İzmir Büyükşehir Belediyesi adına İmtiyaz Sahibi Aziz KOCAOĞLU Sorumlu Müdür Ayşegül SABUKTAY AKTAŞ Yayın Koordinatörü Şervan ALPŞEN İçerik Editörleri Sarp KESKİNER Elfin YÜKSEKTEPE BENGİSU Borga KANTÜRK Cenker EKEMEN Grafik Tasarım ve Uygulama Emre DUYGU Katkıda Bulunanlar İzmir Akdeniz Akademisi Kültür Sanat Danışma Kurulu Toplantıları ve İzmirKültür İletişim Toplantıları katılımcıları. Yönetim Yeri İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ Mehmet Ali Akman Mah. Mithatpaşa Cad. No: 1087 PK: 35290, Konak, İZMİR Tel: +90 (232) 293 46 12 Faks: +90 (232) 293 46 10 kultursanat@izmeda.org www.izmeda.org Basım Yeri MEDİFORM AMBALAJ MATBAA SAN.TİC.LTD.ŞTİ. 5627 Sok. No:37/A Çamdibi, İzmir Tel: (232) 458 01 01 Birinci Baskı: Aralık 2015. Baskı Adedi: 1000 İzmirKültür Pla+formu Girişimi Yıllık 2015, İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Akdeniz Akademisi yayınıdır. Her hakkı saklıdır. Yazı, fotoğraf, çizim ve haritalar; yazılı izin alınmadan kullanılamaz.
© İzmir Büyükşehir Belediyesi
3 BAKIŞ 3 AZ İ Z KOCA OĞLU 4 İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ, İZMİR’DE BİR KÜLTÜR PLA+FORMUNUN OLUŞTURULMASINDA AKTİF ROL ALMAK İSTİYOR P ro f. D r . İ lh a n TE KE L İ 6 BELEDİYE HAYALLERLE BÜYÜYOR DR. AY Ş E GÜL S A B UKTAY
2
8 AKDENİZ’DEN İZMİR’E, İZMİR’DEN AKDENİZ’E Do ç . D r . S e r h a n A D A
12 FORUM
38 BİLEŞENLER
164 MODELLER VE STRATEJİLER
207 İZMİRKÜLTÜR İ L E T İ Ş İ M T O P L A N T I L A R I ÇA ĞR I M E TN İ
Eminim ki sizler de çok yakından takip ediyorsunuz; İzmir'deki kültür alt yapısını güçlendirmeye yönelik çabalarımız giderek hız kazanmaya başladı. Avrupa'nın sayılı konser salonlarından biri olan Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi'nden sonra, şimdi de Türkiye'nin ilk opera binası olarak projelendirdiğimiz yeni sanat mabedimizin yapımına başlıyoruz. Kültürpark'ı adına uygun bir şekilde, yeni bir kültür sanat odağı haline getiriyoruz. Restore ettiğimiz Eski Havagazı Fabrikası’nı yeni bir kültür sanat mekânı olarak kentimize armağan ettik. İzmir Kültür Çalıştayı'nda ortaya çıkan 'Akdeniz'in Kültür Başkenti İzmir' temasıyla belirlediğimiz yol haritasının ortaya çıkmasından bugüne dek geçen süreye baktığımızda, kentlerin ömründe 'bir an' olarak sayılabilecek bu kısa zaman dilimi içinde, İzmirlilerle birlikte kültür, sanat ve tasarım alanlarında önemli işler başardık. 'Akdeniz'in Kültür Başkenti İzmir' hedefiyle belirlediğimiz yol haritası uyarınca, Türkiye’de ilk kez belediye bünyesinde kültür yönetişimi programı başlattık. İzmir Akdeniz Akademisi'ni kurarak kültürü yalnızca altyapı ve tarihi miras olarak değil; kentimizin mevcut kültür insanları ve sanatçılarıyla birlikte geliştirmek üzere harekete geçtik. İzmirli kültür sanat aktörleriyle işbirliğimizi büyük ölçüde güçlendirdik. İzmir'in denizle ilişkisini artırmayı hedefleyen 'İzmirDeniz Projesi' çalışmaları sırasında, kolektif bir çabayla İzmirKültür Pla+formu Girişimi fikrini oluşturduk. İzmir'in kültürel altyapısını büyük dünya kentleriyle yarışacağı bir düzeye getirmeyi kendimize bir görev addettik. Geçmişi olmayan bir kentin geleceği de olamayacağı fikri doğrultusunda, tarihi mirasımızın korunması ve gün yüzüne çıkarılması konusunda çok önemli adımlar attık. Nea Smyrna Agorası’ndan Foça’daki Phokai’ye kadar pek çok antik kentin kazı çalışmalarına verdiğimiz destek; uzun süredir bir kuyumcu hassasiyetinde yürüttüğümüz, tarihi kent merkezinin yeniden canlandırılmasını hedefleyen İzmirTarih Projesi ve bu proje kapsamında oluşturduğumuz Tasarım Atölyesi, İzmir tarihinin ayağa kaldırılması yönünde gerçekleştirdiğimiz önemli hamlelerden sadece birkaçı. Kentin geçmişini derleyip siz hemşehrilerimizle paylaşan Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi'nin çalışmalarıysa İzmir'in yaşayan kültürüne çok önemli katkılar sağlamaya devam ediyor. Gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki, bugün geldiğimiz noktada İzmir'i Akdeniz'de bir kültürel merkez haline getirmek gibi bir hedef için zorunlu olan en önemli adımları sizlerle birlikte attık; gerekli yeni adımları da birlikte planlıyoruz. İzmir’in adını, hep birlikte bir kültür-sanat kenti olarak dünyaya tanıtıp kabul ettireceğimize en az benim kadar, güzel İzmir’imizin aydın, çağdaş insanlarının da inanmasını istiyoruz. Bu onur hepimizin olacak. AZİZ KOCAOĞLU İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı
BAKIŞ
Değerlİ Hemşehrİlerİm, Sosyal belediyeciliğin en önemli göstergesi, kente ve kentliye karşı özenli yaklaşımdır; kültür ve sanatsa hiç kuşkusuz bu özenin lokomotif unsurudur. Altyapı, ulaşım ve kent yenileme gibi alanlarda yapılan yatırımlar çok büyük önem taşısa da ‘kent’ ve ‘kentlilik kültürü’ için kültür ve sanat olmazsa, bütün bu çalışmalar hep bir eksiklik taşır. Kültür ve sanat, kentlerin birikimlerini yoğunlaştırır, o kentte yaşayanların aidiyet duygusunu güçlendirir; dahası ‘yaşama sanatı’nın kalitesini yükseltir. İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak, kültür ve sanat faaliyetlerine işte bu bilinç ve duyarlıkla yaklaşıyoruz.
3
İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ, İZMİR’DE BİR KÜLTÜR PLA+FORMUNUN OLUŞTURULMASINDA AKTİF ROL ALMAK İSTİYOR
Prof. Dr. İlhan TEKELİ
BAKIŞ
İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ KURUCU ONURSAL BAŞKANI, B İ Lİ M KU RU LU V E Y Ö N E T İ M K U R U L U Ü Y E Sİ
4
İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ, bir düşünce kuruluşu olduğu kadar, bir demokratik platform olmak iddiası taşıyor. Akademi, bu yıllığı çıkararak İzmir’de bir kültür platformunun oluşmasına aktif olarak katılmak istiyor. Günümüzde İzmir gibi dünyanın en büyük yüz otuz kenti arasında yer alan bir şehirde faaliyet gösteren çok sayıda aktör, değişik türde kültür ve sanat etkinliği gerçekleştirmektedir. Bu yıllığın çıkışının İzmir’in kültürel etkinliklerinden biri olmanın ötesine geçen bir iddiası bulunmaktadır. Bu iddianın içeriğini kavrayabilmek için 'platform' olma işlevinden ne beklendiğine açıklık kazandırmak gerekiyor. Kültür kavramını çok sık kullanıyoruz. Bu kavram, çok değişik anlamlarda kullanılmakta; farklı siyasal söylemlerde ona değişik anlamlar yüklenmekte. Kültür, en geniş kapsamını antropolojide kullanıldığında kazanmaktadır. Tüm yaşamı kapsamaktadır. Kültür, insanların doğa ve toplum içinde yaşarken geliştirdiği bilgilerin, inançların ve değerlerin, ideolojilerin ve tutumların tümünü içeriyor. Kültür, etkili olduğu alanlarda, tüm yaşayanların iş yapma biçimlerini ve yaşam kalıplarını belirliyor. Kültürler, insanlar tarafından geliştirilmesine ve taşınmasına rağmen, bireyden bağımsız biçimde toplumda var oluyor. Bu nedenle de çözümlemelerimizde, kültürün maddi ve maddi olmayan anonimleşmiş ürünlerinden söz ediyoruz. Yerel yönetimlerin kültür politikalarından söz edildiğinde, antropolojiye göre daha dar kapsamlı bir etkinlikler alanı kastedilmektedir. Bu faaliyetler genellikle üç odakta toplanmaktadır: Bunlardan birincisi, hızla gelişen ve dönüşen yerellikte o yerelliğin kültürünün geçmişte yarattığı değerlerin korunmasına, yerleşmenin kültürel değişmesinin sürekliliğinin gözlenebilir hâle getirilmesine yönelmektedir. Bu yolla insanların yaşadığı yerleşmeleri yer (place) olarak değerlendirmesi, o yerlere kimlik yüklemesi kolaylaşmaktadır.
Yerel yönetimlerin yöneldikleri ikinci alan, güzel sanatlar alanıdır. UNESCO’nun başını çektiği bir görüşe göre günümüz dünyasında kültür ve kalkınma birlikte gerçekleştirilmelidir. Toplumlarda halkın günlük gereksinmelerine doğrudan yanıt vermeyen ama yüksek değerler üreten müzik, resim, sahne sanatları gittikçe önem kazanmaya başladı. Genellikle 'yüksek kültür' olarak adlandırılan bu alanlar gittikçe gelişiyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında bu alanların geliştirilmesi salt merkezi yönetimin işleviyken, Türkiye’nin gelişmesiyle birlikte yerel yönetimler de bu alanları kendi görev alanı içinde gördü; etkili çalışmalar yapmaya başladı. Üçüncü odaklanma alanıysa dünyada kültür endüstrisinin gelişmesiyle ortaya çıktı. Prodüktivitesi artan, yaşam kalitesi gelişen dünyada, insanların kendilerine ayırdığı zaman arttıkça kültürel ürünlerin tüketimi artmaya başladı. Kültürel ürünlerin tüketimi, hayatın mutluluk veren başlıca faaliyetlerinden biri hâline geldi. Artık bu sektör, günümüzde kentlerin, yerelliklerin ekonomik gelişmesini güçlendirmek bakımından kritik bir öneme sahip olmaya başladı. Günümüzün kültür endüstrisi alanı içinde popüler kültür alanı, büyük bir yer tutmaya başladı. Bu alanın gelişmesiyle birlikte sanat ürünleri gittikçe metalaşıyor, fikri mülkiyet hakları kurumsallaşıyor. Ulus devletlerin merkezi kültür yönetimi kurumları, bu alanların düzenlemesini kendi görev alanları içinde görüyor. Kültür bakanlıkları bu görevi üstleniyor ama yerel yönetimler de bu odaklanma alanında etkin olmanın yollarını arıyor. Kendi yerelliklerinde kültür endüstrisini geliştirmeye çalışıyorlar. Özellikle kültür turizmini geliştirmeye yöneldiklerinde, bu türdeki arayışların içine girmiş oluyorlar. Belediyelerin kültür alanına müdahalelerinde farklı yaklaşımlar bulunuyor. Muhafazakâr bir çizgi izleyen yerel yönetimler, kültür alanına geçmişin restorasyonu açısından yaklaşmaktayken,
Eğer bir yerellik, kendi yerelinde bir kültür platformunun oluşmasını gerçekleştirebilirse kültür alanının yaratıcı bir performans göstermesinin ortamını yaratmış olacaktır. Bir kültür platformunda, kültür alanının değişik aktörleri karşılıklı etkileşme içine girebilecek, birbirlerinden etkilenecek, ortak projeler geliştirebilecek, yeniliklere kamusal alanda tanınma ve meşruiyet sağlayacak, sanat ve yönetimin ilişkilerini şeffaflaştıracaktır. Tüm bu sayılanlar, sanat alanının performansına ve bunun içinde yenilikçilik payının artmasına olumlu katkıda bulunacaktır. Bu olumlu etkilerin sayısı daha da artırılabilir. Bir yerellikteki etkili kamu alanının yaratılması, demokratik bir platformun oluşturulması, tek bir faaliyetle gerçekleştirilemez. Ancak çok yönlü faaliyetlerle gerçekleştirilecektir. Böyle bir ortamın oluşturulmasını salt bir bültenden ya da yıllıktan beklememek gerekir. Bu amaçla bir bültenin ve yıllığın çıkması önemlidir ama tek başına yeterli değildir. Ancak, yerel görsel ve yazılı medyanın faaliyetleriyle o yerelliğin, sanat ve kültürle ilgili aktörlerin kendi arasında kurduğu ilişkilerin biçimleriyle söz konusu yerelliğin sakinleriyle yenilikçi sanat ve kültür ürünlerinin ilişkisinin güçlendirilmesi yoluyla tamamlanması gerekir. Bir yerellikte oluşturulacak etkili bir demokratik platformun işlevleri konusunda kapsamlı bir çerçeve çizmek, çıkarılacak yayınların
yüklenebileceği işlevlerin neler olabileceği konusunda bize çok sayıda ipucu verecektir. Tabii ki burada böyle bir çerçeve çizilmiş olması, yayınların bu çizgide gelişeceği anlamına gelmez. Bu bir başlangıç denemesidir. Yerelin yönetim kapasitesi, yayınların yazarlarının avangard olma derecesi, yayınların toplumun geniş kesimine açık kalmayı becerebilmiş olması, yayınların nasıl gelişeceğini belirleyecektir. Nasıl bir yayın çizgisinin ortaya çıkacağını, bize önceden yazılan reçeteler değil, yayının yaşam deneyimi içinde ortaya çıkan sonuç gösterecektir. Yaşayıp göreceğiz. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin, İzmir Akdeniz Akademisi bünyesi içinde oluşturmaya çabaladığı İzmirKültür Pla+formu Girişimi’nin ayrıca İzmir’de kültür ve sanat platformu olma işlevi görmek için bir yayın politikası belirlemesini sevinçle karşılıyor ve başarılar diliyorum.
BAKIŞ
kültürel faaliyetlerini büyük ölçüde geçmişin pratiklerine hapsetmeye çalışırken, modernist ve ilerlemeye açık yönetimler; kültür alanını bir yenilikçilik (inovasyon) alanı olarak görme eğilimi içinde. Birinci eğilimdeki yönetimler, bir platform oluşturma ihtiyacı duymayacaktır ama kültür ve sanat alanına yenilikçi bir anlayışla yaklaşan yönetimler için kültür platformları oluşturmak, çok anlamlı olmaktadır. Böyle bir platform, adeta kültür ve sanat alanındaki başarıları hızlandıracak bir altyapı olma niteliği kazanmaktadır.
5
BELEDİYE HAYALLERLE BÜYÜYOR
DR. AYŞEGÜL SABUKTAY
BAKIŞ
İ ZM İ R AKD E N İ Z A K A DE M İ Sİ M Ü DÜ R Ü
6
2009 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde gerçekleştirilen Kültür Çalıştayı'ndan, İzmir'in kültür-sanat aktörlerinin yıllığını hazırlamaya uzanan süreçte, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin sınırları her geçen gün 'genişledi'. Ancak burada bahsedeceğim genişleme hemen aklımıza geliveren 'pergel yasası', ya da İzmir'in il sınırlarıyla belediye sınırlarının çakışması, yani yeni ilçelerin ve beldelerin de İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne dahil olması, böylece belediyenin sorumluluk ve görev alanının büyümesi meselesi değil. Belediyenin 'genişlemesi' kentlilerin hayallerini kendisine katmasıyla mümkün oldu. 'HAYAL MAHSULÜ' Kültür Çalıştayı ve devamında Tasarım Forumu, İzmirDeniz Projesi'yle birlikte kentlilerle iletişim içinde çalışmaya hız veren İzmir Büyükşehir Belediyesi, uygulamalarının beslendiği hayallerin kaynağını çeşitlendirerek 'genişledi'. Böylece ufkunu da kentte yaşayanların ufkuyla zenginleştirip genişletti. İzmir
Akdeniz Akademisi, öncelikle hayal gücündeki böyle bir genişlemenin ürünüydü; belediye yöneticilerinin değil, özellikle de akademisyen, sanatçı, uzman olan kentlilerin kurdukları ortak bir 'hayalin mahsulüydü'. 'Hayal mahsulü' ifadesi gerçekliği olmayan, uydurma şeylerden bahsedilirken kullanılır. Bizim İzmir Akdeniz Akademisi de 2009'dan 2012'ye kadar hayal mahsulü kaldı. 2011'de toplanan İzmir Tasarım Forumu'nda bu hayal yeniden dile getirildi. 2012'de İzmir Büyükşehir Belediyesi'ne özel yetkili savcılık tarafından operasyon düzenlendiği bir dönemin kendine özgü atmosferinde Büyükşehir Belediye Meclisi'nce kabul edilen bir yönetmelikle kolektif hayal gücünün ürünü bu kurgu gerçeğe dönüşmeye başladı. Belediyenin çağrısıyla, belediyenin dışında ortaya çıkan yaratıcılık belediyeyi yeniledi; İzmir Akdeniz Akademisi doğdu!.. HAYALİ KURANLAR VE BU HAYALDE ROL ALANLAR Bu yıllıkta bir araya gelen farklı isimlerin bazıları birbirini ta-
Pla+form bülteni, İzmir Akdeniz Akademisi'nin ilk süreli yayını oldu. Bu süreli yayın, dar anlamda İzmir Akdeniz Akademisi'ni değil; genişlemiş ve kentle olan sınırları zayıflamış, bu sayede bağları güçlenmiş olan İzmir'in Büyükşehir Belediyesi'ni anlattı. Artık İzmir Büyükşehir Belediyesi yerel halkın ortak ihtiyaçlarını karşılamaya dönük bir yapı olmanın ötesinde bir işlev üstlenmiş durumda. İzmir'deki kültür-sanat üreticileri, 2009 yılında İzmir Kültür Çalıştayı'nda fikri temeli oluşturulan bir kurumun, bu haliyle kolektif bir düşün gerçek olmasıyla kendi düşlerinin kahramanı oldular. İzmir Akdeniz Akademisi ise, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin sınırlarını sürekli İzmir entelijansiyasının zihinsel dünyasını kapsayarak genişletiyor. Genişleme; 2009 yılında gerçekleştirilen İzmir Kültür Çalıştayı'nda çıkan hat üzerinden sürüyor. Akademi, bu hat üzerinden akademik dünyayla İzmir'in arasındaki ilişkiyi güçlendiren bir think tank olarak çalışıyor. Üniversitelerden farklı olarak kentin bütününe, kentte yaşayanların tamamına seslenme ve doğrudan iletişim kurma olanaklarına sahip olması İzmir Akdeniz Akademisi'ni kentliler açısından benzersiz hale getiriyor. Bu olanakların sonuçlarını 2015 yılında bireysel sanatçılardan, sanatçı kolektiflerine pek çok aktörü bir araya getiren İzmirKül-
tür Pla+formu Girişimi olarak ve üreticisinden, kooperatifine, akademisyeninden, ambalaj tasarımcısına, zeytine gönül vermiş kim var kim yoksa bir araya getiren İzmir Zeytin Sempozyumu olarak gördük. İZMİR AKDENİZ AKADEMİSİ VE BARIŞ DENİZİ OLARAK AKDENİZ İzmir Akdeniz Akademisi olarak, 2015 yılı için bir yıllık yayınlıyoruz. İzmir'in kültür hayatının derinleşmesi; küreselleşme sürecinde Akdeniz'de barışçıl ve paylaşımcı bir ortak yaşam açılımı geliştirmek için; bu bağları somut olarak kuracak olan İzmir'in kültür-sanat üreticilerinin enerjisinin harekete geçmesine, bilgisinin derlenmesine, birbiriyle ve geniş Akdeniz Havzasıyla iletişiminin artmasına ihtiyaç var. Şehrin gelişimi açısından da bu adımların atılması çok değerli. İzmir'de köklenip, Akdeniz'e uzanacak olan Akademi, yalnızca İzmir için değil; zaman zaman ufku daralan Türkiye için de bir açılım sağlama potansiyelini taşıyor. Belki de küreselleşmenin restorasyonu sürecinde savaşlarla yorulan bir coğrafyanın yegane alternatifi Akdeniz'i bir barış ve işbirliği denizi olarak yeniden tanımlamak. Bunun için de, Akdeniz'in tarihini yeniden yazarak, bölge halklarının yaşam kalitesini tasarımın olanaklarıyla artırıp; kültür ve sanatla İzmir'in ve Türkiye'nin Akdeniz'le olan bağlarını güçlendirip, Cebel-i Tarık'tan Karadeniz'e kadar uzanan Akdeniz Havzası'na inatla barışa takıntılı bir ufuk önermek gerekiyor.
BAKIŞ
nımıyor ya da yakın zamanda İzmir Akdeniz Akademisi'nin düzenlediği toplantılarda tanışıp, belki de birlikte çalışmaya başladılar. Bugün 2009'dan bu yana geçen sürede olup bitene dönüp baktığımızda; ilk hayali kuranların bu hayalin açtığı yolda sınırları yeni fikirler ve hayallerle sürekli yeniden çizilen, hareket halinde bir yapı oluşmasına önayak olduklarını fark ediyoruz. İlk fikri, yani İzmir Akdeniz Akademisi fikrini geliştirenlerle sonrasında, Pla+form'un toplantılarında; yıllıkta bir araya gelenlerin özdeş olmaları da gerekmiyor. Onlar bir projeyi, gerçek anlamda bir 'hayali' paylaşıyorlar.
7
AKDENİZ’DEN İZMİR’E, İZMİR’DEN AKDENİZ’E
Doç. Dr. Serhan ADA İ ZM İ R AKD ENİ Z AKAD EM İ S İ KÜ LTÜ R SA N AT K O O R Dİ N A SY O N Bİ R İ M İ K O O R Dİ N AT Ö R Ü
BAKIŞ
IŞIK AT SIRTINDA GELİYOR ÇÖLÜ GEÇİYOR ŞEHRİ YIKIYOR SARI GÜNEŞİN YÜREĞİNDE BİR CENNET VAR VE GÖÇMEN ONA YÜRÜYOR
8
(ETEL ADNAN, ARAP KIYAMETİ, XVI)
ETEL ADNAN’LA* İzmir’i konuşuyoruz. 90 yıllık hayatı boyunca hiç görmediği ama aynı zamanda bir hayalet gibi rüyada ve uyanıkken peşini bırakmayan ve 11 yaşına kadar 'ailenin ortak dili' olup yıllardır hiç konuşmadığı Türkçe’yi ona veren İzmir’i. Calvino’nun Görünmez Kentler’de** binbir çağrışımın ardına saklayarak anlattığı kentlerden biri adeta… Etel’in annesi İzmirli 'Rum'. Böyle deyince aklınıza ne geliyor? Aklınıza gelenleri bir kenarda tutun. Cilia Lacorte ailesi İzmir’e Malta’dan gelmişler ve Birleşik Krallık pasaportu taşıyorlarmış. Akdeniz’in ortasından İzmir’e kimbilir hangi rüzgârlarla taşınmışlar. Kurtuluş Savaşı sona erdikten sonra üç erkek, iki kız kardeş Akdeniz’e dağılıyorlar. Üç erkek kardeş, Selanik, İskenderiye ve Limasol’e yerleşiyor. İki kız kardeşse Beyrut ve Cenova’ya. İzmir’den Akdeniz’in kuzeyden güneye, batıdan doğuya doğru beş noktasına yayılan ışınlar gibi. Akdeniz’in çevresindeki gönüllü ya da zorunlu hareketliliğin tarih kadar eski ve gelecekte de hiç sona ermeyecekmiş gibi olduğunu gösteren tekil ama etkileyici bir örnek Etel’inki. 2009 yılı Aralık ayında 100 kadar katılımcıyla toplanan Kültür Çalıştayı’nda, İzmir’in gelecekteki (kültürel) konumlandırması üzerine ortak akıl üretmek üzere atölyeler yapıldı. Üzerinde görüş birliğine varılan yeni (aslında bin yıllarca eski) yörünge Akdeniz’di. O tarihte yapılan konumlandırma nostaljik ya da romantik olarak değerlendirilebilirdi. Nitekim bazı arkadaşlar İzmir’in gerçek yerinin Akdeniz değil, ondan farklı bir 'yer' olan Ege olduğunu söylediler. Öyle ya, o tarihte daha Bin Ali Tunus’u,
Mübarek Mısır’ı, Kaddafi Libya’sı ve tabii Esad Suriye’sinde ortalık sakin görünüyordu. O arada, İzmir’de, Körfez’i kentteki hayatın merkezine yeniden yerleştirmeyi amaçlayan ve belki nihai halini alması onlarca yıllık bir süreç sonunda gerçekleşecek olan Kıyı Tasarımı projesi başlatıldı. Bu projede mimarlar, tasarımcılar, kentsel planlamacılar, kültür yöneticileri, yerel yönetim uzmanları aylar boyunca birlikte çalıştılar. Kültür Çalıştayı’ndan tam bir yıl sonra, Aralık 2010’da, Akdeniz çevresinde değişimlerin en sessiz ve kansız yaşandığı ülkelerden birinde, Tunus’da, seyyar satıcı Muhammed Buazizi kendisini tutuştururken tüm Akdeniz’i alevler içinde bırakacak ve sonrasında tüm dünyayı saracak bir büyük yangını başlattığını kuşkusuz bilmiyordu. O tarihte, İzmir’de Akdeniz Akademisi’nin kuruluşu üzerine çalışmalar çoktan başlamıştı. Bugün vardığımız noktada, Akademi’nin misyonunun kurucuları olan bizlerin de hayallerini aşan bir ufuğa uzandığı açıkça belli oluyor. Bugün İspanya’da Algeciras ve Ceuta-Melilla, İtalya’da Lampedusa, Yunanistan’da Evros-Midilli, Türkiye’de AyvalıkBodrum, Akdeniz haritasında adları dahi anılmayan küçücük birer nokta olan bu şehirler ve onlar gibi niceleri eşi benzeri olmayan ve görünmeyen bir iltica ve zorunlu göç dalgasıyla birbirlerine bağlanmış durumdalar. Bunlara Bavyera’nın Salzburg’a çıkış kapısı, yeni iltica kampı Passau’yu eklersek Akdeniz’in merkezinde olduğu yepyeni ve acılı bir haritanın çizilmekte olduğu açık. Fransa’nın eski cumhurbaşkanı Sarkozy’nin bir yandan Fransa’nın eski sömürgeleriyle yeniden sıkı ilişkiler kurmak, öte yandan 'Küçük Asya' olarak nitelediği Türkiye’yi kesin ve geri dönülmez bir şekilde Avrupa dışında bırakmayı amaçlayan 'Akdeniz İçin Birlik' projesini, daha yeni doğuyorken bugün hatırlayan bile yok. Savaşın ve yıkımın ateşinden kaçmak için, yüzbinlerle ve can havliyle Akdeniz’in sularına kendilerini atıveren insanların tra-
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle, İzmir Akdeniz Akademisi’nin çatısı altında faaliyet gösteren İzmirKültür Pla+formu Girişimi geçtiğimiz yıl içinde bir yandan kent içinde var olan ve iş yapan tüm sanat ve kültür insanları, toplulukları ve girişimlerinin bir tür envanterini yapmaya dönük buluşmalar düzenlerken bir yandan da İstanbul’dan Çanakkale’ye ve Antakya’ya Türkiye’den kültür profesyonelleriyle diyaloglar ve paylaşımlar dizisini başlattı. İzmir’deki kültür ve sanat ortamında görülen bu iletişim ve hareketlenme iki sayısı yayımlanan bültenle yeni ve somut bir ifade buldu. Yaygın ve çok disiplinli bir ağın örülmesi yönünde önemli bir adım atıldı. Aynı zamanda, Akdeniz’in çeşitli noktalarında kültürel üretimde müzecilikten kültürel mirasa, vatandaş inisiyatifinin kentsel kalkınmada kaldıraç rolü oynamasına kadar farklı projelerde rol almış konukların İzmir’e gelerek yeni ortaklıklar zemininin ilk taşları da döşenmeye başladı. Bu çalışmalar önümüzdeki dönem de devam edecek. Etel’le yaptığımız konuşmada annesinin Smyrnalı bir "gâvur” olduğunu belirtiyor. Kimliklerin ayırmak, yalnızlaştırmak ve ötekileştirmek üzere kullanılmadığı bir dönemden kalan bu kelime, onun söyleminde bugünkü olumsuz çağrışımlardan çok uzak bir kültürel çeşitliliği imliyor. Bugün, Türkiye’nin güney doğusundan ve Orta Doğu’dan gelip kentin çeperlerini dolduran yeni İzmirliler kentte şimdiye kadar alışık olmadığımız türden bir kültürel karışım ve çeşitliliğin oluşmakta olduğunu haber veriyor. İzmir Akdeniz Akademisi’nin başta kültür olmak üzere, tüm alanlarda yapacağı çalışmalarda kentin bu yeni sakinlerinin
beklentilerini ve sorunlarını göz önünde bulunduran bir programlama yapması gerekecek. Sayıları hızla çoğalan bu insanların kent hayatının ve kültürünün ayrılmaz bir parçası, 'yeni İzmirliler' olması ancak böylece mümkün olabilecek. Günümüzde tüm dünyayı derinden sarsan acı olayların sonucunda kendiliğinden oluşan bu yeni kültürel çeşitliliğin kent ölçeğinde bir karşılık bulması İzmir’in Akdeniz’in sadece bir limanı olmayıp aynı zamanda en önemli kavşaklarından biri olduğunu da bir kez daha doğrulayacak. 2009 Kültür Çalıştayı’nın temel yönelimleri aradan geçen zamanda önemi daha da artmış bir vurguyla geçerliliğini koruyor. Bu çerçevede İzmir Akdeniz Akademisi’nin üstlendiği sorumluluk da her geçen gün daha da belirgin biçimde artıyor.
* ETEL ADNAN: LÜBNANLI SANATÇI VE YAZAR. TÜRKÇE’DE SİTT MARİE ROSE (YAPI KREDİ YAYINLARI, 2008 ) ADLI ROMANI VE ARAP KIYAMETİ (METİS YAYINLARI, 2012) ADLI ŞİİR KİTABI YAYINLANDI. 2015 14. ULUSLARARASI İSTANBUL BİENALİ’NE 'OSMANLI İMPARATORLUĞU’NUN SONUNDAN AİLE HATIRALARI' ADLI İŞİYLE KATILDI. ** ITALO CALVİNO, GÖRÜNMEZ KENTLER (YAPI KREDİ YAYINLARI, 2002)
BAKIŞ
jik yolculuğu Akdeniz’i bir çaresizlik ve ölüm denizine çevirmiş durumda. Üstelik bu yolculuğun Homeros’un Ulis’ininki gibi günün birinde mutlu bir dönüşle sonuçlanacağına dair bir emare de ortada görünmüyor. Bu durumda, Akdeniz’de ve Avrupa’da yeni kültürel komşuluklara hazırlıklı olmak gerekiyor.
9
10 BAKIŞ
{ FORUM }
FORUM
İZMİRKÜLTÜR PLA+FORMU GİRİŞİMİ
12
İKPG’nin temelleri, İzmir Kıyı Tasarımı Kültür Sanat Çalışma Grubu’nun 2012 yılında gerçekleştirdiği araştırmaların sonucu olarak ortaya çıkan bir dizi fikirsel üretime dayanıyor. Ana hatları bu süreçte ortaya çıkan yönetişim modeline göre kentte var olan kültür sanat aktörlerinin ve kurumlarının aşağıdan yukarıya örgütlenecek bir çalışma biçimiyle etkileşim içine girmesi, kentlilerin sadece seyirci olmaktan çıkarılarak üretime katılımcı olması öneriliyordu. İzmir Kıyı Tasarımı Kültür Sanat Çalışma Grubu üyesi Sarp Keskiner ve Elfin Yüksektepe Bengisu’ya katılan Borga Kantürk, Cenker Ekemen ve Zeynep Gönen’in oluşturduğu İzmir Akdeniz Akademisi Kültür Sanat Çalışma Grubu, 2013 yılında başlayan çalışmalarına İzmirKültür Pla+formu Girişimi (İKPG) fikrini merkeze alarak başladı. Bir dizi toplantı neticesinde somutlaşan fikri altyapı, danışma kurulu toplantılarında sunulan görüş ve önerilerin tartışılmasıyla ileri aşamalara taşındı. İKPG’nin İzmirli kültür sanat üreticisi bireylerin, kurumların ve bağımsız oluşumların yer alacağı gittikçe genişleyen bir ağ oluşturması, bu ağın yerelden Akdeniz havzasına doğru genişletilmesine yönelik stratejiler geliştirmesi, üretici / tüketici hattında sanatsal iletişimi ve kentsel kültürel üretimin görünürlüğünü artıracak formüller üretmesi hedefleniyor. Açıklık, sürdürülebilirlik perspektifiyle düşünen ve üreten her birey, oluşum ve kurumun katılımını olanaklı kılan; çalışma döngüsünü ‘buluşturmak – toplamak – kaydetmek – biriktirmek – ulaştırmak’ olarak ifade eden Pla+form, çalışmalarını düzenli olarak gerçekleştirdiği arama bulma toplantılarıyla ileriye taşıyor. İŞLEYİŞ MODELİNE DAİR ÖNERİLEN İLKELER > İKPG’nin kentin kültür sanat alanını fethedici bir yapı olmaktan çok, sürekli kendini fetheden bir yapı olarak
ilerlemesi; > Dayatmacılığı reddeden bu yaklaşımı korumak amacıyla kendi işleyiş modelini ve öz kaynaklarını her fırsatta, buluşma toplantılarına katılan İzmirli kültür üreticisi paydaşların sağladığı katkıların ışığında, ortaklaştırıcı bir yaklaşımla belirlemesi; > İKPG’nin inanç, kimlik, dil, cinsiyet ve ırk ayrımı yapmayan; nefret söyleminden uzak duran her İzmirli kültür üreticisi bireyi ve yapıyı bir araya getirecek şekilde yapılanması; > Açık çağrı sisteminin benimsenmesi; böylece İzmirli kültür üreticilerinin sürekli olarak sürece katılımını teşvik etmesi. İZMİRKÜLTÜR PLA+FORMU GİRİŞİMİ NE YAPIYOR? Başlangıç olarak; ‘İzmirKültür İletişim Toplantıları’ düzenliyor. Katılımcılar, toplantının ilk etabında hazırladıkları sunumlar vasıtasıyla kendilerini tanıtıyor. Her katılımcı, on dakika süreli bu sunum için istediği formatı tercih edebiliyor (power point, ses – video destekli). Dilerse, sözlü olarak sunum yapabiliyor. Sunum içeriğini şöyle özetleyebiliriz: > Faaliyet alanlarınız > Çalışma alanlarınız (İzmir / başka bir şehir veya ülke) > Üretim mecralarınız ve yöntemleriniz > Bugüne dek hayata geçirdiğiniz projelere dair kısa bir özet > Halen yürüttüğünüz projelere dair kısa bir özet > Yakın gelecek için tasarladığınız projeleriniz > Ortaklaşa çalıştığınız ağlar (networking / imece ve dayanışma ağları / çözüm ortakları) Toplantının ikinci etabı, forum formatında gerçekleştiriliyor. Bu etapta, İzmir’de kültür sanat alanında bugüne dek karşılaşılan engel ve sorunlara odaklanmak yerine var olan üretimin boyut, çeşit ve niteliğinin altı çizilerek, ortaya çıkan sorulara beraber-
Her toplantıyı, görsel ve işitsel araçlarla kaydediyoruz. Bunun öncelikli amacı, geleceğe miras kalacak kalıcı bir bellek oluşturmak. İkincil olarak; PLA+FORM bültenlerinde, İZMİRKÜLTÜR PLA+FORMU GİRİŞİMİ YILLIK’larında ve dijital platformlarda açık kaynak olarak kullanılmak üzere bileşenlerimizden veriler, somut çıktılar elde etmek. Görsel ve işitsel kayıtları katılımcıların yazılı onayını alarak arşivliyoruz. Sürecin başında, bileşenlerimiz tarafından bir dizi hedef önerilmişti: KISA VADELİ HEDEFLER (2014 - 2015) > Eşit söz hakkı sahibi olacak her paydaşın özgürce fikir beyan edebileceği periyodik buluşma toplantılarının düzenlenmesi, bu toplantıların sesli ve görüntülü olarak kaydedilerek belgelenmesi. > Düzenli periyotta yayınlanacak ve şehre ücretsiz olarak dağıtılacak basılı bir bülten ve yıl sonunda yayımlanacak bir yıllıkla sürecin ve İzmir’deki kültür üretiminin belgelenmesi, üreticilerin künyelenmesi ve böylece “İzmir’de bir şeyler oluyor” algısının güçlendirilmesi, görünürlük kazanması. > Söz konusu yayınların kamu kurumları, kültür kurumları ve tüm kentlilerle paylaşılması. Bu üç hedefe, Nisan – Kasım 2015 dönemi itibariyle ulaşmış durumdayız.
ORTA VADELİ HEDEFLER (2016 – 2017) > İleriki aşamaların ve hedeflerin genişleyen bir ağ kapsamında tüm paydaşların katılımıyla belirlenmesi. > Paydaşlarla ortak üretim pratikleri geliştirmeye yönelik, sürdürülebilir ve ardında somut çıktılar bırakacak periyodik kolektif etkinlikler düzenlenmesi. > Yaz dönemlerinde düzenli olarak hayata geçirilmek üzere ulusal ve uluslararası kültür kurumlarının, sivil toplum kuruluşlarının birlikte çağırılacağı; sunumlar, forumlar, atölye çalışmaları ve kaynaştırma amaçlı etkinlikler içerecek çalıştayların organize edilmesi. (Bu tür çalıştayların İzmir için ufuk açıcı bir ilişki kurma / öğrenme / uygulama süreci yaratacağı; uzun vadede Akdeniz havzasında gezici bir kimlik kazanabileceği ve her yıl farklı bir ülkeden farklı bir kurumun sahipleneceği bir noktaya gelebileceği değerlendiriliyor). > Yurtiçi ve yurtdışı kaynaklı kültür fonu sağlayan yapıları İzmirli ve Akdenizli aktörlere bağlayacak bir iletişim ağı üzerine çalışılması. > Şehrin kültürel envanterini oluşturmak amacıyla geliştirilen fihristleme / künyeleme / haritalama sisteminin dijital formatta hayata geçirilmesi ve PLA+FORM yayınlarının İngilizce, Fransızca, Arapça başta olmak üzere farklı dillere çevrilip açık kaynak olarak kullanıma açılması için gereken girişimlerde bulunulması. > İKPG’nin sosyal medya, streaming video portalları ve blog gibi dijital platformlarda aktif olarak belge, bilgi ve yayın paylaşacak işlevsel bir içerik sistematiği geliştirmesi. > İzmir’deki kültür sanat üretimini Akdenizlilik kavramı üzerinden tarif etmeye dair stratejiler ve yöntemler geliştirmek amacıyla yoğun katılımlı forumlar düzenlenmesi. > ‘Sanat mekânlarının sürdürülebilirliği’, ‘kültürel
FORUM
ce cevap aranıyor; sinerji yaratmaya dair öneriler paylaşılıyor. Mevcut sorunlara takılmadan “beklemek yerine yapmak, eleştirmek yerine üretmek, kapanmak yerine açılmak” perspektifiyle yeni modeller ve yöntemler üzerinde tartışılıyor. Birlikte öğrenmeye, deneyim paylaşımına ve ortak iletişim ağı oluşmasına ilişkin mekanizmaların nasıl hayata geçirilebileceğine ilişkin özgürce fikir alışverişi yapılıyor.
13
FORUM
14
etkinliklerin görünürlüğünün artırılması’, ‘kültür fonlarından faydalanım yöntemleri’, ‘yeni işleyiş modellerinin geliştirilmesi’, ‘sergileme ve performans mekânlarının çeşitlendirilmesi’, ‘sosyal medyada kültür sanat etkinliklerinin duyurumuna dair stratejiler’ ve ‘kültür yönetişimi’ konularında yurtdışı ve yurtiçinden uzmanların katılımıyla tüm paydaşlara açık atölye çalışmaların düzenlenmesi. Kasım 2015 itibariyle farklı disiplinlerden ve farklı alanlardan gelen bireylerden, bağımsız inisiyatiflerden, kurumlardan oluşan; akademisyenlerin yoğun bir biçimde yer aldığı elli bileşenden oluşan bir çatı hâline geldik. Ağustos ayında ilk sayısını sizlerle paylaştığımız PLA+FORM adlı bültenimizin ikinci sayısı, Kasım başında yayınlandı. Kasım ortasında düzenlediğimiz Pla+form Buluşmasıyla her iki yayını hem mevcut, hem potansiyel bileşenlerimize ulaştırdık. Bu bültenler, İKPG’nin ilân ettiği hedefler doğrultusunda PLA+FORM YILLIK 2015 ile beraber stratejik anlamda bir bütünlük arzediyor. 2016 için önümüzde yoğun bir gündem var. Bir yandan “İzmir Kültür Pla+formu Girişimi, bir çatı olarak ne şekilde yürüyebilir?; üstlenebileceği sorumluluklar ve gerçekleştirebileceği çalışmalar neler olabilir?” sorusuna cevap aramaya devam edeceğiz; diğer
yandan bu soruya sahada cevap aramak adına, her ay bileşenlerimizin tüm aşamalara katkı sunacağı bir dizi etkinlik gerçekleştiriyor olacağız. Bu etkinlikler, bileşenlerimizin üretimlerine ve yaklaşımlarına daha güçlü bir görünürlük kazandırırken çatı olarak bir şeyleri beraberce, dayanışmayla hayata geçirmeyi deneyimleyeceğiz. Haritalama çalışmamız ve dijital ortamdaki yapılanmamız tüm hızıyla devam ediyor olacak. Ayrıca çalışma grupları vasıtasıyla alt örgütlenmeleri tamamlayıp, aylık buluşma toplantıları sayesinde yeni paydaşlarla tanışacak, farklı alanlardan bireyleri ve kurumları İKPG çatısı altında buluşturmaya devam edeceğiz. Sonuç olarak, İKPG; kentte kültür üzerine düşünen, üreten, çalışan birey ve kurumların katkılarıyla genişleyecek ve gelişecek.
NİSAN 2014 – HAZİRAN 2015: “HIZA İHTİYACIMIZ YOK AMA İSTİKRARLI BİR TELAŞA ÇOK İHTİYACIMIZ VAR”
Bu buluşmaları düzenlemek için yola çıkarken belirlediğimiz geniş ve disiplinlerarası listeye bir çağrı metni ulaştırdık. Toplantı tarihlerine göre listeler netleştiğinde, katılımcılardan kendilerini tanıtan kısa sunumlar talep ettik. Bu sunumlar sayesinde birbirimizi ve üretim alanlarımızı daha yakından tanıdık. Sunumlar bir başka işe daha yaradı: Her kişi ve oluşumun yapılanma modeline, üretim pratiklerine ve sürdürülebilirliği sağlamak adına nasıl yaratıcı çözümler ürettiğine birinci elden tanık olduk. Aslında İzmir’de kültür adına ne kadar geniş bir kapsamda üretim yapıldığına beraberce tanıklık edip mutlandık, heyecanlandık. Ayrıca, önceden hiç haberdar olmadığımız alanlarda kendi yolunu bulup bugünlere gelebilmiş birçok özgün proje ve oluşumla karşılaştık. Toplantıların görsel, işitsel olarak kayda geçirilmesi ve böylece belgelenmesi, İKPG olarak daha ilk baştan önemsediğimiz bir girişimdi. Faaliyet planımızda yer verdiğimiz üzere toplantıları
belgeleyerek, künyeleyerek kayıt altına almak ve elde edilen verilerle somut çıktıları basılı ve dijital yayınlarla açık kaynak olarak kullanıma açmak, öncelikli amaçlarımızdan biriydi. Dolayısıyla bu konuyu da katılımcılarımızın fikrine açtık, yazılı onaylarını aldık ve Pla+form’un ilk sayısına buradan ilerleyerek varmış olduk. 5 ve 12 Nisan 2014 tarihli ilk iki toplantının biraz el yordamıyla ilerlediğini kabul etmek lazım. Zira ilk iki toplantıda, İzmir’de kültür adına bir şeyler üretiyor olmaya dair sayısız teşhis, öneri ve projeyle beraber, İKPG’nin nereye doğru ilerlemesi gerektiğini bir arada, biraz da karmakarışık konuştuk. İlk iki toplantı, belki somut çıktılar yaratmaya odaklı değildi ama ortaya çıkardı ki, nereden kaynaklanıyor olursa olsun; mevcut engellerin ve olumsuz tecrübelerin, hatıraların üzerinden hızla ve elele atlayıp beraberce bir sinerji yaratabilmek gerekiyordu. İşleyiş modeliniyse geçmişe değil, geleceğe odaklanarak; hep beraber arayıp bulacaktık. Evet; bugüne dek karşılaştığımız kent kaynaklı engellere dair hafıza birliği, belki ilk buluşmada hepimizi ruhen rahatlatan ve birleştiren bir “meğer bizim de başımızdan aynısı geçmiş” duygusu yaratıyordu ama bu durumun geleceğe odaklanmaya yardımcı olmadığını fark ettik. Böylece bizler, üçüncü toplantıya geldiğimizde, bu atmosferden sıyrılmak gerektiğini hissedip birbirimize net sorular sormaya, pozitif çıkış yolları yaratmaya koyulduk. Bu yüzden, 30 Mayıs 2014 tarihli üçüncü toplantının daha çok sonuç odaklı ilerlediğini kabul edebiliriz.
FORUM
İlk üç buluşma toplantısı için biraraya geldiğimizde oldukça heyecanlıydık. Uzunca bir süredir, belki Kıyı Tasarım Projesi’nin başlangıcından bu yana, İzmir’e dair kendimize ve etrafımıza sorduğumuz onca soruya bu kez farklı disiplinlerden gelen pek çok katılımcıyla beraberce cevap arayacak olmanın yarattığı tatlı gerginliğin yanı sıra dünden bugüne İzmir’in kültür sanat hayatına kafa yormuş, önemli katkılarda bulunmuş kişi ve kurumları aynı masanın etrafında görmek, itiraf edelim ki çok motive ediciydi.
15
FORUM
İlk üç toplantıda ortaya çıkan başlıkların ilerisi için net bir gündem ortaya koyduğunu söyleyebiliriz:
16
> İKPG nasıl bir işleyiş modeliyle yol almalı? > Kültür sanat mekânlarını hangi yöntemleri kullanarak bir harita üzerinde işaretleyebiliriz, fihrist oluşturacak biçimde listelendirebiliriz? > İzmir’deki kültürel üretimin görünürlüğünü artırmak için neler yapmak gerekiyor? Bu konuda ortaklaşa gerçekleştirebileceğimiz yöntemler var mı? > Sergileme ve performans alanlarını nasıl çeşitlendirebiliriz, yeni alanlar yaratmanın yöntemleri neler olabilir? > Kültür sanat aktiviteleri açısından kamusal alanların kullanımına dair mevcut durum nedir, bu alanları daha etkin kullanma yolları neler olabilir? “NASIL YOLA ÇIKACAĞIZ VE NEREYE DOĞRU YÜRÜYECEĞİZ?” Bir başlangıç yapmak adına kendimize bir hareket noktası belirlerken, ‘İzmir’de bugün’ teriminden yola çıkmak, önerilerden biriydi. Katılımcıların verdiği kimi referansların daha eski bir geçmişle bağı olsa da kuşaklararası bir ortaklaşma adına, en uzak on yıl kadar geriye gitmeyi seçtik. Çok eskimiş tarihsel öğretilerden ziyade, şehrin yakın tarihine ait deneyimleri odağımıza almaya karar verdik.
sanat öznesi hâline gelmesi, öyle tanımlanması; bununla beraber daha önce sanat öznesi olarak tanımlanmış çoğu şeyin sanatsal değerleme anlamında artık kıymet-i harbiyesinin kalmaması... İş yapma biçimleri, sadece değişen bu değerleme biçimleri yüzünden bile yeniden sorgulanmalı”. İKPG’nin kuruluşunda benimseyeceği işleyiş modeli ortaya çıkartılırken İzmirli sanat üreticisi bireylerin bu sürece direkt katılabileceği, interaktif bir yöntem belirleyelim istedik. Diğer yandan, toplantılar sırasında şöyle bir izlek ortaya çıktı: “Etrafa dev ümitler zerk edecek başlangıçlara hamle etmeden en azından bir imece ağı, bir dayanışma platformu ve sinerji nüvesi yaratalım. Bu toplantılar devam ettikçe, her toplantıda birbiriyle ilk defa tanışan bireyler, oluşumlar, inisiyatifler ve kurumlar; beraber bir şeyler üretebilmek için kafa yormaya, bir tür dayanışma ağı kurmaya başlayınca önümüze çıkacak engellerin alçaldığını görmekle kalmayacağız; birbirimiz için pratik çözümler yaratmaya başlayacağız”. Bu başlığa dair diğer tespitlerse şöyleydi: “Yerel yönetimler kentlerin kültür sanat hayatının önemli aktörleri. İKPG, kentli kültür üreticileriyle yerel yönetimler arasında çoğunlukla hizmet alış verişine, işlevselliğe dayanan ilişki biçimindense iletişimi derinleştirecek yeni bir dil ortaya çıkabilir mi? Bu toplantılar vasıtasıyla bir araya gelen yapılar ve bünyeler, acaba birbirleriyle orta veya uzun vadede bir şeyler sürdürebilir mi? Çünkü ancak bu başarılabilirse İzmir’i diğer Akdeniz ülkelerinin kültürel ağlarıyla bağlamak mümkün olacak. İşte o zaman geldiğinde Beyrutlu bir müzik grubuyla İzmirli bir sokak tiyatrosu, İKPG’nin toplantılarında bir araya gelip beraber iş üretmeye başlamış yapıların ortaklaşa tasarlayacağı bir uluslararası sokak festivalinde beraber çalışma fırsatı yakalayacak”.
Bazı tanımları nirengi noktası olarak kullandık: ‘Ortak paylaşımlar’ tanımlamasının yanına bir mekânı, alanı, bölgeyi, semti ortaklaşa deneyimlemeyi tarif eden ‘mekânsal deneyimler’i koyduk. Onun yanına da ‘zamansal deneyimler’i ekledik. Ayrıca İKPG’nin hangi yolları izleyerek yapılanması gerektiğine dair net bir duruşta hemfikir olduk: Tek bir model, tek bir prototip KÜLTÜREL ÜRETİMİN GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜ ARTIRMAK: veya “şu şekilde yapılmalı” tarzında bir dayatmayla yola çıkHARİTALAMA VE FİHRİSTLEME maktan kaçınmak; her sese ve fikre eşit değer vermek, birbiri“İzmir’de kültür üreticilerinin genellikle kendi klanı, kendi çevresiyle mizi dikkatle ve sabırla dinlemek. hareket etmeyi yeğlediğini gözlemliyoruz. Kentli kültür üreticilerinin ‘Başlangıç için doğrular’ listesinde diğer öne çıkan yaklaşımönemli bir kısmı, genellikle kent merkezinde mukim kapalı devrelersa iş yapma biçimlerimizi yeniden tarif etmekti: “Bu çağda de üretim yapıp bunu eleştirel anlamda risk yaratmayacak tanıdık kolektif üretim ve üretilenin kolektif olarak paylaşımı baskın bir çevrelerle paylaşmayı yeğliyor. İzmirli kültür üreticisi ve tüketicisi geçerlilik kazanmışken; cep telefonuyla üretilen fotoğraflar, müiçin yeni, keşfedilmemiş veya önceden kullanılmamış sergileme ve zikler, videolar, telefon veya e-mail mesajlaşmalarından ortaya performans alanlarını ortaya çıkarma olanağı böylece zayıflarken, çıkan kolaj metinler öne çıkmışken tariflerimizi de güncellemeliüretimler sürekli benzer çevrelere sunulduğunda sanatçıya katkı yiz. Bir zamanlar sanatsal olarak kabul görmeyen şeylerin artık
Buna bağlı olarak, şu iki soru gündeme geldi: “Biraz da bu gibi İzmir’e has alışkanlıklar üretim yapanların birbirinden haberdar olmamasına yol açıyor olabilir mi? Bu alışkanlıklar üretimlerin kent sathında yeterince görünür olmaması durumunu ve yeni alanlar yaratmaya dair ihtiyacı kronikleştiriyor olabilir mi?” “O hâlde, farklı kitlelerle iletişim kurmak için atabileceğimiz yeni adımlar olmalı; yeni egzersizlere ihtiyaç var” diye konuştuk. İzmir’deki kültür sanat üretimlerine dair ciddi bir görünürlük sorunu olduğu, toplantılara katılan istisnasız herkesin üzerinde hemfikir olduğu bir tespitti. Bu yüzden, “biz bu sorunu gidermek için nasıl alternatif yollar bulabiliriz? Kültürel üretimin kent çapında görünürlüğünü artıracak haritaları, künyelemeyi nasıl hayata geçiririz?” başlıklarına odaklandık. Zira kültür üretim alanlarını, oluşum ve kurumlarını bir harita üzerinde işaretlemek ve bunları fihristlemek; etkinliklerin daha geniş kitlelere ulaşması, yeni kitleleri çekebilmesi adına başlangıçtan bu yana ilk akla gelen çözüm yöntemlerinden biriydi: “Atölyelerin, sanat kurumlarının, kültür merkezlerinin, sergileme ve performans mekânlarının, tasarım ofislerinin ve kültürel aktivitelere açık kamusal alanların önce İzmir merkezi, sonra da ilçeler bazında bir harita üzerine işaretlenmesinin çok işe yarar bir çözüm olacağı kanaatindeyiz. Bu harita basılı olabilir ama mutlaka dijital bir versiyonu olmalı. Ayrıca, dijital versiyon üzerinde kolaylıkla güncelleme yapılabilmeli. Fihristin dijital versiyonuna aramayı süzebilecek anahtar kelimeler (tag) kolaylıkla eklenebilmeli. Böylece dileyen harita üzerinden dilediği alana dair mekân, kurum ve alan bilgisine; fihrist üzerinden de iletişim bilgilerine ve belki özet bir bilgi notuna ulaşabilmeli”. “İşaretleme ve kayıt altına alma konusunda İKPG’nin neler yapabileceğine ilişkin bir vurgu yapmak isterim. Bu gibi haritalandırma çabalarında ve web temelli platformlarda kültür üreticilerine dair spesifik ve işlevsel bir kategorizasyon sistematiği kurmak çok önemli. Meselâ bir fotoğraf üreticisi düşünelim; odaklandığı alan kentsel dönüşüm olsun. Diğer bileşense diyelim ki kadın hakları alanında çalışıyor. En azından tag’lerden (etiketlerden) benim ilgili olduğum alanlarla ilişkili bileşenleri filtreleyebilmeliyim. Büyük bir havuzda
kaybolmadan, amacıma uygun verilere ve kişilere ulaşabilmeliyim. Benim için kolaylaştırıcı ve yönlendirici olsun bu harita; fihristler ve web sitesi. Özellikle video üretim alanında dahil olduğumuz sitelerde her şey etiketli ve istediğim alanda kendimi daha rahat konumlandırıp doğru izleyiciye kolayca ulaşabiliyorum. İKPG ağındaki bileşenleri bir havuzda toplarken buna dikkat etmek lâzım. Ayrıca içeriğin tercih edilirliğinin daha çok takipçiye ulaşmanın en önemli kriterlerinden biri hâline gelmiş olduğunu unutmamak gerekiyor.” Acaba İzmirli sanatçıların farklı disiplinlerde ürettiklerini muhafaza edip sergileyecek, herkesin ulaşımına açık bir arşiv yaratmak işe yarar mı ve İKPG, böyle bir arşivin kurulmasına öncü olmalı mı?: “Böyle bir arşive katkıda bulunmak isteyen, istediği ölçüde katkıda bulunabilmeli. Paylaşımın sınırında, paylaşım kanallarının niteliğinin ve paylaşım yöntemlerinin belirlenmesinde sanatçı son söz sahibi olmalı. Belki bu tür bir arşiv, İzmir’deki kültürel üretimin görünürlüğünün sınırlarını yurtdışına genişletirken şuna da yol açabilir: Örneğin İtalya’dan kalkıp bir proje üretmek için İzmir’e gelmeye karar veren bir sanatçının, burada beraber bir şey yaratabileceği sanatçıları, yapıları tespit etmesine yarayabilir. İKPG bileşenlerinin yıl boyunca neler yaptığını kataloglayan bir yıllık, almanak basılabilirse bu gibi rastlaşmalar hızlanabilir. Bu yıllık, Akdenizliliğin altını çizecek şekilde mutlaka iki, üç dilde olmalı”. Üzerine eğilmek istediğimiz konular netleştikçe ve ana başlıklar çeşitlendikçe, farklı ilgi ve örgütlenme alanlarındaki görünürlüğü artırıcı yöntemler de söz konusu oldu: “Bisikletçi arkadaşlarımızın uyguladıklarından da işe yarar formüller çıkartabiliriz. İzmir’deki bisiklet camiaları, kendi etkinliklerinin görünürlüğünü artırmak için birçok etkinlik yaptı, farklı birçok metod uyguladı. Sokak performansı yaptılar, örgütlenip yerel yönetimlere net taleplerle gittiler ve bu sürecin sonucunda somut bazı kazanımlar elde ettiler. Ardından daha geniş kitlelere hitap etmek için radyo programı yapmak, dergi çıkarmak gibi fikirler ortaya çıktı ama uzun vadeli planlar hazırlanmadığı için bu çabaların devamı gelmedi. Ülkemizdeki bir diğer problem, kimsenin sürdürülebilirlik kavramına yeteri kadar kafa yormuyor olması. Bu tür örgütlenmeler başarıldığında bu örgütlülük hâlinin, meselâ beş yıllık bir faaliyet planına göre nasıl devam edeceğine de kafa yormak gerekiyor. O da bünyede bazı görevlendirmeler yapmayı gerektiriyor. Ancak ‘duyurulardan
FORUM
sağlayacak eleştirel yapıların ortaya çıkmasına imkân kalmıyor”.
