş olduğu için veya çok kültürlü yaşama imkân tanıdığı için eleştirilir; “gâvur” diye nitelendirilir ama bakacak olursanız, İzmir eninde sonunda emeklilerin, yaşlıların, çocukların, kadınların, engellilerin ve belki de LGBTİ bireylerin bir nebze daha rahat yaşayabildiği bir şehirdir. Türkiye ortalamasının biraz üzerinde durur. Bu anlamda “Liberhell”deki şehirle benzerlik kurabiliriz. Liman kentleri, en azından arkalarında duran coğrafyadan yalıtılmış olduğu için bir süre sonra kendi anlam dünyalarını kurabiliyor.
BİLEŞENLER
“Liberhell”, yayınlandıktan sonra özellikle basın tarafından distopya türüne layık görüldü. Biliyorsunuz; distopya, ütopyanın karşıtıdır; kötü gelecek üzerine yoğunlaşır. Bütün edebi eserler, hâtta sanat eserleri, sınıflandırıldıkları türle birebir uyuşmaz. Türün dayattığı kalıplar ve normlarla bir gerilim yaşar. Eserle layık görüldüğü tür, her zaman kavga içindedir. Bence “Liberhell”in distopya türüne uygun düşmeyen yanları vardı. Distopya yazımında ya da gelecekle ilgili yazımlarda temel unsurlardan biri zamandır. Bizim şimdimizle romanda anlatılan zamanın şimdisi nasıl bir çakışma içindedir? Genelde bu durum bir parça belirsiz kalır ve bu belirsizlik, bizi yeni olanaklar üzerine düşünmeye iter. Ayrıca, distopyaların kanonik diyebileceğimiz olumsuz bir mekân algısı vardır. Mekân, insanlar için bugün dâhi korkutucu bir kavram. Yani yaşadığımız kentleri ve o kentleri tanımlarken kullandığımız imgeleri düşünün; kentler bireyleri ezen, sosyal eşitsizliğin at başı gittiği, güvensiz, şiddeti dayatan, artık küresel çapta yaygınlığa ulaşmış terörizmle birlikte anılan mekânlar hâline gelmedi mi?
kaynaklarımız geri dönülmez bir biçimde kuruyor ve kirleniyor, nefes almak sorun hâle gelmiş ama umut ve arayış bitmiyor işte. Umut dediğin, insanla birlikte var oluyor. “Liberhell”de de öyle bir arayış var.
79 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İzmir’de yaşıyorum. Bilgisayar mühendisliği eğitimi aldım, yazılım mühendisiyim. Genel olarak edebiyatla yakından ilgiliyim ama bilhassa roman, uzun zamandır üzerine yoğunlaştığım bir alan. 2015 yılında “Liberhell” adını verdiğim bir roman yazdım. Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan bu kitapta belirsiz bir tarihte yaşadıkları kentte sıkışıp kalmış, dünyadan yalıtılmış insanların hikâyelerini anlattım. Aşırı otoriter bir rejim var ama net bir idare şekli yok. İnsanlar sürekli korku içinde yaşıyor. Dünya ekolojik bir felaket yaşamış; nefes almak herkes için zorlaşmış.
MEDYA KULÜBÜ Çağrı Öner
BİLEŞENLER
www.medyagunleri.com www.sinemagunleri.org www.medyakulubu.com medyainfo@gmail.com ! medyainfo
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
80
Medya Kulübü, İzmir Ekonomi Üniversitesi bünyesinde bir öğrenci inisiyatifi olarak kuruldu. Özel bir üniversitede faaliyet göstermesine rağmen daha ilk günden bağımsızlığını korumaya özen gösterdi; danışmanlarıyla ilerledi ve okulun belli başlı kurallarına mesafe koydu. Bununla beraber, iktidarın taşıyıcısı olma tuzağına düşmeden yeni bir medya dili geliştirmeye çalıştı.
olarak çalışmalarımıza devam ediyoruz. Web sitemiz bir haber portalı gibi çalışıyor; siyasi haberlere yer vermiyoruz. Ağırlıklı olarak kültürel haberlere, müziğe, edebiyata, sanata alan açıyoruz. Siyaseti de kitap incelemelerimiz, röportajlarımız, destek verdiğimiz bağımsız müzik oluşumları, konserlerini düzenlediğimiz alternatif gruplar üzerinden irdeliyoruz.
Başlarda sinema, haber yazımı, kısa film atölyeleri düzenliyorduk. Bu süreçte İzmir’e bir festival bir de akademik panel serisi kazandırdık: “Medya Günleri” adıyla düzenlediğimiz, internet üzerinden canlı olarak yayınladığımız kırk sekiz panelde iki yıl içerisinde yüz elli beş konuk ağırladık; medya sektörüne ilişkin sorunlara çözüm aradık. Şehre kazandırdığımız “İzmir Hak ve Emek Odaklı Sinema Günleri”ni bir film festivali olarak tanımlamak yerinde olur. İlkini İzmir Ekonomi Üniversite’nde düzenlediğimiz bu festivalin ikincisini Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdik. Bu kapsamda daha önce İzmir’de gösterim imkânı bulamamış filmlerle beraber Türkiye sinemasının önemli filmlerine yer verdik. Oturaklı bir iş çıkarmak istediğimiz için de filmlerin kamuya sunulan ilk kopyalarına ulaştık. Hayattaki yönetmenlerle konuştuk, rahmetli olanların ailelerine ulaşıp özel izinlerini aldık. Programa bizzat çektiğimiz “Alsancak Stadı Tarihtir Yok Edilemez” adlı belgeselimizle katkıda bulunduk. Böylece Alsancak Stadı’nın yıkılmaması için verdiğimiz mücadeleyi gösterdik. Bu belgeseli Taraftar Hakları Derneği’nin desteğiyle başardık.
“Medya Günleri” kapsamında düzenlemiş olduğumuz panellerin ve konferansların videolarına, “İzmir Hak ve Emek Odaklı Sinema Günleri”nde gösterdiğimiz filmlere aşağıda yer alan web sitelerinden ulaşabilirsiniz.
Medya Kulübü olarak, savunduğumuz değerler doğrultusunda mücadelemize devam ediyoruz. Bir arada kalabilmek adına Medya ve İletişimciler Derneği’ni kurduk; ekonomik sebeplerden dolayı bir yıl dayanabildik. Bir süredir web tabanlı bir platform
Mehmet Can Özer
Şiir”i kullanarak, Türkçe’de en sık kullanılan yüz kelimeyi müzikal bileşenlerle birlikte sunuyorum. Müzik, seslerin zaman içerisinde örgütlenmiş hâli; aynı yaklaşımla kelimeler de çeşitli dizimlerle geliyor. Gerek dikey gerek yatay olarak; tıpkı müzikteki notalar gibi. Yani bir okuma sırası yok; yazılım non-manipülatif bir algı yaklaşımı doğrultusunda çalışıyor. Bir kelimenin geçmişinizde saklı anlamları, ancak ve sadece siz bilebilirsiniz. O yüzden bu kombinasyonlardan anlam çıkartma meselesi tamamen dinleyiciye kalıyor.
Akademisyen kimliğimi destekleyen iki şapkam var. Birincisi bestecilik; ikincisi teknik adamlık. Kendimi öncelikle besteci olarak tanımlıyorum çünkü müzik ve ses, temel alanlarım. Teknik adamlık sıfatımsa sahip olduğum derinlemesine farkındalıktan ve teknik yetilerimden kaynaklanıyor. Bunun sonucu olarak hem ses mühendisliği yapıyorum hem kendi yazılımımı geliştiriyorum. Ayrıca bu yazılımı kullanarak konserler veriyorum. “Aşure” adını verdiğim yazılımı 2006 - 2007 yılları arasında geliştirdim. “Aşure”yi yazarken muhabbet kavramını merkeze koydum çünkü iki insan arasındaki etkileşim yaratmaya yönelik en temel unsurun muhabbet olduğunu düşünüyorum. Ben bir şey söylerim, siz onun üzerine bir şey söylersiniz ve böylece muhabbetin nereye gideceğini kestiremezsiniz. Aynı şeyi acaba sahnede nasıl modelleyebilirim diye düşündüm; sesleri anında başkalaştırarak muhabbet kurmak istediğim kişiye ulaştırabilmeme olanak tanıyan bu yazılımı ürettim.
Çevresel sesleri kompozisyonlarımda kullanmak, sıklıkla başvurduğum yöntemlerden bir diğeri. Çocukluğunuzda anneannenizin sandığından gelen bir kokuya otuz sene sonra bambaşka bir yerde rastlarsınız ve bu karşılaşma, sizi o ana götürür. Ben de benzer şekilde, çoklu algı yaratacak yöntemlerle bu çağrışımları tetiklemeye çalışıyorum. Sessiz videolar üretiyorum. Seslere nasıl yaklaşıyorsam görsellere de aynı şekilde yaklaşıyorum.
Cetvelle dâhi düz çizgi çekemeyen bir insanım ama müziğimin rotasyonu için kullanmak istediğim görsel unsurları bir takım programlara dökerek sese yaklaştığım biçimde görsellere yaklaşabildiğim işler çıkarmaya başladım. “Açık Şiir” adını verdiğim yazılım bu görevi görüyor. Müziğimi analiz ettiğimde, bütün besteciler gibi kendime has oranlar kullandığımı fark ettim. “Açık
Yayınlanmış beş solo albümüm, beş derleme albümde çeşitli eserlerim var. Hem elektronikler hem çalgılar için müzik besteliyorum. Geçen yıl, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası tarafından sipariş edilen ve Ankara’daki bombalı saldırılarda yaşamlarını yitirenlere adadığım “3 Hece” isimli eserimin dünya prömiyeri yapıldı. Ayrıca solo viyola, piyano, trio ve solo kontrbas için aldığım siparişler, dünyanın çeşitli festivallerinde seslendirildi. Yine geçen yıl, K2 Güncel Sanat Merkezi’nde bir sergi açtım. Küratörlüğünü üstlendiğim ve Goethe İnstitut’un katkılarıyla bu yıl 6-7 Ekim’de ikincisini düzenlediğim “dijitİZMir” adlı dijital sanat festivalinin gördüğü rağbet gittikçe artıyor. Bu artış beni heyecanlandırmakla kalmıyor; önümüzdeki yıllarda programı geliştirmek ve daha geniş kitlelere ulaşmak adına umutlandırıyor.
81 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Bilkent Üniversitesi’nde bestecilik eğitimi aldıktan sonra yurt dışına gittim; on yıl boyunca çeşitli ülkelerde eğitim aldım, eğitim verdim. Bu sürecin son iki senesinde Berlin’deydim. Berlin Teknik Üniversitesi’nde post-doktoramı yaptım. Halen Yaşar Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyorum. Dijital sanatlarla bu sürecin doğrultusunda uğraşmaya başladım. Doçent olarak görev yaptığım Yaşar Üniversitesi’nde ses mühendisliği, elektronik müzik ve film müzikleri alanında üç yüksek lisans ve doktoranın yanı sıra sanatta yeterlilik programı açtım.
BİLEŞENLER
tr.wikipedia.org/wiki/Mehmet_Can_Özer
OTUZBEŞLİK Bilsay Yıldırım
BİLEŞENLER
www.otuzbeslik.com ! otuzbeslikcom
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
82
Yazılım mühendisiyim; doğma büyüme Karşıyakalı, taze bir Urlalıyım. Lisans eğitimimi Bilkent Üniversitesi’nde bilgisayar üzerine aldıktan sonra San Francisco’ya gidip yazılım mühendisliği alanında master yaptım. Orada bir süre “start up” projelerinde çalıştım. Uzmanlık alanım “start up”*; ürettiğim her projede ve çalıştığım her işin içinde var olan bir kavram. Halen otuzbeslik. com adlı, İzmir üzerine yayın yapan portalı yürütüyorum. Ayrıca, son beş yıldır sıfırdan başlayıp ayda iki buçuk milyon kullanıcıya ulaşan whoscored.com'un cto’luğunu** yapıyorum.
riği yüklerken etkinlik haberini koyup bırakmak istemiyorum; yazıdaki ismi geçen kişiler, gruplar ve mekânlar da etiketlensin istiyorum. Bu veriler bir kenarda biriksin, takipçiler verilere bir modülden kolayca ulaşabilsin. İçeriğe dair her bilgi birbiriyle bağlantılı olsun ve beraber çalışsın. Etkinlik hangi mekânda oluyor, o etkinliği kim düzenliyor, o an kaç kişi katılıyor gibi veriler, aslında semantik anlamda birbiriyle çalışmak durumunda. Hepsinin bir anlamı var. Bu yüzden portale her gün yeni bir fonksiyon ekliyoruz.
San Francisco maceramdan sonra İstanbul’da kısa süreliğine bankacılık sektöründe çalışıp, Londra’ya yerleştim. Son sekiz yıldır Londra’dayım. Bu senenin başında, bir arkadaşımın teşvik etmesi üzerine İzmir’deki sosyal hayatı merkeze koyacak bir portal kurmaya karar verdim. Baştan mekân sitesi olarak ortaya çıktı, ardından mekân ve etkinlikleri birbiriyle ilintilendirecek bir portale dönüştü ve derken bugünkü hâline yaklaştı. İlk başta çok aklıma yatan bir proje değildi açıkçası çünkü aynı anda bir sürü projeyle uğraşıyordum; film çekiyordum, müzik ve resim yapıyordum. İzmir Ticaret Borsası Başkanı Işınsu Kestelli fikre destek verip ortak olunca, Vestel ve Folkart’ın sponsorluk ihtimâli doğunca, boş vermeyi bırakıp üzerine yoğunlaşmaya karar verdim. Otuzbeslik.com, son aşamada mekân – etkinlik - birey - grup üzerine odaklanan bir yapıya kavuştu.
Bu kadar insanın buluşmasından benim bir şey çıkarmam gerekiyor. Bu buluşmaların da hakikaten bir yere varması lâzım. İzmir’deki kültürel aktörler teknolojiyi çok daha efektif kullanmak zorunda. Bunu sağlayabilmek için de yazılımcıları şehre çekmek şart görünüyor. Bu açıdan Urla’da düzenlenen, İleri Teknoloji Enstitüsü bünyesinden çıkan “Hack ‘N Break” benzeri etkinliklerin çoğalmasını diliyorum. İzmir; sayısız miktarda yaratıcı beyine ev sahipliği yapıyorken, faal çalışan ekosistem sayısı çok düşük. Bunca senedir yurt dışında yaşamış olmanın, İzmir’i hiç tanımıyor olmamın getirdiği tarafsızlık üzerinden iddia edecek olursam, bu şehirde inanılmaz bir potansiyel görüyorum. Evet, şehre has bir rehavet var ama yaratıcı sektörler için bir üretim merkezi olarak kendini yeniden yapılandırması adına, bu rehaveti İzmir için önemli bir avantaj olarak görüyorum.
Şunu hayâl ediyorum: İnsanlar her sabah kalktığında Facebook’a, Instagram’a baktıktan sonra tamamen yerel içerikle oluşmuş bu portale mutlaka göz atıyor olsun. Teknik alt yapısını şimdilik iki kişi götürüyoruz. İçerikle ilgilenen üç arkadaşımız daha var. İçe-
* Hem büyüme hem de gelişme özelliklerini beraberce taşıyan projeler ve yeni girişimler için kullanılan bir kavram. İlk defa İngilizce'de kullanılan bu kavramın Türkçe’de tam karşılığı henüz yok. ** Bir kurumda veya firmada teknolojik ihtiyaçlardan sorumlu yönetici sıfatını taşıyan kimse.
ROKALEMON
Başlarda merdiven altı bir şekilde çalışıyorduk. Fotoğrafçılık herkesin kendine mâl ettiği bir meslek hâline gelince, farklı kulvarlara yönelmeye karar verdik. CGI (computer generated imagenery) dediğimiz üç boyutlu modelleme alanına girdik ve zamanla kendimizi geliştirdik. Rokalemon’u kurduğumuz günlerde işimizin ağırlığı yüzde seksen fotoğraf, yüzde yirmi CGI olarak giderken şimdi tam tersi bir pozisyondayız. CGI nedir derseniz, bilgisayar destekli görüntü üretimi diyebiliriz. Yazılımlar aracılığıyla, tamamen bilgisayar ortamında sıfırdan yaratılan görüntülerle sanal fotoğraf ve video materyalleri oluşturuyoruz. Televizyon reklâmlarından sinemaya, gazete ve dergi reklâmlarından katalog çalışmalarına kadar uzanan geniş bir çalışma alanımız var. Vaktimizin neredeyse yüzde doksanını artık bu tarz işler alıyor. Dönem dönem ekibi genişletmeye çalışmış olsak da beklediğimiz verimi alamadığımız için ikili bir sistemle devam ediyoruz. Başlarda bu üç boyutlu modelleme işinde ısrar etmemizin sebebi, Türkiye için yeni bir teknoloji barındırmasıydı ama o günden bugüne epeyi yol kat edildi. İzmir’e baktığımızda bu tarz hareketli görüntü üretebilen çok az kişi ve kurum olduğunu görüyoruz. İzmir bazı açılardan gerçekten sıkıntılı bir şehir; piyasa daha çok İstanbul’da dönüyor. Her ikimiz de İstanbul’dan hoşlanmadığımızdan ve yaşam tarzımızdan feragat etmekten kaçındığımızdan, çalışmalarımıza İzmir’de devam ediyoruz. Rokalemon’u kurarken bir karar almıştık: Para kazanmaktan ziyade, kendimize keyif alacağımız işlerle uğraşabilecek kadar vakit yaratabilmeyi öne koyacaktık. Çok yüksek paralar kazandığımızı söyleyemem ama yaptığımız işi çok seviyoruz, bu işlerle uğraşmaktan çok keyif alıyoruz; bu yüzden devam edebiliyoruz. Hayata geçirmek istediğimiz bireysel ve sosyal projelerimiz var. Bunlara vakit ayırabilmek, vakit ayırabilecek kadar da para kazanabilmek bizim için yeterli. Türkiye’de Sofar’ın ön ayak olduğu bir video konser formatı var. Gruplar, müzisyenler izleyici önünde, ev mertebesinde mekânlarda sahne alıyor. Bu marka, neredeyse tüm dünya çapında faaliyet gösteriyor. İlk keşfettiğimiz anda hayran kaldık çünkü çok güzel, çok samimi bir ortam vardı ve genellikle az
bilinen müzisyenler seçiliyordu. Başlarda, bir nevi keşif sahnesi gibi görev görüyordu, aslında. Bizim stüdyomuz Alsancak’taki Barlar Sokağı ile iç içe. Canlı müzik maalesef ki İzmir’de en kötü yıllarını yaşıyor. Müzik grupları olsun, müzisyenler olsun; dayatılan belli şarkıları çalmadan sahne alamıyor. İşletmeler belirli bir tarz, belirli bir repertuar dayatıyor. Dolayısıyla kendi parçalarını çalan gruplar bir yerde sahne alabilmek, parçalarını dinleyici ile buluşturabilmek adına büyük sıkıntı çekiyor. Bu gibi gruplara ve müzisyenlere en fazla birkaç program dayanabiliyor, işletme sahipleri. Biz de Sofar’dan yola çıkalım istedik, “bu etkinlik neden İzmir’de de olmuyor” diyerek proje direktörüyle iletişime geçtik. Kendi ekipleriyle yapmak istediklerini söyleyince onlardan “benchmark” yaparak kendi stüdyomuzda benzer bir ortam yaratmaya karar verdik. İşlerden fırsat bulabildiğimiz aralıklarda, “Rokalemon Performans Sahnesi” adı altında oda konserleri düzenliyoruz. Stüdyomuzun bir bölümünü kendi imkânlarımızla geçici olarak sahneye dönüştürüp performansları kaydediyoruz. Konserlere kırk kişi kadar seyirci alabiliyoruz. Bu etkinlikle ilgili herhangi bir ticari beklentimiz olmadığı için de seyirciden ücret talep etmiyoruz. Sadece kendi şarkılarını üreten, çalan müzisyenlere sahne açıyoruz. Başlarken yeni şarkılar, yeni tarzlar, yeni bakış açıları keşfedebilmek için böyle bir şart koymuştuk ama aradan geçen zaman, ne kadar doğru bir karar verdiğimizi bize ispat etti. Üstelik müzisyenlerle dinleyici birbirleriyle tanışma ortamı buluyor. Çok sık düzenleyemiyoruz açıkçası; sıkça yapmaya kalksak ciddi anlamda emek istiyor, belli bir maliyeti var. Bizim de bunu karşılayabilecek durumumuz yok. Umarım ileride daha sık konser düzenleyebiliriz. Sahnemize ait performans kayıtlarına Youtube kanalımız üzerinden ulaşabilirsiniz.
83 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Beş yıl önce, askerliğimizi tamamlayıp iş bulmanın peşine düşmüştük. Farklı yerlerde çalışmaya başladık. Kısa zaman sonra başkalarının yanında yapamayacağımızı anladık ve birbirimizi cesaretlendirip böyle bir girişime soyunduk.
BİLEŞENLER
rokalemon.com ! rokalemon " rokalemon # rokalemon
Ahenk Yılmaz
ahenkyilmaz@gmail.com ahenk.yilmaz@yasar.edu.tr
BİLEŞENLER
Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Bölümü’nden 1998 yılında mezun oldum. İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’ndeki yüksek lisansımı 2001 yılında, doktoramı 2008 yılında tamamladım. Doktora sonrası çalışmalarımı Brighton Üniversitesi’nde gerçekleştirdim. Yaklaşık on yıl İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nün, üç yıl da İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin mimarlık bölümlerinde çalıştım. Halen Yaşar Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak akademik hayatıma devam ediyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
84
Ağırlıklı çalışma alanımın mimarlık kuramı ve eleştirisi olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki bu temel alan içerisinde pek çok farklı dalda araştırma yürütüyor, yayın üretiyorum. Kent, mekân ve mekânsal deneyim arasındaki ilişki çeşitleri en çok çalıştığım konular. Bazen internet aracılığıyla mekânla kurduğumuz ilişki, bazen de renklerin etkisi üzerinden mekânı algılayışımız ilgimi çekiyor. Bazen de mekânsal adalet meselesine bakıyorum ya da kentin bire bir belleğinin mekânın gelişimine etkisinin üzerine odaklanabiliyorum. Bu geniş çerçeve içerisinde kalarak, size çalışmalarımın önemli bir kısmının odağını oluşturan "mimarlık ve bellek" ilişkisinden bahsetmek istiyorum. "Bellek" kavramıyla 2004 yılında, İngiltere’de disiplinler arası bir konferansta yaptığım sunumdan sonra daha yakından ilgilenmeye başladım. Gelibolu’daki anıtlar, mezarlıklar ve savaş alanları üzerine yaptığım bu sunum, sonraları "hatırlama ve anıtlaştırma ilişkisi" üzerine yürüttüğüm araştırmalara bir giriş niteliğindeydi. Bu araştırmalar, temel olarak anıtların hatırlamayı ve unutmayı kontrol etmek için nasıl biçimlendirildiğine, süreç içerisinde kolektif belleğin her seferinde nasıl yeniden üretildiğine odaklanıyordu. Bu bağlamda, Gelibolu Yarımadası’nda inşa edilmiş ulusal anıtların kendi içerisinde geçirdiği değişim ve bununla bağlı olarak ortaya çıkan anıtlaştırma söyleminin farklılaşması üzerine çok sayıda çalışma gerçekleştirdim. Bu çalışmalar beni "bellek sanatı" ya da "hatırlama sanatı" adıyla anılan, antikiteden beri kullanılan bir ezberleme yöntemine yönlendirdi. Anıtları okumak, anlamak ve anıtların hatırlama sürecini nasıl yönlendirdiğini çözümleyebilmek için bu ezberleme yöntemini bir modele dönüştürmek, doktora araştırmalarımın önemli bir kısmını oluşturdu. İngiltere’deki doktora sonrası çalışmalarımda, yine Gelibolu’da İngilizler tarafından inşa edilmiş anıt ve savaş mezarlığı örnekleri-
nin mimari analizine yoğunlaştım. Gerek ulusal gerek uluslararası destekler alarak yürüttüğüm bu çalışmada, Türkiye’de gerçekleştirilmiş pek çok mimari eser hakkında daha önce tümüyle kapalı arşivlerde kalmış bilgilere ulaşma, dahası bu bilgileri aktarma imkânı buldum. Bu teorik bilgileri Gelibolu Yarımadası’nda inşa edilecek yeni şehitliklerin tasarımıyla ilgili bir yarışmaya taşımak, pratik süreçlere uygulamak, benim için çok heyecan vericiydi. Yarışmaya büyük bir ekibin parçası olarak katılmıştım. Ne var ki ilk aşamayı geçmemize, seçilen on projeden birisini üretmiş olmamıza rağmen yarışma iptal oldu ve süreç, en azından şimdilik, sona erdi. Mimarlık ve bellek üzerine yürüttüğüm çalışmaları, son zamanlarda daha çok kentsel bellekle ilişkili alanlara yönlendiriyorum. İzmir’de Gündoğdu Meydanı’nın belleği üzerine yaptığım bir çalışma, bende önemli bir kırılma noktası yarattı. Buradan yola çıkarak, yer ve kentsel bellek ilişkisi üzerine mimarlık öğrencileriyle atölye çalışmaları yapmaya karar verdim. Kentle kuracakları ilişkiyi tekrar sorgulamak, farkındalığı artırmak açısından bu atölye çalışmalarının öğrencilere ciddi katkı sağladığını düşünüyorum. Kültürpark’a duyduğum kişisel ve akademik ilgi de bu süreçlerin bir aşaması olarak ortaya çıktı. Kentsel ve kolektif belleğimizin önemli yapı taşlarından birini oluşturan Kültürpark’ın ve genel olarak park alanının kente, kentliye sunduğu çok katmanlı hatırlama ve unutma süreçlerinin ne kadar önem taşıdığını tarif etmeme herhâlde gerek yok. İzmir’de yaşayan herkesin hafızasında ayrıcalıklı bir yere sahip bu alanın mekânsal tarihi hakkında yeterince araştırma yapılmamış olduğunu fark ettiğimizde, iki akademisyen arkadaşım, Kıvanç Kılınç ve Burkay Pasinler ile birlikte konuya girişme kararı aldık. O dönemde Gaziemir’deki fuar alanının inşaatı devam ediyordu; belli ki Kültürpark, taşınma bittikten sonra bir dönüşüm geçirecekti. İşte bu dinamik, konuya daha çok önem atfetmemize sebep oldu. "Kültürpark'ın Anımsa(ma)dıkları: Temsiller, Mekânlar, Aktörler" adlı çok yazarlı kitap, böylece ortaya çıktı. Bu ekiple Kültürpark üzerine çalışmaya devam ediyoruz. Ayrıca, kişisel olarak yürüttüğüm kentsel bellek çalışmalarına daha çok yoğunlaşmayı hedefliyorum. Çünkü kentsel bellek olgusunun toplumsal farkındalığı artırmak, şehirlileri yaşadıkları şehre sahip çıkmaya teşvik etmek adına önemli bir işlev taşıdığına inanıyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
85
BİLEŞENLER
Altuğ Akın
BİLEŞENLER
altugakin@gmail.com " gode_cengiz
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
86
İzmirliyim; İzmir dışında İstanbul, Stockholm, Barcelona, Londra ve New York gibi kentlerde yaşadım. 2006 yılında İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde göreve başladım; sonra doktora için Barcelona’ya gittim. Bir dönem Londra’da, BBC Türkçe Servisi’nde çalıştım, sonra tekrar üç yıllığına İzmir’e döndüm. Bir yıl öncesine kadar “postdoc” için UPENN’deydim. Döndükten sonra Karşıyaka’ya yerleştim. Pla+form dergisini New York’tayken gördüğümde müthiş heyecanlandığımı, “bu nasıl bir iş; neler oluyor orada” hissine kapıldığımı söylemek isterim. Mart’tan bu yana İKPG’yi ve yayınları daha yakından takip ediyorum.
Akademik faaliyet dışında, BBC Türkçe’ye ve Express dergisine içerik üretmeye devam ediyorum. Çevirmenlik, bir diğer uğraşım. Eduardo Galeano’dan “Helena’nın Rüyaları”nı, Gabriel Garcia Marquez’in yaşamına dair “Gabo’nun Hayatı”nı ve Julio Cortazar’dan “Buluşma”yı İspanyolca’dan Türkçe’ye çevirdim. İşin güzeli, bu güzelim kitapları İzmirli yayınevi Tudem yayınladı. Ayrıca, “Anahtar Sözcükler” isimli bir podcast serisinin koordinatörlüğünü yürütüyorum. Bu seri kapsamında kültür, teknoloji, sanat alanlarında zihin açıcı işler üreten insanlarla kısa sohbetler gerçekleştiriyoruz.
İzmir Ekonomi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Medya İletişim Bölümü’nde yardımcı doçentim. Bir yandan, New York New School ve doktoramı aldığım Barcelona Özerk Üniversitesi’ndeki araştırma merkezlerine bağlı olarak çalışıyorum. “Üretim çalışmaları”, esas ilgi alanım. Bunun yanında uluslararası - ulus aşırı - küresel iletişim alanlarına ait yayınlar üretiyorum. Gazetecilik, bir diğer uzmanlık alanım; ayrıca mesleki meşgalelerimden biri. 2015’te BİA için hazırlanan barış gazeteciliği raporuna katkı sundum. Alternatif ya da yeni medya üzerine yaptığım işler var; örneğin futbol taraftarlarının alternatif medyası üzerine çalışıyorum. Bu meselelere teorik olarak, tarihi bir perspektiften bakmayı seviyorum. Thompson ile Uygur Kocabaşoğlu hattındaki isimler, size fikir verebilir. Medya, toplum ve siyaset diye adlandırabileceğimiz, işin biraz daha suya sabuna dokunan tarafları da benim kuramsal yaklaşımımı şekillendiriyor. Belki bu hattın bir ucuna Bourdieu’yü ve Walter Benjamin’i, ortasına Marx’ı, diğer ucuna Spinoza’yı koyabiliriz. Tabii ki eleştirel kuram, bana başından beri meseleleri daha sağlıklı bir biçimde görme fırsatını sunuyor. Örneğin Walter Benjamin - Ünsal Oskay hattı.
Kişisel bir yaklaşımla biraz da kentsel bir çerçeveden bakarak İzmir iletişim tarihi üzerine akademik bir çalışmaya girişmek üzereyim. Ayrıca, İzmir’e dair öykülerin seslendirileceği yepyeni bir podcast serisine başlıyoruz. Bir yandan da gazetecilik alanında düzgün işler yapmayı sürdürmek istiyorum. Son olarak “Sakin Medya” olarak tanımlayabileceğimiz bir kooperatif projesi üzerinde çalışıyoruz. Ana akım medya içeriğinde, üretiminde ve tüketiminde sorunlu gördüğümüz ne varsa uzağında duracağımız bir mecra-ortam yaratma gayretindeyiz. Peki, neden bunlarla uğraşıyorum? Okuma, yazma, müzik ve radyo, çocukluğumdan kalan meraklar. Zaman içinde içine bulaştıkça, tüketmeyi sevdiğim bu işlerin üreticisi oldum. Üretimin güç ilişkilerinden bağımsız olmadığını anladığım andan itibaren de suya sabuna dokunan işlere bulaşmak kaçınılmaz oldu. Bu minvalde, dünyayı daha güzel bir yere dönüştürme derdiyle, akademik faaliyetlerime ve medya üretimlerime devam ediyorum. Bir de Spinoza’nın sözünü dinleyip, doğru karşılaşmalar örgütlemeye çalışıyorum.
APEIRON COLLECTIVE
apeironcollective@gmail.com ! apeironizmir # apeironcollective www.mixcloud.com/apeironcollective
İzmir’de bu alanlara dair örgütlenmenin eksikliğini hissediyoruz. Önümüzdeki dönemde İzmir’deki alt kültürleri kapsayacak bir dergi çıkarmayı hedefliyoruz. İkinci hedefimiz, bu dergi üzerinden bir distro* ağı kurmak. Orta vadede, bu distro ağı üzerinden ilerleyecek bir plak şirketi hayata geçirmeyi amaçlıyoruz.
* Bağımsız albümlerin dinleyiciye veya koleksiyonerlere birinci elden ulaşmasını sağlayan yeraltı dağıtım sistemi. Günümüzde dijital kanallarla yeni yaygınlık alanları kazanmasına rağmen, temel itibariyle posta yolu tercih edilir ve takas esastır.
BİLEŞENLER
Apeiron’un çekirdek kadrosu iki kişiden oluşuyor; ayrıca iki kişilik destek ekibimiz var. Bireysel yeteneklerimize ve ilgi alanlarımıza göre dördümüz aramızda görev paylaşımı yapıyoruz. Düzenlediğimiz etkinliklerin afişini tasarlamak, fotoğraf ve video çekimi yapmak, ses kaydı almak gibi işlerde bize yardımcı olan başka arkadaşlarımız var. Bu arkadaşlarımızın işlerini kendilerine teşekkür ederek sosyal mecralarda paylaşıyoruz; böylece tasarımlarına ve üretimlerine görünürlük kazandırmış oluyoruz.
Etkinliklerimizi duyurmak ve Apeiron takipçilerini bir araya toplamak için ağırlıklı olarak Facebook ve Instagram sayfalarımızı kullanıyoruz. Yaklaşık beş bin kişilik bir kitleye ulaşabiliyoruz. Bu sayfalarda kendi düzenlediğimiz etkinliklerin yanı sıra bizimle benzer görüşe sahip sanatçıların ve kolektiflerin projelerini, organizasyonlarını duyuruyoruz. Ayrıca Mixcloud hesabımızdan haftalık olarak hazırladığımız seçkileri (mixtape) paylaşıyoruz. Bu seçkilerde farklı alt kültürlerden müzikal türlere yer veriyoruz.
87 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İzmir alt kültür sahnesinden geliyoruz. Apeiron Collective’i 2014 yılında kurduk. Farklı alt kültür alanlarını kesiştiren etkinlikler düzenliyoruz. Destekleyemeye veya iş birliğine gitmeye karar verdiğimiz projeleri, oluşumları belirlerken müzik tarzlarına göre bir ayrıştırma gütmüyoruz. Ağırlıklı olarak kendi müziğini yapan, bağımsız davranan, bugüne dek İzmir’de sahne al(a)mamış grup ve müzisyenleri destekliyoruz. Konser için en uygun mekânı bulup anlaştıktan sonra oluşturduğumuz etkinlik planını sanatçıya iletip onayını alıyoruz. Eğer sanatçı için uygunsa yola devam ediyoruz.
ARKAS SANAT MERKEZİ Betül Aksoy
info@arkassanatmerkezi.com www.arkassanatmerkezi.com ! ArkasSanatMerkezi " ArkasArtCenter # arkassanatmerkezi
BİLEŞENLER
Birinci Kordon’da; Fransız Kültür Merkezi’nin karşı sırasındayız. Göz alıcı mermer yapısıyla hemen dikkatinizi çeken bu bina, aynı zamanda Fransa Fahri Konsolosluğu olarak hizmet ediyor. 1875 yılında Fransız Hükümeti’ne tahsis edilen bina, 1904 depremini ve 1922 yangınını atlatarak günümüze kadar ulaşmayı başarmış. Konsolosluk binasının denize bakan bölümü, kültür ve sanat amaçlı kullanılmak üzere yirmi yıllığına Arkas Holding’e tahsis ediliyor ve sekiz ay süren bir restorasyon süreci sonunda, 2011 yılında Arkas Sanat Merkezi adıyla hizmet vermeye başlıyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
88
Sanat merkezimizde düzenlediğimiz sergiler için yurtiçi ve yurtdışındaki müzelerle, çeşitli kurumlarla ve koleksiyonerlerle iş birliği yapıyoruz. İlk düzenlediğimiz sergi “Arkas Koleksiyonu’nda Post-Empresyonizm” adını taşıyordu ve tüm eserler Fransız ressamlara aitti. Sergilenen eserlerin ait olduğu dönemin binanın tarihiyle örtüşüyor olması ve Fransız Konsolosluğu içerisinde açılan ilk serginin Fransız ressamların eserlerini buluşturması, bence güzel bir başlangıçtı. Sergi, beklediğimizden çok daha fazla ses getirdi. Üç ay boyunca on iki binin üzerinde ziyaretçi ağırladı. Bu rağbete tanık olunca içimiz çok rahat etti çünkü İzmir’de bu boyutta ve kapsamda bir kültür girişimi yarattığınızda ne tür tepkiler, geri dönüşler alacağınızı baştan öngörmek çok da kolay değil. Ardından “Batılının Fırçasından Ege’nin Bu Yakası” sergisini düzenleyerek oryantalizm konusunu ele aldık. Küratörlüğünü Erol Makzume’nin üstlendiği bu sergide Arkas Koleksiyonu’na ait kırk eserle birlikte pek çok koleksiyonerden ve müzeden ödünç aldığımız eserlere yer verdik. Bir sonraki sergimizdeyse fotoğraf sanatını öne çıkardık. Ahmet Ertuğ’un “Sessizliğin Yankısı” isimli sergisinden yeni bir seçki derledik. Bu sergide çeşitli Avrupa ülkelerinde yer alan tarihi kütüphane ve opera saraylarına ait fotoğraflar yer alıyordu. Takiben, küratörlüğünü Halilhan Dostal’ın üstlendiği, Türk resim sanatının yetkin isimlerinden Naci Kalmukoğlu’nun retrospektifini içeren “O, Bir Yıldızdı” sergisini düzenledik. Beşinci sergimiz “Asker Ressamlar” ise Arkas Koleksiyonu’nun kuvvetli olduğu bir alanı öne çıkartıyordu. Sanatseverlere Şeker Ahmet Paşa, Hüseyin Zekai Paşa, Osman Nuri Paşa, Süleyman Seyyid gibi erken dönem asker ressamlarla başlayan ve Hoca Ali Rıza, Bahriyeli İsmail Hakkı, Sami Yetik gibi mihenk taşı ressamlarımızı öne çıkaran bir seçki sunduk. "18. ve 19. yüzyıllarda İzmir: Batılı bir Bakış”ta İzmir’e dair olup daha önce hiç sergilenmemiş pek çok eseri Louvre, British Museum, Rijksmuseum gibi dünyanın en önemli müze ve kurumlarından özel izinle getirdiğimiz eserlerle beraber sergiledik. Böylece, ziyaretçilere İzmir’i ziyaret eden seyyahların gözünden şehri
tanıma fırsatı sunduk. Ardından gelen sergimiz, özellikle kadın ziyaretçilerimizin çok ilgisini çekti. “Camın Şairleri”, 20. yüzyılın başlarında Fransa’da filizlenen Art Nouveau akımının cam sanatındaki en önemli üç temsilcisinin, yani Émile Gallé, Daum kardeşler ve René Lalique’in eserlerini bir araya getirdi. Ayrıca, bu sergide Arkas Koleksiyonu’ndan yüz yetmiş iki esere yer verdik. Programımıza Türk resim tarihinin temel taşlarından birini oluşturan "Hoca Ali Rıza” sergisiyle devam ettik. Yapı Kredi Bankası ile iş birliği içerisinde hazırladığımız bu sergide yüz elliden fazla eser ziyarete açıldı. Ardından, yok olmaya yüz tutan halı sanatını gündeme taşıyabilmeyi amaçlayan “Arkas Koleksiyonu’nda Osmanlı Halı Sanatı” isimli sergi geldi. Turistlerin ve sanatseverlerin yoğun ilgisi üzerine uzattığımız bir sergi oldu bu. Akabinde fotoğraf sanatına dönüş yaparak, İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği iş birliğiyle Türkiye’den ve yurt dışından on sekiz fotoğraf sanatçısının katılımıyla hayata geçirilen “İzmir; Yarınlara Bir Miras” projesinden bir seçkiye yer verdik. Bu sergi, İzmir’i diğer kentlerden farklı kılan, İzmir’e değer katan şehre özgü unsurları öne çıkarmış oldu. Türkiye’nin en önemli özel koleksiyonlarından biri olarak kabul edilen Muharrem Kayhan Koleksiyonu ile Antik Çağ’daki Anadolu’yu ele aldığımız “Antik Anadolu'nun Tanıkları” isimli sergimizde üç yüz obje ve dört yüz yetmiş yedi adet sikke ziyarete açıldı. Çok yoğun ilgi gördü; bu nedenle ziyaret süresini uzattık. Yoğun ilgi gören diğer bir sergiyse Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün derlediği “Üç Denizin Arasında Osmanlı ve Fransız Boğaz Haritaları”ydı. Bu sergimizde İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı’na ait yüz otuz beş haritayı meraklılarıyla buluşturduk. Kasım 2015’te, doğu seyyahlarının izlediği güzergâhlara adadığımız sergi serisinin ikinci ayağını oluşturan “Anadolu Seyahatleri” ile batılı gezginlerin İzmir’den hareketle kat ettiği Anadolu topraklarını gündeme getirdik. Bu sergide Louvre, Musee d’Orsay, Fransa Milli Kütüphanesi gibi Fransa’nın önde gelen müze ve kurumlarından, özel koleksiyonlardan derlenmiş üç yüz iki esere yer verdik. Tüm sergilerimizde ziyaretçilerimize ücretsiz rehberlik hizmeti veriyoruz. Ayrıca sergiler süresince, o konunun uzman isimlerini konuk ederek konferanslar düzenliyoruz. Çocuklara özel anlatımlar ve aktiviteler planlıyoruz. Çocuklar bizim için çok önemli çünkü sanat sevgisinin küçük yaşta aşılandığına inanıyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
89
BİLEŞENLER
KRONOS MEDIA DESIGN Ayberk Olgay
BİLEŞENLER
ayberkolgay@gmail.com ! kronosmd
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
90
Yönetmenim, sinemayla uğraşıyorum ve İzmir’de yaşıyorum. Aykut Alp Ersoy ile 2012 yılında birçok kısa film çektik. “Modern Zamanlar” adlı kısa filmimizle Vimeo’da “staff pick”* seçildik ve kimi festivallerde ödül kazandık. 2012 yılının sonlarında İstanbul’a yerleşmeye karar verdim. Dört ay boyunca Star TV’de yayınlanan “Fırıldak Ailesi” isimli, yetişkinlere yönelik bir animasyon projesinde yönetmenlik yaptım. Proje on üç bölüm devam etti; ben sekiz bölümünde bulundum fakat içeriğe ve işleyişe dair yaşadığım tatminsizliklerden, sektörün şartlarına ilişkin rahatsızlığımdan dolayı İstanbul’un bana uygun olmadığını düşünüp İzmir’e döndüm. O gün bugündür, bir proje üretim merkezi olarak çalışan Kronos Media Design’ın başındayım. Birkaç yıldır Ege Üniversitesi, İzmir Ekonomi Üniversitesi ve Yaşar Üniversitesi’nden gelen öğrencileri yetiştiriyorum. İzmir’deki üniversitelerin sinema bölümlerinde setteki işleyişe, kamera kullanımına, kurgu tekniklerine dair yeterli bilginin verilmediğini düşünüyorum. Teknolojik olanaklar arttıkça, genç akademisyenler üniversitelerde görev almaya başladıkça meydana gelen ilerlemeleri yadsıyamasak da öğrencilerin temel teknik bilgilere ve set deneyimine ilişkin eksik kaldığını gözlemliyorum. Bu yüzden verdiğim eğitimlerle onları sektöre hazırlamaya çalışıyorum ve proje geliştirmeye teşvik edecek çeşitli atölye çalışmaları yürütüyorum. Atölye projesi olarak çektiğimiz “Seyirci” isimli kısa filmimiz,
2016 Ankara Uluslararası Kısa Film Festivali’nde finalist oldu. Dokuz Eylül Üniversitesi, GSF Oyunculuk Bölümü’nden mezun Erk Bilgiç ve Melike Çerçioğlu Bilgiç’in kurup yönettiği, Prof. Dr. Özdemir Nutku’dan danışmanlık alan Tiyatrohane ile karşılıklı iş birliği içindeyiz. Tiyatrohane ekibindeki arkadaşlar bizim kısa filmlerimizde oyuncu olarak yer alıyor, biz de onların oyunlarının tanıtım ve reklâm filmlerini hazırlıyoruz. “Sinemaskop” projemiz, sinemayla ilgilenen herkesin ilgisini çekebilir diye düşünüyorum. “Sinemaskop”, aslında televizyonda yayınlanabilecek tarzda bir yarışma programı. Üçer kişilik sekiz ekibin yer aldığı, toplamda yirmi dört kişinin yarıştığı bir formatı var. Her hafta sinemayla ilgili otuz soru soruyoruz; bu soruları doğru cevaplayanları ödüllendiriyoruz. “İzmir Sinema Dayanışması” projesi, benim yıllardır kafa yorduğum bir konu. Temel hedefi ekip, ekipman, mekân, kostüm, dekor ve maddi kaynak gibi konularda sinemacıların birbirine hızlıca ve kolaylıkla ulaşmasını sağlamak. Aslında işleyiş şekli ve hedefleri itibariyle İKPG’ye benzer bir oluşum tasarlıyorum. İzmir’deki tüm sinemacıları bir ağ içerisinde toplarken, bu dayanışma ağına İzmir halkını da dâhil edecek çünkü film çekmenin ötesinde, sinemayla halkı buluşturacak etkinlikler üretmeyi çok önemsiyorum. * https://vimeo.com/channels/staffpicks
kronosmediadesign
Aziz İmamoğlu
İzmir’e dönüp yerleşme kararı almamın birinci sebebi şuydu: Ben bu işi meslek hayatım boyunca çok severek yaptım. Severek yapılan her iş insanın hayatında çok ciddi bir yer kaplar ama o aşırı çalışma temposuna rağmen sanki çalışmıyormuşsun gibi hissedersin ya, ben oldum olası mutluydum kendi alanımda. Bu alana yüzde elli bir diyelim; geriye kalan yüzde kırk dokuzunu zaten hayat tayin ediyor. Ne zaman ki sektör ve İstanbul alabildiğine vahşileşti, işte o an sistemin çok severek yaptığım bu işi elimden alabileceğini fark ettim. Buna izin vermek istemedim ve İzmir’e “kaçtım”. Bu kaçışı, durumdan ve ortamdan uzaklaşmak olarak algılamayın; aksine daha fazla mücadele etmek gerekti çünkü buradaki işleri de devam ettirme zorunluluğu geldi kapıma dayandı. Üniversitedeki görevim, bu anlamda bana ferah bir alan açtı. İzmir’e geldiğimden beri altı kadar uzun metraj film kurguladım.
Bu filmlerin beşi İzmir’de, biri İstanbul’da çekilmiş. Kendi adıma yepyeni bir tempoyla karşı karşıyayım; o yüzden süreci çok iyi yönetmeye çalışıyorum. Başarırsam ortaya çıkacak sonuç, başka sinemacılar için de örnek ve fayda teşkil edecek. Yönetmen Nisan Akman filmi İstanbul’da çekiyor, görüntüleri buraya gönderiyor. Kurgusunu öğrencilerimle beraber İzmir’de yapıyorum. Tüm teknik süreçleri öğrencilerim yürütüyor, kaba kurguyu yapıp bana teslim ediyorlar. Ben de ince kurgudan sorumluyum. Dijital teknoloji, geldiği nokta itibariyle artık bazı avantajlar sunuyor. Örneğin çekilen malzemeyi ertesi gün kurgulayabiliyorsunuz; böyle bir lüksünüz var. Yönetmeni ve yapımcıyı şuna ikna ettim: “Film bittikten sonra ben İstanbul’a gelemem. Siz İzmir’e gelin, bu işi İzmir’de bitirelim.” Bu yüzden biraz heyecanlıyım, çünkü bu model başarıya ulaşırsa pek çok yönetmen ve yapımcıyı cesaretlendirip hep hayal ettiğimiz üzere İzmir’e çekebiliriz. İKPG’nin düzenlediği Sinema Forumu’ndan Sinema Platformu’nu kurma kararı alarak çıktık. Ayda bir toplanıyoruz; çekirdek kadro şimdilik beş kişilik. Belediyeyle sürekli temas halindeyiz; İzmir temalı bir uzun metraj senaryo yarışması düzenlemenin peşindeyiz. Ayrıca, İzmir’in önüne koyduğu “fuarlar ve kongreler şehri” vizyonuna uyumlu kalarak, dünya üzerinde çok güçlü örnekleri olan film fuarlarının bir benzerini şehre taşıyalım derdindeyiz. Dünya sinemasını, televizyon sektörünü, belgeselcileri ve kısa filmcileri İzmir’de buluşturacak bu uluslararası fuar projesinin şehre her açıdan büyük katkı sunacağını, benzersiz fırsatlar getireceğini düşünüyoruz.
91 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema Televizyon Bölümü’nden mezunum. 2001 yılında sinema sektöründe kendime yer bulmak amacıyla İstanbul’a yerleştim ve yaklaşık on beş yılımı sektörde geçirdim. Profesyonel alanım kurguculuk. Şimdiye kadar yirmi beş kadar uzun metraj filmde, “Behzat Ç.”, “Mor Menekşeler” ve “Cinayet” gibi dizilerde çalıştım. Bir ayağım her zaman İzmir’e bastı; okulu çok geç bitirdiğim için sürekli gidip gelmek zorundaydım. Şu sıralarda İzmir’e dönme veya yerleşme kararını gözden geçiren bir sürü arkadaşımın aksine, “ne yaparım, nasıl düzen tutarım” korkusunu bu yüzden kolayca atlattım. Yaklaşık iki senedir tam zamanlı olarak İzmir’de yaşıyorum ve Yaşar Üniversitesi, Film Tasarım Bölümü’nde kurgu dersleri veriyorum.