17
sorumlu bir iletişim uzmanımız olsun’, ‘bir sistem kurucumuz olsun’ diye düşünürsek o uzun vadeli planları hayata geçirebiliriz”.
FORUM
“O KADAR ÇOK YERE İHTİYACIMIZ VAR Kİ!”
18
mıyız? Böylece kültürel üretimi paylaşmak istediğimiz kitlelerle direkt ilişki kurma şansını yakalayabilir, birinci elden mahâllelinin taleplerini dinleyebilir ve onlar adına konuşmaktansa demokratik katılımla yol alabilir miyiz? Direkt temasta kimbilir ne sıkıntılar, ne değerli katkılar ortaya çıkacaktır. Bunu belki de mekânsal sıkıntıları ortadan kaldırmak için alternatif bir öneri olarak kabul edebiliriz”.
Toplantılarda sıkça dile getirilen başlıca konulardan biri de alan kısıtıydı: Mevcut kültürel alanların ve kültür merkezlerinin daha etkin değerlendirilmesine, bu mekânlardaki temel teknik ihtiBu öneriler, doğal olarak yeni önerileri getirdi: “İzmir’deki bayaçların standartlaştırılmasına, daha önce hiç kültürel aktivite ğımsız sergi salonlarının ve kurumsal müzelerin de İzmir halkını ne gerçekleştirilmemiş mekânlara işlev kazandırmaya ve kamusal şekilde ve ne türlü yollardan bu mekânlara çekebileceğine dair bir alanların kültürel aktivite için nasıl daha etkin kullanılabileceçalışma yapması gerekiyor. Merkez diye tabir etmekte olduğumuz ğine dair birçok öneri, tespit paylaşıldı: “En büyük ihtiyacımız, her neyse, onun dışında kalan İzmirlileri bu mekânlara çekmek için sanatsal üretimlerimizi sürdürüp sergileyebileceğimiz alanlar. Örnecidden kafa yormak lazım”. ğin, kendi imkânlarımızla bir mekân kiralıyoruz ve bir zaman sonra üretimlerimizin maddi getirisi, bu mekânın kira ve temel giderlerini “Avrupa kentlerindeki örneklere bakacak olursak, karşımıza genellikle üç model çıkıyor: Uzun zamandır atıl duran mêkanların kolektif karşılamaya gitmeye başlıyor. İşte o zaman özgürce üretmek yerine sanatsal üretimler, sergilemeler ve performanslar gerçekleştirmek sipariş edilen üretimlere ağırlık vermek zorunda kalıyoruz. Belki kentsel dönüşüm sürecindeki bölgelerin, boş hangarların ve depo- amacıyla ele geçirilmesiyle ortaya çıkan işgâl evleri; patronsuz lokantalar, sanat dükkânları veya kafeteryalarla temel masraflarını ların, atıl arsaların sanatçıların kullanımına açılması konusunda karşılayan kooperatif mekânları ve yerel yönetim tarafından tahsis veya restorasyona açılan belli başlı sokaklardaki Rum evlerinin bina edilmiş üretim ve sergileme alanı, rezidans gibi kısımlar içeren yarestore olana kadar sanatçıların geçici kullanımına açılması çözüm pılar. Bu tür modeller, sürdürülebilirlik anlamında çeşitli yaratıcı olabilir. Bu açıdan, mekândan bol bir şey yok İzmir’de”. yöntemlerin ortaya çıkmasını sağlarken, kronikleşen yer problemini Bu başlık detaylandıkça, ihtiyaç duyulan türden mekânları da de çözmüş oluyor. Ayrıca, önemli bir nokta gözden kaçırılıyor: Atıl bidaha detaylı olarak tarif etmeye başladık: “Kimi kültür merkezlenalar ve arsalar, üretim ve işlerin sergilenmesi amacıyla sanatçılara rinin girişinde dev merdivenler, devasa meydanlar var. Bu alanlarda geçici süreyle tahsis edildiğinde sanatçılar, tahsis süresi boyunca o halka açık, ücretsiz katılımlı performanslar gerçekleştirilebilir; bu binaların, alanların bakımını ve sorumluluğunu da üstlenmiş olacak. alanlar fotoğraf, plastik sanatlar, sinema için sergileme, gösterim Bu yurtdışında böyle işliyor. Konuya hiç bu açıdan bakılmıyor”. alanları olarak yeni bir işlev kazanırken haritada işaretlenmiş olur”. “Çoğumuz tamamen kendi olanaklarımızla faaliyet yürütüyoruz ama “Dört duvar olarak bakacak olursak, pek çok şehirde ve ilçede aslında insanlara sanat yapmaları için daha geniş bir alan, daha çok olanak kültürel üretim ve faaliyetlere ayrılmış, çeşitli büyüklüklerde kapalı sağlamak istiyoruz. Çok daha geniş, belki de beraber üretebilecek alanlar var. Fakat bu binalar inşa edilirken baştan ne tür etkinliklere yapıları biraraya getirecek yerlere ihtiyacımız var. Böyle bir alanı bizhizmet edeceğine dair kültürel bir strateji gözetilmediği için, o odalar zat sağlamaya kalktığımızda da o alanın hayatta ve bizim elimizde ve salonlar genellikle atıl duruyor. Kültür merkezlerini daha efektif kalabilmesi için zorunlu olarak kurumsallaşmayı dayatıyor sistem. şekilde işletecek politikalar üretebilmek için İKPG gibi platformların Farklı disiplinlerde üreten İzmirli sanatçıların bir mekânda toplanıp yol açıcı olabileceğini düşünüyoruz.” beraber bir şey üretebilmesinin şöyle de bir faydası var; İzmir’in kül“İKPG toplantılarına katılan neredeyse her paydaşın bir biçimde so- tür hayatını canlandırmak adına: Bu mekânlar, aynı zamanda sanatçılar arasındaki iletişimi sağlıyor, imece kültürünü geliştiriyor veya kakla ilişkide olduğundan yola çıkarsak, şöyle bir öneri geliştirmek anlamlı olur mu?: Acaba biz sanatçılar, bu gibi buluşma toplantıları- tek bir konsept etrafında farklı ifade biçimleriyle üretim yapılmasını sağlıyor. Hani hep İzmirli sanatçıların birbirinden haberi olmadığı nı forum formatında kamusal alanlarda, halka açık olarak yapmalı
ve çoğu belediye tarafından müzeleştirilmiş meselâ. Üstüne düşmeye değer bir formül olduğunu düşünüyorum.”
“Biraz ara yüze ihtiyaç var gibi. İşgâl etmeye gelene kadar, önce mü- Ardından, altyapı çalışmaları devam eden ve kültürel üretim zakere etmek gerekiyor ama inatçı bir müzakerecilikten bahsediyo- alanında gelecek günler için ışık yakan bazı projeler üzerinde durduk: Tıpkı Kıyı Tasarım Projesi gibi Kemeraltı – Kadifekale rum. İşgâle gelene kadar, oranın bir tiyatro oyunu veya bir sergi için aksı için yürütülen İzmirTarih projesi, Damlacık’tan Basmane’ye en uygun, en gerekli yer olduğunda inat etmek, daha çok proje üretip uzanan bir bölgenin özgün sosyal çerçevesinden soyutlanmaorada sergilemek için dayatmak, daha çok kişiyi bellenen yer için dan canlandırılması gibi. harekete geçirmek gibi yöntemlerde ısrar edilebilir. Ayrıca projeyi öneren, yeni bir mekânda ısrar ederken yalnız, desteksiz ve kitlesiz “Kimi kamusal alanların geçici olarak sanat icra edilen, sergilenen kalmamalıyız; kalabalık görünmeliyiz. İşte o noktada yine dayanışyerler olarak tanımlanması mümkün. Sonrasında etkinliğe dair manın gücü devreye giriyor”. tüm izlerin silinip gitmesinden bahsediyorum. Dolayısıyla kalıcı bir donanım veya tadilata gerek yok. Örnek vermek gerekirse BetonOrtaya “sanatçıların toplu olarak yerleştiği, ürettiği mahâller başka ne işlere yarayabilir?” diye bir soru yönelttik: “Belki bu şekilde, yol’daki semt pazarı, Varyant’ın üzerinde yer alan ve haftanın bir ya da iki günü kullanılan halk pazarı, bu formül üzerinden etkinlik İzmir’in sanat çevreleri de belli başlı bölgelerde odaklanıp hem yerel alanı olarak kullanılabilir. Yarı kapalı hale getirilen bu gibi kamuyönetimin ihtiyacı olan kültürel projeleri üretebilir; hem de yerli ve sal yapılar, minimum ölçüde de olsa bellli başlı altyapı donanımına yabancı turistlerde alım talebi yaratacak üretimler gerçekleştirebilir. Bu tür bir bölgesel toplaşma, İzmir’in marka kent olarak öne çıkma- sahip bomboş alanlar. Pazaryerinde etkinlik gerçekleştirmek, Aktivist Sanatçılar Birliği’nin düzenlediği bir dizi çalıştayın sonucunda sında tasarım ve moda alanlarını da tetikleyebilir. Birçok Avrupa ortaya çıkmış bir öneri. Resim, fotoğraf ve edebiyat gibi alanlardan kentinde bu böyle değil mi? Sanatçı mahalleleri, sanat sokakları...” katılımcıların yer aldığı bu birliğin dünyanın birçok yerinde üyesi “Batı’da örneklerine rastladığımız terkedilmiş fabrikaların, yerleşkeve partneri var. Tezgâhlarla yanyana duruyorlar; pazar kuruluyken lerin sanatçılar veya inisiyatifler tarafından yeni yaşam alanlarına, insanlara direkt temas eden pek çok etkinlik düzenliyorlar. Bir diatölyelere ve sergi mekânlarına dönüştürülmesi üzerine bakmaya ğer seçenek, Bornova’da viyadüklerin altındaki boş alanlar. Gözdevam edilebilir. Hâtta İngiltere, Almanya gibi ülkelerde belediyelelemlediğim kadarıyla sadece birkaç viyadüğün altı otopark olarak rin bu oluşumlara nasıl bir model üzerinden mekân desteği verdiği kullanılıyor; diğerleri genelde atıl durumda. Basit çözümlerle bu incelenebilir. Bu araştırmadan uygulamaya yönelik hiç sonuç çıkalanların etrafı çevrilebilir, mütevazı ölçekte onarımlar yapılabilir, masa bile İzmir adına kayda değer bir bilgi birikimi ortaya çıkacakhâtta bu alanların rekreasyonu tamamen sanatçılara veya olutır. Marsilya Belediyesi’nin desteklediği büyük kompleks, belki de bu şumlara bırakılabilir. Otoparklarda geçici çözümlerle kapatılacak modele göz atmak için en iyi örneklerden biri.” belirli bölümler, performans alanı olarak hizmet görebilir. Heykel ve “Marsilya’daki sanat kompleksi benzeri yapılar, o bölgenin işaretlen- enstalasyon konusu biraz farklı. İşi kapalı mekân ve açık mekâna göre projelendirmek gerekiyor, çünkü herhangi bir yerleştirmenin miş ve lanse edilebilir bir kültürel faliyet alanına, yaşanan bir yere yaratacağı algı her iki alan için farklı. Açık alanda sergilenecek dönüşmesini sağlıyor. Böylece hem bölge özelleştiriliyor, hem atıl kalıcı yerleştirmeler veya heykeller için şehirde özel işaretlenmiş bir mekân turistik cazibe merkezine dönüşüyor. Altkültürler, bu gibi yerler bulmak gerekiyor. Görüldüğü gibi açık alanda üretim yaptoplaşmalardan ortaya çıkar. Çünkü sanat, sadece o bölgede yaşamak, performans sergilemek söz konusu olunca, bu alan meselesi yanlara değil; çeperinde yaşayanlara da temas etmeye başlıyor. Yüz atölye içeren bir fabrika modeli düşünün; sanatçılar orada yaşıyor, genişleyebiliyor.” iş yapıyor ve derken o kompleksin etrafında yanal ekonomik düze- “Pazaryeri tipi alanlar için modüler sistemler tasarlanabilir. Böylece nekler ortaya çıkmaya başlıyor. Kitabevleri, butik lokantalar, cafe’ler şehrin bünyesine gezici, alternatif bir galeri eklenebilir. İzmir’de vs. İstanbul Modern’e komşu Karaköy, bunun en güncel örneği değil bariz bir galeri sıkıntısı var. Özellikle öğrencilerin sergi açtığı dömi? Böyle olunca o kompleks seneler boyu varlığını sürdürebiliyor. O nemlerde bu kriz ortaya çıkıyor. Gündoğdu Meydanı’nda artık kent bölgeye gelen birisi, ilgilendiği sanatçılara ve oluşumlara doğrudan belleğinin bir parçası hâline gelmiş bir geçici sahnemiz var meselâ. temas edebileceğini biliyor. Mekân dediğimiz şey o yüzden önemli. Gayet organize bir şekilde kurulup kullanılıp kaldırılıyor. Bu tür bir Mekân demek, gelenek demektir. Ev önemlidir. Sokağa çıkarsın ve modele göre geçici, modüler, kolay kurulup kaldırılabilen sahneler döneceğin yer evdir. Sanatçının yaşadığı ürettiği ev, oda, mutfak, ve sergileme panelleri üretilebilir.” bahçe bu yüzden önemli. Slovenya’nın başkenti Ljubljana’dan bir “Mobil sahneler de bir diğer seçenek. Kullanım dışı kalmış otobüsler örnek vereyim: Metalkova’da sanatçılar atıl duran bir binayı veya veya kamyonların kimi bölgelerde sabitlenmesi fikri aklıma geliyor. mekânı gidip temizliyor, düzenleyip kendileri için işgâl ediyor. SloBöylece lâzım olduğunda makul bir ses sitemi desteğiyle bulunduğu venya özelinde söylersek, meselâ Almanya’dan bu şehre gelen punk noktaya çakılı kalmayacak sahneler yaratma olanağı ortaya çıkıyor. aktivist veya bir kuramcı sanatçı, o mekânı bildiği için doğru adrese Mobil araçlar, her yeri bir performans mekânına dönüştürmenizi ulaşıyor. İşgâl etmek denince bizde tüyler diken diken oluyor ama sağlayabilir.” Çanakkale Bienali sürecinde CABININ ekibinin izlediği yöntem gayet makul. Bu yönteme göre, sahibi ilgilenmediği için kullanım dışı kal- “Kamusal alanda sanat etkinlikleri düzenleme fikri, aslında yerel yömış mekânları bir nevi işgâl edip belediyeden lojistik destek alarak, netim ve resmi kurumların yeni yeni talep ettiği bir şey. Bu kurummekân sahipleriyle sağlıklı diyaloglar yürüterek hayata kazandırı- lar heykel sempozyumları, yarışmalar ve özel siparişlerle sanatçıyorlar. Bu mekânlar bienal vasıtasıyla işlev kazandıkça değerlenmiş lardan üretim talep ediyor. Toplantılarda yapılan önerilerin genel
FORUM
üzerinde duruyoruz ya; belki bu gibi mekânlar, sözü edilen kopukluğu gidermeye de yaracak”.
19
20 FORUM
olarak aktivist üretim yaklaşımıyla ilişkili olduğunu görüyoruz. Mekâna müdahale etmek, geçici aktiviteler ve buluşmalar düzenlemek, bu yaklaşımı ortaya koyuyor. Bu tür girişimlerin tek elden örgütlenebileceğini düşünmüyorum, açıkçası. Öyle olursa doğallık da ortadan kalkar zaten. Ayrıca aktivist kimlikli yapıların kurumsal yapılardan mekân talep etmesi bence büyük bir tezat.” KÜLTÜREL ÜRETİMİN GÖRÜNÜRLÜĞÜNÜ ARTIRMAK: KAMUSAL ALANLARIN DURUMU
Duvarına sevdiği bir resmi asmak kaç kentli için öncelikli bir ihtiyaç? Evinin duvarına “iz kalmasın” diye resim veya fotoğraf asafiş yoksa görünürlük adına o şehirde kültürel bir aktivite yoğunlumaktan dahi kaçınıyor olmanın acaba ilginç bir biçimde bireyin kamusal alanla ilişkisine etkisi olduğunu düşünebilir miyiz? Ba- ğu olduğundan bahsedemeyiz. Kültürle az buçuk ilgiliyseniz bir şehire gelince ilk olarak ortadaki afişlere, duyurulara bakarsınız. Dünkın ortaya neler çıktı: “Evi ev yapan içindeki yaşamsa ve içindeki yada hangi şehre giderseniz gidin, bu böyledir. O şehirdeki afişler, yaşam alanını tarif eden duvarlarsa bir kiralık daire tuttuğunuzda şehrin grafik tasarım dilini, renk tercihlerini de ele verir. Kafasına ev sahibi diyor ki; ‘duvarlar temiz kalsın, sakın çivi çakmayın. Yeni esenin istediği yere afiş asmasından bahsetmek yersiz ama kamuboyattım’. Böyle bir gelenekten gelince, bireyin barındığı alanda duvara asacağı her türlü sanatsal ürün evden uzaklaştırılmış olu- ya açık serbest afişleme alanları tespit edilebilir. Osmanlı’da olup yor. Sanatı evinden uzaklaştırmış bireylerin kamusal alanda sanat- bugünlere tek tük örneği kalmış İstanbul’daki afiş kuleleri buna bir örnektir. Ayrıca artık ortadan kalkmış bu gibi bir kent mobilyalarını sal üretimler görmek için yanıp tutuşacağını iddia edebilir miyiz? tekrar hayata geçirmek, İzmir için ilginç ve yeni bir sembol ortaya Edemeyiz. Diyelim ki, bir meydana ya da sahil hattının seçilen bir bölümüne sürekli sergileme amaçlı olarak standlar yerleştirildi. çıkarabilir”. Hâtta bunlar sabit olmasın, taşınabilir olsun ama hep aynı bölgede Peki, vapurları kültürel etkinliklere ev sahipliği yapabilecek kurulsun ki, o standlar bölgeyi bir aktivite alanı olarak işaretlesin. kamusal alan olarak tanımlayabilir miyiz?: “Sadece sessizce seBu alanda yıl boyunca gerçekleştirilecek on fotoğraf sergisi olsa, yıl yahat ediyoruz. Oysa ki vapurlarımızda pek çok kültürel aktivite yasonunda o arteri kullanan kentlilerin fotoğrafa bir nebze bile olsa il- pılabilir: İzmirli yönetmenlerin filmleri gösterilebilir, müzik grupları gisi artacaktır. Üstelik o alan, gittikçe sergileme alanı olarak benim- konser verebilir veya kısa tiyatro oyunları izlenebilir, fotoğraf sergisi senecektir. Sahil hattının Alsancak İskelesi ile Liman arası bölümü, düzenlenebilir”. Kıyı Tasarımı Projesi (İZMİRDENİZ) sırasında bu tür sergilemeler için önerilmişti. Bunlar tek başına mekânsal sorunlarla sınırlı konu- “Yurtdışında çok ufak, minimal gösteri alanları var. Meselâ Barcelona Belediyesi, performans yapmak için başvurduğunuzda kullanalar değil. Kamusal alanları kullanan kalabalıkların trafiksel olarak nasıl bir kitlesel akış yaratacağını da önden tasarlamak gerekiyor. bileceğiniz alanlara dair bir harita veriyor. ‘Şu desibelle sınırlı kalmak kaydıyla müzik çalabilirsiniz, yayınlayabilirsiniz’; ‘en fazla şu Hep birbiriyle bağlantılı şeyler bunlar.” yükseklikte platform kullanabilirsiniz ve gösteriniz en fazla şu kadar “Meselâ Kıyı Tasarım Projesi esnasında Kültür Sanat Çalışma Grubu saat sürebilir’ gibi net kriterleri herkesin kolaylıkla anlayabileceği üyeleri, sahil hattındaki amfitiyatroların halkın ürettiklerine açık yönetmeliklerle belirlemişler. Dolayısıyla hem kontrollü bir serbesti sergileme ve performans alanı olarak değerlendirilmesini önermişti var, hem de ölçülebilir ve denetlenebilir kriterler. İş bu kadar kolay fakat bu konuya dair hiçbir gelişme kat edilemedi. Oysa bu amfiti- aslında. Üstelik oradaki yerel yönetimler adına, pek çok çıktıdan yatrolarda düzenlenebilecek etkinlikler semt derneklerine delege söz etmek mümkün: Kültür araçlarını kontrol altında tutabiliyorlar edilebilir. İKPG de bu derneklere içerik, planlama konusunda des- ama üretime sert yönetmeliklerle sekte vurmadan. Şehrin kültürel tek olabilir. Böylece belediyenin bu gibi taleplerle meşgûl edilme üretiminin tektipleşmesine engel oluyorlar. Ayrıca, şehirde üretilen ihtimâli ortadan kalkar.” kültürü ‘marka şehir’ vurgusunu desteklemek adına kullanıyorlar”. Mevcut ve potansiyel taşıyan kültürel mekânların bir harita üzerinde tespit edilmesinin önemi ortaya çıkmışken, “acaba bildiğimiz, yerine alışkın olduğumuz mekânlara ulaşmak konusunda durum nedir?” diye konuştuk. Katılımcılar, görünürlüğü artırma konusuna da dokunarak, her şehir için gerekliliği tartışılmaz tabelalama politikası konusunda önemli tespitlerde bulundu: “Mekânlar arasındaki sinyalizasyonun sağlanması çok önemli. Kente has bir bilgilendirme, işaretleme mimarisi İzmir’e çok yakışacaktır. Örneğin İzmir’de kültürel aktivite afişlerinin serbestçe asılabildiği bir afiş kulesi yok. Afişler kamu içindir ve kamuyu bedava bilgilendirir. Bedava bilgilendirilmek de kamusal haklardan biridir. Ortada
Üç toplantıyı düşününce en esin verici cümlelerden biri belki de şuydu: “İzmir’de kültürel aktivitelerin görünürlüğünü sağlamak ve pozitif eleştiri kurumunu yerleştirmek için hıza ihtiyacımız yok ama istikrarlı bir telaşa çok ihtiyacımız var”.
FORUM
Toplantılar boyunca, ara ara da olsa kentli kesimin sanat ürünlerini günlük hayatına ve yaşam alanına ne kadar kabul ettiğine dair pek çok değinmeyle karşılaştık.
21
HAZİRAN – KASIM 2015: “BU ŞEHİRDE BİR ŞEYLERİ DEĞİŞTİREBİLİRİZ”
FORUM
Yaza girmeden, Haziran’da dördüncü toplantıyı düzenledik; yazın rehavetini atar atmaz Eylül - Kasım boyunca yedi toplantılık bir maraton sayesinde hem yeni bileşenlerimizle tanıştık, hem de buluşmalarımıza ivme kazandırdık.
22
Üstelik, bu toplantılardan bazılarına İstanbul’dan, Antakya’dan, Çanakkale’den çok değerli isimleri konuk ettik. Eylem Ertürk (Anadolu Kültür), Didem Kaplan (Mekan Artı), Seyhan Boztepe (CABININ / Mahâl Mekân), Yörük Kurtaran (Sosyal Kuluçka Merkezi), Tevfik Usluoğlu ve Vasıf Kortun (SALT); ufuk açıcı deneyimlerini, alternatif çözüm ve model önerilerini bizlerle paylaştı. (Değerli konuklarımızın sunumlarını ve İKPG için model önerilerini 'Modeller ve Stratejiler' bölümünde okuyabilirsiniz.) Gittikçe kalabalıklaşıyoruz ve güçleniyoruz. İlk buluşma toplantısından bu yana, çoğu paydaş beraberce proje üretmeye başladı. İKPG çatısı altında tanışanlar, birbirinin sorunlarına çözüm yaratmaya, engelleri ortadan kaldırmaya başladı. Bu aşamaya varınca, doğal olarak toplantıların gündemini oluşturan başlıklar da zaman içerisinde çeşitlenip yeni nitelikler kazandı. Bizler de değişmeye, dönüşmeye başladık. Olgulara farklı açılardan bakmayı öğrendik. Dördüncü toplantıdan itibaren öne çıkan gündem konularını iki gruba ayırabiliriz. Birinci gruptaki başlıklar altında, İzmir ve kentteki kültürel üretime dair sorular üzerinde yoğunlaştık: > İzmir, kültür tüketen bir şehir olmayı hedeflemekten ziyade, kültür üretimine odaklanan bir şehir olabilir mi? > Kentin karakteristik özelliklerinden biri olarak öne sürülen rehavet kavramı, bu doğrultuda İzmir’in markalaşma sürecinde avantaj sağlayacak, beyin göçünü geriye çevirecek bir unsur olarak olarak değerlendirilebilir mi? > Kentteki kültür üretimiyle nüfusun kültür tüketim alışkanlığı ne ölçüde örtüşüyor? İkinci gruptaki başlıklarsa daha çok kültürel üretimin finansman modellerine ve yaklaşımlarına dairdi. Ayrıca, İzmirKültür Pla+formu Girişimi’nin paydaşlarıyla beraber nasıl ilerlemesi gerektiğine ilişkin bir dizi başlık üzerinden ilerledik: > İKPG olarak bu aşamadan sonra nasıl bir modelle örgütlenme sürecine devam edebiliriz ve paydaşlar için hangi çerçevelerde ne tür işlevler, sorumluluklar üstlenebiliriz? > Yerel sermayenin, özel sektörün kentsel kültür üretimine
desteği hususunda hangi noktadayız ve bu desteği canlandırmak adına neler yapabiliriz? > Kültür yönetişiminden ne anlıyoruz, eksiklerimiz neler ve bu eksikleri nasıl giderebiliriz? > Kültür üreticisi birey ve yapılar, tahsis edilen fonlardan nasıl yararlanabilir? > Paydaşların iletişim ve üretim için ortaklaşa kullanabileceği bir mekân yaratmak mümkün mü? İZMİR’İN KRONİK KAYBI: YARATICI BEYİN GÖÇÜ Hep tartıştığımız bir konudur: “İzmirli yaratıcı bireyler, üretmek için İstanbul’a göçer”. Eğlence ve kültür sektöründe karar verici ve yatırımcı bireylerin; bu ülkenin zihnini açan müzikleri üretenlerin; sinema, televizyon, reklâm, tasarım, moda ve tiyatro dünyasında önde gelen isimlerin çoğu İzmirlidir. Tüm bu isimler, hayat seyrinde en az bir kez İstanbul’a yerleşmeyi ve bu megapolde tutunmayı dener. Büyük bir kısmı gittiği gibi orada kalır, başarılı işlere ve projelere imza atar. Geri dönmek istemeyenlerin ilk öne sürdüğüyse İzmir’in onlara hak ettikleri maddi koşulları, İstanbul’daki hayat standardını sağlayamayacak olmasıdır. Peki, tersine göç mümkün mü? Kente kesin dönüş yapan İzmirlilerin sayısı gözle görülür şekilde artarken, İzmir’in mevcut kültürel ortamına getirilen eleştiriler yakın vadede gündem konusu olmaya devam edecek mi? Bu soruları ortaya sormadan önce, neden birçok İzmirlinin kente kesin dönüş yapmaya başladığına dair tespitlere baktık: “İnsanlar bir biçimde İzmir’e geri dönmek istiyor. Belki politik yaşam itibariyle Lübnanlaşmaya başlayan İstanbul’un yarattığı boğulma hissinden dolayı, belki Dubaileşmeye çabalayan şehirde boğulduklarından ötürü... Şehrin çatışmalı ortamından dolayı dönüp de yaşadığın kente, sanata bakamıyorsun. Bastırılmışlık ve ötelenmişlik hâlinin bireyi bunaltmasından bahsediyorum.” “İzmir’de ise o bol ışıklı rahatlığın sağladığı bir sakinlik var. Bu üretkenliğe de pozitif yansıyan bir etken. Son iki yıldır, İzmir’e dair belirli ezberlerin aşındığını gözlemliyorum. Uçakla yolculuğun ucuzlaması sayesinde serbest çalışan, yaratıcı sektörlerde faaliyet gösteren ve düzenini oturtmuş pek çok İzmirli, şehre kesin dönüş yapıyor. Teknolojik paylaşım olanakları sayesinde işi burada rahat bir yaşam ortamında çok daha ucuza üretip, İstanbul’da özledikleri yüksek yaşam kalitesinin ve insanca yaşamın, huzurun keyfini sürüyorlar. Haftada birgün İstanbul’da olmak veya toplantılarınızı
“Son üç yıldır, özellikle İstanbul’dan İzmir’e doğru çok ciddi bir yaratıcı beyin göçü var. İstanbul’dan kaçmayı kafaya koymuş herkes ya Bodrum’a ya İzmir’e geliyor. Kendi adıma, bu konuda benden yardım talep eden eş dost sayısı ayda ikiye üçe çıkmış vaziyette. Montaj yapıyor; çizer, seramikçi, senaryo yazarı, fotoğrafçı... Müzik sektöründe çalışıyor, blog yazarı veya çevirmen... Yaratıcı sektörlerde çalışanlar, artık belli bir coğrafyaya bağlı kalmadan, dizinde bilgisayarıyla sosyal ağlar ve internet üzerinden işini görebiliyor. İzmirli olmayan birçok yaratıcı ve üretici bireyin kalıcı olarak yerleşmek üzere başta Urla olmak üzere Alaçatı, Karaburun, Foça, Seferihisar gibi ilçelere yöneldiğini görüyoruz. Bu göç etme hâli, beraberinde şunları da getirecek ve İzmir’i dönüştürmeye başlayacak: Yeni yerleşenler, İstanbul tipi yaşam şeklini, megapolün telaşını ve enerjisini İzmir’e taşıyacak. Bunun yanı sıra organik tarım, yeni iletişim modelleri, yeni medya, permakültür, etkinlik organizasyonu gibi İzmir’in görece zayıf düştüğü konularda müthiş bir birikimi beraberinde bu şehre taşıyacaklar. Yakın vadede karşılıklı bir etkileşim sürecinin işlemeye başlayacağını düşünüyorum.” “İSTANBUL, AH İSTANBUL! BİZ BURADA, Her şey ORADA...” Öykünen çok İstanbul’a ve oradaki telaşa. Kalmak mı zor, gitmek mi? Dönmek mi lazım, ara sıra gidip gelmek mi? “Benim gibi on beş yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra İzmir’e yerleşen bir televizyoncuya her şey gerçekten çok yavaş geliyor bu şehirde. İstanbul’da öyle bir tempoyla yaşamaya alışıyor ki insan; bakkaldan süt alırken de herhangi bir projeyi yürütmek için paydaşlarınızla biraraya geldiğinizde de bu hızı arıyorsunuz. O kadar alışmışsınız
ki o koşuşturma hâline, bir an evvel bir şeyler çözülsün, ardı arkası gelsin, herkes sizin gibi bu koşturmacanın bir parçası olsun istiyorsunuz. Bu rehavet önce rahatsız ediyor ama sonra algıladım ki, hiçbir şey geç kalmıyor İzmir’de aslında. Herkes yapmakta olduğu iş neyse bir şekilde onunla bağını devam ettiriyor. En sonunda kendisinden beklediğiniz bir şey varsa onu size gerçekten zamanında teslim edebiliyor. İnsanların bir acelesi yok sadece. Bir eksiği de yok aslında. Bu beni çok etkiliyor ve bunun çok değerli olduğunu düşünüyorum. Diğer hızlı hâller içinde bir sürü şeyle bağ kurmayı unutarak geçiriyoruz zamanımızı. Bu anlamda rehavet, İzmir’in sunduğu yaşam kalitesi adına çok önemli bir avantaj. Bir başka nokta da şu: Prof. Dr. Haluk Ülgen’in ortaya koyduğu ‘kokteyl kimlikler’ meselesi. Ülgen Hoca, özellikle İstanbul’daki rekabet ortamında insanların artık kimliklerini kokteylleştirme eğilimde olduğunu öne sürüyor. Yani eskiden siz bir mühendis, sanatçı veya doktor olarak değerliyseniz artık kendi kimliğinize kattığınız diğer öğeler kadar değerlisiniz. Yoga yapıyorsanız, yemek kursuna gittiyseniz, ne kadar çok yönlüyseniz iş başvurusunda veya sosyal hayatta o kadar öndesiniz. İstanbul’daki kültür sanat tüketimi, bir parça da buna yarıyor ve hizmet ediyor. Kültürel aktiviteler, o kokteyl kimlikleri besleme yolunda ihtiyaç gidermek ve statü yükseltmek gibi görev görüyor. Dolayısıyla orada olmak, yani baktığı ve gördüğü şeyden ilham alıp esinlenmek yerine nişan gibi üzerinde taşıyacağı şeyleri toplamanın peşinde insanlar. Tıpkı son zamanların poplüler siber oyunlarındaki gibi. Bu bir simülakr. İzmir’de olmayan bir şey bu ama henüz yok. Kimsenin böyle dertleri yok burada. ‘Ona da gittim, burada da vardım, orda da şarap içtim, bununla da sohbet ettim’ gibi gösteriş dertleri yok İzmirlinin. Gerçekten ilgisini çeken bir şey varsa ‘a güzeldi’ deyip, onunla gayet doğal bir bağ kurabiliyor ve bu bağı gerçekten kuruyor. Ben bunun da çok değerli bir meziyet olduğunu düşünüyorum. Çarkları çok hızlı dönen şehirlerde olmayan, artık kalmamış bir şeyden bahsediyoruz.” ŞU MEŞHUR REHAVET KAVRAMI Birkaç toplantı boyunca, paydaşlarımıza ısrarla ‘rehavet’ kavramını nasıl değerlendirdiklerini sorduk. Sorduk ama mesele önce
FORUM
yapıp bir gece konaklayarak işinizi görüp İzmir’e dönmek mümkün. ‘tasarım ve kültür kenti’ mottosunu ülkeye benimsetmeye niyetli İzmir’in bu konuda çok etkin bir kampanya yaparak tersine beyin göçünü tetiklemesini, hâtta İstanbullu yaratıcı bireyleri bu şehirde kalıcı olarak ikâmet etmeye davet etmesini bekliyorum. İstanbul’da müşterinizden bir brief almak için ödediğiniz taksi parasına İzmir’e uçabiliyorsunuz. Bu, İzmir adına çok büyük bir propaganda avantajı.”
23
Rehavetiyle anılıyor olmak ve ünlenmek, İzmir adına bir talihsizlik olarak nitelendirilebilir mi? Bu sorular toplantılarda sıkça dile getirildiğine göre demek ki bu olguyu kurcalamaya dair ortak bir niyet ve istek vardı. Önce konunun etrafından dolanarak işe koyulduk; konuyu deştikçe, şehre atfedilen bu kavramın mevcut kültürel üretime etkisini konuşmaya başladık. İlginç tespitler ortaya çıktı:
FORUM
> Rahatlık ve yavaşlık, tasarım ve üretim sürecini pozitif anlamda tetikleyen unsurlar olabilir. > Bu unsurlar, İzmir’in kültür üreten bir şehir olarak ön almasına pozitif katkı sağlayabilir. > Tüketime odaklanmış ve bu alanda endüstrileşip kültür sanat piyasasını tayin eder hâle gelmiş başka metropollere öykünmeye kalkışmak, İzmir’e konum biçerken gayet yersiz bir girişim olarak nitelendirilebilir.
24
kendi İzmir’imizi tanımlamayı gerektirdi. Kendi İzmir tanımlarımızı evirip çevirmeye başladık: “Ben İzmir’i ‘Batı’daki Doğu’ olarak tanımlıyorum. Yakın tarihe baktığımızda üretilmiş o ‘Batılı kent’ tanımlanmasına, modernleşme sürecinde lanse edilen bu güçlü vurguya rağmen, şahsen bu kenti Doğuyla ilişkilendirecek yerlere bakmayı tercih ediyorum. ‘Doğunun Batısı’ ve ‘Doğunun Doğusu’ vurgusunda, İzmir’i ‘Doğu’nun Batı sınırı' olarak işaretliyorum.”
İzmir, kültürü hızla üretip hızla tüketen yüksek tempolu bir şehir olmalı mı? Bu meziyetler, ‘kültür şehri’ olarak anılmak adına olmazsa olmaz meziyetler midir?: “Rehavet kültürüne dair bu muhabbetin açılmasında gizli bir sebep seziyorum. ‘Nasıl olur da İzmir’deki şu rehavet kültürünü aşarız, İstanbul gibi olabiliriz?’ niyetini okuyorum. İtalya’yı düşünelim. Roma, Floransa, Bologna... Bunlar, bırakın İtalya’yı, kültür sanat alanında dünyanın en önde gelen şehirleri. Bir başka İtalyan kasabasındakiler, meselâ Cassano’daki insanlar, acaba oturup birbirine şunu soruyor mudur?: ‘Yahu nasıl yapsak da biz de şu Floransa gibi kültür sanatın beşiği olsak?’. Cassano ki, bir sayfiye kasabası. Mevzubahis rehavetse bizdekinin on katı rehavet var orada. Her şehir kültür sanatın beşiği olmak zorunda mıdır? Oradaki insanlar da sergi gezmek istiyorsa Floransa’ya gidiyor. ‘Haydi biz de böyle bir kültür kenti olalım da turist çekelim, her şey burada dönsün ve endüstrileşsin’ diye çırpınmıyorlar. ‘Millet buraya gelsin; denize girsin, güzel yemek yesin, iyi şarap içsin, falezlerimizden baksın’ diyorlar. Paris bir marka kent; acaba Fransa’nın küçük bir şehri ‘biz de Paris gibi olmalıyız’ diye diretiyor mu?”
“İzmir’e atfedilen rehavetin temelinde liman ve tarım kenti kimliği var. Tarihsel ardalanına bakınca tarım ürünlerinin şehre gelmesi, depolarda haftalarca beklemesi... Beklemek... Kemeraltı dediğimiz yer, zamanında devasa bir depolar kompleksiymiş. Depolar, kervanlar vs. Çok uzak bir geçmişten de bahsetmiyoruz. Zamanında, Ko- “Geçen hafta İstanbul’da İzmirli arkadaşlarımla buluştum. Senelerdir orada yaşıyorlar. Hepsi hırslı çocuklar. O yüzden İstanbul’dalar. nak - Pasaport hattında dört yüz civarında hanın var olduğundan bahsediliyor. Bunlardan bugüne seksen küsur han kalmış. İstanbul, İstanbul’a gidenlerin ve oraya yerleşenlerin bize söylediği şey hep şudur: ‘Sanat yapıyorsan İstanbul’a geleceksin. Burada çok iş var!’ İzmir gibi yanıp yıkılmadığı için zarar görmüş bir kent değil. Böyle Gidenlerin içinde kalan, yerleşen çok. Tutunamayıp geriye dönenler bir travması yok. İzmir; yıkılıp yakıldıktan sonra yeniden inşa edilen de oldu. Aslında bu gitme kalma meselesi, temelde seçtiğimiz ha‘simge kent’ aslında. Türkiye Cumhuriyeti’nin simge kenti. O yüzden yatla alâkalı. İzmir, konforlu bir kent. Afişlerde, kamusal alanlardabu şehrin karakteristik özelliklerini tanımlar ve konumlandırırken ki dev ekranlarda görüyoruz; ‘dünyanın bilmem kaçıncı, Türkiyenin biraz da geçmişine bakmak gerekiyor gibi geliyor bana.” birinci en konforlu kenti’. İşte ben bu konforu tercih ediyorum. Bu“Müzik cephesinden bakacak olursak, Türkiye’de alanında öncü ve nun için de gitmiyorum ve İzmir’de kalıyorum. İstanbul’da yaşayan deneysel işlere imza atan müzisyenlerin çoğunun İzmirli olduğunu ve mesleğinde dünya çapında isim yapmış bir arkadaşım, gemi mügörüyoruz. Yıllar önce bir İzmirli müzisyen buna dair şu tespit yap- hendisi olmak için uğraşıyor. Kendi özel arabasıyla her gün sabah mıştı: ‘İzmir ışıklı ve açık bir kent. Körfezden kaynaklanan bir hissi- 6.30’da kalkıp işe gitmek için üç saatlik yol yapıyor. Benim evimse yat bu. İzmirli müzisyenler ses ve müzik tasarlarken bu boşluktan, atölyeme yarım saat mesafede olmalı. Çünkü tercihim bu. Günün açıklıktan yola çıkıyor. Oysa İstanbullu bir müzisyen ya önce ritmi birinde İzmir’deki rehavet kültürü ortadan kalkacak olursa, rehavet kurarak yola çıkıyor ya da karmaşık, girift armonilerle işe koyulu- her neredeyse ben oraya gideceğim. Çünkü tercihim bu. ‘Daha iyisi yor.’ Bu yüzden İzmir’den giden müzisyenler o boşluklu, ferah, ışıklı olayım’, ‘daha ötesi olayım’ gibi telaşların sonu yok. İzmirli sanatduyguyu da yanında götürüyor ve bu duygu durumu, üretimlerinde çı arkadaşlarımız önce gidip İstanbul’da sergi açtı. Git gel derken, fark yaratıyor.” oraya yerleşmek zorunda kaldılar. Sonra İstanbul’da ünlendiler ve Nasıl tanımlandığı tam da belli olmayan şu rehavet dedikleri şe- Amerika’da sergi açmaya başladılar. Git gel derken sıkıldılar ve bu sefer New York’ta ev tutmak zorunda kaldılar. Şimdi Urla’da oturuyin İzmir’in üzerine ölü toprağı örttüğünü iddia edebilir miyiz?
“Başka şehirlerden gelip İzmir’e yerleşenler de İzmirlileşiyor zamanla. Neyi tercih ettiğiniz ve neden burada olduğunuz belirleyici. Kültür, başka bir metropolde endüstrileşmiş olabilir ama nedir o endüstrileşmenin ortaya koyduğu sonuçlar? Seri üretim, hızlı tüketim ve yaratıcı beyinlerin gönüllü iç göçü. İnsanlar Kadıköy’de daha sık yan yana geliyor olabilir; çünkü o mahâlde birbirine rastlama ihtimâli daha fazla. Çünkü, Kadıköy artık bir getto. Metropollerde kendi kültürel endüstrileşmesini yerinde tamamlamış farklı gettolar var. Gönüllü olarak bu gettolara kapandığınızda, çok zorunda olmadıkça dışına çıkmak istemiyorsunuz. Oysa İzmir için bu kadar keskin bir lokalleşme söz konusu değil. Biz sürekli sokakta yaşayan, yatay bir şehriz ve hayatta başka şeylere de temas ediyoruz. Mülkiyet ilişkilerine çok fazla temas etmiyoruz meselâ. Biriktirme, yüceltme, lanse ve empoze etme kültürü, İstanbul’daki kadar baskın değil. Bu, yaşam biçiminize de yansıyor. Bazen iyi ki miskiniz diye düşünüyorum; çünkü bu cins bir miskinlik, insanoğlunu kenti sömürmeye dair ihtiraslardan, kendini kitlelere ve şehre karşı koruma kaygısından uzak tutuyor. Üretirken sürekli endüstriye hizmet etmek zorundaymışsın gibi düşünmeni de engelliyor. O yüzden yerel kalmaktan korkmamak gerekiyor.”
bazı İzmirli ressamlar, Marmara civarında yazlık kentlerde oturup işlerini satmak için İstanbul’a gidiyordu. Şimdi Facebook, Twitter, Instagram gibi yepyeni pazarlama kanalları ortaya çıktı ve bu kanallar, fiziksel mesafenin yarattığı dezavantajları ortadan kaldırdı. Eserlerini Instagram’dan pazarlayan dünya kadar insan var.” “İzmir’de yaşayıp kültür üretiyorsanız, pazarın baskısına maruz kalmıyorsunuz. İstanbul’da yaşayan sanatçı kokteyllere gitmek, sürekli olarak kendini koleksiyonerlere ve sanat medyasına lanse etmek zorunda. Her yerde görünmesi gerekiyor.” “Güzel sanatlar fakültelerinden yeni mezun olan arkadaşlar için İzmir, ulusal sanat piyasasının vahşi koşullarından uzak kalıp palazlanmak, kendini bulmak ve tecrübe kazanmak için çok elverişli bir şehir.” “Diğer yandan ‘olur yaparız, bakarız ederiz’ kafası ve bu miskinlik, kendi içinde yorgunluk yaratma potansiyelini de barındırıyor. Meselâ İzmir üzerine dergilerde yazılmış yazılara baktığımız zaman, en normal metinlerinde bile o yavaşlık hâlini seziyorsunuz.” “Kalp sağlığı açısından iyi bir şey bu rehavet. Yavaş yavaş, ağır ağır iş yapmak bence iyi bir şey. Bir acelemiz olduğunu da sanmıyorum. Var mı öyle bir acelemiz?” “BİR SERGİNİN BAŞARILI SAYILABİLMESİ İÇİN KAÇ ADET İZLEYİCİ GEREKİYOR ACABA?”
“Daha çok izleyici, daha çok dinleyici” yerine “sürdürülebilir üretim, daha güçlü görünürlük” kavramları öne çıkarken, bizler İzmir’den dürüstçe ne bekliyoruz veya bir şey beklemeli miyiz? İşte bu so“İzmir’de yaşıyor ve üretiyor olmanın illâ lokal olmayı, lokal kalmaruya gelip dayandığımızda üretim şehri olmakla tüketim şehri yı getirdiğini düşünmüyorum. İstanbul’dan sürekli sipariş ve sergi olmak arasındaki çelişkiler ortaya çıkmaya başladı. daveti alıyorum. Evrensel nitelikte işler yapıyorsanız, böyle dertleriniz olmuyor. İletişimin ve ulaşımın bu kadar hızlandığı bir çağda “İzmir’de kültür üretip şehir dışına kültürel üretim, yaratıcı ve tasaorda veya burada olmak artık çok önemli değil. Bizzat tanıdığım rımcı birey ihraç etmenin yanlış bir şey olduğunu söyleyebilir mi-
FORUM
yorlar. Çünkü o keşmekeş seni içine aldı mı ya sonunu getireceksin ve ölümüne yorulacaksın ya da huzuru seçeceksin. Peki bu rehavet dediğimiz şey üretimin niceliğini etkiliyor mu? Tabii ki etkiliyor ama burası böyle bir kent. Bunu tercih eden burada kalıyor veya günü gelince kesin dönüş yapıyor. Bu hayatı tercih etmeyen de zaten çekip gidiyor.”
25
siniz?” Toplantılar esnasında verdiğimiz sohbet molalarından birinde paydaşlardan biri bu soruyu ortaya atınca, söz konusu rehavet kavramının bu şehirde ağırlıklı olarak üretime yoğunlaşmaya pozitif bir katkısı olabileceği noktasına vardık. İşte o noktaya varmanın sonucu olarak da ‘seyirci geliştirme’nin ne kadar gerekli bir çaba olduğu sorgulanmaya başladı. Bu kinayeli sorunun üzerinde biraz düşünmemiz gerekmiyor mu?: “Bir serginin başarılı sayılabilmesi için kaç adet izleyici gerekiyor acaba? Bir sayı telaffuz edebilir misiniz? Böyle bir kriter olabilir mi?”
FORUM
Elbette her sanatçı verdiği konserin, açtığı serginin, sahnelediği oyunun mümkün olduğu kadar geniş bir kitleye ulaşmasını ister. Sanatçıların buna ne kadar kafa yorduğunu soracak olursak, nasıl cevaplar elde ederiz, ona da baktık: “İzmirli kültür sanat üreticilerinin kendi seyircisini, dinleyicisini tanıdığını iddia edebilir miyiz? Bir serginin, oyunun veya konserin o sanatçının beklediği derecede ilgi uyandırmamasında sanatçının kendi kitlesini tanımıyor olmasının etkisi olduğunu kabul etmeliyiz.”
26
önce bir fikre ihtiyaç var. Sonra da bu mecralara özel üretimlere ihtiyaç var. Örneğin bir video sanatçısının işlerini düşünelim: Taşıttaki yolcu, ekranlarda öyle yanıp sönen, gözü alan şeyler görmek istemeyebilir. Dolayısıyla ne kadar güzel ve etkileyici olursa olsun, demek ki o videolar orada izlenmeyecek üretimlerdir. ‘Ne saçmalıyor bunlar?’ diyebilir o izleyici. Aynı tespiti sokak sanatı adına da yapabiliriz. Sergilenen iş; sergilenen mekânın yapısı, mimarisi, tarihi, kamusal alışkanlık anlamında toplumun gözündeki yeriyle ilgisizse anlaşılamıyor. Sergilendiği alanın özgün koşullarıyla uyum sağlayamayan sanatsal üretimler, insanlar tarafından tüketilmeye layık görülmüyor. Hâtta, değersiz görülüyor. Bu anlamda ‘sokağa yönelik’ üretilen her çalışmanın öncelikle ve içtenlikle ‘sokağın yanında’ olması gerekiyor. Günlük hayatında evinden hiç çıkmayan sanatçıların sokak sanatı yapmaya çalıştığında nasıl dünyadan kopuk, şımarık ve sadece kendi çapında kısılı kalmış işler yaptığına herhâlde herkes en az bir kere tanık olmuştur. İster ekranda gösterilsin, ister meydanda sergilensin; bu tür üretimlerin sürdürülebilirliği de umursayan bir niyetle tasarlanması gerekiyor. ‘Ben yaptım oldu’ veya ‘nasıl olsa bir kere sergilenecek’ türü yaklaşımların hastalıklı olduğunu düşünüyorum.”
Sanatçının kendi kitlesini daha yakından tanıyabilmesi adına geribildirim toplaması, çok da fazla önemsenmeyen bir yöntem. Oysa izleyiciden, seyirciden aldığımız olumlu veya olumsuz her “Avrupa’daki insan profilinin kültürle olan bağı ve hem yönetimsel geribildirim, hem işlerimize farklı açılardan bakmaya yardımcı hem de gündelik yaşam egzersizleri düşünüldüğünde, mesele bizim oluyor; hem de ilerideki işleri duyurmak adına bu kitlelerle doğülkemizde kültür sanatın hayatımıza ne ölçüde sızabiliyor olduğurudan iletişime geçmemizi sağlayacak iletişim verileri edinmedur. Karşıyaka’yı veya Alsancak’ı düşünün; sürdürülebilir bir şekilde mizi sağlıyor: “Örneğin anket yapmak çok işe yarar bir yöntem. kültür paylaşımında bulunan, bulunmayı kendine işletme stratejisi Meselâ seyirci ne sıklıkla mekâna geliyor, etkinlikleri ne sıklıkta olarak seçmiş kaç cafe, kaç galeri var? Bir zemin yaratmaktan bahtakip ediyor? Bir etkinliğe gitmemiş olmasına sebep olan şey ne? sederken, o şehirde kültür sanata olan toplumsal talebin ne derece Beklentisi ne? Anket; eğer düzenli uygulanırsa, bizim gibi yapılar yoğun olduğunu da gerçekçi bir biçimde gözden geçirmek gerekiiçin çok işlevsel bir araç. Seyirciyi artırmak adına da işe yarıyor.” yor. Ayrıca, en basitinden kültürü paylaştığımız, vakit geçirdiğimiz “Eğer videodan veya sinema alanından örnek verecek olursak, hedef mekânlardan kültür üretmesini talep edebilme stratejileri geliştirkitle çok önemli. Sanatçı şu soruyu soruyor mu? ‘Bunu kim izleye- memiz lazım. Bu yapıların kültüre olan temasını zorunlu hâle gecek?’ Bu soruya doğru ve net cevap vermek, en önemli sorumuz tirebilecek bir toplumsal direnç oluşturmak gerekiyor. Kültürle bir bizim. Meselâ kamusal alandaki veya toplu taşıtlardaki ekranların yerinden kendini ilintilemiş bir mekânda sanatsal değeri olan bir gösterimler için kullanıma açılması sıkça dile getirilen bir öneri aktivite yoksa doğal olarak o mekândaki işlerin izleyicisi olmayaama gelin gerçekçi olalım; orada neyin izlenebilir olduğuyla ilgili caktır. Barda içkisini içip müzik dinlemeye gelen biz müşterilerin de
se, halka temas edebiliyorsa zaten bir şekilde bir kitle ediniyorsun. Sanatçı bir sergi açtığında kimse gelmiyorsa, bu konuda kusuru halkta araması çok yersiz. Seni ve üretimlerini anlamadığını öne sürüyorsun ama acaba sen başaramamış olabilir misin?”
Bizler de bu şehirde bir şeyleri değiştirmeye niyetli ve kararlı ol- “Yaşadığınız toplumla ve şehirle aynı frekansta olmayabilirsiniz. Ayduğumuz için burada değil miyiz? rıca bu çok normal; siz bir şeyi yaparsınız, ortaya koyarsınız ve onu isteyen alır; isteyen almaz. Çünkü yaşadığımız toplum, sosyal ve “Bazı şeyleri kolayca değiştiremeyiz. Her kentin ve her bölgenin ekonomik açıdan içinde müthiş dengesizlikler barındırıyor. Sanatkendine has bir sosyo-ekonomik yapısı var. Sanat, sonuçta bir çının açtığı sergi ya da ürettiği fotoğraf, bu şehirde yaşayan pek çok üstyapı kuruyor. Komple toplumu dönüştürecek ve değiştirecek bir kişi için hiç önemli değil. Çoğu insan ‘yarın ne yiyeceğim?’, ‘çocuğugüce sahip olmaktan öte, ışık yayan bir güce sahip. Örneğin İstanmun cebine harçlık koyabilecek miyim?’ gibi kaygılarla cebelleşiyor. bul; altyapı olanakları, coğrafi konumunun getirdiği avantaj veya Ben çok iyi bir fotoğraf çekmişim, çok iyi bir ışık kullanmışım; bunlar köklü üniversite geleneği gibi nitelikleri sayesinde daha dinamik umrunda bile değil. Ve bu son derece normâl. Dolayısıyla böyle bir bir kültür sanat hayatı yaşıyor. Bu etkenler, ister istemez üstyapı toplumda siz sanat üretip ortaya koyduğunuzda alan alıyor, alamakurumlarına ve sanatsal üretime yansıyor. İzmir’in de kendine has yan almıyor.” bir sosyo-ekonomik yapısı var; memur ve emekli nüfus çok yoğun. Nüfusun önemli bir kısmının 80’lerin sonundan başlayarak 90’lı “ÇEPER DEDİĞİMİZDE, KENDİMİZİ MERKEZE yıllar boyunca bu şehre göç edip merkez semtlere yerleşmiş olma- KOYMUŞ OLMUYOR MUYUZ?” sının ve bu devasa kitlenin genellikle varoşlardaki ucuz işgücünü Mart itibariyle toplantılarda kültürel aktivitelerin İzmir sathına karşılamasının üstyapı kurumlarına ve sanatsal üretime ister istenasıl yayılabileceği, hangi bölgeler için ne tür kültürel aktivitemez yansımaları var. Bu temel koşullar yeni jenerasyonlarla değilerin tasarlanması gerektiği gündeme gelmişti. İzmir’in merkez şirse ancak o zaman izleyici ve dinleyici kazanmak adına yeni bir semtlerini çevreleyen mahâllelerin dışında kalan bölgeler için ‘çedurumdan bahsedebileceğiz.” per’ kelimesini kullandığımızı fark etmiş, bundan gittikçe rahatsız “‘Bu kentte bu işin tüketicisi var mı?’, ‘şu iş kentliyle nasıl buluşur?’ olmaya başlamıştık: “Çeper dediğimiz zaman, tarifi yapan olarak gibi şeyler düşünüyoruz ama aslında işler öyle yürümüyor. Meselâ kendimizi merkeze koymuş olmuyor muyuz? Bunu hangi saikle yapıyazılım teknolojisinin kümelendiği bir kentte üretilen teknolojiyi yoruz ve son derece elitist bir yaklaşım değil mi? Sürekli iç göç alan o kentte yaşayanların tüketmesini beklemek gibi abes bir şeyden ve kendi içerisinde onlarca merkez oluşturmuş dört buçuk milyonluk bahsediyoruz.” bir şehrin demografik yapılanmasını göz önünde bulundurursak, bizim çeper diye nitelendirmeye kalkıştığımız bölgeler, sakın merkez Bütün bu etkenleri düşününce yeni izleyici, seyirci yaratmak sıfatını atfettiğimiz o sahil hattı olmasın?” için bir şeyler yapmaya kalkışmak, acaba gerekli bir çaba mı? Bu soruyu toplantılar esnasında birbirimize birkaç kez sorduk: “Top- Provokatif olduğu kadar zihin açıcı bu teşhisten yola çıkarak, önlumun ilgi alanına giren bir şey yapıyorsan ve yaptığın şey gerçek- celikle neden bu kavramı kullanmaya meylettiğimizi tartışmaya
FORUM
mekânları nitelikli ve sürdürülebilir aktiviteler düzenlemeye sevk etmesi gerekiyor. Bu baskıyı ciddiye alan mekânların değer ürettiğini ve ürettiği değerleri etrafımızla paylaşırsak, etkinlikleri elbirliğiyle duyurursak bu şehirde bir şeyleri değiştirebiliriz.”
27
> Atölye çalışmaları, her tür etkinliğin ayrılmaz bir parçası olmalı ve bu çalışamalarda ortaya çıkan üretimler, halkın katılımına açık şekilde ve buna uygun araçlar üzerinden sergilenmeli. > Bu aktiviteler, geride somut çıktılar bırakmalı; katılımcıları kendiliğinden kültür üretmeye sevk ve teşvik edecek niteliklere sahip olmalı. > Gerçekleştirilecek etkinliklerin lojistik ihtiyaçları için alanda yaşayanlarla imece usülü bir dayanışma zinciri kurulmalı; böylece o bölge halkının kültürün üretim aşamasına direkt katılımı sağlanmalı. > Eylemin kendisinin her zaman teoriden daha geliştirici olduğu unutulmamalı.
FORUM
Bu çerçevede, çevre bölgeler için kültür sanat politikaları belirlemek adına, uzmanların da desteğini almak koşuluyla 2016’da bir saha araştırması yürütülmesi önerildi:
28
karar verip bir tartışma grubu kurduk. 6 Mart 2015 tarihinde ‘Kent Çeperinde Düzenlenecek Etkinlikler İçin Çalışma Grubu’nun gerçekleştirdiği toplantı, öncelikle bu kavrama açıklık getirmeyi hedeflemiş ve ortaya bir dizi soru sorarak işe koyulmuştu: > Bu bölgeler için katılımcılığı öne çıkartacak kültür sanat aktiviteleri tasarlarken hangi parametreleri göz önünde bulundurmak gerekiyor? > Halkın direkt katılımını sağlayacak ne tür etkinlikler tasarlanabilir? > Etkinliklerin sonucunda elde etmeyi beklediğimiz çıktılar neler? > Etkinliklerin sürdürülebilirliği konusunda ne tür bir örgütlenme ve çalışma modeli izlemeliyiz? Önce bu toplantıdan çıkan teşhislere ve önerilere bakalım: > Odak / merkez ilişkisi üzerinden ilerlendiğinde yoksunlaşma parametrelerini göz önüne almak gerekiyor. Örneğin ekonomik yoksunlaşma, beraberinde kültürel yoksunlaşmayı da getiriyor ve şehir merkezindeki kültürel aktivitelere bu bölgelerden katılım azalıyor. > ‘Kent Çeperi’ yerine ‘çevre bölgeler’ tanımı kullanılabilir. > Çevre bölgelerde düzenlenecek etkinlikler, kesinlikle dışarıdan empoze edilmemeli; burada yaşayan İzmirlilerin alışkanlıklarına, benimsediği değerlere, gerçek ihtiyaçlarına uygun düşecek nitelikte etkinlikler tasarlanmalı. > Karşılıklı ve eşitliği gözeten bir ilişki modeli uygulanmalı. Bu tür etkinliklerin sadece çevre bölgelerde yaşayan ekonomik açıdan yoksun kesime değil, bu bölgelerde etkinlik düzenleyecek yapılara ve sanatçılara da deneyim, katkı sağlayacağı unutulmamalı. > Etkinlik mentalitesi ve politikası, ‘varoş’ları eğitmeye ya da ‘ehlileştirme’ye yönelik olmamalı.
> İzmir’in kentsel yerleşim dinamikleri üzerine sosyolojik bir çözümleme düşünülebilir. > Bu konuda daha geniş katılımla forum formatında bir çalıştay düzenlenebilir. > Yerinde seçilmiş örneklem gruplarıyla dinamik görüşmeler yapmak faydalı olabilir. > Pilot bölgeler seçilerek, ihtiyaç duyulan kültürel etkinlikler üzerine bir anket çalışması gerçekleştirilebilir. İlerleyen aylarda bu konu her gündeme geldiğinde, İKPG paydaşları konuya derinlemesine katkı sunan bazı teşhisler ortaya koydu: “2007 - 2008 gibi yüz on kişiyle altı bölgede D.E.Ü. GSF üzerinden bir çalışma yürütmüştük. ‘Çeper’ lafını orada da kullanmıştık. Bu kavramla bizim de bir derdimiz olduğunu hatırlıyorum. Kent merkezi zaten boş bırakılmış vaziyette. Zaten kentin varsılları artık kent merkezinde yaşamıyor artık; Urla’da, Güzelbahçe’de Mavişehir’de yaşıyor. Kent merkezi çok sahipsiz ve aslında yoğun olarak çeperde yaşayanlar diye tarif edilen o kitleler tarafından kullanıyor. Kent kültürünün hem tarihsel hem kültürel persfektifinden çok uzakta duran bir göçer hayat yaşanıyor, merkez diye tanımlanan bölgelerde. Bu durum, iki türlü felakete yol açıyor: Tarihi bölgelerde yaşamına devam edenler, bu yapılar restore edilirse veya koruma altına alınırsa yaşam alanlarının yok edileceğinden ürküp reaksiyonel davranıyor. Tam tersi de olası: Yaşam koşulları iyileştirilirse bu bölgeler tamamen yabancı ve yepyeni bir kitle için çekim merkezi, rant alanı hâline gelecek. Bu durumda tarihsel dokuyla beraber gündelik hayat tamamen zarar görecek.” “İstanbul’da da böyle, Napoli’de de böyle. Bazen bizimle bölgeyi ilk defa ziyaret eden İzmirlileri kızdırmak için ‘İzmirli olup Kadifekale’ye gitmemek, Atinalı olup Akropol’ü görmemek gibidir’ diyorum. Atinalı birisinin ‘ben Atina’da yaşıyorum, Akropol’e hiç çıkmadım dediğini düşünün; şu anda sizler için aynı şeyleri hissediyorum’ diyorum. Sinirleniyorlar; ‘ama burası güvenli değil’ diyorlar. Sonra verilerle konuşmaya başlıyorum. Alsancak’taki suç oranının Kadifekale’dekinden daha yüksek olduğunu anlatıyorum. Resmi verilere göre bu böyle. Yani sosyolojik çeperleşme aslında iki taraflı, karşılıklı. Sahil hattındakiler için de Limontepe’deki için de bulunduğu yer bir çeper. Onun dışına çıkmıyor, çıkmayı da talep etmiyor. Çeperden bahsediyoruz ya, çoğu İzmirli için merkez diye
Diyarbakır’da dilden dolayı iletişim sorunu yaşayabilirsiniz ama iş yapacaksanız, İzmir’de yapılır. Çok ilginç işler tasarlayabilir ve bundan karşılıklı deneyim elde edebilirsiniz. Örneğin atölye çalışmaları için bu bölgelere gittiğimizde her atölye için kota koyuyoruz. Diyoruz ki, ‘her mahalleden sadece on çocuk ismini yazdırsın’. Adını ilk yazdıran on çocuğu seçiyoruz. Bir de bunu işi onlar için oyunlaştırıyoruz. Dolayısıyla etkinliğin hazırlık süreciyle etkinliğin kendisi arasında eğlenceli bir trafik yaratmış oluyorsunuz. ‘Total eğitim’ diye bir yaklaşımımız var; bir dahaki atölye çalışmasında, katılan çocukları başka konuda bir atölyeye yönlendiriyoruz. Bir bölgeye en az altı, yedi kere gidiyoruz. Bu bölgelerde bir şeyler yapmak isteyenler, büyük bir potansiyelle karşılacak.”
“Halka kültür götürmek gibi sakat bir anlayıştan sıyrılınca, çeper kavramının ve kültürün bir elden dağıtılması çabasının aslında ne kadar sağlıksız olduğu ortaya çıkıyor. Bu tür dayatmalar üzerinden “Bana göre herkes sanatçı olacaksa üretim esastır. Yani sanatçı, çeilerlemek yerine birlikte öğrenmeye, üretmeye, paylaşmaya yöne- per dediğimiz yer her neresiyse oraya sanat götürmek için değil; lik kültür aktiviteleri tasarlamak için daha işler modeller üzerine oradan sanatçı çıkartabilmek için gitmeli.” çalışmak lâzım. Bu çerçevede, zaten bu alanlarda ve bölgelerde iş yapmaya devam eden İKPG paydaşlarının mevcut deneyimle- İZMİR’DE CİDDEN “BİR ŞEY OLMUYOR” MU? rinden her birimizin çok şey öğrenebileceğini düşünüyorum. ‘Alt Çok şey oluyor. Üstelik kültür sanat üretimi ve aktivite yoğunlubölgeler’ veya ‘çevre bölgeler’ diye tanımlananlar, aslında bugün ğu açısından öyle çok şey aynı anda oluyor ki, tüm etkinlikleri itibariyle İzmir’in gerçek merkez bölgeleri. Elitler olarak, çeperde bir ajanda üzerinde topluca göstermeye kalkıştığınızda işin yaşayan biziz.” içinden çıkamıyorsunuz. Kıyı Tasarım Projesi (İZMİRDENİZ) ça“Halka bir şey getirmek, götürmek dikotomisinden çıkmak lazım. lışmaları sırasında Kültür Sanat Çalışma Grubu bunu denemişti Eski bir kod var, doğru veya yanlış: ‘Halk için sanat / sanat için sa- ve yıl boyunca İzmir’de gerçekleşen etkinliklerin yoğunluğu, çok daha karmaşık formüllerle bir ajanda tasarlamanın gereklinat’. İnsanların bir sanatsal faaliyetin üretimine aktif özne olarak katılabileceği, interaktif yöntemler belirlenmeli. İşte o zaman ge- liğini ortaya çıkmıştı. tirdik mi, götürdük mü durumunun dışına çıkabiliriz.” “İzmir’in şöyle bir avantajı var: Kültürel işler yapmak isteyen birisi için bu bölgelerde çok ciddi bir izleyici potansiyeli var. Örneğin biz bu bölgelere çocuk oyunu oynamaya gidiyoruz, inanılmaz bir şey oluyor. Oyundan önce davulla ‘çocuk oyunu var, çocuk oyunu var’ diye dolaşıyoruz, abartısız en az üç yüz çocuk çıkıp geliyor. İş yapmak isteyen, İzmir’de her zaman yapar. Diğer illerin kendine has bazı sorunlu alanları olabilir. İstanbul’da muhafazakarlıktan dolayı,
Ortaya çıkan şey şu ki, İzmir’de bir şey olmadığına dair yıkılması gereken bir önyargıyla karşı karşıyayız: “‘Burada hiçbir şey olmaz, burada kimse bir şey yapmaz’ denilen bir ortamda bir şeylere odaklanıp elindeki imkânlarla yerel, ulusal veya uluslararası çapta iş üreten insanların hikâyeleri, bu şehirde neler olup bittiğine ilişkin çok şey söylüyor. Mevcut olanaklarla proje tasarlamak ve ortaya iş çıkarmak, üstelik başkasının hayal bile edemeyeceği koşullarda iş üretiyor ve iş yürütüyor olmak, eylem koymak anlamında kar-
FORUM
tanımlanan Basmane Bölgesi de fiziksel açıdan bir çeper aslında. Eline para geçenin taşınmak istediği, kalmak istemediği bölgeler bunlar. Bu arada İzmir’in merkezindeki Mardinli sayısı, İzmir’in merkezindeki İzmirli sayısından daha fazla. Konak ilçesinden bahsediyorum; Mardinli sayısı nüfusa kayıtlı İzmirli sayısından daha yüksek. Buna rağmen bir entegrasyon sorunu var. Kendini duygusal ve fiziksel anlamda ‘merkez’e hapsetmeyi yeğleyen İzmirlilerin de bu bölgelere ilişkin entegrasyon sorunu var. Dünyanın her yerinde olduğu gibi tarihi mekânlarda yaşayan yoksul insanlara potansiyel hırsız gözüyle bakıyoruz.”
29
FORUM
30
şısında durup şundan bundan şikayet edenlerin paradigmalarını yıkacak tek şey.” “Burası Norveç olsa belki başka şeyler konuşuyor olabilirdik. Türkiye, İzmir veya İstanbul için konuşacak olursak, söz konusu edilen tüm olumsuzlukları problem olarak değil; bir durum olarak algılamak gerekli bence. Çünkü problemleri çözmeye yönelik bir çatı örgütlemeye başladığınızdan itibaren başka şeylerle karşılaşıyorsunuz. ‘Eyvallah ama durum bu; bu durumun içinden çıkıp şu işi nasıl çözeriz’ dediğindeyse başka bir paradigmadan bahsetmeye başlamışız demektir. Kafayı bu gibi paradigmalara çalıştırmak çok kolay değil ama bu problem - durum hikâyesini kurcalamayı çok faydalı görüyorum”.
bir şey çıkartabilirim’ demeye başlıyor ve işte o zaman yeni kümelenmeler ortaya çıkıyor. Bu sefer kent göç almaya başlıyor. Silikon Vadisi’nin olayı da budur; bir ağın içinde spesifik bir alana odaklanmış olan yaratıcı beyinler, o alanda bir arada kalarak bağımsız birey olarak ortaya koyabileceğinden çok daha fazlasını üretip tasarlıyor. Bu gibi alanlar, tam da bu yüzden gittikçe kalabalıklaşır.” Sosyal Kuluçka Merkezi’nden Yörük Kurtaran’ın önerisi çok değerliydi: "Küçük hikâyeler yaratarak işe koyulmak. İzmir’de herkesin bir anlatısı ve o anlatıyı etrafla paylaşma ihtiyacı var. Sanatla kültürle uğraşan birisi derdini toplantılarda defalarca anlatmaktan bıkıyor. Sonunda ya yılıyor ya da üretmekten vazgeçiyor. Kültür üreten bireylerin küçük ölçekte mitolojiler yazmaya ihtiyacı vardır. Bu mitolojileri forma dönüştürüp, insanları o forma çekebilme sürecini yaşaması gerekir. Anlattığı, ‘şöyle yapardık, böyle yapardık’ dediği, onun mitolojisidir. Sanatçının ‘ben bunu yapabiliyorum’u gösterebileceği ve üretimlerini paylaşacağı, insanlarla beraberce vakit geçirebileceği, karşılıklı haz ilişkisinin kurulabileceği kültür adacıklarına ihtiyaç var.”
“Vakit geçirme kavramı geliyor aklıma. Meselâ Çanakkale Bienali’nin o şehirde yarattığı en büyük dinamik, kentte vakit geçirmeye dair yeni alışkanlıkların ortaya çıkmasını tetiklemiş görünüyor. Dolayısıyla organizasyonun ve kentin kültür hayatının bir parçası olmak, Çanakkale’de sürdürülebilir hâle gelmiş. İzmir ölçeğinde düşündüğümüzde insanların mutlu mesut mikro vakitler “İzmir o kadar büyük bir kent ki, böylesine büyük bir metropolde külgeçirdiği ve kendini ait hissettiği organizasyonların birlikteliğintürel ve ticari politikaları birbiriyle verimli bir ilişki sürdürecek şeden başka çatılar çıkabilir.” kilde sabit tutmak, ana çerçeveyi korumak hiç de kolay değil. Aslın“Bu şehirde kendi kendine bir şeyler yapmaya başlayan gruplar var. da ilk yapılacak şey, kültür alanında faal yapılar arasındaki yatay ‘Biz on beş sene önce de konuşmuştuk; bir araya gelelim, haftasonu ilişkilerin sayısını artırmak. Bu ilişkiler belli bir canlılık kazanınca buluşup bir şeyler yapalım diye ama yapmadık. Beş sene önce de kimsenin ‘bu kenti ne temsil edecek?’, ‘kentin simgesi nedir?’ ya da konuştuk yine yapmadık. Bu ortamı ve İzmir’de böyle insanların ol- ‘bu kenti temsil edecek kültür etkinlikleri ne olmalı?’ gibi dev soruları duğunu gördükten sonra o hafta buluşup bir etkinlik yaptık’ diyenler sormasına gerek kalmayacak diye düşünüyorum. Enteresan şey şu var. O yüzden, servis sağlayıcı gibi çalışmak lazım. Bir mekân bulup, ki, İzmir’de insanlar genellikle şöyle bir yargı öne sürüyor: ‘Burada o mekân için bir etkinlik tasarlayıp insanları oraya sokmak, meselâ. zaten hiçbir şey yapılmıyor, biz de zaten bir avuç insanız ve biz de Bir an yaratmak. İşte o anın hissiyatı, hem mekânı hem de katılımcı bunu böyle yapıyoruz. Bu kadar yapılabiliyor.’ Önerilerle, ön açıcı kitleyi etkiliyor ve daha başka şeyler yapmaya teşvik ediyor. Bu tür fikirlerle ya da eleştirilerle karşılarına gelenleri de dışlama yolunu seçiyorlar; ötekileştiriyorlar. Bu davranış biçimine çözüm olacak bir organizasyonlarda, insanlar imkânlarının görünür hale gelmesiyle formül maâlesef yok. Buna çözüm aramakla vakit kaybetmek yeriortaya çıkan resmin tümüne bakıp ‘ben de kendi uğraş alanımdan
ilişkileri derinleştirmeye harcamak gerektiğini düşünüyorum.” “Yolu birbiriyle kesişen insanların hikâyelerinin kentin bütüncül hikâyesine mâledilmesi, ancak bunun üzerine bir şeyler yazılması, yazılanların ve konuşulanların tekrarlanmasıyla mümkün oluyor. İşte o zaman, bienal üzerinden söylersek, ‘a bak Çanakkale’de böyle bir şeyin olması mümkünmüş’ demeye başlıyorlar. İzmirli arkadaşlarım bana ‘sence İzmir nasıl bir kent?’ sorusunu sorduğunda hep şunu düşünüyorum: Bu soru, kentin kendisiyle yani İzmir ile alâkalı değil ki. Bu soru, kentte yaşayan herkesle yani insanla alakâlı. Bu şehirde yaşayan insanlar basit bir hayat yaşamayı tercih etmişse burası da öyle bir kent olarak kimlikleniyor. ‘Ben böyle yaşamak istiyorum’ diyenler yan yana gelip bir şeyler üretiyorsa o şehirde o alan, bunu beceren insanlara ait olarak tescilleniyor. Onlar bir şey yapmayı bıraktığında o alan boş kalıyor, anında zayıflıyor. Belki de o yüzden kent kültürü dediğimiz şey politikayla belirlenemiyor ve önceden alınmış kararlarla yönlendirilemiyor. Böyle de olacak, bu alanları örgütleyen insanlar başaracak bu işleri.” “ELEŞTİRİ KABUL ETMEK GİBİ BİR ALIŞKANLIĞIMIZ VAR MI SİZCE?” Toplantılar sırasında İzmir’deki kültürel üretimin kapalı çevrelere kısılıp kaldığından söz açılınca, buna neden olan etkenler sıralanırken ilk dile getirilenlerden biri, şehirdeki yapıcı eleştiri kültürünün eksikliği oldu. Kimi katılımcılar kentteki kültür üretiminin niteliksel anlamda çok düşük olduğunu ve kimi sanatçıların “tribünlere oynadığını” öne sürdü; kimi katılımcılarsa nitelikli üretimin “üstün sanat yapalım” anlamına gelmediğinin altını çizdi. Bu tartışmanın, özellikle sergileme ve performans mekânlarına daha çok izleyici, dinleyici çekmenin yöntemlerini aramak adına verimli olduğunu söyleyebiliriz.
Peki; bu şehirdeki kültürel üretime dair niteliksel bir zayıflık olup olmadığını kim, nasıl, hangi saiklerle ölçümleyebilir? Bunu belirlerken neyi kriter almak gerekiyor?: “İşte orada da eleştiri kültürünün hayati önemi devreye giriyor. Sadece kendi klanın için kültür ürettiğinde, ürettiğini sorgulayacak eleştirmenlerden uzakta kalabileceğin bir konfor alanına saklanıp, ortalama işler üretmeye başlıyorsun. Ürettiğin işler, nitelik olarak da bayatlıyor. Üretimler daha geniş kitleler nezdinde yaygınlık kazandıkça, kültür üretenler de birçok yeni deneyim kazanıyor. Sağlıklı zeminler, geribildirimler sonucunda oluşur. Ortada hiç olumsuz eleştiri yokken salt övgü söz konusu olunca nitelikli ürün ortaya çıkar mı?; işte o su götürür.” “Türkiye ve dünya öyle bir noktaya geldi ki; hepimiz kendimizi daha öteye götürmek zorundayız. Daha çok çalışmak zorundayız. Kendi ürettiğimizi eleştirmek ve böylece üretimlerimizi daha öteye götürmek zorundayız”. ŞU FONLAMA DEDİKLERİ Herkes projesi için bir yerden fon bulmaktan bahsediyordu ama görünen o ki, bu konuda daha çok bilgilenmeye ihtiyacımız vardı. Bir projenin ne kadar hayata geçirilebilir olduğuna objektif bakabilmek, reel bütçeleme yapabilmek, projeyi doğru yazabilmek ve fonlara başvurmak için paydaş bulmak gibi pek çok konuda her şeyden önce bir tür eğitime ihtiyaç duyulduğu ortaya çıktı. Bu eğitimlerin de atölye çalışmaları formatında gerçekleştirilmesi önerildi. Sanatçının maddi destek aldığı herhangi bir kuruma finansal açıdan bağlı kalmasının sanatçının bağımsızlığı adına ne anlam ifade ettiğini tartıştık, açık açık. Sermayeyle kültür üreticisi arasındaki ilişkiye dair çekinceler, aykırılıklar ve reddiyeler söz konusu edildi. Bu durumda, kitlesel fonlamanın ve imece ağlarının gündeme gelmesine şaşırmadık: “Sanatçıların fon bulunmasına dair merak ve ısrarlarını anlayışla karşılamak gerekiyor. Ancak
FORUM
ne, enerjimizi şundan bundan yakınmayı bırakmış ve çıkardığı işle yetinmeden üretmeye devam eden yapılar, kişiler arasındaki yatay
31
FORUM
buldukları fonla sistemden bağımsız olarak üretim yapabildikleri bir güncel durumdan söz ediyoruz. Yani, karşı oldukları sisteme bulaşmadan bağımsızlıklarını koruyabilmek için fonlar önemli bir finansal araç. Bağımsız bir fon yaratılabilir mi acaba? Şirketler tarafından finanse edilmek, bu çatı altında bir araya gelen bireylerin ve yapıların gerek politik, gerek hayata dair, gerekse sanatsal duruşları itibariyle çok da tercih edeceği bir şey olmadığına göre, ortak havuz olarak kullanılabilecek bağımsız bir fon havuzu yaratmak mümkün müdür?”
32
üretimin endüstrileşemeyeceğine, böylece sanatçının akar gelir kaynaklarından uzak kalmaya mahkûm olacağına, markalaşma yolunda şehrin kültürel potansiyelinin bir türlü şahlanmayacağına dair görüşlerin biriktiği bir durağa bizi getirip bıraktı. Nerelere doğru açıldığımızı sizinle paylaşalım: “Bizim hâlihazırda sanatsal ürünlerden haz alan ve kimi sanatçıların işlerini yakından takip eden potansiyel müşterilere sanatın kârlı bir yatırım aracı olduğunu anlatabilmemiz gerekiyor. Uzun bir süre ve ciddi bir efor gerektirebilir ama kesinlikle gerekli bir çaba. ‘Sanat para kazandırır, aynı zamanda sıkıcı da değildir’, ‘sanat hayatınızı güzelleştirir; duyarlılıkları arttırır’, ‘hem beğenileriniz gelişir, hem toplumsal değerleriniz güçlenir, hem de iyi bir yatırım yapmış olursunuz’ gibi cümleleri sıkça sarfetmemiz gerekecektir. Çünkü ortaya bu kente has bir ‘know how’ çıkabilmesi için yatırımcıya ihtiyaç var. Sanatçı cephesinden bakacak olursak da yaratıcı sürecin, üretimin ve motivasyonun devamlılığı için mali refah şart. Burs, fon veya mesen desteği bu görevi gören araçlar. Bu araçlar neden gerekli? Örneğin siz yerel çapta faaliyet gösteren bir sanatçısınız ama kendi dünya gerçekliğinizden daha büyük bir projeyi hayata geçirmeyi hayâl ediyorsunuz. Bunu nasıl hayata geçireceğinizi de biliyorsunuz. İşte bu hayâli gerçekleştirmek ve böylece üretimsel anlamda büyüyebilmek için bu tip maddi destek araçlarına ihtiyacınız var. Bunun için de sermayeye, yani o alanda bir üretimi finanse etmek üzere birilerinin kenara ayırdığı o paraya gereksiniminiz var. Üretim kanallarının yerel sermayenin umurunda olmasını sağlayacak girişimleri arttırıp çeşitlendirecek modeller geliştirmek lazım.”
“Kickstarter* gibi kitlesel fonlama / bağış sistemlerine daha çok ilgi duymamız gerektiğini düşünüyorum; kültür üreticileri olarak. Fikriniz ve projeniz iyiyse, kalıcı bir fayda sağlıyorsa ve geriye bir ürün bırakıyorsa özellikle yurtdışında çok işlevsel yapılar bunlar. Türkiye gibi kültürel alanda sınırlı ekonomik kaynaklara sahip, sü“İKPG’nin bir görevi de şu olmalı: Bir çatı altında toplanmış kültür rekli kendine engel yaratıp o engelleri aşmaya çalışan bir ülkede sanat üreticilerinin bu beraberliği hangi dille sermayedarlara anbu tür fonlamalara neden yeterince ilgi gösterilmediğine çok şalatması gerektiğine kafa yorması lazım. Bu başlı başına bir eğitim şırıyorum. Çünkü ülkece proje ve fikir yaratmaya dair müthiş bir konusu ve arayüzü İKPG sağlayabilir. Kültür üreticisi özel sektörden potansiyelimiz var.” bir şeyler talep ediyor ama özel sektörün kendisine ne gibi sorular sorabileceğine, bu sorulara nasıl cevap vermesi gerektiğine, özel “Dayanışma ağı, yani imece, kitle fonlamasının en güzel örneği bence. İnsanlar kültür üretmeye zaman veya para bulamayabi- sektörün neyi duymak istediğine ve hangi mesajı almak isteyeceğine ilişkin bir iletişim modeli üzerine çalışmak gerekiyor. Sponsorluk liyor ama sizinle birlikte hareket ederek o kültürel üretimin bir nasıl talep edilir? İşte buna dair bir format, başvuru formu gibi şabparçası oluyor.” lonlar yaratmak, bu şablonları gittikçe geliştirip İKPG bileşenlerinin * Kickstarter, ABD merkezli bir kâr amacı gütmeyen bağış şirketi. Genelortak paylaşımına açmak faydalı olabilir.” likle bağımsız yapımcıların ve kültür üreticisi birey ve yapıların kullandığı bu hizmetten çizgi roman, dans, tasarım, moda, film & video, yemek, oyunlar, müzik, fotoğrafçılık, yayıncılık, teknoloji ve tiyatro olmak üzere onu aşkın dalda sanatçı ve mucit yararlanmakta.
YEREL SERMAYEYLE SANAT ÜRETİCİLERİNİ BULUŞTURMAK
“Belki de Sosyal Kuluçka Merkezi’nin başardığı gibi kurumsal örneklerin yanı sıra paydaşların elindeki örnekleri de bir araya toparlayan sanal bir kütüphane kurmak lazım. İKPG paydaşları ihtiyaç duyduğu an dijital bir platformdan bu şablonlara, belgelere, form ve sözleşme örneklerine ulaşabilmeli.”
Toplantılarda gündeme gelen bir diğer konu, yerel sermayenin İzmir’deki kültürel üretime destek boyutuydu. Sermayenin deste- “Yerel sermayenin kendiliğinden bir hisse kapılıp bu gibi platformğini almak ne anlama geliyor? Sanatçı sermayeden destek almalı lara koşarak geleceğini ummak yersiz bir beklenti. Sermayenin bu mı, alınacaksa bu nasıl olmalı? Bu tür destekler sanatsal üretime gibi platformlarda kendisinin temsil edilmesi gibi bir talebi de yok ne derece müdahale eder; sanatçıyı ne kadar bağlar? Maddi des- zaten. O yüzden öncelikle yapılabilecek tek şey, her iki taraf arasında iletişim kanalları açabilmek. Bütün bunlara rağmen para versinteğe ihtiyaç duyan yerel kültür üreticileri, mesenlik** kurumuna ler veya vermesinler, destekçi olsunlar veya olmasınlar; arz talep nasıl bakıyor? ilişkisi içinde onlarsız bu işin bir parçasının eksik olacağını kendiİşte bu sorular, bizi iki patikayı kesiştiren bir kavşağa çıkardı: lerine fark ettirecek bir model yaratmak gerekiyor. Belki de sadece İlk patikadan yürüyünce sermayeden destek alarak üretmenin onları bu şehirde olan bitenden haberdar ederek işe koyulmak gerek. mutlaka sanatçının özgürlüğünü sınırlayabileceği, sermaye işin Olan bitenden haberdar ve farkında olmalarını sağlamak, muhteiçine girince ortaya çıkacak aracı kurumların piyasayı manipüle melen maddi destekçi olarak kültür üretimin bir parçası olmak ya edeceği gibi kavramlarla karşılaştık. da olmamak konusunda onları karar vermeye yönlendirecektir. Bu bir olasılık ve önemli olasılık.” İkinci patikaysa sermaye desteği olmadan İzmir’deki kültürel
Boyner’in koleksiyonu; Saruhan Doğan, Oya Eczacıbaşı veya Tavillioğlu örnekleri... Bu kişilerin yanı sıra SAHA veya SPOT gibi genç, girişimci ve varlıklı koleksiyonerlerin İzmir’e gelip buradaki sermayedarlara ve genç koleksiyonerlere bu iş nasıl işliyor? Sanata yatırım nasıl yapılır? Getirisi nedir? gibi konularda olan biteni aktarması lazım. İstanbul Modern, ‘Müzeler Konuşuyor’ etkinliği kapsamında tam da bunu yaptı; İstanbullu müze izleyicisi ve galericilerle TATE Koleksiyon Departman Müdürü’nü buluşturdu. Hâtta bu buluşmanın hem Türkçe, hem İngilizce versiyonunu Youtube’ta paylaştı. Böylece bu alanda eğitim gören öğrencilere de ders mahiyetinde bir öğreti sundu.” ** Rönesans döneminde ortaya çıkan, sanat ve bilim adamlarını koruma
“Bu tür buluşturmalarda karşılıklı temsil dengesini gözetmek ve sağ- altına alan kimselere verilen ünvan. Güncel sponsorluk kavramını tanımlamak adına, ilk adımları mesenlerin attığını söyleyebiliriz. lamak çok önemli. Sermaye gruplarını izleyici olmanın dışında söz sahibi olarak da dinleyeceğimiz bir etkinlikten bahsediyoruz. Bunun İZMİR’İN MARKA DEĞERİNE KATKIDA BULUNABİLECEK İzmir’in marka değerine de katkı sağlayacağına inanıyorum. ‘Balti- KALICI YATIRIM ÖNERİLERİ more Comic-Con’ örneği var meselâ: Baltimore, küçük bir Amerikan şehri ama her yıl sinema ve çizgi roman sektörüne dair inanılmaz “Yerel sermaye, sürdürülebilir yapılar kurmakla daha yakından ilgibir uluslararası akışın merkezi hâline geliyor. Sadece üç günlüğü- lenir. Başı ve sonu belli, geçici aktiviteler söz konusu olduğunda da bu aktivitelerin kendisine sağladığı geridönüşün artılarını alt alta ne de olsa bir endüstriyel trafik ortaya çıkıyor. Sanatçısından yayın şirketine, izleyicisinden koleksiyonerine kadar herkes orada oluyor. toplamaya meyillidir.” Baltimore örneğine ilaveten Kassel sehrinde beş yılda bir gerçekle- Toplantılarda verdiğimiz kısa molalarda, İzmir Akdeniz şen ‘Dokumenta’yı örnek verebiliriz. Hâtta Kassel şehrinin dünya Akademisi’nin bahçesindeki genç ve yaşlı çınarlar altında devam çapında bilinirliğini artıran şeyin ta kendisidir bence ‘Dokumenta’. eden hararetli sohbetlerde işte buna benzer değerli pek çok tesEn eski ve en prestijli sanat bienallerinden birisi. Birkaç güne, birkaç pit daha ortaya çıktı: “Bugün eğer Fransız Yeni Dalga Hareketi’nden aya veya birkaç yıla yayılan bu tür etkinlik modelleri, bize bazı öne- bahsediyorsak, bu hareket çıkışını Paris’teki sinemateke borçludur. riler sunuyor. İzmir’de olmayan sermayeyi buraya çekip buradaki Çünkü insanlar ortak bir ilgi alanı söz konusu olunca bir mekânda sinik sermayeyi dışarı atacak, gayet dinamik modeller bunlar. Ya toplanmak, o ilgi alanı üzerine sohbet etmek, bir şeyler dinleyip izparçası oluyorsun, ya dışında kalıyorsun. Çünkü İzmir’deki kültür leyip görüş alışverişi yapmak ister. Bu alışveriş ilerledikçe de ortaya sanat üreticilerini Amerika’dan, Almanya’dan veya rakip gördükle- ortak bir ürün, çıktı koyma ihtiyacı doğar. ‘Bari bir dergi çıkartalım’ ri şehirlerden birileri desteklemeye başlıyor. O yüzden sempozyum, diye yola çıkıp ‘biz de bir iki film, belgesel çekelim’ demeye başlarlar. sanatın üretim merkezi olarak tanımlamayı tartıştığımız İzmir’i Amerika ve İngiltere’deki örneklere baktığımızda, varolan endüstbaşka bir noktaya taşımak için bir başlangıç görevi görebilir.” riye karşı en canlandırıcı hareketlerin, üretimlerin o endüstrinin dayatmalarına ve sıradanlaştırmalarına karşı bu gibi odaklardan “Sempozyum gibi bir işe girişmeden önce mevcut deneyimlerden çıktığını görürüz. Bir alan olsun ki, o kendi karşıtını da yaratsın.” ve başarı öykülerinden yararlanmak iyi bir başlangıç olabilir:
FORUM
“Kültüre yatırım yapmak isteyenlerle proje sahiplerini buluşturacak sunum günleri düzenlenebilir. Şirketlerin prestij kazanmak adına yer alacağı, kendini önemli hissedeceği ve şehir için de prestij üretecek büyük sempozyumlar, sermayedarların ayağını bu alanlara alıştırabilir. İKPG, ‘sanat kültür alanında destek ve sponsorluk’ başlığı altında her iki tarafı buluşturacak bu türden etkinlikleri organize etme görevini üstlenebilir. Birleştirici ve aracı bir rôl bu. Daha sonra bu sempozyumdan elde edilen çıktılar kitaplaştırılabilir ve bu kitap tüm katılımcılara, potansiyel destekçilere ulaştırılabilir. Bu yayın dünya üzerindeki örnek başarı hikâyelerine, geribildirimden doğan kârın şirket açısından analizi gibi verilere de mutlaka yer vermelidir.”
33
FORUM
34
“Görsel sanatların bir arada olabileceği bir imaj müzesinin kurulma- lerinin ve atölye çalışmalarının yapılabileceği bir salonun varlığı da sına dair önerim de buna benzer bir ihtiyaç tespitinden kaynaklanı- bu mekânın işlevselliğine katkı sağlayacaktır.” yor. Ayrı ayrı tasarım müzesi, fotoğraf müzesi ve sinematek kurmak “Böyle bir mekânı hayata geçirmek için başka farklı modeller söz maliyetli ve külfetli olacaksa bu üç disiplini bir araya getiren bir konusu olabilir. Aslında Avrupa’da örneklerine sıkça rastladığımız müze düşünülebilir.” müzik, tasarım, film, fotoğraf üreten ve kültür endüstrisinde çalışan bireylerin ortaklaşa kiraladığı, hibe olarak aldığı veya onlara PAYDAŞLARIN ORTAKLAŞA KULLANABİLECEĞİ BİR MEKÂN tahsis edilmiş mekânlar var. Ortaklaşa ofis olarak da kullanılan VEYA ALAN YARATMAK bu mekânların çevresinde örgütlenmiş sanatçıların özellikle o bölAslında bu konuya adım adım geldiğimizi söylemek mümkün. gedeki gençlerle bir kültür diyaloğu kurduğu, iletişim içerisine giBu talebin gündeme gelmiş olması, ayrıca İKPG paydaşlarının rip beraber projeler ürettiği de gerçek. ‘Daha sivil bir alan gibi de bir arada bir şeyler üretmeye, birbirinden öğrenerek deneyimkullanabilir mi?’ sorusuna şöyle bir örnek verilebilir: İstanbul Bilgi ler yaşamaya hem hevesli hem de niyetli olduğuna işaret ediyor. Üniversitesi’ndeki Sosyal Kuluçka Merkezi, yolun başında olan inisiToplantılarda bildirilen görüşleri şöyle özetleyebiliriz: “İzmir yatiflere, kollektiflere, gelişmekte olan projelerinin kuluçka dönemi özelinde özellikle güncel sanat alanında sergileme odaklı işlerin göiçin bir yıllık mekân ve yönetişim danışmanlığı sağlıyor. Bu da bir rünürlüğünü de artırmak adına ortaklaşa kullanılabilir bir mekân model. Sanattan çok sivil toplum alanına denk düşen bir program düşünmek iyi bir fikir olabilir. Bu mekân, kentteki kültürel üretimi belki ama neden sanatsal üretimler için bir model olmasın?” belgelemek ve arşivlemek için de iş görecektir. İKPG, böyle bir mekanlaşmaya yönelebilirse bileşenler arasındaki koordinasyonu di- “Bir diğer opsiyonsa bina niteliğinde bir mekân peşinde koşmak yerine konteynerlere veya geçici konutlara yönelmek olabilir. Geçici bir sipline etmek kolaylaşabilir.” süreliğine arsa tahsis edilirse paydaşların da katkısıyla ortaya çıka“Görünen o ki, İKPG çatısı altında toplanan kimi oluşumların sergile- cak mimari olanaklar dahilinde konteynerlerden oluşan bir yerleşke me ve çalışma mekânına, kimi oluşumların kalıcı bir iletişim ofisine, tasarlananabilir.” kimisinin de görünürlüğe ihtiyacı var. Çoğu oluşumun kendi ileti“Müşterekler olarak neden lojistik varlıklar listesi oluşturmuyoruz? şim ve duyuru ağı zaten aktif. Bu ağ üzerinden izleyicileri ve takipHer bileşen bir diğer müşterekle paylaşabileceği cihazların, teknik çileriyle sürekli iletişim kurabiliyorlar. İzleyici de takipçisi olduğu olanakların veya becerilerin listesini çıkarabilir. Bu tür bir listeleme, mekânlara ve sanat alanlarına zaten gidiyor. O yüzden paydaşların kısa vadede etkin çözümler yaratmak adına, elimizdeki atıl veya beraberce daha çok vakit geçirebileceği, bir şeyler üretilebileceği kullanıma açılabilecek mekânlar için de yapılabilir. İKPG ağı içeortaklaşa kullanılacak bir alanın varlığı daha önemli.” risinde birimizin bildiği, diğerlerinin bilmediği müsait mekânların “Norveç’te bir örnek var, bu önerilenlere benzer: “The Office For ve alanların geçici takvimlerle değerlendirildiği, ortaklaşa etkinlikContemporary Art Norway” (Güncel Sanat Üreticileri İçin Bir Ofis” lerin organize edilebileceği bir model üzerine durmak da alternatif (http://www.oca.no). Burada vurgulanan, bütün paydaşların ayrı olabilir. Bahçeler, kullanılmayan yazlıklar, mahallemizdeki boş ayrı atölye sahibi olmasından çok, toplantıların ve sunumların ya- dükkânlar, vs. Geçici olarak sergileme ve performansa açılabilecek pılabileceği, sürekli güncellenen bir arşivi olan, şehirdışından birisi o kadar çok mekân var ki İzmir sathında. Ortaklaşa kullanılabilecek geldiğinde ortak buluşma adresi olarak kullanılabilecek, misafir sa- bir mekânı hep sabit olarak tanımlıyoruz ama bu mekânın gezici natçıları konuk etmeye elverişli, mütevazi bir yapı. Ayrıca gerekti- olabileceğini de düşünebiliriz. Platformdaki müştereklerin ihtiyaçğinde kâr amacı gütmeden dinletilerin düzenlendiği, film gösterim- ları mevsime göre değişebilir. ‘Kışın şurası var, baharda burası var,
“Benim bir ihtiyacım varsa ve bu ihtiyacımın karşılanacağı bana vaad edilmişse ben her yere giderim. Bence mekân şurası da olabilir, burası da olabilir. Küçük de olabilir, büyük de. Yeter ki o mekândan bir şey alacağıma inanayım ve bu çatının bir parçası olmak için istek duyayım. Dolayısıyla bir çeşit motivasyondan bahsediyorum aslında; motivasyonun önemini öne çıkartmak için böyle bir giriş yaptım. Bence gerekli motivasyon sağlanabilirse, mekân ikinci planda değerlendirilecek bir ihtiyaç. Yani esas ihtiyaç, bence insan. Bu durumda, tümevarmak yerine tümdengelmek gerektiği kanısındayım. Söz gelimi, bir tiyatronun mekân ihtiyacıyla ilgili sürdürdüğünü itiraf etmiş ve bu konuda çeşitli desteklere ihtiyaç bir fikrim yok. Uğraştığım alandan, video üretiminden yola çıkarak duyduğunu dile getirmişti. ifade edecek olursam, herkesin önünde bir bilgisayar, hard disk ve genel bir bilgisayar olsun; bir de yeterli ses sistemi olsun, bana yeter. İşte yönetişimin önemi konusu, o kertede gündeme geldi. Sanatçı bir yandan özgürce üretirken, diğer yandan nelere niye koşturBunları bireysel imkânlarımla öyle veya böyle temin ederim ama mak zorundaydı?: “Bizim aslında en çok sıkıştığımız nokta, sanat İKPG’nin bu organizasyonu benim yapamayacağım bir mertebede yönetimi ve kültür yönetimi süreçlerini gereği gibi yürütememek. organize etmesine ihtiyacım var. Kıyı Tasarımı Projesi sonrasında Her işe kendimiz koşturuyoruz. Hem işin üreticisi oluyoruz; hem painşa edilen iskeleler, çok keyifli olmuş ve insanlar üzerinde vakit zarlamacısı, hem prodüktörü. Açıkçası kültür yönetimiyle ilgili nasıl geçirmeye başlamış. Bence bu harika; büyük sermaye İstanbul’da ve nerden başlayacağımıza dair çok da fikir sahibi değiliz. Bu anbu gibi yapıları sadece kendi seçkin müşteri kitlesine hizmet etsin lamda, Pla+form’un ilk sayısındaki ‘hedefler’ kısmında belirttiğiniz diye yapıyor. Türkiye’nin herhangi bir yerinde bile olsam, İzmir’deki üzere, atölye çalışmaları düzenlemenin tüm paydaşlara çok faydası böyle bir noktada düzenlenecek online video atölyesine katılmayı olabileceğine inanıyoruz. Kültür Yönetimi Atölyesi, P & R Atölyesi, isterim meselâ. Ayrıca kendi videomun gösterimi için bu atölyeye emek, destek veririm. Çünkü bende bir motivasyon oluşmuştur. Ken- Fonlama Atölyesi, Mekân Yönetimi Atölyesi, İçerik Atölyesi...” di kendime belirleyemeyeceğim bir amacı, beni de kapsayan bir çatı “İzmir dışından bu konularda uzman kişileri şehre getirmek çok zibana sunuyor diye düşünürüm. Öteki türlü İKPG’nin bizzat ulaşabi- hin açıcı bir girişim. Bununla beraber, İKPG ekibinin içinde de diğer leceğim mekânlarda zaten gerçekleştirebileceğim organizasyonları paydaşlara bir şeyler anlatmak, deneyimletmek isteyenler olabilir. üstlenmesi beni heyecanlandırmaz.” Bu önceliğe alınabilir. Hâtta ilk adım olarak belirlenebilir. Tüm paydaşlara açık çağrı yapılır; ‘sizin diğer paydaşlara sunmak istediği“Ortak bir konuda beraberlik kurup aynı masa etrafında toplanan niz bir atölye konusu var mı?’ diye sorulabilir. Çünkü hâlihazırda insanların hep şu soruyu sorması gerekiyor: ‘Bu birliktelik, bu masanın etrafına sıralanmış paydaşların hangi sorunlarını çöze- herkesin kendi alanında bir uzmanlığı, tecrübe birikimi var. Önce bunlar değerlendirilir. İnterdisipliner düşünmek de çok verimli olacek?’ Yani kültür sanat meselesini ve İzmir meselesini bir kenara bırakalım; bu çatı senin hangi sorununu çözecek ki sen hâlâ bura- bilir. Örneğin fotoğrafçılarla video atölyesi, tiyatrocularla müzik da olmaya ve kalmaya devam edeceksin? İşte bunun cevabı bu- atölyesi düzenleyebilirsiniz.” lunabilirse paydaşlar masa etrafında ve bu çatı altında kalmaya devam eder. Hâtta başkaları da kendi sorunlarına çözüm aramak için buraya gelir.” “Stratejik adım belirlemek adına, ilk önce bir iletişim platformu kurup zamanla bu platformda kimler kalıyor, kimler eksiliyor, ona bakmak lazım. Enerjisi tükenenler olabiliyor ama bu gibi bir platformun varlığı onları tekrar şarj edebiliyor. Zaman ve koşullar katılımcı listesini süzdüğünde ortaya ne gibi ihtiyaçlar çıkıyor, işte onları o zaman beraberce tanımlamak en iyisi. Belki ortaklaşa kullanılacak bir mekân yaratmayı önceliğe almak yerine ortaklaşa bir etkinlik yaratmak öncelik kazanacak.” “KİMSE YÖNETİŞİMİN ÖNEMİNDEN BAHSETMİYOR” Ortaklaşa bir mekân yaratmak, tüm müşterekleri eşitçe kapsayacak bir çatı kurmak ve bu çatıyı verimli kılmak, iletişimi sıcak tutmak, beraberce daha güçlü bir duruş sergilemek adına bu çatıyı lanse etmek ve ortak üretim pratiklerini deneyimlemek adına her yıl etkinlik tasarlamak derken tüm bunlara dair sürecin nasıl bir şekilde yönetileceğine pek değinmemişe benziyorduk. Oysa ki çoğu bileşen, kendi olanaklarıyla kurduğu yapıları zorlukla
Anlaşıldığı üzere çalışma grupları kurmak, bir sonraki aşamanın olmazsa olmaz işlerinden biri olarak belirmeye başlamıştı. Bu çalışma gruplarını nasıl oluşturmak ve düzenlemek gerektiğine dair son derece faydalı öneriler elde ettik: “Çalışma grupları işlevlerine göre örgütlenebilir. Örneğin videocularla fotoğrafçılar ortak meseleleri üzerinden bir araya gelebilir. Kadın veya mülteci konusu üzerine çalışanlar ayrı çalışma grupları oluşturabilir. Atölye ve etkinlik düzenleme konusunda tecrübesi olan paydaşlar, bir başka çalışma grubu oluşturarak ilk etkinlikleri tasarlayabilir. 2016 yılında ortaklaşa bir yaz kampı - çalıştay düzenleme önerisi ve belki de sonbaharda ortaklaşa kullabilecek bir mekân yaratmak, ileriki aşamalar olarak görünüyor.” ! ikpgplatform
FORUM
yazın da orayı kullanalım’ diyebiliriz. ‘Hep beraber toplanıp şuraya gidelim’ diyebilmek de güzel bir seçenek.”
35
36 FORUM
{ BİLEŞENLER }
AĞAÇKAKAN KUKLA ATÖLYESİ CAN SEVİL & TURAN DEMİR
BİLEŞENLER
1485 Sok. No: 8/B, Alsancak, Konak, İzmir agackakankuklaatolyesi@hotmail.com 0 507 365 18 83
38
Ağaçkakan Kukla Atölyesi’ni yedi yıl önce resim öğretmeni arkadaşım Turan Demir ile birlikte kurduk. Sıkça biraraya gelen, fikir ve proje konuşan iki arkadaştık fakat bir türlü üretime geçemiyorduk. Bu ataletin mekânsal ve bütçesel olanaksızlıklardan kaynaklanan pek çok nedeni, bahanesi vardı. Birgün kendimize şu soruyu sorduk: “Eğer sigara içen insanlar olsaydık buna ne kadar para ayırıyor olurduk?”. O gün hesap ettiğimiz para kadar bir harcama yaparak bütçemize uygun bir atölye bulduk ve elimizde avucumuzda ne varsa o kadarlık makineler edinerek üretime başladık. İlerleyen süreçte insanlar bizi ziyaret etmeye ve yaptığımız işin kalitesinin farkına varmaya başladı. Bu farkındalık, bize belediye ve festival organizasyonlarının kapısını açmış oldu. Böylece yola çıkan kukla tiyatromuzla atölyeler düzenleyerek, performanslar gerçekleştirerek yedi yıldır yol alıyoruz. Kendi kafamızda tasarladığımız öyküleri masallaştırıyor, drama tekniklerini kullanarak karakterler ve oyunlar yaratıyoruz. Türkiye folklörüne, gölge tiyatrosu birikimine ve ortaoyunu geleneğine de sahip çıkıyoruz. Karagöz - Hacivat, Arap Bacı, İbiş, Affan Efendi gibi karakterleri üç boyutlu çalışıyoruz. Sosyal bilinci ve çevre bilincini artırmayı amaçlayan tematik oyunlar da sahneliyoruz. Kendi sanatımızı sokağa çıkarmak ve insanlarla buluşturmak, sahne dışında her yerde olabilmek fikrinden yola çıkarak ürettiğimiz gezici kuklalarımız var. Örneğin, sırtında kendi kütüphanesini taşıyan ihtiyar amca karakterini hayata geçirdikten sonra öğrendik ki, İzmir’de çok eski zamanlarda gerçekten sırtında
kendi kütüphanesini taşıyan, köy köy dolaşıp takas usulüyle kitap okuma yaygınlığını artırmaya çalışan, 'modern hamallar' adı verilen yaşlı amcalar varmış. Bu bilgiden yola çıkarak, çocuklara kitap okuma bilincini kazandırmak amacıyla bize fırsat verilen durumlarda 'kütüphaneci amca'mızla birlikte çocuklara kitap dağıtıyoruz. Kukla atölyelerimizde ağırlıklı olarak çocuklarla çalışıyoruz. Onlara kendi oyuncaklarını ve kendi kuklalarını tasarlamak için fırsat sunuyoruz, yol gösteriyoruz. Masalları, yaratıcı dramayı ve kuklaları birlikte kullanıyoruz. Kuklanın özellikle çocukların sözel dil gelişimine büyük katkısı olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca sosyal hayatta farklı sebeplerden dolayı kendini ifade etme güçlüğü çeken çocukların bu engeli aşabilmesi adına, doğaçlama hikâye yaratma metodundan ve kukla oynatıcılığı tekniklerinden faydalanıyoruz. Kesme, çizme, makas tutma gibi küçük motor becerileri üzerine çalışıyoruz. İlkokula başlamış ama o yaşa dek eline hiç makas almamış çocuklar var. Bu çocuklar, bizimle birlikte ve bizim yönlendirmemizle bu gibi becerileri kazanmaya başlıyor. İki boyutlu kalıp tekniğiyle ürettiğimiz, çok basit kırk kadar kukla modelimiz var. Çocuklar bu iki boyutlu kesitleri bir araya getirip üç boyutlu kukla yapmayı öğreniyor. Bu aşamadan sonra onlara şu soruyu soruyoruz: “Siz olsaydınız nasıl bir kukla yapardınız?”. Küçük yarışmalar düzenleyip yeni fikirler geliştirmelerini istiyoruz; çünkü onların tasarımlarına çok önem veriyoruz.