BİLEŞENLER
azizimamoglu@gmail.com
ZUMBARA / THINGS / ANADOLU JAM Ayşegül Güzel
info@zumbara.com blog.zumbara.com zumbara.com ! zumbara " zumbaradan www.yourthings.org www.anadolujam.com
BİLEŞENLER
Özel sektördeki kariyerimi bilinçli bir kararla terk ettikten sonra altı yıldır topluluk ilişkileri alanında kolaylaştırıcılık yapıyorum. Ancak bireysel ilişkileri güçlendirebilirsek güçlü topluluklar oluşturabileceğimize inandığım için enerjim hep bu yöne akıyor. Daha önce İstanbul’daydım; Kadıköy’de yaşıyordum. Bebeğimizin hayatımıza girmesiyle iki yıldır İzmir, Kemalpaşa’da yaşıyoruz. Dağların ve ormanların arasındayız ve hâlimizden pek memnunuz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
92
Üç şapkayla karşınıza çıkıyorum. İlki, alternatif bir ekonomik sistem: Zumbara. Zumbara, zaman bankası sistemini uyguluyor. Örnek vereyim: Ben yazar Mahmut Bey’den çok beğendiğim kitabıyla ilgili bir paylaşım talep ediyorum: “Sizinle şu kitabınız üzerine bir saat konuşmak istiyorum.” Mahmut Bey de bunu kabul ediyor. Buluşuyoruz, konuşuyoruz ve ben Mahmut Bey’e “bir saat” ödüyorum. Yani, değişim birimi olarak zaman kullanılıyor. Mahmut Bey, bu bir saati “zaman kumbarası”na atıyor. İhtiyaç duyduğunda, kumbarasındaki bu bir saat karşılığında yoga dersi alabiliyor veya evini taşırken sisteme üye bireylerden yardım talep edebiliyor. İşte buna “servis değişimi” diyoruz. Bu sistem İstanbul’da beş yılı aşkın bir süredir işliyor. Türkiye çapında “Zumbara Dünyası” adını verdiğimiz ağa üye kırk bin kişi var; bu kitlenin %97’si İstanbul’da yaşıyor. İzmir’de bir topluluk var. Topluluk oluşturmak için inisiyatif alacak bireyler gerekiyor çünkü topluluklar ancak inisiyatif alan bireylerin desteğiyle ilerleyip ayakta kalabiliyor. Sisteme dair şunu da eklemem lazım: İzmir topluluğunu ancak İzmirliler oluşturabiliyor. Biz de merkezden toplulukları destekliyoruz. Sisteme katılanlar, “Zumbara Dünyası”na site üzerinden gönüllü olarak ihtiyaçlarını, isteklerini listeliyor veya verebilecekleri servisleri tarif ediyor. İhtiyaç sahipleri birbirini sistemden buluyor ve paylaşım başlıyor. Bu kırk bin kişilik kitlenin ürettiği ihtiyaç listeleri bizim için neden önemli? Çünkü piyasa ekonomisinin dışında çalışan bir listeleme sisteminden söz ediyoruz. Zumbara’yı kullanan insanlar diyor ki: “Ben başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanıyorum. Dolayısıyla başka bir değer sistemini dikkate alıyorum. Ayrıca çekingenliği, kırılganlığı bir kenara koyup hiç tanımadığım insanlardan hizmet, yardım, destek talep edebiliyorum.” Senaryoma destek talep edebiliyorum veya “depresyondayım, biriyle konuşmaya ihtiyacım var”; “ihtiyacın varsa senin için ye-
mek yapabilirim; çünkü yemek yapmayı seviyorum” diyebiliyorum. Zumbara’yı kullananlar, bu paylaşımlar sayesinde yüz yüze geliyor, ele ele dokunuyor. Bu oluşumun temel amacı, kurulacak yeni ilişki ağları üzerinden bireylerin birbirine güven duyabileceği topluluklar yaratmak. Aynı zamanda, parayla ve zamanla kurageldiğimiz ilişkiyi sorgulatmak. Web sitesi, aslında “Zumbara Dünyası”nın ilerleyebilmesi için bir araç görevi görüyor. Çevrim içi ve çevrim dışı, bizim için aynı dünyanın ayrılamaz parçaları. Çevrim dışında çok fazla etkinlik yapılıyor. Bu etkinlikleri servis değişimi ve grup çalışmaları olarak genelleyebiliriz. Ortalamaya vurunca, haftada yirmi beş servis değişimi oluyor. Ayrıca son iki yıldır İstanbul ve Ankara’da yürüyen yoga sınıfları var. Farklı yerlerde yaşayan eğitmenler, her hafta bu şehirlere gidip yoga eğitimi veriyor. İstanbul’da düzenli işleyen bir dans grubu ve İngilizce pratik sınıfı var. Meselâ bir tiyatro grubu var; bütün oyunlarını Zumbara’dan duyuruyor. Zumbara’dan kısaca bahsettikten sonra, sıra geldi ikinci şapkama: Things. Bu projede sosyal değişimin ve sosyal teknolojinin bileşenlerini görüyoruz. Things; sosyal değişim alanında çalışan sivil toplum kuruluşlarını, aktivistleri, inisiyatifleri ve benzeri aktörleri sosyal teknolojinin gücüne inanan programcılar, tasarımcılar, yaratıcı bireyler ve topluluklarla buluşturup taraflar arasında güçlü ilişkiler tesis etmeyi amaçlıyor. Sosyal değişim yaratmak adına sosyal teknolojileri kullanan birey ve yapıların fikirlerini sunabileceği, seçilen fikirlerin inkübasyonla desteklendiği “hackathon”lar*, kamplar düzenliyoruz. Ayrıca STK’lar için hikâye anlatıcılığı ve görselleştirme atölyeleri organize ediyoruz. Böylece, güvenli topluluk ağları yaratmak adına birçok etkinlik formatı kullanarak sürekli alan açıyoruz. Son olarak, üçüncü şapkamdan, yani Anadolu Jam oluşumundan bahsetmek isterim. Değişimin kişisel, ilişkisel ve sistemik boyutuyla ilgilenen, bu alanlara ayna tutan bir oluşum bu. 2016’da altıncısını düzenlediğimiz Anadolu Jam, özellikle sosyal değişim alanında çalışan ve sosyal farkındalığı yüksek bireylere doğayla iç içe bir ortamda topluluk olma deneyimi yaşatıyor.
* En az birkaç gün süren, yazılımcıları beraber üretmeye ve deneyim paylaşımına çağıran buluşma.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
93
BİLEŞENLER
BİZİM ÇOCUKLAR Alev Dumanoğlu
BİLEŞENLER
! bizimcocuklargunisigi
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
94
2014 yılının Kasım ayından beri, Konak Belediyesi ile birlikte ilçe sınırlarında yer alan dezavantajlı bölgelerde yaşayan dört ilâ yedi yaş arası çocuklara yönelik atölyeler düzenliyoruz. Bu bölgelerde okul öncesi eğitim olanakları oldukça kısıtlı; özel anaokulları yok, zaten insanların parası yok. Devlete bağlı ana sınıflarının sayısı oldukça az. Milli Eğitim’in talep ettiği cüz’i miktarı dâhi ödeme imkânı olmayan bölgelerden bahsediyoruz. Uygulama için beş bölge belirledik: Agora, Ballıkuyu, Mehtap Mahallesi, Gültepe ve Mersinli. Sabah ve öğlen grupları düzeninde, farkı temalara sahip beş günlük atölyeler üzerinden giderek, sekiz haftalık bir program takip ediyoruz. Yanı sıra anne ve çocuğu eş zamanlı olarak desteklemeye yönelik sekiz hafta süreli, dört oturumdan oluşan sohbet toplantıları düzenliyoruz. Bu toplantılara katılan annelerle çocuk gelişimi ve iletişim üzerine konuşuyoruz. “Bizim Çocuklar” projesi, aslında Gezi’den sonra şekillendi; farklı iletişim yöntemlerinin insanları nasıl ortaklaştırdığına dair gözlemlerimizin sonucu olarak ortaya çıktı. Ayrıca Gezi, yepyeni iletişim biçimleri yarattı veya ortak dil kurma adına unuttuğumuz ne varsa bize tekrar hatırlattı. Ne yaparsak yapalım; öncelikle birbirimizi anlamamız ve dinlememiz gerekiyor. Bu siyaseten de böyle. Sistem bize tek tipçi, merkeziyetçi ve baskıcı bir iletişim dili dayatıyor ve bu dili tahakküm kurmak için kullanıyor. Çocuklar da bu dil üzerinden eğitiliyor. Biz müfredatından, çocukların oturduğu sıraların biçimine kadar, Milli Eğitim adına ne varsa A’dan Z’ye yanlış buluyoruz. En klişe tabirle söylersek, bu çocuklar bizim geleceğimiz ve sistem çocuklarımızı adım adım işliyor. Ne kadar farkındasınız bilemiyorum ama iş çok ciddi bir duruma doğru gidiyor. Sistem kendine eleman yetiştiriyorsa biz de böylesi bir ortamda kendi sözümüzü yüksek sesle söylemekten çekinmemeliyiz.
İnsan merkezli bir toplum istiyoruz derken, “çocuklarımızı nasıl yetiştirmeliyiz” sorusuna da bakmak gerekiyor. Gerçek ihtiyaçları görmek, yani alandan edinilecek tecrübelerle birlikte yenilikçi pedagojilerden yararlanmak; bedensel, zihinsel ve psiko-sosyal gelişimi bir bütün olarak kabul etmek gerekiyor. Bunlar, bizim üzerinde çok ısrarcı olduğumuz konular. Zira gelişim, sadece zihinsel odaklı bir olgu değil. Güncel Milli Eğitim sistemine bakıyorsunuz, ilkokuldan itibaren çocukların önüne konan tek hedef üniversiteyi kazanmak. Oysa üniversiteyi kazanınca da bitirince de bir şey olmuyor. Ömrümüzün ve gençliğimizin en değerli yıllarını bu uğurda, doğru dürüst işlemeyen bir sistemin dayattığı, işe yaramaz bir sürü şeyi öğrenerek geçiriyoruz. Bu arada, gerçek hayattan mahrum kalıyoruz. Biz; tamamen özgürlükçü ve alternatif bir pedagojiyi öne sürüyoruz. Kız ve oğlan çocuklarına eşit fırsatlar, eşit olanaklar yaratmak; çocuğa yönelik şiddeti önlemek, bu anlayışı tamamlıyor. Çalıştığımız mahallelerde çocuklara yönelik çok ciddi bir şiddet var. Herkes bu topraklarda bir şekilde mağdur ama mağduriyeti en ağır şekilde yaşayanlar bizce çocuklar çünkü kendilerini savunamıyorlar. İletişim temelli sevgi ve güven ilişkisi oluşturarak, yenilikçi yöntemler kullanarak, çocuklara ekolojiden, barıştan, fırsat eşitliğinden, çocuk haklarından, çocuğa yönelik şiddetin nasıl engellenebileceğinden bahsediyoruz. Projenin zaman içinde ilk hayâl ettiğimiz aşamanın çok ötesine geçmiş olması ve aldığımız geri bildirimler, yola daha güçlü devam etmek için bize kuvvet veriyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
95
BİLEŞENLER
budalasultan / AÇIK STÜDYO Şafak Ersözlü & Bahar Nihal Ersözlü
BİLEŞENLER
! acikstudyo ! sanattagorunurlukizmir ! budalasultan
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
96
Ben, İstanbul'da doğdum; İzmir'de büyüdüm. Eğitim sürecim için İstanbul'a yerleştim. Bahar ise İstanbul'da doğdu ve yaşadı. Son bir yıldır Urla’dayız. budalasultan’ı çağdaş sanat işleri üreten bir inisiyatif olmasını hedefleyerek 2012 yılında İstanbul’da kurduk. Öznel ihtiyaçlar doğrultusunda proje geliştiren inisiyatifimiz, farklı disiplinleri bir araya getirerek çalışmayı öne koyarken ürettiği işlerin kavramsal arka planındaki aklın sınırlarını aşmayı, gerçeğe ilişkin ortak kanıları sorgulamayı amaçlıyor. İlk projemiz “Kandilli Türbe Çıkmazı”nda güncel, toplumsal yaşamda tercihen ya da zorunlu olarak içinde olduğumuz tecritsel bireyselliğin ve öğütücü çoğulluğun ötesinde, kendini gerçekleştirme ve ötekiyle birleşebilmeyi aynı anda içeren “kendi ritüelini yaratma” olgusunu araştırdık. Herhangi bir geleneğe referans vermeyen bir projeydi çünkü kültürel füzyonun tüm bu tecritçi ve öğütücü oluşumla ortak bir kökene dayandığını düşünüyoruz. Projenin ilk gösterimi 2012 yılında, Aradafest04 bünyesinde, Ayvansaray surlarında, mekâna özgü bir performans olarak gerçekleşti. Bu performansı daha sonra Aradafest07 kapsamında Arada Disiplinlerarası Sanat Festivali’nde, 1. Sanatta Görünürlük Festivali’nde ve İstanbul genelinde çeşitli alternatif sahnelerde, işgâl evlerinde sergiledik. İkinci projemiz “Kara Düzen”, çağdaş yaşamda iktidar tarafından dayatılan sınır ihlâli geleneğinin değişken varlık alanlarını görünür kılmayı, bu yolla toplumsal dengeleri tartışmaya açmayı amaçlıyordu. İlk ve son gösterimi Haziran 2014’te 19. İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında, İkinci Kat Karaköy’de gerçekleştirildi. Yeni projemiz “Ben mi Gördüm Kelebek Olduğumu Düşümde, Ben Olduğunu Düşleyen Kelebek mi?” adını taşıyor. Bu proje,
www.acikstudyo.com
kişinin varoluşsal süreçlerini bilinç akışına dayanan yazınsal metinler ve beden parçalarının birbiriyle ya da mekânla ilişkisine dayanan hareket araştırmaları aracılığıyla inceliyor. Şafak Ersözlü’nün Mimar Sinan Güzel Sanatlar Fakültesi, Çağdaş Dans Ana Sanat Dalı’ndaki yüksek lisans tezine kaynaklık eden metinden yola çıkarak tasarladığımız bu projeyi yürütmeye devam ediyoruz. İlk olarak Sanatta Görünürlük Festivali 2016 – İzmir’de sergiledik. Ardından, 32. İBBŞT Genç Günler’de (Misafir Ekip) ve 20. İKSV İstanbul Tiyatro Festivali’nde (Dans Platformu) gösterimler gerçekleştirdik. İzmir'e yerleşmemizle birlikte 3. Sanatta Görünürlük Festivali’nin İzmir ayağını organize ettik. 2006 yılından bu yana İstanbul ve İzmir’de sürdürdüğümüz çalışmaları bir merkezde toplama ihtiyacı duyuyorduk. Ekim 2016’da şehre kalıcı bir mekân kazandırmak, performans sanatlarına yeni bir alan açmak niyetiyle hayata geçirdiğimiz Açık Stüdyo, budalasultan ve Sanatta Görünürlük Festivali – İzmir kolektiflerinin üretimlerine ev sahipliği yapacağı gibi tüm disiplinlerden sanatçılara kapısını açık tutacak. Açık Stüdyo; eser üretimi ve sunumu, izleyici geliştirme, eğitim gibi alanlarda farklı olasılıklara, iş birliklerine ve arayışlara açık bir alan sunuyor. Bu ilke doğrultusunda, kendini “performans araştırmaları merkezi” olarak tanımlamayı yeğliyor. Öncelikli etkinlik alanlarımızı performans üretimi ve sunumu (çağdaş dans, tiyatro, müzik ve inter/multidisipliner performanslar), etkinlik yönetimi (festival, seminer, panel vb.), eğitim (çağdaş dans, oyunculuk, performans tasarımı, tai chi vb.) ve tematik atölye çalışmaları (grup dinamiği, beden farkındalığı, etkin iletişim vb.) olarak tanımlıyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
97
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
F.A.D.S. TURKEY Duygu Çoban
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
98
info@fadsturkey.com www.fadsturkey.com Uğraşı alanım, sanat ve tasarım. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü mezunuyum. On iki yıldır aktif şekilde üretim ve tasarım yapıyor, ayrıca sanat danışmanlığı hizmeti sunuyorum. Güncel sanata bağlı kalarak, evrensel bir tutumla iş üretmeye, farklı projelere katkı sunmaya devam ediyorum. Halen “F.A.D.S.Turkey / Duygu Çoban Sanat ve Tasarım Atölyesi” kimliği altında çalışmalarımı sürdürüyorum ve çeşitli projelere sanat danışmanlığı yapıyorum. Bu süreç içinde Amerika ve Türkiye’den bazı firmalara, çeşitli ajanslara danışmanlık hizmeti verdim. Bu süreçte edindiğim tecrübelerle Avrupa'da ve Amerika'da sanat, tasarım akademilerine girmek isteyen adayları
çalıştırıp onlara referans oluyorum. Çeşitli atölyelerle, uluslararası akademilerle çözüm ortaklıklarım devam ediyor. Istituto Europeo di Design (IED), Türkiye temsilcisiyim. İzmirli bir sanatçı olarak, şehrimin uluslararası akademik alanlarda tanınmasına katkı sağlamak beni çok mutlu ediyor. İzmir çıkışlı adaylarım, bugüne kadar uluslararası akademilerde kazandığı başarılarla şehrin adını duyurdu. İzmir'den ciddi sayıda sanatçı yetiştiğini, bu sanatçıların neredeyse tamamının önemli başarılara imza attığını bizzat deneyimledim. Bu çerçevede, İzmirli bir sanatçı olarak, yaşadığım şehrin kültür ve sanat alanına katkıda bulunmaya devam etmek istiyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
99
BİLEŞENLER
Ekin İdiman
BİLEŞENLER
www.ekinidiman.com soundcloud.com/sexy-claude
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
100
Eğitimime Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema ve Televizyon Bölümü’nde başladım. Bu süreçte, her öğrenci gibi ben de klasik belgeselcilikten etkilendim ama zaman içerisinde bu formattan uzaklaşıp “video art”a yönelerek galerilerde sunulabilecek türden belgeseller üretmeye başladım. “VideoDoc” olarak tanımladığım bu türde belgeseller üretirken çevrede, alanda, bir mahâlde olan bitenlere kasıtlı veya tesadüfen tanıklık yapmak üzerinden ilerlemeye başladım. İzmir; 2000’li yılların ilk yarısında gerek eğlence sektörü gerek müzik gerekse video sanatları açısından çok yaratıcı, çok deli dolu ve dinamik bir dönem yaşadı. O dönemde İzmir’den çıkmış olup, bugün sağlam işlere imza atan birçok ismin bu garip ve çılgın atmosferden alabildiğine etkilenmiş olduğunu görebiliyoruz. Bugünden bakınca, ilk işlerimden “Bir Sünnet Düğünü (a.k.a The Party)”nin bu atmosfer hakkında fikir veriyor olabileceğini düşünüyorum. Bu video, Üçkuyular’da tesadüf ettiğim bir sünnet düğünü üzerineydi. Klasik bir mahalle düğünü olarak başlıyor ama olaylar hiç de beklendiği gibi gitmiyor. Bu videoda araya bazı klipler koydum; sözlüklerden yaptığım alıntılarla sünnetin ve sünnet düğününün ne anlam ifade ettiğini tanımladım. Diğer yandan, güçlü bir dinsel anlama sahip bu ritüelin içine seküler eğlence kültürü girdiğinde olayların nasıl çığırından çıkabileceğine baktım. Bu iş yurt içinde ve yurt dışında pek çok yerde sergilendi. Kulaklığı takarak, monitörden izleyebileceğiniz, tamamen kişisel deneyimleme üzerine bir işti. Ardından Hollanda’ya yerleştim; orada gerçekleştirilen bir sergilemede izleyenler bana şu yorumu yapmıştı: “Biraz ‘peep show’ izliyor gibiyiz; sanki bir röntgenci gibi olan biteni gizlice ağacın üzerinden izliyormuşsun gibi”. Bu çok doğru bir tespitti; müdahale edersem o ortamın bozulabileceğini düşündüğüm için meydana inip orada çekim yapmaktan kaçınmıştım. Bu video, o dönemde İzmir’de düzenlenen partilerin gözdesi olmuş, büyük olay yaratmıştı. Gözlemcilik üzerine dayanan ve belgesele göz kırpan bu yöntemi Hollanda’da uygulamaya devam ettim. “Avondveerkop” adını verdiğim videoda, bir gece boyunca bakkalın birinde olan
bitenleri belgeselleştirerek göçmenlik kimliğine, göçmenlik konumuna bakmaya çalıştım. Göçmenlik ve ötekilik; her şeye rağmen Avrupa’da tüm gerçekliğiyle var olmaya devam eden sosyal olgular. Orta Doğuluların, Hollandalıları ve ülkenin alabildiğine liberal kültürünü bir türlü benimseyememiş olduğuna tanıklık ederken, Hollandalıların, Orta Doğuluları nasıl kolayca benimseyebilmiş olduğuna bakıyoruz. Önceki videolarda olan bitene müdahale etmezken bu kez onların içinde olmayı yeğlemiş, içlerinden geldikleri gibi konuşsunlar istemiştim. Bu video şöyle bir geri bildirim aldı: “Görünen o ki Orta Doğulu, Türkiyeli bir göçmen gece bakkalının da kendine ait politik görüşleri var. Üstelik bu görüşleri gayet düzgün bir şekilde yansıtabiliyor.” Farklı kültürlere ve milletlere gösterdikleri her türlü hoşgörüye rağmen Hollandalılar, aslında bu insanları kendi dünyasında kapalı kalmış olarak sınıflandırmayı, konumlandırmayı seçiyor. Sen ne kadar onları küçümsesen de o insanların kendi içinde tutarlı sayılan, hâtta evrensel niteliği olan bir sürü görüşü var. Bunlara benzer bir dizi “Video-Doc” çalıştım; büyük bir kısmını web sitemden veya video portallerinden izleyebilirsiniz. Aldığım ses örneklerini (sample) döngüselleştirip (looping) buluntu veya kendi çektiğim görüntülerle, animasyonla işlediğim işler üretiyorum. Animasyonlar, kolajlar ve enstalasyonlar da yapıyorum. Uzun süredir deneysel elektronika alanında müzik üretiyorum; kendi müziğimle kurguladığım kimi işlerim var. Kimi projelerde videoyla canlı müziği beraber kullanıyorum. Ürettiğim işler bugüne dek İstanbul, İzmir, Kudüs, Rotterdam, Den Haag gibi şehirlerde sergilendi. Cenk Hasan Dereli ile 2015’te İzmir’e bir video art galerisi kazandırmıştık: 37. Bu mekânda farklı ülkelerden sanatçılara ait pek çok video işi gösterdik, altı sergi açtık. İzmir için ilkti bu mekân; finanse etmek zorlaşınca kapatmak zorunda kaldık. Bu şehir, sanatın her alanında son derece özgün işler çıkartıyor; nitelikli içeriğe dair bir sorun olmadığını düşünüyorum. Daha çok sürdürülebilirliği sağlamak adına bu gibi mekânlara nasıl kaynak yaratılabileceğine dair kafa yormamız gerektiğine inanıyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
101
BİLEŞENLER
Hayal İncedoğan
hayal.incedogan@gmail.com www.hayalincedogan.com
BİLEŞENLER
Sanatçı ve akademisyenim. Mezun olduktan hemen sonra Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde akademisyen olarak çalışmaya başladım; bu görevime devam ediyorum. Sanatsal çalışmalarımı İzmir ve İstanbul’da sürdürüyorum. Önde gelen ilgi alanlarım müzik, sinema ve edebiyat; botanikle de yakından ilgileniyorum. Bugüne kadar yurt içi ve yurt dışında birçok karma sergiye katıldım, kişisel sergiler yaptım. Çoğu çalışmam önemli müzeler ve sanat kurumları tarafından sahiplenildi.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
102
Sanat üretmeye başladığım ilk yıllarda, ağırlıklı olarak motif kavramını biçimsel olarak ele aldığım tuval resimleri yapıyordum. Zaman geçtikçe hem düşünme şeklim hem malzemelerim değişti ve multidisipliner olarak tarif edebileceğim işler geliştirmeye başladım. Algı kavramı üzerine yoğunlaşmaya başladığım bu dönemde, çıkardığım işlerin aynı anda birden fazla duyuya hitap etmesini önemsiyordum. Bu yüzden motifi daha çok kavramsal bir çerçevede ele alarak, romantizm düşüncesiyle birlikte geliştirdiğim işler, ses ve ışık ses enstalasyonları üretmeye başladım. Dönem dönem bazı müzisyenlerle ortak projeler gerçekleştirdim ve önümdeki sergilerde benzer ortaklıklar kurmayı düşünüyorum. Müzik ve edebiyat, işlerimde önemli bir yer tutuyor; sergilerime hazırlanırken kimi edebi eserler ve müzikler, öncelikli esin kaynağım oluyor. Çalışmalarımın konusunu genel olarak “21. yüzyılda romantizm kavramını yeniden yorumlamak” ve “bohemi yeniden tarif etmek” şeklinde nitelendirebilirim. 2007 yılında New York School of Visual Arts'tan burs alarak Türk Amerikan Derneği sponsorluğunda New York’a gittim ve orada bir “open studio” (açık stüdyo) projesi yaptım. 19. yüzyıl bestecilerinden Erik Satie’nin bir eserinden esinlendiğim bu proje, parçanın notalarıyla eş zamanlı yanıp sönen ışıklı bir led panodan ve çeşitli fotoğrafların kurgulanmasından oluşuyordu. Duymayan biri için müziğin görsel dille ifadesi nasıl olabilir sorusuna cevap arayan bir projeydi. 2012 yılında Vehbi Koç Vakfı Amerikan Hastanesi’nde yer alan Operation Room adlı sanat galerisinde bir kişisel sergi gerçekleştirdim. 1957 tarihli “Rüzgâr Yabanidir” isimli şarkıdan ve bu şarkının farklı yorumlarından yola çıkarak düzenlediğim bu sergide parçanın benim üzerimde bıraktığı izleri ve etkiyi yorumlamaya çalıştım. Sergi, aynı zamanda Virginia Woolf’un “Dalgalar” isimli kitabından ve yazarın öz yaşam hikâyesinden esinle oluşturduğum bir tema etrafında dönüyor, sesli video yerleştirmesiyle birlikte tuval resimlerimi, özel bir baskı tekniğiyle ürettiğim çeşitli işlerimi içeriyordu. Gerçeklik
ve yanılsama, yaşam ve ölüm, kadın olma ve varoluş; benim için sergiyi tetikleyen kavramlardı. Bir süre Operation Room galerisinin sergi danışmanlığını üstlendim. 2014 yılında Art On İstanbul’da “Leylak Şarabı Vol.I” sergisini yaptım. O güne dek yaptıklarımın aksine, ilk kez ticari bir galeriyle çalıştım. Bu sergi de aynı şarkıdan esinliydi. Şarkının sözleri, bu kez bir metafor olarak kullandığım “Leylak Şarabı”nı ve aslında var olmayan bir şeyin peşine düşmüş karakterin hikâyesini anlatıyordu. Bir tür yol ve yolculuk hikâyesiydi açıkçası; aynı zamanda içsel bir seyahat deneyimiydi benim için. Bir ütopyanın peşinden gitme fikrinin bugün çok değerli olduğunu düşünüyorum çünkü bu fikrin günümüzde eksik olan umudu ve ona ulaşma çabasını tarif ettiğine inanıyorum. “Leylak Şarabı”, içinde sosyoloji, psikoloji ve felsefe alanlarına göndermeler yapan, klasik romantizm ve varoluş düşüncesinden beslenen bir sergi. Bu yüzden çok kişiye temas edeceğini düşünüyorum ve dünyanın farklı şehirlerinde göstererek, interaktif projelerle izleyicilerin katılımını sağlamayı hedefliyorum. Bu ütopyanın en azından bir kısmının gerçekleşmesine ilişkin hayalimi koruduğum için projeyi uzun soluklu bir süreç olarak tasarlıyorum. Niyetim, bu sergilerin sonunda “Leylak Şarabı”nı insanlarla temas edebilen, elle tutulur, gözle görülür ve yaşayan bir şey haline getirmek. Mayıs 2015’te Pera Palace Hotel’de Masa Projesi ile “Sonsuzun Sesi” başlıklı bir sergi gerçekleştirdim. Pera Palas; bildiğiniz gibi zamanında doğuyu merak eden turistlerin gözdesi Orient Express ile İstanbul’a gelmiş, Ernest Hemingway’den Agatha Christie’ye kadar pek çok önemli edebiyatçıyı ve sanatçıyı ağırlamış bir otel. Bir sinek kuşu etrafında gelişen bu sergi; otelin tarihi ve edebiyatçı misafirleriyle bağ kurmayı - önceki sergilerin de konularıyla yakınlık kuracak olursak – gerçeklikle yanılsamayı ve bu iki dünya arasında kalma hâlini konu ediyordu. Ayrıca, tarihi boyunca Pera Palas’ın bünyesinde gerçekleşen ilk güncel sanat projesiydi. Serginin ikinci ayağını önümüzdeki günlerde, tarihinde yine edebiyatçı misafirleri ağırlamış başka bir otelde, bu kez Berlin’de göstermeyi hedefliyorum. İzmir’de olma fikrini önemsiyorum; burada yaşayan ve üreten bir sanatçı olmanın bana farklı bakış açıları ve açılımlar kazandırdığına inanıyorum. Tarihi, duruşu ve vizyonuyla zengin bir kültürel mirası bugüne kadar sırtlanarak getirmiş bu şehrin yakın zamanda hak ettiği değere kavuşacağını umut ediyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
103
BİLEŞENLER
KARA PEMBE KARŞI SANAT KOLEKTİFİ Yavuz Cingöz
festival@siyahpembe.org www.siyahpembe.org $ SiyahPembeUcgen ! KaraPembeKSK
BİLEŞENLER
İzmir ve Ege bölgesindeki ilk LGBTİ oluşumuyuz. Kültür ve sanat alanında varlık göstermeyi, bu alanın araçlarını aktivizm için kullanmayı özellikle önemsiyoruz. Daha çok, “gullüm kültürü” üzerinden kahkahayı örgütlemek istiyoruz. Aklımızda sürekli olarak Mikhail Bakhtin’in “karnavalesk” kavramı dönüp duruyor. Bu yüzden, kültür ve sanatı hayatı dönüştürmek için bir araç olarak kullanıyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
104
Siyah Pembe Üçgen olarak 2009 yılında dernekleştik ama temelimiz çok daha öncesine dayanıyor. Dernekleştiğimiz yıl, öncelikli çalışma alanımız olarak belirlediğimiz üzere, nefret suçlarına dikkat çekmek için nefret cinayeti sonucu hayatını kaybeden gazeteci yazar Baki Koşar’ın adına bir etkinlik organize etmeye başladık. “Baki Koşar Nefret Suçları ile Mücadele Haftası”, zaman içerisinde bir kültür sanat festivaline dönüştü. 2013 yılında dernek bünyesinde bir sanat kolektifi oluşturmaya karar verince, Kara Pembe Karşı Sanat Kolektifi ismini aldık ve meselelere “anarko queer” bir perspektiften bakmaya başladık. Kolektifimiz benim dışımda Cüneyt Cansever ve Ozan Ünlükoç’tan oluşuyor. Baki Koşar Festivali’nin afişlerini, tanıtım videosunu ve ödül heykelciklerini beraber tasarlayıp üretiyoruz. Ben lisans ve yüksek lisansımı müzikoloji üzerine yaptım; kolektifimizin diğer üyelerinden Ozan, film tasarım ve sanat tarihi okudu. Cüneyt ise grafik tasarım bölümünden mezun. Böylece, interdisipliner anlamda sınırımızı genişletme imkânı yakaladık. Yine 2013’te, Yakın Kitabevi’nde “Ana Nefret Bülteni” başlıklı bir enstalasyon sergiledik. Ben 90’lar çocuğuyum; bizler trans haberlerini duyarak büyüdük. Translara ve travestilere yönelik şiddet haber-leri her gün gazetelerde, televizyonlarda dönüp duruyordu. Sanki o oturma odaları okul sınıfıydı; tele-vizyon da öğretmendi. Buradan yola çıkarak, sergileme alanını 90’lar tarzında dekore ettiğimiz bir oturma odasına dönüştürdük ve döneme ait arşiv görüntülerinden, haberlerden oluşan bizzat kurgu-ladığımız montajı tüplü televizyondan yayınladık. Böylece, yirmi yıl sonrasında dâhi durumun hiç de-ğişmemiş olduğunu gösterdik. Ana akım medya, bu haberlere neredeyse hiç yer açmadığı için arşiv taramasından derlediğimiz haberlere yer verdiğimiz bir gazete basıp oturma odasının masasına bıraktık. Kitabevine geldiklerinde bir oturma odasıyla karşılaşan müşteriler, televizyonun karşısında durunca sürekli bu yayına maruz kaldı.
“Baki Koşar Haftası” henüz festivale dönüşmeden önce, 2010 yılında, Goethe Institute’da Serpil Odabaşı’nın “Kat-i-Li Mübah” sergisini gerçekleştirdik. Ardından, İsveçli fotoğraf sanatçısı Elisabeth Ohlson Wallin’in “In Hate We Trust” serisini K2 Güncel Sanat Merkezi’nde, Danille Levitt’in “Radical Fairies” işiniyse Kara Pembe olarak kamusal bir alanda sergiledik. 2015 yılında organizasyonun isminden nefret, suç ve mücadele kelimelerini çıkardık çünkü bu kavramlar, ulaşmak istediğimiz kitleler nezdinde iyi şeyleri çağrıştırmıyordu. Bu kavramlara dikkat çekecek başka yöntemlere kafa yormaya başladık ve karnavalesk kavramından hareketle gullümü yaymaya, kolektif ailemizi böyle tanıtmaya ve büyütmeye karar verdik. Bizim için aile kavramı, bizi dünyaya getiren biyolojik falan filanlardan ibaret değil; bunun çok ötesinde bir şeyden, “queer”lerin, ucubelerin kurduğu devasa bir aileden bahsediyoruz. Ürettiğimiz enstalasyonların yanı sıra “Kutsal Olmayan Emanet” isimli çalışmamızla 2015 yılında “Onur Haftası” kapsamında gerçekleştirilen “Nerdeen Nereye” adlı karma sergiye katıldık. 2016’da, LGBTİ hareketinin sembolleşmiş isimlerinden Boysan Yakar ve Zeliş Deniz’i trafik kazasında kaybedince yaşadığımız şokla her şeyi iptal ettik. Bunun yerine, Sivil Düşün’den aldığımız destekle K2 Güncel Sanat Merkezi’nde "Devrim Benim Çiçekli Gömleğimdir" isimli bir enstalasyon sergiledik. Aslında bu enstalasyonu kamusal alanda sergilemek istiyorduk ama olmayınca K2’yi kamusal alana çevirmeye karar verip mekânı üç salonlu bir sinemaya dönüştürdük. Bu sinemanın fuayesinde her ikisine ait bazı ses kayıtlarını, anı objelerini ve video art işlerini sergiledik. Salonlarıysa Boysan ve Zeliş’in çalıştığı, sanatı bir aktivizm aracına dönüştürmenin örneklerini teşkil eden üç filmin gösterimi için kullandık. Bu etkinlik, her ne kadar bir anma idiyse de depresif bir atmosfer yaratmaktan kaçındık çünkü lubunyalığımıza yakışır bir anma olmasını arzu ediyorduk. 2017 yılı için belirlediğimiz tema, “Performans”. Festival dokuzuncu yılına varmış olacak. Her yıl olduğu gibi hem Baki Koşar’ı kaybettiğimiz tarihe hem de derneğimizin kuruluş tarihine denk düşen 20 Şubat haftasında düzenleyeceğiz. Etkinlik önerisi dâhil olmak üzere, her türlü desteğe açığız.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
105
BİLEŞENLER
KARAVAN SESSIONS Burçin Esin
BİLEŞENLER
www.karavansessions.com $ Karavan Sessions ! karavansessions
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
106
Yönetmenlik yapıyorum, müzisyenim ve fotoğrafçıyım. Karavan sahibi olmak, küçüklüğümden beri hayâlini kurduğum bir şeydi. “Karavana bineyim, uzaklara gideyim, müzik yapayım” diye bu hayâlin peşinde koşarken, ilk bakışta aşık olduğum bu karavana kavuştum. Davul çalıyorum; benim enstrümanım açısından sorun yok ama diğer enstrümanları amplifiye edebilmek için elektrik sistemi lâzım. Mobilim, o yüzden bağımsız bir kaynaktan elektrik üreteyim istedim. Çareyi güneş enerjisinde buldum. Kurması biraz pahalıya patlasa da uzun yıllar idare eden bir sistem. İzmir gibi bol güneşli bir yerde yaşadığım için bana en mantıklı çözüm buymuş gibi geldi. Sistemi kurduktan sonra, kimlerin çalmasını istediğime karar verdim. Bu işi yapmamı sağlayan diğer motivasyon kaynağımsa teknik, görsellik ve duygu anlamında bir bütünlüğe sahip olmadığına kanaat getirdiğim, canlı performanslara yer veren mobil video projeleriydi. Bu gibi içerikleri üreten çok sayıda kanal ve program var artık. Çalacak ekipleri belirlerken çok da seçici davranmadıklarını düşünüyorum. Oysa benim seçimlerim daha çok arşivlemeye yönelik. Bugüne kadar Palmiyeler’i, Lara di Lara’yı ve Nilipek’i çektim. Tabii ki her öneriye açığım; müzik janrı da gözetmiyorum. Amacım Türkiye’den çıkan iyi müzikler adına bir arşiv çalışması yapmak. Çünkü bu topraklarda müziğin arşivlenmesiyle ilgili çok ciddi sıkıntı olduğuna inanıyorum. Görsel arşivlemeyi en az sesli arşivleme kadar önemli ve hayati görüyorum. Şimdiye kadar on bir şarkı çektim. Öncelikle hoşuma giden yerlere ve dinlediğim şarkının mekânsal olarak bana ne çağrıştırdığı-
na bakıyorum. Şehirden uzak bir yer olması lâzım ki ses problem olmasın. Çünkü bu işi hiçbir yerden izin almadan yapıyoruz. Polis veya jandarma gelip “ne yapıyorsunuz burada” dese, diyecek bir şey yok. İzleyici istemiyorum çünkü kalabalık arttıkça sözünü ettiğim riskin karşıma çıkma ihtimâli artıyor. “Film çekiyoruz” deyip geçebiliriz ama bunun bir etkinlik olduğunu anlarlarsa işin içine bir sürü prosedür giriyor. Hâtta kimi durumlarda ceza kesiliyor. Genellikle İzmir ve Ege yöresini tercih ediyorum çünkü karavan yaşlı; 1977 model bir Volkswagen LT28. O yüzden onu yormaktan kaçınıyorum. Elbette projenin doğası gereği, çekimler Ege bölgesiyle kısıtlı kalmayacak; gidebileceğimiz her yer bize sahne. Karavan Sessions daha çok taze bir proje; acele etmek istemiyorum açıkçası. Harıl harıl bir şeyler çekmek yerine titizlenmek, daha oturaklı ilerlemek istiyorum. Temelde video - müzik projesi olarak yola çıkmış olsa da zamanla başka konulara odaklanacağım. Her alana temas edebilme olanağı beni ayrıca heveslendiriyor. Hareket özgürlüğü kazanınca başka neler yapabileceğime dair bakış açım da genişledi. Meselâ müziğin yanına gastronomiyi ve komediyi nasıl koyabiliriz diye düşünüyorum. Şimdilik arşivde üç bölüm var, son olarak Bozcaada’da iki bölüm çektim. Çekimler sırasında birçok fotoğraf çekiyorum; sanatçılarla yolculuk sırasında ve mekânda sohbet ediyorum. İşin sonunda elimde birikmiş bütün malzemeyi kitaplaştırmak gibi bir planım var. Önümüzdeki sene için bir de festival fikri var; hayata geçirmek için şimdiden çalışmaya başladık.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
107
BİLEŞENLER
KARŞI BİSİKLET
BİLEŞENLER
! karsibisiklet " KarsiBisiklet
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
108
Karşı Bisiklet, 2009 yılında İzmir’de kuruldu. Bir yıl kadar öncesinde, İzmir’de bisiklet sürmeye başladığımızda fark ettik ki bisiklet üzerinden aktivistlik yapan, eylemlere bisikletiyle katılan az sayıda insan var. İzmir’de hem bisikletli hem örgütlü bir oluşumun öncülü veya örneği de yoktu. Çevre adına eylem yapan gruplarda bisiklet üzerinden bir duyarlılık yaratma alışkanlığı maalesef gelişmemişti. İstanbul’a bakınca sadece Barış ve Adalet Koalisyonu’nun içinden çıkan Barışa Pedal grubuyla karşılaştık. Biraz da Barışa Pedal’dan cesaret alarak, “İzmir’de bu işe biz girişelim” dedik ve bir manifesto yayınladık. Manifestoyu açıklayınca, İzmir’de eylemler yaptıkça bu alandaki örgütlenme açığı iyice belirginleşmeye başladı. Biz de mücadelelere destek olmak amacıyla ayağımızı pedala koymaya karar verdik. İlk olarak, bisikletlerimizle 1 Mayıs kortejine katıldık ve "Trafikte Ölmek İstemiyoruz" eylemini örgütledik. Bisikletli ölümlerinin gittikçe çoğaldığı, bisikletin ve bisikletlilerin trafikte gerek somut gerekse mecazi anlamda ezildiği bir gerçek. O gün bugündür, her 1 Mayıs’ta bisikletin görünürlüğünü arttırmak, bisikletin bir ulaşım aracı olarak gerekli saygıyı görmesi adına alanlarda olmaya devam ediyoruz. Ne yazık ki şu an sular altında kalmış olan Bergama, Allianoi antik kentine sadakat turu düzenledik. Küresel ısınmaya karşı farkındalık yaratmak amacıyla Çanakkale’den İzmir’e kadar pedal basarak “Küresel Isınmaya Hayır!” turu yaptık. El ilanları ve sinevizyon gösterileriyle yol boyunca insanları bilgilendirmeye çalıştık. HES karşıtı mücadelenin içinde yer aldık; bir grup arkadaşımız hidroelektrik santrale karşı durmak amacıyla Kastamo-
nu Loç Vadisi’ne pedalladı. Nükleer enerjiye karşı tur düzenledik ve basıp Sinop’a gittik. Foça’da yapılması planlanan termik santrale karşı iki kez eylem düzenledik. Arkadaşlarımız bisiklete atlayıp İzmir’den Gezi Parkı’na destek vermeye gitti. Yeri geldi; grev yapan deri işçilerini çadırlarında ziyaret ettik. Kış aylarında bisiklet kullanımına ilgiyi artırmak için İzmir'in değişik semtlerinde “İçinden Bisiklet Geçen Filmler” adı altında gösterimler düzenledik. “Van üşüyorsa biz de üşüyoruz” sloganıyla Konak’tan Alsancak’a kadar çıplak bir şekilde pedal çevirdik. Savaşa karşı eylemler düzenledik. Yakın zamanda mülteci halklarla ortak bir duygusal zemin yaratmak; barışa ve kardeşliğe olan inancımızı çoğaltmak için “Mülteciler İçin Örüyoruz” kampanyasını başlattık. Farklı şehirlerden sayısız katılımcının mülteciler için ördüğü kışlık giysileri ve satın aldığımız battaniyeleri ihtiyaç sahiplerine ulaştırdık. Bisiklet, trafikteki “karşı” duruşuyla başlı başına politik bir araç. İzmir bisiklet camiası içinde bu yönde bir duyarlılık oluşturmayı hedefliyoruz. Diyelim ki gün içinde bisikletle bir yere gideceğiz, “boş geçmeyelim” diyerek broşür dağıtıyor, insanları bilgilendire bilgilendire yol alıyoruz. Pek çok farklı konuda, oldukça geniş bir skalada eylem yapıyoruz. Herhangi bir üyelik prosedürümüz yok. Kararları üyelerle birlikte alıyoruz, eylemlerimizi dayanışmayla yürütüyoruz ve durmadan pedal çevirmeye devam ediyoruz. Katılımınızı bekleriz; bizimle Facebook ve Twitter hesaplarımızdan iletişim kurabilirsiniz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
109
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
KENDİNE AİT BİR ODA Esra Okyay
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
110
esraoky@gmail.com nur.muskara@gmail.com Proje, yaklaşık iki yıl önce K2 Güncel Sanat Merkezi'ndeki atölyemde başladı. Adını, Virgina Woolf’un aynı isimli kitabından, “kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın” önerisinden alıyor. Genel çerçevesini çizecek olursam, bir masa etrafında toplanıp sanat çevresinden ve farklı alanlardan davet ettiğimiz konuklarla üretimleri veya belirlediğimiz temalar üzerine sohbet ediyoruz. Ekim 2015’ten bu yana toplantılarımızı Nur Muşkara’nın Konak, Basmane’deki atölyesinde sürdürüyoruz. İlk etkinliğimiz, Ethem Şahin’in bir proje – performansıydı. Odanın kendisiyle ilgili benimle bir röportaj yaptı, bu röportajı kaydetti ve toplandığımız o gün bu kaydı dinleyip üzerine konuştuk. İkinci etkinliğimizde buluşup bir grup sanatçı arkadaşımın işleri üzerine konuştuk. Bu etkinlikle birlikte sohbetlerimizin adını “Masaüstü Sanat Sohbetleri” koyduk. Bu etkinlik; yüz yüze baktığımız, konuğun katılımcılarla sohbet ettiği, anlaştığı, işlerini anlattığı ilk buluşmay-
! Kendine-Ait-Bir-Oda-Bir-Sanat-Atolyesi-Projesi dı, aynı zamanda. Ardından, fotoğraflarıyla tanıdığımız Zeynep Beler’i konuk ettik; bize son dönem resimlerini anlattı. Seriye Sarp Selçuk ile devam ettik. Genel olarak söyleyecek olursak, güncel sanatın algısı üzerine tematik seminerler düzenlemeyi, farklı disiplinlerde üretim yapan sanatçılarla katılımcıları bir araya getirmeyi ve mekânın tetiklediği yaratım süreçlerini paylaşıma açmayı hedefliyoruz. Son olarak, Karataş’taki 40 Merdiven Kafe’den Halil Bülbül bize kapılarını açtı. Konuya ya da konuğumuza uygunsa toplantıların bir kısmını orada yapıyoruz. 40 Merdiven Kafe’ye boyozun tarihini anlatmak üzere Ahmet Uhri’yi konuk ettik. Ardından, Ayla Sabine Sevim bize 90’lı yıllarda gezgin olarak geçirdiği dönemin Güney Amerika ayağını anlattı. Mekânımız her türlü etkinliğe, kendi projesini gerçekleştirmek için alan arayan herkese açık.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
111
BİLEŞENLER
KRONOVOX ARCHIVES
BİLEŞENLER
! kronovoxarchives
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
112
2004 yılında İstanbul’da kurulan, faaliyetine 2006’dan bu yana İzmir’de devam eden Kronovox Archives; varoluş sebebi gereği, şu hususu kendine öncelikli dert ediniyor: Güncelin doğası gereği, dijital mecralara düştüğü an kamuya mâl olan ve böylece anında anonimleşen kayıtları belgelemek - künyelemek. Bu çerçeve içerisinde, 2014’ten bugüne dek on altı albüm yayınladık; çeşitli toplama albümlere ve müzikal bellek projelerine parça verdi. Üretilen kaydın sınırsız seçenekle dakikalar içerisinde dinleyiciye ulaştırılabilmesini sağlayan olanakların üretimi özgürleştirdiği kadar belgeciliğe ilişkin hassasiyetleri büyük ölçüde ortadan kaldırdığına inanıyoruz. Oysa, gelecekten bugünlere bakıldığında kaydın kimin tarafından, nerede ve ne zaman gerçekleştirildiğine, icra katkılarına veya kaydın ilk ortaya çıktığı andan itibaren geçirdiği yeniden işlenme aşamalarına (overdubbing, remix, rework, cut up, mash up) ilişkin bilgilerin bu topraklardan yükselmiş seslere dair değerli bilgiler olarak addedileceği kanaatindeyiz. Kronovox Archives; tam da bu yüzden; fiziksel formatlara ve kartonetlere veda şarkıları söylenen bu dönemde daha önce gün yüzü görmemiş veya yayınlandığı tarihten kısa bir süre sonra evrene karışıp gitmiş albümleri, konser kayıtlarını, serbest seansları künyeleyerek yayınlamayı kendisine öncelik ediniyor. Kronovox Archives, bağımsız dağıtım ağlarının gayet efektif işlediği 90’lı yıllara dair deneyimlere birinci elden tanık olmuş bir yapı. Buradan yola çıkarsak, fanzin ve bağımsız dergicilik alanlarına ilişkin yirmi yıllık birikimin bize çözüm sunan yollar önerebileceğini iddia ediyoruz. Şartlar bizi o dönemi andıran bir biçimde karanlık sulara sürüklerken, söz konusu dönemden bugünlere kalan deneyimlere tekrar bakmayı öneriyoruz. Sanatçıların kendi albümlerini basıp bizzat dağıtmakta ısrar etmesi ve böylece zaten çalışmayan dağıtım sisteminin dışında davranacak yeni ağlar inşa etmesi, konserlerin bar ve kulüp benzeri
alanlardan dışarı çıkartılması, festival fetişizminin karşısına gittikçe yayılan etkinlik serisi modelinin konumlandırılması, daha önce etkinlik düzenlenmemiş mekânların konser mekânı olarak işaretlenmesi, dayanışmayı güçlendirecek gönüllü lisanslamanın benimsenmesi ve interdisipliner yaklaşımı öne koyan projelere ağırlık verilmesi, bizce hatırlanmaya değer pratikler. Hatırlanmaya değer diyoruz; çünkü belleksizlikten ötürü bunların zamanla unutulduğu kanaatindeyiz. Bu çerçevede, Kronovox Archives olarak Türkiye’de ve komşu coğrafyada benzer konuları kendine dert edinerek örgütlenmiş pek çok inisiyatif, plak şirketi ve sanat oluşumuyla temas halindeyiz. İstanbul’dan In The Void, A.I.D., Robonima, Dead Generation Records, Ses Kitabı, Müzik Hayvanı; İzmir’den Apeiron Collective, Nexus Jam Days, Açık Stüdyo ve Fanzin Apartmanı ile beraber davranıyoruz. Beraberce projeler ve etkinlikler tasarlıyor, birbirimizin duyurularını paylaşıyoruz. 2016’da etkinlik tasarımcısı ve mimar Cenk Hasan Dereli’nin yaratıcısı olduğu Ses Kontrol konser dizisinde İstanbul’un bağımsız müzik camiasından kimi grupları İzmir’de konuk ettik. Ayrıca Kronovox Archives olarak kendi alt markamız Ses Talimi kapsamında bir dizi parti düzenledik. 2017 yılı için birbiriyle eş zamanlı yürüyecek üç faaliyet alanı belirledik: Hazırlıklarında son aşamaya geldiğimiz, Türkiye çapında işletebileceğimiz dağıtım ağını harekete geçirmek, diğer kolektiflerle ortaklaşa düzenleyeceğimiz etkinliklerde bağımsız yayınlarla bağımsız albümleri aynı platformda sunmak ve CD edisyonlarımızdan vaz geçerek fiziksel baskıları tamamen kaset formatına taşımak. Ses Talimi adı altında konser ve parti düzenlemeye devam ediyor olacağız. 2017 için belirlediğimiz hedefleri hayata geçirir geçirmez, ağırlığı yurt dışından benzer yapılarla iş birliğini artırmaya vereceğiz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
113
BİLEŞENLER
Mihrican Damba
BİLEŞENLER
www.mihricandamba.com # mihricandambaofficial " MihricanDamba
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
114
Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Moda Tasarım Bölümü’nden mezun oldum. Ardından İstanbul’a yerleştim; ilk iki yıl boyunca Damat Tween’in “Tween” markasının baş tasarımcısıydım. 2006’da Londra’ya taşındım; Central Saint Martins’te portfolyo ve “fashion surgery” üzerine eğitim aldım. Akabinde University of the Arts, London College of Fashion’da moda tasarımı ve teknolojileri üzerine yüksek lisansımı tamamladım. Yüksek lisans eğitimim sürecinde, Gucci Group’a bağlı Alexander McQueen firmasının Londra’daki tasarım ofisinde, koleksiyonlarda uygulanacak üç boyutlu yüzey manipülasyonu ve dikiş teknikleri üzerine odaklandım. Yüksek lisans tez projesi olarak ortaya çıkardığım koleksiyonlar, Londra Kraliyet Akademisi’nde düzenlenen bir defileyle basına, sanatçılara ve moda sektörüne sunuldu. Defile sonrası müşteri talepleri almaya başladım. Aslında beklentimin dışında bir gelişmeydi bu; şirketleşmeye dair bir planım henüz yoktu ama şirketleşme girişimi, hedeflerime ulaşma adına keyifli ve haz dolu bir süreci başlattı. 2009 yılında Londra’da faaliyete başlayan Damba Art & Fashion şirketinin kurucusuyum. “Damba”, lüks segmente hitap eden bir tasarımcı markası; kişiye özel tasarım ve uygulama hizmeti veriyorum. Son dönemlerde gelen proje talepleri doğrultusunda, Türkiye’ye daha fazla vakit ayırmaya başladım ve 2013 yılında, “Damba Moda ve Sanat” adlı bir şirket kurdum. İzmir, Alsancak’taki ofisimizde, kişiye özel tasarım ve uygulama hizmetinin dışında, ağırlıklı olarak tasarım danışmanlığı yapıyoruz. Ayrıca kurum- tasarımcı iş birliği üzerine eğitim veriyoruz ve çeşitli atölyeler düzenliyoruz. İki şehirli bir hayatım var; zamanım elimdeki projelerin yoğunluğuna göre Londra’da ve İzmir’de geçiyor. Bu yaşam tarzının beni
çok beslediğine inanıyorum. İşin İzmir tarafına gelirsek, burada yapmayı istediğim şey, yaratıcı sektörlerle ilintili eğitim alan öğrencilere, yaratıcı sektörlerde çalışan arkadaşlara ve firma sahiplerine tasarıma ve sektöre ilişkin Avrupa’daki deneyimleri aktarmak. Buradan yola çıkarak, eğitimler vermeye başladım. Hâtta ilk atölye çalışmamı İzmir Akdeniz Akademisi’nin katıldığı, İZFAŞ'ın organize ettiği IF Wedding'de gerçekleştirdim. Katılım yüksekti; İstanbul’dan da öğrenciler geldi ve geri bildirimler çok olumluydu. Ardından, Alsancak’taki ofisimde bu eğitimlere devam etmeye karar verdim. “Brain storming” (beyin fırtınası) adı altında bir atölye serisi başlattık. Bu seri süresince çoğunlukla yurt dışından davet edeceğim sanatçı ve tasarımcıları yaratıcı sektörün parçası olarak gördüğüm öğrencilerle, tasarımcılarla ve sanatçılarla bir araya getirmeyi amaçlıyorum. Serinin ilk etkinliğinde, Los Angeles’tan video sanatçısı Jody Gillerman’ı ağırladık. Son dakikada planladığımız bir konukluktu fakat katılım çok yüksek oldu. Tamamen doğal ve samimi bir sunum ortamında insanların oturup birbiriyle sohbet edebildiği bir beyin fırtınası gerçekleştirdik. Bir nevi yaratım jimnastiğiydi; zihnimiz açıldı diyebiliriz. Katılımcılar, belki de hayatları boyunca yollarının kesişemeyeceği bir sanatçıya sorular sordu; sanatçının işlerine ve yaratım sürecine bire bir tanık olma şansını yakaladı. Bu etkinlik, aynı zamanda Gillerman’ın İzmir’deki yaratıcı potansiyelin farkına varmasını sağladı. İzmir, yaratıcı beyin gücü açısından çok yüksek bir potansiyele sahip. Ne yazık ki bu insanların çoğu türlü sebeplerle şehirden göç ediyor. Buradaki beyinleri beslememiz, onlara iyi bakmamız, alan açmamız gerektiğini düşünüyorum. O yüzden katkı sunmak adına, İzmir’de bulunduğum süreler boyunca bu tarz projeler yürütmek istiyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
115
BİLEŞENLER
MÜZİKSEV Sirel Ekşi
BİLEŞENLER
www.iksev.org ! iksev " iksevizmir # iksev
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
116
İzmirliyim; yirmi iki yıl Hürriyet’in İzmir bürosunda çalıştım. Emekli olduktan sonra İzmir Kültür Sanat ve Eğitim Vakfı’nın, kısa adıyla İKSEV’in basın danışmanlığı görevini üstlendim. İKSEV, bildiğiniz üzere Uluslararası İzmir Festivali’ni ve İzmir Avrupa Caz Festivali’ni düzenliyor. Her ikisi de İzmir’in uluslararası kapsamda düzenlenen ilk festivalleri. 2011 yılından bu yana MÜZİKSEV’in sorumluluğunu üstlenmiş durumdayım. MÜZİKSEV, İKSEV’in hayata geçirdiği bir proje; sanıyorum ki Türkiye’de ilk. Gerçi bu ilk sözünü kullanmaktan çok hoşlanmıyorum; Türkiye’de olup biten her şeyin sanki öncesini eksiksiz olarak biliyormuşuz gibi “ilk biz yaptık” demek biraz iddialı ama elimize ulaşan bilgiler, bu kapsamda bir müzenin alanında ilk olduğuna işaret ediyor. Binayı aldığımızda aklımızdaki fikir, burayı müzik kütüphanesi ve İKSEV’in yönetim merkezi olarak değerlendirmekti. Binamız 1830’lu yılların sonunda Alsancak Garı’nı inşa etmek üzere İzmir’e gelen mühendise konut olarak inşa edilmiş. Daha sonra Çalışma Bakanlığı’nın mülkü olmuş; bir dönem İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun ofisi olarak değerlendirilmiş. Bir süre Sağır Çocuklar İş Okulu olarak kullanıldıktan sonra kaderine terk edilmiş. İKSEV ve MÜZİKSEV binasının kaderini çakıştıran kişi, dönemin valisi Kemal Nehrozoğlu’dur. Kemal Nehrozoğlu, o dönemde kendisine daha büyük bir yer arayan İKSEV’e “bu bina kentin mimari tarihinin önemli bir tanığıdır. Restore edin ve kent halkı için kullanın” deyince yaklaşık on yıllık bir sürecin sonucunda Çalışma Bakanlığı’ndan binanın intifa hakkı alındı; restorasyon süreci tamamlandı. MÜZİKSEV’den konuşurken Güner Özkan Beyefendi’den bahsetmemek söz konusu olamaz. Güner Özkan; Gazi Eğitim Enstitüsü Resim Bölümü’nden mezun olduktan sonra İspanya’da modelaj ve seramik üzerine yüksek lisansını tamamlamış. Döndükten sonra uzun yıllar öğretmenlik yapmış; Konya İl Kültür Müdürlüğü’nü kurmuş. Biz kendisini tanıdığımızda İzmir Devlet Klasik Türk Müziği Korosu Müdürü olarak görev yapıyordu. Güner Bey, yaklaşık on yaşından itibaren çalgı toplamaya başlamış fakat bu çalgıları toplarken herhangi bir konsept gözetmemiş. Örneğin, bağlama topluyorsanız bunları ağacına bakarak toplarsınız ya da kendinize sadece 1919’a kadar üretilmiş çalgıları alan olarak seçersiniz. Özkan, yalnız ve sahipsiz bulduğu bütün çalgıları toplamış, bunların bakımını üstlenmiş çünkü her çalgının kendine özgü, ayrı bir ruhu
olduğuna inanıyor ve onlarla duygusal bir bağ kuruyor. 2003’te bu koleksiyonu hiçbir karşılık beklemeden İKSEV’e bağışladı. Anadolu coğrafyasının tamamında ve Orta Asya, Türk Dünyası’nda kullanılan çalgıları sergileme şansımız böylelikle doğdu. Bağışlanan bu çalgılarla iyice zenginleşen MÜZİKSEV, İKSEV’in İzmir’e bıraktığı kalıcı bir armağan oldu. MÜZİKSEV’de en eskisi yüz altmış yaşında olan, yaşı bir asrı geçkin yüz kadar çalgıyı sergiliyoruz. Aslında dört yüz elli çalgımız var. Bunlardan üç yüzü Güner Özkan koleksiyonundan geldi. Geriye kalan yüz ellisi, 2011’den itibaren MÜZİKSEV’e bağışlanan çalgılar. Bunların bir bölümü konsepte uygun olmadığı için sergilenmiyor. Bahçemizde küçük bir konser salonu var. Bu salonda düzenlenen konserlerle müzede yer alan çalgıların sesini, müziğini daha geniş kitlelere tanıtmaya ve sevdirmeye çalışıyoruz. Salonumuz genç müzisyenlere açık; pek çok konservatuar öğrencisi ve genç grup, ücretsiz olarak tahsis ettiğimiz bu salonda konser verebiliyor. MÜZİKSEV’de düzenlediğimiz en önemli faaliyetin çocuklara yönelik turlar olduğunu düşünüyorum. Bu turlarda çocuklara çalgıları tanıtıyor, geleneksel müzik kültürümüzle ilgili bilgiler veriyoruz. Turun sonunda, onlar için hazırladığımız atölyede, çeşitli çalgılara dokunma ve bu çalgıları çalma şansı buluyorlar. Ayrıca bazı batı sazlarını tanıyorlar. Bizimle gönüllü olarak çalışan bir lutiyemiz var: Ozan Özdemir. Lutiyemiz çalgılarımızın düzenli olarak bakımından sorumlu. Ayrıca artık unutulmuş veya bizim coğrafyamızda pek tanınmayan çalgıları yeniden yaşama döndürmeyi, üretmeyi amaçlayan bir projeyi yürütüyor. Tuva Türkleri’ne ait efsaneye göre atın kafatasından yapılan “igil”; eski dönemlerde yaygın olarak kullanılan santur, yatuğan ve yatık saz ekseninde çalışmalar yapıyor. Kafkasya tarafında kadınların çokça kullandığı “üskürük” ya da “sazsırnay” denen, pişirilmiş topraktan yapılmış üflemeli çalgıyı kendimize göre uyarlayarak yeni bir form ürettik. Bu çalgı, sanırım günümüzde Kars’ın bazı köylerinde kullanılıyor. En önemlisi, hem kendi atölyesinde hem de bu işe özel tahsis ettiğimiz atölyede çocuklarla çalışıyor. Onlara çalgı yapımı hakkında bilgi veriyor. Böylece çocuklar, aynı zamanda iyi bir santur sanatçısı olan Ozan Özdemir’i dinleme, bu eski çalgıyı tanıma fırsatı buluyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
117
BİLEŞENLER
Özgür Demirci
ozgrdemirci@gmail.com ozgurdemirci.com
BİLEŞENLER
Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi, Bileşik Sanatlar Bölümü mezunuyum. Ardından, İsveç’te Göteborg Üniversitesi Valand Sanat Akademisi’nde yüksek lisans yaptım; şimdi Dokuz Eylül Üniversitesi’nde doktora yapıyorum. Bir yıldır İzmir’deyim; politik bağlamlar, kişisel ve toplumsal hafıza üzerinden işler üretiyorum. İşlerimin temelini ağırlıklı olarak bu kavramlar oluşturuyor olsa da gündelik hayatta, sosyal medyada tanık olduğum, bizzat yaşadığım olaylar üzerinden etkilenerek yarattığım işlerim de var.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
118
Türkiye’de konuşulan fakat kaybolmaya yüz tutan on dört azınlık dili üzerine ürettiğim video, “Kayıt”, şu sıralar Pilot Galeri’de sergileniyor. Diller kendi alfabelerinde yazılıyor, kullanılan kalemden dolayı yavaş yavaş siliniyor. Yıldız Sineması’nı konu alan ve tamamen sözsüz görsel ifadeye dayanan “Beyaz Perdeden Halı Sahaya” belgeseli, İzmir’de ürettiğim ilk iş olması itibariyle benim için ayrı bir öneme sahip. Bu işi Nursaç Sargon ile birlikte ürettik; fikir ona ait, ben sadece görselleştirdim. Yıldız Sineması, 1950’lerde inşa edilmiş; dönemin modern mimari örneklerinden biri olarak kabul ediliyor. Ülkenin 1980’lerde geçirdiği politik evrelerin sonucunda bölgede yaşanan doku değişiminin sonucunda maalesef halı sahaya dönüşmüş. Aslında çok ironik bir durum bu; sinema perdesi önünde artık bir kale direği duruyor; mekâna girer girmez bu görüntüyle karşılaşıyorsunuz. “2,64”ü gündelik hayatta veya medyada rastladığım haberler üzerinden çıkardığım işlere bir örnek olarak kabul edebiliriz. Bir kuruşlarla yapılan bu yerleştirmeye baktığınızda 2,64 ibaresini görüyorsunuz. Bir kuruşluk bozuk paranın üretim maliyeti 2,64 kuruş… Yani kendinden pahalı bir meta var ortada, üstelik bu metanın kendisi de para. Daha da ilginci, bu bir kuruşlara piyasada kolayca rastlayamıyorsunuz çünkü içerdiği çinko ve bakırdan dolayı, hurdacıların peşine düştüğü bir materyal. İzmir’deki ikinci işimi B.İ.T. Kolektif çatısı altında, Çetin Emeç Sanat Galerisi’nde altı arkadaşımla beraber düzenlediğimiz “Her Havuzun Dibi Aynı” sergisi için ürettim. Çetin Emeç Sanat Galerisi, klasik mimariye sahip, oldukça zor ve ilginç bir alan… İşlerinizi ancak tellere asarak, mekâna dokunmadan sergileyebiliyorsunuz. Biz de galerinin bu özelliklerine bağlı kalarak neler yapabileceğimizi düşündük ve tamamen toplumsal hafıza üzerinden, birbiriyle paralel işleyen sahte hikâyelerden kurguladığımız bu sergiyi ortaya çıkardık. “Babam Ve Ben” ise kişisel hafızam üzerinden ürettiğim bir iş. 1986’da babamın beni konu edindiği bir yağlı boya resimle, ürettiğim videoyu yan yana sergiledim. Videoyu doğduğum yer Konya’da, Tuz Gölü’nde çektim. İşlerin yan yana gelmesi aslında
babamla karşılıklı olarak sürdüregeldiğimiz kavgayı, mücadeleyi konu alıyordu. “Mühimmat Defteri”niyse 2014’te oldukça kalabalık bir sanatçı grubunun dâhil olduğu “Stay With Me” sergisi için ürettim. Apartman Projesi çatısı altında düzenlenen “Stay With Me”, ilk olarak İstanbul, Depo’da sergilendi. Gezi sürecinde yaşadıklarım üzerinden neler üretebileceğime dair bir işti. Gezi’den alıp eve götürdüğüm bir kaldırım taşını kullandım. Bu taş, o zamanlar üzerinde bir sürü anlam taşıyordu. Çantam yanımda olmadığı için taşı bir dergiye sararak eve götürmüştüm. Bu işlemden yola çıkarak, klasik polisiye romanlarda ya da filmlerde rastlanacak şekilde, taşı oyduğum kitabın içine yerleştirip sergiledim. “Gazete Kaplı Kitaplar” da ailemle beraber deneyimlediğim politik sürecin sonucunda ortaya çıktı. Aile albümümüzdeki fotoğraflarda rastladığım kitapları inceledim; hangilerinin benim hayatımda yer tutabileceğine karar verip, yirmi altı kitaplık bir kütüphane yarattım. Her kitabı gazete kâğıdıyla kapladım çünkü o dönemlerde babamın ve annemin arkadaşlarının bütün kitapları gazete sayfalarıyla kaplıydı. Askerliğimi Kıbrıs’ta yaptım; altı ay boyunca, çoğunlukla hiçbir şey yapmadan dürbünle sınırı izleyerek geçirdim. Kuzey Kıbrıs ve Güney Kıbrıs an be an, kesintisiz olarak birbirini gözetliyor. Ben onları dürbünle izlerken onlar da beni izliyordu aslında. Askerlik sürecinin sonunda bir video üretmeye karar verdim. Bu video yerleştirmem için önce Kuzey Kıbrıs’taki köy kahvehanelerini, ardından karşılığına denk gelen noktada yer alan Rum köy kahvehanelerini çektim ve görüntüleri karşılıklı olarak birbirine bakacak şekilde montajladım. “Doğan Görünümlü Şahin” belgeselime çalışırken, altı ay boyunca modifiyecilerle yaşadım ve onların hayatını belgeledim. Çok trajik bir şekilde, geçirdiğim trafik kazası sonucunda belgeseli tamamlayamadım ama bu süreç bana başka bir kapı açtı: Tokyo’da yer aldığım misafir sanatçı programında alt kültür ve modifikasyon üzerine çalıştım. Sahte bir mafya imajı üzerinden ortalığa korku salmak için kurulmuş bir motosiklet grubunu videoya çektim. İzmir’i üretim alanı olarak kullanmak istiyorum. Buraya daha sakin ve daha huzurlu bir hayat istediğim için yerleştim ve o ortamı yarattım. Urla’da yaşıyorum, atölyemle evim aynı yerde. Üretme çabanız ve mücadeleniz devam ettiği sürece nerede ürettiğiniz veya yaşadığınız önemli değil. Dolayısıyla İzmir’de yerleşik olmanın üretmek ve sergilemek adına sizi her şeyden uzak tuttuğuna dair ön yargıyı çok yersiz buluyorum. Bu fikrimde yalnız da değilim; benim gibi düşünen, İzmir’de yaşayan ya da buraya yerleşmek için fırsat kollayan birçok arkadaşım var.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
119
BİLEŞENLER
BİSİKLETİZM Pınar Pinzuti
BİLEŞENLER
www.bisikletizm.com
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
120
! bisikletizm " Bisiklet_izm $ bisikletizm
Bundan beş yıl önce dünyanın yirmi beş ülkesini bisikletle gezdikten sonra, 2011 yılında eşimle beraber İzmir’e yerleştik. Göztepe’de oturuyoruz. Almanya’da öğrencilik yaptığım, İtalya’da çalıştığım yıllarda günlük hayatımın bir parçası hâline gelmiş bisikletimi İzmir’de kullanmaya devam ettim. İlk iş görüşmeme gittiğimde, nasıl bir iş aradığımı sordular. Bisikletle gidebileceğim bir yerde çalışmak istediğimi söylediğimde bana güldüler. Zamanla ısrarımda gayet ciddi olduğumu gördüler ve plazadaki yeni işime bisikletimle gidip gelmeye başladım. Kariyer yapan, topuklu ayakkabı giyen beyaz yakalı bir kadının işine bisiklet sürerek gidip geldiğini gören insanların bu masum ve sempatik ulaşım aracından oldukça etkilediğini fark ettiğimde, bu konuda bir şeyler yapmaya karar verdim. On yıl önce yazmaya başladığım gezi blogum, bir anda şehirdeki bisikletli yaşamın püf noktalarını anlattığım yazılarla dolmaya başladı. Herkesin çekindiği, tehlikeli gördüğü yollarda aslında ufak tefek şeylere dikkat edersek ve basit önlemler alırsak güvenle bisiklet kullanabileceğimizi anlatmaya koyuldum. Ardından, sokak eylemlerine sıra geldi. Otomobiller ve lokanta masaları tarafından işgâl edilmiş kaldırımlarda “bisiklet yolu istiyoruz” diye bağırdık. “Neden bisikletlerimizle metroya binemiyoruz”, “neden trafikte bize özel bir şerit tahsis edilmiyor”, “neden bisikletle ulaşımı toplu taşıma sistemine entegre etmiyorsunuz” gibi soruları yüksek sesle sormaya başladık. Gördüğüm ve duyduğum, kentin geleceğini ilgilendiren bütün konferanslara gitmeye başladım. Şehir plancılarının toplantılarına gidip bakıyordum: “Acaba bunlar şehri planlarken bisiklet yollarını hesaba katıyor mu, yaya kaldırımlarını düşünüyor mu?” Katıldığım sempozyumlarda sorduğum sorular insanları çok rahatsız etmeye başladı çünkü çok şık giyinip gidiyordum ve bana mikrofonu uzattıklarında yerimden kalkıp, kelimelerimi özenle seçip, çok ağır şeyler söylüyordum. Aslında bilip de duymak istemedikleri gerçekleri dile getiriyordum. Mimlendiğim için, katıldığım konferanslarda bana söz vermemeye başladılar. Soru sormama izin vermezlerse o konferansta, panelde duyduklarımı ve aklıma yatmayan noktaları kendi perspektifimden bakarak blogumda yorumluyordum. Bir süre sonra, “Pınar’ı konuşmacı olarak davet edersek bizi eleştirmez” diye düşünmeye başladılar.
# pinarpinzuti
Ancak o iş hiç de hesapladıkları gibi yürümedi. Konuşmamı yapıyordum ama akşam eve gidince blogda eleştirdiğim ne varsa ortaya döküyordum. Blogumda aktardığım kente dair gözlemler ve tespitler, bir anda beni önemli panellerde ulaşım daire başkanı gibi karar verici kimliklerin yanına koymaya başladı. Böylece bizim adımıza karar alan bürokratlarla direkt ilişki kurma fırsatı yakaladım. Bu arada, davet edildiğim konferanslara katılmak için bir şart koşmaya başlamıştım: Bisikletli ulaşım, bisiklet ekonomisi, bisiklet turizmi gibi konularda yapacağım konuşmalar sırasında bisikletim sahnede duracaktı. Kabul ettiler. Bir süre sonra, hafta sonlarında İzmirlileri harekete davet etmeye karar verdim. İnciraltı Kent Ormanı, Kültürpark ve Bostanlı’daki rekreasyon alanında pazar günleri ücretsiz bisiklet yogası dersleri vermeye başladım. Buradaki amacım, katılımcıların derse bisikletle gelmesi ve böylece bisikletli ulaşımı deneyimlemesiydi. Gitmek istedikleri her yere bisikletle kolayca gidebildiklerini, hâtta bisikletle metroya binebildiklerini gören katılımcılar, bu olumlu deneyimi yeniden yaşamak için fırsat kollamaya başladı. Yoga dersleri sırasında katılımcıların parkta olmaktan ne kadar keyif aldığını gördüm ve kent yaşamı içinde nefes alabildiğimiz alanlarla İzmirlileri daha büyük organizasyonlarda buluşturmayı aklıma koydum. Böylece bisiklet, düzenlediğim her faaliyetin merkezine yerleşir oldu. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda düzenlediğim Türkiye’nin ilk kostümlü bisiklet sürüşü “İzmir Bike Party”de çocuklu aileler, Konak Saat Kulesi ile Kültürpark arasında trafiğe kapatılmış caddelerde beraberce pedal çevirdi. Bu tur, Kültürpark’ta düzenlenen şehir pikniği ve oyunlu aktivitelerle tamamlandı. Organizasyonunda yer aldığım, bu yıl dördüncüsünü düzenlediğimiz “Süslü Kadınlar Bisiklet Turu” ise kadınları diledikleri gibi giyinip bisikletleriyle sokağa çıkmaya davet ederken, bisiklet sürüşü sırasında kent merkezini otomobilsiz şekilde deneyimlemelerine odaklanıyordu. Bir yerden başka bir yere giderken sürdürülebilir ulaşım araçlarını (yaya / bisiklet / toplu taşıma) senede bir gün bile olsa kullanan bireyler, deneyimlediği bu ulaşım şeklini yılın geri kalanında da kullanıyor. Bu açıdan, deneyim artıran organizasyonların çok önemli bir görev gördüğüne inanıyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
121
BİLEŞENLER
AHURA RİTİM TOPLULUĞU Sami Hosseini
ahuraritim@gmail.com www.ahuraritimtoplulugu.com ! AhuraRitimToplulugu $ AhuraRitimToplulugu " ahuraritim # ahuraritim
BİLEŞENLER
İranlıyım. 2012 yılında İzmir’e diş hekimliği okumaya gelmiştim ama kısa süre sonra kendimi konservatuarda, çalgı yapımı bölümünde buldum. On sekiz yıldır müzikle uğraşıyorum. Buraya yerleşene dek dört grup kurdum; bu gruplarla memleketim İran’da birçok festivale katıldım, pek çok konser verdim.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
122
Uzmanlık alanım; “arbane” (erbane) adı verilen, Türkiye’de “halkalı bendir” olarak da bilinen, tüm Mezopotamya coğrafyasında yaygın olarak çalınan vurmalı enstrüman. İran’a oranla Türkiye’de bu çalgı üzerine verilen eğitimlerde eksiklikler, hatalar gördüğüm için kolları sıvadım ve birçok dernekte ders vermeye başladım. İzmir’de çok büyük bir potansiyel varmış; böyle bir ilgiyi beklemiyordum açıkçası. Bu ilgiden de cesaret alarak, 2013 yılında öğrencilerimle beraber Ahura Ritim Topluluğu’nu kurduk. Çeşitli derneklerin etkinliklerinde, kitlesel eylemlerde destek amaçlı olarak sahne aldık ve almaya devam ediyoruz. Konak’ta kendi atölyemiz var. Bir kolektif gibi çalışıyoruz; her işimizi kendimiz hallediyoruz.
Konserlerimizi de bağımsız bir şekilde örgütlüyoruz. 20 Mart 2015’te İsmet İnönü Kültür Sanat Merkezi’ndeki konserimizde ilk parçayı altmış müzisyenle beraber çaldık. 30 Nisan 2016’da Şişli Kültür Merkezi’nde verdiğimiz konser çok başarılı geçti. 30 Eylül 2016'da İsmet İnönü Kültür Sanat Merkezi’nde bir dayanışma konseri daha düzenledik. 2017’de ağırlıklı olarak yurt dışı festivallerine yoğunlaşmayı planlıyoruz.
SUART KUKLA ATÖLYESİ Suat Ünverdi
2008 yılında İpler Gölgeler Kukla Tiyatrosu olarak yola çıkıp “Küçük Kara Balık”, “Kukla Kumpanya”, “Hacivat ile Karagöz” gibi oyunları sahneledik. Yanı sıra çeşitli tiyatro gruplarına sahne ve dekor tasarımı yapıyorum. Bu yıl Uluslararası Kukla Festivali’nde sahnelenen Tiyatro Büyü’nün “Düşler” adlı oyununun kukla ve sahne tasarımı bana aitti.
Suart Kukla Atölyesi adı altında düzenlediğim yaratıcı çocuk atölyelerinde, bizzat tasarladığım kuklalar üzerinden çocuklara kukla ve oyuncak yapmayı öğretiyorum. Bireysel veya grup olarak yürüttüğüm yetişkin kukla atölyelerindeyse isteğe bağlı olarak ahşap, sünger ve atık malzemeleri kullanıyorum.
Uzun yıllardır çeşitli tekniklerle oyun üreten tiyatromuz, artık yoluna Vişnecik Kukla Tiyatrosu olarak devam ediyor. Kukla ve sahne tasarımı bana, senaryo ve dramaturjisi Metin Tülü’ye ait “Kutu” adlı oyunumuz, Ekim ayı itibariyle seyirciyle buluştu. Kukla sanatına dair en büyük hayâlim, güçlü hikâyelerle bu işi sokağa taşıyabilmek.
123 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
2007 yılında, Dokuz Eylül Üniversitesi, Resim Öğretmenliği Bölümü’nden mezun oldum. Halen özel bir kurumda resim öğretmenliği yapıyorum ancak kendimi kukla sanatçısı olarak tanımlıyorum. Üretmekten, ürettiğimi paylaşmaktan, sergilemekten ve dahası işimi yaparken eğlenmekten keyif aldığım için kuklayı seçtim.
BİLEŞENLER
suatunverdi@gmail.com
Tahsin İşbilen
info@paradoksyapim.com www.paradoksyapim.com
BİLEŞENLER
Belgesel film yapımcısıyım; çok uzun bir süredir belgesel sinemayla uğraşıyorum. Belgesel Sinemacılar Birliği üyesiyim; bir dönem bu oluşumun yönetiminde de rol aldım. Firmamız Paradoks Yapım’ı ise 2004 yılında kurduk. O günden bugüne belgesel sinemayı kendimize uğraş alanı seçtik ve özellikle İzmir alanında çok çalıştık, çalışmayı da sürdürüyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
124
İlk filmlerimizden biri “Üç Kardeşin Öyküsü”ydü. Temelde, İzmir’de yaşayan Museviler, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ilişkiyi anlatıyordu ama daha çok bugüne odaklı bir filmdi. Büyük çoğunluk, İzmir’de yaşamaya devam eden azınlıklara, Levantenlere nostaljik duyguların dekoratif objeleri olarak bakıyor ama durum pek de öyle değil. Bu şehirde hâlâ kayda değer miktarda Ortodoks, Yahudi, Levanten yaşıyor. Farklı etnik yapılara mensup binlerce İzmirliden söz ediyoruz. “Üç Kardeşin Öyküsü”, bu açıdan önemsediğim bir filmdi. Sinagogda bir düğün, kilisede bir bayram, camide bir cuma namazı çekmiştik; filmi tamamen tanıklıklar üzerinden kurgulamıştık. “İzmir Kayıtları”, 1850 - 1950 arası dönemde İzmir’in yaşadığı modernleşme sürecini anlatan ve bu sürecin İzmir ile ilişkisini sorgulayan bir filmdi. “Asya Minör… Yeniden” ise bırakalım İzmir’i; Ege’de çok az bilinen bir konuya temas ediyordu: Naziler; İkinci Dünya Savaşı sırasında, 1942 yılında, Yunanistan anakarasıyla beraber adaları da işgâl eder. Haritayı gözünüzün önüne getirin; adalıların kaçıp sığınabileceği tek coğrafya vardır: Ege kıyıları. Ne var ki bölge olarak Ege; ülke olarak Türkiye; yirmi yıl önce çok da hoş olmayan bir şekilde ayrıldıkları bir coğrafyadır. Üstelik söz konusu topraklar, bu sığınmacıların büyük bir kısmı için anavatandır. Bu travmatik durumun her iki yaka insanı için geçerli olduğunu eklemek gerekiyor çünkü mübadele dediğimiz şey, çift taraflı çalışan bir yerinden etme hareketiydi. Ayvalık’tan başlayıp Didim’e kadar giderek, tüm sahil boyunca pek çok söyleşi filme aldık. Filmde beraber çalıştığım, mülakat yaptığım birçok tanığı kaybettik çünkü filmi çektiğim sırada hepsinin yaşı doksanı aşkındı. Saip Köyü’nden bir amcamız diyordu ki: “1942 yılında ortalık toz duman… Saip altında, sahilde bir çıngar koptu; gittik baktık, Yunanlılar gelmiş!” Kıyı Ege halkı sığınmacıları rahat ettirmek için elinden geleni yapıyor. Gelenleri karşılamak için sahile inip diyorlar ki: “Bizde de yiyecek yok”. Çünkü savaş zamanı; doğru dürüst ekmek bile bulunmazken kuru
üzümleri, incirleri, peynirleri getirip ortaya koyuyorlar. “Dişleri yemyeşildi hepsinin” diyordu bir tanığım; niye diyorum, “ot yemekten” diyor. Yiyecek hiçbir şey yok. Bakın, Samos’un bugünkü nüfusu otuz bin civarında; İkinci Dünya Savaşı’nda açlıktan ölen Samoslu sayısıysa üç bin beş yüz… Gerisini siz tahmin edin. Ege kıyılarına sığınanların sayısı yaklaşık altmış bin olmuş; Devlet, Bergama’da ve Niğde’de sığınmacılar için kamplar kurmuş. Çeşme’de Giritliler bağrına basmış bu insanları. Kuşadası’nda Kızılay sahip çıkmış. Nazilli Sümerbank Fabrikası iş vermiş. 1950’lere gelince, bu konu her iki taraf için “sen sağ, ben selamet” noktasına varmış. Savaş sonrasında, 1950’lerle beraber çıkıp gelen milliyetçilik, her iki tarafta bu öykülerin üstünü kapatmış. Buna rağmen, yetmiş yaşını aşmış herkesin gayet net hatırladığı bir olaydan bahsediyoruz. Enteresandır; Sakız Adası’ndan kaçıp gelen Yunanlıların ilk yaptığı iş teknelerini parçalamak olmuş. Bugün Suriyeli mülteciler de Midilli’ye gittiğinde önce botlarını parçalıyor, bir daha bindirilip geri gönderilmemek için. Çünkü yakalananları o botlara, teknelere bindirip geldikleri ülkeye geri gönderiyorlar. Son projemiz, beş farklı ülkeden sinemacıların katılımıyla İzmir Büyükşehir Belediyesi için gerçekleştirdiğimiz “Uluslararası Börklüce Sinema Atölyesi”. Projeye katılan her sinemacı, Börklüce Mustafa’yı bir kısa film yaparak, kendi anladığı şekilde anlattı. Yunanistan ekibinden Sofia Kalvourtzi ve Iro Aidoni; Börklüce’yi özgürleşme serüveninde bir kadın olarak ele aldı. Filistin ekibinden Mohammed Y.M Abutaqiya, oldukça ilginç bir senaryoyla Filistin mücadelesinde öne çıkmış olan bir halk kahramanıyla Börklüce’yi örtüştürdü. İran ekibinden Saeed Nejati ve Alireza Ravadeh; 1960’larda geçen bir öyküden yola çıkarak, bir öğretmenin Börklüce üzerinden genç öğrencilere özgürlüğü öğretişini konu edindi. Ogesa Arıfi ve Kamer Şimşek’ten oluşan Kosova ekibi; Börklüce’ye Yugoslavya’nın dağılış sürecinde öne çıkmış bir aydın olan Ukshin Hoti ile bağlantı kurarak bakmaya çalıştı. Hatice Aşkın ve Kardelen Gökçedağ’dan oluşan Türkiye ekibiyse yakın tarihimize, Gezi’ye gönderme yaparak, Börklüce’ye yepyeni bir yorum getirdi. Bunlara benzer pek çok belgesel çalışması yaptık; yapmaya devam ediyor olacağız.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
125
BİLEŞENLER
TOPLUMSAL ARAŞTIRMALAR KÜLTÜR VE SANAT İÇİN VAKIF (TAKSAV)
izmir@taksav.org
taksavizmir@gmail.com
BİLEŞENLER
Bilim insanları, aydınlar, sanatçılar, işçiler, memurlar, öğrenciler tarafından 1993 yılında İstanbul’da kurulan TAKSAV’ın kurucu üyeleri arasında Can Yücel, Oğuzhan Müftüoğlu, Rıfat Ilgaz, Halit Çelenk, Aytaç Arman, Erbil Tuşalp, Gençay Gürsoy ve sanat, bilim gibi alanlardan pek çok diğer ismi sayabiliriz. Genel merkezimiz Ankara’da; İzmir’de beş yıldır faaliyet gösteriyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
126
Vakfımız; kültürel yaşamın gelişimine bilimsel, özgürlükçü ve demokratik bir anlayışla katkıda bulunmayı, yaratıcı ve araştırıcı düşüncelerin girişimine yardımcı olmayı amaçlıyor. Yalnızlaşmaya, yabancılaşmaya, her türlü kirlenmeye şiddetle karşıyız. Zenginliğini farklı kültürler üzerinden tanımlayan, onurlu ve özgür bir yaşamın hazırlayıcısı olmak, temel ilkelerimiz arasında. Vakıf olarak yeni anlayışların, çağdaş düşüncelerin topluma en güçlü ve kalıcı şekilde sanat yoluyla geçeceğine inanıyoruz. Sanatı seyirlik ve eğlencelik bir tüketim malzemesi, salt ticari bir mecra olmaktan çok, hayatı ve varoluşu sorgulamaya yönelten bir alan olarak yorumluyoruz. TAKSAV’ın üzerine yoğunlaştığı etkinlik türleri, genellikle şenlikler ve festivaller. İzmir’deki beş yıllık süre içerisinde altmış beş etkinlik düzenlemişiz. Bu aktiviteleri yüzyıllardır toplumun çeşitli kesimlerini bir araya getirmiş yaşam, paylaşım ve dayanışma alanları olarak tanımlıyoruz. Ankara’da yirmi bir yıldır gerçekleştiriyor olduğumuz tiyatro festivalini dört yıldır “Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali” adı altında İzmir’de düzenlemekteyiz. Bu süre
www.taksav.org
zarfında kırk bine yakın izleyicinin İzmir’de tiyatroyla buluşmasına zemin oluşturduk. Yüz elliden fazla oyun sahnelendi; yerli ve yabancı olmak üzere bini aşkın sanatçıyı şehrimizde konuk ettik. Geçmiş senelerde izleyici ortalaması sekiz bin civarındayken bu yıl dokuz bini geçtik. Her yıl dezavantajlı grupları ücretsiz olarak festival oyunlarına getiriyoruz. Doğru oyunla doğru hedef kitleyi buluşturmaya yönelik titiz bir çabamız var. Festivalimizin temasını geçen yıl “dayanışma” olarak seçmiştik; bu yıl “özgürlük” olarak belirledik; önümüzdeki yıl “umut” olacak. Her yıl, toplumsal olarak acilen ihtiyaç duyduğumuz bir tema etrafında örgütlüyoruz festivalimizi. Kendini özgürce ifade edebilen, sorgulayan ve duyarlı grup çalışmalarıyla kolektif bir şeyler üretmenin arayışı içinde olan her birey için paylaşım ortamları yaratma gayretindeyiz. Herkesin eşitçe erişimine ve katılımına açık olan sanatsal etkinliklerimizde bakmakla görmek arasındaki farkı netleştirmeyi, yaşamın güzelliklerini, renklerini, ışıklarını görünür kılmayı, toplumsal estetik düzeyini sanat yoluyla yükseltmeyi ve kültürel üretkenliği tetiklemeyi amaçlıyoruz. Buradan yola çıkarak felsefe, tarih ve ekonomi gibi dallarda düzenlediğimiz söyleşi, panel, toplantı gibi etkinliklerle eğitsel paylaşımlara alan açıyoruz. Dostluğu, paylaşmayı, dayanışmayı yaşamın önceliği kılmak çabasında olan, zihinsel ve fiziksel enerjisini aynı çatı altında buluşturmak isteyen herkes için çaba sarf ediyoruz.
TİYATRO MEDRESESİ Nesrin Uçarlar
info@tiyatromedresesi.org www.tiyatromedresesi.org
“Adı neden medrese”; “tiyatroyla medresenin ne alâkası var” gibi sorularla sıkça karşılaşıyoruz. Aslında medrese kavramının tiyatroyla çok alâkası var çünkü medrese, okul demek. Biz de bir tiyatro okulu kurmak üzere yola çıktık. Medreseler, mimari özellikleri açısından manastırlara benzer şekilde inziva ve paylaşım alanları barındıran yapılar. Bizim medresemiz tamamen çimle kaplı ol-
Kurulduğumuzdan bu yana, dört yıl içerisinde tiyatro, felsefe, edebiyat ve müzik üzerine pek çok atölye düzenledik. 2016’da ikincisini hayata geçirdiğimiz Uluslararası Monodrama Festivali, adı üzerinde; tek kişilik oyunları konuk ediyor. Seyyar Sahne olarak tek kişilik oyunlar çalıştığımız için farklı ülkelerdeki iyi işleri görmeyi ve göstermeyi amaçlıyoruz. Yerel ya da ulusal kurumlardan destek almadan çıkarıyoruz bu festivali; konuk gruplar uçak masrafını kendi üstleniyor. Biz sadece konaklama, yiyecek ve içecek giderlerini karşılıyoruz. Tiyatro üzerine çalışacak uluslararası bir araştırma takımı kurmak ve yayın çıkarmak gibi hedeflerimiz var. Sanatçı konukluğu (artist residence) üzerine örgütlenmiş uluslararası bir ağa üyeyiz. Sözünü ettiğim kapsamda olmak kaydıyla her türlü projeye, fikre açığız.
BİLEŞENLER
Seyyar Sahne olarak her yaz arkadaşlarımızın yazlığında, Gümüşlük’teki akademide tiyatro kampları düzenlemeye başlamıştık. Bu kamplar, zamanla çeşitli üniversitelerden gelen öğrencilerin katılımıyla iyiden iyiye kalabalıklaşmaya başlayınca her yaz nerede düzenleyeceğimizin derdine düşer olduk. Ayrıca, kamp için kullandığımız mekânlar bize ait olmadığı için sürekli sorun yaşıyorduk. Buradan yola çıkarak kendi mekânımızı kurmak istedik ve Diyarbakır’daki Sülüklü Han’ın mimarisinden etkilenip, yıllardır biriktirdiğimiz paraları toparlayıp, bağışla borçla Tiyatro Medresesi’ni kurduk.
dukça büyük bir avludan, iki yüzer metrekarelik iki performans salonundan, küçük bir prova salonundan, kare biçiminde ferah bir amfitiyatrodan oluşuyor. Binamız iki katlı; üst katta konaklama alanlarımız var. Yaklaşık altmış kişiyi bu mekânda ağırlayabiliyoruz. Avluya bakan geniş bir yeme içme alanımız var. Yazın verdiğimiz eğitimler, çadırlı konaklamaya müsait.
127 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İzmirli değilim; Tiyatro Medresesi dolayısıyla bir yıl önce Selçuk, Şirince’ye yerleştim. Yaklaşık on beş yıldır Seyyar Sahne adlı topluluğumuzla tiyatro yapıyoruz. Son on yıldır tek kişilik oyunlar üretiyoruz.
TEOS SANAT KAMPI Hakan Kirezci
BİLEŞENLER
hkirezci@gmail.com
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
128
Heykeltıraşım; yıllardır seramikle uğraşıyorum. Zamanla Seferihisar’ın merkezinde yaşayamaz hâle gelince, bu soruna alternatif yaratacak çözümlerin peşinde koşmaya başladık. Derken, büyükbaş hayvancılık tesisi de içeren bir çiftliğe tesadüf ettik. “Bu tür yerlerin talibi çok olur” diyerek çabucak bir karar verdik ve Teos Sanat Kampı’nı yaratmaya giriştik. Bu seneyi kendi kendimizi idare edebileceğimiz bir sistemi kurmakla geçirdik. Öncelikli amacımız sanatın farklı dallarını konu alan atölyeler düzenlemekti; bunu da büyük ölçüde başardık. Bu atölyeler, kampı ve tesisi sürdürebilir kılıyor. Sürekli faaliyet düzenliyoruz; insanlar gelip gidiyor. Etkinliklere elli ilâ seksen kişi katılıyor. Katılım ücretleri kiramızı çıkarmakla kalmıyor; beş kişinin geçimini, hayvanlarımızın yem ve bakım giderini ve malzeme masraflarımızı karşılıyor. “İnsanlar çadırlarıyla gelsin, dilediği gibi konaklasın; kafeteryada yesin içsin ve çekip gitsinler” türünden yaklaşımlara karşıyız. Bu yüzden, 2017’nin kış aylarından itibaren sanat kampı kimliğimizi güçlendirecek aktivitelere ağırlık vermek istiyoruz. Seferihisar’da gayet güzel işleyen farklı modeller var. Doğa Okulu; kerpiç yapımı, zeytin hasadı, ağaç dikimi gibi konularda meraklısına eğitim veriyor. Belediyenin Sığacık’ta açtığı Yaratıcı Yazarlık Okulu ise
! TeosSanatKampi kısa süreli karma atölyelere ve edebiyatla müziği buluşturacak etkinliklere ev sahipliği yapmayı planlıyor. Biz işi bir adım daha öteye taşıyıp, sanatın farklı disiplinlerinde temel eğitim verecek bir okul olarak ilerlemeyi öngörüyoruz. Sinema ve temel oyunculuk okulu kurmayı, on bir dönümlük arazimizde minik platolar inşa etmeyi, bungalov tipi kulübelerde yaz kış konaklama imkânı sağlamayı planlıyoruz ki bu ortamı kurup hayata geçirecek olanaklara fazlasıyla sahibiz. Fotoğraflar yaşam ortamımız hakkında fikir verecektir; kediler, köpekler, eşekler, ördekler, traktörler, film çekenler, resim yapanlar… Buraya gelen arkadaşlarımız ressamdır, seramik sanatçısıdır, tiyatro yönetmenidir, sinemacıdır ama bizimle beraber işçi gibi çalışır. Duvar örerler, ot yolarlar, hasat yaparlar ama kampta ders vermeye devam ederler. Kendimizce bir kütüphane oluşturduk. Seramik çalışmalarımız sürüyor; fırınlarımız var. Çamurdan takı yapımı üzerine bir atölye düzenledik. Resim ve temel oyunculuk atölyelerimiz de işliyor. Ağustos 2016’da Yenikapı Tiyatrosu’nun düzenlediği 10. Tiyatro Buluşması sırasında oyunculuk atölyesine ev sahipliği yaptık. Güncel hayatın gerçeklerinden kopmamak kaydıyla önümüzdeki engelleri tek tek kaldırmayı, işin kendi doğasında seyretmesini arzu ediyoruz. Herkesi bekleriz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
129
BİLEŞENLER
TİYATRO4 Kağan Uluca
BİLEŞENLER
www.tiyatro4.com
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
130
!Tiyatro4
" tiyatro4_info
Tiyatro4’ü 2012 yılında Derya Efe ile kurduk. Ben İzmir’e 1995 yılında çevre mühendisliği okumaya geldim; o sırada Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrosu’nda (BBŞT) kursiyer olarak başladım ve daha sonra burada eğitmen - oyuncu olarak görev aldım. 2014 yılında Şehir Tiyatrosu’nda çalışmayı bırakıp sadece Tiyatro4’e yoğunlaşmaya karar verdim. Derya ise BBŞT’de tiyatro yaparken Ege Üniversitesi’nde sosyoloji okuyordu; mezun olduktan sonra İstanbul’a geçip NY Dijital Film Akademisi’nde eğitim aldı. Halen, Bornova Belediyesi Tiyatro Müdürlüğü bünyesinde faaliyetine devam eden Dijital Film Atölyesi’ni yürütüyor. Tiyatro4’te çekirdek ekip ikimizden ibaret de olsa geniş bir ekibiz; ekiptekilerle genellikle proje bazında çalışıyoruz. Her yeni projemizde tasarıma, güncel konulara ve güncel metinlere kafa yoran insanlarla çalışmaya özen gösteriyoruz. Tiyatroda kolektiviteye yürekten inanıyoruz. Kolektivite projelerimize çeşitlilik getirirken, farklı bakış açılarının bizi ortak bir noktaya ulaştırma çabası dinç kalmamıza, yeniliğinin peşinde koşmamıza katkı sağlıyor. Şanslıydım ki özellikle tiyatro eğitimi aldığım dönemde, yurt dışıyla temasımız oldukça güçlüydü. Katıldığım uluslararası değişim projeleri sayesinde sürekli olarak farklı fikirlerle, yeni bakış açılarıyla karşılaşıyordum. Bu yüzden, Tiyatro4’ü kurmak için yola çıkarken, çağdaş metinleri alıp seyirciye aktarmayı hedeflemiştik. İlk işimiz “Ben Feuerbach” oldu; bu oyunu oyunculuğun ülkemizde bir meslek olarak kabul edilmemesiyle ilgili derdimizi ifade etmek için sahneledik. “Boş Şehir”, ikinci projemizdi. Henüz ikinci senesindeyken, yani geçen sene, ülkede yaşanan ağır koşullardan dolayı çok sayıda oyun ertelemek durumunda kaldık. Bu oyun için elektronik müzik ve yeni medya sanatçılarıyla çalıştık. Tasarıma bakışımızın sınırlarını zorlayan bir oyun oldu,
# tiyatro4
$ tiyatro4
açıkçası. Oyun bir kardeşlik ve savaş hikâyesine dayanıyor; şehir boşaltılmış, iki kardeş bir köprüde karşılaşıyor ama her ikisi de farklı üniformalar giymiş. Biliyorlar ki şehir sabah bombalanacak, bu sebepten dolayı birbirlerini öldürmeye kalkışmak yerine şehri dolaşmaya karar veriyorlar. On iki ayrı mekân dolaşıyorlar. Bu hikâyenin herhangi bir şehirde ve herhangi bir zamanda geçebileceğini anlatabilmek, hikâyeyi zaman ve mekâna bağlı kalmaktan uzaklaştırabilmek için “video mapping” (ışıkla yüzeye haritalama) tekniğini kullanmaya karar verdik. Bunun için de üç boyutlu bir dekor oluşturduk ve mekânları, dekoru ışıkla boyayarak canlandırdık. Bir arada olmayı, yeni deneyimler edinmeyi, yeni teknikler uygulamayı tercih ediyoruz. Ben katıldığım atölyelerden çok şey öğrendim ve zamanı gelince bu birikimi Tiyatro4 için kullanmaya başladık. O yüzden atölye yapma konusunu çok önemsiyorum. Bu deneyimi aktarmak, başkalarıyla paylaşmak istiyorum. Şimdilerde, İzmir’deki farklı mekânlarda ayda bir atölye düzenleyerek bu işi sistematik hâle getirmeye çalışıyoruz. Başka alanlarda da çabalamaya devam ediyoruz; seyircinin tiyatroya dair algısını nasıl değiştirebileceğimize yönelik “Biraz Tiyatrodan Bahsedelim” adını verdiğimiz kısa videolar ürettik. Mitos – Boyut Yayınevi ile iletişime geçip “Bilet-Kitap” ismini verdiğimiz bir proje geliştirdik ve bunu uygulamaya devam ediyoruz. 2016’da TANDEM ağına dâhil olduk; İtalya’dan Teatro Dell’ Argine adlı grupla ortaklaşarak özgürlük temasından yola çıkarak ürettiğimiz bir proje üzerinde çalışıyoruz. 2016 -2017 sezonunda sahneleyeceğimiz yeni oyunumuz, “Shakespeare Öldü; Aş Bunları” adını taşıyor. Bu oyunu İzmir’de dönüşümlü olarak üç mekânda sergileyeceğiz: Açık Stüdyo, Originn ve Açıkapı.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
131
BİLEŞENLER
TİYATRO TERMİNAL
BİLEŞENLER
www.tiyatroterminal.com
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
132
! TiyatroTerminal " TiyatroTerminal
2012 yılının Ocak ayında kurulduk. Oyuncusundan tasarımcısına, yazarından teknik elemanına kadar bütün bileşenleriyle İzmir’de yetişmiş ve İzmir’e hizmet etmeye çalışan bir grubuz. Demokratik bir işleyişimiz var; her türlü işimizi çok sesliliği önde tutarak sürdürüyoruz. Üretimde ve emek paylaşımında birliktelik duygusunu korumayı, ortak akla başvurmayı çok önemsiyoruz. Teatral anlatım olanaklarını sorgulayan performatif arayışların peşindeyiz. Bizim için yaratım süreci de sonuç kadar önemli çünkü süreçleri sorgulamadığınızda kendinizi yenileyemiyorsunuz; alışıldık formülleri yineleyip duruyorsunuz. Deneyselliği sadece farklı bir ürün ortaya koyma yöntemi olarak değil, uğraşımızın içerisinde sürekli kendimizi yenileyebilme ve uyanık kalabilme çabasının parçası olarak görüyoruz. Çağımızın sorunlarına duyarlıyız; bu noktada sesimizi üretimlerimiz aracılığıyla sahneden yükseltmeyi tercih ediyoruz. Hedefimiz, bu toprakların hikâyelerini oyunlaştırmak ve özgün metinler sahnelemek. Bu çerçevede, yeni yazarların ve dillerin ortaya çıkmasını çok değerli buluyoruz. Sadece tiyatronun değil; kültür hayatının, sanatın genel anlamda buna ihtiyacı var. Daha çok seyirciye ulaşmak ve derdimizi daha geniş kitlelerle paylaşmak için yoğun bir çaba içerisindeyiz. İzmirli tiyatro ekiplerinin seyirciyle buluşma noktasında yaşadığı pek çok sorun var. İzleyici geliştirme, İzmir’de tiyatroyla uğraşan her birey, her yapı için sıkça dillendirilen ortak sorun. Biz bu noktada, yeni bir dil yaratabilmenin, seyircinin dikkatini yeniden tiyatroya yöneltmek adına çok işe yarayacağına inanıyoruz. Bu yüzden, nitelik ve özgünlük açısından seyircinin dikkatini çekecek işler üretmenin peşindeyiz. Türkiye ve dünya prömiyerini gerçekleştirdiğimiz ilk oyunumuz, “Zamora Binası Soruşturması”nı 2012 yılında sahneledik. Özlem Lale tarafından yazılan ve devrimci fotoğrafçı Tina Modotti'nin hayatından bir kesit sunan bu oyun, Mitos – Boyut’un “Oyun Yazma Yarışması”nda birinci seçilmişti. Aynı yıl, Bulgar yazar Hristo Boytçev'in kaleme aldığı, Balkan Savaşı’nın yarattığı travmaları trajikomik bir şekilde ele alan “Albay'ın Karısı”nı sahneye taşıdık.