39
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
ARGO İZMİR GAZAPİZM
40
" gazapizm Gazapizm adıyla rap müzik icra ediyorum. Ayrıca 'Argo İzmir' adını verdiğimiz oluşumu yürütüyorum. Bu oluşum, on civarında müzik grubu ve müzisyenin birlikteliğinden oluşuyor. 'Argo Orkestra' olarak yeni bir oluşum içindeyiz; yanı sıra ilk sayısını bastığımız ve kendi olanaklarımız ile yaydığımız 'Argo Dergi' adında bir yayınımız var. Medyanın bize lanse etmeye kalkıştığı raple bizim ilgi alanımız olan rap, çok farklı. Bizler, bu müziği tepkisel bir duruş ortaya koymak amacıyla kullanan müzisyenleriz. Belli amaçlarımız ve hedeflerimiz var. Rap müziğin bir protesto aracı olarak kullanımını çok önemsiyoruz. Siyasal ve sosyal anlamda Türkiye’de olan bitene değinmek gibi bir derdimiz var. Rap müziğin protesto amaçlı üretilmesini önemsiyoruz. Özellikle tipik bir Ortadoğu ülkesi olma yolunda emin adımlarla ilerlediğimiz bu dönemde Türkiye’de olan bitene, siyasal ve sosyal dertlere değinmek ve dokunmak istiyoruz. Bu durumda sanatsal tavrın protesto içermesi gerekiyor. Biz Soma’da hayatını kaybeden işçilerin ailelerine bir yardım kampanyası başlattığımız zaman kahraman,
! gazapizm Van depremi için yardım toplamaya kalktığımızda vatan haini olarak ilan edildik. İşte bu ikircikli durumlar, protesto ve sanatı bir araya getiriyor. Hip hop, Amerika’da doğmuş protest nitelikli bir müzik. Son yıllardaysa doğduğu yerde iktidarlar tarafından kasten içi boşaltılmış bir şekilde kullanılıyor. Bu kanalla kadını aşağılayan ve seks objesi olarak lanse eden, uyuşturucu kullanımını, kara para trafiğini ve lüks bağımlılığını teşvik eden bir dil lanse ediliyor. Fakat rap, Türkiye’de tam aksi yönde bir yönelime sahip; eleştirel bir harekete öncülük eden, yüzbinler tarafından sahiplenilmiş bir hareket. Ülkenin birçok yerinde konserler düzenliyoruz, sosyal medyada yaklaşık iki yüz elli bin aktif takipçimiz var. Bu çabalarımız ve söylemimiz sokakta da yankı buluyor: Ülkenin dört bir yanında “Gazapizm Sokaktır” şeklinde duvar yazılamalarına rastlayabilirsiniz. Sokağa bu denli etkin bir şekilde temas etmek, bizce önemli ve etkili bir yayılma yöntemi.
41
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
Ayşegül Kaycı
42
aysegulkayci@gmail.com aysegulkayci.tumblr.com İstanbul doğumluyum ve orada büyüdüm. Fotoğrafa ilk başladığım yıllarda İstanbul’da çeşitli fotoğraf grupları vardı. Fotoğrafı hakkıyla öğrenmek ve makineyi doğru kullanmak adına bu gruplarla iletişimde kaldım, yardım alarak çalıştım. 2012 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi’ne girdim; halen fotoğraf bölümünde, son sınıftayım. Yirmili yaşlarımın başında, bir tesadüf eseri fotoğrafla ilgilenmeye başladım. 23 Ekim 2011 Van depreminde uzun mücadeleler sonucu enkaz altından çıkarılan Yunus’un şaşkınlık ve masumiyetin zirvesindeki son bakışından çok etkilenerek hiç hazırlıksız ve sıfır imkânla Van’a doğru yola çıktım. Nerede kalacağımı, ne yapacağımı hiç bilmiyordum. Tesadüf eseri tanıştığım Van 100. Yıl Üniversitesi Sinema Bölümü’nde öğretim üyesi bir akademisyen sayesinde, dört hafta kadar bu şehirde
barındım. Gözlem yaptım, insanların hikâyelerini dinledim ve sürekli fotoğraf çektim. 'Güneşin Şehri Van' isimli bu projem, 2013 yılında Bursa Uluslarası Fotoğraf Festivali’nde sergilendi. Yine aynı yıl İzmir Uluslararası Fotoğraf Festivali’ne karma bir sergiyle katıldım. Okuldaki akademik ve kuramsal tabanlı eğitimim, aynı zamanda araştırmalarım ve okuduklarımla çalışmalarım deneysel ve kavramsal bir boyut kazandı. ‘Proje Müphem’ adıyla karma bir sergiye katıldım. Rastlantılar, çöplükte bulduğum heykel formları, cansız bedenler gibi nesneleri yeniden kurguladığım ve son üç yıldır üzerinde yoğunlaştığım 'Benden İçeri', İzmir’de içe dönüklüğümün sonucu olarak ortaya çıktı. Fotoğrafı diğer disiplinlerden ayırt etmeden hem besleyici, hem de beslenen bir kavram olarak görerek çalışmalarıma devam ediyorum.
43
BİLEŞENLER
44 BİLEŞENLER
45
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
Canan Altınbulak
46
cananaltinbulak@gmail.com İzmirliyim; Selçuk Üniversitesi Radyo Televizyon Bölümü mezunuyum. Üç yıldır İstanbul’da yaşıyorum. Mezun olacağım sene bir belgesel çalışması gerçekleştirdim. Bu belgesel için seçtiğim mekân, Basmane’de Oteller Sokağı bölgesinde, eskiden 'cortejo' olarak bilinen fakir Musevi ailelerin yaşadığı, bugün Manisa Akhisar Oteli olarak tanınan oteldi. Bu otelde çok sayıda fotoğraf sergisi yapıldı ve otel, böylece çok tanınır hâle gelmeye başladı. Özellikle belgesel projem 'Bir Avlu Bir Kent'ten sonra iyice ünlendi. Çok fazla dizi ve sinema teklifi aldı, hâtta belgeseli izleyen genç bir Fransız mimar, bitirme tezi olarak gelip projesini çizdi. Zorlu bir süreçten sonra restorasyonu başlamış durumda; bu da çok önemli bir gelişme. Otelle ilk karşılaştığımda çok heyecanlanmıştım, çünkü öylesine tarihi bir yapı içerisinde bambaşka hayatlar devam ediyordu. Otel denince aklımıza yıldızlı oteller gelir ama burası çok farklı: Üçüncü sınıfın dahi altında olarak nitelendirebileceğimiz, odalarında elektrik ve banyo tesisatı bulunmayan, içinde yaşayanların günlük 7.5 ilâ 15 TL ücret ödediği bir yaşam alanından
bahsediyoruz. Gide gele orada yaşam mücadelesi veren insanları tanıdım. Çok zor bir iş oldu, çünkü otelde kalanlar genellikle sosyal problemleri olan kişiler. Ailelerinden kopmuş, toplumun görmezden geldiği insanlar. O yüzden belgesele “Bir Avlu Bir Kent” adını verdim. Kent içinde bir kent gibi. Çoğu İzmirlinin haberdar olmadığı bir yaşamdan bahsediyoruz. O yüzden, belgeseli izleyenler “burası İzmir’de miymiş?” dedi. Belgesel o dönemde çok ses getirdi; ulusal ve uluslararası kapsamda pek çok ödül aldı. Ardından İstanbul’a giderek reklâm sektöründe çalıştım. Kanal A’da canlı yayın sunuculuğu yaptım. Her iki sektörde mutlu olamayınca kendi projelerime yoğunlaşmaya karar verdim. Belgesel alanında çalışmalarıma devam etmek istiyorum. Etkili bir gerçeklik varsa bunu en iyi sunabileceğiniz alanın belgesel olduğunu düşünüyorum. Son olarak, hiçbir finansal destek almadan Türk ressamlar üzerine bir belgesel tamamladık. Farklı projelerle bu alanda çalışmaya devam etmek istiyorum.
47
BİLEŞENLER
Cansu Ergİn
BİLEŞENLER
canzoss@gmail.com ! janushdance
48
İzmirliyim. Çağdaş dansçıyım; performans sanatına yakın bir duruşumun, hissiyatımın olduğunu söyleyebilirim. Bornova Anadolu Lisesi, Ege Üniversitesi Biyoloji derken, üniversitedeki dans tiyatrosu topluluğu sayesinde çağdaş dansla tanıştım ve hayatımdaki her şey değişti. Dedim ki: “Hayat buymuş!”. Biyoloji bölümünü bitirdikten sonra Prag, Berlin ve Lizbon’da dans araştırmaları, müzik, koreografik yaratım üzerine eğitimime devam ettim; pek çok koreografla çalıştım. Aynı dönemde yurtiçinde ve yurtdışındaki festivallerde kendi projelerimle yer aldım. Halen Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Çağdaş Dans Bölümü’nde yüksek lisansımın tez aşamasındayım. Benim için eğitim süreci artık bitmiş olsa da araştırma süreci duraksız olarak devam ediyor. Dans nedir, hareket nedir?; kendime sürekli bunları soruyorum. Evet; çağdaş dans diye bir form var ama bunu hiç bilmeyen bir insana nasıl aktarabilirim, bir beden ifadesi izleyende neyi çağrıştırır, ona ne tür bir uyanış getirir gibi konularla ilgileniyorum. İzmir’de olduğum sürelerde Dokuz Eylül Üniversitesi Devlet Konservatuvarı Bale Bölümü’nde ve İzmir TOBAV’da (Devlet Opera Bale ve Tiyatro Çalışanları Yardımlaşma Vakfı) çağdaş dans teknikleri, doğaçlama ve beden farkındalığı üzerine ders veriyorum. Bu şehirden çok güzel geribildirimler alıyorum. Ders verdiğim insanlar birbirinden çok farklı kesimlerden oluşuyor. Öğrencilerimin çoğunluğu kadın ve yirmiyle altmış arası bir yaş skalasına sahip. Özellikle belirli bir yaşın üstündeki öğrencilerimden çok şey öğreniyorum; çünkü hayat tecrübeleri, öğrendiklerine verdikleri tepkiler, bedenleriyle kurdukları ilişki ve dansı hayatlarının içine kabul ediş şekillerini çok etkileyici buluyorum.
www.cansuergin.com
İzmir’de çalıştığım bir diğer kurumsa K2 Güncel Sanat Merkezi. Burada fotoğraf sanatçılarıyla birlikte bazı projeler yürütüyoruz. Fotoğraflar üzerinden beden ve mekân ilişkisine kafa yormak bana çok ilginç ve besleyici geliyor. 2013 yılında K2’nin düzenlediği Trienal’de üç dört projede yer aldım. Bunlardan biri, Türk - Polonya Kültür Yılı vesilesiyle Polonyalı performansçı arkadaşım Ola Osowicz ve farklı ülkelerden gelen performansçı arkadaşlarımızla gerçekleştirdiğimiz disiplinlerarası performanstı. İstanbul’da ise Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Çağdaş Dans Bölümü’nde ve İstanbul ÇATI’da (Çağdaş Dansçılar Derneği) yaratıcılık, dans tekniği ve doğaçlama dersleri veriyorum. Ayrıca son iki senedir Şehir Plancılarının düzenlediği yaz kamplarında çağdaş dans atölyesi veriyorum ve farklı meslek gruplarında okuyan üniversite öğrencileri ile buluşuyorum. Ücretsiz gösteriler de yapıyorum. Ücretsiz gösterileri daha geniş kitlelere ulaşmak adına çok önemsiyorum. Direkt geribildirim alabilmenin, ezber bozabilmenin en sağlıklı yolu bu. İstanbul’da pek çok alanda olanak daha fazla ama İzmir’de özellikle alan, yer konusunda kısıtlar olduğunu düşünüyorum. Ancak yurtdışında bu gibi olanaklarım oluyor; o yüzden rezidans, yer tahsisi gibi konuların İzmir’in gündeminde kalmasını istiyorum. En büyük dileklerimden biri, yurtdışında bağlantıda olduğum sanatçıları İzmir’e getirmek; kenti bu alanda geliştirmek ve kalkındırmak. Bu şehirde böyle tür bir özgürlüğün olduğunu onlara deneyimletmek istiyorum.
49
BİLEŞENLER
CENK HASAN DERELİ
www.nobon.net www.pechakuchaizmir.com www.rendezvousizmir.com www.acikmimarlik.blogspot.com www.herkesicinmimarlik.org
BİLEŞENLER
İzmirliyim; Bornova Anadolu Lisesi’nden mezun olduktan sonra pek çok İzmirli gibi üniversite eğitimim için İstanbul’a gittim ve İ.T.Ü’de mimarlık eğitimi aldım. Ardından bu üniversitede yüksek lisansıma devam ederken araştırma görevlisi olarak çalıştım. Doktorama başladıktan sonra hayatımdaki diğer uğraşlara yer açabilmek ve daha çok İzmir’e gelebilmek için görevimden istifa ettim. Son üç yıldır sık sık İzmir’e gidip geliyorum; hâtta son bir yıldır genellikle İzmir’den İstanbul’a gidip geldiğimi söyleyebilirim.
50
Farklı alanlarda uğraşlarım var. Pratik hayatta tasarım üzerine çalışıyorum. 'Herkes İçin Mimarlık' adlı bir derneğin proje koordinatörlerinden biriyim. Tasarım atölyeleri düzenliyorum; üç yıldır 'mimarlığın tüm hâllerine dair konuşmalar' sloganıyla Açık Radyo’da program yapıyorum. Bu programı bir bahane olarak kullanıyoruz aslında. Tüm yaratıcı endüstrilerin çevresinde ve içinde örgütlendiği İstanbul dışında mimarlık adına neler olup bitiyor, bunu anlamak ve aktarmak için radyo programını bir araç olarak kullanıyoruz. Tasarım medyası dışında acaba daha bağımsız inisiyatiflerle yeni medya araçları yaratılabilir mi diye İstanbul Tasarım Bienali kapsamında hayata geçirdiğimiz 'Kontraakt' adlı bir projemiz var. Müzikle de ilgim var; çeşitli organizasyonlar düzenliyorum. Bunların tümünün kültür girişimciliği ve tasarım alanlarına odaklı işler olduğunu söyleyebilirim. Odaklandığım temel konuları kişisel tasarım, kentsel mekânda tasarımcı olmak, bunu yaratıcı bir şekilde gerçekleştirmek, sıradan insanların şehirdeki mekânlara yaratıcı katkılarını incelemek olarak özetleyebilirim. Yani toparlarsak, ilgi alanım 'yerel kültürel bağlamda yaratıcılık'. Doktora konum da bu konuları içeriyor ve bana başka bir bahane yaratıyor aslında. 2009 yılında düzenlenen bir dizi toplantı sonucunda altı çizildiği üzere, İzmir’in tasarım ve inovasyon kenti olmak gibi bir hedefi söz konusu. UNESCO’nun 'yaratıcı kentler ağı' var ve 'tasarım kentleri', bu ağın altında bir alt başlık olarak yer alıyor. Bu altbaşlıkta yer alabilmenin bir takım kriterleri var. Bu kriterlere göre İzmir nerede duruyor, ne yapmalı, bu sıfata layık görülen diğer kentler ne durumda, nereden başladılar ve nereye geldiler gibi konulara kafa yoruyorum. Kendi adıma tek yapabildiğim şeyse bu politik kültürel coğrafya içerisinde heyecan duyacağım alanlar açmak, yaratmak. Onun için de geçmişe bakıp oradan bulduklarımı nasıl geleceğe taşırım diye uğraşıyorum. Bizim kültürümüzde 'icat çıkarma' diye bir laf vardır ya; inovasyon derken ona karşıt olan geçmiş de-
neyimlerin karşısında popüler belleğimizde meraka, yeniyi yaratmaya dair çok şey var. Ben de bu birikimden yola çıkmayı seçiyorum. Dünyaya yeni bir bina kazandırmak yerine "acaba tasarım araştırmaları üzerinden yeni neler çıkarabiliriz?" diye bakınıyorum. Yaratmaya dair popüler belleğimiz devam ediyor mu meselâ? Aklımı bunlarla karıştırıyorum. İzmir’de yakın zamana kadar kullandığım ofiste gerçekleştirdiğim bir etkinlikten bahsedeyim: Açık çağrı yaptım ve farklı üniversitelerden öğrencilerin katılımıyla bir atölye çalışması gerçekleştirdik. Ortaya çıkanları küçük dergiciklerde topladık, fikirleri daha rijid mimari fikirlere dönüştürdük. Bu kentte yaşamayı seviyorum. Nereye gidersem gideyim, İzmir’e geri dönmeyi istiyorum; çünkü bu şehirde varolması gerektiğine inandığım, benim hayata geçirmek istediğim şeyler var. Genel olarak, şehrin üzerine yapıştırılmaya çalışılan “İzmir’de bir şey olmaz” başlıklı inançsızlığı kırmak istiyorum. Her ne kadar İzmirli olmak bir gurur nesnesi olarak lanse edilse de insanlar muhabbetin bir yerinde “aslında bu şehirde şu da olsa, bu da olsa”, “bana şu imkân verilse” gibi cümleler kurmaya başlıyor. Sohbetin sonunda da “fırsatını bulsam kaçarım” tadında bir duruma geliyoruz. Bu negatif kolektif bilinç sürekli çoğaltılarak, büyütülerek paylaşılıyor. Herkes “I Love NY” kampanyasını bilir, bu bir reklâm projesi olarak ortaya çıkmıştır. Kampanyada kullanılan logonun yaratıcısı Milton Glaser’ın iletişim ve algı yönetimiyle ilgili söylediği şöyle bir şey var: “Eğer insanlar bir şehrin yaşamaya değer bir şehir olduğuna inanırsa, o şehir öyle bir yere dönüşür”. Biz, İzmir’de bunun tam tersini yaşıyoruz. Bu anlayış dönüşebilir mi acaba? Ben dönüşebileceğine ve bunun için kullanılması gereken birkaç araç olduğuna inanıyorum. Bu dönüşümü başarmanın odağındaysa basitçe yapmak, ısrarla yapmaya devam etmek ve elimizdeki araçları efektif olarak kullanmak var. Aslına bakarsanız, öncelikle bu dönüşüme dair bir kolektif inanç yaratmak gerekiyor. İzmir’de pek çok şey oluyor, pek çok enteresan insan var ve pek çok insan buraya göç ediyor. Burada bir şeyler olduğunu öne çıkarmak için kullandığım bir hashtag’im var: #izmirdeoluyor. Bunun iki anlamı var; ilk anlam lokasyon olarak o etkinliğin İzmir’de olduğunun altını çizerken, ikinci anlam İzmir’de bu gibi etkinliklerin mümkün olduğunu vurguluyor. Burada temel nokta, İzmirlilerin bu şehirde yaşamak istediği hayatı bizzat yaratması. Bundan başka çare yok. Her şeyi bildiğini zanneden, motivasyonu düşük, hiçbir şey yapmaya niyeti olmayan insanlara odaklanmaktansa bence İzmir’de olmayı ve üretmeyi seven bireylerle mevcut kaynakları, kişileri,
İşte bu noktada; İzmir’e daha sık gelip gitmeye başladıkça dedim ki, “bu insanlar kim ve ben bunları nasıl bulacağım?”. İlk başlarda kime sorsam bu şehirde o alanda kimse olmadığını söylüyordu veya o alanda bir şeyler üreten kendinden başka kimse olmadığını öne sürüyordu. Bu şehirde paylaşmaya dair bir problem var. O yüzden adeta arkeolojik bir çalışma yürütür gibi bu insanları bulup çıkartıp birbiriyle buluşturacak bir bahane yarattım: Yaratıcı alanlarda bir şeyler yapan insanların birbirinin ne yaptığından haberdar olmasını sağlayan, formatı 2003 yılında Tokyo’da ortaya çıkmış Pecha Kucha’yı 2013 itibariyle İzmir’e taşıdım. Çok hızlı yayılan bir etkinlik; yerelde örgütleniyor ve bunun için Tokyo’dakilere bir şey ödemeniz gerekmiyor. Herhangi bir şehirde yaşayan herkes, Pecha Kucha’yı kendi şehrinde düzenlemek için merkeze başvurabiliyor ve el sıkışma anlaşması tabir edilen bir anlaşmayla yaşadığı şehirde bu etkinliği düzenleme hakkına sahip oluyor. O şehirden bir başka kişi böyle bir talepte bulunursa, sistem onu etkinliği düzenleme hakkını almış kişiye yönlendiriyor. Biz başladığımızda yedi yüz on iki kentte düzenleniyordu, şimdi bu sayı sekiz yüz elliyi aşmış durumda. Dijital platformda sürekli güncellenen bir harita var, Pecha Kucha’ların düzenlendiği şehre dokunduğunuzda orada kim bunu ne zaman düzenliyor, kaçıncısı yapılacak, o güne kadar ne gibi insanlar katılmış; tüm bilgileri görebiliyorsunuz. Böylece İzmir de bu haritada yerini almış oluyor. Her etkinliğe farklı alanlarda bir şeyler tasarlayan, üreten sekiz yaratıcı birey katılıyor ve bu bireyler, süresi sınırlandırılmış sunumlar yapıyor. İzmir’deki izleyici kitlesini ortalama üç yüz kişi olarak öngörüyorduk, son etkinlikte beş yüz elli kişilik bir kitleye ulaştık. Web sitesi, bu insanların sunumlarını ve hikâyelerini içermesi itibariyle o şehre dair portfolyo görevi de görüyor. Bu ağ içerisinde tanıştığımız insanlarla yaptığımız başka girişimler de var: Alsancak’ta '37' adında bir video galerisi başlattık. Kendi imkânlarımızla neler yapabileceğimizi test ettiğimiz
çok küçük bir girişimdi bu; bir sene sürdü. 'Living Architectures' adlı mimarlık filmleri serisinin Türkiye gösterim haklarını satın aldım, İ.E.Ü. desteğiyle Mimarlık Merkezi’nde İzmir’de gösterdik. 'Tasarım Maratonu' etkinliğini düzenlemeye devam ediyoruz. 'Rendezvous' diye bir buluşturma etkinliğimiz var; bu kapsamda içeriği İzmirlilerden sağlayarak farklı mekanlarda moda, tasarım ve müziği buluşturuyoruz. 'Rendezvous' hem bir tasarım pazarı, hem küçük bir müzik festivali. Dördüncüsünü İzmir Fransız Kültür Merkezi’nin bahçesinde; beşincisini Soundgarden festivali kapsamında Babylon Alaçatı’da, altıncısınıysa 14 Kasım 2015’te Edit’te gerçekleştirdik. Kültürpark’ın ne olacağına kafa yoruyoruz. Bu alanda bundan sonra ne olması gerektiğine dair laf üretmek yerine bir açık çağrı yaparak örgütlendik ve #kültürparktayız hashtag’ini kullanarak bu girişimi sosyal medya üzerinde bir platform hâline dönüştürdük. 25 Nisan 2015’te bir etkinlik düzenledik. “Bulmak istediğinizi getirin” temalı halka açık bu etkinlikte İzmirli tasarımcılar, müzisyenler, dansçılar bir araya geldi. İş şu hâli almış durumda: Yavaş yavaş “bu şehirde kimse yok” diyen kitlenin içerisinde laf değil iş üreten, genel dertleri konuşmaktansa taleplerini net bir şekilde ifade edebilen, öneri ve eleştiri kabul edebilen ve yeni bakış açılarına açık insanlar ortaya çıkmaya başladı ve bu insanlar kimi platformlarda hızla birikiyor. Meselâ artık Pecha Kucha için herkes bir tanıdığını öneriyor. On bir etkinlikte yirmi beş farklı alanda, seksen sekiz kişi sunum yaptı. Toplamda iki bin dokuz yüz kişi izleyici olarak katıldı. Demek ki “İzmir’de oluyor”. Hâlâ “İzmir’de bir şey olmuyor” diyenlere ben de şunu söylüyorum: “Siz yapmıyorsunuz”. Bireyler, şehri suçlamak yerine kendini suçlasın. İzmir diye bir şey yok zaten; bu sadece soyut bir kavram. “İzmir şöyle, İzmir böyle” dediğinizde aslında çok otobiyografik bir noktadan yola çıkıyorsunuz ve kendi üretim kapasitenizi açık etmiş oluyorsunuz. Siz bu şehirden zevk alıyorsanız bu şehre dair bir yaşanabilirlik geliştirmişsiniz demektir.
BİLEŞENLER
yapıları ve örgütlenmeleri buluşturmak gerekiyor. Çünkü ancak bunlar sözde değil, eylemde bir şeyler üretiyor.
51
52 BİLEŞENLER
53
BİLEŞENLER
ÇİZGELİKEDİ GÖRSEL KÜLTÜR MERKEZİ YALÇIN ÇIDAMLI
BİLEŞENLER
M. Ali Akman Mah. Gürsel Aksel Blv., No: 43/ B-C Konak, İzmir cizgelikedi@cizgelikedi.com www.cizgelikedi.com (0232) 247 12 47
54
Çizgelikedi'yi 2005 yılında, eşim Arzu Filiz Güngör ile birlikte İzmir ve çevresinde görsel kültür temelinde nitelik gözeten bir hareketlilik ve etkileşim yaratmak amacıyla kurduk. O güne değin, ayrı ayrı ve birlikte sürdürdüğümüz fotoğraf üretimlerimizin; akademi, dernek, okul benzeri ortamlardaki çalışmalarımızın ve eğitmen kimliklerimizin dışında; profesyonel olarak yirmi yıldır görsel tasarım alanında hizmet vermekteydik. Çizgelikedi, tasarım ofisimiz olan Çizge Tasarım'ın kanatları altından, kedi sevgimizden esinlenen bir espriyle ortaya çıktı.
Çağrıcılığını yaparak kolaylaştırıcılığını üstlendiğimiz, 2006 2012 arasında yürüttüğümüz 12 - 25 katılımcılı çalışmalara örnek vermem gerekirse sırasıyla 'Kimlik ve İktidar' ve 'Kimlik ve İtaat' kavramları üzerine iki ayrı dönemde gerçekleştirdiğimiz 'Kadın Fotoğrafçılar' projelerini; ardından 2009'da 'Kentine / Kendine Bakmak' kavramı üzerine genç fotoğrafçılarla düzenlediğimiz iki yıla yayılan proje atölyesini ve Çizgelikedi öğrencilerinin katılımıyla hayata geçirdiğimiz 'Gölgenin Öyküsü' adlı proje ve sergiyi sayabilirim.
Bir galeri, toplantı salonu, ofis alanı ve karanlık odayı barındıran bu çatı altında, fotoğraf ve diğer bazı görsel üretim alanları üzerine seminer ve atölyeler gerçekleştiriyoruz. Dönem dönem, sanat galerimizde sergi ve gösteriler düzenliyoruz. Görsel kültür üzerine söyleşiler oluyor; proje çalışmalarımızla nitelikli yapıt üretimini destekliyoruz. Fotoğrafa odaklanan, fotoğraf nesnesinin üretiminin teknik temellerini içeren farklı düzeylerde seminer ve atölyelerin yanı sıra görsel kültür düşüncesinin oluşumuna ve geliştirilmesine yönelik seminerler veriyoruz. Bu programlar sürekli yineleniyor.
Bu yıl içinde başlattığımız 'Fotoğrafta Kişisel Dil Atölyesi', üretim anlamında belirli bir seviyeye ulaşmış katılımcıların kişisel anlatım biçemlerini oluşturması / geliştirmesi adına, bir kavram ve/veya konu çerçevesinde, tamamen kendilerine has koşullara göre biçimlenen, zaman açısından ucu açık bir atölye. Birebir seanslarla yürüttüğümüz bu proje atölyesini yakın gelecekte sürdürmeyi planlıyoruz.
Ekim 2015 itibariyle hayata geçirdiğimiz on üç tür atölye ve seminer var. Mekânın her türlü yürütümünü, bazı seminer ve atölyelerin eğitmenliğini ve tüm programlamayı eşimle beraber yürütüyoruz. Diğer seminer ve atölyeler için ekibimizde yer alan konusunun uzmanı eğitmen arkadaşlarımızla çalışıyoruz. Proje atölyelerimiz, öncelikle projeyi oluşturan kavramların, ardından ortaya çıkan üretimlerin biçim ve içeriğinin tartışılması gibi süreçleri içeriyor. Bazı atölyeler sonuçlandığında, bir sergiyi ve bazen de o serginin albümünü basmayı hedefe koyuyoruz.
2009 yılında kamuya açık söyleşi / tartışma dizisi olarak başlattığımız ve on üçüncüsünü Nisan 2014'de gerçekleştirdiğimiz '21.Yüzyılda İmgeye Ne Oldu?' ise bizce Çizgelikedi'nin varolma savını vurgulayan önemli bir etkinlik. Her oturumda farklı bir konuşmacıya yer verdiğimiz ve farklı altbaşlıklarla sunulan bu dizinin dökümüne şu internet adresinden ulaşabilirsiniz: http:// cizgelikediningunlugu.blogspot.com.tr 2006’dan 2015'e dek gösteri, sunum, söyleşi ve sergi içerikli yirmi iki etkinlik gerçekleştirdik. Görsel kültür ve fotoğraf üzerine farklı kişi ve grupların öznesi olduğu bu etkinliklerin tamamının kamuya açık olduğunu eklemek isterim.
55
BİLEŞENLER
DAR(ALAN) ART NEZAKET TEKİN
BİLEŞENLER
nezocat@gmail.com daralanart.blogspot.com
56
Mart 2013’te bir araya geldik; Ayşegül Kurtel’e bir teklifle gittik ve Port İzmir Trienali kapsamında çalışmaya başladık. Amacımız sanat üzerine okumalar, tartışmalar yapmak ve bunun sonunda her öğrencinin açacağı kişisel bir sergi gerçekleştirmekti. Önce bu okumalar için haftalık toplantılar düzenlemeye başladık. Bu anlamda, bir yıl içerisinde hemen hemen her hafta biraraya geldik. Toplantıları K2 Sanatçı Rezidansı’na taşıdık, çünkü sergiler de çoğunlukla orada olacaktı. Bu girişim, özellikle mekânla ve çevresiyle ilgili işler üretmek isteyen arkadaşlar için pozitif bir etki yarattı. Birkaç arkadaşımız binadaki odaları atölye olarak kullanmaya başladı. Duvarlara toplantılarda tartıştığımız soruları yazıp astık. Zaman içerisinde cevaplar eklendi. "Biz kimiz?", "Güzel Sanatlar öğrencisi olarak ve sanatçı adayı olarak ya da sanatçı olarak ben kimim?", "Biz ne yapıyoruz?", "Biz nasıl bir kolektifiz?", "Derdimiz ne?", "Neler yapacağız?". Tabii ki sanat eğitimi üzerine de tartışmalarımız oldu. Kitaplar okuduk, üzerinde konuştuk. Bu okumalar üzerinden ortaya bazı sorular sorduk. Sonradan kısmen deşifre ettiğimiz bazı ses kayıtları yaptık, filmler ve sanatçı belgeselleri izledik; beraberce sergi ve etkinlik gezmeye başladık. Özellikle 'mekânın belleği' kavramı üzerine çok konuştuk. Çünkü bizi motive eden ve şekillendiren mekândı. Çoğu arkadaşımız eski Rum evleri, K2 Sanatçı Rezidansı, çevresi, Alsancak ve İzmir temaları üzerinde şekillendirmeye başladı çalışmalarını. İlk sergiyi 11 Kasım 2013 tarihinde rezidansta açtık. Sergileme alanı olarak üst kattaki dört odayı ve alt kattaki salonu kullandık. Bir arkadaşımız mekân üzerine düşünmeye başladığında odağına Bornova Sokağı’nı aldı. Alsancak Garı’na doğru, ağırlıkla travestilerin yaşadığı ve kiliselerin bulunduğu kısmı seçip bir dizi alan araştırması yaptı. Elde ettiği sonuçlara kendisi bile o kadar şaşırdı ki, sonunda bağlantılı her sokağa girip çıkıp o bölgede yaşayanlarla diyalog kurmaya karar verdi. Neticede sergisine amatör bir fotoğrafçıyı dahil etti; ona ve ailesine ait fotoğraflar binanın iki odasında sergilendi. Başka bir arkadaşımız Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde geceleri tezgâh açıp satış yapan insanlar üzerine odaklandı ve onların yakın plan portrelerini çekti. Hepimizin aşina olduğu bu kişilerin büyük boy posterleri, çalıştıkları sokağın yakınındaki duvarlara yapıştırıldı. Gerçi zaman içerisinde birçoğunun üzerine başka afişler yapıştırıldı, bazıları yırtıldı ama geriye sağlam bir iki tane kaldı. Sinema öğrencisi olup edebiyat ve müzikle ilgilenen arkadaşımız, toplantıların bitiminde aklımızda kalan kelimeleri bizden isteyerek bir havuz oluşturdu ve bu kelimelerin yer aldığı şiirler yazdı. Kapanış sergisi olarak bir şiir performansı ve görsel-işit-
sel bir sunum gerçekleştirdik. Kitapçık şeklinde basılan şiirlerse Portİzmir Trienali sırasında dağıtıldı. Tüm arkadaşların çalışmalarıyla ilgili görselleri daralanart.blogspot.com adresinden görebilirsiniz. Bu adresten ayrıca sergi metinlerine, takvimine ve sanatçı biyografilerine ulaşabilirsiniz. Dar Alan kolektifinde yer alan öğrenciler farklı disiplinlerden geliyor: Sinema, fotoğraf, resim, plastik sanatlar... Bir seneyi geçen bu birlikteliğin en önemli neticesi bilgi, deneyim ve fikir paylaşımı. Trienal son bulup Dar Alan misyonunu tamamladıktan sonra bile bu paylaşım -en azından katılımcıların birkaçı arasında- devam etti. 2015 yılında, fotoğraf ve film tasarımı bölümü öğrencilerinden yaklaşık on kişiyle 'Işık' kavramından yola çıkarak çalışmalar yapmak üzere bir grup oluşturduk. Yine Dar Alan’da olduğu gibi haftalık toplantılar düzenledik. Toplantılar üç ay boyunca, okullar kapanana dek sürdü. Öncelikle ışığın fotoğraf ve sinemayla ilgilenen, üreten kişiler için nasıl bir öneme sahip olduğunu irdeledik. Sonrasında ışığın bilimsel, metafiziksel, edebi ve fiziksel karşılıkları hakkında saptamalarda bulunmaya çalıştık. Konuyla ilgili film, iş ve metin incelemeleri yapıldı. Yavaş yavaş şekillenmeye başlayan kişisel projelerden tamamlananlar 2. Bodrum Bienali’nde sergilendi. Albino kişilerle ilgili bir fotoğraf çalışması, Güneydoğu’da yazın çekilen ve aşırı ışık dolayısıyla halelenip gerçeküstü izlenimler taşıyan bir fotoğraf serisi, ağaçlara asılmış fotoğraf, su ve pet şişelerinden oluşan enstalasyon, bunlardan bazılarıydı. 2016 yılında süreç olarak bütün bir yıla yayılacak, sanat öğrencilerinin yer alacağı ancak daha az katılımcıya yer vereceğimiz yeni bir çalışma grubu oluşturacağız. Bu kez belli bir tema üzerinden ilerlemek yerine medya ve mecraların tartışıldığı, kullanıldığı çalışmalar gerçekleştirmeyi, içerik geliştirmek üzerine bir program ortaya çıkarmayı planlıyoruz. Bu bağlamda ilgili kişilerle atölye çalışmaları düzenlemeyi ve projeler geliştirmeyi hedefliyoruz. İnternet üzerinde iletişim ve bilgi paylaşımı yapabileceğimiz bir alan da olacak. Bu arada, Hakan Kırdar’ın öncülüğünde İzmir’de video, fotoğraf ve ses işlerinin üretim ve paylaşımını arttırmayı amaçlayan ‘Kayıt Projeleri’ grubuyla çalışmalar yürütebiliriz. Metehan Özcan ile birlikte bir fotoğraf projesi geliştirmeyi, fotoğraf kitabı tasarımı üzerine bir çalışma programı oluşturmayı planlıyoruz. Bu program, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde seçmeli ders olarak yer alabilir ve/veya yukarıdaki oluşumlarla ilişkilendirilebilir. Zihin açıklığıyla…
57
BİLEŞENLER
58 BİLEŞENLER
59
BİLEŞENLER
DUVARA KARŞI TİYATRO TOPLULUĞU
BİLEŞENLER
www.duvarakarsitiyatro.com 0 543 673 67 74
60
“...DUVARA KARŞI TİYATRO YAPMAK / ÇABALAMAK; (EGEMEN, DAYATILAN) YAŞAMA, (POPÜLER) KÜLTÜRE (BUNLARLA BİÇİMLENEN) TİYATROYA VE TABİİ Kİ SEYİRCİYE (YAŞAMDA VE OYUNDA SEYİRCİ KALANA, SEYREDENE) KARŞI TİYATRO YAPMAK... DUVARA KARŞI TİYATRO YAPMAK / ÇABALAMAK; YAŞAMDAN YANA BİR KARŞI KÜLTÜR HAREKETİ ÖRGÜTLEMEYE ÇABALAMAK.” 1993’te kurulduk; o gün bugündür usanmadan böyle anlatıyoruz kendimizi. Değişmek ve değiştirmek isteyen bir seyirciyle buluşmak istedik. Bunun için yolumuz sokaklardan geçti elbet. İşte sokak tiyatrosu fikri böyle ortaya çıktı bizim için. 2000 yılından bu yana mitinglerde, fabrikalarda, hastanelerde, üniversitelerde, varoşlarda oynadığımız sokak oyunlarımızda tanıştığımız yüzleri salon oyunlarımızda görmek ilk ve büyük engeli aştığımızı gösterdi bize. Yeni tiyatronun; devinen ve devindiren tiyatronun dinamik izleyicileriydi onlar. O günlerden bu yana bizimle yürüyen, bizi geliştiren ve bu karşı kültür hareketi hedefinde yanımızda olan tüm dostlarımızı selâmlamak isteriz yeniden. Yeni bir seyirciye ulaşacağız dedik; çünkü değişmek ve yaşamı değiştirmek isteyen bir seyirci istiyoruz. Bizler akademisyen değiliz. İşçi sınıfı içerisinden çıktık ve kadromuzu kendi olanaklarımızla bugüne kadar getirdik. Sokak tiyatrosu bir bakıma yet-
memeye başlayınca "çocuk oyunları yapabilir miyiz?" dedik ve çocuk oyunları yapmaya başladık. İki oyun çıkardıktan sonra "okul açabilir miyiz?" diye düşünüp harekete geçtik. Yaklaşık dört yıldır herkesin katılabildiği, her yaş grubuna açık eğitimler veriyoruz. Yedi yıldan bu yana her Çarşamba, İzmir’in ayrı bir bölgesinde masal okumaları yapıyoruz. Var olan masalı nasıl değiştirebiliriz üzerinden bir uygulama yürütüyoruz. İnandığımız doğrultuda tiyatro yapmaya çalışıyoruz ve yapmaya devam edeceğiz. Bir şeyi değiştirmenin yolunun onu anlamakla mümkün olacağına inanıyoruz. Kapitalizmi Marksizm’den; tiyatro yapışımızı Bertold Brecht’in Epik-Diyalektik Tiyatro düşüncesinden anladık. Tiyatroyu yaşamdan ayırmadık. Yaşamımızı nasıl toplumsal sınıfsal konumlarımız belirliyorsa oyun kişilerimizi de aynen bu mantıkla kurguladık. Kapitalizm hayatın her alanında: İşte, evde, okulda, sokakta. Televizyonu, medyası, hukuku, kolluk güçleri, aile kurumu, eğitim sistemi ve reklâm dünyasıyla bizleri çepeçevre baskılamaya çalışıyor. Yaşamsal seçimlerimizi onun bize sunduğu seçenekler içinden yapıyoruz. Hayatlarımızın öznesi olduğumuzu söyleyebilir miyiz? Özneleşmenin yoluysa özne olmadığımızın farkına varmamızdan geçiyor. Kapitalizmin yasalarını oyunlarımızla dilimizin döndüğünce anlatmak istiyoruz.
61
BİLEŞENLER
EFDAL SEVİNÇLİ
BİLEŞENLER
sefdal@gmail.com 0 533 714 88 22
62
1963 yılından beri İzmir’de yaşıyorum. Ankara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldum. Yaşamımı boydan boya etkileyen, tiyatro tutkusu ya da tiyatro tarihi tutkusudur. Bir sürelik edebiyat öğretmenliği serüveninin ardından, 1978 - 79 öğretim yılında İzmir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü’nde öğretim görevlisi olarak çalıştıktan sonra, Dokuz Eylül Üniversitesi’nde dönemin toplumsal sancıları içinde yeni açılan Tiyatro Bölümü’ne geçtim. Bu bölümde hem yüksek lisansımı, hem de doktoramı yaptım; 1998’e dek çalıştım. O yıl, meslekte 25. yılımı doldurduğum gün istifa edip emekli oldum. Ardından Kıbrıs’a gittim; Lefke Avrupa Üniversitesi’nde o dönemde düşünsel anlamda kurulmuş ama tam faaliyete geçememiş Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nün dört yıl boyunca bölüm başkanlığını yürüttüm. Türk Dili ve Edebiyatı’nı tiyatrodan hiç ayrı düşünmeden, kardeş ilişkiler bütünü içinde yürüttüm. Yazma eylemi içinde kırk yılım geçti. Bugüne değin yayınlanmış on beşi aşkın kitabım var. İlk yazım, 1974 yılında, ben daha henüz Adana Erkek Lisesi’nde genç bir edebiyat öğretmeniyken ‘Türk Dili’ dergisinde yayınlandı. Bir tepki yazısıydı, epeyi de tartışma yarattı. Kendi resmi tarihimi bununla başlatıyorum. Çeşitli sanat ve yazın dergilerinde edebiyat, halkbilimi, dil, tiyatro tarihi konularında yazılar yayımladım. İzmir’de 1977 - 1981 arasında çıkan ‘Dönemeç’ ve 2004 - 2007 yıllarında yayımlanan ‘Ünlem’ adlı sanat dergilerinin yazı kurulu üyesiydim. ‘İzmir Ansiklopedisi’nin yayın kurulunda görev aldım; ‘İzmir’de Kültür Sanat’ cildinin editörlüğünü üstlendim, ‘İzmir’de Tiyatro Yaşamı’ ile ‘İzmir Basın Tarihi’ bölümlerini yazdım. ‘Namık Kemal ve Tiyatro’ üzerine yüksek lisans tezimi yazarken, birkaç yıllığına Namık Kemal’in tiyatro yazılarının peşine düştüm. İş, karman çorman bir yapıdaydı. Çoğu kendisine ait olmayan birçok yazı kendisininmiş gibi gösteriliyordu. Ağır bir sansürün uygulandığı bir dönemin ana kaynaklarına, dergilerine, gazetelerine yönelip imzasız yazılar arasında üslup çalışması yapıyorsunuz. Yazıların içindeki ipuçlarından yola çıkarak kahramanınız olan yazarın neler yaptığını gün gün izlemeye çalışıyorsunuz. Doktora tezim için Muhsin Ertuğrul’un epey karıştırılmış, alt üst olmuş, eski yazıdan oluşan özgün metinlerinden yola çıktım. Pek çok kitap, bu çözümlemeler sayesinde ortaya çıktı. Araştırma ve inceleme kitabı söz konusu olduğunda birçok konunun yüzeyin-
den geçildiğini ya da bu yayınların birbirinin tekrarı olduğunu görürsünüz. Bugün de sosyal bilimler adına ana sorunlardan biri asal kaynağa ulaşmak, asal kaynağı çözmektir. Tüm bunlar beni araştırma tutkusu ve zevkiyle yüzyüze getirdi. 80’li yıllarda ‘Gösteri’, ‘Çağdaş Eleştiri’ gibi öncü dergilerde epeyi yazı yazdım. Bunların çoğu, doğruya doğru; İzmir ve İzmir’in kültür tarihiyle ilgiliydi. İzmir’in gerçekten çok farklı bir tiyatro tarihi var. Bu şehirde şimdilerde yirmiyi aşkın tiyatro topluluğunun faaliyet gösterdiğini duyunca bir yandan sevindim, bir yandan da korktum. Bir dönem, 80’li yılarda, bizim mezunlarımızın ilk adımlarıyla kurulmuş tiyatro toplulukları vardı ama ikinci oyundan sonra ortadan kayboluyordu bu çocuklar. Kaçınılmaz bir şekilde, hızla soluğu İstanbul’da alıyorlardı. Bugün İzmir tiyatrosu adına bu çeşitlilik ve etkinliğin yaşaması çok sevindirici. Bir başka gerçek var; tabii bunda toplumsal değişimin büyük payı vardır: O günlerde bizim mezunlarımızın yapamadığı sokak tiyatrosu. Ben sokakta tiyatro yapmanın metropollerde yeni bir ivme yaratacağına inanıyorum. Bu ivmeyi yaratırken, tiyatronun büyük bir öncü güç olarak muhakkak her yerde kullanılması gerekiyor. Salon tiyatrosunun bir üstkültür olarak ne kadar seyirciyle buluşacağını hepimiz biliyoruz. Tiyatro bir sanatsal duyarlılığın, estetik bir kaygının illâ salonlarda sergileneceği bir sanat dalı değil. Bu düşünceyi kendi siyasal düşüncemle birleştirdiğimde, sokakta tiyatro yapmanın temel bir yol olduğuna inanıyorum. Bu yol tabii ki engebeli, kısıtlar da içeriyor. Örneğin bugün, yaşadığımız siyasal sıkıntılardan, baskılardan ve gittikçe ağırlaşan sansürden yakınıyoruz. Cumhuriyetin başından bu yana Türkiye’de, İzmir’de sanatın gelişimiyle ilgili süreçleri irdeleyin; 1930’lu yıllarda da aynı yakınmaları okursunuz. Yani sanat, iktidar sınıfıyla hiçbir zaman barışık olmuyor. Tiyatro; ister istemez bu, küs değil ama kavgalı ve çekişmeli süreci en iyi biçimde gösterip dışa vuracak asal sanat dalıdır. İnancım, müziğin, resmin, sinemanın, fotoğrafın da bu yolda önemli bir güç olduğu. Bundan dolayıdır ki, tüm disiplinlerin ortaklaşa çalışmasını çok önemsiyorum. İzmir sanat ve kültür yaşamı açısından bütün sancılarını aşacak; bu umudu hep taşıyorum.
63
BİLEŞENLER
ERCAN DALKILIÇ
BİLEŞENLER
ercandalkilic111@gmail.com
64
2006’dan bu yana sinema yazarlığı yapıyorum. Uzun süre kendi blogumda yazdım; 2008’de Cinemascope adlı sinema dergisine yazmaya başladım. Evrensel, BirGün, Yurt gibi gazetelere yazdıktan sonra Aydınlık gazetesine geçtim. Son dört yıldır her Cuma yayınlanan bu köşede haftalık filmleri ele alıyorum. Bunun yanında kimi dergilere telifli olarak yazı hazırlıyorum. 2010’dan bu yana Ege Görgün ile birlikte tersninja.com’un editörlüğünü yürütüyorum. Tersninja.com, internet platformunda sinema üzerine yayın yapan ilk sitelerden biri. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali, Uluslararası Mardin Film Festivali, Uluslararası Malatya Film Festivali gibi majör festivallerin yanında ulusal çapta düzenlenen yirmiye yakın film festivaline medya sponsoru olarak destek veriyoruz. Bu zamana kadar birçok profesyonel yazar yetiştirdik; katıldığımız organizasyonlardan onlarca plaket ve ödül aldık. Yazarlarımız yurtdışında çeşitli uluslararası festivallerde ülkemizi temsil etti. Diğer bir uğraşım, 2013 yılında İzmir’de reklâmcı ve eski radyocu Hakan Mum ile kurduğumuz Sesli Kitaplar Dükkânı. Bu projede yayınevleri ve yazarlarla olan ilişkileri koordine ediyorum. Henüz e-kitapta bile çok az mesafe katetmişken, sesli kitap formatının Türkiye’de emekleme sürecini yaşayan bir sektör olduğunu söyleyebilirim. Bu süreci sonraki adımlara taşımak için birçok girişimde bulunuyoruz. Android uygulamasını hazırladık, ios uygulamasının hazırlık aşaması devam ediyor. Bu aşamayı
tamamladıktan sonra belediyeler ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapmak istiyoruz. Öncelikli amacımız, geniş kitlelere kitabı sevdirmek. Yayıncılığın orta vadede dijital mecralarda genişleyeceğini düşünüyorum. Geçtiğimiz yıl İstanbul’da Faruk Duman, Onur Caymaz, Hilmi Yavuz gibi isimlerle Alakarga Yayınları’nın bünyesinde, Sarnıç Atölye çatısı altında sinema analizi, sinema yazarlığı ve eleştirmenliği üzerine bir dizi atölye çalışması gerçekleştirdim. 2016 itibariyle bu çatı altında eğitmenliğe devam ederken atölyelerin kimler tarafından düzenleneceği, içeriği ve takvimsel planlamasını kapsayacak şekilde bir takım yönetimsel görevler üstleneceğim. Sadece atölyeler değil; imza günleri, edebiyat matineleri, film gösterimleri ve dinletiler de düzenlemek istiyoruz Sarnıç Atölye’de. Burayı Kadıköy’de bir kültür istasyonu haline getireceğiz. Ücretsiz atölye çalışmaları sayesinde kendini kültürel olarak geliştirmek isteyen herkese yardımcı olacağız. 2016’ya dair bir başka hedefimse yeni kurduğum Pulp Kitap adlı yayınevini daha çok insana seslenir hale getirmek. Genç şair ve yazarların sesini duyuracak bir yayınevi olmasını düşlüyorum. Günümüz yayıncılığı gibi kısıtlı bir çevreye değil, ülkenin tüm köşesine ulaşabilelim istiyorum. Pulp Kitap’ta “herkes yazabilir” mottosuyla hareket ediyorum. Kapımız üstten bakan ve profesyonelliğin heyecansızlığıyla yavanlaşan yazarlara değil, samimi ve her zaman aynı heyecanla üreten yazarlara, şairlere ardına kadar açık olacak.
65
BİLEŞENLER
ERTEKİN AKPINAR
ertekinakpinar@gmail.com
BİLEŞENLER
Aslen Sakaryalıyım. 1989 - 1993 yılları arasında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema - TV Bölümü’nde lisans, 1995 - 1997 yılları arasındaysa Marmara Üniversitesi’nin aynı bölümünde yüksek lisans eğitimimi tamamladım. Çalışma alanlarım; senaryo, yönetmenlik ve sözlü tarih. Üretim mecralarımı özetle böyle tanımlayabilirim.
66
Öğrencilik yıllarımda çeşitli kısa film ve belgesel çalışmalarım oldu. Bunlardan biri olan, 'TRT Genç Sinemacılar' kuşağına 35mm. olarak çektiğim 'Waldo Sen Neden Burada Değilsin?' ile Ankara Kısa Film Festivali, İFSAK Kısa Film Festivali ve Orhon Murat Arıburnu yarışmasında ödüller aldım. Bu filmimle Jur. Prof. Dr. Âlim Şerif Onaran’ın ‘Türk Sinema Tarihi’ kitabında, “sinema okulunda okurken, 35 mm. kısa sinema filmi çeken ilk öğrenci” olarak lanse edildim. Okul sonrasında, Tomris Giritlioğlu’nun yönettiği Ahmet Hamdi Tanpınar uyarlaması ‘Yaz Yağmuru’ filminde asistan olarak çalıştım. Sonrasında, altı ay süren bir Anadolu yolcuğunda, ‘Rüzgârın Sesleri’ adında bir belgesel filmin yönetmenliğini yaptım. Marmara Üniversitesi’ni 35mm. kısa sinema filmim, ‘Tehlikeli Oyunlar’la bitirdim. Bu filmimle de ulusal ve uluslararası kısa film yarışmalarında birçok ödül aldım. Yüksek lisans öğrenimim sırasında, ‘Yengeç Sepeti’ filminde yönetmen Yavuz Özkan’ın asistanı olarak çalıştım. Çeşitli reklâm, tanıtım filmlerinin ve video kliplerin yönetmenliğini yaptım. Kısa bir dönem, Uğur Yücel’in asistanlığında bulunduktan sonra, FilmF’de Türkan Şoray ve Kadir İnanır'ın başrollerini paylaştığı Yusuf Kurçenli’nin ‘Gönderilmemiş Mektuplar’ filminde yardımcı yönetmen olarak çalıştım. Lisans ve yüksek lisans yaptığım okullarda eksikliğini hissettiğim en temel sorunlardan birisi, sinema kitapları konusunda belirli konular, dönemler veya alanlarla ilgili yaşadığım kaynak sıkıntısıydı. Bu noktadan hareket ederek, Türk sinemasında filmleriyle yarattıkları dünyaları sevdiğim yönetmenlerle ‘sözlü tarih’ çerçevesinde söyleşiler yapmaya karar verdim. Temel anlamıyla derdim / sorunum şuydu: Bir yönetmen, filmini çekmeye nasıl karar verir? Oyuncu tercihlerini nasıl belirler? Yaratıcılık anlamında, ne gibi etik ve estetik kaygıları vardır? Filminde kullanacağı müziği neye göre belirler? Mekân kullanımında öncelikleri nelerdir? Bu noktalardan hareket ederek, ‘10 Yönetmen ve Türk Sineması’ kita-
bını oluşturdum. (Bu kitabım, halen birçok üniversitenin Sinema-TV Bölümü’nde ders kitabı olarak okutuluyor). Bir yıl sonra, Türk ve Dünya yazarlarından derlediğim ‘Mutlu Aşk Hikâyeleri’ kitabım yayımlandı. Agora Yayınları’nın ‘Sinema Dizisi’nin hazırlık aşamasında bulundum. Editörlüğümde birkaç kitap yayımladıktan sonra, +1Kitap’ın ‘Sinema Kitapları’ dizisinin editörlüğünü üstlendim. Giovanni Scognamillo, James Monaco, Andrei Tarkovski, Agâh Özgüç gibi birçok yazarın kitaplarını yayıma hazırladım. Bir süre sonra aynı yayınevinin Genel Yayın Yönetmeni olarak göreve başladım. O süreçte de Türk ve Dünya edebiyatının önemli yazarlarının roman, öykü, deneme, araştırma-inceleme alanında yetmişin üzerinde eserini yayıma hazırladım. ‘10 Yönetmen ve Türk Sineması’nın devamı niteliğindeki, ‘10 Senarist ve Türk Sineması’ kitabının hazırlıklarına başlamıştım ki, hepimizin bildiği gibi 1999 yılında Yalova, Gölcük, Sakarya, Düzce, Bolu hattında büyük bir deprem yaşadık. İlk ve orta öğrenimimi Sakarya’da tamamlamıştım. Depremin hemen sonrasında Sakarya’ya gittiğimde büyük bir felaketle karşılaştım. Arkadaşlarım, akrabalarım, tanıdıklarım ölmüş; okuduğum ortaokul, lise binaları, film izlediğim sinemalar yıkılmıştı. Kişisel tarihim bir enkaza dönmüştü. O gün yaşadığım, derin çok derin ve sarsıcı bir acıydı. O noktada, ‘Melekler ve Kumarbazlar’ senaryosunu yazmaya karar verdim. Yaklaşık bir buçuk yıl süresince, depremin sonrasında yazılan dört bin beş yüz sayfa rapor ve hayatta kalan tanıdığım insanlarla yaptığım yüz yetmiş saate yakın ses kaydıyla baş başa kaldım. Senaryomu, o süreçte tamamladım. Filmim, yurt içinde ve yurt dışında ödüllerle ve övgülerle karşılaştı. İlk filmini çeken yönetmenlerin katıldığı yüz altmış iki film arasından, ‘Avrupa Başarı Ödülü’ne lâyık bulundu. Ve daha birçok ödüller… Ama bu ödüllerin içinde galiba benim için en anlamlı olanlarından biri, Ankara Film Festivali'nde ‘En İyi Yönetmen’ ödülünü almış olmam. 2016 yılının içinde; ‘Yönetmenler ve Senaristlerin Gözünden Türk Sineması’, ‘Kayıp Mektuplar’ ve bir sözlü tarih çalışması olan ‘Sıradan Bir Militan: Sami Alptekin’ adlı kitaplarım üç ayrı yayınevinden yayımlanacak.
67
BİLEŞENLER
GÖKHAN AKÇURA
BİLEŞENLER
gakcura@gmail.com gokhanakcura.blogspot.com
68
1964’den beri İzmirliyim. Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nin Tiyatro Bölümü’nü bitirdim. Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin tiyatro bölümünü kurmak için Özdemir Nutku ile birlikte İzmir’e geldik. 1981 yılına kadar burada asistanlık yaptım. 12 Eylül darbesinden sonra üniversitede çalışmak giderek zorlaştığından İstanbul’a yerleştim; editör, yazar, senarist olarak hayatımı sürdürdüm. 80’li yılların sonlarından itibaren kitaplarım yayınlanmaya başladı. Genel çalışma alanımı güncel yaşam tarihi olarak adlandırabiliriz. Önce karma makalelerden oluşan 'Ivır Zıvır Tarihi' isimli bir kitabım çıktı. Ardından OM Yayınevi, bu kitapta yer alan makaleleri ve sonrasında yaptığım bazı çalışmaları tematik bir kapsamda değerlendirmeyi; 'kadın yazıları', 'turizm yazıları' gibi çeşitli alt başlıklarda ilerleyecek bir seri olarak çalışmayı teklif etti. Temanın ana başlığına 'Ivır Zıvır Tarihi' adını koyduk. Her bir cilt ayrı bir temaya işaret edecek şekilde art arda kitaplar yayınladık. Arşiv genişledikçe "antolojik çalışmalar yapar mıyız?" sorusu üzerine düşünmeye başladık. 'Ivır Zıvır Tarihi' arşiv serisinden 'Kedi Kitabı', 'Aşk Kitabı', 'Yılbaşı Kitabı'nı yayınladık ancak yeni telif kanununun üstümüze yüklediği ağır prosedürlerden dolayı bu antolojilere devam edemedik. Hazırlamış olduğum 'Köpek Kitabı' ve diğer ön çalışmalar, bu sebeple yayına dönüşemeden kaldı. Daha sonra Everest Yayınları ile çalışmaya başladım. Orada da yeni kitapları 'Zaman Makinesi' başlığı altında yayınladık. Bir dizi kitap çıktı: Yemek yazıları içeren 'Hamini Gırtlak', fantastik yazılar içeren 'Aya Seyahat', müzik ve eğlence yaşamıyla ilgili yazıları içeren 'İstanbul Twist' bu diziye dairdi. Bu türden yayınlar devam ederken şirket tarihleri, kampanyalar için derlemeler ve biyografiler hazırladım. 90’lı yıllardan itibaren, esas işim bu oldu diyebilirim.
90’lı yıllarda çeşitli konularda sergiler de hazırlamaya başladım; bunların kataloglarını ve kitaplarını hazırladım. Bu sergiler, çeşitli alanlarda tarihsel içeriklere sahipti: Reklâmcılık, kozmetik, sinema, turizm tarihi gibi… Adalar Vakfı’nın ilk sergisini, İş Bankası Müzesi’nin 'Kumbara' sergisini yaptım. Görsel kültür dergisi olarak adlandırdığım 'Albüm' dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendim. Çok beğeni alan bu dergi, maalesef beşinci sayıda kapandı. Çok iyi satan ama reklâm alamayan bir dergiydi. Açık Radyo’da on yıl boyunca 'Arzın Merkezine Seyahat' adlı rock müzik programını ve 'King Kong' adlı 'incredible strange music' programını hazırlayıp sundum. Son yıllardaysa sergilemelere ağırlık verdim diyebilirim: İstanbul Modern’de Türkiye sinema tarihine ilişkin 'Yüzyıllık Aşk' adlı bir sergi gerçekleştirdik. Sinema ve seyirci ilişkisini ele alan bu serginin kataloğunu da hazırladım. Tarih Vakfı ile beraber İkinci Dünya Savaşı sırasında en düzgün yayını yapan, faşizme karşı yoğun mücadele veren Sertel’lerin eski Tan Gazetesi'ne dair bir sergi düzenledik. Kültür Turizm Bakanlığı’na Türkiye turizm tarihini ele alan bir sergi hazırladım, kataloğu yeni basıldı. Sürekli yazarı olduğum Atlas Tarih başta olmak üzere kimi dergilere yazmaya devam ediyorum. Uzun yıllar dramaturg olarak çalıştığım İstanbul Devlet Tiyatrosu’ndan emekli olduktan sonra Karaburun’a yerleştim. Çalışmalarımı buradan sürdürüyorum. Bu yıl Tüyap’ın tarihini ekibimle birlikte hazırladık. Ayrıca Piyale Paşa’nın yaşamını ve adını verdiği semti anlatan bir kitap - sergi projesi gerçekleştirdik. Önümüzdeki yılın programı henüz netleşmedi. Yine bir semt tarihi gündeme gelebilir diye düşünüyorum. Ayrıca köpek ve kedilerle ilgili iki kitap hazırlık aşamasında.
69
BİLEŞENLER
HYPERLAPSE FİLM KAĞAN KİRİŞ
BİLEŞENLER
info@hyperlapsefilm.com kagankiris@hotmail.com www.hyperlapsefilm.com 0 555 563 40 01
70
Ankara doğumluyum. Üniversite eğitimimi Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema Bölümü’nde tamamladım. Öğrenim hayatımı da içine katarsak, yirmi yedi yıl İzmir’de yaşadım. İzmir’in bana çok şey kattığına, üretimlerime ve bakış açıma hissiyat olarak katkıda bulunduğuna inanıyorum. Çalışma hayatım, üniversite eğitimimle eşzamanlı başladı. Belki de bu sayede sektörde on yıllık bir deneyim edindim. Bu süre içinde televizyon dizileri için çalıştım, reklâm filmlerine yoğunlaştım. Ayrıca kısa filmlerim ve belgesel çalışmalarım var. İş hayatına erken başlamış olmam, genç yaşta yönetmenlik yapabilmeme olanak tanıdı. Sinema benim için bir tutku, dertli de bir iş. Birden çok becerinizi bir bütün içinde ve ileri seviyede kullanabilmeniz gerekiyor. Hem teoride, hem pratikte, hem de teknik açıdan yetkin olmak zorundasınız. Yaptığınız işlerle milyonlara ulaşmak ve izleyicide uyandırmak istediğiniz etkiyi, duyguyu hayâl ettiğiniz ölçüde hayata geçirebilmek, bu alandaki en büyük kaygı hâline gelmiş durumda. Artık her şey çok hızlı akıyor ve değişiyor. Tüketimin bu derece arttığı ve hızlandığı bir dünyada sürekli farklı anlatım dillerinin, tekniklerin peşinde koşmak zorundasınız ve bunun arayışı bitmiyor. Benim şansım hep bu arayışların peşinde ko-
şuyor olmamdan kaynaklanıyor. Hyperlapse tekniğiyle bu arayış sürecinde tanıştım ve bu tekniği kullanarak filmler çekmeye başladım. Daha yeni gündeme geliyor; dünyada bu işle uğraşan nereden baksanız yüz kişi ya vardır ya yoktur. Temel olarak ifade etmek gerekirse, Hyperlapse tekniğinde binlerce fotoğraftan oluşan bir video kurguluyoruz. Dört saniyelik bir görüntüyü dört yüz kadar fotoğraf kullanarak oluşturuyoruz. Bu sayede büyük mekânlarda, açık alanlarda çok büyük hareketler yaratma olanağı kazanıyoruz. Beş saatlik bir zaman dilimini dört saniyede hiç kayıpsız olarak izleyebiliyorsunuz. Timelapse tekniğinden farkı, kameranın da hareket ediyor olması. Slider bir metrelik hat üzerinde hareket ederken hyperlapse tekniğinde üç yüz, dört yüz metrelik bir doğrultuda hareket etmek mümkün oluyor. Çok zahmetli bir iş; üç dakikalık videoyu ortaya çıkarmak yaklaşık bir ay sürebiliyor. Çünkü yüz bin civarında fotoğraf karesini taramak durumundasınız. Seyriyse çok keyifli ve özellikle şehir tanıtımları için çok ideal. İzmir, sadece merkeziyle değil; çevre bölgesiyle pekçok zenginliğe ev sahipliği yapan bir şehir. Şimdiki hedefim, bu tekniği kullanarak İzmir için tanıtım filmleri çekmek.
71
BİLEŞENLER
GEÇİCİ MÜDAHALE PLATFORMU
www.gecicimudahale.org
BİLEŞENLER
Platformu 2010 - 2011 gibi kurduk. Heykeltıraş, şehir plancısı, grafik tasarımcı, mimar gibi farklı disiplinlerden gelen bireylerden oluşan Geçici Müdahale Platformu, ağırlıklı olarak kentsel meselelerle ilgileniyor. Çünkü İzmir’e bir şekilde dokunuyor olsak da onu sorgulamak, eleştirmek ve bu kente dair bazı şeylere cidden müdahale etmek istiyoruz. Sanatın farklı alanlarından geliyoruz; kent meselelerini sorgularken kendi pratiklerimizle sanatsal dokunuşlarla bir şeyler ifade etmek meselesine yoğunlaşmış durumdayız.
72
Buradan yola çıkarak kente dair problemleri kendi bakış açımızla ortaya koymak, mekânlara müdahil olmak ve karışmak, buna yönelik üretmek ve söylemler oluşturmak üzerinden bir manifesto yayınladık. Manifestoyu yayınladığımız esnada Portİzmir’i yapılandıran K2 vasıtasıyla kent meselerini konu alan bir dizi alan çalışmasına katkı sunmak üzere organizasyona dahil olduk. Bu proje kapsamında "Kemeraltı’ndaki dönüşüme nasıl müdahale ederiz, bu konuda neler yapabiliriz?" sorularına kafa yorarken hepimizin hayatını etkileyen Gezi süreci başladı. Geniş kitleler bütün bir günü Gündoğdu Meydanı ve Kordon’da geçirmeye başlamıştı. “Birkaç ağaç için çıkan bir olay” sonrasında Alsancak’ta, Kordon’daki sahil hattında hiç ağacın olmadığını, insanların bütün gün güneşin altında oturmak zorunda kaldığını görünce İzmirli olarak önce buna dikkat çekmek istedik. Ağaçsız alana bir gölgelendirme çalışması yaptık: Kemeraltı’ndan aldığımız çaputları, bezleri alana getirdik; oradaki arkadaşlarla ve o an orada tanıştığımız kişilerle beraber bunları birbirine diktik, ekledik ve üzerine boyama yaparak bir gölgelik oluşturduk. Tabii ki gün boyunca orada değildik; geri geldiğimizde çok farklı bir deneyimle karşılaştık: Gölgeliğin altında tiyatro grupları prova, şiir grupları okuma yapmaya başlamıştı. İnsanlar giderek bu alanda buluşmaya başladı; işleyen, çalışan ve insanların altında sosyalleştiği bir alan ortaya çıkmış oldu. Gölgelik, aynı zamanda sokak hayvanlarının güneşten kaçıp geldiği, serinlemek isteyen herkesin sığındığı bir alan olarak görev görmeye başladı. Tabii ki her güzel şey gibi bu gölgelik de parçalandı. Yerinde kalmasına müsaade etmediler. Sosyal bir mekân yaratmıştık ama bu uygulama, aynı zamanda bir haritalama çalışmasına ön ayak oldu. Yaşadıkları bölgeyi belirtmek kaydıyla, oradaki vatandaşlardan bölgelerine dair problemleri küçük kağıtlara yazmasını ve gölgeliğin içindeki İzmir haritası üzerine yapıştırmasını istedik. Geçici Müdahale
Platformu olarak bundan sonra yapacağımız etkinlikleri tasarlarken mevcut sorunları tespit etmek ve envanter çalışması gerçekleştirmek adına önemli bir çalışmaydı. (Hâtta bugünden bakınca, kağıtlara yazılmış bazı problemlerin artık çözülmüş olduğunu görüyoruz. Meselâ Gaziemir’e nükleer atık gömen firma mahkeme kararıyla suçlu bulundu. Bisiklet yollarına ilişkin bazı talepler vardı; bu taleplerin neredeyse tamamı hayata geçirildi.) Portİzmir sürecine geri dönecek olursak, farklı disiplinlerden biraraya getireceğimiz sanatçılardan Kemeraltı’nda bizim belirlediğimiz, sınırladığımız bir alan içerisinde farkındalık yaratacak çalışmalar üretmesini talep ettik. Tamamen kendi çabamızla ve imkânlarımızla hayata geçirdiğimiz bu çalışma kapsamında sanatçıları tespit ettikten sonra İnönü Sokağı’nda yaşayan bir arkadaşımızın evini açmasıyla ilk toplantıyı gerçekleştirdik. Önce tanıştık ve neler yapabileceğimiz üzerine konuştuk. Ardından atölye çalışmaları aşamasına geçtik, çalışmalar için gereken malzemeleri hazırladık ve böylece sanatçıların bir hafta boyunca Kemeraltı’nda çalışmak istediği noktada, sokakta eser ürettiği bir etkinlik gerçekleştirdik. Bu etkinliği oradaki halkın katılımıyla bir bütün hâlinde gerçekleştirmeye özen gösterdik ve çok yoğun ilgi gördük. Orada yaşayanlar ve çalışanlarla çok farklı sohbetlerimiz oldu; bir hafta beraber vakit geçirince “bizi dikkate alıyorlar, bizim sorunlarımızı görüyorlar” kanaati oluştu. “İşte sizin gibi geliyorlar, bir süre burada çekim yapıyorlar, sonra da gidiyorlar” şeklinde duygusal bir noktası var, bu gibi işlerin. Biz bu farkındalığı nasıl arttırabiliriz diye düşündük. Üretimlerin yerleştirildiği ve sergilendiği alanları bir harita üzerinde işaretleyip izleyicilere, misafirlerimize bu haritaları dağıttık. Ayrıca, bir rota belirleyip sanatçılar ve izleyicilerle beraber finallenmiş işlerin yerinde izlenebileceği bir gezi düzenledik. Bu gezi grubuna bize yol gösterecek, o bölgenin tarihiyle ilgili bilgi verecek kişileri, uzun süredir o bölgede yaşayanları, muhtarları, o bölgeyi çalışan şehir plancılarını, mimarları ve akademisyenleri de davet ettik. Bu noktada kafalarda şöyle bir soru canlanabilir: Geçici Müdahale Platformu sanatsal organizasyonlar yapmak amacıyla mı iş üretiyor? Şimdiye kadar gerçeleştirdiğimiz projelerde işin doğası gereği seyir böyle gerçekleşti. Kemeraltı’ndaki projede hem kendimiz bir şeyler ürettik, hem de çağrı yapıp davet ettiğimiz sanatçıların bu bölgeye bir şeyler katmasını, bırakmasını bekledik. Sergileme alanında kalabilecek işleri orda bıraktık.
Fransız Kültür Merkezi’nde düzenlediğimiz ve mimarların, gazetecilerin, şehir plancılarının katıldığı 'Kentin Arkasından Konuşmalar', bir nevi bu çalışmanın değerlendirme toplantısı gibiydi.
“Dünyadaki örnekleri neler, bizim yapmaya çalıştığımız nedir?” konusunu tartıştık. Portİzmir’de bu projeden seçtiğimiz işleri farklı biçimlerde sergiledik. Pecha Kucha’da bir sunum yaptık. Son olarak 2015’te 'Otomobilsiz Kentler Günü' etkinliğinde yer aldık. Geçici Müdahale Platformu olarak bir aracın park hâlindeyken toplamda kapladığı yerin aslında ne kadar geniş bir alana tekabül ettiğine dikkat çekmek için o kadarlık bir alanı yeniden düzenledik. Bisiklet tamir istasyonumuza ve Kültürpark’a kafa yoruyoruz. Kentsel kimliğe, kentlilik meselesine, kentsel dönüşüme, tarihi dokuya ilişkin sorgulamalarımıza nasıl projeler üreterek cevap bulabiliriz sorusunu sorarak etkinliklerimize devam edeceğiz.
BİLEŞENLER
Bölgede yaşayanlar hâlâ kimi işleri koruyor. İzmir’de kamusal alanda bir iş ürettiğinizde halkın onu cidden sahiplendiğini, o işin bir parçası olmak için talepte bulunduğunu görüyorsunuz. Örneğin gölgelendirme çalışmasında dört beş kişi başladığımız bir etkinlik, yeri geldi otuz kırk kişinin katılımıyla yürür hale geldi. Yüzlerce insanın katkı koyduğu, bu insanların doğal olarak Geçici Müdahale’nin bileşeni hâline geldiği bir etkinlikti. Kemeraltı projesi de aynı seyirle ilerledi: İşe beş altı kişilik bir grup olarak başladık; arkadaşlarımızın, onların arkadaşlarının, tavsiye üzerine katılanların eklenmesiyle otuz kişiye ulaştık.
73
74 BİLEŞENLER
75
BİLEŞENLER
GÜVEN İNCİRLİOĞLU
BİLEŞENLER
İzmir Ekonomi Üniversitesi GSTF, Balçova, İzmir pope@xurban.net
76
İzmir’de büyüdüm; on beş yaşında şehri terk ettim. Otuz yıl aradan sonra geri döndüğümde, İzmir’in epeyi radikal bir biçimde değişmiş olduğuna tanık oldum. En azından, o kadar uzun bir süre uzak kalınca, sanki başka bir kente dönmüş gibi oluyor insan. Son sekiz yıldır burada yerleşik durumdayım. Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde mimarlık okudum; City University of New York’ta fotoğraf üzerine yüksek lisans yaptım. Fotoğraf ve sanat teorisi üzerine doktoramı 1996’da, Bilkent Üniversitesi’nde tamamladım. 1990’da Bilkent’te başladığım ders verme sürecine İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nde devam ettim. Halen, İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde fotoğraf ve tasarım alanlarında ders veriyorum. 1980’lerin ortasından itibaren, Ankara ve İstanbul’da sanatsal sergiler yapmaya başladım. 2000 - 2012 döneminde, kurucuları arasında olduğum 'xurban_collective' ile fotoğraf, video ve multimedya alanında pek çok proje gerçekleştirdik. Uzunca bir müddet kolektif olarak çalışmak, bizim için çok faydalı bir süreç oldu. Herkesin bilgisi, becerisi, biraz da yeteneği doğrultusunda kolektife katkıda bulunduğu; bilgisayarda üretilmiş şeylerin yoğun olarak kullanıldığı, kurgu sürecinin de beraberce kotarıldığı bir ortam sağlıyordu xurban. 2001’de Venedik Bienali’ne, 2003’te ise İstanbul Bienali’ne katıldık. Bunun dışında 2012’ye dek Beyrut, New York, Marsilya, Viyana, Berlin, Atina ve Kore’de sınır, kentsel dönüşüm, çevre ve geniş anlamda ‘arkeoloji’nin ana tema olduğu pek çok proje gerçekleştirdik. Son iki senedir bağımsız çalışıyorum. Bu süre içerisinde başka aktivite alanlarına kaydım. İzmir kentini anlamaya çalışıyorum. Biraz tarihsel ama sanat formuyla da öne çıkacak, fotoğraf ağırlıklı ve bir çeşit alternatif tarih anlatısı olabilecek bir kitap çı-
karmak istiyorum. Öncelikle geleneksel bir biçimde İzmir’in 19. ve erken 20. yüzyılıyla ilgili kaynakları araştırıyorum: İzmir’in geçmişi, Levantenler, kentin büyük yangın dolayısıyla yaşadığı o dev travma... Bu geçmişin farklı milliyetçilikler ve özellikle Türk milliyetçiliğiyle nasıl şekillendiği üzerine yoğunlaşmış durumdayım. Aslında eski fotoğraflarla karşılaştırınca, İzmir bugün sanki bir suç mahalli gibi duruyor. Bu yangından hiçbir kaynağın kapsamlıca bahsetmiyor olması, resmi Türk tarihinin ortaya koyduğu tezlerde bu yangına neredeyse hiç önem atfedilmiyor oluşu çok ilginç geliyor bana. Hasıraltı edilmiş diyemeyiz ama yangını kimin başlattığı, kimin yaydığı, hâlâ tartışılan ve kesin bir açıklığa kavuşamamış konular. 1922’de o beş altı gün içinde İzmir’de ne olup bittiği, hâlâ alabildiğine tartışılır durumda. Aradan onca zaman geçtikten sonra daha yeni yeni İzmir üzerine düşünen ve çalışan araştırmacılar ortaya çıkıyor. Bu yangının sonuçları ve toplumsal hafızaya etkisi üzerine, gerçekten önemli araştırmalar yayınlanıyor. Bu kitap projesi kapsamında çektiğim ve üzerine çalıştığım fotoğraflar, daha ziyade notlar ve skeçler gibi görev görüyor benim için. İzmir’de farklı karaktere, dokuya ve tarihsel katmana sahip ne kadar çok mekân olduğunu da işaret ediyor bu fotoğraflar. Böyle bakınca, İzmir’i çok farklı yerlerden algılamak mümkün; siyasi ayrışmayı da nereden baktığınızla beraber düşünmek mümkün. Tepeden görülen bir İzmir var; parça parça, bölük pörçük, fragmanlar halinde. Örneğin, Kadifekale’den baktığınızda başka bir şey görünüyor; Bayraklı sırtlarından bakınca başka bir şey görünüyor. İnsan dokusu kadar, peyzaj dokusu da farklı. Bütün bu çalışmanın sonucunda ortaya çıkacak olan ürünün, biraz iddialı olsa da, bir 'İzmir Atlası' olabileceğini öngörüyorum.
77
BİLEŞENLER
78 BİLEŞENLER
79
BİLEŞENLER
HAKAN KIRDAR
BİLEŞENLER
hakankirdar@gmail.com hakankirdar.blogspot.com.tr
80
Aydın'da doğdum; İzmir'de yaşıyorum. Bir dönem, D.E.Ü. GSF’de akademisyen olarak görev yaptım. Kendimi sanatçı olarak tanımlıyorum, bu kimliği gün geçtikçe daha fazla benimseyerek ön planda tutmaya çalışıyorum. Aynı zamanda sergi yapımcılığıyla uğraşıyorum. Bugüne kadar özellikle genç sanatçıların katılımını sağladığım ulusal düzeyde birçok serginin yapımcılığını üstlendim. K2 sanatçı inisiyatifi içinde yeralarak, K2 Güncel Sanat Merkezi’nin kuruluşunda etkin rol aldım. Son on yıllık süreçte ürettiklerimi beni tanımlayan işler olarak nitelendirebilirim. Bunlar, özetlemek gerekirse tarih, sosyoloji, mimari gibi alanlar üzerinde farklı sanatsal ifade biçimleri kullandığım, disiplinlerarası bir yaklaşım benimseyerek gerçekleştirdiğim işler. Fotoğraf, video, ses, enstalasyon ve heykel alanında ürün veriyorum. Ağırlıklı olarak kullandığım kavramsal ve tematik çerçeveyiyse Türkiye’nin modernleşme süreci, erken Cumhuriyet dönemi olarak nitelendirebilirim. 2015 yılında Ankara’da bir solo sergim oldu; İstanbul ve Almanya’nın Osnabrück kentinde iki grup sergisine katıldım. Son olarak 3. Mardin Bienali’nde sanatçı olarak yer aldım. Şimdilerde, 2016 yılında İstanbul’da açılacak yeni solo sergime hazırlanıyorum. Yine önümüzdeki yıl, İstanbul ve Ankara’da düzenlenecek iki grup sergisine davet edildim. Güncel sanat bağlamında; İzmir'de video, fotoğraf ve ses üçlüsünün ortak bir zeminde nasıl bir araya gelebileceğine ilişkin olasılıklar, projeler üzerinde çalışıyorum. İzmir’de fotoğraf alanında yoğun bir üretim olmasına rağmen özellikle ses enstalasyonu ve
video sanatı alanlarında bu derece kesif bir üretkenlik yok. Bu üç alanda İzmir’de üreten sanatçıları biraraya getirmeyi, üretimi cesaretlendirmeyi, ortaya çıkacak üretimleri içerecek bir havuz yaratmayı hedefliyorum. Ardından, bu üretimlerin izleyiciyle buluşabileceği zeminleri kurgulamak istiyorum. Buradan yola çıkarak, 2015 sonbaharında 'Kayıt Projeleri' grubunu kurduk. Kuruluş fikri bana ait olan 'Kayıt Projeleri'; video, fotoğraf ve ses alanında çeşitli kayıt teknikleri kullanan, ürettikleri kavramsal ve deneysel işler üzerinden işbirliği yapacak sanatçılardan oluşan, disiplinlerarası bir grup. İzmir’de yaşayan, çalışan veya İzmir ile bağlantılı sanatçı arkadaşlardan oluşuyor: Ziyacan Bayar, Ramazan Bayrakoğlu, Kemal Begtaş, Fatih Bilgin, Tayfun Bilgin, Mehmet Can Özer, Uğur Engin Deniz, Cenk Hasan Dereli, Serkan Çolak, Hayal İncedoğan, Borga Kantürk, Sarp Keskiner, Sinan Kılıç, Serdar Kökçeoğlu, Toros Mutlu, Metehan Özcan, Alp Şeker, Hande Zerkin, Nezaket Tekin. Grubun iki temel amacı var: İzmir’e ilişkin güncel görüntü ve seslerin kaydedilip arşivlenmesini sağlamak; sunumlar, atölyeler ve seminerler vasıtasıyla eğitim çalışmalarına ağırlık vererek İzmir'de video, fotoğraf ve ses işlerinin üretimini artırmak. İleriki aşamada bu üretimleri gösterimler ve sergiler vasıtasıyla şehre yaymayı, komşu ülkelere, Akdeniz Havzası’na ve Orta Doğu’ya taşımayı, bu coğrafyalarda iletişime geçeceğimiz kentlerle karşılıklı sergiler düzenleyerek diyaloğa katkı sunmayı hedefliyoruz. Bu diyalog çerçevesinde, İzmir'i Akdeniz ve Ortadoğu kentleriyle dijital zemini de kapsayan alanlarda buluşturacak bir güncel sanat ağı kurmak önceliğimiz.
81
BİLEŞENLER
HEZARFEN FİLM GALERİ NESİM BENCOYA
BİLEŞENLER
nesim@hfgaleri.com www.hfgaleri.com 0 532 508 33 19
82
İzmir doğumluyum; Saint Joseph ve Namık Kemal Lisesi’nde orta öğrenimimi tamamladıktan sonra İsrail’e gittim. 2010 yılına kadar Haifa’da yaşadım; burada sosyoloji, antropoloji eğitimi aldıktan sonra Technion Üniversitesi’nde idare ve işletme okudum. İngilizce, Fransızca, İspanyolca, İbranice ve Arapça biliyorum. 1997 – 2010 yılları arasında, Tel-Aviv ve Kudüs ile birlikte İsrail’in en büyük sinemateki olarak kabul edilen, tamamen Haifa Belediyesi’nin desteğiyle hayata geçirilen Haifa Sinematek’in yöneticiliğini yaptım. Burada 150, 450, 500 kişilik üç salonda, on yedi kişilik bir ekiple sürekli gösterimler düzenledik. Sinema eğitim günleri ve uluslararası film festivalleri de dahil olmak üzere, yılda ortalama yirmi etkinliğe imza attık. Çok kültürlülük ve toplumsal barış temalı etkinlikler gerçekleştirdik. Bunun somut çıktısıysa 'Arap – Yahudi Genç Sinemacılar Dayanışma Birliği' oldu, bunun kurucularından biriyim. 2010’da İzmir’e geri döndükten sonra 12. ve 13. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali’nin yönetmenliğini üstlendim. Hong Kong ve Beyrut’ta düzenlenen 'Türk Film Günleri'nin program direktörlüğü yaptım. Beşincisinden itibaren, 2012 ve 2013 yıllarında, 'Uluslararası Malatya Film Festivali'nin artistik direktörüydüm. 2014 yılından itibaren, 'Uluslararası Antalya Film Festivali'nde uluslararası filmlerin program direktörü olarak görevime devam etmekteyim. İzmir’de K2’nin düzenlediği Portİzmir’de yirmi film gösterimi, Fransız Kültür Merkezi’nde yılın en kısa günü olan 21 Aralık’ta yirmi sekiz film gösterimi, 'Bağımsız Türkiye Sineması İzmir Buluşmaları' başlığıyla yine Fransız Kültür Merkezi’nde her ay bağımsız bir film gösterimi gerçekleştirdik ve yönetmenleri sinemaseverlerle buluşturduk.
Türkiye sineması perspektifi açısından bakacak olursak, buradaki üretimlere ilişkin Bağımsız Sinema tabirini kullanmak pek doğru değil. Bu daha çok Amerikan Film Endüstrisi için, New York’ta yaşayan bağımsız sinemacılar için kullanılan bir tanım. Bağımsız Türkiye Sineması İzmir Buluşmaları, Türkiye’de dağıtım ağına girememiş, İzmirli izleyiciye ulaşma şansı olmayan filmleri ve bu filmlerin yönetmenlerini İzmir seyircisiyle buluşturmayı hedefleyen bir organizasyon. Başlarda ilgi olmayacağından çekiniyorduk ama gördük ki, bu konuda İzmir’de büyük bir açlık var. Salonumuz dolup taştı. Hâtta son gösterimde gösterdiğimiz filmi izleyemeyenler için filmin dağıtımcısından izin alıp bir gösterim daha yaptık. Şimdi bu gösterimlerin sayısını ayda iki ya da dört olacak şekilde artırmaya çalışıyoruz. 2015 yılında İzmir Konak Belediyesi’yle başlattığımız 'Bağımsız Türkiye Sineması İzmir Buluşmaları' 2016 yılında da devam edecek. Ekim 2015’te başladığımız 'Avrupa Sineması ve Bir Ülke: İspanya' serisi ve Ocak 2016 itibariyle başlatacağımız 'Avrupa Sineması İzmir’de' serisiyle Kuzey, Orta Avrupa ve Akdeniz’den birçok ülke sinemasını İzmirli sinemaseverlerle buluşturacağız. Asya Sineması’nda önemli bir yere ve endüstriye sahip Hong Kong Sineması’nı dört yıldır İzmir’e getiriyoruz, bunu da devam ettireceğiz. 2016 yılı programımıza ilişkin bir diğer gelişmeyse Avrupa ülkelerinden derleyeceğimiz ve İzmir’de daha önce hiç gösterilmemiş kısa filmleri özel bir program dahilinde İzmir seyircisine sunmak. Hezarfen Film Galeri ekibi olarak, her yıl olduğu gibi Berlin , Cannes, Venedik başta olmak üzere pek çok film festivalini ziyaret edeceğiz ve sinema pazarı alanındaki yenilikleri takip ediyor olacağız.
83
BİLEŞENLER
INPUT / OUTPUT
BİLEŞENLER
Cumhuriyet Blv. No:54, Büyük Kardiçalı Han, Kat: 2, Oda No: 226, Konak, İzmir
84
2012 yılında beş kişilik çekirdek bir kadroyla kurulduk. Kendimizi kısaca 'iO' olarak adlandırıyoruz. Çalışmalarımıza Kardiçalı Han’da 226 numaralı odada devam ediyoruz. iO, her ne kadar dışarıdan bakanlar tarafından bir sanat inisiyatifi olarak nitelendiriliyor olsa da kendini öyle tanımlamıyor. Bir araya gelme amacımız, İzmir’de daha önce üretimde bulunmamış ve birlikte üretebilecek insanlara beraberce neler yapabileceklerini keşfetmeleri, tartışmaları için alan açmak. Bir diğer amacımızsa İzmir dışında yaşayan sanatçıları İzmir’e getirerek hem sergilerini İzmirlilerle buluşturmak, hem de deneyimlerini ve üretim süreçlerini anlatabildikleri bir sohbet ortamı sağlamak. Bu doğrultuda, ilk sergimiz Yunus Emre Erdoğan’ın 'Kozmik Oda' adlı sergisiydi. Ardından Orhan Yıldız’ın 'Into The Mind' adlı sergisi geldi. Her ikisi de iO’nun kuruluş amaçlarıyla birebir örtüşen sergilerdi. Bu iki sergi sonrasında görünürlüğü artan ekiple iletişime geçen başka sanatçılar oldu. Bunlardan biri de Didem Yazıcı idi. Didem Yazıcı ile 'Küratöryal İkililik: Programlar ve Sergi Yapımı' başlıklı bir konuşma düzenledik. Bu buluşmanın önemi şu oldu: Kendisi Almanya’da yaşayan bir sanatçı ve İzmir’e gelmesi, eki-
! iononprofitspace io-nonprofitspace.blogspot.com
bin kuruluş amaçlarından birini daha gerçekleştirmesine hizmet etti. Yazıcı’nın ardından, bir söyleşi için esasen İzmirli olan ama İstanbul’da yaşayan Halil Vurucuoğlu’nu konuk ettik. Nejat Satı ve Zeynep Beler’in üretimlerini sergilediği 'Fuck You Modernity' adlı çalışmanın ardından Zeynep Beler, Metehan Özcan ve Borga Kantürk ile 'Üretim Süreçleri / Fotoğraf / Kısa Mesafeler' başlıklı bir dizi söyleşi düzenledik. Anadolu Kültür, Mercator, European Culture Foundation işbirliğiyle TANDEM adlı ağa dahil olduk. Bu uluslararası ağ sayesinde, Polonyalı Art Transparent adlı bir ekiple ortaklaşa 'Innominate Spaces' adlı bir proje yürüttük; Polonya’dan pek çok küratör ve sanatçıyı İzmir’de ağırladık, söyleşiler düzenledik. 2015’te gerçekleştirdiğimiz etkinlikleri ve projeleri sıralayacak olursak: 'Sapkın Sürrealizm', 'Technomani: Teknolojiye Düş // Blender 3D ile Etkileşimli Sanat Atölyesi', Mert Akbal’ın 'Rüya Reprodüksiyonları' ve yazın Slovakyalı Zahrada grubuyla gerçekleştirdiğimiz 'cross the lands and lens in the eyes'. iO, Ekim 2015 itibariyle çalışmalarını iki kişi olarak, hem stüdyo hem de sergi alanı şeklinde kullanacağı Kardiçalı Han 226 numaralı odada sürdürecek. Herkesi bekleriz.
85
BİLEŞENLER
İÇERİK DERGİ
BİLEŞENLER
www.icerikdergi.com
86
İçerik Dergi ekibi, yaklaşık altı yıl önce bir araya geldi. Dergiyi, dört grafik tasarımcının kendi mesleki üretim pratiklerini sorgulamasıyla ateşlenmiş bir proje olarak nitelendirebiliriz. Şöyle bir üretim mantığıyla hareket ediyoruz: İçerik ekibi, dergi olarak bir araya getirilmiş kağıt tomarını çok disiplinli bir üretim pratiği için oyun alanı gibi kullanıyor. Her sayıya özel bir tema belirliyoruz. Farklı disiplinlerden davet ettiğimiz üreticiler, bu tema çerçevesinde çalışmalarını gerçekleştiriyor. Ardından, çekirdek ekip olarak bu çalışmaları okuma düzeni içinde yeniden kurguluyoruz. Bugüne kadar arkeoloji, matematik, grafik, müzik, resim, fotoğraf gibi pek çok meslek dalını tek bir kavram üzerinde bir araya getirmeye çalıştık. Dergi diye adlandırılan bu mecrayı aslında Artzine janrı içinde değerlendiriyoruz. Yayın periyodumuz belirsiz; senede birkaç sayı çıkartabiliyoruz. Üretim yaklaşımı açısından fanzine nazaran daha kontrollü bir yapıyız. Öte yandan buna dergi de diyemiyoruz, çünkü bir dergi kadar planlı programlı ilerlemiyoruz. Dergiyi, imkânlar dahilinde olabildiğince çok sayıda çoğaltmak için ilk sayıdan itibaren siyah beyaz basıyoruz. Her sayı yaklaşık iki yüz elli adet çoğaltılıyor. Aidiyet duygusu yaratması adına da her kopyayı tek tek numaralandırıyoruz. Baştan herhangi bir dağıtım planı yaparak yola çıkmadık; bir şekilde dergiyi elden ele dolaştırmaya çalışıyorduk. İlk dört sayıyı İzmir ve İstanbul’daki kitap evlerine gönderdik. Sanatçı kitapları arşivi oluşturan BAS’a ulaştık, arşive girdik. 2014 itibariyle ekibin ayakları mesleki olarak yere bastıkça, biraz daha planlı programlı ilerlemeye başladık ve her sayının bir etkinliğe dahil olmasına veya o sayıyı bir etkinlikle duyurmaya karar verdik. Böylece etkinlik tasarlamaya da başladık. İlk etkinliğimizi 2014 yılında Tom Keogh’un büyük desteğiyle Maquis Projects’te gerçekleştirdik. O zamana kadar dergiyi akıbeti hakkında fikrimiz olmadan,
geri bildirim almadan dağıtıyorduk. Fakat o sayıyla birlikte ilk defa sayfaları mekâna yaydık ve potansiyel okuyucuları bu sergiyi izlemeye davet ettik. Böylece, bu sergiden elde ettiğimiz geri bildirimler doğrultusunda dergiyi oluşturan unsurları yeniden değerlendirme fırsatı yakaladık. Bizim için hem yeni, hem de zihin açıcı bir deneyimdi. Diğer yandan, sergi sayesinde pek çok yeni katılımcıya ulaşmış olduk. Sonrasında çekirdek ekibimizi biraz daha genişlettik ve zincirleme etkinliklere devam ettik. Serginin ardından küçük bir sanatçı konuşması gerçekleştirdik. Ardından Pecha Kucha etkinliğine davet aldık. Bu sunum esnasında dağıtmak üzere yeni bir sayı çıkardık. Ardından, İKSEV ekibiyle birlikte 2015 İzmir Caz Festivali için bir atölye çalışması tasarladık. Bu atölye çalışmasına Yaşar Üniversitesi, Ekonomi Üniversitesi ve Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Grafik Tasarım ve İletişim Tasarımı öğrencileri katıldı. Bu atölyede, üretim pratiklerinden hiç vazgeçmeden, İçerik Dergi yaklaşımıyla cazın karakteristik unsurlarını nasıl birleştiririz üzerinden ilerledik. Katılımcılar, İKSEV binasında eşzamanlı ilerleyen açık caz orkestrasının provalarını dinleyerek caza dair izlenimlerini birer dergi yaprağında görselleştirdi. Ortaya çıkan çalışmaya, bu atölye çalışmasına özel olarak, 'Jazzine' adını verdik. Bu sayı bin adet basıldı ve festival süresince ücretsiz dağıtıldı. Son olarak NO: 42’de gerçekleşen Panayır etkinliğinde bir masa açtık. Gün boyunca basılı kağıtları ciltledik, damgaladık; her isteyene numaralayıp verdik. Bir bakıma bu sayıyı oraya gelen okura özel üretmiş olduk. Yeni sayı kapsamında, davet ettiğimiz sanatçıların katılımıyla gerçekleşecek kapalı bir üretim atölyesi gerçekleştireceğiz. Sonrasındaysa bir sonraki sayı için bizi yerimizden kaldıracak başka bir sebep arayacağız kendimize.
87
BİLEŞENLER
İLHAN KOMAN KÜLTÜR VE SANAT VAKFI YILDIRIM ARICI
BİLEŞENLER
yildirimarici@gmail.com www.koman.org
88
Ankara doğumluyum; Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olduktan sonra Paris Sorbonne Üniversitesi’nde Estetik ve Sanat Felsefesi üzerine doktora yaptım. Bu dönemde fotoğraf sanatıyla profesyonel olarak ilgilenmeye başladım. 80’li yıllarda, o zamanların en büyük uluslararası basın ajanslarından biri olan Paris’deki Sipa Press’in genel merkezinde çalıştım. 1991’de İstanbul’a döndüm; fotoğraf, mültivizyon ve sinemaya ağırlık verdim. Bir iletişim ajansındaki deneyimden sonra kendi kurduğum stüdyomda bağımsız olarak çalışmayı sürdürdüm. Tiyatro, edebiyat, çağdaş müzik gibi güncel sanatların birçoğuyla ilgilendim. Çeşitli dergi ve ortak çalışmalarda edebiyat, müzik, görsel sanatlar üzerine inceleme yazılarım yayınlandı; bir de öykü kitabım var. Felsefenin böyle bir avantajı var; her şeye dair özgün bir bakış açısı geliştirerek yeni çalışma deneyimleri içerisine girebiliyorsunuz. Bununla beraber, ekmeğimi daha çok fotoğraftan kazandığımı söylemeliyim. İzmir’in hayatımdaki yeri benim için çok yeni; birkaç yıldır İzmir’deyim. Bilinçli bir seçimle İstanbul’dan gelip buraya yerleştim. Son zamanlarda önem verdiğim iki ayrı uğraş var: İlki, İlhan Koman Kültür ve Sanat Vakfı; diğeriyse Türkiye’nin belki de en önemli bağımsız sesi olarak nitelendirilebilecek 94.9 Açık Radyo’da yaptığım programlar. Radyonun kurucularından biriyim; bu istasyonda yirmi yıldır hiç sektirmeden, her hafta çağdaş, elektronik, bağımsız müzik programları yapıyorum. İlhan Koman Kültür ve Sanat Vakfı’nın çalışmalarından ve Avrupa Birliği 7. çerçeve destekli projelerimizden kısaca bahsetmek isterim: Koman, Türkiye’de genellikle Akdeniz Heykeli ve Anıtkabir rölyefleriyle bilinir. Vakfı da onu daha geniş kitlelere tanıtmak, bu çok önemli dünya sanatçımızın mirasını yeni nesillere aktarmak ve bağımsız kültür sanat projeleri üretmek amacıyla 1990’ların ortasında kurduk. İlhan Koman, sadece bir heykel sanatçısı değil; aynı zamanda
tasarımcı, mimar ve bilim adamı. Yapıtlarında bu sıfatlarından gelen niteliklere rastlamak hiç de zor değil. Geometrik formlar ve bir takım bilimsel prensipler üstüne kuruyor tasarımlarını. Koman 1985’te vefat edince, bütün yapıtlarını ürettiği ve içinde yaşadığı yüz on yaşındaki ahşap M/S Hulda’nın sanat platformu olarak işlevine devam etmesine ilişkin 'Hulda Festivali' adını verdiğimiz projeye yoğunlaştık. Bu projenin bir diğer hedefi, gemiyi İsveç’ten Türkiye’ye getirmekti. Projenin 2008’de Avrupa Birliği’nden, çeşitli sanat kuruluşlarından ve sanatseverlerden destek görmesi üzerine gemiyi restore ettik ve böylece sanatçının eserlerini Stockholm’den başlayan bir rota kapsamında farklı şehirlerde, limanlarda sergileme şansına eriştik. Gemi kendi başına çok ilgi çekici bir unsur. Bir limana girdiğinizde herkes dönüp bakıyor, hâtta gemiyi yakından görmek için limana akın ediyor. Artık koruma altında bir sanat yapıtı zaten. Bu sergileme turu kapsamında bir diğer işimiz, gemi dışındaki noktalarda sanat ve bilimin birlikteliği üstüne Avrupalı kültür temsilcileriyle ortaklaşa düzenlediğimiz atölye çalışmalarıydı. Bu atölye çalışmaları, genellikle çocuklara yönelikti. Bilim ve sanatın Rönesansçı bir bakış açısıyla nasıl bir araya getirilebileceği konusunda ufuklar açmaya çalıştık. 2010 İstanbul Kültür Başkenti etkinliklerinde yer aldık. Adına, yine 'Hulda Festivali' dedik. Bu organizasyonun devamı niteliğinde, çeşitli Akdeniz ülkelerinden sanatçıları gemiye davet ettik. Sanatçı değişimi üstüne kurulu bu proje kapsamında gemiyle yolculuğa çıkardığımız sanatçılardan kendi belirledikleri konuda sanat üretmesini talep ettik. Üretilen işi de bir sonraki limanda sergiledik. Bu alandaki çalışmalarımız, Koman ve Hulda üzerine yeni projelerimiz devam ediyor. Vakıf olarak, Akdeniz’in incisi İzmir’de de benzer etkinlikler düzenlemek, Koman sergileri açmak hep içimizde bir özlem, bir istek. Her şeyin zamanını beklediğini düşünüyorum.
89
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
İZMİRDESANAT.ORG EMRAH ATİK
90
iletisim@izmirdesanat.org
! İzmir'de Sanat " izmirdesanat izmirdesanat.org 0 538 598 25 52
Siteyi 2009’un başında kurduk; hâlihazırda ayda yetmiş bin civarında tekil takipçiye ulaşıyor. Takipçilerimizin dörtte biri şehir dışında yaşıyor. Sosyal medya mecralarındaki takipçi sayımızsa iki yüz bine yaklaşmış durumda. Twitter ve Facebook gibi mecraları sitemizle entegre bir biçimde kullanıyoruz. Yaptığımız iş, hızlı ve pratik bir biçimde kentteki etkinlikleri duyurmak. Magazine, spora ve siyasete kesinlikle yer vermiyoruz. İçerik, ilk başlarda sadece İzmir’de gerçekleştirilen konser, sergi gibi kültürel etkinliklerin duyurularından ibaretti ama hedef kitle büyüdükçe, sosyal medya olanakları arttıkça işin içine makaleler girmeye başladı. 'İzmir Tarihi' ve 'Edebiyat' bölümlerinde bu makalelere yer veriyoruz. 'İzmir Tarih'i bölümümüzü Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Erkan Serçe hazırlıyor. 'Edebiyat' bölümümüzdeyse Hikmet Temel Akarsu’nun ve Hülya Soyşekerci’nin yazıları yayınlanıyor. Kimi zaman, yerinde takip ettiğimiz etkinlikler üzerine değerlendirme yazılarına yer veriyoruz. Kültür sanat içerikli olmak kaydıyla ödüllü yarışmaları da duyuruyoruz. Yeni bir alan açtık; 'Atölyeler' başlığı altında
İzmirlilerin ücretsiz katılabileceği, özellikle çocuklara yönelik programları öne çıkartıyoruz. Site olarak bizzat etkinlik düzenlemiyoruz. Bilgi akışını e-posta yoluyla sağlıyoruz. Kültür alanında faaliyet gösteren kurumlar, girişimciler ve mekânlar bize direkt ulaşıyor; haber toplamıyoruz. Sponsorlu duyurular ve tanıtımlar da yapıyoruz: Yapı Kredi Yayınları, Minval, Kozmos ve Kırmızı Kedi Yayınevi’nin kitap tanıtımlarını, Festivalİzmir, Ada ve Stage Art Organizasyon gibi şirketlerin Ege Bölgesi etkinliklerini, İKSEV’in düzenlediği İzmir Caz Festivali ile Uluslararası İzmir Festivali’nin dijital ortamdaki duyurusunu yapıyoruz. Sponsorlu duyurular, site içi reklâm gelirimizi sağlıyor. Halen dört kişiyiyiz. Bu projeye iki kişi, yarı zamanlı bir uğraş olarak girişmiştik; son bir yıldır sadece bu işe yoğunlaşmış durumdayız. Yeterli sponsor desteği sağlanırsa kısa vadedeki hedefimiz, İzmir ölçeğinde duyurusunu yaptığımız bu etkinliklerin dijital ortamdaki bilet satışını komisyon almadan gerçekleştirmek.
91
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
İZMİR FOTOĞRAF SANATI DERNEĞİ TAYFUN KOCAMAN
92
Kıbrıs Şehitleri Cad. No: 185 - 102, Alsancak, Konak, İzmir ifod@ifod.org.tr ifod.org.tr (0232) 464 32 12 Fotoğraf sanatçısıyım. 1986 yılında İzmir Fotoğraf ve Sinema Amatörleri Derneği’ni kurduk. Fakat sinemayla çok fazla ilgilenemediğimiz için 1993 yılında ismimizi İzmir Fotoğraf Sanatı Derneği (İFOD) olarak güncelledik. 1986’da bu derneği kurduğumuzda fotoğrafı bir paylaşım ve öğretim alanı olarak tanımladık; insanlar fotoğraf çeksin, paylaşsın, biz de onlara fotoğrafı öğretelim istedik. Analog bir sisteme dayalı olduğu için, filme çekim yaptığınız için ve çektiğinizi hemen göremediğiniz için biraz beceri isteyen bir uğraş alanıydı, o zamanlar. Buradan yola çıkarak, kurslar vermeye başladık. Bugüne dek binlerce kişiye fotoğraf kursu verdik. Belki yüzlerce fotoğraf sanatçısının yetişmesine, İzmir’de fotoğraf izleyicisinin oluşmasına vesile olduk. Fotoğrafın toplumsal hafızayı yaratmak ve korumak anlamında önemli bir işlevi olduğunu düşünüyorum. Fotoğraf, doğru kullanıldığı zaman pek çok şeyi değiştirebilecek bir silah. Keşfedilişinden bu yana, aşağı yukarı yüz yetmiş beş sene içerisinde, bu gücünü defalarca kanıtlamış. Biz de bunun bilinciyle İFOD’u kurmuştuk. Önce bir apartman katını galeri haline getirip sergi mekânımızı oluşturduk; çünkü sergileme adına, o yıllarda İzmir’de böyle bir sıkıntı vardı. Genelde resim sergileri için sa-
lon bulabiliyorsunuz, çünkü resim daha sanatsal kabul ediliyor. Çünkü resim biricik, tek. Fotoğraf çoğaltılabildiği için sanatsal anlamda değer görmüyor, itibar görmüyor. Çeşitli kurumlarla ortak işler ve eylemler yaptık, aradan geçen yirmi dokuz yıl içerisinde. İki yılda bir, İzmir Uluslararası Fotoğraf Günleri’ni düzenliyoruz. Önceki yıllarda, bu kapsamda onlarca yerli ve yabancı sanatçıyı İzmir’de ağırladık; sergilerini açtık, sunumlarını paylaştık. Resim ve Heykel Müzesi, Sabancı Kültür Merkezi gibi mekânlarda üç yüz fotoğraflık, büyük sergiler düzenledik. İFOD’da da yirmi iki yıl başkanlık, dört yıl da başkan yardımcılığı görevini üstlendim. 2003’ten bu yana, bağlı olduğumuz bir üst birlik var: Türkiye Fotoğraf Sanatı Federasyonu (TFSF). İlk başlarda Türkiye’den on beş derneği kapsayan bu federasyonun bugün elli civarında üyesi var. Yaklaşık yetmiş kadar dernek de organizasyona girmek için sıra bekliyor. Benim güncel görevim, İFOD’u bu federasyonda temsil etmek. TFSF ise merkezi Fransa’da bulunan uluslararası bir federasyona, FİYAB’a bağlı. Onlarla da ortak bir takım çalışmalar yürütüyoruz.
93
BİLEŞENLER
İZMİR MÜZİSYENLER DERNEĞİ
846 Sok. No: 14/A, Birincibeyler, Kemeraltı, Konak, İzmir ! izmirmuzisyenleri " izmuder 0 507 533 19 39
BİLEŞENLER
İzmir Müzisyenler Derneği, 2012 Nisan ayında kurulan mesleki ve sanatsal bir dayanışma örgütü. Öncelikli kuruluş amacımız, Türkiye genelinde de olduğu gibi İzmir’deki müzisyenlerin örgütsüzlüğüne çözüm, çare bulmak. Ayrıca, müzik icra edip bununla geçimini sağlayan emekçi müzisyenleri bir dayanışma ağı içinde bir arada tutabilmek. Derneğin önemsediği bir diğer işlevse müzisyenlere yönelik şiddeti, baskıyı görünür kılmak. Aynı zamanda müziğin toplumsal işlevini yerine getirmek, sanatı yoksun halk kitleleriyle buluşturmak.
94
Biz tüm ezilen kesimlerin, toplumdaki farklı renklerin ve kimliklerin, farklı dillerin, kültürlerin, inançların, yaşam tarzlarının, cinsel yönelimlerin kendisini özgürce ifade ettiği bir ortamda, sistemden kaynaklanan yanlışlıklara karşı ortak doğrular ve değerler etrafında buluşanlardan oluşmuş bir yapıyız. Doğadan, insandan, emekten ve haktan yana bir bilinçle mücadele etmek gerektiğine inanıyor, bu bilinçle hareket ediyoruz. Belki de İzmir'deki en dayanışmacı örgütlenmelerden biriyiz. Bu açıdan bir ekol hâline geldiğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Gezi direnişinde, aylarca alanlarda barışçıl bir şekilde ritm ve müziğimizle var olarak bir fenomen haline geldik. Barikat başında, mahallelerde, varoşlarda, kentin tüm meydanlarında vardık. Halkın isyanına ve coşkusuna direnişin müziğini kattık. Alandaki varlığımız insanlara güç ve moral verdi. İzleyici ve sanatçı arasındaki hiyerarşiyi kibirden, bencillikten, popülerlik kaygısından uzak durarak, müzisyen egosuyla hesaplaşarak kırmayı esas alıyoruz. Gerçekleştirdiğimiz etkinliklerde “müzisyen toplumun vicdanıdır” anlayışıyla ve yaşama karşı sorumluluk duygusuyla hareket ediyoruz. Sanatın yaşamı güzelleştiren dönüştürücü gücünü en etkili şekilde hayata katarak, herkes için ulaşılabilir ve nitelikli sanat hakkı için mücadelemize devam ediyoruz. İzmir’deki birçok sendika ve kurumla ortak projeler geliştiriyoruz. Müzisyenlere yönelik atölye çalışmalarımız, çalgı kurslarımız, yeni kurulan çok sesli koromuz devam ediyor. Bunun dışında müzikle uğraşmak isteyen ihtiyaç sahibi çocuklara çalgı temin ediyoruz. Müzik emekçilerinin çalışma koşulları gerçekten çok ağır ve sosyal güvence sıfıra yakın. Mesleki olarak tanımlamaları yok; çoğunlukla sözleşmesiz çalışıyorlar ve genel sağlık sigortası büyük bir sorun. Bu sorunun hâlli adına birçok adım attık. Bu konuda gerçekleştirilen güncel düzenleme tam olarak istenilen sonucu vermediyse de ufak bir aşama kaydedildiğini söyleyebiliriz. Dar
gelirli müzisyenler, artık en azından aylık sigorta primini bizzat yatırmak suretiyle sağlık hizmetinden faydalanabiliyor. Sanatçıların sigortalılığı uygulamasının yasalaşması için Müzik-Sen ve Sanat İşkolu Platformu ile ortak hareket ederek gerekli yasaların çıkmasını sağladık. Sokak müzisyenleri, atama bekleyen müzik ve resim öğretmenleri, yoksul müzisyenler için mücadele ettik. Bir müzisyen dostumuz çalıştığı barda bireysel silahlanmanın ve toplumsal şiddet kültürünün kurbanı oldu. Onun mücadelesini dünya çapına taşıdık. Bireysel silahlanmaya, toplumsal şiddete ve linç kültürüne karşı koymaya devam ediyoruz. İMD, hiçbir ayrım yapmadan ihtiyaç sahibi olan her insanın yanında olmaya gayret ediyor. MS hastalarının da yanındayız; Behçet Uz Çocuk Hastanesi’nde de varız. Islahevlerinden huzurevlerine kadar birçok noktada yer almaya çalışıyoruz. Hayvan hakları eylemlerine, Down Sendromlular Yürüyüşü’ne, Onkoloji hastanesinde yatan çocuklara, sanattan yoksun bırakılan yoksul mahallelerdeki okullara, sendikalaştığı için işten çıkarılan taşeron işçilere, tutuklu öğrencilere, özlük hakları için mücadele eden kamu emekçilerine, hayata dair haklı talepleri ve itirazları bulunan kesimlerin etkinliklerine güçlü bir şekilde destek veriyoruz. Halkların barış ve kardeşlik içinde, ortak değerlerde buluşarak yaşayabilmesine yönelik projeler üretiyoruz. Son dönemde, özellikle mültecilere yönelik olarak yeryüzü sofraları düzenliyoruz. 'Mülteci Dayanışması' adı altında bir gönüllü ağı kurduk. Kıyafet, gıda, çocuk bezi, bebek maması gibi ihtiyaçları karşılamaya çalışıyor, sosyal ve kültürel projeler üreterek mülteci çocuklara yönelik şenlikler, etkinlikler düzenliyoruz. Dernek; “herkes için sanat, her yerde sanat” anlayışıyla yürüyor. Pek çok çocuk korosu kurduk: Narlıdere Cem Evi, Buca Halkevi, Özkanlar Merkez İlkokulu, Gediz Hüseyin Avni Ateşoğlu İlkokulu, Balçova Orhangazi İlkokulu, bunlardan ilk akla gelenler. İMD bu yolu kendisi ördü, kendisi yarattı. Çok saldırıya uğradı, haksız eleştirilerin hedefi hâline geldi. Bu yüzden çoğu İzmirli müzisyen bizden uzak durdu. Derneğin sadece bar müzisyenlerinin sorunları için koşturması gerektiğini savunanlar tarafından marjinalleştirildik ama direttik, sabrettik; mücadelemizde ve çizgimizde ısrar ederek bugünlere geldik. Çünkü başka bir dünya düşü taşıyoruz ve kendimizi ezilen halkların, sınıfların mücadelesinden uzağa düşürmeden üç yıldır yola devam ediyoruz.