2013 yılında Evdokimos Tsolakidis'in “Hiç” oyununu sahneledik. “Hiç”; seyirci, oyuncu, eleştirmen ve yönetmen dörtlüsü arasındaki ilişkilerle “sanat nedir” tartışmasını interaktif bir dille sahneye taşıyordu. Georg Büchner'in klasik oyunu “Woyzeck”i ise 2014 yılında sahneledik. Klasik bir metni bizim bakışımızla yansıtan, özgün bir oyundu. Son olarak, 2015 yılında Cervantes'in romanından uyarladığımız “Don Kişot'un Görülmedik Serüveni” ile seyirci karşısına çıktık. Tüm oyuncuların sürekli sahnede yer aldığı ve performansa aktif şekilde müdahale edebildiği bir dil yakalamanın peşindeyiz. Bu yaklaşımı “kolektif oynamak” şeklinde nitelendiriyoruz. Yeni sezonda üç yeni oyunun yanı sıra önceki sezonlardan dört oyunla İzmir'in farklı sahnelerinde seyircimizle buluşuyor olacağız. Ayrıca çocuk oyunları yapıyoruz. Bu noktada, çocuklara sadece parmak sallayan didaktik oyunlar yapmaktan yana değiliz. Çocukların kültürel ve sanatsal hakları olduğuna, geleceğin değil; bugünün seyircileri olduğuna inanıyoruz. Çocuk tiyatrosunu yetişkin tiyatrosunun bir alt kümesi olarak görmüyoruz; başlı başına bir sanatsal alan olarak değerlendiriyoruz. Tam da bu nedenle, yetişkin tiyatrosuyla eş derecede titizleniyoruz çünkü yaşama dair somut gerçekleri gizlemeden, beklenti ve isteklerini yadsımadan, çocuklarla birlikte üretebileceğimiz bir tiyatronun düşünü kuruyoruz. Bugüne dek Edip Cansever, Attila İlhan, Melih Cevdet Anday, Nazım Hikmet, Orhan Veli gibi önemli şairlerimizi andığımız pek çok teatral şiir dinletisi gerçekleştirdik. “Hiç” oyunumuzun yazarı Evdokimos Tsolakidis'i İzmir'de ağırladık ve onun liderliğinde bir oyunculuk atölyesi düzenledik. Süreyya Karacabey ile “Gündelik Yaşam ve Tiyatro” başlıklı bir söyleşi tertip ettik. Bu gibi alternatif etkinlikleri nasıl çeşitlendirebileceğimize bakıyoruz. Eğitimli oyuncularımız ve yazarlarımız, Tiyatro Terminal bünyesinde oyunculuk, yazarlık ve öykü üzerine atölyeler gerçekleştiriyor; akademik alanda eğitim vermeyi sürdürüyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
133
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
TİYATROHANE Erk Bilgiç
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
134
www.tiyatrohane.net # tiyatrohane " Tiyatrohane tiyatrohane.tumblr.com Tiyatrohane 2013 yılında İzmir’de kurulmuş bir sanat okulu. Tiyatro alanında akademik alt yapıyla eğitim veren tek sanat kurumuyuz; çalışmalarımızı Prof. Dr. Özdemir Nutku’nun danışmanlığında yürütüyoruz. Konservatuar ya da güzel sanatlar fakülteleriyle benzer nitelikte eğitim veriyoruz. Eğitmenlerimizin büyük bir kısmı yüksek lisanslı ve doktoralı oyuncular. Oyunculuk tekniği anlamında çeşitli çalışmalar yapıyoruz; bu teknikleri öğrencilerimizle beraber deniyoruz. Elit ve alternatif bir konservatuar yaratmanın peşindeyiz. Bu işi çok ciddiye alıyoruz çünkü İzmir’de bu alanda kesif bir kirlilik olduğuna inanıyoruz. İzmir seyircisinin temelini Roma kültürüne dayandırırlar; yani bu kitlenin mutlaka eğlenceyi içerecek kültürel aktiviteleri benimseyeceği iddia edilir. Hâlbuki bu doğru bir yaklaşım değil; gelişen teknolojilerin sinemayı ve güncel sanatları getirdiği yere baktığımızda, seyircinin beklentisinin tamamıyla değiştiğini görüyoruz. Seyirci, alternatif işlere artık daha olumlu bakıyor. Sadece komedi beklentisi içerisinde olduğunu düşünmek, iddia etmek çok yanıltıcı olur. Biz de bu düşüncelerden yola çıkarak, alternatif bir bakış açısıyla farklı işler deniyoruz. Tiyatrohane’nin bir de doğaçlama tarafı var. Doğaçlama denince akla genelde insanları eğlendirmeye yönelik tiyatro sporu geli-
yor. Doğaçhane adını verdiğimiz ekibimizle İzmir’de yapılmayan bir şeyi yapıyoruz: Ortalama bir saat süren, tamamen doğaçlama oyunlar oynuyoruz. İlk oyunlarımızda “zar zor” adını verdiğimiz bir format denedik. Seyirciye zar attırıyoruz. Bu zarların üzerinde çeşitli şekiller var; seyirci zihninde ne oluşuyorsa onu söylüyor, biz de altı kişilik bir ekiple o temayı oynamaya başlıyoruz. Süreci seyirci yönetiyor. Oyun komediye de gidebiliyor, trajediye de gidebiliyor. Doğaçhane, oyunlarını Tiyatrohane’de oynuyor. Seyirciyle yakın temasta olduğumuz otuz kişilik bir alanımız var. Seyirciyi yakından hissetmek muazzam bir şey, o yüzden İstanbul’da başlayan bu perdesiz sahne akımının en kısa zamanda İzmir’e gelmesini arzu ediyoruz. Ayrıca, sosyal sorumluluk projelerimiz var. Son olarak bünyemizde oluşturulan “Patihane” isimli proje vasıtasıyla sokak hayvanları için barınak sağlıyor, bu barınakları gönüllü katılımcılarımızla şehrin sokaklarında uygun gördüğümüz noktalara yerleştiriyoruz. Bugüne dek yüzden fazla kedi ve köpeğe ısı yalıtımlı haneler kurduk. Bu haneleri yine gönüllüler eşliğinde düzenli olarak kontrol etmeyi hedefliyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
135
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
Uğur Engin Deniz
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
136
bucu.kluk@gmail.com % engindeniz İş tanımımda iki değişken var: İlki, hareketli görüntü tasarımcılığı. Kendimi grafik tasarımcı olarak sunmaktan hazzetmiyorum çünkü grafik tasarlayamıyorum; hareket tasarlayabiliyorum. Benden sabit bir grafik tasarlamam istendiği zaman kafamdaki taslak genellikle hareket üzerinden beliriyor. İkinci değişken, “yeni medya”. Bu kavram ilk defa 1980’lerde kullanılmış. Yeni medya sanatçısıyım; bunu böyle söylemek zorunda kalıyorum çünkü “yeni medya” kavramını sorunlu buluyorum. Siz herhangi bir şeyi yeni olarak tarif ettiğinizde o çok kısa süre içinde eskiyerek anlamını kaybetmiş oluyor. Yeni medyayı, beni bütün medyalar arasında hareketli bir pozisyona konumlandırıyor olması itibariyle çekici buluyorum. Özetle, toplu üretimlerdeki ticari fonksiyonumu 3D generalist / 3B genellemeci olarak tanımlayabilirim. ODTÜ’de fizik eğitimi aldım. Üniversitenin, Görsel ve İşitsel Sanatlar Araştırma Merkezi’nde Thomas Balkenhol ile görüntü ve kurgu, merhum Ulus Baker ile kavramsallık üzerine çalıştım. Video art diye bir formatın farkına da o dönemde vardım. Norman Mclaren, Oscar Fischinger gibi 1920’lerde, 30’larda deneysel animasyon üreten insanlar aklımı çeldi benim. İzmir’e taşındıktan sonra bir reklâm ajansında işe başladım ve yavaş yavaş çekim yapmaya, hareketli grafikler tasarlamaya başladım. Bu ajans
deneyimi benim için hayli kötü sonuçlandı; altı ay dayanabildim. Sekiz yıldır serbest çalışıyorum. Bildiğiniz üzere, İzmir “EXPO 2020” için aday kentti. Yurt dışından gelen delegelere sunulmak üzere özel bir şov talep edilmişti. Ekipçe bir akşamda çıkarmıştık o işi: Elimizde 1888 adlı kulüpte düzenlenen “Anti Mardi Gras” partisi için hazırladığımız üç metrelik bir heykel vardı. EXPO şovunu çok hızlı bir şekilde hazırlamam gerekiyordu; ben de bu heykeli kullandım. Butik bir formun üzerine çalışıyor olmak çok hoşuma gidince yüz motifleri üzerine iki iş daha ürettim. Eğer fırsatım olursa ve üç boyutlu bir yazıcı bulursam, kendi bastığım insan figürleri üzerine ev tipi projeksiyonlar kullanarak yapacağım yansıtmalar üzerinden bu alanda çalışmaya devam edeceğim. Son bir yılda tasarım dünyasına dair ticari işlerden çok bunalıp, neredeyse bir dine dönüşmüş olan minimalizmden sıkıntı duyup, şahsi işlerime yoğunlaştım. Bunlar genellikle resimlerden ve videolardan oluşuyor. Mart 2016’da Paris’te ilk kişisel sergimi gerçekleştirdim. Farklı ülkelerde düzenlenen karma sergilerin yanı sıra e-sergilere katılarak yoğun bir şekilde üretime devam ediyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
137
BİLEŞENLER
ÜNİVERS
BİLEŞENLER
univers.ieu.edu.tr ! ieuunivers
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
138
İzmir Ekonomi Üniversitesi, Medya ve İletişim Bölümü üçüncü sınıf öğrencileriyiz. Bu yıl stüdyo derslerini alıyoruz, dolayısıyla vaktimiz çoğunlukla fakültemizin haber merkezinde geçiyor. Düzenli olarak yürüttüğümüz toplantılarda gazetemizin yanı sıra web sitemizin gündemini belirliyoruz. Bu toplantılarda haber önerilerimizi sunuyor ve içerik üzerinde tartışıyoruz. Gazetenin tasarımını da biz yapıyoruz. Haberlerimizde mümkün olduğunca multimedya içeriğe yer veriyoruz. Örneğin, metin ve görsellerin yanında yaptığımız söyleşi-
" ieuunivers
$ ieuunivers
lerin video kayıtlarını yayınlıyoruz, foto galeriler oluşturuyoruz. Gündemdeki kritik konular özelinde ekip olarak çalışmalar yürütüyoruz. Gazetemizde şehir, kültür, sanat ve yaşam gibi bölümlerin yanı sıra hak, emek, medya gibi konulara yoğunlaşıyoruz. İşlediğimiz bu konuları üniversitemizin radyosu, Radyo Eko’daki günlük bültenlere taşıyoruz. Eylül 2016 itibariyle matbu edisyona son verdik. Gazetemizi siteden, sunduğumuz tüm bültenleri sitemizdeki podcast arşivimizden takip edebilirsiniz.
ULUSLARARASI İZMİR KISA FİLM FESTİVALİ Yusuf Saygı
www.karefilm.com www.izmirkisafilm.org
BİLEŞENLER
2014’ten bu yana, başlangıcından beri içinde bulunduğum Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali'nin organizasyonunu yürütmekteyim. Festivalin İzmir'de daha geniş kitleler tarafından tanınması, daha çok izleyiciye ulaşması adına, son üç yılda epeyi mesafe kat ettik. Öncelikle ana merkezdeki salon sayımızı ikiye çıkardık; üniversite salonlarına taşıdığımız gösterimlerle merkezden uzak kampüslerdeki öğrencilere film izleme şansı sunduk. Geçen yıl, festivale bin yedi yüz altmış film başvurdu. Bunlardan dört yüzünü seçip gösterime sunduk. Bu yıl başvuru sayısı bin iki yüzde kalsa da her yıl daha fazla filmi izleyiciyle buluşturma hedefimizi koruyoruz.
İzmir'deki sinema sektörünün ileriye doğru sağlıklı adımlar atmasını istiyorsak bu sektörü daha yoğun bir biçimde desteklemek gerekiyor. Bu şehirde çekilecek film sayısının ancak böyle artabileceğine inanıyorum. Bunun için de mevcut kaynakların ve olanakların daha eşit şartlarda ulaşılabilir olmasına ön ayak olacak bir “Sinema Ofisi” oluşumu öneriyorum. Eğer bu oluşum yerel yönetimler ve özel sektör tarafından da desteklenirse hem bölgesel ekonomiye hem şehrin tanıtımına hem de İzmir'de sinema eğitimi alan öğrencilere büyük katkılar sağlayacaktır. Kare Film olarak böyle bir girişimin hayata geçirilmesi, yürütümü ve güç kazanması için elimizden geleni yapmaya hazırız.
139 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
1997 yılında başladığım meslek yaşantıma 2011 yılında İzmir’de kurduğum Kare Film ile devam etmekteyim. Genel olarak video prodüksiyonu, reklâm ve tanıtım filmleri üzerine çalışıyoruz. Tayfun Pirselimoğlu'nun “Ben O Değilim”, Pelin Esmer'in “İşe Yarar Bir Şey” ve son olarak Ahmet Karaman'ın “Baba Nerdesin, Kayboldum” filmlerine prodüksiyon desteği sağladık. Ayrıca, birçok kısa filmciye ekipman ve post prodüksiyon konusunda yardımcı oluyoruz.
3. DALGA SANAT İNİSİYATİFİ Gülderen Depas
BİLEŞENLER
3.dalga@gmail.com
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
140
! 3dalga
3dalga.blogspot.com.tr
3. dalga Bağımsız Sanat İnisiyatifi’nin kurucu üyelerindenim. Dokuz Eylül Üniversitesi, Resim Bölümü’nden mezun oldum. Ardından yüksek lisansımı tamamladım. Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Resim ve Heykel bölümlerinden arkadaşlarla bir yıl süren toplantıların sonucunda Şubat 2016’da kurduğumuz inisiyatifi hâlihazırda kurucu üyelerden Aygün Erkem, Nurten Yıldırım, Sema Sakarya, Sultan Gökdemir ve Velhan Bulgu ile birlikte yürütüyoruz.
sergileri, kesinleşmiş etkinliklerimiz arasında yer alıyor. Moda tasarım sanatçısı Jovita Sakalauskaite sergisi, Hatice Yıldız Gözlü’nün heykel sergisi ve ayrıca Can Dereli’nin interaktif tablet kitabı uygulamasıyla disiplinler arası alanda bir dizi projeye alan açacağız. Yanı sıra belirli dönemlerde kısa süreli atölye çalışmaları düzenlemeyi, Türkiye'den ve yurt dışından sanatçıların katılımıyla bir güncel sanat çalıştayı gerçekleştirmeyi, ardından çalıştaya ilişkin bir sergi yapmayı planlıyoruz.
Kâr amacı gütmeyen, bağımsız, herhangi bir kurumsal sponsorluk ilişkisine dayanmayan, disiplinler arası sanatla ilgili bir girişimiz. Faaliyet alanlarımızı resim, heykel, enstalasyon, fotoğraf şeklinde özetleyebilirim. Ayrıca sunum, söyleşi, film, video gösterimi, performans gibi güncel sanat pratiklerinin ve politikalarının tartışıldığı bir platform yaratma gayretindeyiz. Birlikte karar almamızı sağlayan ama bireysel hareket edebilmemize ön açan esneklik anlayışımızı sürdürmeyi öngörüyoruz. Gündemi takip ederek, ilerici bir düşünce yapısıyla ilerlemek istiyoruz. Mekân olarak, K2 Güncel Sanat Merkezi’nin Alsancak’ta sanatçı rezidansı olarak kullandığı binanın bir odasını kullanıyoruz. On beş metrekarelik bir oda olmasına rağmen ortak olarak kullandığımız holü ve salonu da işin içine katınca, projeler için kayda değer bir alan açabiliyoruz.
3.dalga olarak, yeni yeni “mural” alanına ilgi duymaya başladık. Nasıl uygulandığına, şehir için etkisi ve önemine ilişkin araştırmalara giriştik. “Mural”, her şeyden önce sanatla iç içe olmayı başarabilmiş kentlerde yaygınlaşmış bir uygulama. Bu uygulamalar, bambaşka bir güzellik katıyor kente. “Mural” işinde yurt dışından sanatçıları bir organizasyon getiriyor; belediye bu sanatçılara uygulama alanları gösteriyor, ayrıca sanatçının konaklama ve malzeme ihtiyacını karşılıyor. Belirlenen bölgelerde, semtlerde, sokaklarda yerleşik halkla birlikte hareket ediyor, yerel motifleri kullanıyorlar. Sonuç olarak mahalle de o esere sahip çıkıyor. “Mural dünyada bu kadar popülerken, neden İzmir’de örneklerine rastlayamıyoruz” sorusu üzerinden, bu alanda çaba sarf etmeye, bazı proje önerilerimizi belediyeye sunmaya karar verdik. İzmir sathında kamusal sanata görünürlük kazandırmak ve sanatı yerellikten çıkarabilmek adına, büyük duvar resimleri çalışmak istiyoruz. İnisiyatif olarak bizim görevimiz, bu çalışmalar için gerekli bağlantıları ve mural yapılacak yerleri saptamak.
Mekânımızda bugüne dek düzenlediğimiz sergilerden bahsetmek isterim: Kurucu üyelerimizden Sema Sakarya’nın fotoğraf yerleştirmesi ve resim sergisi “ucu AÇIK dArALAN Sergileri –I”, ilk işimizdi. Ardından, Derya Aydoğdu ve Gül Aktaş Kaya’nın “Amnezi” adlı kolaj sergisini, Meltem Söylemez’in “Diyalektik” adlı resim sergisini düzenledik; Burcu Dikici’nin “Burası Benim Ülkem” adlı video ve enstalasyonuna yer verdik. Dokuz Eylül Üniversitesi, Grafik ve Sanat Tasarım Bölümü’nde yüksek lisansa devam eden Can Dereli, Gökçen Dinçer, Eylül Ersöz, Esra Göksek, İpek Kabadaş, Berrin Oku ve Şule Yılmaz’ın katıldığı “BAKMAK ve GÖRMEK; Kitabın Metamorfozu” sergisiyle 2016 sezonunu kapattık. 2017’de bir dizi sanatçı söyleşisi, seminer ve panel düzenleyeceğiz. Yrd. Doç. Yıldız Ersağdıç, “Sanat ve Kimlik - Avangard’da Yeni ve Özgün” başlığı altında bir seminer sunacak. Yazar, şair ve gazeteci Haluk Işık; “Sanat ve Hayat” konusunda dinleyiciyle interaktif ilişki kuracağı bir söyleşi yapacak. Sırasıyla söylemek gerekirse, kurucu üyelerimizden Nurten Yıldırım, Sultan Gökdemir ve Velhan Bulgu’nun videoart gösterimi, gravür ve resim
Uzun vadeli planlarımız arasında, Türkiye’nin her yerinden sanat inisiyatiflerini bir araya getirerek ortak çalışabileceğimiz koşullar yaratmak var. Ardından, kurulacak bu ağ üzerinden uluslararası sanat inisiyatifleriyle dayanışabileceğimiz çalışma grupları organize etmek istiyoruz. Mekânımız yurt içi ve yurt dışından, her yaştan ve çevreden sanatçıya açık. Özellikle her yaştan dedim çünkü 3.dalga’ya katılmak için yaş sınırı gözetmiyoruz; çok farklı yaşlarda üyelerden oluşan bir girişimiz. Zaten adımız da bir sanat eleştirmeninin yazısından ortaya çıktı: “Bir eski sanatçılar var, bir revaçta olan genç sanatçılar var, bir de gelecek olan 3.dalga var.” Biz o 3. dalga olduğumuzu iddia etmiyoruz. 3.dalga Fransız sinemasında var, ekonomide var, kahve dükkânlarında var ama adımız biraz da hepsinin karışımından kaynaklanıyor. Biraz iddialı bir ad; umarım içini doldurabiliriz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
141
BİLEŞENLER
7/70 KÜLTÜRSANAT / İZMİR DERSİ Zehra Akdemir
zehraakdemir770@gmail.com www.yediyetmis.net www.izmirdersi.com
BİLEŞENLER
7/70 KÜLTÜRSANAT grubu, 2009 yılında kuruldu. Kurulduğu günden bu yana kültür ve eğitim alanında çeşitli programlar yürütüyor. Bu çatı altında, farklı yaş gruplarını görsel öğrenme yöntemlerini kullanarak resmi müfredatta bulunmayan genel kültür bilgileriyle buluşturuyoruz. Ayrıca, eğlenceli ve yenilikçi yöntemlerle gerçekleştirdiğimiz bu programlar için kalıcı eğitim materyalleri geliştiriyoruz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
142
Şebnem Gökçen Dündar ile yollarımız doğal olarak kesişti. Ortak uzmanlık alanımız, kültür ve mekân ilişkisi. Üniversitede eğitimciyiz; öğretim üyeleri olarak on sekiz yaş grubunu yakından tanıyoruz ve bu yaş grubunun eksiklerini kolayca gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz kadarıyla genç nesiller, toplamda “kültür bilgisi” olarak tarif edebileceğimiz kültür, sanat ve tarih alanlarına karşı ilgili fakat temel bilgiler açısından yoksun. Yaratıcı disiplinlerde, örneğin mimarlık ve tasarım alanında çoktan seçmeli bir yöntem izlemek, mutlak doğrulardan yola çıkmak yerine yaratıcı, farklı yaklaşımlar bekleriz. On sekiz yaş, eleştirel bir bakış açısını kavramak adına çok geç bir yaş. Buradan yola çıkarak, 7/70 KÜLTÜRSANAT grubu olarak daha erken yaş dönemleri için neler yapabileceğimize baktık. “İzmir Dersi” projesi, bir anlamda buradan yola çıktı; kültür eğitimi alanında üretip yaygınlaştırdığımız projelerimizden belki de en önemlisiydi. “İzmir Dersi”nden bahsetmeden önce, tüm materyallerimizde ve programlarımızda kullandığımız “görsel öyküleme” metodu hakkında biraz bilgi vermek isterim: Görsel öyküleme metodu, bilgilerin ya da kavramların bir senaryo içine yerleştirilerek görselleştirilmesi ve izleyiciye öykü anlatıcısı tarafından aktarılması esasına dayanıyor. İzleyenin işitsel ve görsel hafızasına eş zamanlı olarak hitap ediyor ve doğrudan bir bilgi aktarımı içermiyor. Meseleyi yolda keşfediyorsunuz. Ayrıca, bu öyküleştirmeyi pekiştirecek etkinlikler tasarlıyorsunuz. Yani, bu ders eğitmen için baştan itibaren bir tasarım problemi olarak vücut buluyor. 2014 yılında İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından kabul edilen ve uygulamaya konan “İzmir Dersi”, öncelikle dördüncü ve beşinci sınıf öğrencilerine hitap ediyordu. On ila on bir yaş grupları, 2014 eğitim ve öğretim yılında bir dönem boyunca, görsel
öyküleme metoduyla İzmir’in tarihini, kültürünü anlama şansına erişti. Bildiğiniz gibi bir okul dönemi, yaklaşık on dört hafta sürüyor. Haftada iki saati görsel öykü sunumuna, bir saati aktivitelere ayırmıştık. Bilgimiz dâhilinde söyleyecek olursak, yöntem ve içerik anlamında Türkiye’de uygulanmış tek örnekti. Projenin mimarisine iki önemli kurum katkıda bulundu: Bunlardan ilki, İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ydü. Metodun kendisine sahip çıkmaya, programı müfredata sokmaya ve yürütücü kurum olmaya gönüllü oldular. Finansmanı da İzmir Kalkınma Ajansı sağlamıştı. İzmir Kalkınma Ajansı, yaklaşık bir dönem boyunca, beşinci sınıflarda okuyan elli bin öğrenciye bizim ürettiğimiz materyalleri (kitaplar, CD’ler, diğer donanımlar) ulaştırmayı, materyal ve içerik geliştirmeyi, iki bin kadar sosyal bilgiler öğretmeninin eğitim finansmanını üstlendi. Tahmin edebileceğiniz üzere, şartlarımız ve hareket kabiliyetimiz bugüne göre biraz daha rahattı. “İzmir Dersi” programında ve eğitim materyallerinde orijinal görseller kullandık. Bu görselleri içeren havuz, Roma ve Osmanlı dönemlerinde İzmir’in nasıl göründüğünü tasvir eden çizimlerden, çeşitli arkeolojik alanların orijinal görünümlerine ilişkin çizimlerden oluşuyordu. Sonraki aşamada bu görselleri basit animasyonlarla öyküleştirdik, böylece senaryoyu baştan sona bir eğitim materyali hâline dönüştürdük. İletişim teknolojilerini yaygınlaştırmayı amaçladığımızdan ötürü her öğretmenin kolaylıkla kullanabileceği teknik programları tercih ettik. Senaryo içine yerleştirilen kavramlar, pekiştirme maksatlı olarak bulmaca veya drama formatında oyunlara uyarlandı. Bu uyarlamalara da “İzmir Oyunları” adını verdik. Bu yolla bir yılda elli bin öğrenciye, iki bin öğretmene ulaştık. 2016 yılında Milli Eğitim Bakanlığı’nın Türkiye çapında yaptığı değerlendirmenin sonucunda, “Eğitimde Yenilikçi Yöntemler” kategorisinde bin kırk yedi proje arasından birinciliğe layık görüldük. Yolumuza kültür eğitimi alanında yeni projeler üreterek devam ediyoruz. Proje ve programlarımızı web sitemizden takip edebilirsiniz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
143
BİLEŞENLER
MODELLER VE STRATEJİLER
DÜNYADA MEKÂN Zeyno Pekünlü
MODELLER VE STRATEJİLER
zeynopekunlu@gmail.com ! DunyadaMekan
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
146
Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Resim Bölümü’nden mezunum. Yüksek lisansımı tamamladıktan sonra aynı üniversiteye dönüp doktoramı yaptım. Uzunca bir süredir video ve enstalasyonla uğraşıyorum. Yakın zamana kadar yarı zamanlı öğretim üyesiydim; malum şartlar nedeniyle bir süre daha öğretim elemanı olarak görev yapamayacağım. Sunumumun ilk kısmında kendi çalışmalarımdan bahsedeceğim. İkinci kısımdaysa İzmir Kültür Pla+formu Girişimi’nin hedeflediği çalışmalarla ilişkili olabileceğini düşündüğüm “Dünyada Mekân” adlı kolektif alanı nasıl kurduğumuzdan ve yürüttüğümüzden bahsedeceğim. Son yıllardaki sanatsal çalışmalarımda genellikle buluntu malzemelerden yola çıkıyorum. Bunlar melodramlardan sahneler, Youtube kaynaklı görüntüler, öğrencilerin kullandığı kopya kağıtları, kimi nesneler veya birtakım metinler olabiliyor. Bu malzemeleri yeniden düzenleyerek ve kurgulayarak çeşitli işler üretiyorum. “Neden baştan bir şey yaratmıyorsun da bulduklarını yeniden kurguluyorsun” derseniz, farklı dönemlerde ve farklı malzemeler için “yeniden kurgulama”, “remiks”, “mash up”, “kolaj”, “asamblaj” olarak tanımlanmış bu tekniğin malzemenin içinde saklı mesajları, söylemleri açığa çıkardığını düşünüyorum. “Erkek Erkeğe” isimli çalışmam, melodramlara ve melodramların kolay tüketilirliğine duyduğum ilgi sonucunda ortaya çıktı. Öğleden sonra evde yemek yerken, televizyonda kanal değiştirirken bir Yeşilçam filmine rastladığımızda durup bakıyoruz, başını kaçırmış olmayı umursamıyoruz ve o filmi hiç zorlanmadan izleyebiliyoruz. Melodram, yanımızda annemiz de olsa anneannemiz de olsa hepimize aynı yerden hitap eden, hepimizi aynı sahnede gülümseten ve ağlatabilen bir form. Bu ortaklık kadar, bizi yetiştiren kuşağın, ebeveynlerimizin de bu filmlerle büyümüş olması, filmlerde gizlenmiş kodlara ilgi duymama sebep oldu. Kendini feminist olarak tanımlayan biri olarak, elbette öncelikle kadın temsilleriyle ilgilendim. Ancak film üzerine film izlerken, kadın temsilleriyle ilgili hâlihazırda çok sayıda çalışma yapılmış olduğunu, benim işaret edebileceğim yeni bir alan bulamayacağımı fark etmeye başladım. Derken, melodramlarda hikâyenin akışını değiştiren kırılmaların genellikle kadının başına gelen birtakım olayların sonucunda ortaya çıktığı dikkatimi çekti. Erkeğin hayatı, hep kadının başına gelen birtakım olaylar üzerinden değişiyor. Hikâye, bir şekilde kadının dolayımından geçerek erkeğin hikâyesini etkiliyor. Bunun üzerine,
şöyle bir soru geldi aklıma: “Kadını hikâyeden çıkardığımızda geriye ne kalıyor? Erkekler baş başa kaldığında birbiriyle nasıl ve ne tür ilişkiler kuruyor?” İki yüz civarında Yeşilçam melodramını taradım, erkeklerin baş başa kaldığı bütün sahneleri bir kenara ayırdım. Bu sahnelerin hepsini kullanmadım, bir temsiliyet araştırması peşinde olduğum için en sık tekrar eden sahneleri gruplayarak “Erkek Erkeğe” isimli çalışmayı kurguladım. Bu çalışma; kadrajda kadın olmadığında, erkekler çerçevenin içinde baş başa kaldığında en sık tekrar edilen eylemlere odaklanıyor. Bu malzemeleri toplarken, ortaklaşan bir başka şey dikkatimi çekmeye başladı: Erkeklerin kadınlarla buluşma ayarlamak için kullandığı sessiz işaretler. Kadınla erkeğin arkadaşlık veya ilişki kurmasının yasak oluşu üzerinden türemiş bu sessiz işaretleri derleyerek “Sus Kimseler Duymasın!” isimli çalışmayı ortaya çıkardım. Bilmiyorum duydunuz mu; Maçka Parkı’na dönemin Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül’ün açılışını yaptığı bir Zapata heykeli dikilmişti. O zamanlar gözümden kaçmış bu açılış, sonraları Pınar Öğünç’ün kaleme aldığı bir yazı sayesinde dikkatimi çekti ve kendisiyle irtibat kurup heykelin hikâyesinin peşine düştüm. “Emiliano Zapata gibi devrimci bir figürün alabildiğine sosyetik Şişli - Nişantaşı hattının ortasında ne işi olabilir” sorusunu sormaya başladım. Hem Meksika’da hem de Türkiye’de heykelin dikilmesinde rol alan bürokratlarla, tarihçilerle ve görevlilerle söyleşiler yaptım. Bu malzemenin toplamını Zapata’nın kurmaca bir karakter olarak temsil edildiği filmlerden aldığım sahnelerle kolajladım. Ortaya “Zapata İstanbul’da” isimli kısa belgesel çıktı. Bu sene İstanbul Bienali için ürettiğim “Minima Akademika / Magnus” isimli çalışmada video yerine hayatın içinden bulduğum objeleri kullandım. Ders verdiğim üniversitede yaptığım sınavlardan sonra yerde rastladığım kopya kâğıtlarını önce kişisel bir koleksiyon oluşturmak amacıyla toplamaya başladım. Durumu fark eden öğrenciler “hocam ne oluyor” diye sordu; niyetimi açıkladım. “Kimin olduğunu söylemenize gerek yok, bulduklarınızı bana getirebilirsiniz” dedim. Sanırım bu işin altından bir çapanoğlu çıkar diyerek çekindiler ve kimse getirip teslim etmedi. Bunun üzerine sınavlardan sonra çöp kutularından, sıraların altından ve yerden kopya kâğıdı toplamaya başladım. Bu kâğıtlar, zamanla bir çalışmanın malzemesi hâline gelmeye başladı. İlgimi çeken öncelikli nokta, hoca olarak bilgiyi bizim nasıl paketlediğimizdi. Ardından, bu paketlenmiş bilginin ikin-
Bu çalışmanın amacı, tabii ki bunu tırnak içinde söylüyorum, dünyadaki bütün bilgiyi kopya kâğıtları aracılığıyla bir araya getirecek bir koleksiyon yaratmak. “Minima Akademika” ismi de buradan geliyor, yani “dünyanın en küçük akademisi”. Sitüasyonizm ve kavramsal sanat üzerine verdiğim derse ait kopyalar, astrofizik, ticaret, tıp derslerine ait kopyalar derken çok farklı alanları içeren, iki bin parçadan oluşan bir koleksiyonun sahibi oldum. Koleksiyon İngilizce, Almanca, Fransızca, Türkçe, İspanyolca gibi farklı dilleri de içererek sürekli büyümeye devam ediyor. Bunları önceleri duvarda sergilemiştim ama iş zamanla on masalık bir enstalasyona dönüştü. Bu on masalık koleksiyon, İstanbul Bienali kapsamında SALT Galata’daki kütüphanenin içinde sergilendi.
MODELLER VE STRATEJİLER
Bugün “hacklemek” dediğimiz şeyi hep dijital dünya üzerinden düşünüyoruz. Oysaki kopya çekmek, bir yandan sistemi bozmak anlamına geliyor. Yani eğitim sistemi size diyor ki, “bütün bunları yaparsan, şu sınavlardan geçersen, herhangi bir üniversiteye gidersen, iş hayatına ve ekonomiye katılacak, böylece toplumun sana dayattığı üzere gerçek bir birey olacaksın”. Türkiye’deki eğitim sistemi, geleneksel olarak bu kâğıtlar aracılığıyla sürekli “hackleniyor”. İnsanlar sistemin etrafından dolaşıyor, sistemi bir şekilde kandırmaya çalışıyor. Üniversitede ders verirken fark ettim ki kopya çekme işi de çağa ayak uydurmuş. Artık herkes akıllı telefonundan kopya çekmeye başlamış. Sınav sırasında telefonu bacak arasına koyup, önceden fotoğrafını çektikleri kopya notlarını elleriyle büyütüp küçültüyorlar. Dolayısıyla benim koleksiyonum, kopya çekme adına elde kalan son matbu örnekleri içeriyor olabilir. Öyle de bir değeri var belki.
Buluntu malzeme peşinde koşma hikâyesi, “Minima Akademika” işiyle birlikte bir süre sonra bilgiye nasıl davrandığımız, bilgiyi nasıl paylaştığımız, bilginin internet çağında ne tür uzmanlıklar yarattığı üzerine başka sorular üretmeye başladı. Buradan da bir başka seri, “How to” ortaya çıktı. Siz de mutlaka yapmışsınızdır; ben evde bir şeyi beceremediğim zaman başına “how to” (nasıl) yazarak Google’da aratıyorum ve o işi nasıl yapacağımı izlediğim videolardan öğrenmeye çalışıyorum. Bir ara kendi saçıma dair bir takım soruların peşinden koşuyordum. Bu sırada beni şaşırtan başka bir şey oldu: “How to” yazdığınız anda Youtube’un otomatik tamamlama özelliği devreye giriyor ve “how to pick up a woman” gibi tamamlamalar öne çıkıyor. “How to pick up a woman”, yani “nasıl kız tavlarsınız” gibi bir arama cümlesiyle karşılaşınca, tabii ki bilginin peşine düşmeden duramadım ve kendi ekonomisini yaratmış hayat koçlarının dünyasının derinliklerinde buldum kendimi. Bu hayat koçları, kendilerini “Pua Artist” olarak isimlendiriyor. “Pua”nın açılımı, “Pick Up Artist”. Yani, “kadın tavlama sanatçısı”. Erkeklere kadın tavlama sanatının inceliklerini öğretiyorlar. “Artist”, yani “sanatçı” tanımını kullanıyor olmaları çok ilgimi çekti. Listede karşıma ilk çıkan yaşam koçlarının videolarını indirip, kadın tavlama sanatı üzerine verdikleri derslerden bir kolaj video ürettim. Bu videoda farklı ekollerle “kadına nasıl yaklaşırsınız”, “ona nasıl dokunmaya başlarsınız”, “onu nasıl yatağa atarsınız” ve hâtta “yatağa attıktan sonra evden nasıl kaçarsınız”a kadar uzanan bir dizi tavsiye dinliyoruz. Bu koçların kadını bir hedef olarak tarif ediyor oluşu, önerdikleri yöntemleri aktarırken kurdukları dilde avcılık terimlerine yer veriyor olması bana çok çarpıcı geldi. “Nasıl arkadaşlarından ayırırsınız” (sürüden ayırmak), “nasıl köşeye kilitlersiniz, izole edersiniz” (kafeslemek) gibi kavramlar üzerinden gidiyor bu taktikler. Ürettiğim videoyu izleyen ve çok aklı başında görünen bazı erkek arkadaşlarım, “ne iyi oldu, birkaç teknik öğrendim” lâfını ağzından kaçırabiliyor. Gündelik hayatta sorsanız, hepsi de “ben öyle bir erkek değilim” der ama meseleyle yüzleştiğinde daha ben bir şey söylemeden çözülüyor. Kız tavlama teknikleri, arka arkaya dizildiğinde ve erkeklerin ağzından çıktığında çok agresif tınlayabiliyor. Oysa videolarda izlediğimiz bu taktikleri / dersleri, aslında gündelik
147 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
ci özetinin, yani en kısaltılmış hâlinin kopya kâğıtları üzerinde nasıl bir hâle büründüğüyle ilgilenmeye başladım. Kendi dersimin sınavlarında kullanılan kopyaları okudukça, “ben böyle mi ders anlatıyorum” diye dehşete düşüyordum. Sonra bunun sistem açısından ne anlama geldiğini düşünmeye başlayınca, proje yavaş yavaş kafamda şekillendi. Bu sınavlar diplomaya, profesyonelliğe, iş piyasasına katılmaya doğru giden yolda başarının birer saatlik periyodlarla ölçüldüğü araçlardı. Dolayısıyla bu sistemi “hacklemek” isteyenler olacaktı.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
148
hayatın içinde zaten oradan buradan duyuyoruz. Hürriyet’in Kelebek ekinde ya da Cosmopolitan’ın herhangi bir sayısında rastlayabileceğimiz bayat klişelere dayanan tavsiyelerden çok da farklı söylemler içermiyor bunlar. İnternet kendi kendine ilân edilmiş bir sürü uzmanlık müessesesi üretiyor. Böylece yepyeni bir ekonomik model ortaya çıkıyor. Youtube’daki bu derslerin asıl amacı, DVD satmak. Her koçun on DVD’lik seti var ve fiyatlar iki yüz avrodan, iki yüz dolardan açılıyor. Erkekliğin bu şekilde performe edilmesi, tanımlanması ve kadınların bu şekilde genellenmesi, araçsallaştırılması çok dikkat çekici. Zamanla erkeklik performansına ilişkin başka bir fenomen ilgimi çekmeye başladı: Erkeklerin saç şekillendirme üzerine birbirine tavsiyede bulunduğu binlerce video var Youtube’da. Bunlardan da “Kendine Ait Bir Banyo” isimli bir kolaj video ürettim. Süslenmek, aslında erkekliğin özenle saklamaya çalıştığı bir edim. Banyoda çekilmiş bu videolar, bize bir gözetleme deliği sunuyor. Videoların erkekliğin kırılgan bir yanını apaçık bir biçimde sergiliyor olması, erkeklerin uzmanlık ilân etme derdine düşmeden kendi saçlarıyla ilgili deneyimlerini paylaşıyor olması, bana çok ilginç geldi. Buluntu malzemelerle iş yapmanın benim için önemi, popüler kültürün içinde zaten var olan malzemeyi alıp yeni bir kurguyla seyircinin önüne koymak ve kendi tecrübelerinden yola çıkarak bundan ne sonuç çıkaracağını, ne düşüneceğini seyirciye bırakmak. Buluntu malzemelerden kolajlar çıkarmak, bir sanatçı olarak kendi müdahalemi minimuma indirebileceğim bir yöntem olduğu için ayrıca hoşuma gidiyor. Mizahı seviyorum; o da ister istemez içine giren bir unsur oluyor. Aslında her gün karşılaştığımız şeyleri başka bir forma sokup insanların karşısına çıkarınca, tebessüm kendiliğinden oluşuyor.
MÜŞTEREKLERİMİZ İzmirKültür Pla+formu Girişimi, beni model ve strateji tartışmak üzere İzmir’e davet edince, kendi çalışmalarım haricinde İstanbul’da yürüttüğümüz kolektif çalışmalara dair bir sunum yapmak istedim. Parçası olduğum, “farklı platformlarda mücadele yürüten grupların iletişim ağı” olarak tarif edebileceğim “Müştereklerimiz”, bir dizi forumun sonucunda, 2012’de ortaya çıktı. Bu ağı kuran gruplar ağırlıklı olarak kent, hak, ekoloji ve göçmen temelli çalışan aktivistlerden oluşuyor. “Bu mücadeleleri ve grupları kesişen alanlar üzerinden nasıl ortaklaştırabiliriz” diye hep beraber kafa yormaya başladık çünkü temelde aynı şeyle mücadele ediyoruz: Neoliberal sistem. Sistem, hepimize aynı anda saldırıyor. Bir hedef daha belirledik: Var olan müşterekleri korumakla beraber, yeni müşterekler ve müşterek alanlar yaratmak. Bahsettiğim mücadele alanlarında çalışan herkesin iştirak edebileceği, kurmayı hayâl ettiğimiz dünyanın deneme sürümünü pratik edebileceğimiz, parçası olan her yapıyı ve bireyi politik olarak güçlendirecek, kendi kendini yönetecek dayanışma mekânları kurma fikri, “Müştereklerimiz”in ortaya çıkışında rol oynayan tartışmalarının temel unsuruydu. “DÜNYADA MEKÂN” İlk forum, “Beyaz Yakalılar Dünyada Mekân Arıyor” adını taşıyordu. Forumun adında geçen “beyaz yakalılar” tanımını önemsiyorum çünkü senelerdir toplumsal mücadelelerin içinde duran birileri olarak, başkalarını örgütlemeye çalışmaktansa “bizim ihtiyacımız nedir, biz nasıl örgütlenebiliriz; ona bakmak lâzım” demeye başladık. Başkası için bir şey yapmaya çalıştığınızda, zamanla dışarıdan bilgi getiren, onlara bir şey önerip duran insan modeline bürünüyorsunuz ve bir noktadan sonra “biz” dediğimiz kavramın ne tür profillerden oluştuğunu ıskalı-
Mekânın nasıl bir modelle işlediğini anlatayım: İnisiyatifi kuran yaklaşık otuz kişi olarak “ayda ne kadar para ayırabiliriz” diye kendimize sorduk ve 20 ilâ 30 liralık bir aidat sisteminde karar kıldık. Bu aidatlar mekânın kirasını çıkarıyor. Ayrıca sıkışacağımız zamanlar için ödenek yaratalım dedik, bunun için de bir dayanışma partisi düzenledik. Bu parti için ruhsatlı bir barla anlaştık. Bin lira civarında bir gelir elde ettik; bunu bir kenara ayırdık. Elektrik faturası, internet faturası, çay kahve masrafları gibi giderleri bu paradan karşılayarak mekânı işler hâle getirdik. “Freelance” çalışan, bir ofise ihtiyaç duyan herkesin ücretsiz kullanımına açık tuttuğumuz mekân, sabah ondan akşam yediye kadar açık. Bu modelin ticari versiyonları da gittikçe yaygınlaşıyor. Meselâ günlük otuz liraya size faks, internet, çay kahve servisi verip masa ve telefon tahsis ediyorlar. DAYANIŞMANIN GÜCÜ Ticari versiyonlar da bir ihtiyaçtan doğuyor ama bizim amacımız insanlara ücretsiz kullanabileceği bir ofis sağlamaktan ibaret değil. Kendisiyle benzer çalışma şartlarına sahip bireylerle yan yana gelme, sohbet etme, deneyim paylaşma, dolayısıyla örgütlenme olanağı sağlamaya çalışıyoruz. Saat ondan akşa-
MODELLER VE STRATEJİLER
Yaklaşık seksen kişinin katılımıyla üç forum düzenledik. Katılımcıların ortak tespiti şu oldu: “‘Freelance’ çalışanların evden çıkmak, pijamasını üzerinden çıkarmak için bir bahaneye ihtiyacı var. Evden çalışmak, kişiyi çok yalnızlaştırıyor. Hafta içi mesaili çalışan beyaz yakalıların boş vakitlerinde diğer ‘freelance’ çalışanlarla kaynaşabileceği, sosyalleşebileceği bir mekân yaratmak ne iyi olur”. İlk önce bu mekân konusuna odaklanacak bir inisiyatif kurduk. Bu inisiyatif, konuyla ilgilenebilecek “Plaza Eylem Platformu” ve “Kaç Bize Gel” gibi yayın emekçilerinin yürüttüğü sendika girişimiyle temasa geçti. Ardından beyaz yakalı yaşam ve “freelance” çalışma alanında örgütlenmiş diğer gruplarla temasa geçtik. Bir sene boyunca azar azar para biriktirdikten sonra Beyoğlu’nda, Hazzopulo Pasajı’nda bir mekân kiraladık. Bu mekânı hep birlikte boyadık. Nalan Yırtmaç, Güneş Terkol, İlhan Sayın gibi sanatçı arkadaşlarımızdan bir duvar resmi rica ettik. İmre Azem’i çok ses getiren “Ekümenopolis”
belgeselinden tanıyor olabilirsiniz; İmre aslında marangozdur. Sağolsun, mekân için kolayca katlanabilen, modüler bir masa üretti. Açıkken etrafında on beş kişi çalışabiliyoruz; katladığımızda yaklaşık kırk kişilik bir çalışma alanı ortaya çıkıyor. Ufak bir çay kahve köşemiz ve internet bağlantımız var.
149 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
yorsunuz. “Biz”; esnek sözleşmelerle çalışan, her an işini kaybetme riski olan, çoğunlukla “freelance” işlerle uğraşan, işsizlik tehlikesini her an iliklerinde hisseden bir topluluğuz. İçimizde çevirmenler, sanatçılar, akademisyenler, kültür emekçileri ve sivil toplum çalışanları var. İnsanlar iş hayatının içinde sürdürdüğü mücadele dolayısıyla birbirinden böylesine kopmuşken nasıl yan yana gelebilir, birbirinin derdine nasıl çare bulabilir gibi sorular üzerinden ilerledik. “Ortaklaşa kullanabileceğimiz bir mekân yaratmak, aradığımız çözümü getirebilir mi” sorusu geldiğinde, forumun adı iyice netleşti.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
150 MODELLER VE STRATEJİLER
müstü beşe kadar herkes sessiz sessiz çalışıyor; beşten yediye kadar “sesli çalışma” adını verdiğimiz küçük toplantılar ve forumlar düzenliyoruz. Gelenler birbiriyle portfolyolarını paylaşıyor, birbirine iş paslıyor. Hafta sonlarında, akşam yediden sonra çeşitli atölyeler, seminerler ve toplantılar düzenliyor, film gösterimleri yapıyoruz. Atölyeleri tasarlarken basit poster tasarımı, video kurgusu gibi özellikle bu oluşumun içinde yer alan arkadaşlarımızın işine yarayacak konulara bakıyoruz. “Günlerimiz gecelerimiz nasıl geçiyor”, “özgür çalışma düzeni diyoruz ama ne kadar özgür”, “istediğim kadar çalışırız diyoruz ama gerçekte 7/24 çalışıyoruz. Bunun önüne nasıl geçebiliriz”, “evde çalışmanın sıkıntıları” gibi tamamen deneyim paylaşımı üzerine atölyeler düzenledik. Yayınevi Emekçileri Kolektifi’nden destek aldık; ortak dertlerimizi ve bu dertlerle baş etmek için ürettiğimiz stratejileri derlediğimiz bir broşür yayınladık. İki de somut çıktı ürettik: Dünyada Mekân’ı en çok çevirmen arkadaşlar kullanıyor. Bu çevirmenler, birbiriyle tanıştıkça gittikçe büyüyen bir ağ kurdu. Bu ağ, kendi aralarında iş paylaşımına yol açtığı gibi farklı işverenlerle yaşadıkları deneyimleri birbirleriyle değiş tokuş etmeye yaradı. Bir de hep hayâlini kurduğumuz ancak henüz hayata geçiremediğimiz bir üretim
Benzer dertlere ve amaçlara sahip insanlar bir mekânda toplandığında, beklenmedik enerjiler ortaya çıkıyor. Açılalı henüz sekiz ay olmasına rağmen, Dünyada Mekân’dan iki oluşum çıktı. Eminim ki devamı gelecek. Elbette böylesine vahşi bir saldırı altındayken ufacık bir mekânda kurabileceğimiz alternatif yaşam modelleri, her sıkıntıya çözüm olmayacak. Dünyayı buradan değiştiremeyeceğimizin de farkındayız ama başka türlü üretim ve tüketim ilişkileri kurmak, dayanışarak yeni modeller yaratmanın mümkün olabileceğini görmek, geleceğe ve mücadelelerimize dair umudu arttırıyor. O yüzden bu tür girişimleri, inisiyatifleri, kolektifleri biraz da umut ve yan yana durabilmek üzerinden düşünmek lazım. İKPG’YE ÖNERİLER İzmirKültür Pla+formu Girişimi’ne de buradan yaklaşılabilir diye düşünüyorum. Gittiğin yere senin gibi düşünen, üreten birilerini bulabileceğini bilerek gitmenin, zamanla herkes için avantaja dönüşeceği kanaatindeyim. Çok umutsuz olduğumuz günlerde kurduğumuz Dünyada Mekân tecrübesi, bizim çok işimize yaradı. İletişim toplantılarınızda bileşenlerinizin sürekli olarak mekân ihtiyacından bahsettiğini, ortak bir mekân yaratmaya dair fikir ürettiğini söylediniz. İzmir’de kiralar daha ucuz. Otuz kırk kişi yan yana gelirse ortaklaşa kurulacak bir mekân üzerinden neler yapılabileceğinin sınırlarını ancak hayâl gücünüz çizecektir.
151 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İkinci somut getiri, alışveriş grubu “Dürtük”. İsmi komik tınlıyor ama açılımı şu: “Direnen Üretici Tüketim Kooperatifi”. Biliyorsunuz; sur dibindeki beş yüz yıllık Yedikule Bostanları uzun zamandır yıkım tehlikesi altında. Bu bostanları korumaya çalışan arkadaşlar, bir süre sonra oraya buldozer geldiğinde sadece eylem yapmaktan öteye geçip, üreticiyle nasıl dayanışabileceğine kafa yormaya başladı. Bostancılarla konuşup, haftalık alışverişlerini temin etmek üzere bir grup kurdular. İstanbul’da yıkım tehdidi altında olan başka bostanlarla da temasa geçtiler. Böylece, her hafta Dünyada Mekân’a taptaze marullar, demet demet maydanozlar, turplar, dereotu, pazı gelmeye başladı. Dürtük’ün bir sipariş listesi var; bileşenlerin o hafta talep ettiği siparişler listeleniyor ve ona göre ürün alımı yapılıyor. Çok cüzi miktarlara dağıtılıyor bunlar. O marulu bostancıyla dayanışmak için alan bir arkadaşın yaşadığı mutluluğa ve tatmine tanık olmak çok özel. Dürtük’ten alışveriş yapmaya başlayan arkadaşlar, bu girişimin ardından “Tanışma Salatası” etkinliğini düzenledi. Böylece buluşmaları toplantı havasından çıkarıp çaylı kahveli, salatalı kahvaltılara dönüştürdük.
MODELLER VE STRATEJİLER
kooperatifi modeli var. Ortak iş çıkarmaya el veren, elde edilen gelirin paylaşılacağı, bu gelirin bir kısmının işsiz günler ve gelecek için ayrılacağı bir modeli tartışıyoruz.
MODELLER VE STRATEJİLER
SULUKULE GÖNÜLLÜLERİ DERNEĞİ Cem Avcı
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
152
cem.avci@sulukulegonulluleri.org www.sulukulegonulluleri.org
" SulukuleGD ! Sulukulegonulluleri # sulukulegonulluleri
İzniniz olursa İKPG olarak kendinizi daha iyi hissetmeniz adına bir şey söyleyerek sunumuma başlamak istiyorum. Bilgi Üniversitesi - Sosyal Kuluçka Merkezi’nde sizi çok övdüler; bugüne dek çok iyi işler başardığınızdan, çok başarılı işler yapma potansiyeline sahip olduğunuzdan bahsettiler. Beni davet ettiğinizi duyunca “mutlaka gitmelisin” dediler. Bu tarihte katılmam gereken başka bir toplantım vardı, onu ektim geldim. İyi ki gelmişim, tanıştığımıza çok memnun oldum
KHK, 2005’te çıktı ama yıkım üç sene sürdü. İlk operasyon 2006’da başladı; son ev 2009 sonlarına doğru yıkıldı. Üç sene sürdü çünkü yoğun bir kamuoyu baskısı oluştu. Bu kamuoyu baskısını yaratan oluşumun ismi Sulukule Platformu’ydu. Sulukule Platformu’nu çoğunlukla akademisyenler oluşturuyordu fakat şehir plancılarının da gözle görülür bir ağırlığı vardı. Mimar Sinan Üniversitesi’nden, Yıldız Teknik Üniversitesi’nden kimi akademisyenler vardı. Geri kalanı da aktivist diye tabir edebileceğimiz yazar, gazeteci gibi insanlardı. Sulukule meselesi, bu insanların yoğun çabası sonucunda iki Avrupa Birliği İlerleme Raporu’na konu oldu. Raporda, “bu yaptığınız doğru değil; bunu böyle yapmayın” dediler. Mücadeleye sanatçılar da etkin bir şekilde destek verdi. Sezen Aksu mahâlleye gelerek basın açıklaması yaptı. Hüsnü Şenlendirici gelip “yerinde dönüşüm olmalıdır” dedi. Dünyaca ünlü müzik topluluğu Gogol Bordello da mahâlleyi ziyaret etti ama en çarpıcısı, dünyaca ünlü Roman yönetmen Tony Gatlif’in bizzat ve yerinde verdiği destekti: “Burada yapılan şey doğru değil, bu kültürü yok etmeyin, mahalle korunsun” diyerek platforma arka çıktı. Ardından UNESCO, “burası sur bandı, surun dibinde böyle bir şey yapamazsınız; burası dünya mirası” şeklinde bir açıklama yaptı. Ama ne oldu? Bu itirazları ve endişeleri kulak arkası edip üç sene boyunca yıktılar durdular.
Sunuma ve sohbetimize kısaca Sulukule’den bahsederek başlayalım. Bu bölge eskiden iki ayrı mahâlleden oluşuyordu: Hatice Sultan ve Neslişah Sultan. Geçmişi çok eskilere dayanan, tarihi Suriçi bölgesinde, tarihi yarımada üzerinde konumlu iki mahâlleden söz ediyoruz. Her iki mahâllenin Osmanlı’ya Bizans’tan miras kaldığı söylense de bunu “bize Doğu Roma’dan, Bizans’tan kalmış” diye anlamak yanlış olur. Söz konusu mahâllelerin Doğu Roma ve Osmanlı döneminde var olduğu doğru fakat demografik yapısı ve nüfus yoğunluğu gelgitlerle sürekli değişime, dönüşüme uğramış. İnsanların gelip, kalıp, barınıp taşındığı; akrabalarıyla iletişimde kaldığı, sürekli devinim içinde olmuş mahâlleler bunlar. Bu mahâllelerde yaşayan en eski sakinlerin bir kolu Bursa’daysa diğer kolu Edirne’dedir, meselâ. Hep bir hareket söz konusudur, yani statik bir topluluktan söz edemiyoruz. Her iki mahâlle de Cumhuriyet döneminde müzik ve eğlence merkeziymiş. Sulukule’deki kentsel dönüşüm uygulamasının Türkiye nezdinde özel bir durumu var çünkü yıkım başladığında henüz yasası çıkmamıştı. Bu yasa Van depreminden sonra çıktı; Sulukule de 2005 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla, bir KHK* ile riskli alan ilan edildi. Bu karar kamuoyunda çok tepki çekti çünkü orada yaşayan halka kimse bir şey sormadı. Birileri gelmiş, anket yapar gibi görünüp “depremde evinizi güçlendireceğiz, evde kimler yaşıyor” diye nabız yoklamış. Yani, anketi ne için yaptıklarını halktan gizlemişler. Yaklaşık beş bin beş yüz kişinin yaşadığı bir mahâlleden bahsediyoruz; nüfusun üç bin beş yüzünü Roman vatandaşlarımız oluşturuyor. Her mahâllenin kendine özgü bir yapısı vardır, her mahâlle birbirinden farklıdır. Sulukule de çok özel bir yapıya sahip. Toplantıdan önce katılımcılarla dışarıda sohbet ediyorduk; bir nokta geliyor, “benim bir tarafım Arnavut’muş, bir tarafım Kafkas’mış, bir tarafım…” diye herkes kendi kökenini anlatmaya başlıyor. Böyle bir memlekette yaşıyoruz.