95
BİLEŞENLER
İZMİR ULUSLARARASI KUKLA GÜNLERİ SELÇUK DİNÇER
BİLEŞENLER
Cumhuriyet Blv. No: 249 / 3, Park Apt. Alsancak, Konak, İzmir info@izmirkuklagunleri.com www.izmirkuklagunleri.com (0232) 465 22 55
96
2007 yılında, ilk İzmir Uluslararası Kukla Günleri için kolları sıvadığımızda “dünyaya dönük bir yüzü olmasının yanı sıra İzmir’e yakışır nitelikte ve nicelikte olsun” diyerek yola çıkmıştık. İki temel hedefimiz vardı: Kentle etkin bir biçimde buluşmalı, yol aldıkça kapsam açısından dünyayla bütünleşmeli. Geriye dönüp baktığımda, adım adım bu amacımıza ulaştığımızı görüyoruz: Halen Avrupa’nın en büyük iki kukla festivalinden biri olarak nitelendiriliyor, dünyaca tanınıyoruz. Her sene Mart ayında düzenlediğimiz festivalimizin onuncu yılını 2016 yılında 3 - 20 Mart tarihlerinde kutlamaya hazırlanıyoruz. Bu bizim için çok önemli bir dönüm noktası, böylece bir festival olarak sürekliliğimizi ispatlamış oluyoruz. Özellikle son üç festival, içerik itibariyle bizim ne yapmak istediğimizi çok iyi ortaya koymuş oldu: Farklı ülkelerden gelen katılımcılar ve teknik açıdan birbirinden çok farklı oyunlarla farklı beğenilere ve yaş gruplarına hitap eden, zengin bir program oluşturduk. Aynı zamanda, sergiler ve atölyeler düzenledik. Çocuklara veya profesyonellere yönelik iki tür atölye çalışmamız oldu: Sahne sanatları alanında çalışan profesyonelleri İzmir’de dünyanın önde gelen isimleriyle buluşturduk. 7. İzmir Uluslararası Kukla Günleri’nde nefes teknikleri üzerine Eric Bass ve Ines Zeller Bass (A.B.D.); fiziksel komedi alanında Hillary Chaplain (A.B.D.) birer atölye yürüttü. Sonraki yıl Galia Levy (İsrail), John McCormick (İngiltere), Magali Chouinard (Kanada) ve Valeria Guglietti (Arjantin) gibi kendi alanında çok önemli isimleri atölye çalışmasına davet ettik. 9. İzmir Uluslararası Kukla Günleri’ndeyse profesyonel katılımcılara açık atölyemiz için obje tiyatrosunun önemli isimlerinden Paul Zaloom’u (A.B.D.) ağırladık. Her festivalden geriye somut çıktılar kalsın istiyoruz. Bunu da atölye çalışmalarımızın ve sergilerimizin yanı sıra 2009 yılından
beri ilkokul ve ortaokul öğrencilerine yönelik düzenlediğimiz 'Kukla Oyunları Yarışması' ile sağlıyoruz. Her yıl Ekim ayında, ilkokul ve ortaokul öğretmenlerinin katıldığı seksen saatlik bir kursumuz oluyor. Beş hafta süren bu kurs sonrasında öğretmenler, öğrencileriyle oluşturdukları ekiplerle bizim seçtiğimiz standart bir oyunun yirmi dakikayı aşmayan bir yorumunu çıkarıyor ve festivalde sahneliyor. İzmir Uluslararası Kukla Günleri kapsamında düzenlediğimiz etkinlikler, sadece festivalle sınırlı değil. Yıl içerisinde de çeşitli atölye ve sergi çalışmalarımız devam ediyor. Örneğin, 2015 yılı içinde Suriyeli göçmen çocuklara yönelik iki etkinliğimiz oldu. Temmuz ayında, İzmir Goethe Enstitüsü ve Konak Kent Konseyi’nin işbirliğiyle iki hafta süren bir kukla atölyesi gerçekleştirdik. Bu çalışmanın devamı niteliğinde Kasım ayında, Karagöz ve Hacivat ustalarından Suat Veral’ı ağırladığımız, performans ve söyleşi içeren bir etkinliğimiz oldu. Kukla, özellikle çocuklarla iletişime geçmek ve onların kendi sesini ortaya koyabilmek adına etkili olduğu kadar keyifli de bir araç. Bu açıdan, kuklanın sosyal sorumluluk projelerinde daha etkin olarak kullanımını önemsiyoruz. İzmir başta olmak üzere tüm etkinliklerimizde kültür ve sanat alanında aktif çeşitli kurumlarla sürekli işbirliği içindeyiz. İzmir’de ses getiren ve devamlılığı olan herhangi bir etkinliğin dayanışma olmaksızın hayata geçmesi çok zor. Üstelik, bu işbirlikleri içinden farklı bakış açılarının ve yeni yaklaşımların ortaya çıkmasını çok önemsiyoruz. Türkiye coğrafyasındaki köklü kukla ve gölge oyunu geleneğinin hem geleneksel hem de güncel yaklaşımlarla zenginleşmesine bir katkıda bulunmayı kendimize görev biliyoruz.
97
BİLEŞENLER
98 BİLEŞENLER
99
BİLEŞENLER
K2 GÜNCEL SANAT MERKEZİ AYŞEGÜL KURTEL
Cumhuriyet Blv. No: 54, Büyük Kardiçalı Han, Kat: 2, Konak, İzmir k2info@gmail.com k2.org.tr (0232) 445 31 51
BİLEŞENLER
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’nden mezun olduktan sonra, çok farklı alanlarda yaklaşık on yıl boyunca ders verdim. Bu sürecin hem kendi sanat görüşümü, hem de hayata ve sanata dair görüşlerimi biçimlendirdiğini söyleyebilirim. Bu dönem bana, çok değerli arkadaşlarla yoğun zaman geçirme şansı verdi. Sadece İzmir ile sınırlı kalmayan bir perspektiften yola çıkarak, genç sanatçıları daha aktif çalışmaya motive edecek ortamların nasıl olabileceği ve olması gerektiği üzerine beraberce kafa yorduğumuz bir dönemdi.
100
K2 dönemi, 2002 yılında başladı. Büyük Kardiçalı Han ile karşılaştığımda, harap ve terk edilmiş haldeydi. Sahiplerinin büyük çoğunluğu benim sanatla ilgilendiğimi biliyor olmakla beraber, daha öncesinde farklı tarihi mekânları sanatla nasıl ilişkilendirdiğime tanık olmuştu. Han sahipleri 'Biz burada ne yapabiliriz?' sorusuyla çıkageldi. Sonrasında içerisinde onlarca odayı barındıran, birinci dereceden SİT kapsamına alınmış bu binanın ikinci katını hızlıca toparlayıp halen kullanımda olan atölyeleri, sergileme alanlarını, yönetim ofisini ve ziyaretçilere açık bir kütüphaneyi içeren dev bir sanat platformuna dönüştürdük. Peki, acaba İzmir’de bu mekânı aktif ve güncel tutacak arkadaşlar var mıydı? Üniversitedeki arkadaşlarım ve İzmirli sanatçılarla bunu uzun uzadıya değerlendirdik. Başta Borga Kantürk, Ramazan Bayrakoğlu, Hakan Kırdar ve Oktay Şahinler olmak üzere, şimdi ismini sayamayacağım bir çok kişiyle bu yapıyı hak ettiği şekilde işler hâle getirmeyi başardık. Sanatçılar hızla atölyelerine yerleşip çalışmalarına başladı. O günlerde İzmir’de bizden başka böylesi büyük bir platform olmadığından Borga Kantürk, Gökçe Süvari ve Elmas Deniz üçlüsüyle çok önemli uluslararası projeleri K2’ye çekmeyi başardık. Bu platform, ayrıca çok önemli karşılaşmaların yolunu açarak birçok buluşmaya ev sahipliği yaptı. Sanat kurumu temsilcilerinin katıldığı uluslararası tartışmalar, sunumlar ve söyleşiler gerçekleştirdik. Bu sürecin ardından, Vasıf Kortun gibi isimler ve İstanbul bienallerinin küratörleri K2 üzerinden İzmir’deki sanatçıları tanımayı önemser hâle geldi. Bu türden tanışmalar, eminim birçok önemli bağlantının önünü açmış oldu. Zaman geçtikçe, ilerisi için nasıl bir strateji yürütmeliyiz sorusuna cevap ararken, "eğer biz İzmir’de böyle aktiviteler yürütüyorsak, bu aktivitelerin kent ile bütünleşmesi lazım" dedik. "Yani izleyici, projeleri sadece K2 galerisinde, atölyelerinde izlememeli; K2 olarak bu projeleri kentin bütününe bizim taşımamız gerekiyor" noktasına geldik. İlkini 2007’de düzenle-
diğimiz ve dört yıllık bir birikimi ortaya koyan Portİzmir projesi, Fransız Kültür Merkezi’nin yoğun katkısıyla hayata geçti. Bu proje için Belçikalı bir küratörle beraber çalıştık; Portİzmir’in alt ismini de 'Serap ve Arzu' olarak belirledik. 'Kentte güncel sanata ilişkin serap gibi bir aktivite, arzu yaratır' diye düşünmüştük. Nitekim, beklediğimizi aldık. (Geç kalmış olsak da birinci Portİzmir’in kitabının hazırlıkları, Portİzmir3 kitabıyla beraber devam ediyor.) 2010 yılında Necmi Sönmez’in küratörlüğünde düzenlediğimiz ikinci Portİzmir’in teması, İzmir’deki potansiyeli vurgulamak amacıyla 'Sessizlik_Fırtına' oldu. İlkinde mekânsal anlamda bütün kente yayılmıştık, ikincisiniyse terk edilmiş ve harap bir hâldeki Austro - Türk Tütün Deposu'nda gerçekleştirdik. İzmir ile ilgili söyleyecek sözü olanlara alan açmak adına, Fransız Kültür Merkezi’nin tiyatro sahnesini kısa sunumlar için kullandık. Bir başka gece, 'Open House' başlığı altında gece okumaları düzenledik. Küratörlüğünü Saša Nabergoj’un üstlendiği, ana sergisi Austro – Türk Tütün Deposu’nda gerçekleştirilen 2013’teki Portİzmir3’ün alt başlığı 'İnsaf!'tı. Genel konuyu ve çerçeveyi 'İzmir kenti ve ekolojisi' üzerinden belirlemiştik. Belki bir üçleme gibi düşünülürse, K2’nin onuncu yılına denk gelen Portİzmir3 etkinliği, İzmir’in ekolojisini gündeme getirmeyi, bu alanda bir farkındalık yaratmayı hedefledi. Sanatçılarla bilim insanlarını bir araya getiren, uluslararası kapsamlı, disiplinlerarası alan çalışmaları yürüttük. Portİzmir3 için beş alan seçtik. (Her bir alana özel blogları www. portizmir.org web sayfası üzerinden takip edebilirsiniz). Alanlardan ilkini 'Derin Deniz' olarak adlandırdık. Bu alan kapsamında İzmir Körfezi ve su, 'İzmir’in Suyu' kavramlarına yoğunlaştık. İkinci alan, Permakültür üzerine idi. Bu bağlamda, hem K2’nin terasında, hem de tütün deposundaki sergide bahçeler kurduk. Bu bahçelerde yetiştirilmek üzere yabani, yenilebilir; hâtta neolitik dönemden beri İzmir havzasında var olan bitkileri seçtik. Üçüncü alanıysa 'Yeniden Yapılan Kent' olarak adlandırdık. Bu alan kapsamında iki proje gerçekleştirdik: İlki Emel Kayın’ın 'İnciraltı Projesi'; ikincisiyse Geçici Müdahale Platformu’nun 'Kemeraltı Projesi'ydi. 'Beden, Giysi, Bellek' alt ismiyle faaliyete geçen bir diğer alandaysa moda tasarımcıları, endüstriyel tasarımcılar ve diğer tasarım grupları birlikte çalışıp, tasarımın ve modanın sürdürülebilirliği üzerine yoğunlaşan projeler geliştirdi. Nezaket Tekin’in yönetiminde çalışmalar sürdüren bir diğer alansa giderek kolektif bir çalışmaya dönüşen 'Dar Alan'dı. Bu projede, on iki
Paylaşmak ve duyurmak istediğim başka şeyler de var: Kentte K2 benzeri yeni üretim ve sergileme alanlarının açılmasını, tıpkı K2 Rezidans gibi alternatif kuruluşların ortaya çıkmasını ve sanatsal üretimin görünürlüğünü artırmak adına yeni alanların keşfedilmesini çok önemsiyorum. Başlangıçta yeraltı hattından ilerlerken, "özgürlüğümüzü hayal ettiğimiz biçimde yaşayalım" derken, bir süre sonra uluslararası kurgu içinde kurumsal bir kimlik edinmemiz gerekti. Kurumsal bir kimliğiniz olmadığında uluslararası projelerde kolaylıkla yer alamıyor ve fonlardan faydalanamıyorsunuz. Bir banka hesabınızın olması, adınızın sanınızın kayıt altına alınması gerekiyor. Başlarda buna direnmeye çalıştık, lâkin eninde sonunda dernekleşmeye karar verdik. Buna karşın, bu der-
nek titri bizim için işlevsel bir araç olmanın ötesine hiç geçmedi. K2’nin 'K2 Çağdaş Sanat Derneği' diye bir kurgusu var ve bunu hiç aksatmadan yürütmeyi çok önemsiyoruz. 2016 yılı için Portİzmir ve Portİzmir3 kitaplarının hazırlığına tüm hızıyla devam ediyor, bu kitapları önümüzdeki sezon içerisinde basmayı hedefliyoruz. Ayrıca İzmir’de üreten sanatçılarla yeni dönemde sergiler açmayı ve genç sanatçılara sergi alanları açısından destek vermeyi planlıyoruz. İzmir içerisinde ve dışında iletişimde olduğumuz sanat galerileri ve kültür merkezleriyle planladığımız faaliyetleri ileri aşamaya taşıyıp içinde yer alacağımız uluslararası sergilerin, söyleşilerin, etkinliklerin ve atölyelerin altyapısını hazırlamakla meşgûlüz.
BİLEŞENLER
genç sanatçı birlikte hareket ederek ortaya çıkardıkları üretimleri proje sürecinde kullandıkları mekânda sergiledi.
101
102 BİLEŞENLER
103
BİLEŞENLER
KAMERA SOKAK
BİLEŞENLER
! KameraSokak " Kamerasokak # kamerasokak vimeo.com/kamerasokak youtube.com/KameraSokak
104
Kamera Sokak’ı bugüne kadar sınırlamamaya ve tariflememeye çalıştık. Yöntemimizi de mümkün olduğu kadar uzmanlaşmaya gitmeden, kendimizi sınırlamadan tanımlamaya, tariflemeye ve belirlemeye çalışıyoruz. Bugüne kadar edindiğimiz deneyimler ve yaptığımız işler, tek bir alana hapsedilemeyecek kadar çok. Peki ne yapıyoruz?: Videoaktivizm-yurttaş gazeteciliği-sosyal medya aktivizmi-belgesel-fotoğraf gibi birçok aracı kullanarak, sokağın belleğini tutuyoruz. Kamera Sokak’ı ifade edebilecek en doğru cümlenin “ekip olarak bir yöntem arayışı” olduğunu söyleyebiliriz. Bizim için Kamera Sokak, sokağın estetiğine ilişkin bir yöntem arayışı. Yaşadığımız süreçte, politize ve estetize olmanın da bir arayışı. Bu arayış nereye varır, nereye doğru evrilir; bu ekip neler başarır; bunları çok fazla bilmiyoruz. Aslına bakarsanız, başlarda sadece sokağı belgelemek için yola çıkmıştık. Hani derdimiz kayda aldıklarımızdan bir şey üretip üretmemek değildi. Bu soruyu kendimize sormamıştık bile. Fotoğraf ve sinemayla uğraşan insanlardık ama harekete geçince bir şekilde bir şeyler üretmeye, ürettiklerimizi de doğal olarak insanlarla paylaşmaya başladık. Bu seyir aynen devam ediyor; sosyal medya kanallarını paylaşım adına etkin bir şekilde kullanıyoruz. Anlık haber paylaşımlarımız da belgeleme eyleminin bir yöntemi. Kimi zaman fotoğraf makinelerimizle kimi zaman cep telefonlarımızla sokakta olan bitenleri mümkün olduğu kadar içinden belgeleyip anlık olarak paylaşıyoruz. Fotoğraf, video
kurgu, medya ve sosyal medya aktivizmi üzerine kısa ve uzun vadeli atölyeler düzenliyoruz. Önümüzdeki dönemde daha farklı alanlarda atölye çalışmaları düzenlemeyi planlıyoruz. Bu çalışmalarımız da gönüllük esasına dayanıyor. Kamera Sokak, gönüllülük esasına dayanan bir kolektif. Kendimizi tariflerken kullandığımız tanımlardan biri de 'sokağın bellek tutucuları'. Bellek tutmanın kolektifimizin en önemli işlevi olduğunu düşünüyoruz. Bellek tutmaya İzmir’deki Gezi Direnişi ile başladık; sonra yolumuz Van konteyner kentine uzandı. Orada neler yaşandığına birinci elden tanık olmak istedik. İzmir’de toplumsal muhalefetin sokaklarda olduğu her anı, her eylemi belgeledik ve paylaştık. Soma’daki madenci katliamının ilk gününde maden ocağının ağzındaydık, şimdi Soma davasını mahkeme salonlarında takip ediyoruz. Yolumuz Soma’dan Suruç’a uzandı; savaşın yıkıcılığını belgeledik. Kamera Sokak aktivistleri, böylece savaş muhabirliği yapar hâle geldi. Kobane’den göç eden çocukların hikâyelerini yazdık belleğimize. Yırca’da zaferle sonuçlanan köylü direnişinin içerisinde olmanın mutluluğunu paylaştık. İnsanların zeytin ağaçlarını evlatlarından ayırmadığını belgeledik. 10 Ekim’de Ankara’ya Barış mitingine gitmiştik; güzel şeyler yazacaktık belleğimize ama olmadı... İzmir ile başlayan serüvenimiz İstanbul’a, Diyarbakır’a, Hopa’ya kadar uzandı. Tamamı İzmir'de yaşayan Kamera Sokak aktivistleri, sokağın belleğini tutmaya ve bu belleği gelecek zamana taşımaya devam edecek.
105
BİLEŞENLER
106 BİLEŞENLER
107
BİLEŞENLER
KARAHAN KADRMAN
soundcloud.com/karahan-kadrman abarjazz.bandcamp.com vimeo.com/user2368189 vimeo.com/user24195327 soundcloud.com/muzikaretorika vimeo.com/user11403028
BİLEŞENLER
İzmirli müzisyen, besteci, söz yazarı ve performans sanatçısıyım. 1999 yılında yola çıkıp İzmir’de onlarca öncü performansa imza atmış avangard müzik grubu Abarjazz’ın kurucu üyesiyim. Yanı sıra Mors isimli görsel - işitsel bir proje yürütüyorum. Bunun haricinde, 2005’den beri üzerinde çalıştığım ama performanslarına yeni başladığım, protest nitelikli interaktif performanslar ürettiğim Müzikaretorika adlı sahne projem var. Bunların hepsi, tam bağımsız oluşumlar, paylaşımlar.
108
Müziğe ilgim, çocuk yaşta flüt çalarak başladı. Piyano, gitar, alto saksafon, ney, udu ve hint flütleri çalıyorum. Beni besteciliğe götüren taraf bu oldu. Kendi uydurduğum çalgılar da var; onları kaydediyorum; söz yazıyorum. Bunların hepsini bir araya getirerek, bizzat tasarladığım farklı farklı projelerde kendimi ifade edebileceğim alanlar açıyorum. D.E.Ü. GSF’de öğrenciyken, sanatın farklı disiplinleriyle uğraşan arkadaşlarımı bir arada üretmeye ve eşzamanlı sergileme yapmaya yönlendirmek amacıyla 'Full Art Performans' adını verdiğim bir konsept tasarladım. Seramik yapanlar, metin yazanlar, ebru çalışanlar... Sanatçılar eşzamanlı olarak üretirken, ürünler eşzamanlı olarak sergilensin. Camdan ebru teknesi yaptık ki, altından video çekebilelim ve online bir bilgisayar vasıtasıyla başka bir yerdeki video sanatçısı arkadaşımız bu çekimi anında efektlesin, biz aynı anda sahnede çalarken o da bize live visual yapsın... 'Sanatlararası iletişim' olarak tanımladığım, işte böyle bir şey. Çok iç içe ve girift bir etkinlik türü. Hepimiz üretirken ve sergilerken birbirimizin içine giriyoruz ve ortaya çok daha güçlü bir şey çıkıyor. İlki 2002’de gerçekleştirilen bir dizi etkinlik kapsamında Salihli Belediyesi’nin hurdalığında Toplum Sanat Olayı performansını gerçekleştirdik. Halka açık bu etkinlikte, yerleştirmeler ve heykeller için gereken tüm malzemeleri hurdalıktan karşıladık. Ayrıca Abarjazz ekibi olarak hurda malzemeleri enstrüman olarak kullandığımız bir konser gerçekleştirdik. Bu deneyim, bana farklı mecralarda yeni proje alanları açmaya başladı. Ebru çalışmaları, çağdaş dans performansları ve birçok kısa film için müzik ürettim. Uğur Çakı ve Mehmet Aksoy ile çalıştık; böylece objeler ve heykeller için de müzik yapmaya başladım. Ardından İzmir, Hayalbaz’da 'Experimental Thursdays' (Deneysel Perşembeler) adlı kâr amacı gütmeyen, alışılmış sisteme ve tüketime karşı bir duruş ortaya koyan bağımsız bir konser dizisi düzenledim. Deneysel müzik, form dışıdır ve alıştığımız formları
kırmaya çalışırız. Alsancak’ta, sadece eğlence sektörüne hizmet eden ve artık pavyonlaşmış bir kültür var. İster istemez, biz de bunun içindeyiz. Bu yüzden bu konser dizisi vasıtasıyla ortaklaşa bir karşıt kültür yaratmaya kalkıştık. Sokak işleri başladı sonra. Meselâ barınma hakkını savunmak için sokağa çıkmak gibi… Müzikaretorika, aslında bir açık sahne projesi. Bence, köy enstitülerinin güncellenmiş ve mobilize edilmiş bir versiyonu: Herhangi bir yere sahne kuruyorum. Bu bir sokak veya kamusal bir alan olabiliyor. Orada insanlara bir kürsü açıyorum; konuşma hakkı vermeye çalışıyorum. Sorum şu: “Ne istiyorsunuz?” Ne istediğini bilen insanlar olalım istiyorum. “Burası sansürsüz bir sahne” diyorum, “kimse size bir şey yapmayacak.” Yapmamalı zaten. İnsanlar kürsüye çıkanları dinliyor, eğleniyor. Arada müzik yapıyorum çünkü işin kabaremsi bir tarafı da var. Çünkü retoriğin öyle bir tarafı var, söz hakkı verme, söz doğurma, kapatılmış saklanmış olanı açığa çıkarma… Çocuklara yönelik atölye çalışmaları düzenliyorum. Buluntu malzemelerden nasıl enstrüman yapılır, onu öğretiyorum. Ritmi anlatıyorum. Onlara seslerini, çöp kovalarını veya araba kaportalarını enstrüman olarak kullanmaktan bahsediyorum. Aslında müzik yapmak için çok da bir şeye ihtiyaç yok. Müziğimi yaparken tarzla ilgilenmiyorum, bunu hiçbir zaman kendime dert etmedim. Tabii ki kültürleri birbirinden ayıran ve çeşitleyen özellikler var; bilim, odak alanında bunu incelemek için çözer ve makro odakta tekrar birleştirir. Birbirinden ayırmak dediğimiz, birini diğerinden üstün göstermek için yapılmaz. Bir nevi çağdaş besteci, söz yazarı, ritüelistik bir küğcü, kent dervişi, performans sanatçısı, orta oyuncu, tözcü ve mistik kolajcıyım. Yaşadığım çağa – duruma - evreye 'mix age' diyorum. Aynı zamanda düş gezginiyim; çok severim. Yollardayım. Enstrümanların veya müziklerin kendisiyle değil, kendi hikâyemle ilgileniyorum. Yaşadığım olaylardan, rastladığım öykülerden, işitip gördüklerimden, düşlerimden feyz alarak aslında kendimi çalıyor ve söylüyorum. Tarzım bu. Farklı niteliklerde besteler ürettim ve üretmeye devam ediyorum. Hareket için yazılmış (performans sanatları, çağdaş dans ve tiyatro), görsel sanatlar için yazılmış bestelerin yanı sıra plastik sanat eserleri, edebi eserler, sinema filmi için, hareketli doğal veya doğal olmayan nesneler için yazılmış bestelerim var. Tamamen tinsel olarak tözden gelene salık vermek suretiyle çalınıp kaydedilmiş, tekrar çalınabilmek üzere nota çevrimi yapılmış, tek ezgisel; melodist kompozisyonlarım var. Ses yerleştirmelerim, alan kayıtlarına dayalı atmosfer
Grupça veya başka disiplinlerle beraberken üretim farklı işliyor ama tek başıma üretiyorsam, o anda ne geliyorsa o ilk hâl ezginin, ritmin ve hikâyenin sevişmesi. Bu kaynak, üretim ve besteleme sürecim için bana bir başlangıç teşkil ediyor. Yaşanmışlıkların hissi ve sezgisel ifadeler ön plana çıkıyor. Tabii ki, birikimi tahlil etmemiz çok zor. Genetik bellek ve bilinmezliğin derinliğiyle tamamen müziğe teslim oluyorum. Sözlerle anlatılamayan yerleri seslerle anlatıyorum. Hayâller, kelimelerle tam olarak ifade edilemiyor. Hayale dair sözler, sese ve görsele dönüşüyor. Bu düş - görselleri, deneyimlediğim hayat içinde beslendiklerimle harmanlayıp doğuruyorum. Bazense harmanlanmıyor. Müziğinizi yaparken trans haline geçemezseniz bilin ki, kalbiniz ve aklınız arasında bir sıkıntı vardır. Bu vecd hâli bir araf yaratır. Yani, ne burada ne başka bir yerdesinizdir. Kendi iç evreninizden alıp, realite dediğimiz gerçeğe taşırsınız hediyeyi. Orada sıkıntı, tedirginlik gibi belirtiler yoktur; benim senin gibi kavramlar yoktur, çünkü hediye her şeyin ve hiçindir. Tamamen serbesttir 'bir'; kalp ve zihin açıklığıyla müziğin içinizden geçmesine izin vererek kendi biricik, eşsiz ritüelinizi o an oradaki herkesle paylaşırsınız. Evrendeki her şeyle aynı anda titreştiğinizi hissedersiniz. Müzik
'üretmenin' başlangıç noktası benim için budur. Pek eminim ki bu bir iş değil; bir ritüel. Devamında, evrene ihtiyacı olan ışığı insanlığımı yaşadığım doğaya duyduğum sevgiyi birleştirerek yansıtmam gerektiğine inanırım. Yani hediyenin geri dönüşü; her şey ses, söz ve görüntüden ibaret değildir sadece. Hisler, duygular ışık olur ve su gibi, yemek gibi bir ihtiyaç bu; tüm ruhsal varlık doluluğu için. Bu saf sevgiyle ışıma hâli, bu paylaşım; mistizmin temelini oluşturur. Buna da aşk deniyor. İşte müziğimi tamamlamak için ihtiyacım olan da bu aşktır benim için. İş kısmıysa bu evrelerden sonra başlıyor. Üretimin kendisini, realitesini, emeğin hakkını geriye dönüştürmek. Ne için? Tekrar üretebilmek için. Çünkü bu bir döngü. EP veya demo formatında çoğalttığım albümlerimi kendim yayınlayıp, dağıttım. Müzik endüstrisine bağlı solo albümüm veya herhangi bir kaydım yok. Proje videoları ve kompozisyon kayıtlarım, internette serbestçe dolaşıyor. Tabii yol ne gösterir bilinmez; hayatı sadece planlayıp formal, kuralcı bir şekilde yürütmek yerine akışkan, form değiştirebilen, özgür bir biçimde gelene fırsat verip yaşamak, çok büyük bir kucağa sahip olmaya benziyor. Şimdilerde şarkılarımı kaydediyoruz. Kayıtlar ve sahne provaları bittiğinde, konserler verip bu şarkıları, yani hikâyelerimi paylaşacağım. BİLEŞENLER
kolajlarım, enstrümanların deformasyonu sonucu ortaya çıkmış bilgisayar tabanlı çağdaş bestelerim, söz için yazılmış şarkılarım, tekrar çalınmak üzere yapılmamış raslamsal kayıtlarım var.
109
110 BİLEŞENLER
111
BİLEŞENLER
KARTON KİTAP UMUT ALTINTAŞ & N. TOROS MUTLU
BİLEŞENLER
kartonkitap@gmail.com www.kartonkitap.com
112
Karton Kitap (KK), sanatçıları işbirliğine davet eden ve ortak üretim süreci dahilinde bu sanatçıların belirli çalışmalarını kitap formunda yeniden yorumlayan, bağımsız bir inisiyatif. Her kitap, sanatçının orijinal eserinden yola çıkılarak yaratılan yeni bir iş ve KK ile içeriği sağlayan sanatçı, kitabın ortak müellifi. İ.E.Ü GSF ve Yaşar Üniversitesi’nde akademik kariyerlerimize devam ederken, bireysel olarak kitap tasarımı ve fotoğrafla uğraşıyoruz. Uzun zamandır kendi işlerimizi bağımsız olarak yayımlayabileceğimiz bir fikir geliştirmeye yoğunlaşmışken, projelerimizi uluslararası platformlarda 'self-publish' olarak anılan bu hadise üzerinden yapılandırmaya karar verdik. 'Kendin bas' olarak Türkçeleştirilebilecek bu modelin özünde kurumsal bir yayınevine ve onun editörlerine bağlı olmadan, tasarımından baskısına kadar kitabın her evresine bizzat müdahil olmak yatıyor. Yani, her aşamada son kararı veren sizsiniz. Öncelikle kendi kitaplarımızı yapmayı düşündük fakat bunun kerameti kendinden menkûl işler yaratacağı riskini görerek farklı sanatçılarla çalışmaya karar verdik. Başlangıcıysa o dönem kendisiyle ve işleriyle yeni tanıştığımız İngiliz fotoğraf sanatçısı Gary McLeod ile yaptık. Yüzyüze gerçekleştirdiğimiz toplantıdan sonra '-Nomy' projesini kitaplaştırmaya karar verdik. O dönem hâlâ geleneksel fotokitap anlayışına yakındık. Bir süre daha da bu anlayış çerçevesinde ilerledik. Ardından, geleneksel yayıncılık anlayışından sıyrılmış, doğrudan sanatçıyla çalışan, sanatçının işini yalnızca kitap formuna sokmakla yetinmeyen ve işi dönüştüre-
bilecek şekilde inisiyatif alabileceğimiz bir modelde karar kıldık. Asıl kimliğimizi de bu noktadan sonra inşa etmeye başladık. Gary McLeod’un fotoğrafları, bir sahnenin yüzlerce parçasının fotoğraf makinesi aracılığıyla kaydedilmesi ve bilgisayar ortamında birleştirilmesiyle oluşuyor. Yüzlerce fotoğrafın biraraya gelmesiyle ortaya çıkan sahne, 'Andover Road North Remix' adını alan kitapta tekrar parçalarına ayrılıyor ve izleyici / okuyucu, böylece McLeod’un söz konusu işi üretirken içinde bulunduğu süreci deneyimleyebiliyor. Karton Kitap olarak bu projede görme eylemi ve fotoğrafın görsel bir veri olarak tekrardan ele alınmasına yoğunlaştık. Kitap, fotoğrafların benzerlikleri ve zıtlıkları arasındaki ilişkiyi gösterebilme fikrinden yola çıkıyor ve birçok görünmez, metaforik bölümden oluşuyor. Kitapların finansmanını Karton Kitap ve sanatçı belirli oranlarda bölüşüyor. Şimdilik İstanbul’da iki dağıtım noktası var; İzmir’deki dağıtımla bizzat ilgileniyoruz. Kitapların hepsi numaralı; bazıları hem Karton Kitap’ın, hem sanatçının imzasını taşıyor. Tasarım yaklaşımları da kitaptan kitaba göre değişiyor. Halen yeni kitabımız üzerine çalışıyoruz; bir yandan da sonraki işlerin temelini oluşturmaya başladık. Aynı anda birden fazla kitabın fikri üzerine çalışıyoruz ve birçok farklı sanatçıyla temas halindeyiz. Kimisi çok hızlı, kimisi çok yavaş, aylarca süren çalışmalar sonunda ortaya çıkıyor. Sıra kendi çalışmalarımızın kitaplaştırmasına geldiğinde, misafir edeceğimiz sanatçılarla çalışmayı planlıyoruz.
113
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
LAB ALTERNATIVE ARTS FIRAT NEZİROĞLU
114
Yüzbaşı Şerafettin Bey Sok . No:86 / A, Alsancak, Konak, İzmir lab@brandingofart.com www.firatneziroglu.com www.labalternativearts.com Dokuz Eylül Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi mezunuyum. On yıl kadar bu kurumda çalıştım; ardından istifa edip kendi yoluma bakmaya karar verdim. GSF’deyken tekstil bölümündeydim; aslen dokumacıyım ama on beş yıllık bir klasik bale geçmişim var. Tekstille çok haşır neşir olduğumu düşünüp tekrar dans etmeye karar verince, İzmir’de hayatının bir döneminde dansla uğraşmış ya da hiç dans etmemiş kişilerden oluşan yirmi üç kişilik bir topluluk kurdum. Başta çalışacak bir yerimiz yoktu; biz de evin küçük salonunu ve koridorunu prova mekânı olarak kullanarak işe koyulduk. Uzun sıçramaları koridorda yapıp yandan göremez ve arkadan eleştirirken, "acaba sahnede şöyle bir şey olsa nasıl olur?" soruları sorarken, ilk yılın sonunda 'Küçük Prens'i baştan sona anlatan bir eser ortaya çıkardık. Kendimize de Modern Dance Lab adını verdik; bir nevi dans laboratuvarı olacaktık. İlk yıl, 'Küçük Prens'i altı kez sahneledik. Ardından daha büyük bir proje yapmaya karar vermiştik ki, Müzeyyen Senar ile tanışma fırsatı buldum. Hayatını anlattı; izinlerimizi aldık ve Kültür Bakanlığı’ndan destek alarak Senar’ın hayatını anlatan iki perdelik, bir buçuk saatlik bir klasik bale - modern dans eseri hazırladık: 'Müzeyyen'. Hâlihazırda, opera alanı dışında kalıp klasik bale ve modern dans anlamında İzmir’de faaliyet gösteren tek özel topluluğuz.
'Müzeyyen' güzel bir yankı yarattı bizim için. Bununla beraber, İzmir’de genellikle sanatçıları çok sevip sanatçıların ürettiği sanat eserlerini izlemeyi pek sevmediğimiz için sadece kendi çapımızda duyurabildiğimiz kadar duyurabildik bu projeyi. İzmir Kültür Sanat Merkezi (İKSM) ile tanıştıktan sonra eski Karşıyaka Sineması’nın olduğu binayı bir tür sanat merkezi olarak düzenledim. Oraya haftada bir gün dans dersi vermek üzere gitmişken, kendimi Genel Sanat Yönetmeni olarak buldum. Benden önce bir düzeni olan ama oluşmuş fikirleri kırmak için uğraştığım İKSM’de Tiyatro Oyun Kutusu, Modern Dance Lab ve Cansu Ergin’in katkılarıyla bir süre, bir dizi etkinlik gerçekleştirdim. Ardından bu yapıyla yolumu ayırdım ve daha esnek, daha olanaklı bir mekân yaratabilmek adına, LAB’i kurdum. Sergileme, buluşma, sunum ve performanslara açık LAB Alternative Arts, hâlihazırda birçok projeye ev sahipliği yapmaya devam ediyor; İzmirli yaratıcı insanlar için bir sergileme, eğitim mekânı olarak görev görüyor. Haziran 2015 itibariyle 'Müzeyyen'i tekrar sahneye taşıdık. Yıl sonu itibariyle İstanbul’da Nişantaşı Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak göreve başladım. Ayrıca Galeri Zilberman ile çalışıyorum.
115
BİLEŞENLER
116 BİLEŞENLER
117
BİLEŞENLER
MAHZEN PHOTOS
! mahzenphotos www.mahzenphotos.com
BİLEŞENLER
2009 yılından beri toplumsal hayata müdahil olarak dökümanter fotoğraf üreten bireylerden oluşan bir kolektifiz. Bu kolektifi, içinde hiyerarşik bir örgütlenme barındırmayan, herkesin eşit söz sahibi olduğu ticari bir oluşumdan öte, bir çatı olarak tanımlayabiliriz. İzmir, İstanbul, Mersin ve Bursa’da bileşenlerimiz var. Fotoğrafı bireysel bir estetik çaba olarak üretmekten ziyade, gerçekliğe ve hayata müdahil olan bir mecra olarak görüyoruz.
118
Yedi fotoğrafçı, 2012 yılından beri bu bünye içinde üretimlerine devam ediyor. Her fotoğrafçı kendi özgün bakışını ve kendi tarzını koruyor; beraber işler de üretiyor. Biz; Serkan Çolak ve Sinan Kılıç, 2009’dan beri İzmir’e dair işler yapıyoruz. İlk olarak 2010 yılında 2000 hanenin yıkımı ve 20.000’i aşkın nüfusun yer değiştirmesiyle sonuçlanan Kadifekale kentsel dönüşüm operasyonunu belgeledik. Bir buçuk yıl süren bu çalışma sürecinde kentsel dönüşüme ve sosyal sonuçlarına oradaki insanların gözünden bakmaya çalıştık. Bu süreci hem fotoğraflarla hem röportajlarla belgeledik. Hemen ardından, yine bir buçuk yıl süren 'Reş' projesini gerçekleştirdik. Güzelbahçe tarafında askeri bölgenin arkasındaki vadide, elektrik su gibi modern hayatın konforlarından faydalanmadan izole ve komünal bir hayat yaşamayı seçen mangal kömürü üreticileriyle çalıştık. 'Reş', Kürtçe’de 'kara' anlamına geliyor. Projeye ismini işçiler verdi. Sürekli bir göç halinde yaşadıklarını ve kendilerini ne buraya ne oraya, hiç bir yere ait hissetmediklerini gözlemledik. Bu işi takiben, Bostanlı ve İnciraltı’nda boş arazilerde kendi kurdukları barakalarda yaşayan kum midyesi avcılarının 1970’lerin sonundan beri verdiği hayat mücadelesini belgeledik: 'Aquadis'. Günümüzde beş yüz civarında işçi barındıran bir sektörden bahsediyoruz. Bu işçiler, kırk yıldır olduğu gibi günlük yaşamlarına barakalarda devam ediyor. 'Aquadis' projesi, bizim için tarihsel bütünlük yaratmak açısından çok değerli bir deneyimdi. O dönemde Ağrı’dan ilk gelen adamı bulduk; kendisiyle bir foto röportaj gerçekleştirdik. Fotoğrafçı Yusuf Tuvi ile temasa geçince 80’lerin sonu 90’ların başında bu alanda yaptığı çalışmalara ait negatif ve dialardan taramalar yaptık. Böylece, yirmi otuz yıllık fotoğraflarla beraber, İzmir’e has kum midyesi avcılığının tarihsel gelişimini ortaya koyduk. Hayatın akışına müdahil olmak gibi bir çabamız var. Bu yaklaşım doğrultusunda İzmir’de son bir yıl içerisinde Basmane, Kadifekale bölgesinde Kobane’den, Afrin’den, Halep’ten gelen
mülteci çocuklarla ortaklaşa projeler ürettik. Bu kapsamda hayata geçirdiğimiz 'Birlikte Yaşamak Ne Demek?' projesi, ırkçılığa karşı bir arada yaşama kültürünün mümkün olduğunu, mülteciliğin temel bir insan hakkı olduğunu ve buna dair önyargıları İzmir’deki yoğunluk üzerinden hareket ederek ortaya koydu. Projenin oluşması adına sekiz aylık bir yazışma ve müzakere süreci yaşadık. Bununla eşzamanlı olarak fizibilite çalışmaları gerçekleştirdik. Üç aylık hızlandırılmış bir paket kapsamında hem eğitim verdik; hem üretimi sağladık, hem de proje katılımcısı çocuklara zaman ayırdık. Sonrasında görünürlük sağlayabilmek adına, çocukların ürettiği bazı fotoğrafları büyük boyutlu paftalar şeklinde Basmane, Kadifekale, Alsancak, Konak gibi şehrin belirli yerlerine konumlandırdık. Bu fotoğrafların altına da bir arada yaşama kültürünün altını çizen, mülteciliğin temel bir insan hakkı olduğunu ifade eden kimi metinler yerleştirdik. Böylece projeyi kamusal alanlara taşıdık. Bunu da kolektifin kendi çabasıyla hayata geçirdik. Bir sonraki projemiz 'Belgeler 2015'de bizim gibi düşünen on fotoğrafçı bir araya gelip İzmir’e dair kendi hikâyesini anlatacak. 2016 başında sergisini gerçekleştirmeyi hedefliyoruz. Ayrıca yine geçen seneki çocuklarla bu sefer tarihe dayalı, antik tiyatroları da konu alan bir fotoğraf atölyesi gerçekleştirmeyi planlıyoruz. Mahzen Photos olarak tüzel bir kişiliğimiz yok; kurumsal bir çatımız da yok. Bu yüzden kendi kendimizi finanse ederek ilerlemek durumundayız. Kişisel maddi imkânlarımızın el verdiği ölçüde sürdürülebilirliği sağlamaya çalışıyoruz. Kimi projeler için de fon bulmaya gayet ediyoruz. Bu işlerle uğraşıyor olmamızın çok temel bir sebebi var: Yaşadığımız kente, topluma ve ülkeye dair bazı sorularımız ve sorunlarımız var. Soruların cevaplarını fotoğrafla bulmaya çalışıyoruz. Son olarak şunu söyleyebiliriz: Mahzen Photos kolektifi, 1980 sonrasında fotoğraf sanatına yapışan her şeyi güzel gösterme ve estetik değer üretme kaygısına karşı duruyor. Zamana tanıklık etmek, iktidar ve egemenlerin lanse ettiği hayatın dışında kalan, dışına itilen hayatları göstermek, 'öteki'ni anlamak gibi bir çabamız var. Fikriyat olarak hep buradan hareket ediyoruz ve edeceğiz. İ ZMİ R’ D E YE R ALAN K O LE K Tİ F ÜYE LE Rİ : SİNAN KILIÇ sinan.20006@hotmail.com Serkan Çolak serkancolak1979@hotmail.com
119
BİLEŞENLER
120 BİLEŞENLER
121
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
MAQUIS PROJECTS TOM KEOGH
122
Kahraman Mescit Mah. İsmet İnönü Sok. No: 15, Konak, İzmir maquisprojects@gmail.com www.maquisprojects.com MAQUİS PROJECTS, İZMİR’İN EN ESKİ BÖLGELERİNDEN KEMERALTI’NDA KONUMLANMIŞ, KÂR AMACI GÜTMEYEN BİR ÇAĞDAŞ SANAT ALANI. KLASİK BAHÇELİ EV FORMUNA SAHİP BU ÜÇ KATLI MEKÂN, SANATÇILARIN PROJELERİ İÇİN AYRILMIŞ ÖZEL BÖLÜMLER, STÜDYO, SERGİ ALANI VE KONAKLAMA FASİLİTESİ GİBİ DEPARTMANLARDAN OLUŞUYOR. Projeye adını veren 'maki' (maquis), Akdeniz ikliminde görülen çalı tipi bodur bir ağaç türü. Antik çağlardan bu yana İzmir’in bitki örtüsü içinde de önemli bir yer tutuyor. Ayrıca, İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’da bir grup direnişçi tarafından politik anlamlar içeren bir metonim olarak kullanılmış. 2013 yılında kurulduk. Bugüne dek Türkiyeli isimlerin yanı sıra Peru, İtalya, İrlanda, Rusya, İsrail, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri’nden gelen birçok sanatçının üretimlerine yer verdik. Mekânı Ali Kemal Ertem ile beraber yürütüyoruz. Maquis Projects, öncelikle sanatçılara proje geliştirmek için kaynak ve burada gerçekleştirecekleri üretimler için diyalog desteği
sağlamayı hedefliyor. Performans, video, fotoğraf, resim, enstalasyon, graffiti, çizim ve heykel gibi farklı alanlarda ortaya çıkmış projeler, bu disiplinlerarası çatı altında bir araya gelebiliyor. Sponsorlarımız yok; yurtdışından konuk ettiğimiz sanatçıların ihtiyaçlarını ve sergi açılışlarını kendi imkânlarımızla karşılıyoruz. Sanatçıların mekânda ve şehirde bir süreliğine kalıp yerinde iş öğretmesini çok önemsiyoruz. Ekim 2016’ya kadar uzanan bir süreçte Kazakistan, Kanada, Güney Kore, Birleşik Krallık ve Türkiye’den sanatçılarla küratörleri içeren kapsamlı bir etkinlik takvimi söz konusu. Bu dönem içerisinde Birleşik Krallık’tan Tom Dale, Çek Cumhuriyeti’nden Dragan Stojcevski ve Kanadalı video sanatçısı Sameer Farooq, mekâna konuk olacak isimlerden sadece birkaçı. Sergiler ve söyleşileri Maquis Project’te izleyiciye sunacağız, tamamlayıcı atölye çalışmalarınıysa İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde gerçekleştireceğiz. Programımız müsait olduğu sürece, İzmir’in kültür hayatına katkı sunacak her türlü projeye açığız.
123
BİLEŞENLER
MEHMET KORKUT ÖZTEKİN
BİLEŞENLER
korkut.oztekin@gmail.com
124
korkut.oztekin@deu.edu.tr draldede.deviantart.com/ www.behance.net/korkutoztekin
Araştırmalarım, grafik mizah, grafik öyküleme, çizgi roman, kitap ilüstrasyonu, bunların anlattıkları hikayeler, temalar, farklı kültürlerdeki tezahürleri. Bu kültürlerde işgal ettikleri yer, değerler ve temsil ettikleri kültürleri global düzeyde tanıtma güçleri üzerine araştırmalar yapıyorum, üretimler gerçekleştiriyorum. Doktora çalışmam, Japon çizgi romanı manga üzerineydi. Dokuz Eylül GSE tarafından kitap olarak basıldı. Sonrasında güncellenmiş, genişletilmiş bir versiyonu da İletişim Yayınları'ndan çıktı. 'Manga: Bir Kültürel Direniş Aracı' Aynı zamanda Levent Cantek adlı Ankara’dan bir çizgi romancı, senarist, araştırmacı, editörün önderliğini yaptığı 'Deli Gücük' adlı genç çizgi romancılar oluşumunda çalıştım. Deli Gücük aslında bir şablon karakter. Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde geçen hikayeleri var. İsmi ve cismi belli olmayan bir karakter. Bütün davetli çizerler ve yazarlar onu kendi kafalarındaki imgesine göre yorumluyorlar. Bu proje de dahil genellikle mix-medya karışık teknik üretmeyi seviyorum. Fotoğraf, Desen, renkli malzeme, hatta dijital boyama bunların hepsini bir arada etap etap kullanmayı tercih ediyorum. Deli Gücük iki farklı cilt olarak yayınlandı, iki albüme de çizer olarak katkıda bulundum. İlk çizdiğim Deli Gücük hikayesi bir savaş öyküsüydü, Murat Başhekim tarafından yazılmıştı. Ben de onu resimledim. Genellikle eskiz defterlerinden faydalanıyorum, sıklıkla kullandığım defterler var. Bu çizimleri sonrasında bilgisayar ortamına taşıyıp orada basılacak hale getiriyor, tamamlıyorum. Daha sonra, Deli Gücük sürecinde çizdiğim bir çizgi hikaye -bu bir korku öyküsüydü- İngiliz yönetmen, korku yazarı ve ressam Clive Barker’ın eline geçti. Bu çizimleri çok beğendiğini ve birlikte çalışmak istediğini belirtti. O sırada Los Angeles kökenli bir çizgi roman yayın evinin, Boom Studios’un editörlerinden biri benimle iletişime geçti. Barker’in 1980’li yıllarda sinemaya aktardığı Hellraiser adlı korku filminin devamı olacak, bir gra-
fik romanda bir bölümü benim çizmemi istediler. Ben de kabul ettim. Clive Barker beni biçimsel anlamda ve estetik anlamda etkileyen bir sanatçıdır. Bu serinin beşinci sayısını resimledim. Bu ortaklık beğeniyle karşılandı ve daha sonrasında başka bir projeye dahil etmek istediler. Frank Miller; Amerika’lı ünlü çizgi roman sanatçısı ve senarist, Dark Knight Returns, 300 ya da Sin City gibi prestijli grafik romanlarıyla tanıyor. Bu çalışmalardan sinemaya aktarılmış olan yapımlar var. Sadece bir çizer olarak değil sinema sektöründe de tanınan bir adam. Robocop 2 filminin senaryosunu Frank Miller kaleme almış. Robocop 2'yi birinci filmin başarısı üzerine Irvin Kerschner (Yıldız Savaşları – İmparator) yönetmeni çekiyor. İkinci filmin başarısı sonucu Robocop 3 için Miller’dan bir senaryo isteniyor. Miller’ın yazdığı senaryo oldukça siyasi bulunduğundan yapımcı firma bunu reddediyor. 2014’de yeniden uyarlama bir Robocop filmi vizyona girince Miller’ın filmleşemeyen senaryosu çizgi roman dünyasında yeniden gündeme geliyor ve grafik roman olarak izleyiciyle buluşmasına karar veriliyor; 'Robocop: Son Direniş' Bunun için bir açık çağrı yapıldı, çizerler davet edildi. Başvuranlar arasından seçildim. Senaryoyu benim çizmeme karar verildi. Sekiz fasikül ve sonrasında da İki ciltlik bir çizgi roman oldu. Fransızca ve İspanyolca gibi farklı dillerde baskıları yayınlandı. Son dönemde üzerinde çalıştığım projenin hikayesiyse ilginç. Yeni Zelanda’dan Brand Willams adlı bir adam bana ulaştı. Yeni Zelanda tarihi için oldukça önemli figürlerden Arthur Williams’ın oğlu bu kişi. Brand Williams 55 yaşında emekli bir avukat ve kendi yaşam öyküsünü bir çizgi roman formatında anlatmak istiyor. Benimle bu konuda çalışmak istediğini belirtti. Şu anda beraber çalışmaktayız. 2016 yılbaşına doğru yayına hazır hale getirmeyi planlıyoruz.
125
BİLEŞENLER
METEHAN ÖZCAN
www.metehanozcan.com
BİLEŞENLER
Mimarlık ve iç mimarlığın yanı sıra görsel iletişim tasarımı okudum. Genelde, fotoğrafı araç olarak kullanarak ve çok keskin bir bağlama oturtmadan, modern bireyin kendini nasıl bulduğu üzerine denemeler, alıştırmalar yapıyorum. Mimarlık okuduğum için bu disiplinle beraber fotoğrafı da bir iletişim aracı olarak görüyor ve kullanıyorum. Yaklaşık iki yıl oldu İzmir’e taşınalı. Büyük bir hevesle bu şehirde olup biteni anlamaya çalışıyorum.
126
Kronolojik olarak gitmek gerekirse 2006’ya kadar üniversitede araştırma görevlisiydim, çeşitli grafik tasarım ofislerinde çalıştım. Bir zaman sonra, yeniden mimarlık ve fotoğraf üzerine yoğunlaşıp çekimler yapmak istediğimi fark ettim. Bir süre aylakça dolaşıp kendi çevremdeki dönüşümleri kaydettim. Herhangi bir sektör ya da mecraya odaklanmayı öngörmediğim için tam olarak hangi formatta çalışmak istediğimi arıyordum: “Sanat mı, dökümanter mi?” derken, benzer şekilde çalışan ve Yapı Kredi Yayınları’ndan kitabı yayınlanmış Müfid Ekdal ile tanıştım. O sıralarda doksanlı yaşlarını sürüyordu; İstanbul, Feneryolu’nda doğduğu evde yaşıyordu ve bu kitap için aile hekimliği yaptığı insanların Moda bölgesindeki evlerine dair hikâyeler derlemişti: 'Kapalı Hayat Kutuları: Kadıköy Konakları'. Mimar olmayan birisinin bunları kendine dert edinip yapı hikâyelerinin peşine düşmüş olması, o insanların göçtüğü ülkelere giderek aile albümlerinden mekân fotoğrafı toplaması, üstelik bunu kitaplaştırması bana ilham verdi. Bu alana odaklanmaya karar verdim. Bu kararın ardından çeşitli mekânlarla ilgili çekimlerim, bazı tasarım dergilerinde dosya olarak yayınlandı. İstanbul’un Anadolu yakasında büyüdüm ve Avrupa yakasıyla ilgili bilmediğim çok şey vardı. Doğma büyüme İstanbullular için bu iki yaka kavramına ilişkin bazı kopukluklar, deneyim eksiklikleri vardır. Örneğin aslen eski bir Rum köyü olan ve o dönem kendi diline, hâtta bayrağına sahip Tatavla, yani Kurtuluş... 2008’de bu bölgenin mimarlık üzerinden nasıl okunabileceğine dair bir dizi çalışma yaptım. (Bu çalışmalar mimarlıkmüzesi.org adresinden görülebilir.) Daha sonra, 2011’de SALT’ta açılan 'İstanbullulaşmak' sergisi kapsamında oluşturulan veritabanında, Anadolu yakasında çektiğim fotoğraflardan oluşan bir albümü paylaştım. Önceden yaşadığım İstanbul ve Ankara ile güçlü bağlarım var. 2011 yılında, Ankara Başkent Üniversitesi’nde Tübitak destekli bir projede yer aldım. Sivil mimari ve kültür mirası parantezinde, Ankara’daki bazı konutların belgelenmesine ilişkin bir arşiv
projesiydi. Önceden belirlenmiş konular kapsamında, üç yıl boyunca elimde adreslerle bir postacı gibi şehri dolaşıp fotoğraflar çektim; sözlü tarih çalışmaları yaptım. Bu arşiv projesi, çeşitli platformlarda sergilendi. Ayrıca süreç boyunca çektiğim bazı fotoğrafları, bireysel anlatıları sevdiğim için toplumsal hafıza ve bellek kapsamında kendi sergilerimde kullandım. 2012 yılında, SALT Galata’da 'Modern Denemeler 4, Salon' sergisi kapsamında, Ulvi Cemal Erkin’in Ankara’da Azmi - Bediz Koz çifti tarafından tasarlanan ve kendisi öldükten sonra eşi tarafından olduğu gibi korunan evininin fotoğraflanması üzerine yürütülen arşiv çalışmasında yer aldım. Portİzmir kapsamında, kent ve bellek üzerine önceden bir Facebook sayfasında paylaştığım, mimarlık kültürü üzerine fotoğraflardan ve karpostallardan imgeler derlediğim bir albümü kullandım. Sosyal açıdan, Facebook’ta insanların bir hafızayı yeniden kurduğunu ve paylaştığını düşünüyorum. Albümü görebilmek için kimsenin bu platformda benim arkadaşım olması gerekmiyor. Herkese açık. Burada insanlar kendi kendine diyaloglar geliştirdi ve ben de bu sayede, içeriğe dair hiç bilmediğim kişilerin bireysel deneyimlerine dayalı bazı detayları öğrenmiş oldum. Benim asıl önemsediğim kısım bu. İki duvarı kullandığım sergideyse bu mekânlarda insanların kendisini çektiği buluntu fotoğraflara yer verdim. Bu buluntuları topluyorum, çünkü Türkiye’de dökümantasyon az; arşiv çalışması daha da az. Mimarlık üzerine bir şeyler tartışılacaksa bireysel deneyimler bence hepsinden değerli. Mekânlar ve objeler, modernite öncesinde birey için yalnızca ihtiyaçken, şimdi bireyin kendini tanımlaması için var. Halen, Venedik Mimarlık Bienali için 1967 yılında İstanbul’da Melih Birsel ve Haluk Baysal tarafından tasarlanmış Hukukçular Sitesi üzerinde çalışıyorum. Burada sadece bir bina tasarlanmamış; adeta bir yaşam tasarlanmış. Kabaca, binadaki dairelerin içine girip ev adını verdiğimiz bu özel mekânlarda insanların nasıl bir yaşam kurguladığına, evlerini hangi nesnelerle donattığına, sabit mobilyaları kendi kullanımlarına yönelik nasıl dönüştürdüğüne dair malzemeler topluyorum. Aslında ne bir belgesel çekiyorum, ne de bir söz söylemeye çalışıyorum. Yine çok açık olmayacak, hâtta anlamca muğlak kalacak belki ama bu kişisel tercihleri yan yana koyarak, biraz da Türkiyeli bireyin geçirmiş olduğu süreci göstermek istiyorum.
127
BİLEŞENLER
128 BİLEŞENLER
129
BİLEŞENLER
ÖMER DURMAZ
Dokuz Eylül Üniversitesi GSF Grafik Bl. Güldeste Sok. No: 4 Kat: 3 Narlıdere, İzmir mail@omerdurmaz.com
BİLEŞENLER
İletişim tasarımcısıyım. 1993’te başlayan grafik tasarım öğrenciliğimi de hesaba katarsak, yirmi yılı aşkın bir süredir tasarım ve sanat dünyasındayım. Grafik bölümüne girer girmez yarı zamanlı çalışmaya başladım ve o gün bugündür sektörden hiç kopmadım. 1999 - 2002 arasında İstanbul’da çalıştım. 2002’den beri, Dokuz Eylül Güzel Sanatlar Fakültesi Grafik Bölümü’nde öğretim görevlisiyim.
130
Üniversitede bir süre sonra şunu gördüm: Öğrenciler derste yaptıklarınız kadar, ders dışında yaptıklarınızla da ilgileniyor. Ders dışındaki tasarım faaliyetlerimin bir şekilde dikkatlerini çekmesiyle derste anlattıklarımın daha değerli olacağını anlayınca, sektöre yönelik daha fazla proje üretmeye başladım. Bunu çok iyi ifade edebildim mi bilmiyorum ama akademik ortamdaki gözlemlerimden sonra bazı çıkarımlarda bulunup ona göre ilerledim. Bu yönde hayata geçirdiğim ilk proje; 2004’te açtığım, kâr amacı gütmeyen, web tabanlı bir tasarımcı platformu olarak işlev görmesini amaçladığım www.ambalajtasarimi. com sitesiydi. Bu site, dünyanın ilk ambalaj tasarım blog’uydu; tabii Türkçeydi ve dolayısıyla ulusal bir değeri vardı. (Bugün 2007 yılında kurulmuş www.thedieline.com – ki ciddi bir bütçeyle yönetilmektedir – kendisini dünyanın ilk ambalaj tasarım sitesi olarak tanıtıyor. Onlardan üç yıl önce, ambalaj tasarımı üzerine ulusal bazda bir çekim merkezi oluşturmuştuk.) Ceyhun Akgün’ün katılımıyla çeşitli organizasyonlar düzenledik, bir kitap yayımladık, TÜYAP’ta ambalajla ilgili paneller düzenledik ve ambalaj sektöründe tasarımın önemini vurgulamak için standlar açtık. Açıkçası, ambalaj tasarımcılarını biraraya getirmeye uğraştık. Web sitesi birkaç kez hack’lendi, en son hack’te siteyi tekrar kuramadım ve o projeyi rafa kaldırdım. 2006 yılında Ceyhun Akgün’ün öncülüğünde 'Digital Arts' dergisini çıkarttık, bu yayın üç yıl kadar sürdü. Aynı yıl, Sabri Varol ile birlikte 'Grafik Tasarım' dergisini çıkartmaya başladım. Ulusal bir dergiydi, İstanbul merkezliydi ama İzmir’de hazırlayıp baskı ve dağıtım için İstanbul’a gönderiyordum. Otuz sayı boyunca bu derginin editörlüğünü yaptım. 2009 yılında yüksek lisans tezimi ambalaj tasarımı üzerine tamamladım. 2010 yılında beş tasarımcı birleşip bir tasarım kolektifi kurduk: 'Tasa Platform'. Bu platform çatısı altında Türkiye’nin ilk 'Tasarım Yürüyüşü'nü düzenledik. Bu etkinlik seminer veya sunum gibi durağan unsurlardan çok harekete dayanan, bir tasarım / tasarımcı rotası takip eden, farklı türden bir etkinlikti: Belli nok-
taları geziyorsunuz, oralarda gezdirdiğiniz insanlara tasarımla ilişkili mekânsal bilgiler veriyorsunuz, o noktalarda söyleşiler yapıyorsunuz, tasarım merkezlerini ziyaret ediyorsunuz. Bir gün boyunca kentin belli bir güzergâhını dolaşarak o kentte tasarım adına bir takım faaliyetlerde bulunuyorsunuz. Bu etkinliği üst üste üç yıl düzenledik. En son etkinliğimizi Tasarım Bienali için yaptık, talepte bulundular; bizim formatımızı başka alanlara, disiplinlere de taşıdılar. Bu etkinliği Mayıs 2016’da Eskişehir’de, Feyz kapsamında tekrar edeceğiz. 2010 yılında Oğuzhan Öçalan ile birlikte 'Türkçe Tipografi Topluluğu'nu kurduk. Türkiye’nin tipografik okur yazarlıkla ilgili ciddi sıkıntıları olduğunu düşünüyorum. Harf devriminden sonra bir türlü Latin alfabesiyle barışamadık ve bunun etkisini hâlâ yaşıyoruz. Esnaf tabelaları, bu sorunun en basit göstergesi. Pek farkında değiliz, bilinçli değiliz ama tüm estetik anlayışımızı etkileyen nüve bu. İşte bu eksikliğe dikkat çekerek, gelişimine katkı sağlamak amacıyla www.turkcetipografitoplulugu.org sitesini oluşturduk. Latin tipografisini, memleketin tipografisini mesele eden içerikleri toplayıp derliyoruz ve yayınlıyoruz. Ayrıca bir tipografi sözlüğü oluşturduk; bilgilendirici posterler yapıyoruz. Bunların haricinde, 2010 Avrupa Kültür Başkenti İstanbul kapsamında hazırlanan 'İstanbul’un 100 Grafik Tasarımcısı ve İllüstratörü' adlı bir kitabım var. 2011 yılında yayınlanan bu kitap bir 'table book'tu ama çok ses getirdi, ezber bozdu. Aradan geçen zaman içinde bu yöndeki araştırmamı genişlettim. Sanıyorum aynı kitabı şimdi yapsam daha çok ses getirir. Çünkü, bugüne kadar bize tasarım tarihiyle ilgili söylenenleri değiştirecek daha çok bulgu elde ettim. Örneğin "Türkiye’nin ilk grafik tasarım sergisini 1964’te Yurdaer Altıntaş açmıştır" denir. 1964’ten önce düzenlenmiş birçok başka sergiyi belgeleriyle tespit ettim. İlkini 1932 olarak belirledim. Bu durum, bu konundaki araştırma eksiğimizi görmeme neden oldu ve tasarım tarihine yoğunlaştım. Ahmed Adnan Saygun Sanat Merkezi’nde 1924 doğumlu Firuz Aşkın’ın yüze yakın orijinal illüstrasyonuna yer verdiğim bir sergi yaptım. 60’larda Almanya’ya yerleşip 2011’de orada vefat eden Firuz Aşkın, Almanların çok değer verdiği bir isim. 2013’te Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin düzenlediği 'Sanat ve Tasarım Günleri' kapsamında 'Grafik Tasarım Tarihine Kısa Bir Yolculuk: 1920–1970 – Bâbıâli’nin Kapak Ressamları' sergisini düzenledim. Görsel kültür tarihimize yönelik
Tasarım tarihiyle ilgili araştırmalarımı önümüzdeki yıllarda kitap ve sergilerle paylaşmayı düşünüyorum. Bu araştırmalarımdan elde ettiğim sonuçların bir kısmını hâlihazırda video
sunumlar, seminerler ve makaleler şeklinde paylaşıyorum. Gelecek hedefim, tasarım tarihiyle ilgili araştırmalarımı bir müze ya da bir araştırma merkezi çatısı altında sürdürmek. Bu sayede ekip çalışması için gerekli olanakları sağlayıp, daha hızlı ilerleyip, daha derinlere inebiliriz.
BİLEŞENLER
koleksiyonumdaki yüzlerce kapak tasarımını kronolojik olarak sergiledim. Yüksek lisans tezim, 2015’te Ambalaj Sanayicileri Derneği’nin Akademik Yayın Dizisi içerisinde yayımlandı.
131
PRAKSİS
! praksis
" praksis_ www.praksismuzik.com 0 553 507 09 52
BİLEŞENLER
sokaklardaisyanvar@gmail.com
Üniversitede bize şunu anlatmışlardı: 'Bir tez ortaya atılacak ve
132
ta sorduğu soru bu. Felsefeciler ve politikbilimciler bunun ne
buna bir antitez üretilecek. Sonra ortaya çıkan sentezi alacağız'. Peki, bu sentez ne işe yarar, eve mi götüreceğiz? Praksis’in başanlama geldiğini daha önceden anlamış. Aslolan anlamak değil, değiştirebilmek. 'Praksis' kavramı bu. Biz de praksisini müzikle oluşturmaya çalışan devrimci bir grubuz. 2011’de kurulduk. İlk konserimizi 1. Amed Müzik Festivali'nde verdik. Gezi İsyanı süresince Mersin, İzmir ve İstanbul'da eylemlere bandoyla eşlik ettik. Hâtta bu fiilden dolayı 'müzik yaparak topluluğu dinamik tutmak'tan yargılandık. 2014 yılında, ülkenin yirmiden fazla yerinde yüzden fazla konser ve dinleti gerçekleştirdik. Yine 2014’te 'Sokaklarda İsyan Var (Li Kuçeyan Serhildan)' adlı altı parçalık bir albüm yayınladık. Aynı yıl kaydettiğimiz bir diğer albümse çocuklar için yapılmış 'Bilmiş Çocuğun Şarkıları: Her Yer Park Olsa' adını taşıyor. İzmir Müzisyenler Derneği’nin
yayınladığı bu albümde besteler, icra ve kayıt bize ait. Şarkılarıysa çocuklar söylüyor. Çocuklara biyolojik evrimi anlatan ikinci albüm çalışmamızsa 'Dino'nun Şarkıları'. 2015 Nisan'da yayınladığımız bu albüm, diğer tüm çalışmalarımız gibi CopyLeft esasına dayanarak çoğaltılıp paylaşılıyor. Uğraşılarımızdan biri de '3-5 Ağaç Kervanı' ismini verdiğimiz, gezici sanat kumpanyamız. Bu uğraşımızı 'sermayenin doğayı rant alanına çevirme isteğine karşı bir sanat barikatı olarak' nitelendiriyoruz. Her birimiz birer sanat siperiyiz. Bu konuda askerî bir terminoloji kullanıyor olmamızın nedeni, doğayı kâr nesnesi hâline getirmeye çalışanlarla aramızda bir savaşın süregidiyor olması. Son olarak, Ece Ayhan'ın aynı isimli şiirinden bestelediğimiz 'Meçhul Öğrenci Anıtı' şarkısının video klibini yayınladık. 2016'nın ilk aylarında bir Praksis albümü daha yayınlayacağız. Bu albümü, 'Çocuklar için Ekoloji Şarkıları' takip edecek.
133
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
PUSULA FİLM ÖMER CAN
134 info@pusulafilm.com www.pusulafilm.com (0232) 271 56 51 Pusula Film, aslında 1990’dan bu yana film ve müzik üreten bir şirket. Yaklaşık yirmi yıldan bu yana bir ayağımız İstanbul’da. 2009 yılında, Pusula Film’in faaliyet merkezini İzmir’e konumlandırmaya karar verdik. Hedefimiz, İzmir’de büyük prodüksiyonlar gerçekleştirebilmek ve işgücü olarak bu alanda eğitim görmüş, emek harcamak isteyen İzmirlilere alan açmak.
Başta 'Yedi Güzel Adam' dizisi, 'Cono Ahmet’in Çocukları' belgeseli ve 'Toprağa Uzanan Eller' olmak üzere birçok yapıma imza atan Pusula Film, farklı türlerde yapımlar üretiyor.
TOPRAGA UZANAN ELLER 2013 (AFiS) (JPEG).jpg
BİLEŞENLER
30.09.2015
135
https://mail.google.com/_/scs/mail-static/_/js/k=gmail.main.tr.xE8bHT1-htU.O/m=m_i,t,it/am=PiM-JGD-3_uDWGcA0C59oMLee-93nxQ_-3j4984EkOwF…
1/1
RAMAZAN BAYRAKOĞLU
BİLEŞENLER
ramazan.bayrakoglu@gmail.com www.galerie-lelong.com
136
D.E.Ü. Güzel Sanatlar Fakültesi’nden mezun olduğum 1988 yılından beri sanatla doğrudan ilgiliyim. 2007 yılından itibarense profesyonel sanatçı olarak çalışıyorum. Sanatla ilişkim basitçe bu iki önemli evreden oluşuyor. 2013 yılından itibaren Paris ve New York merkezli iki galeriden oluşan Lelong Galeri ile çalışmaya başlamam, bu sürecin üçüncü evresi olarak görülebilir. Birinci evre sanatı; daha çok saldırı, alay etme, kışkırtma olarak kullandığım, mümkün olan bütün deneysel durumları değerlendirmeye çalıştığım bir dönemdi. Koşullar, ortam ve ortaklık kuracağım insanlar bakımından buna çok uygun bir durum söz konusuydu. Sanat yoluyla kışkırtıcılık, dönem dönem hem sanatçı hem eğitimci olarak başıma dert açmasına rağmen, bu evrede çok büyük bir zarar görmeden yapmak istediğim hemen her şeyi yapabildiğimi söyleyebilirim. Bu evre sanat adına benim için çok verimliyken, amacım yerel unsurları harekete geçirmek olduğu için söz konusu çalışmaların etkisi sadece küçük bir gruba ulaşıyordu. Sanatsal tavrımızı daha geniş bir alana yaymak adına 2003 yılında Ayşegül Kurtel finansörlüğünde üç kişilik bir ekiple K2 adlı sanat kurumunu oluşturduk ve kurumun amacını bir manifesto olarak bütün sanat camiasına duyurduk. Temel hedef İzmir’i İstanbul’a ulaştırmak, genç sanatçılara yeni hareket alanları açmaktı. Projeyi herkes gönülden sahiplendi ve istenilen sonuca ulaşıldı. Sonraki üç dört yıl
boyunca İzmirli genç sanatçılar için bütün kapıların açıldığı çok verimli bir dönem yaşadık. 2007 yılında çalışmaya başladığım sanat galerisi sayesinde sanat dünyasını içerden, gerçek boyutuyla tanıma ve değerlendirme şansım oldu. Bu camianın profesyonelleriyle başetmenin o kadar kolay olmadığını birebir tecrübe ederek, katıksız bir pişmanlıkla 2012 yılında bu galeriyle çalışma sürecimi sonlandırdım. Kutsallık düzeyinde önemsediğim sanatın hiç de temiz ellerde olmadığını görmek gerçekten büyük hayal kırıklığıydı. 2013 yılında Paris Lelong Galeri ile çalışmaya başladım. Bu girişim, benim için daha çok güven verici, çok daha profesyonel işleyen bir dönemin başlangıcı oldu. Uluslararası bir galerinin yarattığı aura, ister istemez sanatsal algıda farklılaşmayı zorunlu hale getiriyor. İleriye dönük yeni projelerle yeni galeri fikri, beni fazlasıyla kışkırtıyor. Yeni süreçte disiplinlerarası uygulamalar gerçekleştirmeyi, bunları belgelemeyi ve bu belgeleri resmimin yeni konuları olarak kullanmayı planlıyorum. Gerçekliği doğrudan kullanmak yerine, sanat yoluyla yaratılmış gerçekliği yine sanatın konusu olarak kullanmak, önümüzdeki dönem temel hedefim olacak. Gerçek hayat tahammül edilemeyecek kadar adaletsiz, sıkıcı ve rahatsız edici. Gerçek hayat karşısında sanatın kontrollü şizofrenik dünyasıysa çok daha kışkırtıcı.
137
BİLEŞENLER
RAŞEL MESERİ
BİLEŞENLER
raselmeseri@gmail.com dailymotion.com/video/x12go9r_izmir-deniz-cocuklari_shortfilms
138
Kendimi İzmirli sinemacı ve yazar olarak tanıtabilirim. Sinema eğitimi aldım ve 2004 yılına kadar reklâmcılıkla uğraştım. Ardından belgesel, kısa kurmaca ve deneysel filmle ilgilendim; öykü ve roman yazımına yoğunlaşıp çocuk edebiyatı ve çocuk oyunları alanına yöneldim. 'İzmir Deniz Çocukları' adlı belgeseli Nihan Şengül Bencoya ile birlikte hayata geçirdik. Kırk beş dakikalık bu belgesel, 1950’lerden bugüne Karataş – Güzelyalı hattının kentsel çehresini ve silüetini, bu bölgede hızla değişen ve dönüşen yaşamın insanlar arasındaki iletişime etkisini konu alıyor. Belgeselin fikirsel altyapısını şöyle ifade edebilirim: Kentlerin sinsi bir planı vardır. İnsansa yaşadığı şehirle birlikte şekillenir. Nerde oturacağını, kamusal alanla nasıl iletişim kuracağını, eve mi tıkılacağını yoksa sokakları mı mesken tutacağını kentin coğrafyası ve iklimi belirler. Kentsel planlama bu yüzden çok önemlidir. 1950’lerden bu yana metropollerde büyük bir dönüşüm yaşandı. Bu dönüşümün olumsuz sonuçlarını büyük ölçüde inşaat rantına ve yerel yönetimlerin imar politikalarına bağlayabilirsek de kabul etmek gerekir ki, İzmirliler de yaşadıkları coğrafyayı hoyrat kullandı. Pek çok kişinin aynı noktada farklı farklı anısı vardır. Bu kişisel anılar, birleşip şehrin tarihini oluşturuyor. Kentin çehresinin değişmesi, geçmiş kuşakla şimdiki kuşak arasındaki bağlantının tamamen kopmasına yol açıyor. Bu çalışmada, elbette sadece romantik bir özlemi dile getirmedik; bunun ötesine geçtiğimizi, kentin o kentte yaşayanlarla ilişkisini sorgulayarak sosyolojik bir inceleme yapmış olduğumuzu düşünüyorum. 'Sadece Adı Kaldı Elimizde: Kortejolar' adlı belgeseliyse Nitsa Çukurel ile birlikte çektik. İspanya’dan gelen Sefarad Yahudileri-
nin yaşadığı ve kendine has bir mimariye sahip Kortejo Evleri’ni konu alan bu belgeselde, bir yapıyı yıkmanın aynı zamanda kocaman, katman katman birikmiş toplumsal belleği yok etmekle eşdeğer olduğunu işledik. Bugüne kalan son Kortejo Evi, şimdilerde otel olarak kullanılıyor. Bir zamanlar o evde oturan insanlar ya İsrail’e yerleşti ya da sınıf atlayarak yaşam biçimini değiştirdi. 'Hayat Bilgisi' adlı kısa filmi Zeyno Pekünlü ile birlikte tasarladık ve çektik. Bir yıl boyunca sadece yağmurlu havalarda çekilen dersliklerin içi ve okul bahçesi, görsel olarak kasvetli ve biraz da tekinsiz bir atmosfer oluşturdu. Bu korkutucu atmosferi okul kitaplarından alınan kimi pasajlarla eşleştirdik. Eğitici olması gereken bu metinlerin şiddete davet çıkaran, onu kutsayan ve saldırganlığı teşvik eden bir içerik taşıması, izleyeni düşündürmeyi ve eleştirel kılmayı amaçlıyor. 'Saç Boyama 45 Dakika' isimli belgesel çalışmayıysa Aylin Kuryel ile birlikte hazırlayıp çektik. Bu film bir kuaförde geçiyor ve bir trans bireyle kuafördeki diğer kadınlar arasında siyasetten güncele uzanan pek çok konuya dair sohbetlere tanıklık ediyor. 'Dikkat Feminist Var', yine Aylin Kuryel ile beraber çektiğimiz bir başka kısa film. Çekimler Paris’te yapıldı. Bir kadının kapısının önüne bırakılmış bir kartpostalla başlıyor film. Kartpostalda yazılı olan kadını aşağılayan bir cümle, o kadının hayata bakış açısının tamamen değişmesine neden oluyor. Sinema çalışmalarımın yanı sıra yazarlıkla uğraşıyorum. Büyülü gerçekçilik akımını benimseyen, Devlet Tiyatrosu ve İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda sahnelenmiş bir çocuk oyunum ve beş çocuk romanım bulunuyor.
139
BİLEŞENLER
SOKAK SANATÇILARI DERNEĞİ KUBİLAY MUTLU
BİLEŞENLER
Cumhuriyet Blv. No: 54, Büyük Kardiçalı Han, Kat:1 / 101, Konak, İzmir sokaksanat@gmail.com www.sokakorkestrasi.com
140
Dokuz Eylül Üniversitesi Müzik Bilimlerinde lisans ve yüksek lisans eğitimini tamamladım; şimdilerde doktora çalışmamla uğraşıyorum. Disipliner anlamda ilgilendiğim konular arasında müzik endüstrisi, popüler müzikler, mekân - müzik ilişkisi ve kent sosyolojisi bulunuyor. Dolayısıyla bu bağlamlarda çalışmalar yapıyorum. Sokak Orkestrası ve Sokak Sanatçıları Derneği’nin kurucu üyesi ve aktif bir çalışanıyım. Bu meseleye kitlesel, kolektif yaklaşımımız üniversite yıllarında başladı. Üniversiteler; fikri harmanlanmaların meydana geldiği, üretimlerin ortaya çıktığı habitatlar. Biz de 2004 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi G.S.F’de öğrenciyken, temel bir meselenin üzerine gitmeye çalıştık: Disiplinlerarası çalışmaları nasıl aktif hale getirebiliriz? Biliyorduk ki fotoğrafçılardan, sinemacılardan, ressamlardan, mimarlardan öğreneceğimiz çok şey var. Müzisyenler olarak, bizim de başka disiplinlerde çalışanlara öğretebileceğimiz çok şey var. Sokak Sanatçıları Kulübü (S.S.K) olarak faaliyet yürütürken, kampüs alanına sınırlanmış, hayatın hiçbir yerine değmeyen, ondan beslenmeyen, kayda değer bir şey üretmeyen sanatçılık durumuna bir eleştiri getirmek üzere yola çıkmıştık. Dernekleşme kararı almamızın temel sebebi, hayatla ilişki kurmanın daha sağlıklı zeminlerde yürüyebilmesi için kuramsal düzeyde çalışmalar yapmak ve öğrencilik dönemini aşacak kalıcı çalışmaların önünü açmaktı. Kuram meselesi bizim sahamızda hep ihmâl edilen bir konu. Ya da tam tersine; sırf kuramla yatıp kalkıyoruz ve hayatın kendisine değmeyen teorik lafazanlıklar içinde rotamızı kaybedebiliyoruz. Bizim yapımız, her ikisinin diyalektik ilişkisini esas alıyor. Akademik ve bireysel çalışmalarda aşırı uzmanlaşmanın ve üretim sürecinin getirdiği bir yabancılaşma olduğunu düşünüyoruz. Disiplinlerarası çalışmanın bunu aşmanın yollarından biri olduğunu öne sürüyoruz. 2004’ten bugünlere bakacak olursak, Sokak Orkestrası ve Sokak Sanatçıları Derneği; kamusal anlamda kentin görsel ve işitsel
mekânlarını yeniden dizayn etmek, yeniden kurmak ve oluşturmak üzerine bir kaygı taşıyor. Son zamanlarda bu bağlamda etkinlikler üretmeye yoğunlaşmış durumdayız. Düzenli olarak sokağa işaret eden, sokakta bir araya gelen, sokak ve açık alan için kendi bağlamını yaratan, kentin görsel ve işitsel dokusuna, işitsel manzarasına yeni tınılar katmak derdinde olan ve - iyi mi kötü mü olduğunu tam olarak bilememekle beraber - bugüne kadar dışarıdan herhangi bir maddi destek, sponsorluk almadan yürümüş bir derneğiz. Sokaklarda performans yapan sanatçılarla belediyeler arasında yaşanan kronik sorunları aşmak için kalıcı formüller üretmek, 2016 yılı için öncelikli konularımız arasında yer alıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi ile bu konuya ilişkin bir dizi toplantı gerçekleştirdik. Önümüzdeki aylarda sonuç alıp alamayacağımızı görmüş olacağız. Her hâlükarda son sözü gene sokaklar söyleyecek. Sokak Sanatçıları üretmeye devam ettiği sürece üretimlerini paylaşacak kanalları yaratacak. Bu bağlamda sokakta performans yapan sanatçıların mutlaka ve mutlaka dayanışma içerisinde olması, bu dayanışmayı dernek, platform benzeri zeminlerde somutlamasını elzem görüyoruz. 2016 yılı için bir başka önemli gündemimiz, İzmir’in sokaklarını farklı amaçlar için bizimle beraber arşınlayan mültecilerle dayanışmayı yükseltmek. Bu konuda, İzmir’de faaliyet yürüten Halkların Köprüsü Derneği’nin çalışmalarını çok anlamlı buluyoruz. Her ne kadar 'Özgürlük Sokaktadır' mottosunu savunsak da biliyoruz ki, sokaklar aynı zamanda yoksulluğun, güvencesizliğin ve sömürünün mekânı. Sokakları özgürlüğün mekânı hâline getirmek, tek başına sanatçıların başaramayacağı kadar meşakkatli bir iş. Bu bağlamda, sokakta kendisini ifade eden her türlü örgütlenmenin yeni dinamiklerle bir sinerji kurmasını ve gündelik yaşamın dinamiklerine duyularını açmasını çıkış için kaçınılmaz görüyoruz.
141
BİLEŞENLER
SOKAK SANATLARI ATÖLYESİ DUYGU DİNÇER ÇOBAN & ERDAL ÇOBAN
BİLEŞENLER
www.sokaksanatlari.com
142
www.canliheykel.com
2008 yılında kurulduk. Temel amacımız, kent kültürüne değer katmak ve bunu daha önce sanat eğitimi almamış ama yaratıcı, sanata eğilimi olan bireylerle yapmak. Ayrıca, toplumsal sorunları sokaktaki her kesimden, her görüşten vatandaşla paylaşmak. Paranın geçerli olmadığı sanatsal bir bakış açısı yaratmak çabasındayız. Usta çırak ilişkisi içinde bu alana dair bir merak duygusu taşıyan, maddi durum açısından yoksun gençlerin hayâllerini kaldırımlara sermesini hedefliyoruz. Sokak sanatları, sahne sanatlarına ait öğelerin yanı sıra içinde sirk sanatlarını, cambazlık gibi disiplinleri de en üst seviyede barındıran bir alan. Sanatı dört duvarın arasına sıkıştıranların dayattığı sistemi onlar farkında olmadan bozan bir disiplin. Bunu açıklamak gerekirse çok kaliteli ve maliyetli bir oyunu ya da projeyi sergilediğinizde bilet alarak gelip izleyebilecek kesim belli ancak kaliteli bir işi sokağa taşıdığınızda her kesimden insana ulaşabiliyorsunuz. Akademisyenlerin bizimle yürüttüğü bir araştırmaya göre bir sokak sanatçısı, İzmir’de merkezi bir noktada sergilediği performansıyla yaklaşık elli binin üstünde kişiye ulaşıyor. Ulusal bir gazetenin İzmir tirajından daha büyük bir rakamdan bahsediyoruz. Sokak sanatlarının en büyük işlevlerinden biri, toplumsal açıdan problemli gençleri sokak sanatı disipliniyle eğitip topluma kazandırmak. Atölye olarak özellikle problemli gençleri ekibe alıyoruz. Onlara devletin, toplumun veya ailelerinin vermediği önemi veriyor, kıymetli bireyler olduklarını hatırlatıyoruz. Otuza yakın gönüllünün yanı sıra ve sanat eğitimi verdiğimiz iki yüzü aşkın üyeyle çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Kurulduğumuz günden bu yana pek çok uluslararası festivalde yer aldık. Ayrıca Altın Portakal, EXPO gibi çok önemli uluslararası organizasyonların açı-
0 541 671 43 03
0 541 285 25 15
lışında gösteriler yaparak hem Sokak Sanatları Atölyesi’ni, hem de sokak sanatlarını İzmir ve yurtdışında tanıtma olanağı bulduk. Önceki yıllarda Rusya, Yunanistan, Romanya ve İspanya’da ülkemizi temsil ettik. Ticari kaygı gütmediğimiz için sponsorluk almıyoruz. İnsanların kutularımıza attığı bozuk paralarla büyüyoruz. Okuyan gönüllülerimize burs imkânı yaratıyoruz. İmece usulü kardeşlikler kuruyoruz. Meydanlar, sokaklar, gemiler, otobüsler, metro vb... İnsanın olduğu her yer, bizim için gösteri alanı. İzmir’de ciddi bir sokak sanatı kültürü oluşuyor ve bu konuya katkıda bulunduğumuzu hissediyoruz. Güncel gelişmeler, bizce İzmir’e has bir sokak sanatları politikasının artık gündeme gelmesi gerektiğini işaret ediyor. 2016 yılı için İzmir kentine yakışacak daha kapsamlı projeler planlıyoruz. Bu bağlamda, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile ortaklaşa bir sokak etkinliği planlamaktayız. Özellikle kentin denizle barışmasına vesile olacak Kıyı Tasarımı Projesi’nin halkla buluşma ayağında sokak sanatçılarına büyük görevler düşüyor. Hafta sonlarında ve özel günlerde yüzen platformların üzerinde daha önce yapılmamış ölçekte performanslar ve gösteriler düzenlemek istiyoruz. Hazırlıklarına başladığımız Uluslararası İzmir Sokak Sanatları Festivali ile dünyada bu alanda faaliyet gösteren kişi ve grupları kentimize davet edip, sanatla anılan ve tanınan marka bir kent yaratmak amacındayız. Uygun maddi imkânları yarattığımız taktirde, kenti sanatla nefes alan koca bir alan hâline getireceğiz. Bu organizasyonun, iç göçle şehre gelen kitlelerin oryantasyonuna çok yardımcı olacağını düşünüyoruz.
143
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
SONSUZ SEKİZ SANAT VE TASARIM ATELYESİ
144
Mithatpaşa Cad. No: 412/A Karataş, Konak , İzmir ! SonsuzSekiz
" Sonsuz_Sekiz # sonsuzsekiz www.sonsuzsekiz.com (0232) 484 34 68
Sonsuz Sekiz Sanat ve Tasarım Atelyesi; bu topraklarda herkes için daha doğal, daha çevreci, daha insanca, daha bilimsel ve daha evrensel bir yaşam hayal eden, çalışma alanı olarak kendine güzel sanatlar disiplinlerini belirlemiş bir birliktelik. Her bireyin daha az tüketip, daha çok üretip evrensel ölçütlerde işler yaratmasını öneren oluşum, başlangıç evresinden bu yana kendini 'üreten ve üretmek isteyen her bireye açık olan sistem ve projeler bütünü' olarak tanımlıyor. 2015’te açıldık. Karataş, kültürel ve tarihsel anlamda oldukça zengin bir bölge. Ayhan Işık, Dario Moreno, Enrico Macias gibi sembol insanları konuk etmiş; tarihi Asansör, sinagog, hamam ve eski Rum evleri barındıran İzmir için çok özel bir semt. Aynı zamanda; tiyatrolar, sanat merkezleri, galeri ve kütüphaneler gibi sanat odaklı birçok yapıyı da barındırıyor. Şehrin merkezi olan Konak'a yakınlığı da diğer tercih sebebimiz. Adını gökten düştüğü düşünülen 'kara' bir taştan aldığı söylenen ve birçok kültür sanat üreticisinin var olduğu bir bölgede konumlanmış
olmak, bizi heyecanlandırıyor. Kültürel üretim adına, esin perilerinin bu yerleşimde varolduğunu düşünmekteyiz. Projelerimiz sürdürülebilirlik odaklı olduğundan, Karataş'ın sürdürülebilir kültürel tarihiyle de özdeşebileceğimizi, varlığımız ve üretimlerimizle buna katkı sağlayacağımızı düşünmekteyiz. Öncelikli hedeflerimizden biri gençlere projelerini gerçekleştirebilecekleri bir platform yaratmak. Bir sonraki aşamada, buna yönelik bir sanat ve eğitim kampı kurmayı amaçlıyoruz. Açıkçası kendi yağımızla kavruluyoruz; herhangi bir kurumdan, fondan destek almıyoruz. Çeşitli etkinlikler düzenleyerek bu platformu büyütmeye çalışıyoruz . Mozaik atelyesi de yapıyoruz, evinde stüdyo kurmak isteyenler için de atelye düzenliyoruz. Mülkiyete inanmadığımız için ileride bu yapıyı bir vakfa dönüştürmek istiyoruz. Gezi’den sonra birçok şeye biraz daha doğru bakmayı öğrendik. Tamamen kendini döndürecek bir sistem kurmaya çalışıyoruz. İzmir’e gelme amacımız da bu zaten. Çalışacağız. Konuşacağız.
145
BİLEŞENLER
TAYFUN BİLGİN
BİLEŞENLER
tayfunbilgin@icloud.com soundcloud.com/tayfun-bilgin 0 541 935 56 76
146
İzmirliyim. Birkaç alanda birden çalışıyorum. İlki, akademisyenlik. Üniversite eğitimimi sinema üzerine, yüksek lisansımı müzik bilimleri üzerine yaptım. Şimdi sinema alanında doktora yapıyorum. Bu geçmişten hareketle ders verdiğim alan 'sinemada ses'. Herkesin bildiği gibi bu alan müzik, efekt ve diyaloglar gibi unsurları kapsıyor. Herkesin bir şekilde farkında olduğu ama hakkında çok da bir şey bilmediği bir alan. Bir sinema bölümü kurduğunuzda işin yarısı ses. Sessiz sinemayla uğraşmıyorsanız, hem teknik açıdan hem stratejik açıdan sesin nasıl kullanılacağını, filme nasıl dahil olacağını, mesajınızı sesle nasıl vermeniz gerektiğini mutlaka öğrencilere öğretmeniz gerekiyor. Sadece siz beğendiğiniz için bir müziği görüntünün altına döşemek yetmiyor. Müzik orada bir anlam içeriyor, onu kullanarak mesaj iletiyorsunuz. "Müzikle anlam iletimi nasıl oluyor?" dediğinizde bunun uzun bir geçmişi var. Türkiye Sineması olarak Hollywood Sineması’nının 1930’larda olduğu noktadan veya 1960’larda olduğu noktadan çok çok daha gerideyiz. Reklâmda, sinemada, televizyonda; kısacası görsel-işitsel bütün alanlarda ciddi bir sıkıntı var. Bunun bir sebebi eğitim modelinden kaynaklanıyor. Ben bu dersi Yaşar, Ekonomi ve Dokuz Eylül üniversitelerinde veriyorum. Bu yıl İzmir Üniversitesi’nde de vereceğim. Hepsinde seçmeli ders, sadece bir tanesinde zorunlu ders. Bu dersin sinema öğrencilerine zorunlu olmayışını bir türlü anlayamıyorum. Yurtdışında herhangi bir okulun müfredatına baktığınızda sese ilişkin derslerin zorunlu olduğunu görüyorsunuz. Türkiye’de bu kadar gözardı edilmesinin temel sebebiyse interdisipliner bir alan olması. Bu alanı ne filmciler, ne müzikologlar sahipleniyor.
Ses evreni, üzerine az konuşulan bir şey; çünkü herkes müzik üzerine konuşmayı çok seviyor. Görsel bir şey üzerine iki kişi bir noktaya bakıp uzun uzun konuşabilir ama müzik, içinde zaman parametresi barındıran bir olgu. Akıp gidiyor. Aslında sesleri tanıyoruz; zihnimizde bir armoni kütüphanesi var ama bu konu sıkça paylaşılan bir konu değil. Örneğin renkler veya diğer görsel formlar üzerine konuşabiliyoruz ama müzik üzerine ya da ses üzerine bu derece detaylı tanımlamalar yapamıyoruz. Bir filmde kullandığınız seslerle perdede gösterdiğiniz malzemeyi değişik gösterebilirsiniz. Kullandığınız ses, ahşap bir masayı izleyenin algısında metale dönüşebilir. Fakat ses üretimin ve uygulamasının bu yönü, yani 'foley', film yapımcıları tarafından dahi ıskalanan bir şey. Amerika’da 1950’lerden beri kullanılan foley tekniği, Türkiye’ye üç beş yıl önce geldi. Nuri Bilge Ceylan başta olmak üzere kimi yönetmenler, foley konusunun kritik öneminin farkına vardı. Çok basit, hiç bir masrafı olmayan fakat filme çok şey katan bir teknik proses. Akademik faaliyetlerim dışında, çok sayıda jingle ve belgesel müziği yaptım. Müzisyen olarak İzmir’de pek çok grup kurdum, düzenli programlar yaptım ve yapmaya devam ediyorum. Ayrıca, uzun yıllar Fransa’da yaşamış ve şimdilerde İzmir’e yerleşmiş Senem Diyici ile çalışıyorum. Akustik ve repetetif seslerin transandantal etkisini öne çıkaran, çok primitif bir müzik yapıyoruz. Senem’in kendi bestelerinin yanı sıra kimi halk müziği eserlerini uyarlıyoruz. Bu grupta direktörlük görevini de üstlenmiş bulunuyorum.
147
BİLEŞENLER
TİYATRO NİENOR EBRU ATİLLA SAGAY
BİLEŞENLER
sonnebru@gmail.com
148
! TiyatroNienor 0 533 261 48 08
Kendimi bildiğim bileli İzmir’de yaşıyorum; Ege Üniversitesi Gıda Mühendisliği’nden mezunum. Hayatım boyunca amatör olarak dans ve tiyatroyla iç içe yaşadım. Kadınların iş yaşamındaki konumuna dair türlü duruma tanık olduğum bir Amerikan şirketinde yöneticiyken, 2000 yılında ikizlerim dünyaya geldi. Bir süre, onlarla birlikte hem iş hayatını hem sanat hayatını sürdürebilmeyi deneyimledim. 2005 yılında ise bir karar verdim: Ya bir kariyerist olarak para kazanmayı tek amaç hâline getirecektim, ya da hayallerimi gerçekleştirecektim. Hayallerimi gerçekleştirirsem çocuklarıma daha doğru bir gelecek sunabileceğime karar verip işimden istifa ettim ve bir tiyatroda çalışmaya başladım. İki yıl sonra kendi tiyatromu kurdum. Tiyatro Nienor, çalışmalarına 2009 yılından beri İzmir’de devam ediyor. Tek başınayım. Çoğunlukla kendim yazıyor, yönetiyor ve oynuyorum. Yola çıkarken amacım, başka kadınların da kendi hayallerini gerçekleştirebileceklerine dair bir inanç ortaya koymaktı ve daha ilk oyunda bunun artılarına tanık oldum. Başarabileceğimi gördüm ve buradan güç alarak devam ettim. Sahneleyeceğim ilk oyun olarak 'Camille Claudel’in Hayatı'nı seçtim, çünkü Caludel’in erkek egemen toplumun en büyük ziyanlarından biri olduğunu düşünüyorum. (Bu kadar başarılı olmasına rağmen, ataerkil bireylerin kendisini dışlayıp akıl hastanesinde ölüme terk etmesi son derece trajiktir). Sponsorum ya da maddi destekçim yoktu ama İzmir Fransız Kültür Merkezi’nin desteği sayesinde Camille’i kırk kere bu sahnede oynadım. Bir seferinde Fransa’dan bir büyükelçi geldi; dedi ki: "Avignon’a davet ediyoruz seni". Ekibimi ve dekorumu götürmek için 50.000 Euro bulamadım. Bu yüzden bir buçuk ay boyunca her gün İzmir’i Avignon’da temsil etme olanağını değerlendiremedim. İstanbul’dan gelen yönetmenim Kaan Basmacıoğlu’nun, metin yazarım Eda Erdem’in ve tasarımcım Aykut Beysi’nin destekleriyle başarılı bir sezon geçirdik. Bu deneyim benim için itici bir güç oldu ve oyunu önce İstanbul’a, ardından İngiltere’ye götürdüm. İngiltere’nin en kuzeyinden en güneyine kadar bir buçuk ay boyunca turne yaptım. Bu turnenin kendi adıma en deneysel ve deneyimsel kısmı şuydu: Akşamları oyunumu oynuyordum ama gündüzleri arabaların park makinelerini boşaltarak yemeğimi ve konaklama masrafımı karşılıyordum. Oyun her gece ful çektiği hâlde... Çünkü geriye dönüş paramı biriktirmem gerekiyordu. Bir karar vermem gerekiyordu ayrıca: Ya dekorumu kolileyip götürecektim ya da nakliye için ayırmam gereken bütçeyi yeni projeme kaynak yaratmak için kul-
lanacaktım. Yeni projeyi seçtim; dekoru çöpe bırakıp yanında bir fotoğraf çektirdim ve İzmir’e döndüm. Döndüğüm hafta Ahmet Adnan Saygun Kültür Merkezi’nden aradılar ve “her hafta Cuma günlerini Camille’e ayırdık, gelip oynar mısınız?” dediler. Tabii ben bu harika teklifi nazikçe reddettim ve “yeni projeye çalışıyorum” diye cevap verdim. Popüler kültüre karşı bir şey yapmaya karar verip, Andy Warhol’un hayatını konu alan bir oyun üzerinde çalışmaya başladım. Uzun bir hazırlık dönemi oldu; iki çocuklu bir aile hayatı sürerken onlarca kaynağın dilimize çevrilmesi, metnin oluşturulması, dekor tasarımı, mekân ayarlama derken oyunu bir yılda çıkarabildim. Kolay bir şey değil, tek başına bir kadının hem kostüm dikip hem dekor üretmesi. Camille’i sahneye koyarken seçtiğim yolun beni yıpratacağını ama buna değer bir iş çıkacağını anlamıştım. Warhol’u çalışırken şunu fark etmiştim: Sadece bize dayatılanı tüketiyoruz ve aslında tüketmek istediğimizi tüketmiyoruz. Bunu hakkıyla vurgulayabilmek için de her mekâna uygulanabilir, seyircinin katılımına izin verecek çok farklı bir sahneleme gerekiyordu. Sıra ilk denemeye geldiğinde Emek Sineması yeni yıkılmıştı ve o tarihlerde İstanbul Film Festivali vardı. Sokağa çıktım, peruğumu taktım ve oyunu oynamaya başladım. Bir anda toplanan yüzlerce kişi eşliğinde bir nevi Emek’in yıkımını protesto etmiş oldum. Alternatif Tiyatro Festivali’nde galasını yaptığım 'Çok Yaşa Andy Warhol' değerli yönetmenim Gürol Tombul’un gönülden katkıları sayesinde benim için çok eğitici bir projede oldu. Ardından rejiyi her mekâna göre uyarlayarak yola tek başıma devam ettim. Bu oyunla Direklerarası Seyirci Ödülü’nü aldım. Başka alanlardaki kimi ödülleriyse reddettim. Çünkü sadece seyircim götürüyor beni bir yere, diğer ödüller değil. Oyunlarımı izleyen hiçbir seyirci bir daha bırakmadı beni. Sonra Cermodern bana ulaştı. Kumbaracı 50’de alternatif bir festivalde sahne almıştım. Oyunu orada izleyenler, gerçek Andy Warhol tabloları getirdiler ve böylece bu oyun için dekor düşünmekten, taşımaktan kurtuldum. Gerçek tabloların önünde oynadım ki, bu Türkiye’de bir ilkmiş. O heyecanla Barcelona’ya gittim; Santa Maria Kilisesi’nde günah çıkarma telefonunda uzunca bir performans gerçekleştirdim. Sonra Türkiye’ye dönüp Diyarbakır’ın yolunu tuttum. Diyarbakır’da oynamak hep hayâlimdeydi ve yine takipçilerim sayesinde bu bölgede turne yapma şansım oldu. Sokakta ve Sinecafe’de yaptığım performanslar boyunca harika tepkiler aldım. Burada bir süre
Bu turnenin ardından, toplumun ötekileştirdiği alanlarda bir şeyler yapmak istedim. Dostum Şükran Yücel, tanıştığımızdan beri “sana en çok Sevim Burak yakışır” diyordu. Sonunda 'Önemsiz Bir Ölüm' ortaya çıktı. 'Pencere' diye bir öyküsü var; karşı penceredeki kadını izleyişini anlatıyor. Aslında Burak o kadın olmak istiyor ve anlıyoruz ki, pencereden atlamak istiyor. Nedenine gelince, ülkemizde birçok kadın için ölüm aslında mutlu son. O kadın nasıl kendini var eder ve kurtulur diyerek bunun üzerine bir performans hazırladım. Pencerede başlayan bir performans. Seyirci geliyor, önce aşağıdalar. Sonra içeri giriyorlar ve oyunun bu kısmı otuz beş dakika sürüyor. Bir yılı aşkın bir süredir oynuyorum bu oyunu. 'Dişi'ye gelecek olursak, tasarlarken Clarissa P. Estes’in büyük yankı uyandıran 'Kurtlarla Koşan Kadınlar' kitabından yola çıktım. Bu kitabın özünde ne anlatmak istediğini ve neden yazıldığını ortaya koymayı hedefleyen bir performans. Bu proje kapsamında iki film çektim; ses,kamera ve kurgu konusunda yavaş yavaş kendime güvenmeye başladım. 'Dişi'nin ekibi de çok kısa zamanda büyük iş çıkardı: Karahan Kadrman, Cansu Ergin, Sinan Sungur, Erdinç Öztan ve Şahin Canpolat büyük özveriyle yanımda oldu. Alışılmadık bir anlatım tercih ettiğim için baştan tereddüt etmiştim ama 'Dişi' için yurt dışından teklifler geliyor şimdi. Daha çok kadınla çalışmak ve bu projeyi geliştirmek arzusundayım. 'Camille'i de tekrar ayağa kaldırmaya karar verdim. Şu süreçte iyi olacağını, bu ülkenin kadınlarına iyi geleceğini düşünüyorum. Yanı sıra oyuncu olarak, yazar olarak, yönetmen olarak çeşitli derneklere ve oluşumlara gönüllü destek veriyorum. Hayvanları Koruma Derneği’nden feminist platformlara kadar uzanan bir çerçevede çok fazla etkinlik için davet alıyorum. Zamanım
elverdikçe hiçbirini geri çevirmiyorum. Yenikapı Tiyatrosu’nun çıkardığı kitaplara kapak oldum. Hâtta onlarla çok anlamlı bir sokak eylemi gerçekleştirdik. 'Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur' ve 'Faşizme Karşı Özgür Sanat' kitaplarını Gezi eylemleri sırasında gençlerin ellerinde görünce daha da umutlandım. Protest grup Art Diktatör’ün projelerine dansçı ve oyuncu olarak katkı sunuyorum. Çeşitli yayınlarda yazılarım çıkıyor; sinema öğrencileri ve bağımsız sinemacıların filmlerinde oynuyorum. Bu arada kısa filmler yapmaya ve sinemanın mutfağını az çok öğrenmeye gayret ediyorum. Didem Madak, İzmir’in yetiştirdiği çok değerli bir şair. Ölmeden önce yazdığı son şiirlerden birini film yaptım. Zorlu bir sürecin sonunda İzmirli yönetmen Ethem Onur Parlar sayesinde çekimleri tamamladım. Arkamda ona ait bir anı bırakmak istemiştim. Daha sonra, Didem Madak Sempozyumu’nun yapılacağını duydum ve '128 Dikişli' böylece ilk kez seyirciyle buluştu. Son olarak, filmin bu yıl İzmir Uluslararası Kısa Film Festivali’nde gösterileceğinin haberini aldım. Düzenlediğim atölyelerse çoğunlukla cesaret üzerine. Kadınlarla bir şeyler yapmayı çok önemsiyorum. Bisikletle köyleri dolaşıyorum ve köy meydanlarında kadınların hikâyelerini dinliyorum. Ben de onlara kendi hikâyelerimi anlatıyorum. Bu buluşmaları kayda alıyorum. Şu sıralar böyle bir performans dizisi üzerine çalışıyorum. Sonu nereye varır, onu hep birlikte göreceğiz. Ne yararı oluyor tüm bunların derseniz, bu çabama tanık olan İzmirli pek çok kadın arkadaşımın zincirlerini kırdığına tanık oluyorum. Şimdilerde, birçoğunun sergilerine gidiyoruz. İnanıyorum ki, kadın mücadelesine minicik bir katkı sunmak benimkisi ama hani bunun İzmir’den çıkmış olması çok da önemli mi, bilmiyorum. Umarım öyledir; çünkü bu ülkede çocuklarımıza bırakacağımız en değerli şey bu mücadele ruhu olacak. Seyirciyi çoğaltmak... Seyircimi nasıl daha fazla çoğaltırım konusuna kafa yoruyorum, sürekli. İşte ben de İzmir’de yaşayan böyle bir kadınım. Teşekkür ediyorum.
BİLEŞENLER
sanat çadırında oynadım. Kadını metalaştıran popülizmi eleştirdiğim 'Andyoloji:Bir Warhol Meseli'ni geliştirip yeni mekânlara taşımayı planlıyorum.
149
150 BİLEŞENLER
151
BİLEŞENLER
TİYATRO VİYA GÜNAY TOPRAK
Mansuroğlu Mah. Dumlupınar Cad. No: 42/A, Bayraklı, İzmir info@ tiyatroviya.net www.tiyatroviya.net (0232) 347 36 26 0 546 637 26 03
BİLEŞENLER
İzmir’de kurulduk; on altı yıllık geçmişi olan bir tiyatro grubuyuz. Sokakta tiyatro yaparak, Makine Mühendisleri Odası’nın desteğiyle yola çıktık: 'Kentin Oyuncuları'.