Yıkım sürecinin üç sene sürmesi şöyle de bir handikap yarattı: Mahâllede yaşayanlar çok ciddi travmalar yaşamaya başladı çünkü bir evi yıkıp, bilerek molozları olduğu gibi bırakıyorlardı. Kanalizasyonu patlattılar, lağım bütün mahâlleye aktı, çocuklar pisliğin ortasında kaldı. Benim için çok çarpıcı bir anıdır; belediye gelip cama kâğıt yapıştırıyor, “evinizi şu kadar gün içinde boşaltın, eviniz yıkılacak” diye, evde oturan kişi bana “burada ne yazıyor” diye soruyor… Ailelerin büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyor ki okuma yazma oranının bu kadar düşük oluşu, benim için çok şaşırtıcı bir şeydi. Çoğunluğu Mimar Sinan Üniversitesi’nde araştırma görevlisi ya da yüksek lisans öğrencisi olan arkadaşlarımız tek tek evleri gezdi. Her haneyle görüştüler ve mahallenin sosyo-kültürel yapısının haritasını çıkardılar. Bu çalışmaya özel bir vurgu yapıyorum çünkü belediye mahalleyi tamamen yok ettikten sonra sakinlerini İstanbul dışına göndermeyi hedefliyordu. İnsanları Sulukule’nin kırk kilometre ötesinde bir alana sürmeye karar vermişlerdi ki o zamanlar inşa ettikleri TOKİ konutlarını, bölgeyi görseniz şaşırırsınız; “İstanbul’da böyle yerler mi var”
SIFIRDAN İMKÂN YARATMAK “Çocuklarla ne yapabiliriz” diye düşünürken, 2008 yılının yaz aylarında Sulukule Çocuk Atölyesi adını verdiğimiz mekânı hayata geçirdik. Çocuk atölyesi olarak nitelendirdiğimiz bu mekân o kadar küçüktü ki içine anca iki masa sığıyordu. Mahâlleli burada yürüttüğümüz faaliyetlerin gürültüsünden rahatsız olmaya başladı; biz de mekâna sığamaz hâle gelmiş-
Hiçbirimizin pedagojik bir bilgisi veya altyapısı yoktu. Çocuklarla nasıl çalışılır bilmiyorduk. Ben bilgisayar sistemleri kuran, onları yöneten birisiydim. Bir diğer arkadaşımız Neşe Ozan, kendisini maalesef kanserden kaybettik; emekli bir basın mensubuydu. Resim öğretmeni arkadaşım bize katıldı; ne malzememiz ne kâğıdımız ne de boyamız var. Dedi ki: “Kâğıtla uğraşmayalım; duvarları boyayalım, nasılsa hepsi yıkılacak.” O duvarları boyatmaya başlamışken öğretmen Ümit Hanım çocuklara gönüllü olarak okuma yazma öğretmek üzere bize katıldı. Fakat işte o noktada başka bir sorunla karşılaştık: Şiddetin yoğun olduğu Sulukule’de özellikle risk altında olan, istismara uğrayan çocukların dürtü kontrol bozuklukları oluyor. Yani dürtülerine engel olamıyorlar; ani öfke patlamaları yaşıyorlar ve çok ciddi travmalarla baş etmeye çalışıyorlar. Aile içinde ya da bulunduğu sosyo-kültürel ortamda düzenli olarak şiddete uğrayan, etiketlenmiş ve bir tarafa itilmiş çocuklarda bu travmatik durum bitmek bilmiyor. Okula gidip döndüğünde evini, içinde eşyalarla yıkıntı hâlinde bulan çocuklar tanıyorum. Bütün ruhsal hayatı, hatırası, belleği de o evle beraber yıkılıp gidiyor. İşte bu çocuklar sorunlarını konuşarak, iletişim kurarak değil; yumrukla, tekmeyle çözmeyi tercih ediyor. Okuma yazma öğretmeye gelen gönüllü öğretmenimiz, hâliyle bir süre sonra bize destek vermeyi bıraktı çünkü çocuğa “otur” diyorsun oturmuyor, “kalk” diyorsun kalkmıyor. Bunların nedenini, niyesini çok sonraları Bilgi Üniversitesi’nde katıldığım “Travma Çalışmaları” programında öğrendim.
MODELLER VE STRATEJİLER
Bana soracak olursanız, içinde değilseniz dışarıdan gelip bir mahâlle için çırpınmanın hayatta bir karşılığı yok. Eğer yerelde faaliyet sürdürmek istiyorsanız en azından bir temasınız olmalı veya bölgede tanınan birisiyle beraber yürümeniz gerekiyor. Benim avantajım, o bölgede büyümüş olmamdı. Babam da o bölgede çalışan, mahâllenin az çok tanıdığı biriydi. Bu bağ, insanlarla iletişim kurarken ve mahâlle için neler yapabileceğime bakarken benim için avantaj yarattı. Biz o sıralarda “bu çocuklar için bir şey yapmak lâzım” diye kafa patlatan bir grup gönüllüydük; o yüzden derneğimizin ismi Sulukule Gönüllüleri Derneği.
tik. Böylece hakkında yıkım kararı verilmiş başka bir binaya geçtik. Aslına bakarsanız, bu mekân mahâllenin geçmişinde ve belleğinde oldukça önemli bir yer tutuyordu. Önde gelen ailelerden birisinin kahvehane olarak işlettiği bu mekân, ayrıca mahâllelinin dayanışmak için kurduğu derneğinin merkeziydi.
153 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
diye kendi kendinize sorarsınız. Geçin herhangi bir hastaneyi, sağlık ocağını veya okulu, alanda bakkal bile yoktu. Hâliyle kimsenin o bölgede yaşamına devam edebilmesi mümkün değildi. Gidenler de kısa bir zaman sonra çok düşük bedellere evini sattı veya devretti. Ardından da Sulukule’ye döndü veya Karagümrük’e yerleşti. Üstelik çok daha kötü şartlarda bir yaşama adım atmak zorunda kaldılar. Sulukule’de yetimseniz, öksüzseniz hayatta kalırdınız çünkü mahâlleli birbirine bakardı. Ben Sulukule’ye beş dakikalık yürüyüş mesafesinde, Vatan Caddesi’nin hemen yanı başında bir mahâllede büyüdüm. Nice gecemiz o sokaklarda geçti, bir kez bile başımıza bir şey gelmedi. İşte bu doku ortadan kalkınca ciddi komplikasyonlar ortaya çıkmaya başladı. Küçücük çocuklar üç sene boyunca “benim evim de yıkılacak mı, acaba biz de mi sokakta kalacağız” endişesiyle yaşadı.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
154 MODELLER VE STRATEJİLER
“Risk altındaki çocuk” kavramından bihaber sayılırdık. Aslında şu slogan çok basit, açık ve çarpıcı: “Okul çağında olup, okula gitmeyen her çocuk risk altındadır”. Risk yaratacağı kesin kimi durumlar var: Anne babanın ayrılması ya da kaybı, annenin ya da babanın madde kullanıcısı olması, anne ya da babanın cezaevine düşmesi veya toplumla ilişkisinde araz yaşaması… Sulukule’de bu risk faktörlerinin hemen hemen hepsi mevcuttu. Çocuklar kendilerine bir gelecek tahayyülü çizemiyordu. “Bundan sonra iyi bir şey olmayacak”, “hayat hep kötü”, “insanlar da kötü”, “iyi insan yok zaten” gibi fikirlere çok sık rastlıyorduk. Çalışmalarımızda zamanla bu kaygıların kırıldığına, ortadan kalkmaya başladığına tanık olmaya başlamıştık ki bu bizi çok motive etti. Tam o sırada, Hacer Foggo ve Neşe Ozan, tamamen tesadüf eseri olarak risk altındaki çocuklarla ilgili bir toplantıya katılmıştı. Bu toplantıda Avrupa Birliği’nin eğitim programından sorumlu kişi, “Yetiştirici Sınıf Öğretim Programı diye bir program var, siz buna niye dâhil olmuyorsunuz” diye sormuş. Hatırlarsınız, o ara televizyonlarda sürekli bir kamu spotu dönüyordu: “Haydi Kızlar Okula”. UNICEF, bu kampanyanın beşinci yılında final raporunu hazırlarken Milli Eğitim Bakanlığı’na diyor ki: “Sokakta çok fazla çocuk var ve bu çocukları eğitim sistemine dâhil etmezseniz ileride toplumsal risk faktörleri ortaya çıkacak. Bu çocuklar toplumun birer bireyi ama okullu değiller. Bunları koruyacak herhangi bir mekanizmanız da yok, ne olacak? Bu çocukları bir şekilde eğitim sisteminize dâhil etmeniz lazım”. Bu program, on ilâ on dört yaş arasında olup hiç okula gitmemiş ya da sebebi ne olursa olsun, bir şekilde okulu bırakmış çocukları yaşıtlarına yetiştirmek amacıyla oluşturulmuş. Meselâ dördüncü sınıfa gitmeniz gerekiyor ama hiç okula gitmemişsiniz. Okulda eğitim sürerken size özel bir sınıf açılacak, o sınıfta özel bir eğitime tabi tutulacaksınız. Biz de bu programı ve işleyiş şeklini mahalleliyle paylaştık. İlk gün, dört çocuğu alıp Fatih,
İkinci gün sayı yirmiyi bulunca kalakaldık; çünkü program çocukların çoğunlukta olduğu mahâllede uygulanmasını öngörüyordu. Bizi Çarşamba’da bir okula verdiler ama bütün çocuklar Sulukule’den gelecekti. Çocuklar nasıl gitsin oraya? Zaten dezavantajlı; maddi güçlük çekiyor. İki hafta boyunca, Edirnekapı’daki duraklardan kaçak minibüs tuttuk. Hat yok, polis görse çevirecek. Sonra da “bu iş böyle sürüp gidemez, buna bir çare bulunması gerekiyor” diyerek İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne gittik. Birçok görüşme yaptık, hiçbirinden sonuç alamadık. Derken araya bir milletvekili girdi, oraya buraya telefon açtı ve o telefonlardan bir saat sonra bize bir servis tahsis ettiler. Böylece o çocukları altı ay boyunca yetiştirici sınıfa dâhil etmeyi başardık. Gerçi hepsi programın sonunu getiremedi çünkü bu çocuklarla çalışmak zor; öğretmenler bu türden davranış problemi olan çocuklarla nasıl iletişim kuracağını bilmiyor. Onu da geçin; 1982 yılında Türkiye’deki tek Pedagoji Fakültesi’ni kapatmışlar, hâlâ böyle bir fakültemiz yok. Biz bölgedeki birçok okulda gönüllü çalışıyoruz, bir sürü faaliyet yapıyoruz ve pedagojik temel eksikliğini neredeyse bütün öğretmenlerde görüyoruz. İyi niyetli olan, gerçekten bir şeyler yapmak isteyen çok sayıda öğretmen var ama onlar dâhi işler karışınca öğrenciye “aman sen gelme, ben seni gelmiş sayarım” diyor. Böylece, okullaşma oranı yapay bir şekilde yüksek gösteriliyor. ESNEK DAVRANABİLME VE ANLIK SORUNLARA ÇÖZÜM ÜRETEBİLME BECERİSİ Sonuçta bu çocuklar yetiştirici sınıf öğretim programından mezun oldu ama tabii ki bu süreçte şöyle sorunlara da çare bulmak zorunda kaldık: Çocuklar aç; velisi “tamam okula gitsin, karnı da doyuyor ama bu çocuğu okula gönderirsem ben nasıl para kazanacağım” diyor. Çünkü her gün işe çıkıyor çocuk. İşte buna çözüm ararken, kaymakamlıkta “şartlı nakit transferi” diye bir program olduğunu öğrendik. Maddi güçlük çeken aileler, eğer çocuklarını okula gönderirse erkek çocuğu için otuz, kız çocuğu için kırk lira destek alıyormuş. Biz de mail adresinden başka hiçbir resmiyeti olmayan Sulukule Platformu olarak oraya buraya mail atmaya başladık ve dedik ki: “Hocalarımız, sevgili arkadaşlarımız… Bu çocukları okul sistemine bağlamaya çalışıyoruz ama kimi aileler var, tek kuruş geliri yok. Bu ailelerin desteklenmesi lâzım. Bir eğitim bursu oluşturmak istiyoruz. Çocuk başına elli lira toplamayı hedefliyoruz.” Sadece o elli lirayı almak için çocuğunu okula gönderen aileler oldu, “akmasa da damlar” dediler. Oluşturduğumuz yiyecek bursundan ötürü,
MODELLER VE STRATEJİLER
Güncel çalışmalarımızın ilk nüveleri Yaşar Hoca’nın derslerini izlerken kafamızda belirmeye başladı. Çocukların büyük çoğunluğu, ebeveynleri gibi okuma yazma bilmiyordu ve okula gitmiyordu. “Okula gidersem bir meslek sahibi olabilirim, ben de toplumda bir yer edinebilirim” fikri kimsede yok gibiydi ama zamanla mahâlleye gidip gelen bizim gibi insanları rol model olarak almaya başladıklarını fark ettik. “Sistem yöneticisi nedir, gazeteci nasıl çalışır, şehir plancı ne ya” gibi sorular sormaya başladılar.
Çarşamba’daki Yavuz Selim Ortaokulu’na götürdük. Bürokrasinin ne menem bir şey olduğunu da orada öğrendik. Okuldaki ilgililer, “Yetiştirici Sınıf Programı”ndan tamamen bihaberdi. Oysa Türkiye sathında bütün İlçe Eğitim Müdürlükleri’nin “Yetiştirici Sınıf Programı”nı uygulaması zorunluydu. Meğer her ilçe, yetiştirici sınıfa dâhil olması gereken çocukları tek tek tespit edip, evlerini ziyaret etmekle ve aileyi ikna etmekle de yükümlüymüş. Bu işe kimsenin kalkışmadığını anlayınca, “biz gönüllüyüz; çocuklarla yıllardır yıkım alanında çalışıyoruz. Bu işi biz yaparız” dedik ve yaptık. Fakat işin bu kadar büyüyeceğini, zaman zaman kontrolden çıkabileceğini hiç kestiremedik.
155 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Derken, Yaşar Morpınar çıkageldi ve kafamızdaki ampulü yaktı. Morpınar, o zamanlar bir şirkette yöneticiydi; gönüllü ritim öğretmeni olarak aramıza katıldı. Yıllardır, Bremen Mızıkacıları adlı müzik topluluğunu yürütüyordu. Sanırım bu ifade yanlış olmaz; Bremen Mızıkacıları benim bildiğim kadarıyla dünyada en fazla konser vermiş engelli grubu. Morpınar’ın gelişiyle makus talihimiz tersine döndü: Otoriteyi tanımayan ve sürekli birbiriyle kavga eden o çocuklar, bir saat boyunca hiçbir arıza çıkarmadan dersine katıldı. Bu bizim için çok ilginç bir deneyimdi. “Demek ki çocuklarla iletişim dili kurabileceğimiz doğru aracı bulursak, müzik de bu dili kurmakta avantaj sağlayan bir araçsa, uyum sorunlarının üstesinden gelmek mümkün” şeklinde düşünmeye başladık.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
156
sadece karnı doyacağı için okula gelen çocuklar oldu. Yetiştirici sınıf ilerledikten sonra, Fatih’ten başka çocuklar gelmeye başladı. Onlara da yiyecek bursu vermeye başladık. Şu an yaptığımız iş, aslında kabaca bu. Bu sene Akşemsettin İlköğretim Okulu ve Karagümrük Ortaokulu’nda okuyan elli çocuğa yiyecek bursu sağladık.
dünyanın başka yerlerinde okulu terki önlemek için kullanılan tekniklermiş. Oysa mantık çok basit; çocuk okula gelsin istiyorsan ona okulu sevdirecek işler yap. Dersten çıksın gelsin, eğlenceli bir şey yapsın ve yüzü gülsün. Ne yaptığınızın önemi yok; yeter ki onunla içten ve sağlıklı bir ilişki kurun, onu güldürün.
Önceden bir toptancıyla anlaşmıştık, kumanyaları kendimiz hazırlıyorduk. Şimdi artık kantinlerde abur cubur satılamıyor; kantin kendisi hazırlıyor. Sınıf anneleri, sorumlu olduğu sınıftaki çocuklara beslenme saatinde kumanyalarını ulaştırıyor. On iki çocukla başladık, şu an elli çocuğa kumanya sağlıyoruz. Her sene kaynak yaratmaya yönelik yeni yöntemler arıyoruz. En son Avrasya Maratonu’nda koştuk ama bu kaynak yaratma işi, itiraf edeyim ki bizi epeyi zorluyor.
ZORUNLU KURUMSALLAŞMA
Sonra şöyle bir problem ortaya çıktı: Çocuğun dörde gitmesi gerekiyor, bu tamam. Yetiştirici sınıfa gitmiş ve birkaç harf öğrenmiş. Dört ayda ne öğrenebilir ki? Hiçbir şey bilmiyor ama beşe gidecek. Bu çocuğun uyum sorunu yaşamaması mümkün mü? Kesinlikle bir sorun yaşayacak çünkü herkes bir şeyler yapıyorken o daha yazı yazamıyor olacak. Biz de “o zaman bu çocukları takip edelim, hangi okula gidiyorlarsa biz de gidelim, onlara orada destek olmaya devam edelim” dedik. Akşemsettin İlköğretim Okulu ile kültürel faaliyetler düzenlemeye başladık. Heykeltıraş bir arkadaşımız, çocuklara çamurdan heykeller yaptırdı; çizer bir arkadaşımız “İstanbul’u Çiziyorum” adını verdiği bir atölye düzenledi. Kocaman kâğıtlara ihtiyacımız vardı; bunları alacak paramız olmadığı için Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları’ndan temin ettik. Bir başka arkadaşımız yemek atölyeleri yürüttü; çocuklar topluca yemek yaparken hangi malzeme ne zaman, nerede ve nasıl yetişir konusunda bilgilendi. UNICEF’in davetiyle katıldığımız “Okulu Terk Çalıştayı”nda öğrendik ki meğer bizim yaptığımız işler,
Aslında dernekleşmek gibi bir hedefimiz yoktu fakat resmi makamlarla ilişkileri ilerletmek zorunda kalınca, maddi kaynaklara ihtiyaç duyunca, tüzel bir kişiliğe bürünmek zorunluluk hâline geldi. Vurgulamak istediğim bir diğer nokta da şu: Bir işi başardığınızda unutmayın ki onu tek başınıza başarmadınız. Sizden önce orada faaliyet yürütmüş birileri varsa, geriye kalıcı bir şey bırakmışsa, o kişi sizin başarınızın önünü açıyor. Birçok sunum izliyorum, kimileri “ben şunu yaptım, şöyle başarılı oldum” diyor ama bakıyorsun, onunla çalışan bilmem kaç kişi var. Biz dernekleşmeye karar verdiğimizde her zaman bu aşamanın öncülü olarak Sulukule Platformu’nu gördük, onlardan hep destek aldık. Zaten derneğimizin kurucularının ve üyelerinin çoğunluğu, şehir plancılar ağırlıkta olmak üzere, bu platformun üyeleriydi. Derneğimiz otuz metrekarelik bir mekâna sahip. Nalan Yırtmaç, dernekte çocuklarla karikatür çalışmaya, heykeltıraş İlhan Sayın ise heykel yapmaya başladı. Balat’ta kardeş derneğimiz Mavi Kalem ile beraber bir sokak şenliği düzenledik. Kardeş Türküler, aslında daha doğru deyimle BGST (Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu), bizimle iletişime geçerek dört atölye yapmayı teklif etti. Onların ardından BGST tiyatro grubu geldi: “Bir tiyatro çıkarabilir miyiz, bir belgesel çıkarabilir miyiz” diye akıl yürüttüler ve en sonunda dediler ki; “en mantıklı yöntem, müzik üzerinden ilerlemek. Zaten Yaşar Morpınar’ın yarattığı bir birikim var”. Morpınar, Akşemsettin İlköğretim Okulu’na da gelmişti.
MODELLER VE STRATEJİLER
Bu okulda BGST ile müzik üzerine çalışmaya başladık. Bir sahne programı ortaya çıkardık ve dört aylık çalışmanın sonunda, son albümlerindeki sekizinci şarkı, yani “Nazar” ortaya çıktı. Bu anlattıklarım şunu gösteriyor: Bu türden dezavantajlı bölgeler, çok ihtiyaçlı. Şu yaptığımız küçücük çalışmalar bile çok ciddi talep gördü. Meselâ Çapa’da oturan iki anne, kollarında bir bebekle çıkageldi: “Ben komşumdan duydum ama inanmadım. Gerçekten böyle insanlar var mı diye kendim görmek istedim” dedi. Aslında bu hizmetlerin, ihtiyaçların kamu kurumları tarafından karşılanıyor olabilmesi lâzım ve bunları hayata geçirmenin çeşitli yolları var. Örneğin okullarda ders dışı sosyal faaliyetler düzenlemek veya o hanımefendinin bebeğine mama servis etmek ama biz, bu aktiviteler bir yerden sanatla temas etmeli diye düşünüyoruz çünkü sözünü ettiğim bölgelerde sanatın esamesi okunmuyor. Çocukların kendilerini ifade edebileceği hiçbir alan yok. Kaldı ki araştırmalara göre kültürel faaliyetlerle ilişkilenen çocukların akademik başarısı artıyor. ÇALIŞMA MODELİ Hemen hemen bütün gönüllülerimiz Toplum Gönüllüleri Vakfı’ndan geliyor, çoğu üniversite öğrencisi. Bize gelmeden önce Toplum Gönüllüleri Vakfı’nda mutlaka çocuklarla çalışma üzerine eğitim alıyorlar. Biz de bu gönüllüleri risk altındaki çocuklarla nasıl çalışılacağına, ne tür davranış sorunlarıyla karşılaşabileceklerine, onlara nasıl yaklaşmak gerektiğine dair bilgilendiriyoruz. Günün sonunda mutlaka değerlendirme ya-
pıyoruz, ayrıca bu konuya özel aylık toplantılar tertip ediyoruz. Vakfın çok geniş bir destekçi ağı var. Pek de esnek olmayan bir çalışma sistemleri var, başı sonu belli. Bizim çalışma sistemimiz ise sonsuz bir esneklik dayatıyor. Çünkü sürekli karşılaştığımız sorunlara anında çözüm bulmak durumundayız. Örneğin çocuk istemiyorsa, o faaliyeti hemen değiştiriveririz. Planlar, gün içinde birçok defa değişebilir. Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları ile beraber tasarladığımız “Söz Küçüğün” projesi, Tarlabaşı Toplum Merkezi ve Özel Karagözyan Ermeni Ortaokulu ile birlikte yürüyor. Her kurum kendi alanında çalışıyor, çocuklar kendi gazetesini yaratıyor. Sivil Düşün’den aldığımız fonla Akşemsettin ve Karagümrük’te yürüttüğümüz bazı faaliyetler var. Mavi Kalem Derneği ile iki ayrı projede çalışmaya devam ediyoruz. Çocuklarla çalışacaksanız, bunu bir ekip işi olarak görmelisiniz. Çocuk, veli, öğretmen, rehber öğretmen, okul yöneticileri ve okul aile birliği ekibinizin parçası olmalı. Tüm ekibi destekleyecek bir çalışma sistemi yaratmanız şart. Derneği kurduğumuzda sadece Romanlara yönelik çalışıyorduk ama faaliyet alanımız artık Arap, Kürt, Türk ve mülteci çocukları da kapsıyor. Yürüttüğümüz çalışmaları Milli Eğitim Bakanlığı’na ve bizim gibi dezavantajlı bölgelerde çocuklarla çalışmayı düşünen herkese model olarak öneriyoruz. * Kanun hükmünde kararname
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
157
AKDENİZ DAYANIŞMA KAMPI Özhan Önder & İzem Yaşın
! Rock-A Festival Kolektifi
MODELLER VE STRATEJİLER
Akdeniz Dayanışma Kampı, 2003 yılında başlayan bir sürecin sonunda ortaya çıktı. Sadece bu sürecin detaylarını paylaşmakla kalmayacağız, size model hakkında kapsamlı bilgiler de vereceğiz.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
158
Özhan Önder: Dayanışma Kampı’nın kökeni, 2003’ten gelen bir geleneğe dayanıyor: Barışarock Festivali. Barışarock, bir global meşrubat firmasının aynı yıl düzenlemeye başladığı festivale ve genel olarak müzik - sponsorluk ilişkisine karşı çıkan bir inisiyatifin ürünüydü. “İstanbul’da Rock Şişeye Sığmaz”, “rock şişelenemez” sloganları, odağı tamamen tüketim kültürüne koyan bu festivale karşı yaşamı baştan sona yeniden organize edecek, kolektif kotarılacak bir festival modeli öneriyordu. Amacına ulaştı; Türkiye’nin dört bir yanından grupların ve müzisyenlerin desteğini alan Barışarock, yaklaşık altı sene boyunca içeriğini zenginleştirerek, dayanışma ağını genişleterek varlığını sürdürmeyi başardı. Festivalizmin dayattığı maksimum kâr kazancına dayanan her türlü aracı devre dışı bıraktı; bunun yerine kendi ilkelerini yerleştirdi ve o dönemde süregiden İkinci Körfez Savaşı’nın, Irak işgâlinin karşısında dimdik duran bir platform görevi gördü. Diğer yandan, sistemin ürettiği festivallerin kurgusal ve yapısal niteliğine karşı alternatifler geliştirdi: Festival alanının merkezine konumlandırdığı sahnenin etrafını sivil toplum örgütlerine, kolektiflere ve inisiyatiflere açtı. Böylece bu yapıların kitleyle bire bir temas etmesine olanak tanıdı. 2003’te üç bin kişiyi bir araya topladı, bu rakam ertesi sene sekiz bin kişiye çıktı. Üçüncü sene yirmi bine yükseldi ve derken, dördüncü senesinde giriş yapan kişi sayısı yüz otuz iki bine ulaştı. Bu denli devasa bir organizasyonu çekip çevirmek çok yorucu olsa da ekipçe müthiş bir tatmin duygusu yaşadık. 2006’da, festivalin düzenlendiği haftanın ertesinde, İsrail Lübnan’ı bombaladı ve bunu protesto etmek amacıyla yapılan sokak eylemine sadece sekiz yüz kişi katıldı. Biz hâlâ festival alanına topladığımız görkemli kalabalığın etkisindeyken karşılaştığımız bu duyarsızlıktan çok etkilendik ve uğraştığımız işi sorgulamaya başladık: “Galiba insanlara başka bir kitlesel iletişim mecrası üzerinden tüketim malzemesi sağlıyoruz. Mesele beraberce eğlenmek olunca herkes orada ama iş hakiki bir konunun etrafında toparlanmaya gelince, o kadar da güçlü değiliz.” Bunun üzerine, “artık bu servisi sağlamayı bırakalım; biz hizmet sunmak üzere birleşmiş bir yapı değiliz” diyerek festivalin hızını yıl
be yıl düşürmeye başladık ve 2008’de festivale noktayı koyduk. Barışarock’ın neden sona erdiğine dair o dönemde ortaya atılan spekülasyonlara da böylece noktayı koymuş olalım. Bununla beraber, festivalin 2003’ten bu yana ilmek ilmek ördüğü ilişki ağları ve önerdiği siyaset yapma biçimi, yeni bir sosyalleşme hâli ortaya çıkarmıştı. Meselâ, Lambda İstanbul, kurulduğu günden o tarihe kadar iletişime geçtiği birey sayısının üç katına festival süresince temas etmişti. Muazzam bir etkileşimden bahsediyoruz. 2007 senesinde Barışarock sırasında iletişim ağımıza dâhil olan bir grup İzmirli arkadaşımız bu formatı yerelleştirmek kaydıyla kendi şehirlerine taşımayı teklif etti. Selçuk, Pamucak’taki Rock-A festivalini böylece organize ettik. O dönemde siyaset dili, siyaset yapma biçimi ve direnç mekanizmaları tüm dünyada yeniden şekilleniyordu. Türkiye’deki kitleler, doğal olarak bu dönüşümün farkındaydı. Rock-A festivali de Barışarock’ın öne sürdüğü temel ilkelerin etrafında örgütlendi: Cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa, ırkçılığa ve şiddet çağrısına herhangi bir şekilde müsaade etmeyen, antikapitalist, gönüllü dayanışmasıyla iş kotaran, kolektiviteyi merkeze koyan bir organizasyon modeli. Bu model forumlara ve atölyelere de geniş alan açıyordu. Rock-A organizasyonu, altı yıl sürdü. Başta Foça, Dikili, Gümüldür olmak üzere, her sene İzmir’in bir başka sahil beldesine konumlandı. Yılda altı bin ilâ on bin kişi beraberce kamp yaptı; ücretsiz konserler için kurulan sahnenin etrafında buluştu. Düzenlenen atölyelerde alternatif beslenmeyi, doğal tarım ve sağlıklı yaşam modellerini, ayrımcılığa karşı mücadele yöntemlerini, hak temeli üzerinden kimlik politikalarını tartıştı. Biz de bütün bu sürece İstanbul’dan organizasyonel destek sağladık. Sonrasında, 2013’te Gezi’yi deneyimledik. Parkta kurulan kolektif yaşamın günlük pratikleri, bizim organizasyonlarımızda kendiliğinden ortaya çıkan yaşam ortamındaki pratiklere çok benziyordu. On binlerce insandan bahsediyoruz, tıpkı Gezi Parkı’nda toplanan kitleler gibi. Birkaç münferit olay dışında, onca sene boyunca, ne İstanbul’da ne de İzmir’deki organizasyonlarımızda herhangi bir şiddet olayına, suça teşebbüse veya kavgaya tanık olmadık. Bu olgunluk hâli şunu ispat ediyor: Yeni jenerasyonun oluşa, kültüre, beraberce eşit bir biçimde yaşamaya ilişkin çok oturaklı bir tavrı var. Biz de kendimizi bu tavır içerisinde kalarak organize ediyoruz. 2013 yılında, Rock-A ekibiyle şöyle bir kırılma daha yaşadık:
İlk kampın devamı gelmedi, o dönem tek atımlık bir deneyim olması daha uygunmuş gibi göründü. Genel olarak hareketin içine girdiği hâlet-i ruhiyeyle ilgili bir durumdu; motivasyonun düşüklüğü veya 2013’ten sonra yaşadığımız o coşkunun hızla sönümlenmesi… Bugün bunu nasıl isterseniz tanımlayabilirsiniz. O “baskıyı yıkıyoruz” hissi, çok çabuk “kaybettik” duygusuna evrildi ve moraller yere iniverdi. 2016’da kampı tekrar organize etmeye karar verdiğimizde dayanak noktamız, kitlelerin yan yana gelmeye ve meseleleri güncel gidişat üzerinden yeniden konuşmaya duyduğu ihtiyaç oldu. Rock-A’da kullandığımız bir slogan vardı: “Alternatif Yaşamın Demosu”. Bizler nasıl bir dünya yaratmak istiyorsak bunu küçücük bir alanda deneyimleyebiliriz demiştik. Akdeniz Dayanışma Kampı da bu sloganı yeniden tavana astı. Buluşmanın kendisini, kendimizle yeniden karşılaşmayı siyasal bir hedef olarak önümüze koy-
2016 yazında Seferihisar’da düzenlediğimiz ikinci kampa yaklaşık altı yüz kişi katıldı. İki yüz kişi bile bizi mutlu ederdi, açıkçası. Ortam ve program tam da istediğimiz biçimde şekillendi. Hem bu geleneği sürdürülebilir kılmak hem on üç yıl boyunca biriktirdiğimiz deneyimleri yeni kuşaklara aktarmak adına önemsediğimiz bir yıl oldu 2016. Ben 78’liyim, bu hareketin içerisinde kendi düzenimi, özneliğimi baştan inşa ettim. Ancak sonraki kuşaklar, bizim kuşağımıza bugün çok sıradan gelen pratiklerden ve deneyimlerden haberdar değil. İzem Yaşın: Bu seneki kamp birazcık “sarılma festivali” gibiydi çünkü gerçekten zor zamanlar geçiriyorduk. Üstelik bundan sonrasında ne yapacağımıza dair fikrimiz yoktu. İki üst kuşakla bizim kuşak arasında deneyim aktarımına ilişkin bazı sıkıntılar olduğunu keşfetmiştik. Bu yıl gerçekleşen etkinliklerden ve işin mutfak kısmından bahsetmek istiyorum: Kanımca bu seneki kampı öncekilerden ayıran en çarpıcı özellik, “açık mutfak” tarzı bir örgütlenmeyi benimsemiş olması. Alandaki tüm katılımcıların katkısına açık, yatay bir örgütlenmeden söz ediyoruz. Kampa katılan herkes aş başında toplandı; kimi kesti, kimi pişirdi. Mesele bu kez o aşın başında toplanmak ve bundan sonra neler yapabileceğimizi konuşmak üzerine kuruluydu. Bu yıl kampta birçok mutfak kolektifini ağırladık. Her biri diğeriyle ve katılımcılarla deneyim paylaştı. Mutfakta olmanın birlikte müzik yapmaya veya dans etmeye benzer bir hissi var. Beraberce domates, biber, soğan doğramanın, en temel ihtiyaç maddeleri üzerinden dayanışmanın yarattığı müthiş bir sinerji ve güç var. İstanbul’dan Göçmen Dayanışma Mutfağı’nı, Komşu Kafe’yi, Tarlabaşı Mutfak ekibini ağırladık. Bombalara Karşı
MODELLER VE STRATEJİLER
2013’te, Foça’da ilkini düzenlediğimiz kampa yaklaşık iki bin kişi katıldı. Organizasyonu sağlıklı bir biçimde yönetebilmek adına, bu toplam bize çok iyi geldi. Önceki yıllarda sahneyi öğlen vakitlerinde açardık, 12.00 gibi soundcheck başlardı ve ilk grup 14.00 gibi sahneye çıkardı. Üç gün boyunca, gece yarısına kadar, günde otuz grup sahneye çıkardı. Bu sefer gündüz saatlerini tamamen sunumlara, atölyelere ve forumlara ayırdık; Gezi sürecinde öğrendiğimiz bu iletişim modellerini yaygınlaştırınca yepyeni tartışma zeminleri yarattık.
duk. O yüzden bu buluşma çabasına özel anlamlar yüklemeye kalkışmak çok yanlış olur.
159 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
“Gezi’nin ardından festival yapmak çok yersiz. Çok yorgunuz ve aylardır sokaktayız. Ayrıca ne olup bittiğini ve parklardan çıkan ortak deneyimleri masaya yatırmak, geleceğe dair daha çok fayda üretir.” Akdeniz Dayanışma Kampı, böylece ortaya çıktı. Açık çağrı ve kulaktan kulağa mekanizmasıyla kendini duyuran, katılımcıları çadırlı bir kampta ağırlayan, akşam konserlere yer veren, dar ama efektif kitlelere hitap edecek bir organizasyon modeli.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
160 MODELLER VE STRATEJİLER
Özhan Önder: İsmimize bakıp Akdeniz havzasına ne kadar dokunuyoruz derseniz, henüz o işin çok başındayız. Kampı her yaz Akdeniz’deki farklı bir ülkeye taşıma fikri, Barışarock festivalinin mentorlarından, Moğollar üyesi Taner Öngür’den çıktı. Rock-A sürecini de işin içine katacak olursak, bugüne dek Yunanistan, İspanya ve İsviçre’den müzik grupları ağırladık. Akdeniz derken Türkiye’yi kıyılardan ibaret görmediğimizin altını çizmek isterim. Dolayısıyla kampı ileriki yıllarda Mersin’e, Hopa’ya, veya Eskişehir’e taşıyabiliriz. Mesele bu modeli yerelde yayma üzerinden ilerliyor. “Katılımcı sayısının gittikçe artması, işin temel amacına ne kadar uygun düşer” sorusuna da kafa patlatıyoruz. Altı yüz kişilik katılım, kamptaki herkesin birbirine doğrudan temas etmesi adına elverişli bir ortam yaratıyor. Göz temasını sağlamak ve doğrudan sohbete alan açmak, bulaşık yıkarken bir katılımcının diğerine “siz dün şu forumda değil miydiniz” sorusunu sorabileceği ortamı yaratmak, bizim için çok değerli pratikler. O yüzden ikinci kampı da kulaktan kulağa duyurmayı yeğledik. Kendi içimizde gayet dürüst bir değerlendirme mekanizması yürütüyoruz. Hatalarımızı, önerileri, bir sonrakinde kitlesel duyuru yapmanın neler götürüp getireceğini, müzikli festival formatından vazgeçip atölye ve forumlara yoğunlaşacak bir formatın işe yarayıp yaramayacağını değerlendiriyoruz. Sahne işi çok ciddi bir organizasyon ve yoğun emek gerektiriyor. Bu yıl ne kadar uğraştıysak uğraşalım, üç günlük sahne programını ancak on sekiz gruba kadar düşürebildik. Belki de ideal olan, gecede en fazla üç gruba sahne açmak. Müziği kampın merkez noktasına ne ağırlıkta koyacağımızı, hâtta sahneden kaynaklanan bu merkezileşmeyi yeniden gözden geçireceğiz gibi görünüyor. Barışarock yaygınlaştıkça katılmak isteyen
gruplara onay verme süreci acı verici hâle gelmeye başlamıştı çünkü katkı sunmak için gönüllü olarak sahne almak isteyen grupları kıramıyorsunuz. 2012 yılında, Türkiye’nin neredeyse her şehrinden üç yüz yirmi grup, Rock-A’da sahne alabilmek için başvuru yaptı… Sadece seçim için sekiz kişilik bir ekip istihdam ettik. Bu sene böyle bir şansımız veya zamanımız yoktu, çünkü kampı çok apar topar organize ettik. Kampın bütünü üç haftada örgütlendi. Kampın içinde hiç kimse hizmet almıyor. Temel ihtiyaçlar ve günlük işler için her gün açık çağrıya çıkıyoruz. “Arkadaşlar su almaya gidilecek” dediğimizde minibüslerle alana yakın bir pınardan damacana damacana su taşıyoruz. Böylece kampa katılan herkesin ücretsiz temiz içme suyuna erişimini sağlamış oluyoruz. Mutfak malzemelerini mümkün olduğunca bölgedeki üreticiden temin etmeyi hedefliyorduk ama bunu pek beceremedik. Bu konuda önceden daha iyi organize olabilirdik. Lesbos’tan konuk ettiğimiz No Border Kitchen bize binlerce insan için lezzetli yemek pişirmeyi öğretti. Yüzlerce kişi aynı anda domates, sarımsak doğradı. Bu gibi yataylaştırma deneyimlerini artırmamız ve günlük hayatın içine doğru yaygınlaştırmamız gerekiyor.
161 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Atölye konularını üç başlık altında toparladık: Mülteci çalışmaları - göçmen meseleleri, ekoloji mücadeleleri - deneyim aktarımları, muhalif müzik - deneyim aktarımları. Yanı sıra anti militarizm, toplumsal cinsiyet biçimleri, internet güvenliği, kriptoloji, öz savunma ve nefes egzersizleri üzerine bir dizi atölye düzenlendi.
MODELLER VE STRATEJİLER
Sofralar da İstanbul ve İzmir’den gelen ekipleriyle bize katıldı. Yunanistan’ın Lesbos adasından gelen No Border Kitchen, binlerce kişiye aynı anda yemek çıkarabilmeye dair deneyimlerini diğer kolektiflerle paylaştı.
SANATTA GÖRÜNÜRLÜK FESTİVALİ Şafak Ersözlü & Metehan Kayan
acikstudyo.com/sanatta-gorunurluk-festivali-izmir
MODELLER VE STRATEJİLER
İstanbul çıkışlı bu festival, temel olarak çağdaş sanatı küçük fanuslardan dışarı çıkarıp sokağa indirmeyi, yeni mekânları işaretlemeyi, yerel üretimi İstanbul merkezli ilişkilerden özgürleştirmeyi, gönüllü dayanışmasını güçlendirmeyi ve yerele yayılmayı hedefliyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
162
Metehan Kayan: SGF – İstanbul; Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Çağdaş Dans Ana Sanat Dalı öğrencilerinin bizzat düzenlediği interdisipliner bir hareket olarak ortaya çıktı. Dolayısıyla SGF - İstanbul’a bir öğrenci inisiyatifinin ürünü olarak bakabiliriz. Hareket diyorum çünkü bu kavram, aynı zamanda modern dansın en temel unsurlarından biri. Hareketin amacı, işlerimize görünürlük kazandırırken, çağdaş sanat izleyicisini artırmak ve alışılageldik performans mekânlarından bağımsızlaştırmaktı. İzmir’e uzanmak, bizim adımıza bir sıçrama yarattı. Başka şehirlere yayılmak baştan beri aklımızdaydı ama işin böylesine kapsam kazanacağını hiç hayâl etmemiştik. Yola çıkmaya karar verdiğimizde kendimize bir dizi soru sorduk: “Kamusal alanla sahne, sahneyle kamusal alan arasındaki engeli kâr amacı gütmeden nasıl kırabiliriz?”; “Alışılageldik medya kanallarını kullanmadan, ne gibi yöntemlerle izleyiciye doğrudan ulaşabiliriz?”; “Ürettiği işi kamusal alanda sergilemek isteyen arkadaşları bir elemeye tabi tutmadan nasıl programa dâhil edebiliriz?” Başlarken, kendimize iki hareket noktası belirledik: Öncelikle, öğrencilerle sağlıklı diyalog kurabileceğimiz bir model oluşturmaya karar verdik. Hiyerarşiyi ortadan kaldırdık. Yanımızdaki insanla dâhi sağlıklı ve samimi diyalog kuramadığımız bir çağda yaşıyoruz, doğal olarak da genleşemiyoruz. Okulumuzdan sahneyi bir süreliğine bize devretmesini, işe de müdahale etmemesini rica ettik çünkü ne yapabileceğimize çıplak bir şekilde bakmak gerekiyordu. Şafak Ersözlü: Festivalin İzmir ayağını beraber organize ettiğimiz Bahar Nihâl Ersözlü ile uzunca bir İstanbul geçmişimiz var. Bir yıl önce İzmir›e yerleşir yerleşmez, 3. Sanatta Görünürlük Festivali’nin İzmir ayağını organize etmeye giriştik. Sanatçı olarak birbirimizin işlerini görmeye ve paylaşmaya ihtiyaç duymamız normal. Fakat bir an önce İstanbul dışına çıkmaya, bakmaya, başka mekânlarda başka olasılıkları deneyimlemeye ihtiyacımız vardı. Üretimlerin, eserlerin tek bir merkezde, tek bir şehirde birikmesine sıcak bakmıyoruz. Bu doğrultuda, üretimleri yerinde izlemeyi ve paylaşıma açmayı, üretildiği coğrafyadan koparmamayı ve ilk olarak kendi
sanattagorunurlukfes.wixsite.com/sanattagorunurlukfes çevresine sunabilmeyi önceliğe koyuyoruz. Sanatta Görünürlük Festivali’ni buradan bakarak İzmir’e getirme kararı aldık. Böylece festivalin yeni kitlelerle, başka bir şehirle iletişime geçmesini sağladık. 2–5 Mayıs 2016 tarihlerinde tamamen gönüllü katılım esasıyla ortaya çıkardığımız SGF – İzmir’de, İstanbul programında yer alan bazı sanatçıların işlerini buraya taşımakla yetinmeyip farklı disiplinlerden gelen İzmirli sanatçıların projelerine ve performanslarına alan açtık. İnanıyoruz ki gittiğimiz yere izleyici ve sanatçı götürmek, o mekâna da görünürlük kazandırıyor. Şehrin farklı bölgelerinde konumlanmış dört mekânı kullandık: K2, Originn, Ghetto Paintball ve Yakın Kitabevi. Festivalin amacına en çok hizmet eden mekân, bizce Ghetto oldu çünkü burası kapalı bir paintball alanıyken, biz mekânı modern dans performansları ve kapanış konseri için baştan kurguladık. Oturma düzenini mekânda bulunan ahşap üniteleri, eski koltukları kullanarak dizayn ettik. SGF – İstanbul ise 2016’da sadece üç mekânı kullandı ama programı daha uzun bir süreye yaydı. İstanbul için geçerli kriterleri İzmir’e uygulamak akıllıca bir yaklaşım değil. Biz çok daha kolay örgütlendik; çünkü bu şehir ihtiyaçlı. Kimse destek ve yardım talebimizi geri çevirmedi. Kime merhaba dediysek performansıyla, sergisiyle, mekânıyla bu festivalin bir parçası olmayı kabul etti. İstanbul’da işler bu kadar kolay ilerlemiyor. 2017 için programı hazırlarken daha kapsamlı bir ağ kurmayı hedefliyoruz. Bu süreçte bazı anlar oldu, herkesin özel bir gücü varmış gibi hissettim. Hiç beklemediğim birisi çok güzel yemekler yapıp provaya taşıdı. Hiç tahmin etmediğimiz isimler arayıp destek vereceğini bildirdi. Kimse kimseyi kırmadı; işin bence en sihirli tarafı oydu. Çok basit bir talebe olur verdiğinizde o pozitivite inanılmaz büyüyor. İlk sene nasıl başardık bilmiyorum ama ortaya sağlam bir vizyon koyduğumuzu düşünüyorum. Festivali bir grup gönüllü insanın sıfır bütçeyle hayata geçirdiğine kimse inanmıyor çünkü herkes haklı olarak bu işlerin arkasına gizlenmiş kurumsal bağlara, çıkar ilişkilerine alışmış. Bu festivali sanatçılar ve mekânlar düzenliyor, Şafak ve Bahar düzenlemiyor. Mekânlar kapılarını ücret talep etmeden açıyor, sanatçılar işlerini ve performanslarını ücret almadan sergiliyor. Gönüllüler sokakta, yolda bekleyip ellerindeki afişlerle gelenleri karşılıyor.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
163
MODELLER VE STRATEJİLER
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
164
İzmir’deki kültürel üretimin en önemli problemlerinden biri görünürlükse diğeri sergileme ve performans için mekân bulmak. Sayı az olduğu için herkes mevcuda yüklenerek mekânları abandone ediyor. Mekânlar zaten sürdürülebilirlik adına kronik problemlerle boğuşuyor. Böyle olunca işler genellikle sanatçıların arzu ettiği şekilde gitmiyor. Festivalde konser veren Noksan ekibiyle Ghetto’da buluştuk; Bayraklı’daki bu mekândan haberleri bile yoktu ve çok etkilendiler. Alanı ve paintball barikatlarını inceledikten sonra sahneyi başka yere kurmaya karar verdiler, ardından konserin girişi için tüm alanı kullandılar. Diyeceğim şu ki siz farklı mekânları devreye soktukça şehre yeni kültür odakları kazandırmakla kalmayıp bunları işaretlemiş oluyorsunuz. İşler yolunda giderse o konseri izlemeye gelen bir sanatçı da mekânda bir şeyler üretmeye, sergilemeye talip oluyor. Birçok insan, SGF sayesinde “Ghetto da neresi” demeye başladı; bu çok önemli bir katkı. Böylece sadece mekân değil, festival de görünürlük kazanıyor. Artık bu gibi etkinlikleri anladığımız anlamda festival formatından çıkartmak ve uzun süreli olarak şehre yaymak gerekiyor. Bu yaklaşım, etkinliklerin görünürlük süresini artıracağı gibi sanatçıları da özgürleştirecek. İstanbul, Ankara, Mersin veya İzmir… Pek bir şey fark etmiyor; sanat, işlerini sürekli yayabileceğin mecralar ve platformlar inşa etmedikten sonra, “gidelim ki sergi boş kalmasın”, “ben gidersem o da benim sergime gelir”, “şu da bana küçük bir altın taksın” şeklinde dönmeye başlıyor dünya. Bir de rant savaşının en yoğun sürdüğü yerlerin ağırlıklı olarak işaretlenmesi gerektiği kanaatindeyim. Bizler “orası uzak”, “gece gelemem”, “sonra uğrarım” dedikçe, bu bölgeler sermayenin kolayca göz diktiği ölü alanlar olarak hayatımızdan çekiliyor. Yoksa bir süre sonra bu bölgelerde herhangi bir sanat
aktivitesi izleyemeyeceğiz ve yine merkeze tıkılıp kalacağız. Ayağımızın alışmadığı bölgelere, mekânlara izleyiciyi çekebilmek için de nitelikli, özgün işler çıkarmak şart görünüyor. Ayrıca, ısrar ve sebat etmemiz lâzım. Ghetto ve Originn gibi yapılar, mevcut oturma düzenleri ve yaratıcılığı tetikleyen iç tasarımlarına rağmen, performans mekânı olarak nitelendirilebilecek niteliklerden yoksun mekânlar çünkü tasarlanırken bu gibi projeleri önceliğe koymamışlar. İzmir’in en az birkaç performans mekânına ihtiyacı var. İKPG bileşenlerinin bir araya gelip böyle bir mekânı hayata geçirmesi en sağlıklı hamle olabilir çünkü içinde modern dans, tiyatro gibi alanlarla uğraşan birçok bileşeni içeren bu yapı, ideal bir performans mekânının nasıl olması gerektiğine dair yeterli birikime sahip. SGF - İzmir, tamamen gönüllülük esasıyla ilerliyor. Para geçmiyor. Bu tutum, bir açıdan avantaj üretse de diğer açıdan sorun üretiyor. Konser için ses sistemine ihtiyaç duyuyoruz ama bütçe yok. İKPG, iletişim toplantılarında sıkça dile getirilen makine parkı – hizmet takası mekanizmasını kurabilirse bu gibi teknik gereksinimleri imece usulüyle karşılayabilir, biz de bileşenlerden gönüllü iş gücü desteği alabiliriz. Bu festival hepimizin; duyurusunu da beraberce yapmak etkisini katlayacaktır.
AFYON CAZ FESTİVALİ – AFYON KLASİK MÜZİK FESTİVALİ Hüseyin Başkadem
İstanbul Teknik Üniversitesi, Devlet Konservatuarı mezunuyum. Profesyonel seviyede tambur ve ud çalıyorum. Aynı zamanda profesyonel seviyede caz piyano, kontrbas, tambura, bağlama ve parmak cura çalıyorum. Yirmi beş yıl fotoğraf sanatıyla, kamerayla uğraştım. TRT’de muhtelif müzik programlarında çalıştım. Şevket Uğurluel ile “Anılarla Müzik” programını yaptık; TRT 2’deki bir diğer programım için müzik festivallerini dolaştık. Bir de “Albüm” adlı rock programında çalıştım. TRT; prodüktörlük, kurgu ve organizasyon anlamında benim için çok ciddi bir okuldur. 90’ların başında master, doktora yapmak ve kimi çalışmalar yürütmek üzere İngiltere’ye, Cambridge’e gittim. Döndükten sonra İstanbul Devlet Türk Müziği Topluluğu’nun sınavlarına girdim, sınavı kazandım fakat topluluğa katılmaktan vazgeçtim çünkü sosyal ve toplumsal meselelere yoğun bir ilgi duyuyordum. Öğretmenliğin müzik işleriyle uğraşmaktan çok daha değerli ve önemli olduğunu düşünüyordum. Bunun üzerine İstanbul, Kartal’da öğretmenliğe başladım ve yürüttüğüm çalışmalar yüzünden neredeyse linç edildim. 1996’dan itibaren Anadolu’nun ve bu toplumun yapısının değiştirilmesi için neler yapılması gerektiğine kafa yormaya başladım. Kendi memleketim Afyonkarahisar’ı da kendime laboratuvar, odak merkezi olarak seçtim. Bu işe girişmeye karar verdikten sonra, beş yıl boyunca her hafta sonu Afyon’a gidip geldim. Yürüttüğüm ön çalışmaların neticesinde 2000’de Afyonkarahisar Caz Festivali’ni, 2001’de Afyonkarahisar Klasik Müzik Festivali’ni başlattım. Şimdiye kadar, otuz festival süresince yaklaşık iki yüz doksan konser organize ettim. Belirli bir disiplinle hayata geçirilen bu iki yüz doksan konserin tamamı halka ücretsiz sunuldu. Belirli bir disiplinle dedim çünkü bu etkinlikleri hiçbir zaman sa-
dece konser olarak algılamadım. Ben sanatı bir bütün olarak algılıyorum. Festivallerimi, ilçede olmasına rağmen imkânlar açısından köylerdekinden farksız okullara, el değmemiş topluluklara ve öğrencilere temas edecek şekilde yaygınlaştırdım. Artık köylerde okul da kalmadı Afyon’da; neredeyse her yer ilçe gibi oldu. Genellikle çocukları etkileyebilecek ikonik isimleri, basının öne çıkardığı yazarları, fotoğrafçıları, çizerleri, tiyatrocuları, karikatüristleri ve heykeltıraşları getirdim: Ahmet Ümit, Ayfer Tunç, Tuna Kiremitçi, Cüneyt Türel, Tilbe Saran, Atilla Dorsay, Cemil Ağacıkoğlu, Sabit Kalfagil, Egemen Berköz, Haydar Ergülen… Kimsenin tanımadığı ama çok değerli, söyleyecek sözü olan kişileri Afyon'a getirdim. Geçenlerde hesap ettim; on beş yıl içerisinde Afyon’a neredeyse altı bin sanatçı götürmüşüm. Festivallerin başlangıcından bir iki yıl sonra CNN’de bir belgeselim yayınlandı. İstek üzerine yedi, sekiz kez yayınladılar bu belgeseli. 2004’te de Amerikan CNN’inde, İngilizce altyazılı olarak iki defa gösterildi. Bu gösterimden sonra festivallerin kurgusu ve yapısı tamamen değişti çünkü Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından para teklifi yağmaya başladı. Bazıları zaten fahri danışmanımdı. Gazeteciler, siyasetçiler… Sağ olsun; Doğan Hızlan bana işin sanatsal kısmında çok yardımcı oldu. Para tekliflerinin hiçbirini kabul etmedim çünkü ağırlığını taşıyamayacağıma kanaat getirdim. Sadece iki teklifi cazip buldum. İlki şöyleydi: Sicilya’nın karşısındaki Traviga adasında yaşayan Antonio Zavaglino bana ulaştı. Kendisi hamam mimarıydı. Eşi de Sabah gazetesinin İtalya temsilcisiydi. Bizim caz festivaliyle İtalya’daki bir festivali kardeş yapmayı, her iki festivali de beraberce organize etmeyi teklif etti. İkinci olarak, İtalya ile aynı zamanlarda Prag’dan bir teklif geldi. Ben muazzam bir konservatuar geleneği olan Prag’ı tercih ettim ve Afyon Caz Festivali, böylece 2004 yılında Prag Caz Festivali ile kardeş oldu. Tabii ki bu kardeşlik vitrinde kaldı çünkü ne Prag Belediye Başkanı ne de Afyonkarahisar Belediye Başkanı bu konuya dair en ufak bir ilgi göstermedi. Onların aksine, Prag’dan birçok sanatçı ve sanat kurumu bu kardeşlik ilişkisine aşırı bir ilgiyle yaklaştı. Böylece, karşılıklı olarak akademik tartışma ortamı yaratmaya başladığımız Prag’a sık sık gidip gelmeye başladım ve Prag’daki çevrelerin büyük saygısını kazandım. Bu zaman dilimi içerisinde Prag ile kurduğumuz kültürel iletişim ilk meyvelerini vermeye başladı. Afyon Klasik Müzik Festivali’nde beş ilâ altı konseri, caz festivalindeyse dört ilâ
165 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Genelde pek konuşmuyorum, yaklaşık on altı senedir konuşmalara da gitmiyorum. İki ya da üç konuşma yapmışımdır, şimdiye kadar. Çünkü benim düşüncelerim, İKPG’nin iletişim toplantılarında söz alan bileşenlerin öne sürdüklerinden çok farklı. Temelde bu platformda konuşulan meselelerin çoğuna da karşıyım. İKPG’nin uğraştığı işler, iletişim toplantılarınızda bileşenlerinizin paylaştığı projeler ve öneriler çok değerli ama kendi bakış açıma göre romantik buluyorum bunları. Bazı kavramlarım ve ifadelerim sizi rahatsız edebilir ama biz birbirimizi bu gibi platformlarda dâhi anlayışla karşılamayacaksak, o anlayışı dışarıda size göstermelerini beklemeyin.
MODELLER VE STRATEJİLER
newsanat.com/bozkir-in-sanat-elcisi-huseyin-baskadem
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
166 MODELLER VE STRATEJİLER
ŞEHRİ BİR BÜTÜN OLARAK GÖRMEK Afyon, çok önemli bir mimariye sahiptir ve şehir bu mimari dokuyu Ermenilere borçludur. Turgut Cansever, 1960 yılında
Festivallerin başlangıcında, tavsiye üzerine bu evler konusunda konuşması ve mimarlar odasıyla diyaloğa geçmesi için Cengiz Bektaş’ı getirdim. Bunun üzerine bazı çalışmalar yürütmeye başladılar ama iş kısa bir süre sonra rant kapısı hâline geldi. Festival olgusunu ön plana çıkartarak bu evlere kaynak aktarılmasını ve evlerin restore edilmesini talep ettik. Buna dair bir mücadele alanı inşa etmeye giriştim fakat Afyon gibi küçük şehirlerde kendi oluşturduğunuz yapılardan bir süre sonra dışlanıyorsunuz. Sebebi de şu; işin içerisinde büyük paralar dönmeye başlıyor. Afyon’da bir Ermeni Hamamı var. Bu hamamın kültür sanat merkezi olması için çok uğraştım. O sırada Afyon Eğitim Vakfı bünyesinde çalışıyordum. Hedeflediğim projeleri hayata geçirmek ne kelime, ilk istifa eden ben oldum. O dönemde, bu vakıf etrafında iki yayın çıkardım. İlki, 1920’li yıllara uzanan Afyon türkülerinin kaynak kişilerini içerirken ikincisi, 1890’larda Afyon’a gelmiş Amerikalı bir gezginin fonograf kayıtlarını belgeliyordu. Amerika’da buldum bunları. Sözün kısası, şehri sadece caz ve klasik müzikle değil; mimarisi ve folklorü ile bir bütün olarak görmeye, lanse etmeye çalıştım çünkü şehrin bütününü görebiliyorsanız hedefledikleriniz bir arada yürür. YOLUNDA YILMADAN YÜRÜMEK Birkaç kez dayak yedim; defalarca ölümle tehdit edildim. Konserlerimi iptal ettirdiler. Hakkımda birçok söylenti ortaya atıldı. Merkezi ve yerel yönetimle yıllarca didiştim. Ben ve ailem
MODELLER VE STRATEJİLER
Benim yaptığım işin kabaca özeti bu. Biraz da yola kimlerle çıktım kısmından bahsedeyim: Öncelikle, Afyon’daki sivil toplum kuruluşlarını örgütledim. O dönem Rotaryenler Afyon’da çok ön plandaydı. Çok önemli bir sanayi kuruluşunu yöneten ailenin fertlerinin, şehrin önde gelen hekimlerinin yer aldığı Rotaryenlerin toplantılarına katılmaya başladım. Yaklaşık bin civarında taş plağım, farklı dönemlerde üretilmiş on altı adet gramofonum ve fonografım var. Rotaryenlerle beraber, şehre sanatı çekebilmek için bu koleksiyonu kullanmaya karar verdik ve 2004’teki “Zafer Haftası” kapsamında bir stand açtık. Arkasından, festival daha ortada yokken, ayda bir konser düzenlemeye başladım. Halkı ve şehrin önde gelenlerini işin içerisine çekebilmek için bu konserleri hep Afyon’un sosyal meseleleriyle ilintilendirmeye çalışıyordum. Akdağ’ın milli park ilân edilmesi sürecini bu çabama örnek olarak verebilirim. Doğal yaşamın bozulmadan devam ettiği bu müstesna yörede ayılar, yılkı atları var. Çeşitli konserler düzenleyerek Akdağ’ın milli park ilân edilmesi için imza kampanyası başlattık. Bu kampanya için basını da gayet etkin olarak kullanınca amacımıza ulaştık.
Afyon’a gelerek bu evlerin rölöve çalışmalarını yapmış ve ortaya şöyle bir sonuç çıkarmış: Afyon’daki mimari, dünyada hiçbir mimariyle benzeşmiyor. Ahşap bir mimari; hiçbir evin içi ve dışı birbirine benzemiyor. Dünya mirası kabul edilerek korunma altına alınmış, öylesine zengin bir mimari… Bizim ailemizin de aynı üslupla inşa edilmiş iki evi var. Afyon’un en eski dört ailesinden birine mensubum ben. Bundan dolayı eşraftan tabir edilen, bütün evlere rahatça girip çıkabilen bir insanım.
167 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
altı konseri Praglı partnerlerimle beraber yapmaya başladık. Arkadaşım David, beni Çekya’nın ünlü film yönetmenleri ve tiyatrocularıyla tanıştırdı. Anthony Hopkins de bu isimler arasındaydı. O bile konuya “ben ne yapabilirim” diyerek yaklaştı. Bu arada Milan Savabadov, Grammy Ödülü almış iki müzisyeni, Areon Cruise’u ve Mark Andrus’u Afyon’a gönderdi. Bu insanlar hiçbir ücret talep etmeden okul söyleşilerine katıldı, konserlere çıktı. Çekler yaklaşık on bir yıldır Afyon’da çalıyor; okullarda söyleşilere katılıyor, enstrüman tanıtıyor. Praglı, dünyaca ünlü fotoğraf sanatçılarını ve yazarları şehre konuk ediyoruz.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
168
birçok entrikanın parçası hâline getirildik. Rant savaşlarının ortasında kaldım. Emperyalist ilan edildim. Caz ve klasik müzikle Afyon’da Haçlı Seferleri’nin yapamadığını benim başardığımı, Avrupalıların Afyon’a benim sayemde girdiğini iddia ederek sürekli olarak halka beni hedef gösterdiler. Hiç yılmadım. Dönem dönem, Türkiye’nin önde gelen sanat kurumlarıyla da çatışma içine girdim çünkü bu kurumların temel görevleri olduğunu düşünüyordum. Aklınıza gelebilecek her türlü köklü, öncü sanat kurumuyla görüştüm, kendilerinden destek rica ettim ve bir noktadan sonra lanet edip vazgeçtim. İlk desteğimi Anadolu Kültür A.Ş. sağladı. Davetinize icabet etme sebebim Serhan Ada’dır çünkü kendisiyle beraber bu kuruluşta yer alan Osman Kavala, Lokman Şahin ve Hasan Saltık gibi arkadaşlarım benim için çok değerlidir. Bunu söylemekten de oldum olası gurur duyarım. Bir de Ahmet Necdet Sezer’in adını anmak isterim. Kendisi Afyonludur; çok demokrat bir insandır. Kişisel olarak bana hiçbir yardımı olmamıştır ama talebim üzerine üniversiteye çok değerli bir konser piyanosu gönderilmesini sağlamıştır. Bu arada sözünü ettiğim hamamı kültür merkezi olarak kullanmaya başladım. Artık bazı konserleri hamamın kubbesinin altında yapıyoruz. Tren garını, sokakları kullanıyorum; yeri geliyor, bir mahalleyi boydan boya ışıklandırıyorum. Bunların hepsini bir konser disiplininde yapıyorum. Meselâ başladıktan sonra içeri giren olursa konseri durdurup, “lütfen dışarı çıkın, bu insanlar saygıyı hak ediyor” diyerek hepsini dışarı davet ediyorum. Sanatçılardan bizzat özür dileyip eseri kaldığı yerden devam ettiriyorum. Kapıyı da sıkıca kapattırıyorum. Çünkü dinleyicinin, sanatçıya saygı duymanın ne demek olduğunu öğrenmesi gerektiğini düşünüyorum. Bir buçuk yıl önce İstanbul, Sultanbeyli’ye sürüldüm. Sultanbeyli’de üç yıl öğretmenlik yaptım fakat oraya da Amerika’dan bir caz topluluğu getirdim. Söyleşilerin aynısını Sultanbeyli Lisesi’nde yapmaya başlayınca, Gediktaş Lisesi’ne
de Amerikan Konsolosu çıkagelince benim CIA’den mi, MİT’ten mi, emniyetten mi olduğum sorgulanmaya başlandı. Küçük yerlerde büyük paranoyalar döner. Her neyse, bir şekilde festivalleri bu noktaya kadar getirdim ama son dört yıldır sona erdirilmesine dair aşırı baskı görüyorum. Ben çok acımasızımdır, çok imbikten geçmişimdir; çok sert eleştiririm ve insanları çok üzerim. İnsanların fikirlerime katılıp katılmıyor olmasını hiç umursamam. Bana niye bu kadar sert tepki gösterdiklerini onlara soracaksınız. Afyon halkı bana tepki göstermiyor meselâ. Şunu söyleyeyim: Sanat, güçlü bir silahtır. İkinci Dünya Savaşı bittikten sonra bunu bir güç aracı kabul edip uygulamaya koyan ve bütün dünyada sanatı yönetenler Amerikalılardır. Amerikan Konsolosluğu başta olmak üzere Kocaeli Sanayi Odası, İstanbul Ticaret Odası, Akbank, KALDER gibi birçok kuruma on yıl boyunca sanat danışmanlığı yaptım. Sanat, paradan da büyük bir güçtür, öyle söyleyeyim. 2015 yılında felç geçirdim. Sonrası benim için çok ağır bir süreç oldu. Hâlâ mücadeleye devam ediyorum. Belki sonunda kaybedeceğim ama “galiptir, mağlup olan bu yolda” diyorum. Sonuca ulaşamasam da tohum saçmaya devam ediyorum. Son yıllarda eğitim kurumlarına sanatçıların girmesini engelliyorlar. Her şeye rağmen, çocuklara bir şeyler sunmak için çabalıyorum. Çabalamaya da sağlığım elverdiği sürece devam edeceğim.
LUMBARDHI VAKFI Ares Shporta
Uğraştığımız işlerde belli başlı modeller takip ettiğimizi söyleyemeyeceğim. Daha çok gelişen durumlara karşı anlık reaksiyonlar gösteren bir yapımız var. Bundan dolayı, sunumum boyunca ağırlıklı olarak Prizren kontekstine ve Lumbardhi Sineması üzerine yürüttüğümüz çalışmalara değineceğim. Son olarak, yavaş yavaş başardığımız işlerden bahsedeceğim. Yugoslavya federasyonunda altı devlet vardı, Kosova ise devlet değildi. 1980’de Tito’nun ölümüyle Yugoslavya bir dizi ekonomik krizle sarsılmaya başladı. Bu krizler milliyetçi hareketleri, sosyal eşitsizliği tetikledi; bir yanda Slovenya’da karışıklık, diğer yanda Kosova’da huzursuzluk bizi bölünmenin eşiğine getirdi bıraktı. 1989 yılında Milošević’in iktidarı devralışıyla Kosova özerkliğini kaybetti; Sırbistan içinde yer alacak ve Sırplar tarafından yönetilecek bir bölge olarak yeniden tarif edildi. 1990’ların başına geldiğimizde Arnavut kamu memurları işlerini kaybetmeye, Arnavut öğrenciler okuldan atılmaya başladı. 90’lı yıllar boyunca, paralel bir sistemin ortaya çıkışına tanık olduk. Çocuklar ve üniversite öğrencileri eğitimlerini camilerde, bodrumlarda almaya başladı. Yurt dışında yaşayan Kosovalıların sağladığı muazzam maddi desteğin de katkısıyla farklı Müslüman ülkelerden hocalar gönüllü olarak Kosova’ya gelmeye başladı. Kosovalı Arnavutların o zamanki yegâne lideri, Kosova Demokratik Birliği Partisi’nden Dr. İbrahim Rugova idi. Kültür eleştirmeniydi, teorisyendi ve Mandela tarzı pasif direniş retoriğiyle halka sabırlı olmayı, çatışmaktan kaçınmayı öğütlüyordu. Hırvatistan ve Bosna Savaşı’nı takiben kan Kosova’ya sıçradı. Toplumsal kutuplaşma zamanla fiziksel linç noktasına varınca Kosova Kurtuluş Ordusu örgütlendi ve milisler köylerde Sırplarla çatışmaya başladı. Kırsal çatışmalar 1997’de şehirlere doğru yaklaştığı için 1998’de patlak veren iç savaşa kimse şaşırmadı. Her gün yirmişer otuzar kişi öldürülüyordu. Alarm hâline geçmiştik. Şehirlerde meydanlara çıkıp barış yürüyüşleri yapıyorduk ve meydanları aldığımızı sandık. Oysa
meydanlar Arnavutların değildi, tamamen Sırplarındı ve bize orada yer yoktu. Okula başımızı öne eğip köşe bucak saklanarak gidebiliyorduk. Çocuktum o dönemde, biz meydanları kazandığımızı zannederken köylerimizin yakıldığı haberleri gelmeye başladı. Ardından çatışmalar İpek, Yakova ve Mitroviça gibi şehirlere sıçradı. Prizren ucuz kurtuldu açıkçası; çünkü yapısal olarak çok etnili, çok dilli bir kültürel yapıya sahip. Hatırı sayılır Türk, Roman, Boşnak komünitelerinin yanı sıra %20’lik bir Sırp nüfus var. Bu yüzden Prizren’de herkes üç dil konuşur: Arnavutça, Sırpça, Türkçe. Her ne kadar Arnavut olsam da Prizrenli olduğum için bize 1910’lardan miras kalmış bir Türkçe diyalektini kullanıyoruz. 1990’lardan itibaren Türkiye’deki özel televizyon kanallarının ülkede izlenebilir hâle gelmesi ve burs programlarının yaygınlaşması sayesinde Türkiye ile kültürel ilişkimiz dinamizm kazandıkça bu diyalekt hızla aşınmaya başladı. Bugüne gelecek olursak, etnik problemlerden çok komünitelerin tutumsal dirençleri öne çıkıyor. Onu ben aşamayacağım, aşmayı da istemiyorum. O komünitelere yakın olan arkadaşlarımızla neler yapabileceğimize bakmak bana daha değerli geliyor. Onları kazanmak bizim için daha önemli. Etnisiteyi odağa koyarak çalışmak istemiyoruz çünkü çok sıkıldık bu konudan. Yugoslavya döneminde veya savaştan önce “ben böyleyim, sen şöylesin; sen şusun, ben buyum” gibi ayrımlar yoktu. Kültürel kimliği ve donanımı bir Prizrenli için en önemli şeydi. Çünkü Prizren’in kendine has davranış ve sosyalleşme biçimleri var. Buna uyup kendini Prizrenli hissedenlerle beraber, ne yaparsa yapsın Prizrenli sayılamayanlar vardı. Örneğin köylüler hep aşağılandılar; onlara karşı faşizan bir yaklaşım söz konusuydu ama ne oldu? Savaştan sonra rövanş oldu ve köylüler başa geçti. UÇK (Kosova Özgürlük Ordusu), çoğunlukla elinde silah tutmayı bilmeyen Arnavutlardan oluşuyordu; içinde on beş yaşında çocuklar da vardı, elinde çakısıyla ortaya çıkan da. Çünkü artık yapacak herhangi bir şey kalmamıştı. Mart 1999’da hava bombardımanı başladı. O dönem Prizren’deydim, evlerde gizleniyorduk. İç savaş süresince iki milyonluk toplam nüfusun yarısı ülkeyi terk etti. Üç ay sonra bombardıman bittiğinde özgürdük, mutluyduk. Bu sarhoşluk kesintisiz olarak birkaç yıl sürdü. Herkes balayında gibiydi, ülkemize dünyanın her yerinden para akıyordu. Kosova’yı Birleşmiş Milletler’in barış misyonu yönetiyordu. Her BM bakanına bir eş bakan, her di-
169 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İKPG’nin daveti üzerine, Kosova’nın Prizren şehrinden geliyorum. Uzunca bir süre İstanbul’da yaşadım; Bilgi Üniversitesi’nde Kültür Yönetimi yüksek lisans programında öğrenciydim. Kasım 2015’te Serhan Ada ve Elfin Bengisu Yüksektepe ile Prizren’de yerel kültür stratejileri üzerine bir atölye yürüttük. İKPG ile tanışıklığım burada başladı ve sizlerle İzmir’de buluşabildiğim için çok memnunum.
MODELLER VE STRATEJİLER
! kinolumbardhi
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
170 MODELLER VE STRATEJİLER
Tüm bunları size geldiğim ülkeyi, koşulları ve kişisel arka planımı daha yakından tanıyabilmeniz için anlattım. 2010 yılında sergi asistanlığı, yardımcı küratörlük yapmaya başladım. Kosova’nın en önemli kültürel etkinliği sayılan Uluslararası Dokufest Kısa Film ve Belgesel Festivali’nde çalışıyordum. Aynı zamanda, Bilgi Üniversitesi’nde Kültür Yönetimi Bölümü’nde öğrenciliğimi yürütüyor, kültür politikaları ve yerel politikalar üzerine çalışıyordum. Kosova’da oluşmuş ve işleyen bir kültür sektörünün varlığından bahsedemeyiz. Girişimlerin bir kısmı, merkezi ve yerel yönetimlerden alacağı sadaka misâli ödeneklerin peşine düşmüşken özel sektörün kültürel üretime sağladığı herhangi bir destek, teşvik olmadığı için sadece fikrin iyi pazarlanması sayesinde kazanılacak ufak paralardan bahsedebiliyoruz. Bunlar haricinde AB’nin demokrasi fonları var. Cazı bile demokrasiyle anlatmaya çalışan bir sektörden bahsediyoruz. Her şeye rağmen iyi ve başarılı örnekleri unutmamak lâzım. Mesela on yedi, on sekiz yaşında bir grup gencin ön ayak olduğu Animasyon Film Festivali neredeyse sekiz senedir varlığını sürdürüyor. Üstelik bu festivali Priştine’nin çok muhafazakâr bir kasabasında yürütüyorlar. Priştine’de önemli bir çağdaş sanat kurumu var, bu kurum aynı zamanda birçok müzik festivali organize ediyor. Priştine özellikle müzik festivalleriyle tutunan, müzik sayesinde ayakta kalan bir şehir. Yapısal anlamda çok çirkin bir yer olmasına rağmen başkent olduğu için Kosova’dan dışarı çıkamayan gençlik, tamamıyla Priştine’ye birikmiş vaziyette. Üniversiteler de burada; kültüre ayrılan ödenekler göreceli olarak daha fazla. Bütün kurumlar burada birikmiş vaziyette. O yüzden Kosova dediğinizde çok fakir altı şehrin yanında bir tek Priştine’yi sayabiliyorsunuz. Prizren’de bu gidişatı, imajı biraz değiştirmeye çalışıyoruz. Aslında bu yüzden İzmir’le aramızda bir bağ ve benzerlik kuruyorum. Çünkü Prizren - Priştine ilişkisi, tıpkı sizin sıkça değindiğiniz, konu ettiğiniz İzmir - İstanbul arasındaki ilişkiye benziyor. Çocuklar bizde yetişiyor, sonra gidip başkentte oku-
Bizim de hikâyesi 1948 yılına dayanan bir “Emek Sineması” meselemiz var. Lumbardhi Sineması, 1999 yılına kadar şehrin en sevilen kamu binasıydı. İçeride 700, dışarıda 500 koltuk kapasiteli; yazlık ve kışlık olarak kullanılabilen, şehrin tam ortasına kurulu bir yapıdan bahsediyoruz. Kosova’daki kültürel hayatın, modern Prizren tarihinin ve toplumsal belleğimizin anıt yapılarından biri. Lumbardhi Sineması’nın sahibi işçilerdi. Sinema, kamu firması kolektifin malıydı. 1999’da özelleştirme ajansının eline geçince Kosova’daki yüzlerce fabrika, bina, eski kamu alanının akıbetine uğradı ama nedense uzun bir zaman boyunca kapalı durdu, kullanılmadı. Şehrin Yugoslavya’dan miras kalan çok zengin bir film izleme kültürü var ama işler durumda bir sinema salonu bile yok. Lumbardhi, 2002’de bir film festivaline ev sahipliği yapmaya başladı. Festivalin ilk yılında, Makedon ve Arnavut sinemasından örnekler de sunan on beş filmlik bir program gösterildi. Festival başlamıştı başlamasına ama ileride nereye gideceğine, nasıl yürütüleceğine dair kimsenin bir fikri yoktu. 2016’da on beşinci yılını kutladığımız “Dokufest”, zamanla Balkanlar’ın ve hâtta Avrupa’nın en önemli belgesel festivallerinden biri hâline geldi. En azından şehrin yazın kalkınmasına yol açıyor ama en önemlisi, farklı aktivistlerin ortaya çıkması adına kuluçka görevi görüyor. Dokuz gün süren festivalde gösterimler için yedi alan kullanılıyor. Filmler, her gün on iki saat boyunca kesintisiz olarak seyircisiyle buluşuyor. Salon yok demiştim; bu yedi gösterim alanının en az yarısı geçici mekânlardan oluşuyor. Meselâ nehrin üzerine portatif bir sistem kuruluyor veya şehrin kalesi işlevlendiriliyor. 2007’de Lumbardhi Sineması’nı yıkmaya kalkıştılar. Şehri iki dönem, yani sekiz sene boyunca yönetti; tarihsel açıdan zengin bir mirasa sahip Prizren’i kaldırımlarına kadar satarak tamamen mahvetti. Son kertede sinemayı yıkmaya kalkınca büyük bir inisiyatif örgütledik ve yıkıma karşı sekiz bin imza toplayarak kolektif konserler düzenledik, bir çok organizasyon yaptık. Yıkım durduruldu, başkan üç ay sonra koltuğundan oldu. Onun yerine beteri geldi; 2012’nin sonuna kadar da durum böyle devam etti. Ardından başkanın arkadaşı sinemanın bir kısmını bar olarak işletmeye başladı. Arkadan tamamen yeni, bu mekânla hiçbir duygusal bağı olmayan bir kuşak gelmişti. Bu bar, gençler için herkesten gizli saklı kalabilecekleri bir kaçış noktası görevi görmeye başladı. Önemli bir lüks çünkü Prizren ufak bir yer; şehrin bütün sokakları adeta evinizin koridoru gibidir. Sizi sürekli biri gözetliyordur, ne yaptığınızı biliyordur… Tahmin edersiniz işte, tüm ufak kasabalarda, şehirlerde olduğu gibi... Lumbardhi, şehrin tam ortasında bir vaha gibiydi: Kapıyı açtığınız zaman mekâna yayılmış renkli
MODELLER VE STRATEJİLER
Aslına bakarsanız, Kosova’nın baştan beri devlet olmak gibi bir hedefi veya hayâli yoktu. Her ne kadar bu fikir 1974’teki özerklikten sonra cılız bir destekçi kitlesi bulmuş olsa da toplumun ana ideali Arnavutluk’la birleşmekti. Çünkü biz kendimizi tarih boyunca Arnavut halkının doğal bir parçası olarak tarif ettik. “Kosova halkı” diye bir kavram hiç telaffuz edilmemişti. Fakat gidişat işi zamanla bağımsızlık talebine ve “devlet istiyoruz” retoriğine götürdü. Devletleşmeye hiç de hazır olmayan bir toplum, ansızın devlet sahibi oldu. Kosova, 2008’de bağımsızlığını ilan ettikten sonraki yıl içerisinde seksen ülke tarafından tanındı. İki yıl sonra bu sayı yüze çıkmış olsa da orada kaldı ve bugün bir bakıyorsunuz, Avrupa Birliği’nden beş ülke Kosova’yı tanımıyor. Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan gibi büyük ve önemli ülkeler de tanımıyor bizi. Dolayısıyla Kosovalılar birçok ülkeye vizeyle dahi gidemiyor. Birçok konfederasyonda, uluslararası organizasyonda temsiliyetimiz yok. Birleşmiş Milletler ve FIFA buna dâhil. Bunun da çok sert bir deneyim olduğunu teslim etmek lâzım.
yor ve kalıyor. Ancak çok küçük bir kısmı yurt dışına yerleşiyor. Bu yüzden kolları sıvadık, çünkü iş biraz da bizlere düşüyor. Prizren’in nüfusu 200.000 civarında; bu nüfusun %85’ini Arnavutlar, %10’unu Türkler, kalan %5’iniyse Boşnaklar ve Romanlar oluşturuyor. Prizren’de yazlar çok keyifli geçer ve nüfus bir anda kalabalıklaşır. Yaz demek, bizim için müzik festivalleri zamanı demektir. Buna karşın Eylül’de okullar açılınca herkes şehrine, kasabasına, ülkesine döner ve şehir, sonbahardan Nisan başına kadar neredeyse hareketsiz kalır. Gerçekten çok depresif olabilen bir atmosferden bahsediyoruz.
171 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
rektöre eş direktör atayarak merkezi kurumların oluşmasına çabalıyorlardı. 1999 - 2008 arası bu işlerle geçti; çok uzun ve sancılı bir süreçti.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
172
renkli beş yüz sandalye, yaşlı ağaçlar, tarihi bir bina… Kapıyı kim açarsa Prizren’i arkasında bırakıyor, sanki bir fanus. Günü gelince sinemanın ve dolayısıyla barın kapısına kilidi vurdular. Özelleştirme ajansı sinemayı satışa çıkaracağını açıkladı. Temmuz 2014’te oluyor bunlar; festivalin başlamasına da üç hafta kalmış. Şok olduk, sinemanın kurtulacağına dair inancımızı yitirmeye başladık. 1400 metrekarelik, ekonomik değeri en yüksek alanlardan biri. “DokuFest”, Kosova’daki en büyük, en elit organizasyon. Devlet başkanından kültür bakanına, özel sektörden büyükelçilere kadar kim varsa orada boy gösteriyor. Her yıl açılışta sponsorlarımıza teşekkür ederdik, programı anlatırdık; beş on dakika sonra da film başlar ve festival açılırdı. Fakat 2014’te öyle olmadı: Festivalin açılışını bir protesto gösterisine çevirmeye karar verdik. Protestoda oluşan ambiyansı görünce gözlerimiz doldu, buna tanık olmanın bize ne anlam ifade ettiğini size anlatmam güç. Üstüne üstlük, ilk gösterilen film dünyada meydana gelen “occupy” hareketleri hakkındaydı. Film süresince kalabalığa o protesto ortamını tekrar tekrar yaşattık. Festival akıp giderken, bir hafta sonra Kosova’nın önde gelen organizatörlerinden biri aradı. Dedi ki, “Arnavutluk Başbakanı ve Kosova Başbakanı şehre geliyor. Arnavutluk Başbakanı festivalin kapanış töreninde ödül vermek istiyor.” Dönemin Arnavutluk Başbakanı Edi Rama, önceden Tiran’ın belediye başkanıydı. Ressamdı; 90’ların en etkili ve renkli figürlerinden biriydi. Kosova Kültür Bakanı çıktı, başbakanı sahneye davet etti ve Edi Rama ödülü takdim etti. Sonra bizim Prizren Belediye Başkanı’na döndü ve dedi ki: “Belediye başkanları gelir gider ama DokuFest bir defa gitti mi bir daha gelmez. Bu sinema, sinema olarak kalmalıdır; otopark filan olmamalıdır.” Dumura uğradık; bu açıklama şu açıdan ayrıca önemliydi: Edi Rama o dönem çok formundaydı; sadece Kosovalılar değil, Balkanlar’da yaşayan bütün Arnavutlar onu güçlü bir lider figürü olarak görüyordu. Bizim politikacılarımızın aksine, özellikle Batı’ya ve yabancılara karşı daha güçlü bir ulusal duruş ortaya
koyuyordu. Sonraki gün bütün hissedarlar bir şeyler demeye başladı. Kosova Başbakanı da çıkıp şu açıklamayı yaptı: “Biz bu sinemayı çok seviyoruz, onu korumak için her şeyi yapacağız”. Belediye Başkanı onu takip etti: “Sinemayı kamulaştırmak için bir şeyler yapacağız.” Sinematografi Merkezi de aynı telden çalmaya başladı: “Biz de sahip çıkacağız; bu sinemaya hiçbir şey yapılamaz.” Ardından AKP (Kosova Özelleştirme Ajansı’nın kısaltması) de “satmayacağız” açıklamasını yapınca çok tuhaf günler yaşamaya başladık. İş ciddiye binmişti ve “bu rüzgârı arkamıza almamız lazım” diye düşündük. Tanıdığımız birkaç kişiye danışıp öncelikle neler yapabileceğimize baktık ve sinemayı kültür mirası listesine yazdırmak için çalışma yapmaya karar verdik. Sekiz kriter vardı, Lumbardhi ancak dördünü karşılayabiliyordu fakat bu dördü bizim için amaca ulaşma yolunda gayet işlevseldi: Bina, II. Dünya Savaşı sonrasında yapılmıştı; Yugoslavya döneminde inşa edilmiş çoğu bina kentsel dönüşüm hamlesi sırasında yıkılmıştı. Biz de Lumbardhi’nin o dönemi temsil eden, ayakta kalabilmiş ender kamu binalarından biri olduğunu savunarak işe başladık. Savunmamıza avantaj sağlayan bir diğer kriter, hem yazlık hem kışlık sinema olarak tesis edilmiş olmasıydı. Bu çok seyrek rastlanan bir durumdu. Üçüncü olarak, sosyal önemi üzerinde durduk. Prizren’in kültürel kimliği açısından sinema, neredeyse inşa edici bir görev üstlenmişti. “Haydi bir de teknolojik açıdan öncülük ettiğini vurgulayalım” dedik ve şehirde ilk defa 35 mm’lik film oynatan sinema olduğunu ekledik. Bence bu çok saçma bir argümandı ama “elde ne varsa kullanalım” diyerek onu da yazdık. Başvuruyla beraber bir talepname sunduk: “Özelleştirme operasyonu hemen durdurulsun, sinema kültür mirası listesine girsin, acil müdahale planı belirlensin ve başvurumuz acil olarak değerlendirilsin. Ayrıca bizzat dâhil olacağımız bir yönetim modeli oluşturulsun, renovasyon süreci bu yönetim biriminin katılımıyla yürütülsün.” Sinemanın önemini anlatan bir buçuk sayfalık bir yazı kaleme aldık. Önerilerimizi birçok STK’nın yer aldığı mail
Oturma düzenini nasıl esnekleştirebileceğimize baktık ve SALT’tan ciddi bir destek almaya başladık. Özellikle onların arşivleme, araştırma, kamuya açık programları üzerinden ufak
Kamuya açık seanslar düzenliyoruz. İnsanlar film izlemeye geliyor, biz onlara planlarımızı anlatıyoruz. Bazen de takip ettiğimiz modelleri paylaşıyoruz. Kamulaştırma süreci başlamış olsa da devlet burayı alabilir ama ne yapacağını bilemeyeceği için bina olduğu gibi kalır. O yüzden sürekli argümanlarımızı destekleyecek işler çıkarmak, orayı açık tutmak zorundayız. Müzik festivali olsun, performans sanatları festivali olsun; şehrin diğer festivallerine ev sahipliği yapıyoruz. DokuFest de devam ediyor. Kamuya açık programlar düzenliyoruz, uluslararası aktörlerle teması koruyoruz; teorisyenlerle, film eleştirmenleriyle, kültür kurumu yöneticileriyle, araştırmacılarla, sanatçılarla çalışma grupları kurduk. Kültür politikası, kültür stratejisi geliştirme kısmı çok hayati. Bu kavramlar Kosova’da yeni yeni dillendiriliyor. Birkaç kişi istihdam ederek kadro yaratmak da sürdürülebilirliği sağlamak açısından önemli çünkü Kosova’da her şey demokrasi fonları üzerinden işliyor, öyle bir etaptayız. Kültürel aktivitelerin yapımına sağlanan kaynaklar yok denecek kadar az. Biz de bu engeli hazırladığımız Prizren 2017 - 2020 Kültür Stratejisi Tasarısı ile aşmaya çalışıyoruz. Şehirde yirmi üç adet kültür örgütü var, bunların çoğunluğu aktif değil. Daha ciddi bütçelerle işleyen ve sürekli programlar üreten örgüt sayısı dördü geçmez. Belediyeyle kurduğumuz ilişki çok taze ve pek parlak ilerlemiyor. Şehrin dokusuna, kültürel mirasına, toplumsal çeşitliliğine yeterince saygı göstermeyen bir kadro var başımızda. Kötü niyetten çok ilgisizlik, yönetim ve iş becerme tecrübesi eksikliği ve rant tutkusu öne çıkıyor. Çok problematik durumlar yaşanıyor. İki asırlık evler yıkılıp otopark inşa ediliyor. Bu zihniyeti siz de yakından tanıyorsunuz. Oysa sadece DokuFest, şehre her yıl dört milyon avro kazandırıyor ki bu meblağ toplam bütçenin yedide birine denk geliyor. Prizren, festival sayesinde The Guardian’a haber olabiliyor. Birçok önemli kültür aktörü şehre uğruyor, bu şehir yavaş yavaş Avrupa’nın kültürel haritasına giriyor. İşte böyle bir potansiyele karşı böylesine inaktif bir durum var. Aslında bu negatif durumun meydana çıkmasında ve devam
MODELLER VE STRATEJİLER
Lumbardhi Vakfı’nı 2015’te kurduk. Vakfın beş kişilik kurucu kadrosu, biri DokuFest’ten olmak üzere Kosova genelinde örgütlenmiş yerel kültür inisiyatiflerinden temsilcileri içeriyordu. Bir de ben vardım; kısa süre sonra vakfın genel müdürlüğüne atandım. O noktadan sonra asli görevim, sinemanın kamulaştırılmasına dair süreci hızlandırmak adına gerekli makamlara baskı yapmak ve yasal süreci sonlandırmak oldu. Bununla beraber, ufak etkinlikler tasarlayıp fonksiyonel açıdan yepyeni bir kurum kimliği yaratmaya koyulduk. Mayıs 2015 gibi tadilat süreci sona erdi ve programa başladık. Başlarda düzensiz bir programımız vardı; belli bir plan gütmekten ziyade film gösterimleri organize ederek, konserler düzenleyerek, tanıdığımız sanatçı arkadaşlarımızı konuşmalar yapmak için davet ederek ilerledik. Bir yandan binadaki sıkıntılarla tanışmaya başladık: Kondisyon anlamında çok kötü durumdaydı, fark ettik ki kapalı salon, binanın yıkılacağı varsayımıyla uzun süre kullanılmamıştı. Salon için ne yapabiliriz diye düşünmeye başladık. Bir inisiyatifin parçası olan ve kültürel miras konusuyla uğraşan Prince Claus Fonu’ndan çatı için acil müdahale fonu aldık. İlk fon tecrübemiz budur. Program için özel sektörden bir sponsor bulduk, bu ufak destekle Eylül’e kadarki programı yürüttük. İçeride çok fazla alan olmadığı için etkinliklerin çoğunluğunu dışarıda yapıyorduk. Ayrıca İstanbul’a gidip Vasıf Kortun ile durumu görüştük ve kendisine festivalde jüri üyeliği teklif ettik. Amacımız ondan kafamızı açacak fikirler toplamaktı çünkü aradan geçen zaman içinde sinemayı çok amaçlı bir sanat mekânı olarak kullanma fikri baskın gelmişti. Lumbardhi, yine eskisi gibi şehir tarafından benimsenecek, sıkça kullanılacak bir uğrak noktası olabilirdi. 1960’lardaki sinema deneyimini tekrar canlandırmaya çalışmak bize biraz ütopik geliyordu. Diğer yandan şehirde bir sinema salonuna ihtiyaç olduğu kesindi, ayrıca diğer sanatsal aktiviteler için uygun bir mekân yoktu.
tefek işler yapmaya başladık. Bir yandan, Priştineli üç genç kızdan oluşan bir mimarlık kolektifi bina üzerine komşularla, hissedarlarla görüşerek neler yapılabileceğine dair fikir topladı. Tahminimize göre sinemanın restorasyonu için bir milyon avroya ihtiyacımız var. Kosova için bu çok ciddi bir rakam.
173 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
gruplarında paylaştık. Sonunda elli sekiz sivil toplum kuruluşu “Lumbardhi Sineması’nı Koruma İnisiyatifi” adını verdiğimiz bu yapıya katılma kararı aldı. Bir basın toplantısı düzenleyerek taleplerimizi sıraladık. Kosova tarihinde ilk defa bir sivil oluşum, bir binayı kültürel miras listesine aday gösteriyordu. Genelde bizde bu işleri devlet yürütür. Ardından, görüşme turları başladı: Önce sinemanın hissedarlarıyla bir araya geldik. Kültür Mirası Konseyi’nin davetiyle Priştine’de toplandık. Orada da dertlerimizi anlattık ve fark ettik ki bir sinema nasıl işletilir, böyle bir duruma nasıl yaklaşılır adına herhangi bir hazırlık veya plan söz konusu değilmiş. Tek plan sinemayı satmak ve yerine otopark, AVM tarzı bir şeyler yapmakmış. Neyse ki bunu da ortadan kaldıran bazı argümanlarımız vardı. Kültür mirası listesine yaptığımız başvuru iki ay sonra kabul edildi ve listeye girmeye hak kazandık. Hakkı kazandığımız tarihten iki hafta sonra da AKP, yani Kosova Özelleştirme Ajansı, sinemayı yıllık ajandalarından çıkardığını ilân etti. İlk adım olarak özelleştirme ajansından binayı istedik ve yıl sonuna kadar kullanıma alıp alamayacağımızı müzakere ettik. Yapmayı planladığımız aktiviteleri sıraladık. Önerilerimize gayet sıcak yaklaştılar.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
174
etmesinde en önemli etken insan kaynağı eksikliği çünkü Prizren gençliği Prizren’de yaşamıyor. Bu işlerle uğraşmak üzere benimle aynı dönemde Prizren’e dönen sadece iki kişi tanıyorum. O yüzden, “birkaç kişiyi daha Prizren’e döndürebilmek için ne yapabiliriz” sorusuna cevap arıyoruz. “Prizren için haftada beş saatini verir misin, üç saatini verir misin” gibi kampanyalar yürütüyoruz. Finlandiya’dan bir çocuk var, çok da iyi bir teorisyen. Yılda bir iki kez şehre geliyor, gelirken arkadaşlarını da getiriyor. Beraberce birkaç etkinlik organize ediyorlar. Priştine’de yaşayıp çalışma gruplarımıza gönüllü katılım sağlayanlar da var. Bir şekilde, bir yerden dokunmaya başladık insanlara. Sanırım doğru yerlere dokunuyoruz ki olumlu tepkiler almaya başladık. Yılda üç yüz gün etkinlik düzenleme kapasitemiz var. Belki bunun yarısını biz geliştireceğiz; diğer yarısını başka yapılar ve girişimler geliştirecek. Hangi modeli uygulayacağımız şimdilik belli değil. Mekânı nasıl canlı tutacağımıza bakıyoruz. Ortak çalışma alanları yaratmaya dair çeşitli modelleri inceledik. Aynı anda otuz, kırk kişi nasıl çalışır; kütüphaneye nasıl işlev kazandırılabilir, internet hizmeti ve kafe servisi nasıl verilir diye kafa patlatıyoruz. Çünkü büyük bir yapıyı kurup onu dolduramamak, anlattığım koşullardan dolayı bizim için büyük bir risk. Kamuya açık programlar tasarlayıp, farklı kurumlardan on beş kadar kültür yöneticisini misafir etmeyi planlıyoruz. Bu isimlerden bir kısmına SALT aracılığıyla ulaştık. Beyrut’ta, Kahire’de, Middlesborough’da, Eindhoven’da toplumla birlikte hareket eden, program kalitesi yüksek, kritik kültür kurumları bunlar. Onları düşünme sürecine dâhil etmeyi, yıllık programlarımızı bundan böyle onlarla beraber yapmayı hedefliyoruz. Prizren’de birkaç köklü fabrikatör var; onlara bu vizyonu, aktivitelerin şehre getireceği etkiyi anlatmaya çalışacağım. Lumbardhi Vakfı birinci yılını geride bırakırken manifestoya benzer bir şeyler kaleme almaya karar verdik. Misyon ve viz-
yon kısmı yeni yeni oluştu, somutlaştı. Geçmişi karıştıracağız, bizim tarihle aramız iyi değildir. Unutan, belgelemeyen, arşivlemeyen bir toplum ve ülkeyiz. Buna dair de bir şeyler yapmayı düşünüyoruz; metotlar arıyoruz, modellere bakıyoruz. Özellikle bu konuda SALT’tan çok ciddi destek alıyoruz. Tek şartımız var, o da esneklik. Çok esnek şartlarda çalışmak durumundayız. Kimin ne kadar vakti varsa o kadar katkı sağlayabiliyor. Çok büyük hikâyelerin peşinde koşmak yerine bazı denemeler yapıp bu şehrin neyi sevip sevmediğini, insanların neye ilgi gösterdiğini bulmamız gerekiyor. Gerçi tuhaf şeyler de oluyor, soyut sinema üzerine düzenlediğimiz seminere elli kişi katıldı. İlerleyen günlerde İzmir Akdeniz Akademisi’nden ve İKPG’den birer kişiyi Prizren’e konuk etmek isterim. Priştine Belediyesi ve İzmir Büyükşehir Belediyesi arasındaki iş birliğini güçlendirmek istiyorum. Buna dair olarak Priştine Belediye Başkanı’yla görüştüm. Belki oradan bir kanal açılır ve iki şehir arasında ufak tefek değişim programları oluşur. Böylece hem Lumbardhi’ye hem festivallerimize İzmir’den sanatçıları konuk edebiliriz.
RACINES El Mehdi Azdem
BAŞARILI BİR YERİNDE DÖNÜŞÜM ÖRNEĞİ: KÜLTÜR FABRİKASI Kültür Fabrikası, beş buçuk hektarlık bir alana oturuyor. 1922’de Fransız bir mimar tarafından inşa edilen bu bina, seksen yıl boyunca Casablanca’ya mezbaha olarak hizmet etmiş; 2000 yılında çöküntü alanı olarak ilân edildikten sonra devre dışı bırakılmış. Emlâk şirketlerinin uzun süredir peşinden koştuğu bir tesisken, 2003 yılında tarihi eser olarak koruma altına alındı. Art deco tarzında inşa edilmiş, “moresk” (Mağribi) tabir edilen üslup özelliklerine sahip bu mezbaha, 1920’den bu yana işçilerin yaşadığı bir gecekondu mahallesinde yer alıyor. 2008 yılında, farklı branşlar üzerine çalışan on dört derneğin birleşiminden oluşan iki sanatçı kolektifiyle işe koyulduk. Bu dernekler moda, sokak sanatları, tiyatro, güncel müzik, güncel dans, kültürel miras, video art, plastik sanatlar ve caz gibi alanlarda faaliyet gösteriyordu. İlk adımda, tarihi eser olarak tescillenmiş binayı nasıl koruyabileceğimizi tartışmaya açtık. Ardından, sokak sanatları ve güncel sanatlara dair nasıl bir alan yaratmak istediğimizi tarif ettik. Bu toplantılar gösterdi ki sanatçılar, öncelikli olarak atölye alanına ihtiyaç duyuyordu. Bu alanlar, hem üretim hem sergileme hem de eğitim amaçlı olarak kullanılabiliyor olmalıydı. Bina, Casablanca Belediyesi’ne aitti; en zorlu etabı tarihi eser olarak kaydedilip koruma altına alınmış bu yapının üzerine oturduğu alanla beraber bize tahsis edilmesi için çıktığımız ikna turları sırasında yaşadık. Belediye’deki yetkililere Hollanda’dan, İspanya’dan, Brezilya’dan kültür fabrikası modellerini örnek gösterdik, baskı uyguladık. Hazırladığımız projeye göre yönetimi, az önce bahsi geçen on dört dernekten oluşan bir kolektif üstlenecekti. En sonunda belediyeyi ikna etmeyi başardık; kolektifle bir kullanım sözleşmesi imzalayıp gerekli bütçeyi tahsis etmelerini sağladık. Bütçe takvimi, Nisan ayından Aralık ayına kadarki dönemi kapsıyordu. 2008’in sonunda, tam da yerel seçimlerden önce hayır diyemeyecekleri bir proje getirmiştik çünkü bu projeyi propaganda amaçlı olarak kullanabileceklerdi. (2009’dan sonra bütçenin neden kesildiğini kolayca anlayabilirsiniz.)
Nisan 2009’da, mezbahanın kültür merkezi olarak hizmete açılışını iki günlük bir etkinlikle kutladık. Bu etkinlik, iki yüz civarında sanatçıya ve kırk bin ziyaretçiye ev sahipliği yaptı. Beş ayrı alanda, on sekiz branşta çeşitli performanslar ve projeler sergiledik. Giriş ücretsizdi; amaç, açılışa gelen kitlelerle mahâlleliyi birbirine karıştırmak, halk kitlelerinin güncel sanata temas etmesini sağlamaktı. Çocuklar için sirk gösterileri, gençlere yönelik grafiti performansları, güncel sanat takipçilerine yönelik konferanslar ve atölyeler düzenleyerek etkinliğin içeriğini elimizden geldiği kadar zenginleştirmeye çalıştık. Açılışla beraber, hem mekân hem de alan, kültürel odak olarak işaretlenmiş oldu. Bu gibi modellerde coğrafi konumu çok önemli buluyorum. Köklü bir varoş mahâllesinden bahsediyoruz; aynı zamanda mitik bir imajı var çünkü burada doğup büyüyen birçok sanatçı, zamanında farklı şehirlere ve ülkelere göç etmiş. Ülkenin politik tarihi açısından da önemli bir muhit çünkü 70’li yıllarda rejim muhaliflerine çok ağır işkencelerin uygulandığı gizli bir hapishaneyi barındırıyordu. Ayrıca bu bölge, genel izlenime bakarsak, belediye tarafından dışlanmış bir mahâlle olarak tarif ediliyor, kültürle sanatla ilgili kayda değer bir altyapı barındırmıyordu. Diğer yandan Kültür Fabrikası, fotoğrafçılar ve video sanatçıları için en gözde alanlardan biriydi çünkü gayet büyüktü ve içi film, fotoğraf çekmeye çok müsaitti. Zamanla medya mensupları ve güncel sanatçılar da bölgeyle, binayla ilgilenmeye başladı çünkü etkinlikler ücretsizdi; sanatçı olarak halka kolayca temas edebiliyordunuz ve yapı, interdisipliner projelere ve işlere ev sahipliği yapmak adına çok uygun bir ortam sunuyordu. İşin toplumsal temas kısmına gelecek olursak kurduğumuz sistem, mahâlle sakinlerinin başka muhitlerden gelen eşiyle dostuyla sinemaya, tiyatroya gitmesine, beraberce sergi gezip sanatçılarla tanışmasına olanak yaratıyordu. Genci, yaşlısı, kadını, erkeği, çocuğuyla bütün sosyal sınıfları aynı alanda eşitleyen bir sistemden bahsediyoruz. Zamanla Kültür Fabrikamızı ulusal ve uluslararası sanatçılar için bir buluşma - değişim alanı hâline getirebildik. Bunu da sanatçılara rezidans imkânı sağlayarak başardık çünkü rezidans programlarının yaratıcılığı artıran bir katalizör işlevi üstlendiğine inanıyorduk. İlk beş senemizde neler yaşadığımızı ve başardığımızı biraz daha açmak istiyorum: 2009’da tahsis edilen bütçe harcandıktan sonra kolektif, bu alanı işletmeye devam etti. Ücretsiz
175 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Sizlerle tanışmaktan dolayı büyük mutluluk duyuyorum. Bu deneyimleri sizlerle paylaşmamı sağlayan İzmir Akdeniz Akademisi’ne ve İKPG’ye teşekkür ederim. İlk bölümünde Kültür Fabrikası deneyimimizden bahsedeceğim. İkinci bölümdeyse kültür ve gelişimle ilgilenen derneğimiz Racines’in işleyiş modeline ve yürütmeye devam ettiği projelere değineceğim.
MODELLER VE STRATEJİLER
www.racines.ma
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
176 MODELLER VE STRATEJİLER
Şimdilerde, bu gelişme üzerinden alanı ve mekânı baştan taOn dört derneğin oluşturduğu bir kolektifin beş buçuk hektarlık bir alanı nasıl çekip çevirdiğini merak ediyor olabilirsiniz: Ko- sarlıyoruz. Farklı disiplinler için departmanlar, sinema ve tiyatro salonları, prova odaları, açık sahneler, yeşil alanlar ve lektifimizi Casa Memoir Mimarlık Topluluğu temsil ediyordu ve belediyeyle bu oluşum muhataptı. İmzalanan tahsis sözleşme- kay kay pisti… Umarım her şey yolunda gider. sinde sorumlu taraf olarak Casa Memoir geçiyordu, dolayısıyla RACINES DERNEĞİ bütçe yönetiminden, ana kararlardan Casa Memoir sorumluydu. Kolektifte yer alan tüm bileşenlerin kendini idari işlere bu yapı “Bu süreçte, mekânı takipte kalarak derneğimize daha çok zaman kadar yoğun bir şekilde adadığını söyleyemeyeceğim. Organi- ayırmaya karar verdik” demiştim; size Racines’ten daha detaylı bahsetmek isterim: Racines’in anlamı “kökler”; derneği Eylül zasyon yönetimini ve etkinlik programlarını, oluşturduğumuz komite üstlenmişti. Gelen etkinlik tekliflerini de bu komite de- 2010’da, Casablanca’da kurduk. Kuruluş amacımız gayet basit ve açık: Kültür ve gelişimi bir arada çalıştırmak, sunmak. Burağerlendiriyordu. da kültürü, antropolojik anlamında kullanıyorum. Kültür Fabrikası’nın sosyal içerme anlamında şehre büyük katkı “Kültürden yola çıkarak toplumsal, beşeri ve ekonomik gelişmeyi sağladığına inanıyorum. Aradan geçen zaman içerisinde manasıl sağlayabiliriz” sorusunu kendimize sorduktan sonra birhalleden çıkan sanatçılara alan açtık, çocuklara yönelik birçok çok çalışma alanı belirledik: Kültürel politikalar, sanatçı hakatölye düzenledik. Ayrıca, mahâlleye ciddi anlamda ekonomik ları, insan hakları, ifade ve yaratma özgürlüğü, vatandaşlık bigirdi sağladık. Sizin de bildiğiniz üzere, bir şehirde nerede mezlincinin yerleştirilmesi, kapasite gelişimi, yaratıcı endüstriler… baha varsa onun etrafına tarihi et lokantaları dizilmiştir. Bize Siyasi hayata aktif katılım konusunda yönlendirici çalışmalar gelen izleyici, bu lokantaları büyük ölçüde kalkındırdı. Biz de da yürütüyoruz. her zaman esnafın çıkarını gözetmeye çalıştık. Dışarıdan catering hizmeti almak yerine sanatçıların yeme içme ihtiyacını İlk olarak, “Fas’ta Kültürel Politikalar” başlığına değineceğim. çevre esnafından karşıladık. 2012 yılında, kültürün ülkedeki genel durumunu irdelemeye yönelik bir proje başlattık. Fark ettik ki bugüne kadar sözü2009’dan 2013’e kadar, sabit bir ekip istihdam ettik. 2014 nü ettiğim alanda mevcut duruma dair istatistiki bir çalışma itibariyle bu ekip çekildi çünkü kolektifle ve belediyeyle anlaşyürütülmemiş, dolayısıyla elde net veriler yok. Bir strateji ve mazlıklar baş göstermişti. On dört dernekli kolektifin içinden vizyon oluşturabilmek adına, öncelikle veriye hâkim olmanız sadece üçü aktif olarak etkinlik düzenliyordu ve bu kısmi atalet, gerekiyor. O aşamaya gelince ortaya çıkan sorun da şu ki ulubünyede sıkıntıya yol açtı. Öte yandan, belediye içinde alanın sal kapsamlı bir kültür sanat çerçevesi üzerine çalışmaya başkapatılacağına ilişkin söylentiler almış yürümüş durumdaydı. ladığınız anda, bir biçimde Kültür Bakanlığı’nı muhatap almak Alan, inşa edilmesi planlanan raylı ulaşım arterinin üzerinde durumundasınız. Karşımıza çıkacak sıkıntıların adını baştan olduğu için çok göz önündeydi. Ayrıca, bakımsızlıktan dolayı koyarak, bu alan araştırmasının kapsamını oldukça geniş tutbinanın bazı kısımları, hem bizim için hem de sanatçılar ve zimaya, ülke sathında kültürel üretim adına her alana bakmaya yaretçiler için tehlike teşkil etmeye başlamıştı. Üzücüdür ki biz karar verdik ve proje takvimini 2012 - 2014 / 2014 – 2016 oradan ayrıldıktan sonra, uzunca bir süre, kimse idareyi üstşeklinde iki dilime ayırdık. Üniversitelerde yürütülen bilimsel lenmek istemedi. Mekânı bizden sonra üç farklı yapı devraldı: araştırmaları ve kültürel eğitim politikalarını, şehir planlarıÇadırları ve ekipleriyle iki sirk çıkageldi; bir de parkur grubu* nı ve mimari dokuyu, sanatçıların içinde bulunduğu koşulları mekâna yerleşti. Her iki ekip, sadece malzemeleri ve etkinlikve kazanılmış haklarını mercek altına alarak işe başladık. Fas leriyle ilgilendi; binaya hiç sahip çıkmadı. Kolektifte yer almış çok dilli bir toplum; bu açıdan kültürel çeşitliliği öncül paraderneklerden bazıları, dönem dönem buluşmak ve etkinlik metrelerden biri olarak belirledik. Son olarak, ulusal kültürüdüzenlemek için mekâna uğruyordu ama bu faaliyetler çok da müzü dışarıya eksiksiz biçimde yansıtabilecek araçların neler suya sabuna dokunur şeyler değildi. Bu süreçte, mekânı takipte olabileceğine baktık. Bunlara paralel olarak tiyatro, sinema, kalarak, derneğimize daha çok zaman ayırmaya karar verdik. müzik, dans, edebiyat, mimari, sokak sanatı, tasarım, moda ve fotoğraf alanlarında on buluşma organize ettik. Bu toplantı2016 itibariyle yeni bir durumla karşı karşıyayız: Alanın ve
MODELLER VE STRATEJİLER
binanın işletmesi, yarı kamusal iki kalkınma şirketine devredildi. Bu şirketlerden biri etkinlik ve organizasyon düzenliyor, diğeriyse kültürel miras üzerine çalışıyor. Avantajlı bir konumdalar çünkü devletten bütçe, özel sektörden fon alabiliyorlar. Kolektifi oluşturan dernek temsilcileriyle alanın idaresi için bir dizi buluşma gerçekleştirdiler. Ayrıca Casablanca ve Amsterdam’ın kardeş şehir olması için bir süreç başlattılar. Amsterdam tesadüfi bir seçim değil; 2009’da oluşumu hayata geçirirken bu şehirdeki bazı yapılardan ciddi destek almıştık; hâtta alan için bütçe ayırmayı dâhi düşünmüşlerdi. Zira aynı dönemde, Amsterdam’da eski sanayi alanlarını kültür merkezlerine dönüştüren kimi sanatçılarla beraber, bir değişim programı yürütmüştük.
177 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
giriş prensibinden de vazgeçmedi. Peki, bunu nasıl sağladı? Bir organizatör, ücretli etkinlik düzenlemek istiyor diyelim. Kolektif, organizatörle görüşüp “bize sponsor bulun, bu sayede giriş ücretsiz olsun” diyordu. Bu sistem çok iyi işledi. Sanatçılar ve organizatörler alanı bedava kullanırken, mevcut malzemeleri de özgürce kullanma hakkına sahipti. Prodüksiyonları hayata geçirmek için yeterli personelimiz vardı, bu da etkinlik maliyetini iyice düşürüyordu. Beş yıl içerisinde yaklaşık iki yüz elli kültürel etkinlik gerçekleştirdik: Modern dans ve tiyatro gösterileri, konserler, atölyeler, buluşmalar, sunumlar, konferanslar… Bazı mega sinema şirketleri, alanı plato olarak kullanmaya başladı. Bu gibi şirketlerden ücret yerine ihtiyacımız olan ekipmanları karşılamasını talep ettik.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
178
ların başlıca hedefi, her sektörden profesyonellerle görüşerek ilgili alan hakkında en sağlıklı verileri toplamak, teşhisi böylece koymaktı. HARİTALAMA VE ANKET ÇALIŞMASI: “ARTMAP” “Artmap” (Sanat Haritası) adını verdiğimiz, Fas’ın tümünü kapsayan haritalama projesi, bu sürecin sonucunda ortaya çıktı. Bu haritanın aynı zamanda kullanıcı dostu olmasını, yurt içi ve yurt dışından herkesin işine yarayacak şekilde yapılandırılmasını gözettik. Haritalama işine girişirken, öncelikle hangi disiplinlere yer vereceğimizde karar kıldık. Moda, tasarım, mimarlık ve gastronomiyi de içerecek şekilde, on sekiz sanat disiplinine yer açtık. İnternet üzerinden devasa bir tarama çalışması yaparak işe koyulduk. Gittiğimiz şehirlerde kültür aktörlerine ve halka nereleri işaretlememiz gerektiğini danıştık. Bu alan çalışmasını müteakip, ülke sathında yer alan tüm kültür ve sanat merkezlerini işaretlemeye başladık. Haritanın cevap vermesini beklediğimiz temel sorular şunlardı: “Fas’ta bir şehre gitmek istesem, o şehirde kültür ve sanata dair neler bulabilirim?”; “Nasıl oluyor da Casablanca ve çevresindeki şehirlerde, ülkenin diğer bölgelerinin tümünden daha fazla sayıda sanatçı var?” Bütün verilere ulaşır hâle geldikten sonra, bir değerlendirme ve savunma raporu hazırlayıp Kültür Bakanlığı’nın kapısını çaldık. Bu gibi işlere girişirken, veri yönetimini doğru bir şekilde sistematize etmek son derece önemli. Meselâ bir bölgeyi haritada işaretliyorsunuz; o bölgede plastik sanatlar üzerine çalışan yapıları görmek niyetindesiniz. İşaretli oluşumun kuruluş tarihine, üretim – sergileme yeteneklerine, kısa bir tanımına, iletişim bilgilerine ve hukuksal statüsüne kolayca ulaşabiliyor olmalısınız. Veri tabanımız, hâlihazırda üç bin kaydı içeriyor. Hazırlaması dört sene sürdü, her sektörden birçok uzman is-
tihdam ettik. Bu boyutta bir veri havuzuna sahip olduğumuz için doğal olarak gayet net istatistiki raporlar ve analizler çıkartabiliyoruz. Örneğin, grafik sanat eserlerini sergileyen mekânların %70’e yakın bir çoğunluğa sahip olduğunu, kültür ve sanat üzerine eğitim veren kuruluşlarınsa toplam içerisinde sadece %3’lük bir ağırlık teşkil ettiğini söyleyebiliyorum. Bu verilerden yola çıkarak yaratım, dağıtım ve eğitim alanlarındaki dengesizliğin nasıl bertaraf edilebileceğine bakıp, analizleri raporlaştırıp politikacılara öneri sunuyoruz. Elde ettiğimiz verilerin yüzde yüz doğru olduğunu iddia edemeyiz; tüm kültürel yapıyı ülke çapında eksiksiz olarak haritalamak, neredeyse olanaksız bir iş. Zira bazı sanatçılar vefat ediyor, bazı kuruluşlar kapanıyor… O yüzden haritayı haftada bir güncellemeye devam ediyoruz. 2014 - 2016 diliminde, haritalama sürecini tamamladıktan sonra fark ettik ki bu harita, halkın ihtiyaç ve beklentilerini içermiyor. Bunun üzerine Faslıların kültürel alışkanlıklarıyla ilgili bir anket çalışması yapmaya karar verdik. Elli soruluk anket, üç soruyu merkeze koyuyordu: “Kültürü nasıl kullanıyoruz?”; “Amatör sanat üretimi ne durumda?” ve “Boş vakitlerimizi ne tür kültürel aktivitelerle değerlendiriyoruz?”. Fas, on iki idari bölgeye ayrılmış durumda; her bölgede bir buluşma organize ettik. On iki idari bölgenin her birine iki anketçi atadık; yani toplamda yirmi dört kişilik bir anketör ekibiyle çalıştık. Toplamda bin iki yüz yurttaşla görüştük. İki yıl süren bu çalışmanın sonucunda elde edilen verilerin değerlendirildiği sunumu da Kasım 2016’da, bizim mezbahada, yani Kültür Fabrikası’nda yaptık. Anket çalışmasını UNESCO finanse etti, devletten destek almadık. Aslında bu işi devletin yapması gerekiyordu; bu yönde çok da eleştiri aldık. Ne var ki Fas hükümetinin kültüre, bütçeden % 0.27 oranında pay ayırdığının altını çizmek isterim. Sürekli
Üzerine çalıştığımız ikinci alan, eğitim ve kapasite geliştirme. 2012 ve 2014’te “liderlik” başlığı altında iki eğitim gerçekleştirdik. Orta Doğu ve Kuzey Afrika (MENA: Middle East and North Africa) ülkelerinde çalışacak yirmi kültür operatörü / mentor eğittik. 2013 yılında “kültürel çeşitlilik” üzerine bir eğitim verdik. Bu eğitimi verirken, UNESCO’nun 2005 yılında yayınladığı “Kültürel İfadelerin Çeşitliliğinin Korunması ve Geliştirilmesine Dair Sözleşme”sini referans aldık. Fas, aynı yılın Haziran ayında dünyada yüze yakın ülkenin imzalamış olduğu bu sözleşmenin altına imza attı. SAFLARI SIKLAŞTIRMAK: KÜLTÜREL İŞ GÜCÜNE YATIRIM 2015’te, kültürel hakları konu alan “Art Watch Afrika” adını verdiğimiz bir eğitim programı başlattık. İfade özgürlüğüne karşı uygulanan şiddete ve sansür uygulamalarına yönelik tavırları mercek altına aldığımız bir oturum düzenledik. 2016’da, Fas’ın güneyinde kültür yöneticilerine ve teknisyenlerine formasyon eğitimi verdik. Güney bölgesi, kültür sanat açısından bir yalıtılmışlık yaşıyor; bir etkinlik yapılacaksa hemen kuzeyden birilerini getirtiyorlar. Biz de bu yoksunluğu gidermek adına harekete geçtik. Racines olarak, her bölgede bu işlerle uğraşacak kadrolar kurmayı çok önemsiyoruz. Ayrıca “Racine Carée” ismini verdiğimiz bir eşlikçi kurum yarattık. Bu kurum, sanatçıların ve kültür sanat alanında çalışan teknisyenlerin uzmanlaşmasına, profesyonelleşmesine destek olmayı amaçlıyor. Fas, Libya, Fransa ve Güney Afrika’yı içeren bir ağ kurarak sanatçıların ürettikleri eserlerle hayatını kazanabilmesini, özgürce seyahat edebilmesini ve böylece deneyim biriktirebilmesini sağladık. Yaratıcı endüstriler konusunda, 2014’te Afrika’da sanat ekonomisi üzerine bir konferans düzenledik. Bu konferansa kırk Afrika ülkesinden temsilciler katıldı. Öncelikli amacımız, sadece Afrika ülkelerinden oluşan, kıtasal birleşime ön ayak olacak bir ağ kurmak ve farklı ülkelerde yaşayan sanatçılardan fikir toplamak, ilham almaktı. MÜCADELE ALANLARI: SANSÜR VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ Çalışma yürüttüğümüz bir diğer alan, ifade ve yaratma özgürlüğü. “Art Watch Afrika” kapsamında, sadece bu alana yönelik bir seminer organize ettik. Bu seminere katılan sinemacılar, müzisyenler ve yazarlar, kendi ülkelerindeki mevcut durumla ilgili birbirini ve bizi bilgilendirdi. 2015’te “Music Freedom Day” adını verdiğimiz bir organizasyon gerçekleştirdik. “3 Mart - Dünya Müzik Özgürlüğü Günü”nü beraberce kutladık. Haberdar mısınız bilmiyorum ama bu gün Türkiye’de de kutlanıyor… Son dört seneyi kapsayacak şekilde, Fas’ta ifade özgürlüğünün ne durumda olduğuna dair bir rapor yayınladık. Bu rapor, Birleşmiş Milletler’in internet sitesinde de yayınlandı. Birleşmiş Milletler, periyodik olarak “UPR” adını verdiği bir rapor yayınlıyor.** Hak ihlâlleri konusunda, ulusal kapsamlı iki rapor var aslında; bunlardan birini devlet, diğerini sivil toplum kuruluşları yayınlıyor. Bu raporların amacı azınlık, kadın ve sanatçı
BİLİNÇLENDİRME ÇALIŞMALARI “Racines - Çarşamba Buluşmaları” adını verdiğimiz konferans dizisinde, eğitim, vatandaşlık, kültür finansmanı gibi konuları işliyoruz. “FADA (Free Access and Diversity for all and Everyone)” adını verdiğimiz bir diğer projeye de startı verdik. “Fada”, Arapça’da “alan” anlamına geliyor. Bu proje, kamusal alanlarda işini veya performansını sergilemek isteyen sanatçıların karşısına engel çıkaran kanunları değiştirmeyi amaçlıyor çünkü Fas’ta kamusal alanlar kutsal kabul ediliyor. Fas’ta sokakta gitar çalan birine rastlayamazsınız. Bu mücadele kapsamında, ulusal çapta bir imza kampanyası başlatmaya yönelik olarak, “Kamusal Alanın Peşinde” adını verdiğimiz bir buluşma örgütledik. Kamusal alanlar, bizim ülkemizde özellikle kadınlar ve göçmenler için şiddet üreten, korkutucu mecralar. Kadınlar kamusal alanda tacize; göçmenlerse küfre, şiddete ve aşağılamaya maruz kalıyor ve kimse buna müdahale etmiyor. Medya olan bitenin farkında olsa da görüntü alamıyor, fotoğraf çekemiyor. Bu yüzden gazetecileri, üniversite öğrencilerini örgütleyerek bir direnç mekanizması yaratmayı hedefliyoruz. Seçilmiş siyasetçilerin halka hesap vermesini sağlayacak mekanizmalar yaratmak, bizim bir diğer işimiz. Faslı yurttaşlar, böyle bir hakları olduğundan bihaber; 2014’ten itibaren reh-
MODELLER VE STRATEJİLER
EĞİTİM VE KAPASİTE GELİŞTİRMEK
haklarına yönelik görüş oluşturmak, ihlâlleri belirlemek ve bu ihlâlleri engellemeye yönelik kanunların çıkartılmasına öncülük etmek.
179 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
sızlanmak ve beklemek, ne işe ne de size fayda getiriyor. Bazı şeyleri inisiyatif alıp kendiniz yapacaksınız, olay bu.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
180
Bizim coğrafyada, Sahra altı “Güney Afrika” olarak tanımlanır. Bu tanımın alanı, Moritanya’dan itibaren “aşağı”da yer alan tüm ülkeleri kapsar. Onlar da “yukarıdakiler”e “Arap”, “siyah” der. O yüzden ortaya çıkıp “hepimiz Afrikalı değil miyiz neticede” diyecek olursanız, bunu kimse kabul etmez. “Güney Afrikalılar” ile Faslıları bir araya getirmek, bizim için çok kritik bir konu.
yavaş izleyiciyi işin içine dâhil ediyordu. İki temsilin ardından, üç ay boyunca yasak yedik. Tabii oyunun içeriği otorite makamlarına da epeyi dokunduruyordu. Oyun yasaklanmıştı ama sebebine dair muhataplardan net bir cevap alamıyorduk. Bunun üzerine bir skandal yaratmaya karar verdik ve Kültür Bakanlığı’nı , İçişleri Bakanlığı’nı ve Göç İşleri Bakanlığı’nı bombardımana tutmak üzere kişiselleştirilmiş mektuplar hazırladık. Takiben, bir basın açıklaması yaptık. Neden bu oyunu sahneleme ihtiyacını hissettiğimizi, amacımızın ne olduğunu ve yasaklanma sebebi hakkında bilgi alamadığımızı kamuyla paylaştık. Böylece medyayı da kendi tarafımıza çekerek, kamuoyu oluşturmaya başladık. Bu iki teşebbüs çok işe yaradı ve Göç İşleri Bakanlığı yetkilileri bizimle temasa geçmek zorunda kaldı. Birkaç telefon ettiler, yasak kaldırıldı.
“Kamusal Alanın Peşinde” projesi sırasında başıma gelen bir olayı sizlerle paylaşayım: Fas’ın güneyinde yaşayan siyahi bir sanatçı vardı. Faslıydı, Fransa’da dört yıl yaşayıp ülkesine dönmüştü. Döndüğünde herkes onu Sahra altından gelen bir Afrikalı sandı hâlbuki adamcağız kendi şehrine dönmüştü. Sokakta yürüdüğünde herkes onunla Fransızca konuşuyordu ve o bunun sebebini anlamıyordu. Sonra aydı ki mahallesindekiler onun Sahara (Sahra) altından geldiğini zannediyormuş, bu yüzden ona sürekli hakaret ediyormuş. Sanatçı, bunun üzerine kendi ülkesinde başına gelenleri anlatan bir performans sergiledi.
Kâr amacı gütmeyen bir organizasyonuz. Çekirdek ekip on kişiden oluşuyor. Yedisi maaşlı çalışıyor, üçü stajyer. Bütçelemeyi proje bazlı çalışıyoruz, istihdamı ona göre planlıyoruz. Gönüllü desteği de alıyoruz. Derneğimizin elli kadar üyesi var, onlar da ellerinden geldiğince katkı sunuyor. Yurt dışındaki kurum ve kuruluşlar bizi fonluyor, elçiliklerden gelen yardımlar da var. Fas kaynaklı hiçbir desteğimiz yok desem yeridir. Bu biraz da bizim tercihimiz ve kendimizi konumlandırma biçimimiz çünkü devlet sizi finanse ettiği zaman bağımsızlığınızı, özgürlüğünüzü, hareket alanınızı korumanız imkânsız.
ber, çizgi roman, sokak tiyatrosu ve belgesel gibi araçlarla sanatsal yoldan bilinçlendirme çalışmaları yürütmeye başladık. Sivil toplumu da yanımıza aldık. Bize göre, politikacıların seçim propagandası sırasında verdiği her vaat, sarf ettiği her söz resmidir. Her siyasetçi, seçilirse bunları eksiksiz olarak yerine getirmekle yükümlüdür. IRKÇILIKLA MÜCADELE
Fas’ın altı şehrinde sahnelemek üzere projelendirdiğimiz “Mix City”, göç konulu bir tiyatro projesiydi. Bilhassa, Sahra altı bölgelerde yoğun olan ırkçılığı konu alıyor; göçmenlerin eğitim, sağlık, ulaşım, kamu gibi alanlarda maruz kaldığı ayrımcı muamelelerin altını çiziyordu. Bu projede beş Faslı oyuncu, Sahra altı ülkelerden gelen beş oyuncuyla çalışıp “Hepimiz Aynıyız” adını verdikleri bir oyun sergiledi. Kast, cinsiyet eşitliğine vurgu yapacak şekilde, beş kadın ve beş erkek oyuncudan oluşuyordu. Oyuncular, oyunu başlattıktan sonra yavaş
* Atlayıp zıplayarak yol alan, kendisini sokak sanatçısı olarak tanımlayan yapılar. ** https://www.upr-info.org/en/upr-process/what-is-it
DREAM CITY Sofiane Ouissi
www.lartrue.com
Sonraki sene, kulaktan kulağa duyuruyla, yine 7 Kasım’da eski kent merkezi olarak tabir edilen Medina’yı işgâl edip performanslarımızı sergiledik. Meydana yüz bin kişi toplanınca iş kontrolden çıktı, kardeşimle beraber izinsiz gösteri düzenlemekten gözaltına alındık. Öte yandan kentin kapılarında birikmiş binlerce insan, bu deneyime yerinde tanıklık edebilmek için meydana ulaşmaya çalışıyordu. “Rüya Kent”, kamusal alanlarda çağdaş sanatı canlandırmak, yaşatmak için yola çıkmıştı ve o dönemde, Tunus gibi bir ülkede bu eylemi ancak militan ruhlu sanatçılar başarabilirdi. Diyeceğim şu ki bienal benzeri formatlar, o konjonktürde bizim gibi sanatçıların amacına ulaşabilmesi adına fazlaca naif kalacaktı. Eski Devlet Başkanı Bin Ali’nin zamanında sanat, tamamen eğlendirmeye yönelik bir faaliyet olarak kodlanmıştı ve bu kasıtlı biçimde geliştirilen bir devlet politikası hâline gelmişti. Sanatın düşünsel bir faaliyet olabileceği konusu, politikacılara tüyler ürpertici geliyordu. Bir zaman sonra kimi siyasetçiler, sanatçılar ve bazı kesimler, “böyle bir şeye hakkınız yok; biz sanatı bu ülke için gerçek bir kaldıraç olarak kullanmak, kamusal alanı düşünsel faaliyetlerin merkezine koymak istiyoruz” şeklinde açıklamalar yapmaya, hükümetin baskıcı kültür politikasına karşı direnç göstermeye başladı. Dream City de bu direnişe kaldıraç görevi görmeye başladı.
Birkaç sene boyunca performans yapmaya devam ettik fakat kamusal alanı kullanamıyor olmak bize gittikçe daha fazla batmaya başladı. Radyodan yaptığımız çağrı içimizde patlayan isyanın dışavurumuyken hiçbir işe yaramamıştı. “İsyan çağrısı gibi algılanmasına izin vermeden bu çağrıyı nasıl tekrar edebiliriz” diye kafa yormaya başladık ve derdimize derman olacak bir direnç mekanizması geliştirmek, güncel sanatı da işin içine dâhil etmek üzere “Dream City” (Rüya Kent) konseptini ortaya attık. Etrafımızdaki akademisyenleri ve sanatçıları bir araya toplayarak işe koyulduk. Bu toplantılarda öncelik verdiğimiz konu, sokak sanatlarının ve güncel sanatın demokratikleştirilmesi için nasıl bir yol izlenmesi gerektiğiydi. Bu konuda mesafe kaydedebilmek adına üniversitelerle ortaklaşa forumlar düzenleyebileceğimiz, ilkokullara güncel sanatı taşıyabileceğimiz modeller aramaya başladık. Böylelikle başlayıp, sokakları politikacıların elinden geri alacaktık. Bu işe kalkıştığımız 2006 yılında, bırakın sokakta performans yapmayı, iki arkadaşınızla bir araya gelmeniz bile yasaktı.
İlk kapsamlı etkinliğimizi 2007’de gerçekleştirdik. Bu etkinliği 2010, 2012 ve 2015’te tekrar ettik. Etkinliğe hazırlanmamız dokuz ayı buluyor. Sanatçının, etkinliğini gerçekleştirmek istediği kamusal alanı kullanan herkesle birebir ilişki kurmasını, insanların evine konuk olmasını, oturup çay içmesini arzu ediyoruz ki izleyiciden hakikatli geri bildirimler alabilelim. İzlediği iş, gördüğü eser, seyircinin hayatına sirayet edebilsin. Ancak böyle ilerlerse izleyici de o projenin, işin bir parçası olabiliyor.
Zine El Abidine Bin Ali, 7 Kasım 1987’de Habib Burgiba’yı devirmişti. Biz de bu tarihten tam yirmi yıl sonra, 7 Kasım 2007’de ilk gizli toplantımızı ironik bir biçimde Özgürlük Sokağı’nda bulunan bir binanın üçüncü katında yaptık. Bu toplantıya katılan sanatçılardan, kolektiflerden somut fikirler ve projeler üretmelerini talep ettik. Toplantılar birbirini takip etmeye başladı ve zamanla sosyologlarla, antropologlarla, mi-
2013 yılında Avrupa’nın kültür başkenti olarak seçildiğinde, Marsilya’ya çağrıldık ve önümüzdeki yıl Londra’ya davetliyiz. Bu etkinlik, başından itibaren aktif – reaktif niteliğini, sivilliğini yitirmedi. Yani kurumsallaştıkça hantallaşmadı ve hiyerarşi üretmedi. Meselâ koordinasyondan sorumlu olmama rağmen ben kendime direktör sıfatını yapıştırmıyorum çünkü eninde sonunda bir sanatçıyım. Bu meziyetlerimizi yitirmek istemiyo-
MODELLER VE STRATEJİLER
Hikâyemiz şöyle başladı: 2005 yılında, “Savaşın Çocukları” isimli performansımız hakkında konuşmak üzere ulusal bir radyo kanalına davet edilmiştik. Bu röportajda, bizimki gibi diktatörlüğün hüküm sürdüğü bir ülkede sanatçıların pozisyonundan ve sanatçı haklarından bahis açmaya başladık. Ardından, canlı yayında bir çağrıda bulunduk: “Sanatçılar! Sokaklara çıkın ve varlığınızı, yaptıklarınızı gösterin!” Yayını kesip sansürlediler, bizimle röportajı gerçekleştiren radyocu bir yıl boyunca işten uzaklaştırıldı.
marlarla, şehir plancılarıyla, sanat eleştirmenleriyle bir araya gelmeye başladık. Her seferinde bir başka adreste toplanıyorduk.
181 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Bu hareketi en basit şekliyle tarif edecek olursak, bağımsız sanatçılarla çalışmak üzere teşkilâtlanmış bir inisiyatifiz. Dans sanatçısıyım ve koreografım. Uzun yıllar boyunca, kız kardeşimle birlikte dünyanın dört bir yanında performans sergiledik, çeşitli kurum ve kuruluşlarla projeler gerçekleştirdik. Sonunda, kendi ülkemizde ve kendi şehrimizde bir yapı kurmanın zamanının geldiğine kanaat getirdik.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
182 MODELLER VE STRATEJİLER
KURUMSALLAŞMA SÜRECİ Dream City, Bin Ali zamanında bir derneğe dönüşemedi çünkü onun bağlı olduğu siyasi partiye yandaş değildik. Bir yıl süren dernekleşme sürecini ancak 2012’de sonuçlandırabildik. Dikkat ettiyseniz, “Arap Baharı” olarak nitelendirilen dönemin başlangıcına denk düşüyor. Zamanla çalışmalarımızı ilkokullar için sanatsal faaliyetler geliştirmeye, sanatçı ve insan hakları konusunda bilinçlendirme çalışmaları yürütmeye, fırsat eşitliğine ve ayrımcılığa karşı mücadeleye yoğunlaştırdık. Medyadaki duyarlılığı artırmaya yönelik savunuculuk faaliyetleri de yürütüyoruz. Eğitim Bakanlığı ile bir iş birliği anlaşması imzaladık. Medina’da mukim, 17. yüzyıldan kalma eski bir sarayı kullanıyoruz. 2007 yılında bu etkinlik sayesinde çok büyük bir başarı elde edince, Tunus dışındaki vakıflar bizi fonlamaya başladı. Bu imkân, etkinliği bienale çevirmemize yardımcı olmakla kalmadı; Tunus Kültür Bakanlığı ile aramızda bir diyalog kanalı açtı. Evet; devletle ve belediyeyle beraber çalışıyoruz ama kamudan finansal destek alıyoruz diye özgürlüğümüze toz konduracak değiliz. Eylemleriyle söylemleri örtüşen, ahlâk anlayışı oturmuş, toplum değerlerine saygı duyan bütün sanatçılara kapımızı açık tutuyoruz. Bu bizim için birinci koşul. Bu koşula sadık kaldığımızdan ötürü, bizi fonlamaya devam eden Kültür Bakanlığı ile rahatça çalışabiliyoruz. Genç sanatçılar, projelerinin tabiatını hiçbir şekilde bozmadan kabul ettirebiliyor. Bu yaklaşımımızı destekleyecek iki örnek vereceğim: Bir sanatçımız hayat kadınlarının, hayat adamlarının yoğunlukta olduğu bir mahâllede proje yapmaya karar verdi. Hayat kadınları ve adamlarıyla ikinci mülakatı gerçekleştirmeye gittiğinde bakıyor ki ortada kimsecikler yok. Polis bu insanlara baskı uygulamış ve hepsini yerinden kaçırmış. İş öyle bir noktaya geldi ki beni bile karakola çağırdılar. Gittim ve dedim ki: “Dream City olarak bizim bu gibi baskılara taviz vermemiz mümkün değil”. Neden? Devletin güvenlik mekanizmasına boyun eğdiğimiz zaman Dream City’nin tabiatı değişir. Tunus’ta da çalışan Fransız cep telefonu operatörü Orange, sponsorumuz. Bir noktadan sonra, Orange bize dedi ki: “Projelerinizde şöyle şöyle değişik-
TOPLUMSAL DEĞERLERE KARŞI DUYARLI OLMAK Tunus’ta 2011 yılında patlayan “Arap Baharı” üzerinde aman aman bir etkimiz olduğunu iddia etmiyoruz fakat şu bir gerçek ki sanatçıların kamusal alandaki varlığına görünürlük kazandırmak açısından çok önemli bir rol oynadık. Eleştiri almıyor muyuz, baskı görmüyor muyuz? Tabii ki görüyoruz; Tunus gibi bir ülkede İslami duyarlılığı çöpe atarak ilerleyemezsiniz. Bazen gerginlik çıkıyor fakat biz bu gerginlikleri mümkün olduğu kadar diyalogla gideriyoruz. Dream City, bugün itibariyle Medina halkına mal olmuş bir proje. SOSYAL İÇERMEYE İLİŞKİN FAALİYETLER VE YAKLAŞIMLAR Tunuslu sanatçıların sadece sanat yaparak geçinebilmesi olanaksız. Kimi üniversitede öğretmenlik yapıyor, kimi kendi atölyesini açıp eser satarak ayakta kalmaya çalışıyor. Okullarda sanata yer yok. O yüzden fırsat buldukça okullarla çalışmaya çok önem veriyoruz. Başlarda, Eğitim Bakanlığı’na götürdüğümüz önerilerin ve projelerin çoğu unutuluyor, dikkate alınmıyor veya sümen altı ediliyordu ama zamanla bizi kabullendiler. Okulun müdürünü, öğrencileri, öğretmenleri bir araya getirerek çalışıyoruz; tepeden inme işler yapmak istemiyoruz. Hani
MODELLER VE STRATEJİLER
2010 yılında, tamamen tesadüf eseri bir dizi olay neticesinde, Tunus’ta üç bin yıllık geçmişe sahip kırsal bir sanat dalının yeniden keşfedilmesine sebep olduk. Geleneksel yollarla çanak çömlek üretmek, bu toprakların en kadim sanatsal pratiklerinden biri; kırsaldaki insanların hayâllerini gerçekleştirebilmesinde rol oynamak da bizim için çok değerli. “Biz de devrime böyle katkı sunduk” diyoruz. Bizim devrim anlayışımız bu; insanlar hayâllerini gerçekleştirsin, kamusal alanda görünürlük kazansın… Hayâlleri gerçek kılabilirsek toplumdaki dengelerin yerine oturmasına önayak olabileceğimize inanıyoruz.
likler yapabilir misiniz? Çünkü anlarsınız ya, bizim imajımız zarar görüyor.” Reddettik. Bu tür yaklaşımlar karşısında yumuşarsak varoluş nedenimiz sorgulanır.
183 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
ruz. Dream City, daha ilk günden itibaren yurttaşı merkez alan bir çizgi izliyor. Hep hareket hâlindeyiz, statükocu yaklaşımlardan hoşlanmıyoruz. Hem iç hem dış alanları işgâl ediyoruz. Binaların içi, dışı, sokaklar… Hiçbir yerde sabit kalmıyoruz. Kamusal alanların her noktasına sirayet edebileceğimiz pratikler geliştirdik. Alanda üretilen eserlerin bazılarını beraberimizde götürüyoruz.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
184
her okulda tamamen unutulmuş, gözden ırak tutulan, sorunlu bir sınıf vardır ya biz, çalışmak için özellikle o sınıfı seçiyoruz. 2012’den beri uyguladığımız “Sınıfı Değiştir” projesinde Paris’ten bir mimari oluşumdan destek alıyoruz. Okul bahçelerine ve sınıflara müdahale eden dekoratörler ve mimarlar da işin içinde. Hedefimiz, dört yıl içerisinde başkentteki bütün okullara mimari müdahalede bulunmak ve bu okullardaki bir odayı sanat sınıfına çevirmek. Bu projeye 2012’de başladığımızda, dönüştürüp modern teknolojiyle donattığımız bir sınıfı okul müdürü öğretmen odasına çevirmeye kalkmıştı. Biz de dokuz ay boyunca o sınıfı boş bırakmadık. ULUSLARARASI ORTAKLIK STRATEJİLERİ VE REZİDANS PROGRAMI 2015 yılından bu yana, Marsilya Festivali’nin yöneticisiyle beraber çalışıyoruz. Üçüncü bir şahısla çalışmaya başlamanın bize şöyle bir katkısı oldu: Bazen işin içinde olduğumuz için aksayan yönleri göremiyorduk. Dışarıdan bir göz aramıza katılınca, olan bitene dair objektif bir değerlendirme yapma şansını bulduk. Marsilyalı partnerimiz, bizim atmaya çekindiğimiz bazı adımlar için önümüzü açtı. Özellikle işin estetik boyutunu geliştirirken kendisinden çok faydalandık. Bir ara Dream City’yi feshetmeyi düşünecek kadar bunalmıştık; sanatçıları tiyatrolardan, kapalı alanlardan kamusal alana çekmek çok büyük beklentiler doğurmaya başlamıştı. Bu beklentiler siyasi, organizasyonel, yönetimsel, mali anlamda gerçek baskılara dönüşmüştü. Bu baskılara karşı durabilmek, süreci yönetebilmek adına üç kişi olmak çok işe yaradı. Son olarak, yirmi beş sivil toplum kuruluşunu bir platformda buluşturduk. Bugüne dek Almanya, Suriye, Belçika, Güney Afrika, Mısır, Filistin, Fransa, Fas, İspanya başta olmak üzere, dünyanın dört bir yanından sanatçıyı şehre konuk ettik. Sanatçılar, projelerini üç aşamada hayata geçiriyor: İlk aşama iki hafta sürüyor,
sanatçı bu süre içerisinde halkla temas ediyor, nabız ölçüyor ve şehri okuyor. Projenin üretimini içeren ikinci aşama, yedi ila dokuz hafta sürüyor. Bu zaman zarfı içerisinde sanatçılara gerekli bütün hukuksal ve lojistik desteği biz sağlıyoruz. Beş gün süren üçüncü aşamaysa işin, eserin, performansın sergilenmesini içeriyor. Dream City olarak bize doğrudan başvurabilirsiniz. Türkiye’deki güncel sanat ortamından çok da haberdar değiliz, açıkçası. İki ülke, bu alanda ortaklaşa bir şeyler yapmaya dair gerekli adımları henüz atmamış görünüyor. Ayrıca, karşılıklı çalışan fon mekanizmaları olmadıkça, Cezayir ve Türkiye gibi ülkelerle sanatçı programı yürütmek zor görünüyor. Bu konunun ivedilikle çözülmesi, bizim de elimizi rahatlatır. Tanıştığım Türkiyeli sanatçılar üzerinden izlenimimi paylaşacak olursam, vizyon ve donanıma dair bazı eksiklikler seziyorum. Tunus’a konuk gelen Türkiyeli sanatçıların çoğu da medyatik, popüler tipler. Ülke olarak Türkiye’nin nereye evrildiğini de öngöremiyoruz. Bu durumda, Türkiye’den sanatçı getirmek adına çekimserliğimizi koruyoruz.
DEPO Asena Günal
İKPG ekibinden ve bileşenlerinden bazı isimlerle önceden tanışıklığım var: Zeynep Gönen’i Anadolu Kültür’ün “BAK” projesinden, Gizem Akkoyunoğlu’nu yine Anadolu Kültür’ün “TANDEM” projesinden, Borga Kantürk ve Metehan Özcan’ı da Depo’daki sergilerden tanıyorum. Bu tanışıklıklardan ayrıca mutluluk duyduğumu söyleyeyim. Formasyonumu sanat, sanat tarihi veya kültür yönetimi üzerine almadım. Kendimi kültür sanat alanında bulmuş olsam da lisansımı ODTÜ’de uluslararası ilişkiler bölümünde; yüksek lisansımı da sosyoloji bölümünde yaptım. Ben de pek çok Ankaralı, İzmirli gibi İstanbul’a göç ettim. İletişim Yayınları’nda editör olarak çalışmak üzere ayrıldım Ankara’dan. 1998 - 2005 arası dönemde, yayınevinde bulunduğum süre içerisinde, araştırma - inceleme kitaplarının editörlüğünü üstlendim. 1998’den beri bilfiil ilgilendiğim "Toplum ve Bilim" dergisinin yayın yönetmenliğini yapmaya devam ediyorum. Edebiyata pek bulaşmadım açıkçası; sadece Sevgi Soysal’ın kitaplarında kızıyla beraber çalıştım. Daha çok doktora tezlerinin kitaplaştırılması, çeviri için kitap önerisi, çeviri redaksiyonu gibi işlerle uğraştım. “Ben de araştırma yapmak istiyorum, yazmak istiyorum” diyerek Boğaziçi Üniversitesi, Atatürk Enstitüsü’nde doktoraya başladım. Bir dönem geldi, doktora ve iş bir arada gitmemeye başladı. Ben de işi bırakıp tezimi tamamlamayı seçtim. Tezim, kültür sanat veya edebiyatla ilgili değildi; “Cumhuriyet Dönemi Sağlık Politikaları Üzerinden, Türkiye’de Devlet Vatandaş İlişkileri”ne baktım. Kesintileri ve sürekliliği içinde, Cumhuriyet Dönemi boyunca izlenmiş sağlık politikalarını inceleyerek devletin vatandaşla arasında kurduğu hiyerarşiyi ele aldım. Doktora bitince Depo’da çalışmaya başladım. İtiraf edeyim ki başlarda çok kaygılıydım çünkü bildiğim, vakıf olduğum
bir alan değildi. Fakat zamanla, işin içine girdikçe sosyal bilim formasyonumun çok işe yaradığını fark ettim. Sanat okumadım diye ezdirmiyorum kendimi; öğrenmeye çalışıyorum! Burada şu da var tabii; hem Anadolu Kültür’ün hem Depo’nun yaptığı işler, sadece güncel sanatla ilgili değil. Depo’yu bir galeri olmaktan çok, açık bir alan; kültür sanat merkezi gibi tanımlayabiliriz. Bu perspektiften hareketle, sanatçılarla sosyal bilimcileri buluşturmaya uğraşıyoruz. Sosyal bilimci ve yayıncı olmam ve bu alanlarda kurmuş olduğum ilişkiler, çok işime yaradı. Mesela Borga Kantürk’ün hazırladığı sergi, İletişim Yayınları’ndan çıkan “Sayfiye” kitabının bir devamıydı ve benim önceden İletişim’de çalışmış olmam, işleri kolaylaştırdı. Sosyal bilimci yanım, özellikle dokümanter sergilerde çok işime yarıyor; farklı etkinlikler için konuk belirlerken de yayıncı yanım devreye giriyor. İŞLEYİŞ MODELİ, ORTAKLIKLAR VE PROJELER Tam zamanlı program koordinatörlüğünü yürüttüğüm Depo, 2008’den beri aktif olarak çalışıyor. Burası eski bir tütün deposu; 1950’lere kadar bu işlevini sürdürmüş. Bir sürü iş yapıyoruz ama bu işleri hep çok küçük bir ekiple kotarıyoruz. Bizde eş başkanlık var; yarı zamanlı çalışan Aslı Çetinkaya ile birlikte, koordinasyonu üstlenmiş durumdayız. Bir de teknisyenimiz var. Yani bütün programları üç kişilik çekirdek bir ekiple götürüyoruz; en başından beri bu böyle. Depo, Anadolu Kültür’e bağlı çalışan bir yapı; Anadolu Kültür’den ayrı bir hukuki varlığı da yok. Personel ve muhasebe yönetimi de Anadolu Kültür’e bağlı işliyor. Temel kararları Anadolu Kültür’deki arkadaşlarımızla beraber alıyoruz; günlük rutin işleri biz takip ediyoruz. Anadolu Kültür ise pek çok alanda ve kentte farklı projeler yürüten bir sivil toplum kuruluşu. Daha önce konuk ettiğiniz meslektaşım, Anadolu Kültür’ün koordinatörlerinden Eylem Ertürk, bu projeleri size detaylı bir biçimde anlatmış* olsa da çok kısaca Anadolu Kültür’den bahsetmek istiyorum: 2002’de kurulmuş; resmi statüsü anonim şirket olmakla beraber, STK gibi işliyor. Türkiye’nin daha demokratik ve çoğulcu bir ülke olması adına, kültür sanat alanında faaliyet gösteriyor. Anadolu Kültür, 2002’de Diyarbakır Sanat Merkezi’ni açarak bu işe başlamış çünkü o dönemde bölgede kültür sanat üzerinden kurulacak diyalog kanallarına ihtiyaç duyulduğunu tespit etmiş. Diyarbakır Sanat Merkezi, uzun bir süre
185 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Öncelikle davetiniz için çok teşekkür ederim. İKPG’nin yürüttüğü çalışmaları, bu iletişim toplantılarını çok anlamlı bulduğumu söylemek isterim. Hâtta bizim de İstanbul’da böylesi bir ivmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Sahada neler oluyor, kim ne yapıyor? İstanbul’da pek çok insan birbiriyle birebir görüşme, tanışma imkânı bulamıyor. Çok farklı disiplinlerden gelen kültür insanlarını bir araya getirmek, bu insanların buluşup uğraştıkları işleri derli toplu bir şekilde paylaşmasına olanak tanımak, sunumları Pla+form bültenlerinde fihrist hâlinde yayınlamak, bence çok kıymetli çabalar.
MODELLER VE STRATEJİLER
www.anadolukultur.org www.depoistanbul.net ! depoistanbul " depo_istanbul
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
186 MODELLER VE STRATEJİLER
Diğer büyük projeyse TANDEM: 2016’da TANDEM TÜRKİYE’nin dördüncü ayağı düzenlendi. Almanya’dan fonlanan bu proje, MitOst*** ile eşgüdümlü yürütülüyor. AB ülkelerinden ve Anadolu şehirlerinden programa başvurup seçilen kültür yöneticileri, inisiyatifler, küratörler ve sanatçılar, düzenlenen tanışma kampında bir araya gelip birbiriyle partner, yani “tandem” oluyor. Bir yıl boyunca süregiden atölyelerin, rehberlik toplantılarının ve karşılıklı çalışma ziyaretlerinin sonucunda ortaya bir ürün çıkarıyorsunuz. Bu ürün fanzin, video projesi veya sergi olabilir. Bir diğer kapsamlı projemiz, “Türkiye - Ermenistan Sinema Platformu”: Türkiye’den ve Ermenistan’dan projeye katılan genç sinemacılar, ortak filmler üretiyor. Türkiye ile Ermenistan arasındaki normalleşme sürecine destek kapsamında bir takım sanatçı değişimleri yürütüyoruz; stajyerler gidip geliyor, çeşitli konserler düzenleniyor. Anadolu Kültür, ayrıca çift dilli çocuk kitapları basıyor: Türkçe - Ermenice, Türkçe - Yunanca, Türkçe - Kürtçe… Önceliğe koyduğumuz konulardan bir diğeri, geçmişle yüzleşme. Bu kapsamda çok çeşitli etkinlikler düzenliyor, programlar ve projeler yürütüyoruz. Depo, Anadolu Kültür’ün işlettiği projelerin çıktılarının paylaşıldığı bir alan olarak da görev görüyor. Mekânın ilk üç katını sergileme için kullanıyoruz. En üst katta çalışma ofisimiz var. Bu ofisi iki yıldır Hakikat Adalet Hafıza Çalışmaları Merkezi ile paylaşıyoruz. Hakikat Adalet Hafıza Çalışmaları
Komşumuz Açık Radyo ile de efektif bir iş birliği içindeyiz. Uzunca bir süre İletişim Yayınları’nın kitap deposu olarak kullanılan Depo’nun arkasındaki ek bina, 2009’da İstanbul Bienali için boşaltılmıştı. Biz de binayı bir süreliğine sergi alanı olarak kullandık. Bina, yaklaşık üç sene önce Açık Radyo’ya kiralandı. Onlarla yan yana olmaktan gayet memnunuz. Sergilerimizi haberleştiriyorlar, projelerle ilgili röportajlar yapıyorlar, biz de kimi sergilerimizde bu sesli kayıtları kullanıyoruz. Depo tasarlanırken, İstanbul’da bölgesel temalara ve bölgesel iş birliklerine ağırlık verecek bir mekân olması niyeti ön plandaymış. “Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu ülkeleriyle ilişkilerimizi hep Batı üzerinden kuruyoruz. Aslında bu bölgelerle daha doğrudan ilişkiler kurabilsek; sanatçılara ve küratörlere alan açsak” fikrinden yola çıkılmış. Ancak zamanla Depo’nun misyon ve vizyonu, kültür sanat alanındaki ihtiyaçlara göre
MODELLER VE STRATEJİLER
Diyarbakır Sanat Merkezi üzerinden, Anadolu Kültür’ün çok önem verdiği “BAK” projesine kısaca değinmek isterim: İlk sene Diyarbakır, Batman, Çanakkale ve İzmir’den katılan gençler bir araya gelip sosyal bilimci, belgeselci, fotoğrafçı danışmanlarla fotoğraf ve sinema alanında çalıştı. Ardından atölyelerde buluşup çeşitli işler üretti. Bunun sonunda bir sergi ve kitap ortaya çıktı. Sergi önce İstanbul’da açıldı ve daha sonra, sözünü ettiğim şehirleri dolaştı. 2016’da Diyarbakır, Batman, Çanakkale, İzmir ve etrafındaki şehirlerin yer aldığı on noktada yürütüldü. “BAK”, bence Anadolu Kültür’ün derdini en doğru şekilde anlatan projelerden biri: Birbirinden uzak kalmış, birbirini medyanın kurduğu dil üzerinden tanımak zorunda bırakılmış gençlerin sanatsal üretimler üzerinden tanışmasına dayanıyor.
Merkezi, Anadolu Kültür’ün bir projesiyken genişleyerek dernekleşti. Özellikle 90’lı yıllardaki “zorla kaybetmeler” üzerine çalışıyor, bu meseleye dair bir veri tabanı oluşturuyor. Onlarla yan yana olmaktan çok besleniyoruz. Yaptığımız işlere de katkı sunuyorlar. Meselâ “Kadınlar Hafızayı Harekete Geçiriyor” sergisinde, Hakikat Adalet Hafıza Çalışmaları Merkezi’nin kayıp eşleriyle yaptığı görüşmelerden derlenen bir videoya yer verdik.
187 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
bölgenin başat kültür sanat aktörü olarak faaliyet göstermiş. Pek çok sanatçının kendini ifade etmesi için toplantılar, gösterimler, sergiler düzenlenmiş. Türkiye’nin batısından gelen sanatçılarla bölgenin sanatçılarını; sivil toplum üyeleriyle, yazarları ve çizerleri, oradaki isimleri buluşturmuş. Zamanla, Kürt siyasetinin kendine alan açmasıyla beraber bu yegâne aktör olma rolü değişime uğramış çünkü belediye bu işlevi görecek pek çok imkânı ve mekânı devreye sokmuş. Anadolu Kültür de sergi alanını ofise çevirmiş. Hâtta İKPG ekibinden Zeynep Gönen’in de yer aldığı “BAK”** projesi bu ofis üzerinden yürüyor. Anadolu Kültür’ün Antakya ve Kars’ta da sanat merkezleri varmış fakat 2009’da yerel yönetim değişince her ikisi de kapanmış. Dolayısıyla bugün itibariyle İstanbul Ofisi, Diyarbakır Sanat Merkezi ve Depo’dan oluşan üçlü bir yapıdan söz ediyoruz.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
188
şekillenmiş. Politik, eleştirel, belgesel nitelikli sergilere alan açan, esnek davranabilen fazla sayıda mekân yok İstanbul’da. Depo, biraz da bu ihtiyaca denk gelmiş. O yüzden, şimdilik bölgesel işlere girişmek açısından bir miktar geri planda durduğumuzu söyleyebiliriz. Bu yönelim, bölgesel iş birliğini önemsemediğimizden ortaya çıkmadı; aciliyetler bizi başka bir yola yönlendirdi. Meselâ, galerilerle çalışmayı tercih etmeyen bazı sanatçıların solo sergilerini üstlendik: Fulya Çetin, Gülçin Aksoy, Neriman Polat, Mürüvvet Türkyılmaz… Her sanatçı bir galeriyle çalışmak zorunda değil veya bunu tercih etmiyor, istemiyor. Eğer bir diyaloğumuz varsa, yaptığı işleri beğeniyorsak ve bu işlerin Depo’ya uyduğunu düşünüyorsak, o sanatçıya alan açıyoruz. Bazen bütün katları tek bir sergiye tahsis ediyoruz; bazen her katta ayrı bir sergi oluyor. İşleyiş modeli ve süreç hakkında da bilgi vermek isterim: Birkaç yıl boyunca, küratörlerden oluşan bir danışma kurulumuz vardı. Ancak kurul, gerekli şekilde işlerlik kazanamadı. “Bu kurul bağlayıcı olmasın ama biz bu değerli isimlerden danışman olarak faydalanmaya devam edelim” dedik ve halen bu isimlerin yanı sıra güvendiğimiz başka isimlere danışarak ilerliyoruz. Örneğin, farklı türde sergi önerilerini alanında uzman bu isimlere soruyoruz. Fotoğraf için ayrı, güncel sanat için ayrı danışmanlık alıyoruz. Anadolu Kültür’ün kurucusu Osman Kavala da karar alma mekanizmasında önemli roller üstleniyor. Onun üzerinden de epey başvuru geliyor. MAHALLE İLE İLİŞKİLER Tophane’nin merkezindeyiz; zor bir yer. İlk işe başladığımda park yeri problemi çıkmıştı. “Burası Tophane; siz sonradan gelip kuralları değiştiremezsiniz. Kuralları biz koyarız. Bir şey olursa camınızı çerçevenizi indiririz” dediler. Mahâlleliyle ilişkiyi kollamak, tepki gösterilecek konulara çok dikkatli yaklaşmak gerekiyor. Üstten yaklaşan bir tavır içinde olmamalısınız. Esnafla sabah selamlaşıyoruz, bir mevzu olduğunda
önce onlarla konuşuyoruz ama bu diyalog kanallarının özellikle Gezi’den sonra epey daraldığını söyleyebilirim. Eskiden komşuluk hukuku gözetilirken, şimdi karşı saflardaymışız gibi yaşıyoruz. Açılışlarda içki veriyoruz, mahalleli istemiyor diye açılışlardan vazgeçmedik açıkçası ama alanı paravanlarla kapatıyoruz. 2010 yılında gerçekleşen olayları hepiniz biliyorsunuz: Tophane Art World kapsamında, Boğazkesen Caddesi üzerinde aynı anda beş galeride açılış vardı. NON’un önünde başladı ilk saldırı, Outlet’e kaçtık arkadaşlarla. Ardından Outlet’e geldiler ve insanlar içerde mahsur kaldı. Onlarca kişi biber gazı ve sopayla saldırdı; beş kişi yaralandı. O olaydan sonra ortalık bir süre duruldu. Derken münferit müdahaleler başladı. Mixer’de içki veriliyor diye camları indirdiler, “burada bir kızla bir erkek, samimi bir hâl içindeymiş” diyerek Daire Sanat’taki açılışa saldırdılar. Yani süregiden bir “gözümüz üzerinizde, hâlinize tavrınıza dikkat edin; içkinizi göstermeyin” tavrı var. Birçok galeri, bu gerilim ve şiddet ortamından dolayı Tophane’den taşındı. “Böyle bir bölgede iş yapmak istemiyorum ama mücadeleye de devam etmek lâzım” diye diretenler oldu. Bir sürü akademisyen bu konu üzerine tez yazdı. Ben de çoğuna deneyimlediklerimi anlattım ama sonuçta çok katmanlı ve zor bir mevzuyla karşı karşıyayız… Bu şiddetin bir sebebi, sanat mekânlarının Tophane’de yol açtığı mutenalaşma olabilir. Sermayenin o bölgede yaşayan insanları hiç dikkate almadan yepyeni bir hayat tarzı dayatmaya kalkışması, orada yaşayanları dışlaması, hâtta kovması gibi bir olgudan söz edilebilir ama tehdit edenlere bakıyorsunuz; Tophane’de beş dairesi, on dükkânı var. Yani mutenalaşmadan mağdur olanlar değil, aksine nemalananlar tepki koyuyor. Tophane’de kimlerin yaşam alanı daralıyor derseniz Romanlar derim. Romanların yüz yıllardır barındıkları Tophane’de yaşamayı sürdürmesi artık çok zor çünkü kiralar sürekli yükseliyor. Bu yüzden çöküntü alanlarda barınmak zorunda kalıyorlar. Memleket siyasetinde yaşanan ne varsa
BAĞIMSIZLIK
Bağımsızlık ve eleştirel olabilme meselesini çok önemsiyorum. Meselâ Gezi sürecinde; “Biz Anadolu Kültür, Depo ve DSM Esnafla çalışmaya gayret ediyoruz ama maalesef bazıları düşmanca bir tavır sergiliyor. Mahâlleliyle en çok yakınlaş- olarak buradaki mücadeleyi destekliyoruz; polis şiddetini ve hükümetin bu konuya yönelik tavrını kınıyoruz” şeklinde bir tığımız alan, yaklaşık dört yıldır yürüttüğümüz atölyeler; açıklama yaptık; bu açıklamayı web sitemizden kamuyla paybunlara da ağırlıklı olarak Roman çocukları katılıyor. Bugüne kadar etkinliklerimiz üzerinden karşı karşıya gelme durumu- laştık. Hükümetle iş yapan bir sermaye grubuna bağlı değiliz, nu hiç yaşamadık. “Burada Ermenilerle ilgili sergi yapıyormuş- bu da bize bir özgürlük alanı açıyor. O yüzden kurum olarak, sunuz” diyerek kapıya gelmediler. Aziz Nesin sergisinde dış “Gezi’nin ortaya çıkardığı potansiyeli önemsiyoruz” gibi bir açıklama yapabiliyoruz. cephedeki afişe kireç attılar ama bunun dışında doğrudan saldırıya uğramadık. İZLEYİCİ YARATMA STRATEJİLERİ
Siyah Bant isimli bir oluşumun içindeyim. Siyah Bant, kültür sanat alanındaki sansür vakalarını takip etmeye, bunları kayıt altına almaya ve bunlara karşı strateji geliştirmeye çalışan bir platform. Sansürü sadece devlet sansürüyle sınırlı tutan bir yaklaşım içinde değiliz. Baskılar illâ devletten gelecek diye bir şey yok. Bir gazete sizi hedef gösterebilir, mahâlleli gelip açılışı basabilir, vs… Aslında sansür mekanizmalarının gün geçtikçe çeşitlenmesi gibi genel bir durumla karşı karşıyayız. Tophane’deki baskıyı da engelleme anlamında sansür olarak nitelendirebiliriz. MEKÂNI ORTAK KULLANIMA AÇMAK Hafıza Merkezi ofis katına taşınmadan önce, o alanı farklı kolektiflerle ortaklaşa kullanıyorduk. Bir dönem Documanterist ekibi gelip çalıştı. Ek binada kısa süreli proje yürütenler, tiyatro provası yapanlar oldu. İkinci katta Hafıza Merkezi’nin
Bu konuda çok profesyonel işleyen bir strateji takip ettiğimizi söyleyemeyeceğim. Etkinliklerimizi duyurmak için genellikle toplu mail atıyoruz ve sosyal medya adreslerimizi kullanıyoruz. Mail listemiz epeyce kalabalık; bizi Facebook ve Twitter’dan takip eden çok geniş bir kitle var. Meselâ bir basın listesine bülten göndermiyoruz çünkü gazeteciler her gün bir sürü duyuru alıyor, sizin gönderdiğiniz de arada kaynayıp gidebiliyor. Daha ziyade, basından tanıdıklarıma birebir markaj uyguluyorum. Bizzat telefon edip, mail atıp sergiyi anlatıyorum. “Senin ilgini çekeceğini düşünüyorum, sanatçı şu zamana kadar burada, belki onunla röportaj yapmak istersin” diyorum. GÖRÜNÜRLÜK YARATMA STRATEJİLERİ Depo olarak ne kadar görünür durumdayız derseniz içeriden biri olarak bunu benim değerlendirmeye kalkışmam yanlış olur ama şunu söyleyebilirim: Sergiler kendi izleyicisine bir
MODELLER VE STRATEJİLER
Peki, sergilerde mahalle baskısı yüzünden sansür uyguladım mı? Evet; Avrupalı kadın fotoğrafçıların eserlerinin yer aldığı serginin küratörü bir nü fotoğraf için “bunu koyarsam sorun olur mu” diye sorduğunda “olabilir” diye cevapladım. Sonuç olarak, o iş serginin dışında kaldı. Bir seferinde, Mürüvvet Türkyılmaz bir Açık Masa toplantısına güzel sanatlar fakültelerinde çıplak modellik yapan bir arkadaşını dâhil etmek istedi. Fikir olarak da çok ikna olmadım galiba ama itiraf edeyim ki haberi olursa mahallelinin göstereceği tepkiden çekindim.
“sigara odası” diye adlandırdığı bir alan var. Sanatçı Onur Ceritoğlu, bir süreliğine oraya yerleşti ve ilginç şeyler yapıyor: Odaya bir masa, bir fotokopi makinesi koydu; bir süre mekânın içinde kalarak, fanzin benzeri bir şey üretmeyi hedefliyor. Katlardaki sergilerle ilgili malzemeleri topluyor; Hafıza Merkezi’ndekilerle sohbet ediyor, onların yaptığı işleri öğreniyor. Kullandıkları kağıtların arka yüzlerini işliyor, o kağıtları okuyor, vs.
189 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
yansımasını birebir Tophane’de yaşıyoruz.
MODELLER VE STRATEJİLER
rastlarsam üşenmeyip, sergiyi birebir anlatıyorum.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
190
şekilde ulaşıyor. Ne kadar duyurursanız duyurun, bazı sergilere az insan geliyor. Gelen izleyici sayısı serginin veya etkinliğin konusuna, sanatçısına, konuşmacısına göre değişiyor. Tabii ki daha aktif bir reklâm stratejisi izleyebiliriz ama izleyicinin ilgisi, takibi ve beğenisi daha etkin bir duyuru kanalı oluşturuyor. Bize, güncel sanat sergilerine giden kitle de geliyor; üniversitelerden, STK çevrelerinden ve aktivist çevrelerden de izleyicimiz var. Temel olarak, izleyici kitlemizin diğer mekânlara göre daha çeşitli olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız işlerin çeşitliliği, izleyicinin çeşitlenmesine yarıyor. FONLARDAN FAYDALANMA Türkiye’deki sosyal bilimcilerin sanata bakışını genellikle sorunlu buluyorum. Çok mesafeliler; olan biteni yerinde takip etmiyorlar. Çok azı sanatsal üretimleri bire bir takip ediyor ve bunlardan esinleniyor. Hâlâ bunu kırmak için uğraşıyoruz. “BAK” projesine sosyal bilimcilerin dâhil edilmesi o anlamda çok önemli çaba. Belki de bu tip buluşmalar üzerine daha yoğun kafa yormak lazım. “Sergiyi açtık, sosyal bilimciler de gelsin” demekle olmuyor. Eğer bir sosyal bilimci arkadaşa
Eğer büyük bir sergiyse ve işin içinde sanatçıların ulaşımı, konaklaması, eser nakliyesi veya içerik hazırlama ihtiyacı varsa, muhakkak bir fona başvuruyoruz. “Bir Daha Asla”, “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu” gibi sergileri bu işleyişe örnek verebilirim. Bu tür fonları genellikle Avrupa’daki sivil toplum kuruluşlarından ve konsolosluklardan temin ediyoruz. Örneğin “Açık Şehir” sergisine Hollanda Konsolosluğu destek oldu. "ROLL" dergisinin yayın yönetmeni Derya Bengi’nin küratörlüğünü üstlendiği “Uzayda Bir Elektrik Hasıl Oldu”, 60’lı yıllarda farklı alanlardaki dönüşümlere bakan bir AB projesi kapsamında gerçekleşti. “Bir Daha Asla” sergisineyse Açık Toplum destek verdi. Bu tip araştırma gerektiren işlerde mutlaka bir fona ihtiyaç oluyor. Prodüksiyon maliyeti yoksa diyoruz ki; “biz şunları şunları karşılarız, üstüne ihtiyacınız olan işlerde kullanmanız için şu kadar veririz.” “Şunları şunları karşılarız” derken kastettiğimiz de mekânın boyası badanası, elektriği, teknik malzemesi, duyurusu, afişi ve kokteyl masrafları. Maalesef araştırmalara veya eser prodüksiyonuna dair giderleri karşılayamıyoruz ama proje sahibini “şuralardan kaynak bulabilirsiniz” şeklinde yönlendiriyoruz. Bazı fonlara şahıs olarak başvuramıyorsunuz, başvuruyu bir kurum üzerinden yapmanız şart koşuluyor. Bu gibi durumlarda, projeyi sanatçı veya küratör hazırlıyor; biz başvurucu oluyoruz. * İKPG Yıllık 2015: https://issuu.com/izmirkulturplatformugirisimi7/docs/ platform_yillik_2015_web ** BAK Projesi: http://www.anadolukultur.org/en/areas-of-work/projects/ bak-revealing-the-city-through-memory-2016/167 *** MitOst: www.mitost.org/
DOĞAN KİTAP Cem Erciyes
Bildiğiniz üzere, on dokuz yıl boyunca Radikal Gazetesi’nde çalıştım. Onun öncesine altı yıl daha koyabiliriz. Geçenlerde yayıncılık çalıştayında bir oturum için davet aldım; panelin konusu, “Kitap Eklerinin Yirmi Beş Yılı”ydı. Bir de baktım ki en eski kitap eki “Dünya Kitap”; meslekte yirmi beş yılı oradan biçiyorum çünkü “Dünya Kitap” ekibine üçüncü sayısında dâhil olmuştum ve bu benim sektördeki ilk işimdi. Kısa bir zaman önce de Doğan Kitap’ın yayın direktörlüğü görevini üstlendim. DEĞİŞEN KOŞULLARA UYUM SAĞLAYABİLMEK 1990’larda kültür sanat gazeteciliğine başladığım ortamla 2010’lara geldiğimizde içinde bulunduğumuz ortam arasında çok büyük farklar var. Bu devasa farklara iki temel etkenin yol açtığını söyleyebilirim. Birinci etken, teknolojik değişim. İkincisi, o yıllarda çok daha samimi ilişkilere dayanan küçük çaplı kültür ortamımızın önce sektöre, sonra da endüstriye dönüşmüş olması. 1991 yılında Dünya Gazetesi’nin Cağaloğlu’ndaki ofisi küçücük, ancak iki masa alabilen, beyaz önlüklü bir çaycının ince belli bardakta çay dağıttığı, daktilolarla iş çıkardığımız bir yerdi. Eminönü’ndeydi; bulunduğu konum itibariyle neredeyse bütün yayınevleri ve gazetelerle komşuydu. Bütün yazarlar, yayıncılar Eminönü’nde toplanmıştı. O küçücük ofise sürekli birileri gelir, oturur, kalkardı; biz de elle yazıp teslim ettikleri içeriği dizgiye verirdik. Herkesin iç içe olduğu bu dönem hızla son bulurken, önce gazeteler Cağaloğlu’nu terk etti. Hürriyet ve Sabah, şehrin dışına çıkarak İkitelli’de inşa edilen devasa plazalara taşındı. Şık şık ofislere yerleşip, daha büyük çapta bir üretime giriştiler. Yaklaşık beş sene sonra, yayınevleri de Cağaloğlu’nu terk ederek Beyoğlu’na yerleşmeye başladı. Eminönü hızla turizm bölgesine dönüşüyordu ve yerel yönetim, tüm kültürel unsurların oradan çıkması için bastırıyordu. Beyoğlu, 80’lerde çöküntü alanına dönüşmüştü; yerel yönetim bu bölgeyi yeniden kültürel bir merkez olarak yapılandırmaya niyetlenmişti. Yayıncıların da işleri iyi gidiyor olmalıydı ki hepsi çok ucuza satışa çıkmış binalardan ediniverdi. Sonra da o binaları satmak durumunda kaldılar çünkü Beyoğlu için uygulanan bu soylulaştırma ope-
rasyonu öyle kısa zamanda hız kazandı ki binalar yayıncılar için fazla değerli hâle geldi. Oradan hemen uzaklaştılar. Bugünden bakınca görünen şu ki tutunamadılar, Beyoğlu macerası yayıncılar için o kadar da başarılı gitmedi. Ben de bir dönem orada çalıştım. Yayıncıların gelişiyle beraber, kültür sanat gazetecileri olarak biz de Beyoğlu’nu merkez edindik. Her ne kadar çalıştığım gazete Bağcılar’a taşınmış olsa da Beyoğlu’nda küçük bir ofisim vardı, orada takılıyordum. Dünya gazetesi için bir kitap eki çıkartıyordum. 90’ların sonunda plaza gazetecilerine dâhil oldum ve Radikal’de çalışmaya başladım. Birçoğunuzun okuru olduğu Radikal gazetesinin o zamanlar büyük bir beğeniyle karşılanmasındaki temel sebep, kentli bir yaşam tarzını aktarıyor olmasıydı. İnsanlar 1990’ların karanlığından hızla uzaklaşmak, 12 Eylül’ün sıkıntısını üstünden atmak istiyordu. Tüketim kültürü iyi kötü oturmuştu; millet dışarıya çıkmak, sinemaya, konsere gitmek, daha çok kitap satın almak istiyordu. Radikal, sanıyorum ki bu trende denk düşen bir gazete olduğu için uzunca bir süre işi başarıyla götürdü. Bu ihtiyaçlara cevap verebilmek için de bir kültür sanat servisi kurdu. 2000 yılı itibariyle kültür sanat servisinde on iki, on üç kişi çalışıyordu. Bu servisin en büyük özelliği, her alan için bir uzman muhabirin istihdam edilmiş olmasıydı. Tiyatro, sinema, plastik sanatlar gibi alanlarda uzmanlaşmış, kadrolu çalışan, gayet becerikli muhabirlerimiz vardı. Radikal, bu açıdan bize sanatı, kültürel etkinlikleri ve sanatçıları öne çıkartacak türden bir kültür gazeteciliği yapma şansı tanıdı. Kendi hikâyemi yayıncılık serüveniyle paralel anlatmaya çalışacağım: “2000’lerde ne oldu” diye soracak olursanız, yayıncılık daha büyük rakamların konuşulduğu bir alana dönüşmüştü. Buna dair en net örnek bence şudur: 90’ların başında “çok satanlar” çıtası 10.000 adet belirlenmişti. 90’ların sonuna geldiğimizde bu çıta 50.000 adede yükselmişti. 2010’lu yıllarda ise çıtanın 100.000 adedin üzerine çıktığını görüyoruz. Yayıncılık, satış rakamları büyüdükçe zenginleştiren bir mesleğe dönüştü ve ciddi bir endüstri olarak hızla yapılandı. Bunun da bize şöyle bir faydası oldu: Radikal Kitap’ı yayınlamaya başladık; çünkü böyle bir ek için gereken alan açılmıştı. 2001 yılında Radikal Kitap’ı yayınlamaya karar verdiğimizde bu büyüme trendinin farkında değildik, açıkçası. “Entelektüel bir gazetemiz var; nasıl Cumhuriyet’in kitap eki var, bizim de olsun” diyorduk. Fakat ek bir zaman sonra o kadar çok reklâm
191 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Bu buluşmamızda medyanın ve kültür endüstrisinin güncel durumu, alternatif medya ve yayıncılık araçları üzerine konuşalım istiyorum. Belki bu sunumdan ve sohbetimizden bazı modeller çıkartabilirsiniz veya esin alacağınız bir şeyler bulabilirsiniz.
MODELLER VE STRATEJİLER
" cemerciyes
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
192 MODELLER VE STRATEJİLER
Şahsi hikâyeme noktayı koymadan önce, dünden bugüne kültür sanat gazeteciliğinin durumu üzerine biraz konuşalım isterim. Kültür sanat gazeteciliği, bana sorarsanız oldum olası bu alana çok büyük katkı sunmuş Cumhuriyet’in ardılı sayabileceğimiz Yeni Yüzyıl ve Radikal’de kendini gösterebildi. 1990’ların ortasından 2010’lu yılların başlarına kadar bu böyle gitti. Hürriyet, Milliyet, Sabah gibi gazeteler bünyesinde kültür sanat servisi bulunduruyor olmasına rağmen bu tür haberlere hep “lifestyle”, “yaşam” sayfalarında yer verdi. Yeni Yüzyıl, Radikal ve Cumhuriyet gibi küçük gazeteler, kitlesel popülerliğin peşinde koşmadığı için daha rahat hareket edebildi. Diğer yandan festivaller ve bienaller dönemi başlamıştı. Yeni bir tür olarak “festival sineması” ya da “arthouse sinema” dediğimiz akım ortaya çıkmış, bu akımın önde gelen yerli yönetmenleri uluslararası başarılara imza atmaya başlamıştı. Müzik sektörüyse sayısı her yıl artan festivallerle yükselmeye devam ediyor, dünya starlarına üç büyük şehirde sahne açıyordu. 2000’ler, gerçekten çok enerjik ve kuvvetli bir dönemdi. İşte bu enerjik hâl pek çok şeyle beraber kültür gazeteciliğini de pozitif biçimde etkiledi. Şimdi geldik 2010’lara, bence işsiz kalmam bir tesadüf değil. Kültür sanat dünyamız inanılmaz bir hızla küçülüp kıraçlaşıyor. Kurumsallaşması için yıllarca emek sarf edilen o festivaller, büyük konserler birer birer iptal oluyor. Kültür endüstrisinde büyük bir endişe hâli, çok büyük bir sıkıntı var. Umutsuzluk şuradan doğuyor: 2002, 2003, 2004… Hep diyorduk ki “biz ayağımızı yere sağlam basalım, işimizi iyi yapalım; bu siyasi rüzgârlar geçer gider; Türkiye böyle bir ülke, vs.” 2005, 2006, 2007; aynı cümlelerle yola devam. 2009, 2010, 2011, 2012… Değişen bir şey yok. Geldik 2016’ya; bizim üzerine çalıştığımız alanlar daralmaya, binlerce gazeteci, muhabir, kültür sanat insanı işsiz kalmaya başladı. Dahası, birey olarak kendimizi ifade edebildiğimiz alanlar alabildiğine küçüldü. Şimdilik durum hiç de parlak görünmüyor ama bu durumu değiştirecek gelişmeler, günü gelince mutlaka ortaya çıkacaktır. İstanbul Bienali kapsamında yayınladığımız gazete de bir öncüdür. Bu gazetenin İstanbul "Art News", "Art Unlimited" gibi gazeteleşmeyi seçen dergilerin önünü açtığını söyleyebiliriz. Bienale özel bir gazete yayınlamak, Vasıf Kortun’un önerisiydi. “Hayır, yapamam. Seninle gazete çıkarılmaz, kesin kavga
Her ne kadar küçük tirajlı olmayı peşinen kabul etmişse de Radikal’in basılı versiyonu yüz bin kişiye ulaşıyordu. Bienal gazetesinin de İstanbul’da minimum otuz bin kişiye ulaştığını söyleyebilirim. Kitap eki içinse kırk bin rakamını verebiliyorum. Böylece, Türkiye’deki kültür sanat dünyasının en ince damarlarına kadar girebiliyorduk. Adıyaman’da adam bakkaldan bir Radikal alıyor, içinden Kitap Eki çıkıyor oradan da yeni çıkan kitaplarla ilgili bir şeyler okuyordu. Cazip olan, bizi motive eden buydu aslında. Gazetenin dağıtım ve insanlara ulaşma gücü. Bu olanak ortadan kalktığı zaman, başka şeyler yaparak insanlara ulaşmak elbette ki mümkün. Artık herhangi bir konu üzerine internet sitesi, haber portalı açabiliyor, cep telefonlarımızdan canlı yayın yapabiliyoruz ama o kitleyle kurduğumuz iletişim ne kadar doğrudan, ona bakmak lâzım. Yeni Yüzyıl’ı çok önceden yitirmiştik; Radikal’in kapanmasıyla kültür dünyamıza dinamizm getiren olanakları tamamen kaybetmiş olduk. Cumhuriyet’in kapanmaması için bütün Türkiye mücadele ediyor. YEREL VE ALTERNATİF YAYINCILIK ALANINDA FARKLI YAKLAŞIMLAR, YENİ OLANAKLAR İzmir bir vaha gibi görülüyor artık; insanlar çok seviyor burayı… “Türkiye’nin neşeli kentleri” diye bir lâf dolanıyor şimdi İstanbul’da; insanlar İzmir’in yanına sahil kenti olarak Çanakkale’yi, Sinop’u koyuyor. Herkes “Mordor buraya da gelirse” diye tedirgin. “Olmadı, Yunan Adaları’na kaçarız” esprisi dillerden düşmüyor. Bu, gerçekten dehşet verici; demek ki bu dönemin geçip gideceğine artık kimse inanmıyor. Üstelik daha da kötüsüne doğru gittiğimize yönelik bir genel kanı var. Bu gidişatın yönünü değiştirmek adına neler yapılabilir derseniz bu başka bir buluşmanın konusu olsun ama kendi alanıma, medyaya dönecek olursam, yeni iletişim kanalları ve araçları ortaya çıkacak diyebilirim. Belki de hakikaten öne sürdükleri gibi bu işe Facebook’tan, Periscope’tan devam edeceğiz. İnternet siteleri para kazanamayacak ama olsun; o internet sitelerinde ısrarla yazıp çizeceğiz, onların etrafında toplaşacağız ve örgütleneceğiz. İnternet medyasını rahatça değerlendirebilirim, çünkü gazete kapatıldıktan sonra dijital bir haber sitesine dönüşen
MODELLER VE STRATEJİLER
Gazeteciliğimin yirmi beşinci yılına gelmişken, işsiz kaldım. Neyse ki yayıncılık endüstrisi benim gibi bir adamı istihdam etmek istedi ve şimdi bu alanda çalışıyorum. Sadece kitap okuyorum ve kitap seçiyorum. İşin gazetecilik kısmıyla fazlaca uğraşmıyorum ama sanat ve kitap dünyası üzerine yazmaya devam ediyorum. Son olarak Duvar gazetesine yazmaya başladım; www.gazeteduvar.com.tr adresinden yazdıklarımı takip edebilirsiniz.
ederiz” dedim. Vasıf anlaşılmaz görünür, güncel sanatın en damardan temsilcisi gibi ağır bir imajı taşır ama şeker gibi adamdır. Gazete çıkarmaktaki amacı bienali daha geniş kitlelere duyurmaktı. Bienalin olabildiğince çok insan tarafından anlaşılmasını istiyordu. Bizim kültür dünyamızın değişmez çelişkisidir: Hem çok iyi sanat yapmak isteriz hem de herkes tarafından anlaşılmak ve sevilmek isteriz. Bence bu çatışmalı bir yaklaşım; olacak şey de değil… Öyle veya böyle, 2005’de o bienal gazetesini yayınladık. Radikal’de bienallerle ilgili bir şeyler yapma refleksi hep vardı. Onun için bu tip projeler bize geliyordu. Radikal, bir bienal zamanı Serkan Özkaya’nın elle tasarladığı şekilde yayınlanmıştı. Bir başka seferinde, Borga Kantürk bize bir proje hazırlamıştı; kartondan müze dağıtmıştık gazeteyle. Çok ironik, çok matrak ve çok dahice bir fikirdi. Sonra Serhan Ada’nın ön ayak olmasıyla ve Kale Grubu’nun desteğiyle Tasarım Gazetesi’ni yaptık.
193 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
almaya başladı ki iş çığırından çıktı. Radikal Kitap’ın sayfa sayısı, gazetenin sayfa sayısını aşmaya başladı. Nitekim “mutlu son” diyorum ben, Radikal tamamen kapandı gitti ama Radikal Kitap, Hürriyet bünyesinde yayın hayatına devam ediyor. Sanırım, Türkiye’nin medya tarihinde buna benzer başkaca bir hikâye yoktur.
MODELLER VE STRATEJİLER
Radikal’de dört ay yayın yönetmenliği yaptım. Gazetecilik tarihimizde en kısa yayın yönetmenliği yapanlardan biriyim. “Ben bu radikal.com.tr’yi nasıl ayakta tutarım” diyerek saldırdım işe ama kapanmaması için patronu ikna edemedim. Bir sene daha devam edebilseydik bence para da kazanırdık.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
194
İnternet yayıncılığının çok farklı dinamikleri var; gazete tasarlamaya hiç benzemiyor. En basitinden, gazetecilikte güne diğer gazeteleri okuyarak başlarsın. Saatler ilerledikçe günlük tempo artar çünkü gazeteyi saat yediye kadar baskıya göndermen şarttır. Günü derleyip işini bitirirsin. Fakat internet gazetesi öyle değil; tempo, tam tersine sabah saat yedi gibi zirve yapar ve harıl harıl içerik hazırlamaya başlarsın çünkü insanlar kalkar kalkmaz siteye bakar. Öğlen paydosunda tempo tekrar yükselir, ardından akşam saat beş gibi üçüncü yoğunluk başlar ve saat altıdan sonra haber bağımlıları hariç, kimse siteye bakmaz olur. Ancak akşam belli bir saatten sonra mobil girişler bir miktar yükselir. Görüldüğü gibi bir haber sitesinin izlenme saatleri açısından farklı eğriler söz konusu. İnternet gazeteciliği, alışılageldik gazetecilikten tamamen farklı dinamiklere sahip. Sürekli olarak, “hangi haberi kaç kişi okumuş”; “hangi haber sosyal medyada nasıl karşılık görmüş”; onu takip edersiniz. Herkes için tek bir hedef vardır: Daha fazla okunmak ve okuru mümkün olan en uzun süre sitede tutabilmek. O yüzden internet medyasında itibarın karşılığı yoktur. Tek kutsalı trafik almaktır, reytingi artırmaktır. “Seks satar” topuna girmemek çok zor, çünkü bu cins içeriklerden sürekli trafik alabiliyorsunuz. İtiraf edeyim ki Radikal dâhi bu tür yalpalamalar yaşadı. Biliyorsunuz işte, artık hepinizin nefret ettiği o üstü kapalı “öyle bir şey oldu ki” gibi tuhaf başlıklar, sonsuza kadar uzayan ve aslında okura hiçbir şey söylemeyen o foto galeriler… Bunların tamamı trafik almak için uydurulmuş, okuru sömüren numaralar. Dijital medya bu tuzağa düşmek zorunda kalıyor, çünkü reklâm vereni çok sınırlı. Bugün dâhi yeterince gelir getiren bir alan değil. İnternet edisyonundan para kazanmak o kadar zor bir şey ki bunu sadece Hürriyet, Milliyet gibi gazeteler becerebiliyor. Çünkü bu gazetelerin sitelerine günlük dört milyon civarında giriş yapılıyor. Düşünün ki Hürriyet gazetesinin basılı edisyonunu ancak üç yüz elli bin kişi satın alıyor ama internet sitesine girenlerin sayısı birkaç milyonu geçiyor. Ne var ki bu giriş sayısının dâhi yeterince maddi karşılığı yok. Son dönemlerinde Radikal’in günlük ziyaretçi sayısı bir milyon civarındaydı. Bu sayı da Radikal’i ayakta tutacak reklâm gelirini sağlamaktan çok uzaktı. Blogları dâhil etmezsek, Türkiye’de şu an faal olarak içerik giren otuz civarında kültür sanat sitesi var. Az bir rakam değil bu, üstelik sayı gittikçe artıyor. Site başına aylık trafik elli bini geçmez. Kültür sanat çok geniş bir alan olmasına rağmen çağdaş sanat sitesi, tiyatro sitesi, tasarım sitesi, müzik sitesi yaparak ekonomik girdi sağlamanız bugünün koşullarında mümkün görünmüyor. Uzun yıllar Milliyet’te kültür sanat gazeteciliği yapmış Ayşegül Sönmez’in kurduğu Sanatatak, benim çok beğendiğim bir portal. En iyi dostunun İş Bankası, Fenerbahçe şube müdiresi olduğunu söylüyor çünkü siteyi ayakta tutabilmek adına sürekli bankadan kredi çekiyor. Herkes bitmek bilmeyen bir borç harç havuzunda yüzüyor.
İnternet medyası, özgürce içerik üretebileceğiniz ve paylaşabileceğiniz bir mecra. Basılı medyanın bu derece baskı ve güdüm altında olduğu zamanlarda kendi sitenizi açmak çok iyi bir fikir gibi görünüyor. Tasarım ve işletim çok kolaylaştı, yazdığınız yazıları tek tıkla geniş kitlelerle paylaşmak çok kolay, başkalarına yazı yazdırmak daha da kolay. Bu mecrada daha demokratik bir ortam var ama bütüne bakınca çok dağınık bir yapı görüyorum. Zamanla her sitenin etrafında o siteyi kuran kişilerin, siteye içerik üretenlerin eşi dostu birikiyor ve sonuç olarak okur kitlesi kafa dengi arkadaşlardan ibaret küçük çemberlerin içine sıkışıp kalıyor. Eskiden gazeteler, okurun kimliğini tanımlayan ve tamamlayan bir araç görevi görüyordu. Cumhuriyet veya Radikal okuru olduğunu göstermek, bir şeye tekabül ediyordu. Gazeteler, etrafında daha büyük kimlik çemberleri oluşturuyordu. Şimdilerde, kimliklerde yaşanan kırılmaların da etkisiyle, o büyük cemaatlerin yerini küçük cemiyetler aldı. İnternet yayıncılığı, sanıyorum ki bu ruha uygun düşüyor ya da bu ruhu körükleyen bir şey. Amerika’daki birçok gazete, basılı edisyondan vazgeçip internetten yayına geçti. Bazısı bunu deneyip basılı edisyona geri dönmek zorunda kaldı. Newsweek bunlardan biri çünkü baktı ki siteye beklediği ölçüde giriş yapan yok. Çok sevdiğim, kendime ve gazetecilik anlayışıma yakın bulduğum İngiliz gazetesi Independent, tıpkı Radikal gibi önce tabloid formata geçti; tirajı elli binlere düşünce internet üzerinden yayın yapmaya başladı. Radikal olarak Independent’ı taklit etmiştik, açıkçası. Şimdi çok kötü gidiyorlar. Hiç şansları yok yani. Bu geçişi istediği gibi gerçekleştiren, siteye giriş yapanlardan para almayı başaran bir New York Times var, bir de The Times. İnsanlar bu gazetelere makale, analiz, dosya, haber okumak için para veriyor. Malûmunuz, Google reklâmları internet siteleri için önde gelen gelir kapılarından biri. Birçok site, para kazanma yolunu Google reklâmlarında arıyor. Google dediğin de çok uyanık bir mecra. Meselâ Türkiye’deki pek çok internet sitesi aklı başında, okuryazar, son derece donanımlı genç adamlardan ve kadınlardan oluşan departmanlar istihdam ediyor. Bunlar harıl harıl Google’ın sırlarını çözmeye uğraşıyor çünkü Google sık sık algoritmasını değiştiriyor; böylece kendini yukarıda gösterme imkânlarını ortadan kaldırmaya çalışıyor. Sır çözücüler de sürekli yenilenen algoritmaları deşifre edip ona göre numaralar üretmeye gayret ediyor. O yüzden özgün içerik üretmenin en önemli silah olduğunu unutmayın. İlk sayfada bir numarada çıkmak, en yukarıda görünmek istiyorsan özgün içerik üretmen şart. Eğer oradan buradan kopyaladığın içerikle ilerliyorsan bu kolaycılık seni listede aşağıya doğru ittiriyor. Bazı siteler, bu yüzden “makale yaz kazan” türü kampanyalar ilân ediyor. Mizah yayınları, son beş yıldır dergiciliğin ana damarını tutuyor. Bunlar aslında mizah dergisi değil; ilginç bir içerik politikası güdüyor. Ben bu yayınları kabaca “güzel yazı dergileri” olarak adlandırıyorum. Çok ciddi tirajlar yakaladılar. Aslında futbol dergisi "Socrates"i de bu hatta dâhil ediyorum. Sözünü ettiğim dergilerden çok daha nitelikli, niş bir yayın. İçinde hakikaten çok güzel yazılar var; kendi kişisel tecrübelerini işin içine katan, meselelere hafif eleştirel bakan ve biraz sol tan-
E-kitap, Türkiye’de bir türlü ilerleyemiyor. Bence tek sebebi var, o da yayıncıların bu alana yatırım yapmak adına oldum olası gönülsüz davranması. Hâtta daha da ileri gidelim; yayıncılar e-kitap çok da hızlı gelişsin istemiyor çünkü alıştıkları birtakım üretim ve pazarlama biçimleri var. O biçimler üzerinden bir dünya, düzen kurmuşlar. E-kitap, onlara göre gereğinden fazla yaygınlaşırsa sektörü baştan kurmak zorunda kalırlar. Ayrıca e-kitap o kadar da ucuz bir şey değil; orada yaygın bir yanılgı var. Doğru; korsan kopyaları bedava. Basılı kitaptaysa korsan neredeyse kalmadı diyebiliyoruz.
Sanat üzerine yazan, çizen bir sürü genç insan olduğunu biliyorum; çeşitli dergilere, bloglara, sitelere, fanzinlere yazıyorlar. Bu alan üzerine sürekli atölye çalışması düzenleniyor. Bu atölyelerden yetişen kalemler var ama bir destek mekanizması yok. Karizmatik eleştirmenler arıyoruz, ayrıca. Nurullah Ataç veya Fethi Naci gibi eleştirmenler ortaya çıksın istiyoruz. Çünkü bu donanımı, üslubu biraz özlüyoruz. Ne var ki bugünün dünyasının böylesine karizmatik eleştirmenler üretmesi olanaksız görünüyor bana. Neden derseniz, entelektüelin tanımı değişti. Saydığım isimler, topluma ve ülkenin kültür dünyasına öncülük eden isimlerdi. Onlar da kendilerini öyle kodluyordu. 1960’ların Çetin Altan’ını düşünün; bir yazı yazdı mı meydanlar doluyordu. Öyle köşe yazarları da yok artık. Yani bu tür şeylerin pek de karşılığının kalmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Galericiler, festival sahipleri bu bağımsız yayınlara doğru dürüst ilân verse, buradan elde edilen finansmanla genç eleştirmenlerin yazılarının karşılığı ödenebilse, iş bir derece çözülür ama henüz oralara gelmedik. MEDYANIN YAŞADIĞI GÜVENİLİRLİK KRİZİ
Medya, güvenilirlik kaybından kaynaklanan krizden nasıl çıkacak, onu da bilemiyorum. Gezi’yi örnek vereceğim: Olaylar başladığında bienalin açılışı dolayısıyla bir grup kültür sanat gazetecisiyle beraber Venedik’teydik. Birden bire Gezi Parkı’nda ELEŞTİRİ KURUMUNUN ÖNEMİ bir şeyler olduğunu fark ettik. İnsanlar sokaklara dökülmeye Radikal’in kültür sanat sayfalarının bir diğer farkı, istisnasız başlamıştı. Tabii gazeteci refleksiyle o an orada olmak istiyorolarak sanatın her alanına dair eleştiri yazılarına alan açısun. Herkes bienali boş verdi; kablosuz internet bağlantısı buyor olmasıydı. Haftanın her günü bir eleştiri yazısı çıkıyordu. labildiğimiz kafelere üslenip gelişmeleri Twitter’dan takip etEleştiriyi yazmak ve yayınlamak çok zor şeyler. Belalı bir şey meye başladık. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyoruz ve bir an ayrıca; Türkiye’de hiçbir sanatçı ya da yazar tanımıyorum ki önce İstanbul’a dönmeyi arzuluyoruz. Ölüm haberleri geliyor, aleyhindeki eleştiriye cevap yetiştirmeye kalkışmasın. Bunun “üç yüz bin kişi yürüyerek Boğaz Köprü’sünü geçiyor” gibi lâflar istisnası yok mu? Tabii ki var ama ben yirmi beş yılda sadedolanıyordu. Bunları sosyal medyadan aktaran arkadaşlarıma ce birkaç kişi tanıdım. Eleştirmen kendinden emin olacak, “sosyal medya tamam ama güvenilir haber sitelerinden bunları tebulunduğu alanı dolduracak. Sadece goy goy yapmayacak; yit etmediğimiz sürece inanmayalım” diye öğüt veriyordum. beğenmediği şeyleri yazacak, trendlere işaret edecek. Haklı olduğuna kanaat getirmişse, editör ve gazete de eleştirmeni- Güvenilir haber sitesi kavramı hakikaten önemli. Haber üretmek dediğin çok pahalı bir şey… Siteni, gazeteni ayakta tutabilnin arkasında duracak; onu kollayacak. Haklı olduğuna kanaat mek istiyorsan oradan buradan haber araklayıp kopyala yapışederse dedim çünkü eleştirmen de şirazesinden çıkabiliyor tır yapmayacaksın. O alana gönderecek gazetecin, donanımlı bazı zamanlarda. ve tecrübeli muhabirlerin olacak. Bu insanlar orada gezecek, Ben kendimi bildim bileli hep şöyle bir cümle kurulur: alandaki dinamikleri kollayacak, fotoğraf çekecek ve anında “Türkiye’de eleştiri kurumu yok”. Kafamızdaki eleştiri kavramıvideo bağlantısı yapacak. Dahası, bu haberleri gazetecilik nın ne olduğundan yeterince emin miyiz, onu bilemiyorum. ahlâkına sadık kalarak üretecek. Peki, o adam nasıl geçinecek? Sanat eserlerine ilişkin eleştirilerin genellikle politik düzlemGazetecinin orada bulunmasının, yanında gezdirdiği ekipmade kaleme alındığını düşünüyorum. Bunu özellikle tiyatro için nın bir maliyeti var. İşte o maliyetin karşılanabilmesi adına, iddia edebilirim; sanatsal kriterler, dramaturji, müzik veya reji eskiden işleyen bir ilân düzeni vardı. İçeriğin güvenilirliğini üzerinden yapılan eleştiri çok seyrek çıkar. Bir de kimseyi tatyok eden, özgünlüğünü ortadan kaldıran ve gazeteleri, siteleri min edemiyorsunuz. Radikal’deyken tiyatrocular hep tiyatrobedava kopya habere yönlendiren yaklaşımın kökü bu yoksunya yeterince alan açmadığımdan şikâyet ederken güncel sanat
MODELLER VE STRATEJİLER
Bir arkadaşım "Gergedan" dergisinden bahsetti: “Ya Cem, biz ne gergedanlar gördük, bunları mı okuyacağız” dedi. Dedim ki, “sözünü ettiğin Gergedan çıkalı otuz sene oldu, belki daha fazla”. Ben İzmir’de öğrenciydim o zamanlar. Düşünün, Enis Batur’un çıkarttığı Gergedan ne kadar şiddetli ve kalıcı bir etki yaratmış. Demek ki bir gün kapansalar dâhi, güçlü yayınların okurda bıraktığı etki uzun süre kalıcı olabiliyor.
dünyası, “yeterince sanat yazısı yayınlanmıyor” diye hayıflanırdı. Her ne olursa olsun; neticede yazarları, bu içeriklere yer açanları pamuklara sarıp kollamamız lazım. Gerçekten çok zor bir şeyle uğraşıyorlar. Üstelik eleştiri yazmanın maddi bir karşılığı yok. Eğer büyük bir gazeteye yazıyorsan yazı başına iki yüz elli lira alırsın. Yahut kadroya girersin; bir muhabir maaşı ortalama üç bin liradır. Yani sadece eleştiri yazarak ayda üç bin lira kazanıyorsan kendini dünyanın en şanslı insanı sayabilirsin.
195 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
danslı ama popüler kültürle barışık, birbiriyle paslaşan yazarlar katkı sunuyor "Socrates"e. Benzerliği buradan kuruyorum çünkü “güzel yazı dergileri”nin okuru, tıpkı "Socrates"in okuru gibi gönüldaşlık kurduğu yazarları takip etmek istiyor. Ertuğrul Mavioğlu, Pınar Öğünç, İsmail Saymaz aklıma ilk gelen isimler. Genç okur; metroda, minibüste, otobüste çantasından gazete çıkarıp okumuyor, bunları okuyor. Ayrıca, bu dergilerin internet edisyonları yok. O içeriğe sadece dergiyi satın alırsan ulaşabiliyorsun. Sadece şunu merak ediyorum: Bu yeni bir başlangıcı mı işaret ediyor, yoksa trajik bir bitişi mi? Yani buradan yeni bir dünya mı doğacak yoksa eskimişlik duygusu veren ve 70’lerin mizanpajına özenen bu dergiler basılı medyanın sonunu mu tayin edecek? Bilemiyorum.
MODELLER VE STRATEJİLER İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
196
lukta yatıyor. Birçok gazete ve haber sitesi, bu maliyeti karşılayamadığı için veya karşılamaktan imtina ettiği için kopyala yapıştır haberlere rağbet ediyor ama böylece medyanın güvenilirliğine müthiş zarar veriyor. Bir türlü güvenilir haberin kaynağına doğru gidemiyoruz. Bu yüzden ben, on siteye bakıp o haberin gerçek olup olmadığını teyit etme ihtiyacı hissediyorum. Son dönemde ortaya çıkan “basın bülteni gazeteciliği” de ayrı bir dert. Sen içeriği hazırlayıp gönderiyorsun, gazete ya da internet gazetesi onu olduğu gibi kopyalayıp yayınlıyor. Neden? Çünkü kimse içerik üretmeye, sana üç beş soru soracak yazara para harcamak istemiyor. Muhabir olmadan özgün içerik üretilemiyor, üretilemez. Normal şartlarda yaşayan ülkelerde gazeteler hata yapmaktan, eleştirilmekten çok korkar. Bir medya kuruluşunun, özellikle de gazetelerin en büyük sermayesi güvendir. Eğer güven veremiyorsan, okur seni okumaktan hızla vazgeçer. Öyle veya böyle; bir süre sonra yok olur gidersin. TANITIM VE DUYURU ARAÇLARI DÖNÜŞÜYOR Duyuru, ilân, tanıtım açısından ilişki biçimlerinin hızla değiştiğini gözden kaçırmamak gerekiyor. Örneğin 2005 yılında Babylon’daki bir konserin tamamen dolabilmesi için Radikal’de haber olması gerekiyordu. 2012 yılındaysa durum tamamen değişmişti: Babylon’un umurunda bile değildi Radikal. Çünkü Pozitif grubu, kitleyle iletişim kuracağı başka araçlar geliştirmişti. Toplu mail gönderiyorlar, web siteleri ve radyoları var; etkinlikleri de Biletix’e koyuyorlar. Biletix gibi yapılar, zamanla etkinlik gazetesi gibi görev görmeye başladı. Dinleyici, izleyici siteye girip “bu hafta nerede ne varmış” diye oraya bakıyor. İKPG ÜZERİNE DEĞERLENDİRMELER Prensip olarak İzmir ile ilgili her şeye evet demeye çalışan bir adamım. Benim gibi bir sürü insan var etrafımda. Bu şehri seviyoruz. 2009 yılında Kültür Çalıştayı’na katılmıştık. Açıkça-
sı o çalıştaydan çok bir şey çıkacağını zannetmiyordum ama aradan geçen zaman içerisinde belediyenin hayata geçirdiği projeler, İzmir Akdeniz Akademisi ve İzmir Kültür Pla+formu Girişimi gibi oluşumlar derken, epeyi yol kat edildiğini görüyorum. Sadece, bu yapının daha hızlı toparlanması gerekiyordu. Büyük hedeflere ulaşmak kolay değil. Meselâ neden çalıştaydan somut bir şeyler çıkacağına inanmıyordum? Çünkü İzmir’in önüne koyduğu “kültür, tasarım ve yaratıcı sektörlerle kalkınma” vizyonu, bana biraz havada görünüyordu. Hatırlarsınız; o yıllarda bu kavramlar çok popülerdi, dolayısıyla da hızla aşınmaya aday görünüyordu. Bu kavramlar her şehirde dillerde dolanıyor. Bakıyorsun, İstanbul da öyle olmak istiyor, Malatya da bunu öne sürüyor. Bunu başarmak her şehre nasip olacak bir şey değil ama İzmir o iradeyi göstermiş ve büyük mesafe kat etmiş. Pla+form dergilerindeki “Fihrist” kısmına bakınca şaşırıyorum; İzmir’de benim sandığımdan çok daha fazla kültürel aktör olduğunu görüyorum. Demek ki burada bir şeyler iyi gidiyor. Pla+form dergisi, İKPG’yi daha yakından takip etmem gerektiği hissini, bilincini yaratıyor bende. Dergileri evde saklıyorum. Gazeteciler her şeyi evde saklamaz, biliyorsunuz. Dergi Radikal’deyken elime geçtiğinde çok şaşırmıştım çünkü ilk defa bir yayın, İzmir’de kimin neyle uğraştığına görünürlük kazandırıyordu. Web sitesi, haritalama sayısı derken, İKPG ulusal bir kültür aktörü olabilir. Neden olmasın? Pla+form neden ulusal çapta yayınlanan bir kültür yayınına dönüşmesin? Böyle bir hamle, özellikle İzmir’in imajını ve şehrin kültürel potansiyelini görünür kılma adına büyük bir ivme yaratacaktır.
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
197
MODELLER VE STRATEJİLER
İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
İZMİRKÜLTÜR İLETİŞİM TOPLANTILARI ÇAĞRI METNİ
198
İZMİRKÜLTÜR PLA+FORMU GİRİŞİMİ Çalışmalarını üç yıldır sürdüren İKPG, bir yandan şehirdeki kültür üreticilerini / mekânlarını / kurumlarını bir araya getiren, diğer yandan bu aktörleri Akdeniz kıyı şehirlerinin kültürel ve sanatsal girişimleriyle buluşturan bir çatı yapılanması olmayı amaçlıyor. Öncelikli hedeflerimiz; İzmirli kültür üreticilerini kayıt altına almak ve bu vasıtayla kentte kültür sanat alanında var olmaya devam eden aktörleri birbirlerine bağlamak, tüm bu yapıları akademinin temel politikası gereği, Akdeniz’in diğer kültür ve sanat aktörleriyle bir ağ üzerinde buluşturarak görünürlüğü artıracak mekanizmalar oluşturmak. İzmir Akdeniz Akademisi’nde gerçekleştirdiğimiz toplantılarda farklı mecralarda çalışan sanatçıları, kurumları, akademisyenleri ve bağımsız oluşumları bir araya getirmeyi, böylece her katılımcının kendisi (ve/veya) grubu hakkında bilgi paylaşımında bulunmasını, birbiriyle tanışmasını amaçlıyoruz. Toplantılar sırasında yaptığımız ses ve video kaydı vasıtasıyla İzmir’deki kültür ve sanat aktörlerinin mülakat arşivini tutmayı ve bu verileri sizlerin yazılı onayını almak kaydıyla dijital mecralarla birlikte, bülten ve yıllık gibi basılı yayınlarda bir araya getirmeyi planlıyoruz. Bu çabayı ayrıca bizleri Akdeniz’e bağlayacak geniş bir ağın temelini atmak adına bir ilk adım olarak görüyoruz. Bizlerle paylaşmak isteyeceğiniz üretimlerinize ilişkin yazılı veya görsel materyaller, oluşturmaya çalıştığımız veri tabanına yardımcı olacaktır. TOPLANTI FORMATI Sunumlar
Talep ettiğimiz sunumun içeriğini şöyle özetleyebiliriz: > Faaliyet alanlarınız > Çalışma alanlarınız (İzmir / başka bir şehir veya ülke) > Üretim mecralarınız ve yöntemleriniz > Bugüne dek hayata geçirdiğiniz projelere dair kısa bir özet > Halen yürüttüğünüz projelere dair kısa bir özet > Yakın gelecek için tasarladığınız projeleriniz > Ortaklaşa çalıştığınız ağlar (networking / imece ve dayanışma ağları / çözüm ortakları) Forum Sunumların ardından kısa bir ara verip, forum formatına geçiyoruz. Forum kısmında birlikte öğrenmeye, deneyim paylaşımına ve ortak iletişim ağı oluşmasına ilişkin mekanizmaları nasıl kurabileceğimizi arıyoruz. İzlek Bugüne dek İzmir’de kültür sanat alanında karşılaştığımız engel ve sorunlara odaklanmaktan kaçınarak var olan üretimin boyut, çeşit ve niteliğinin altını çizmeyi, ortaya çıkan sorulara beraberce cevap aramayı, sinerji yaratmaya dair önerileri öne çıkartıyoruz. Mevcut sorunlara takılmadan "beklemek yerine yapmak, eleştirmek yerine üretmek, kapanmak yerine açılmak” perspektifiyle yeni modeller ve yöntemler arıyor, kentte kültür sanatın nasıl geliştirilebileceğine dair önerilerimizi paylaşıyoruz. Görüşmek umuduyla…
199 İ Z M İ R K Ü LT Ü R P L A + F O R M U G İ R İ Ş İ M İ Y I L L I K 2 0 1 6
Sizden maksimum on dakika süreli bir sunum talep ediyoruz. Sunum formatı konusundaki tercihi size bırakıyoruz (power point / ses – video destekli / fotoğraflı). Sözlü olarak da sunum yapabilirsiniz.
! " # ikpgplatform issuu.com/izmirkulturplatformugirisimi7