152
Başlarda bu işe sadece kültürel sanatsal bir aktivite olarak bakarken, zamanla kent kavramına kafa yormaya başladık. Bu konuya birinci elden müdahil olmak adına, on iki yıl boyunca sokakta tiyatro yaptık. Konak Belediyesi ile birlikte 'Mehmet Ulusoy - Sokakta Tiyatro Festivali'ni gerçekleştirdik. Kentle bütünleşemeyen, kente entegre olmakta zorluk çeken kitlelere ulaşmaya çalıştık. Merkez semtlerde ve ilçelerde de oyun sahnelemekle beraber, ağırlıklı olarak İzmir’in tüm çevre bölgelerini dolaştık. Tiyatro literatüründe iz bırakmış önemli yazarların oyunlarını sokağa uyarlayarak sahneledik. Bu oyunlar sayesinde, geniş kitleleri ticari olmayan sanatsal aktiviteler etrafında buluşturmayı başardık. Bu karşılıklı tanışma – öğrenme pratiği, bizim adımıza İzmir’in çok katmanlı sosyo kültürel yapısını zaman içerisinde derinlemesine deneyimleme şansını yarattı. Evet; bizim bir hikâyemiz vardı ama hep “bunu insanlara nasıl anlatacağız?”, “nasıl bir dil kullanacağız?” gibi sorulara cevap aradık. Bütün oyun çözümlemelerimizi bu soruların ışığında yaptık. 'Duvara Karşı Tiyatrosu' ve 'Yenikapı Tiyatrosu' ile beraber birçok festivalde sahne aldık. 'Türkiye Tiyatrolar Buluşması' gibi geniş katılımlı etkinlikleri çok önemsiyoruz. Farklı politik görüşlere ve yöntemlere sahip oluşumlar, müşterekler olarak zaman zaman biraraya gelmeyi deneyimlemenin hepimize fayda sağladığına inanıyoruz. Bu gibi işbirlikleri, üretimlerimizin kente daha kolay ulaşmasına ve kent sathına yayılmasına yardımcı oluyor. Tüm bu deneyimlerin ışığında, belki sınırlarımızı da zorlayarak, yurtiçi ve yurtdışındaki festival operatörlerine yönelik teklif çağrıları içeren projeler yazdık. Planladığımız bu etkinliklerin temel amacı, Türkiye ve Avrupa’da halk tiyatrosu, sokak tiyatrosu alanlarında faaliyet gösteren yapıları İzmir’de toplarlamak ve uluslararası partnerlerle karşılıklı deneyim değiş tokuşu sağlamaktı. Bu projeyi Alman, Fransız ve İtalyan ortaklarımızla beraber yürüttük; böylece biz de bu ülkelere gidip geleneksel tiyatromuza dair atölye çalışmaları yapma şansı yakaladık. İtalyan partnerimizin İzmir’de düzenlediği atölye çalışmasına yüzü
aşkın kişi katıldı. Ardından ortak bir oyun çıkardık; bu oyunu İzmir ve Almanya’da sahneledik. Toplamda sekiz topluluk, on altı gösterilik bir sokak tiyatrosu festivalini İzmir’e kazandırdık: '1. Uluslararası İzmir Sokak Tiyatrosu Festivali'. Şimdi bu festivalin ikincisine çalışıyoruz. İzmir’de kurulan sanatsal oluşumların en büyük sorunu sürdürülebilirlik. Kent belleğinde derin izler bırakabilecek uzun soluklu oluşumlar zor ortaya çıkıyor ve mevcut izler kolaylıkla siliniyor. Kent dediğimiz yapı, sürekli birbirinden farklı unsurları içine alarak gittikçe yayılan ve çekim merkezi olma özelliğine sahip bir organizma. Sürekli değişime uğramasından ötürü, kimyasının ve dokusunun bozulma tehlikesi var. Her şeyi sadece yerel yönetimlerden beklemek yersiz. Ancak, kentin sanatçılarıyla yerel yönetimlerin sürdürülebilir bir işbirliği çerçevesinde süreci yönetmeye katkı koyması gerekiyor. İdareciler değişebiliyor; asıl gereken, bu kentin ekonomisini yaratan sektörlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve yaratıcı mekanizmaların elini taşına altına koyması. Kendi olanaklarınızla bir noktaya kadar gelebiliyorsunuz. Meselâ çok emek verdiğiniz bir etkinliği dört kez düzenleyebiliyorsunuz ama bir noktada sürdüremiyorsunuz; veya Avrupa’dan bir kez fon alabiliyorsunuz. Sadece bu temel sorunu ortadan kaldırabilsek bile sürdürülebilirlik adına büyük yol kat edeceğiz. Bir kentin tiyatrosu olmak, sadece istemek ve iddia etmekle mümkün olmuyor. Zamanın içinde toplumsal olanı kavrayıp, kentliyle sürekli buluşmanın odak noktası hâline geldiğinizde ve kentsel alanda giderek genişleyen bir dinamik yarattığınızda, 'Kentin Tiyatrosu' kavramından söz etmeye başlayabilirsiniz. Biz, sahnede ve açık alanlardaki çalışmalarımızı bu bakış açısıyla sürdürüyoruz. 2014 - 15 sezonunda sahnelediğimiz ve İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından '2014 Tarihe Saygı Yerel Koruma Katkı Ödülünü'ne lâyık görülen, Hakan Bintepe’nin yazdığı 'Tulumbacılar – İzmir, Bir Yangın ve On Paralık Bir Aşk', kentin tiyatrosu olma yolunda bizim için önemli bir aşama. Çünkü İzmirli bir tiyatro olarak, bu oyunda şehrin binlerce yıllık geçmişinden bir dönemi mercek altına alıyoruz. 2015 - 16 sezonunda, 'Deli Kadın Hikâyeleri' adlı oyunu sah-
neleyeceğiz. Mine Söğüt’ün aynı adlı kitabında yer alan yirmi bir hikâyenin altısını oyunlaştırıp sahneye taşıdık. Bu oyun, kadına yönelik şiddet ve cinsel istismara dikkat çekmek, bu konuda toplumsal duyarlılığı artırmak adına repertuarımızda önemli bir yere sahip. Aynı sezonda açık ve kapalı sahnelerde oynayacağımız 'Kaptan Zencefil' adlı çocuk oyunumuzsa hedef yaş gruplarında iyilik ve kötülük kavramlarını tartışmaya açarken, çocuklara doğa ve deniz dünyasını tanıtmayı, deniz insanlarının serüven dolu yaşamı hakkında fikir vermeyi hedefliyor. Ayrıca bu oyun, kent kültürüne katkı sunmak adına İzmir’in bir deniz kenti olduğu duygusunu pekiştiriyor.
Tiyatro uygulamalarına devam edeceğiz. 'İnsan Hakları ve Kadına Yönelik Şiddet' temasını taşıyan ve seyircinin aktif katılımını sağlayan bu format, açık alanda uygulanması sebebiyle bir ilk teşkil ediyor. MEKAN TİYATRO: Bir Akdeniz hikayesi olan ve Kemeraltı Abacıoğlu Hanı’nda sahneleyeceğimiz Luigi Pirandello'nun 'Küp' oyunu, İtalyan ve İzmirli sanatçıların ortak ürünü olarak hazırlanıyor. 'Mekan Tiyatro' formatında açık alanda sahnelenecek bu çalışma, her yaştan ve her gruptan İzmirlileri bekliyor.
BİLEŞENLER
FORUM TİYATRO: İzmir’in merkez ve çevre ilçelerinde Forum
153
WE RE MIX HANDE ZERKİN & FATİH BİLGİN
handzerkin@gmail.com fatihbilging@gmail.com remixvideo.tumblr.com vimeo.com/fatihbilgin www.handezerkin.com
BİLEŞENLER
Hande ZERKİN Ege Üniversitesi Radyo TV – Sinema Bölümü mezunuyum. Ardından, D.E.Ü’de film tasarımı alanında tez verdim. Yaklaşık sekiz senedir bağımsız belgesel film projelerinde yönetmen ve görüntü yönetmeni olarak çalışıyorum.
154
FATİH BİLGİN M.S.Ü Sosyoloji Bölümü mezunuyum. Videoya ilgim, buluntu görüntülerin yeniden montajlanmasını kendine esas edinen 'mash up' ve 'remix' akımlarından haberdar olmamla başladı. Bu akımlara ilgi duymamın temel nedeni, malzemenin bedava olmasıydı. O zamanlar kamera bulmak kolay değildi, görsel malzemeler genellikle VHS veya Beta kasetlerdeydi ve bir şeyi kesip montajlamak için her şeyi aktarmak gerekiyordu. Hâlâ malzemenin işlenmesine dair bazı zorluklar var ama buluntu görüntüler elde etmek adına günümüzde sayısız kaynak var. Televizyondan çekebiliyorsunuz veya internetten indirebiliyorsunuz. Bu yöntemle üretmeye başlamak, beni kısa zamanda kurguya yönlendirdi; kurgu üzerine daha çok düşünmeye yöneltti. Sosyolojiyle uğraşırken sitüasyonist enternasyonal üzerine çalışmış ve akademik olarak neticelenmeyen bir tez hazırlamıştım. Mash Up ve remix olgusuyla bu konu arasında kimi bağlar olduğunu düşünüyorum. Remİks vİdeo kavramını ilk defa duyanların aklına genellikle pop müzik için yapılan remiksler geliyor. Türkiye’de remiks video kavramı henüz pek bilinmiyor. Çok özgürleştirici bir alan; çünkü hiçbir prodüksiyon aracına ve cihazına ihtiyacınız yok. İki şeye ihtiyacınız var: güçlü bir internet bağlantısı ve bir bilgisayar. Video yapıp kendini ifade etmek isteyen herkes için çok demokratik bir yöntem. Bu yaklaşımın en önemli özelliği, ana akım ürünü olan her şeyi ana akıma karşı kullanabilmenin yolunu açması.
tebiliriz. Mash up ve remiks yaklaşımın temel hareket noktası, iki farklı anlamı bir araya getirip, bunları birbiriyle çarpıştırıp, iç içe geçirip yeni ve üçüncü bir anlam ortaya koymak. Sitüasyonist enternasyonale göre bunu iki farklı şekilde ortaya koymak mümkün görünüyor: Anlamı ya etrafından dolaştırarak, dolandırarak ortaya koymak ya da alabildiğine dandikleştirerek yeniden üretmek. Bu yaklaşımların sistem karşıtı olduğu gayet net. Sistem karşıtı olanlar da genellikle varsıllar değil de yoksullar olduğu için hiçbir maliyeti olmayan bu üretim şeklinin neden bu kadar kolay yaygınlaştığını kolayca görebiliyoruz. Cep telefonuyla çektiğiniz görüntüler, televizyondan kopyaladıklarınız, atık videolar, buluntu görüntüler... Tümü bedava bu ürünler, malzeme temin etme adına size sonsuz olanak sağlıyor. Telif konusu, elbette bazı soru işaretleri içeren bir konu ama ahlâken başka birisinin, başka bir kurumun ürettiği bir görsel malzemeyi dönüştürmek için ne amaçla aldığınız üzerinde durmak gerekiyor. Ayrıca bir yapıtı yapıt yapan karakteristik kısımları koparıp almayı etik olarak uygun bulmuyoruz. Bu işi ticari bir amaçla yapmıyoruz; meselâ içinde marka geçen hiçbir görseli, ahlakên ve politik olarak duruşumuza ters gelen hiçbir malzemeyi alıntılamıyoruz. Ayrıca şuna inanıyoruz: Ödünç aldığımız bir materyalin nasıl bir şekilde işlendiğini görüntü sahibine izlettiğinizde ortaya çıkan ürünü beğenmesini sağlamanız gerekiyor. Remiks veya mash up; iyi bir video alıntıladığı filmdeki mevcut gücü kasten kullanmayan bir videodur ve herhangi birisi, bizim ürettiklerimizi de alıp remiksleyebilir.
Çoğu sinemacı, bu dünyaya dalarken ya buluntu görüntülerle bir şey ortaya çıkarmaya çalışıyor ya da belgesel çekmeye niyetlenerek işe koyuluyor. Birçok arkadaşımızın film çekmekle ilgili hayallerinin sektörel kurallara uydukça dönüştüğünü, aşındığını görüyoruz. Bizim uğraştığımız bu alanın sunduğu yöntemler itibariyle toplumda sanatın demokratik olarak üretilmesine ve tüketilmesine büyük katkı sağladığını düşünüyoruz. Biz de bu yaklaşımın içinden geliyoruz. Sonuçta, kimseye hizmet ettiğimizi düşünmüyoruz, bu işler toplumda alıcı bulduğu zaman hizmet etme durumu kendiliğinden ortaya çıkıyor.
Türkiye’deki festivaller genellikle yönetmenin bizzat çektiği filmleri tercih ediyor; bizim odaklandığımız bu alanları henüz tam olarak anlamlandıramadıklarını düşünüyoruz. Fatih’in remiks kategorisinde birincilik ödülüne layık görüldüğü Nordic Film Festivali’nde ilginç bir yöntem izlediler meselâ: Bu dalda yer alan katılımcılara otuz filmlik bir havuz sundular ve her katılımcıdan bu havuzdan remikslemesi için üç film seçmesini istediler. Dolayısıyla istendiğinde yaratıcı bir formül bulmak mümkün görünüyor, festivaller adına. 2014 yılında altı kadar remiks video ürettik ve bu videolar, on beşi yurtdışında olmak üzere, yirmiyi aşkın festivalde gösterildi. Bu organizasyonların neredeyse tamamının video art festivali formatında olduğunu söyleyebiliriz.
Kavramsal açıdan bakarsak, teknolojinin sağladığı olanaklar sayesinde her şeyin yeniden üretilebildiği bir çağda, bunların hepsine sanat yapıtı diyebiliriz. Bu videoları yeniden, defalarca üre-
Yaklaşık beş yıldır MODE İstanbul ile farklı birçok projede beraber çalışıyoruz. MODE İstanbul, görsel işitsel tüm medya araçlarını kullanarak kültürel diyaloğa katkıda bulunmak üzere her
Genellikle insan hakları, kentsel dönüşüm, kamusal alanın geri kazanımı konulu işler yapıyoruz. Son olarak 2015 İstanbul Onur Haftası’nın lansman videosunu ürettik. Bu seneki etkinliğin teması 'normâl'di. Ayrıca her yıl homofobik ve transfobik kişileri 'ödüllendiren' Hormonlu Domates Ödülleri’ne çalıştık. Sürekli atölye çalışmaları düzenleyerek bu iki yaklaşımın yaygınlaştırılmasına katkı sağlamayı hedefliyoruz.
BİLEŞENLER
sene Türkiye’de ve yurtdışında birçok önemli kuruluşla ortaklaşarak yerel, ulusal ve uluslararası ölçekte filmler, yaratıcı medya yapıtları üretiyor. Bununla da kalmayıp, ortaya çıkan üretimleri bir medya koleksiyonunda topluyor. Ayrıca kültür ve medya alanlarında proje geliştiriyor; seminerler, gösterimler, sergiler ve yaratıcı medya atölyeleri düzenliyor. Türkiye’nin ön planda yer alacağı uluslararası platformlar ve ağlar oluşturmayı, bahsi geçen alanlarda sanatçılara, sanat üretimine, kültürler ve jenerasyonlar arasındaki fikir dolaşımına katkıda bulunmayı hedefliyor.
155
YENİKAPI TİYATROSU ORÇUN MASATÇI
BİLEŞENLER
yenikapi@gmail.com www.yenikapitiyatrosu.com 0 541 312 91 74
156
Biz ağırlıklı olarak tiyatroların eylem birliğini savunan, on birinci yılı-
ler yapılması gerektiğine ve mevcut kültür merkezlerinin nasıl daha
nı kutlayan İzmirli bir topluluğuz. Kendimizi sosyalist ve feminist bir
etkili bir biçimde kullanılabileceğine, beklentilerimizin yerel yöne-
tiyatro grubu olarak ifade ediyoruz. Gerici, cinsiyetçi ve ırkçı yakla-
timlerle karşılıklı olup olmadığına dair çalışmalar yürüttük.
şımı olmayan her tiyatro topluluğuna sahnemizde, festivallerimizde
Diğer ilgi alanımız, İzmir’in köyleri. Kültürel aktivitelerle günlük köy
ve web sayfamızda yer veriyoruz. Bu web sayfası, aslında birleşik
yaşamına katkıda bulunmak bizim önceliklerimizden biri. İzmir sı-
dayanışma alanlarımızdan birisi. Sinop’tan Hakkari’ye, İzmir’den
nırları içerisinde yer alan hemen hemen her köyde oyun sahneledik.
İstanbul’a uzananan bir perspektifte, üniversite öğrencilerinin ağır-
Ayrıca Seferihisar, Mordoğan ve Dikili’de köy festivalleri gerçekleşti-
lıkta olduğu, yazarların da katkıda bulunduğu bir haber portalı gibi
riyoruz. Sadece oyun sahnelemiyoruz; atölye çalışmaları ve söyleşi-
çalışıyor.
ler de düzenliyoruz. Bu deneyimlerden biz de çok şey öğreniyoruz:
Dokuz yıldır, 'Türkiye Tiyatrolar Buluşması'nı düzenliyoruz. Bu bu-
Meselâ Seferihisar’da kurulumu devam eden Doğa Okulu’nun bir kö-
luşmaları özellikle İzmir’in ilçelerinde gerçekleştiriyoruz: Ürkmez,
yün turizm potansiyelini nasıl tetiklediğine, böylece ekolojik tarımın
Güzelbahçe, Seferihisar, Urla ve Dikili; bugüne kadar etkinliklerimi-
nasıl öne geçtiğine tanık olduk.
ze ev sahipliği yapan ilçelerin içinde ilk akla gelenler. Bu etkinlikleri
Kasım 2015’te, arıcılığı ve tarımı etkilediği için RES'lere karşı mü-
merkez ilçe ve semtlerde düzenlemiyor olmak, bizim kasıtlı seçimi-
cadele veren Dereköylülerle bir şenlik düzenledik. İzmir Büyükşehir
miz. Onuncu Türkiye Tiyatro Buluşmasının programı, Ocak - Şubat
Belediyesi’nin düzenlediği Bal Festivali’nde tanıştığımız köylülerin
gibi belli olacak. Üç yüz tiyatro üreticisinin ağırlanacağı festivale
bizden talebi üzerine ortaklaşa düzenlediğimiz Dereköy Şenliği'nin
katılımın çok yüksek olacağını tahmin ediyoruz.
ilerisi için çok önemli etkiler yaratacağını öngörüyoruz. Çeşme'de
Bu buluşmalardan Türkiye Tiyatrosu’na etki eden bazı sonuçlar çıkı-
dört yıl boyunca düzenlediğimiz festival, geçtiğimiz yıl ne yazık ki
yor: Örneğin 2010 yılında, sekiz ekibin girişimiyle 'Türkiye Tiyatro
gerçekleşmedi. Bu sezon, Ocak 2016’da yeni yönetimin vereceği
Güçbirliği Platformu' kuruldu. Kısa süreli ama önemli bir deneyimdi.
destekle festivalin her zamankinden daha etkin geçeceğine inanı-
Ardından 2013’te kurulan 'Tiyatro Platformu' ise alanı genişleten,
yoruz. Beş yıldır Mordoğan'da, Karaburun Belediyesi'nin desteğiyle
farklı tarzlarda faaliyet gösteren tiyatro gruplarını bir araya getiren;
düzenlenen 'Sokakta Tiyatro Festivali' ise 2016 yılında altıncı kez
TOBAV, TEB, TOMEB gibi yapıların desteğini alan bir oluşum. Bu
Karaburun köyleriyle buluşacak.
oluşum; Bursa’da Nilüfer Belediyesi’nin katkılarıyla 'Devlet Tiyatro
Aralık 2015’te ilkini düzenleyeceğimiz 'Polen Ünlü Tiyatro Belge-
Çalıştayı' yaptı. Bu çalıştayın ana konusu, TÜSAK tasarısının içeriği
selleri Festivali'nin ülkemiz açısından ciddi bir boşluğu dolduracağı
ve tiyatro alanında yaratacağı etkilerdi. Devlet Tiyatroları’nın bele-
inancındayız. Tiyatro belgeselleri üzerine ilk kez bir festival gerçek-
diyelere devredilerek Şehir Tiyatrosu’na dönüşmesi hâlinde nasıl
leşecek ve bu festival, Suruç katliamında hayatını kaybeden genç bir
bir modelle idare edilmesi gerekeceği, bu tasarıya nasıl ortaklaşa
kadın adına yapılacak. İzmir'in birçok noktasına yayılacak bu fes-
bir karşıduruş geliştirilebileceği tartışıldı. Bunun akabinde 'Sanatçı-
tivalin programını ve ayrıntılı bilgileri dileyenler web sayfamızdan
lar Girişimi' ve 'Tiyatro Platformu' olarak Türkiye Barolar Birliği ile
edinebilir.
beraber 'Hukuk ve Sanat Buluşması' düzenledik. Bu buluşmada ele
Yenikapı Tiyatrosu olarak tıpkı Polen Ünlü gibi kaybettiğimiz yüzler-
aldığımız temel noktalardan biri, hukuki hakları yasalarda açıkça tanımlanmış olmasına rağmen, Türkiye’nin birçok şehrinde sokakta sanat yapanlara dair baskıların nasıl önüne geçilebileceğiydi. Farklı siyasal görüşlerden ve sanat disiplininden onlarca insan bir araya gelip, hukuki yoldan bu baskılara karşı koymanın yöntemlerini aradı.
ce insana çok değer veriyor ve isimlerinin yaşatılması için mücadele ediyoruz. 2015 - 2016 sezonunda Berkin Elvan Çocuk Şenliği'nin ve Ahmet Atakan Sanat Şenliği’nin ikincisini hayata geçireceğiz. 2. Ethem Sarısülük Tiyatro Festivali’ni ise sanayi bölgesinde ve o bölgelere yakın salonlarda düzenlemeyi planlıyoruz. Kasım 2015’te Ali
Ardından, 'Yerel Yönetimler ve Sanat Sempozyumu' düzenledik. Bu
İsmail Korkmaz Futbol Turnuvası’nda İzmirli sporseverlerle üçüncü
sempozyumda kültürel aktivitelerin kamusal alanlara nasıl daha
kez buluştuk. İlk yıl otuz altı, ikinci yıl elli dört takımın katıldığı bu
etkin bir şekilde taşınabileceğine; Limontepe, Asarlık, Eski İzmir,
turnuva, seneye hayli çekişmeli geçecek gibi görünüyor. Çekişme
Gültepe, Yamanlar gibi yoksul mahallelerde ne tür sanatsal aktivite-
laf-ı güzaf tabii, her etkinliğimizde olduğu gibi bu turnuvada da
Yeni kitlelere ulaşmak, yeni kitleler yaratmak zorundayız. Bisiklet camialarımız ve olta balıkçılarımız buna bir örnek. Eğer kamusal alanları daha etkin kullanırsak, kendi yaptıklarımızdan halkı daha etkin bir şekilde haberdar edebilirsek, onları sadece izleyici olarak kabul etmeyip üretime de katabilirsek, kent kültürüne en büyük katkıyı sağlamış olacağız.
Kent kültürünün gelişimine yerleşik bir çalışma biçimiyle daha fazla cevap verebileceğimizi düşündüğümüz için, bu sene Metin Altıok Kültürevi’ni açtık. Birçok üretime ev sahipliği yapacak bu kültürevi, içinde Çağdaş Aydın Tiyatro Kütüphanesi’ni de barındırıyor. Tüm dostlarımızı bekleriz.
BİLEŞENLER
hedefimiz kapitalizmin kepaze rekabet kültürü yerine işçi sınıfının dayanışma kültürünü hayatın tam da göbeğine yerleştirmek.
157
158 BİLEŞENLER
159
BİLEŞENLER
BİLEŞENLER
YEŞİM DENİZHAN & ÇINAR ÇETİNCEVİZ
160
0507 004 6582 YEŞİM DENİZHAN 2010 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Anasanat Dalı Lisans Programı’nı bitirdim. Yüzde yetmiş oranında spastik engelliyim. Beş yaşından beri resimle ilgileniyorum. Engellilere yönelik sanat eğitimini ve kültürel faaliyetlerin yoğunlaştırılmasını çok önemsiyorum. 410 Arts’ta fotoğraf üzerine çalışıyoruz. Ayrıca İzmir Kent Konseyi’nde engellilere yönelik resim eğitimi veriyorum. Gözlemlediğim bir durum var: İzmir’de baştan sanat üretmek için kurulan pek çok atölye, sergileme alanı bir süre sonra ayakta kalabilmek adına kurs mekânına dönüşüp yaratıcı üretim pratiklerini terk ediyor. Biz sadece üretime ağırlık vermek istiyoruz. 410 Arts olarak sıradan bir işhanında faaliyet gösteriyoruz. İzole bir stüdyo yaratmak yerine, her türlü iş kolundan insanların varolduğu bir yerimiz olsun istedik. Bunun bizi beslediğini düşünüyoruz.
ÇINAR ÇETİNCEVİZ Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü’nden 2012’de mezun oldum. Bir dizide kamera arkası fotoğrafçılığı yapmıştım, tez projemi de bu fotoğraflardan oluşturdum. Sinema saniyede 24 karedir biliyorsunuz, ben de '24+1' adını verdiğim tezimde 25 adet fotoğraf kullandım; +1 ifadesini sanatçının kendi kişisel varlığına ithaf ederek. Mezuniyetin ardından yaklaşık bir sene İstanbul’da kaldım. Hem bu şehrin sanatçı camiasını, hem de ticari hayatını gözlemlemek istedim. Geçtiğimiz Ekim ayında ben İzmir’e döndükten sonra Yeşim ile beraber çalışmalarımızı sürdürmek üzere Çankaya’da bir stüdyo açtık. Hem kendi üretimlerimizi yapıyoruz, hem ticari işler gerçekleştiriyoruz.
161
BİLEŞENLER
{ MODELLER
VE STRATEJİLER
}
ANADOLU KÜLTÜR EYLEM ERTÜRK
MODELLER VE STRATEJİLER
eylemerturk@anadolukultur.org www.anadolukultur.org www.depoistanbul.net www.diyarbakirsanat.org www.yenifilmfonu.org www.cinemaplatform.org
164
Anadolu Kültür, 2002 yılında kurulmuş bir sivil toplum örgütü. Kültürlerarası diyalog, çeşitlilik, insan hakları gibi konular üzerine çalışıyor. Bu diyaloğu çoğunlukla sanat aracılığıyla kuruyor. Kısaca kendimden bahsedecek olursam, son on yıldır kültür yöneticiliği alanına doğru bir yönelimim oldu. Bu alanda proje üretiyor ve çalışıyorum; akademik çalışmalar yürütüyorum. Süreç, İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Kültür Yönetimi Programı’nda araştırma görevlisi olmamla başladı. 2010 yılından bu yana Bilgi Üniversitesi’nde bu kapsamda dersler veriyorum; ayrıca Anadolu Kültür’de Proje Geliştirme ve Kaynak Yaratma Koordinatörü olarak çalışıyorum. Bu kurumsal angajmanlarım dışında hayata geçirdiğim bağımsız projeler var. Bir dizi etkinliğin bir bölümünde koordinatör olarak görev aldım, bir bölümüneyse fikri destek verdim. Kimileri de aktivist olarak inisiyatif aldığım, kolektif yürüttüğümüz projeler. Biraz olsun, bu çeşitlikten bahsetmek istiyorum: Halen, Anadolu Kültür’ün çalışma alanı kapsamında benim kişisel olarak ilgilendiğim meselelerin odaklandığı alanlar benzer aslında. Sanatla sivil toplumun kesiştiği alanlara işaret eden, bu alanları genişletmeye hizmet eden projeler üzerine çalışıyoruz. Bu projelerden biri de İzmir’e kısmen temas etmemi sağlayan, 2009 yılında gerçekleştirilen Kültür Çalıştayı’ydı. O dönemde Serhan Ada’nın davetiyle İstanbul’dan gelip bir çalışma grubu oluşturmuş, çalıştay kapsamında gerçekleştirilen atölyelerin organizasyonunda yer almıştık. Ardından İzmir’deki kültür sanat ortamına dair küçük de olsa bir araştırma yapmıştık. O dönemden beri yürüttüğüm projelerin pek çoğunda İzmir’in bir lokasyon olarak yer alması, belki de bu yerinde gerçekleşmiş tanışıklığa dayanıyor. Bir şehri yerinde deneyimlemek, beraberinde o şehri ve dinamiklerini daha iyi tanımayı getiriyor. 2011 yılından bir örnek vereyim: Anadolu Kültür ile Bilgi Üniversitesi’nin ortaklaşa tasarladığı bir proje, Türkiye’de yerel kültür politikalarının geliştirilmesine yönelik stratejiler geliştirmeyi amaçlıyordu. Kitaplaşan bir çalışma oldu bu; bu yayının editörlüğünü üstlendim. Yurtdışından araştırmacılara yönelik İngilizce versiyonunuysa web ortamında paylaştık. Odaklandığımız konular daha çok yerele ilişkindi: “Belediyeler ve sivil toplum örgütleri için katılımcı bir yerel planlama stratejisi nasıl geliştirilebilir?” Bu gibi sorulardan yola çıktık. “Gerçekten yerel ihtiyaçlara yönelik bir kültürel alan formülasyonu mümkün mü? Bunun canlandırılması, daha aktif hale getirilebilmesi için neler
yapılabilir?” Bütün bunlara dair hem deneyim paylaşımını hedefleyen, hem de bu deneyimlerden ortaya çıkan bazı adımların formülize edildiği bir kitap oluşturmuştuk. Örneğin, gösteri sanatlarına odaklanmış bir inisiyatif vardı, araştırmamızın içerisinde. 2007 yılında kurulmuş, ancak 2012’de dernekleşme sürecinin sonunda kendisini feshedip yeniden bağımsız bir alana yönelmiş 'Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi'. Bu oluşumun hikâyesini, 2010’da İstanbul’un Avrupa Kültür Başkenti olduğu dönemde yükselen ivmenin bir parçası olarak değerlendirmek mümkün. Yerelden beslenmeye dair alternatif yollar düşünmek adına, Çağdaş Gösteri Sanatları Girişimi’nin hikâyesinin incelemeye değer olduğunu düşünüyorum. Halen aktif bir diğer projeden bahsedeyim: 'Siyah Bant'. Siyah Bant, sanatta sansür vakalarına odaklanan bir web sitesi olarak yola çıktı. 2011 yılından beri bizzat bu sürecin içerisindeyim ve danışma kurulunda görev yapıyorum. Başta devlet kaynaklı olmak üzere, mahalle baskısına kadar uzanan bir skalada kültür sanata müdahale şekillerinin dinamiklerini anlamaya çalışan ve bu konuda araştırmalar yapan bir bağımsız inisiyatif. İlk başta birkaç vakayla başlamıştık. Ardından sansürün çeşitli kademelerini ve boyutlarını sınıflandırıp, oto sansüre kadar ilerleyen bir çizgide tüm dinamikleri araştırır hale geldik. Son yıllardaysa özellikle sinema alanında bazı filmlerin eser işletme belgesi alamaması ve bundan dolayı festivallere katılamamasını, vizyona dahi girememesini ele alıyor Siyah Bant. Yoğun çalışmalar sonucu, bir kitap basabildik. Bu örnekler benim Eylem Ertürk olarak içerisinde yer aldığım bazı projeler. Anadolu Kültür bünyesindeki çalışmalarıma da değinmek isterim: Son beş yıldır bünyesinde yoğun çalışmalar yürüttüğüm bu kurum, 2002 yılından beri faâliyet gösteriyor. Anadolu Kültür’ün yapısı biraz ilginç. Kültür sanat alanından, sivil toplumdan ve iş dünyasından otuzu aşkın kişinin bir araya geldiği bir yapı. “İstanbul gibi büyükşehirler dışında kültür sanat alanındaki girişimlerin canlanmasına, üretimin ve paylaşımın artmasına dair neler yapılabilir?” sorusuna odaklanıp bu yapıyı kurmuşlar. Merkezimiz İstanbul’da; ayrıca 2002 yılında Diyarbakır’da açılmış bir sanat merkezi var. Anadolu Kültür’ün birincil olarak odaklandığı alan, Türkiye’de olabildiğince çok şehirden insanı bir araya getirmek ve ikincil olarak, bu katılımcıların bulunduğu
tan İle Kültür Sanat Diyaloğu', bir komşu ülkeyle sınır kapalıyken sadece devletler bazında değil; sivil toplum ve sanatçılar bazında nasıl iletişim kurulabileceğine dair olanakları görünür kılmayı hedefleyen bir program. Ayrıca, bu olanakların canlılığını nasıl koruyabileceğine dair formüller üretiyor.
İstanbul’daki ana mekâna ve iki kişilik bir yönetim birimini de içeren DSM’ye (Diyarbakır Sanat Merkezi) paralel olarak, Kars’ta da bir sanat merkezi açıldı ancak 2009 yılında belediye başkanlığının el değiştirmesi üzerine yerel yönetimle işbirliği sona erince bu merkez kapandı. 2009 yılındaysa DEPO faaliyete geçti. İstanbul’da Tophane bölgesinde konumlanmış bulunan DEPO, çok katlı ve galeriler içeren eski bir tütün deposu. Burada, Anadolu Kültür ile bağlantılı olarak, daha önce bahsettiğim doğrultuda sergiler ve etkinlikler gerçekleştiriliyor.
Bir de tüm bu coğrafi alanların dışında kalan 'Kültürel Çeşitlilik ve İnsan Hakları' adlı program var. Bu program kapsamında, Anadolu coğrafyasında binlerce yıldan bu yana yaşayagelen farklı halkların ve grupların kültürel mirasına ilişkin bilincin, farkındalığın arttırılmasına yönelik somut çalışmalar yapıyoruz.
Anadolu Kültür, son on üç yılda Türkiye’de kırktan fazla şehirde çalışma gerçekleştirmiş bir kurum. En aktif noktaları sayacak olursak, proje bazında Kars, Diyarbakır ve İstanbul önde geliyor. Bir süredir İzmir’de de projeler üretmeye başladık. İzmir ile diğer şehirleri, bu şehirlerdeki kültür üreticilerini bir araya getiren projeler bunlar. Batman, Mardin, Antakya ve Çanakkale ise odaklandığımız diğer lokasyonlar. Diğer kentlerde de münferit etkinlikler, konuşmalar, konserler ve gösterimler organize ettik. Üzerine odaklandığımız tek bir sanatsal disiplin yok. Çalışmalarımızın çok çeşitli alanlarda beraberce süregitmesini önemsiyoruz. Sinema, fotoğraf, müzik... Birbirinden farklı alanlara temas eden birçok proje gerçekleştirme yöntemini tercih ediyoruz. Tüm bunları toparlayan ve 'Anadolu’da Kültür Sanat Diyaloğu' adını verdiğimiz fikri çatının temel önceliği, farklı etnik yapılardan ve kültürlerden gelen insanların bir arada üretebileceği, deneyim kazanabileceği, bir şeyler düşünüp tartışabileceği alanlar açmak. Bizim için öncelikli olan, bu alanları düşünce bazında aktive etmekten çok, üretimlerin sergilendiği ve görünür kılındığı alanlar olarak harekete geçirmek. Türkiye dışından bazı şehirlerle de ortaklık içerisindeyiz. 'Avrupa İle Kültür Sanat Diyaloğu' programı kapsamında Avrupa’da belirlediğimiz kültür odaklı kimi şehirlerle Anadolu’nun kimi kentleri arasında partnerlikler yaratmaya yönelik projeler yürütüyoruz. Bunlar daha çok kültür yöneticilerini, aktivistleri ve sanatçıları biraraya getiren projeler. Nihai hedefse bu bileşenleri ortak bir üretim platformunda buluşturmak. Örneğin 'Ermenis-
Güncel projelerden de bahsetmek isterim: Örneğin, çocuk kitapları çalışması. Şimdiye kadar birbirinden farklı birçok çocuk kitabı projesi hayata geçirdik. Bu kitaplardan 'Beyoğlu Macerası', 'kentsel kültürel çeşitlilik ve miras' temasını öne çıkartıyor. Kitap, Taksim Meydanı’ndan çıkıp Tünel’e doğru ilerleyen bir rota kapsamında kilise, cami, meydandaki anıt gibi şehrin hafızasında ve kültürel belleğimizde yer etmiş mekânların ne ifade ettiğini çocuklara yönelik bir dille aktarıyor. Bu kitabın içeriğini geliştirirken Yapı Kredi Yayınları ve farklı gruplarla beraber çalıştık. Belirli sayıda kitabı ağırlıkla Beyoğlu bölgesinde yaşayan 8 - 12 yaş grubundaki çocuklara ücretsiz olarak dağıttık. Şimdilerde, onlarla beraber bu rotayı yarım günlük bir tur eşliğinde deneyimliyoruz. Bu yayın haricinde iki dilli çocuk kitapları ürettik: Türkçe - Kürtçe, Türkçe - Ermenice ve Türkçe - Yunanca gibi bu coğrafyaya ait dil çeşitliliğini pekiştiren çalışmalar yaptık. 2015’in başında hayata geçirdiğimiz bir diğer projeyse insan haklarıyla sanatın buluştuğu alana katkı sağlamasını umduğumuz 'Yeni Film Fonu'. İnsan hakları, kültürel miras ve çoğulculuk gibi alanlarda çalışan yeni ve genç yönetmenlere, film üreticilerine destek sağlayabilmek adına ortaya çıkmış bir fon bu. Türkiye’deki bağımsız film üretimini desteklemeye odaklanan bu projeye girişmemizin temel sebebi, ilgili bakanlığın sağladığı destekler dışında bu alanda çok fazla fon olanağının bulunmuyor olması. Üstelik bu destekler, belgesel ve kısa filmle ilgilenenler için daha da kıt. 'Yeni Film Fonu', bildiğimiz sinema fonları gibi çalışıyor. Yılda iki kez açık çağrıyla duyuruyoruz ve başvurular bağımsız bir jüri tarafından değerlendiriliyor. Çok cüzî, mütevazı bir katkı. Buna rağmen ilk yıl için oldukça fazla başvuru geldi. Bu başvurulardan anladığımız üzere, aslında görünürlüğü olmayan, görünürlük bulamayan büyük bir üretim potansiyeli var. Film üreticilerinin bu gibi küçük desteklere dahi
MODELLER VE STRATEJİLER
yerlerde kültürel üretime, yaratıcı potansiyellere katkıda bulunacak etkinlikler gerçekleştirmek. Atölye çalışmaları, araştırma projeleri, sergiler, söyleşiler ve yayınlar vasıtasıyla bu alanların genişlemesini sağlayabilecek ne tür aktivite varsa bunları deneyimleyerek projeler yürütmek.
165
MODELLER VE STRATEJİLER
166
ihtiyacı olduğunu gösteren net bir sonuçla karşı karşıyayız. Gelişmeleri www.yenifilmfonu.org adresinden takip edebilirsiniz. 'Yeni Fim Fonu'na ilk yıl için Avrupa Birliği’nden ve bazı bireysel destekçilerden kaynak sağladık. Bundan sonraki yıllarda da aynı yöntemlerle kaynak yaratabileceğimize inanıyorum. Ancak bu tip projelerde kaynağın kesintiye uğraması veya devamlılığın kesilmesi riski hep var. Aslında Anadolu Kültür olarak yürüttüğümüz bütün projeler için bu risk geçerli. Meselâ beş yıl boyunca yazdığımız, sürekli güncelleyip geliştirdiğimiz bazı projeleri kaynak bulamadığımız için rafa kaldırmış durumdayız. 'Ermenistan - Türkiye Kültür Diyaloğu' adını verdiğimiz program kapsamında son yıllarda hayata geçirdiğimiz işlerse çok çeşitli. Buradaki yapılanmayı biraz açmak istiyorum: Avrupa Birliği, bundan iki yıl önce 'Türkiye - Ermenistan Normalleştirme Süreci Destek Programı' adında bir program başlattı. Sadece bu iki ülkeden sivil toplum örgütlerinin başvurabileceği bir program bu. Bünyesinde Türkiye’den Anadolu Kültür, Hrant Dink Vakfı, Helsinki Yurttaşlar Derneği ve TEPAV’ı; Ermenistan’dan da dört kurumu barındırıyor. Program sadece kültür sanata odaklanmıyor; ticari ilişkiler gibi alanları da içeriyor. Konsorsiyum deniyor bu çatıya. Bu konsorsiyum içerisinde sanata yakın duran kurum biziz. Buradan hareketle iki proje hayata geçirdik: İlki, 'Türkiye - Ermenistan Sinema Platformu'. İki ülkeden bağımsız sinemacıları yılda iki kere, İstanbul Film Festivali ve Ermenistan Altın Kayısı Film Festivali’nde buluşturarak kimi atölye çalışmaları gerçekleştirdik. Bu atölye çalışmaları sırasında film sunumları yapıldı, forumlar düzenlendi ve sonrasında bir destek fonu açıldı. Bu fonun ve çalışmaların varlık sebebi, normalleştirme sürecine hizmet etmek ve diyaloğu geliştirecek yapımlara yönelik bir görünürlük sağlamak. Bir kereye mahsus gerçekleştirmek üzere yola çıktığımız ama ardından devam ettirmeye karar verdiğimiz bir diğer projeyse
'Yaratıcı Eylem ve Toplumsal Hareketler Atölyesi'. Mart 2015’te başlayan ve sanatçılarla aktivistleri biraraya getiren bu proje, baştan sadece iki ülkeden katılımcılara açıktı fakat bugün itibariyle projenin bölgesel olarak Türkiye içerisinde geliştirilip, çeşitlendirilebilir olduğunu düşünüyoruz. Bu proje sürecinde ortaya çıkan sinerjinin ve deneyim paylaşımına dair çıktıların, uzun vadede çok etkileyici sonuçlar ortaya çıkaracağı kanaatine vardık. Ayrıca, Türkiye - Avrupa işbirliği çerçevesinde TANDEM Kültür Yöneticileri Değişim Programı’nın bir parçasıyız. TANDEM; 2011’de faaliyetlerine başlamış AB kapsamlı, uluslararası bir oluşum. Bu oluşum, paydaşlarına ve potansiyel katılımcılara açık çağrılar yapıyor ve böylece Türkiye’den, Avrupa’dan belirli bir kuruma veya inisiyatife bağlı çalışan kültür yöneticilerini birbirine bağlayan bir ağ kuruyor. Bu ağ, her yıl yeni katılımlarla genişliyor. Kültür yöneticisi tanımı, bu noktada olabildiğince geniş tutuluyor. Bir dergide veya bir tiyatro grubunda çalışıyor olabilirsiniz meselâ. Başvuru sonrası seçilirseniz, çeşitli toplantılara katılıp bu diyaloğun bir parçası olabiliyorsunuz. Avrupa ve Türkiye’nin çeşitli şehirlerinde gerçekleştirilen bu toplantılarda, seçilen partner adayları ortak projeler üretip bunları hayata geçirmek adına diyaloğa giriyor. Ardından şehirlerarası ortak projeler geliştiriliyor. Halen devam etmekte olan bir süreç ve İzmir’den her yıl katılım alıyoruz. Son olarak, yine İzmir’in içerisinde olduğu BAK projesinden bahsetmek isterim: 'Hatırlamak ve Anlatmak İçin Şehre Bak' (BAK), 2012 yılında başlattığımız bir program. İlk turda İzmir, Çanakkale, Diyarbakır, Batman arasında bir güzergâh izledik. Bu çalışma tamamlandıktan sonra çeşitli şehirleri gezen sergiler oldu; sergileri içeren, süreci ve programı anlatan bir kitap basıldı. İkinci turda katılımcı şehir sayısını artırdık, ona çıkardık. BAK’ın mantığını şöyle özetleyebilirim: Türkiye içinde farklı kül-
İKPG, BU AŞAMADAN SONRA NASIL BİR MODEL BENİMSEYEREK İLERLEYEBİLİR? İKPG bünyesinde çok çeşitli ilgi odakları ve üretim alanları var. Buradaki kapsayıcılığın sınırlarını tarif etmek gerekebilir. Örneğin İKPG, zamanla bu ağa eklemlenmeyi arzu edecek diğer çatılara açık olacak mı? Ne tür çatılara açık olacak? Kim ne şekilde bu oluşumun bir parçası olmak istiyor? Bu soruyu bileşenlerle beraberce cevaplamak lazım. Olabildiğince bağımsız davranan bir ağ kurmak lazım. Meselâ başlarda Google groups veya Facebook üzerinden bir iletişim
platformu kurmak ve bu platformu kendiliğinden gerçekleşecek katılımların sonucunda bir zemine oturtmak, bana daha doğru tınlıyor. Önce buradan ortak bir ses çıkmaya başlasın ve talepler de o doğrultuda gelişsin. Baştan gayet iyi niyetli çabalarla kurulan çoğu çatı yapılanmasının orta vadede dağıldığına tanık oluyoruz. O yüzden önce içeriği belirlemek, yapılanma modelini netleştirme işini de sonraya bırakmak gerekiyor. Herkes bağımsız olarak sanat üretmek istiyor ama bürokratik işlemlerde, kurumsallaşmanın dayattığı zorunluluklarda boğulmak istemiyor. Ancak bir yandan 'kültür yöneticisi' adı verilen ve bazıları tarafından hiç sevilmeyen bir uzmanlık alanı, bir kimlik var. Gün geçtikçe, bu alanda çalışanlar sayıca fazlalaşıyor. Bir projenin iletişim stratejisini belirleyecek, bürokratik koşturmasında rol üstlenecek ve genel koşuşturmaya dair tempoyu sanatçıların kendisinden daha verimli bir şekilde yönetecek yapılara veya kişilere yönelik bir ihtiyaç mevcut. Benim kanım, İKPG’nin kendisini bu rolleri üstlenen bir organizatör çatı olarak tanımlamaktan şiddetle kaçınması. Orada başka türlü sorunlar, aşılması gereken başka problemler ortaya çıkar. Örneğin fotoğraf üzerine bir proje var diyelim ve buna uygun bir destek programı olduğunu varsayalım. Bu ilan edildiği anda İKPG çatısı altında bir araya gelmiş tüm bileşenlerin bu destek programına başvurma hakkı ve talebi doğar. Doğacaktır ve bu doğaldır. Herkes bu bütçeden bir pay almayı umar ve talep ederken ortaya o desteği kimin alması gerektiğine, bu desteğin nasıl paylaştırılacağına dair meseleler çıkar. İstanbul’da, Çağdaş Gösteri Sanatları Merkezi’nde buna çok benzer bir deneyimimiz oldu. Yola bir iletişim platformu olarak çıktık, bir süre sonra herkes fonlara başvururak proje yapmak istedi. O sebeple dernekleştik, hâtta dernekleştikten sonra birkaç projeyi hayata geçirdik. Baştan ortak bir strateji belirlememize rağmen olayın tıkandığı yer şurası oldu: Bu gibi yapılar, bürokratik alana adım attığında hantalla-
MODELLER VE STRATEJİLER
türlerin, farklı geçmişlerin varlığından hep bahsediyoruz ama olaya şehirler bazında baktığımızda bu ülkede birbirinden çok uzak kalmış, birbirinden çok uzağa düşmüş kentler var. Birbirini sadece medyanın lanse ettiği imgeler veya sözel anlatılar üzerinden dolaylı olarak tanıyan, tanımlayan insanlar yaşıyor bu şehirlerde. Oysa doğrudan birbirine temas etmek ve birbirini tanıyıp anlayabilmek çok önemli bir deneyim. Bu diyaloğun özellikle genç yaşta başlamasının elzem olduğunu düşündüğümüz için BAK projesini çok önemsiyoruz. İki eksen öne çıkıyor: Doğu ve Batı üzerinden, Diyarbakır – İzmir hattı. BAK güzergâhında bulunan şehirlerde yaşayan, yirmili yaşlarını süren, temelde fotoğraf ve video sanatıyla ilgilenen gençlere açık çağrı yapıyoruz. Başvuranlar arasından seçilenleri bir yıllık beraber çalışma sürecine davet ediyoruz. Bu gençler önce İzmir’de, sonra Diyarbakır’da ve zaman zaman İstanbul’da toplu olarak veya küçük gruplar hâlinde bir araya geliyor. Hem ilgi alanlarına ilişkin uzman kişilerden eğitim alıyorlar; hem de sürecin prodüksiyon aşaması devreye girdiğinde üretime odaklanan bir pratiğin parçası oluyorlar. Proje tamamlandığında ikili ya da üçlü gruplar hâlinde ürettikleri kısa filmleri, video işlerini ve fotoğrafları sergiliyorlar.
167
168 MODELLER VE STRATEJİLER
Her bileşen, bir süre sonra haklı sebepler öne sürerek kendi projesini bu kurumsal yapı üzerinden hayata geçirmeye çalışabilir. Bu gidişatı yoluna koymaya dair üzerinde uzlaşılabilecek tek çözüm, tüm bileşenleri içerecek bir çatı proje yaratmak gibi görünüyor. İş o noktaya gelince, büyük bir etkinlik tasarlamak gerekiyor ve bu da daha farklı türden bir efor harcamayı zorunlu kılıyor. Ayrıca böylesine büyük bir çatının dışarıdan nasıl algılandığına ilişkin genel bir imaj çalışması yaratmak, bir iletişim stratejisi geliştirmek günün birinde zorunlu hâle gelecektir. Festival veya çalıştay formatında düzenlenecek, tüm bileşenlerin organizasyonun içinde yer alabileceği türden bir etkinlik düzenlemek, çatının görünürlüğünü sağlamak adına daha mümkün görünüyor. Böyle bir çatı altında bileşenlerin kendisine yönelik fayda beklentisi içine girmesi elbette normal ancak böylesine çatılar sadece genele hizmet edebilir. Bu tür çatı yapıların, dünyanın pek çok yerinde sağlıklı bir şekilde işlemekte olduğunu düşünürsek, karşılıklı yardımlaşma ve dayanışma, ortak amaçlara ulaşmak adına büyük önem taşıyor. İKPG’nin her bileşenin projesini hayata geçirmeye yönelik çaba sarfetmesindense bileşenlerin ihtiyaç duyduğu alanlarda pedagojik altyapı sağlamayı önceliğe alabileceğini düşünüyorum. Bileşenlere yönelik eğitimler, atölye çalışmaları düzenleyebilirsiniz. Kültür yönetişimine, kaynak yaratmaya, izleyici geliştirmeye, örgütlenme deneyimlerine ilişkin eğitim çalışmaları ilk akla gelenler. Bu başlıklar altında, konusunda uzman kişilerin katılımıyla bir veya iki günlük ya da dönemlik çalıştaylar tasarlayabilirsiniz. Bu bilgilendirme eğitimleri iki aşamalı olmalı. Eğitim aşamasını pratik uygulama aşaması takip etmeli ve eğitimlere başvuracak bileşenlerin mutlaka her iki aşamaya birden katılması zorunlu olmalı. Ardından, kazanımlar ortaklaşa bir birimde değerlendirilmeli. Ayrıca bu eğitimler ve pratikler kaydedilmeli, belgelenmeli ve açık kaynaklardan paylaşılmalı. İKPG’nin beni konuk ettiği iki toplantıda bileşenlerin kendi projelerini sergilemek için daha çok alana, yeni mekânlara ihtiyaç duyduğuna tanık oldum. Belki de İKPG’nin zamanla müştereklerin ortaklaşa kullanabileceği bir alan / mekân oluşturabileceği gündeme geldi: Bu mekânı hayata geçirmek için farklı modeller söz konusu olabilir. Avrupa’da örneklerini gördüğümüz müzik, tasarım, film, fotoğraf üreten ve kültür endüstrisinde çalışan bireylerin ortaklaşa kiraladığı, hibe olarak aldığı veya onlara tahsis edilmiş mekânlar var. Ofis olarak da işlev görebilen bu mekânların çevresinde örgütlenmiş sanatçıların özellikle o bölgedeki gençlerle kültürel diyaloglar kurduğu, iletişim içerisine girip beraber proje ürettiği modeller var. Bu modeller kapsamlı olarak incelenmeli. Mekân için fon başvurusu söz konusu olamaz. Söz konusu hibeler ve kısmi destek fonları genelde proje bazlı gelişir veya belli türden projelere yönelik tahsis edilir. Mekân tahsisi için ancak özel sektör, bir hayırsever veya bir vakıf devreye girebilir. Dolayısıyla herhangi bir kurumdan veya yerel yönetimden kalıcı mekân talep etmek, pek olanaklı bir yöntem gibi görün-
müyor. Ancak şu olabilir: Kentte kullanım dışı olan kimi yapılar, sürdürülebilir ve verimli planlanmış projeler çerçevesinde bir sözleşmenin bağlayıcılığında bu gibi çatı yapılanmalarına uzun vadeli olarak tahsis edilebilir. Bu çatı yapılanmaları, işte o kertede mekânı organize etmek ve işletmesini döndürebilmek için yurtiçinden ve / veya yurtdışından fonlara başvurup ödenek arayabilir. Bu mekânlar daha sivil bir alan gibi kullanabilir mi? Buna da şöyle bir örnek verebilirim: İstanbul Bilgi Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren 'Sosyal Kuluçka Merkezi'nin çalışma modelini incelemek, bu tip örgütlenmelere ilgi duyan herkes için faydalı olabilir. Adı üzerinde; Sosyal Kuluçka Merkezi henüz yolun başındaki inisiyatiflere ve kollektiflere geliştirdikleri projelerin kuluçka dönemi için bir yıllık mekân sağlıyor. Bu da bir model. Sanattan çok sivil toplum alanına denk gelen bir model ama neden sanatsal üretimler için geçerli olmasın? Örgütlenmenin temel dinamikleri gereği, sürekli toplanmak bir noktadan sonra çok fazla geribildirim sağlamayabilir. İnancı besleyecek ve ortaklaşa çalışma gücünü artıracak kazanımlar yaratmak çok önemli. İşbirliği yapabilecek insanlarla biraraya gelmek ve tanışmak, yeni bilgilere ve olanaklara erişmek, farklı deneyimlere tanık olmak, bence cesareti ve ileriye doğru adım atma isteğini mutlaka ateşleyecektir.
MODELLER VE STRATEJİLER
şıyor ve ilk dönemlerdeki esnekliğini, fırsat eşitliği yaratan özgürlükçü bakışını hızla kaybetmeye başlıyor.
169
SOSYAL KULUÇKA MERKEZİ YÖRÜK KURTARAN
MODELLER VE STRATEJİLER
yoruk.kurtaran@bilgi.edu.tr
170
" yorukkurtaran www.sosyalkulucka.bilgi.edu.tr
İKPG’nin daveti üzerine, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi bünyesinde faaliyet gösteren Sosyal Kuluçka Merkezi’nden geliyorum. 2003’ten bu yana faaliyetine devam eden Sivil Toplum Çalışmaları Merkezi, çoğu akademik kökene sahip yaklaşık on beş kişilik bir kadroya sahip. Temel derdi, üniversitenin imkânlarını kullanıp özellikle hak temelli çalışan sivil toplum kuruluşları ve yurttaş inisiyatifleriyle çeşitli işler başarmak.
dayatılan sisteme uymaya çalışıyor. İlkokul, ortaokul, lise ve üniversite; sistemin tüm unsurları için bu tespitin geçerli olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
Biz bu işe nasıl giriştik; biraz ondan bahsetmek isterim. Bildiğiniz üzere Türkiye’de kültür, kadın hakları, bellek, şiddet gibi farklı alanlarda faaliyet gösteren pek çok kooperatif, inisiyatif, dernek var. Gezi’den sonra bazı gözlemler yaptık ve kimi tespitler ortaya çıkardık: Bu ülkenin vazgeçemediği bazı ezberleri var. Meselâ, 'eğitim şart'. Bu yaklaşımı her birey için aynı çerçeveye oturttuğunuzda ve bunu dayatmacı bir forma sokup lanse ettiğinizde aslında bir fabrika sistemi gibi standartlaştırmış oluyorsunuz. Bu standartlaştırmanın izinde yürüyüp tanımlamalar ve gereklilikler ürettiğinizde farklı biçimlerde öğrenebilen insanlar,
üç oluşum başvurdu; danışma kurulumuz bunların içinden on üçünü seçti. Danışma kurulunda Helsinki Yurttaşlar Derneği koordinatörü Emel Kurma, Galatasaray Üniversitesi’nden Ahmet İnsel, Sabancı Üniversitesi’nden Fuat Keyman, Brookings Enstitüsü’nden Hakan Altınay, AB destekli Sivil Düşün’den Cengiz Çiftçi, Balkanlar’da faaliyet gösteren TACSO adlı sivil toplum ağının koordinatörü Neslihan Özgüneş gibi isimler yer alıyor. Danışma kurulunun özellikle bu alanda çalışan insanlardan oluşmuyor olması şu açıdan önemli: Bizim gibi bireylerin yıllar içerisinde sivil toplum kuruluşlarıyla yoğunlaşmış bir ilişkisi var.
Geçtiğimiz on sene içerisinde STK’larla çalışırken çeşitli eğitimler yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Bu süreç içinde şöyle bir şey gözlemledik: Metropol insanının çok farklı ihtiyaçları var ve bu ihtiyaçlar çerçevesinde örgütlenen birbirinden farklı çok insan var. Her oluşumun odaklandığı konuyla ilgili yoğurdu yiyişi STÇM, işlerini birbiriyle bağlantılı çalışan alt birimler üzerinden farklı. Dolayısıyla öyle standart paketlerle bu tür yapılanmaları yürütüyor. Örneğin 'STK Eğitim ve Araştırma Birimi', hem yüz desteklemek çok da kolay değil artık. Elbette o yoldan yürümeyi yüze; hem de uzaktan öğrenimle 2003’ten beri onlarca program yeğleyen kurumlar var ve o yoldan yürümeye devam etmenin de üretmiş bir alt birim. Hibelerle varlığını sürdüren bu yapının getirdiği faydaları yadsıyamayız. Buna karşın ortaya çıkan yeni temel uğraş alanı, sivil toplum kuruluşlarının kapasitesini geliş- ihtiyaçları gidermeye çalışan yeni tür yapılanmalara gerçekten tirmek. Ağırlıklı olarak eğitimler düzenleyerek ilerliyor. 'Çocuk destek vermek istiyorsak, bu yapılanmalara özel elbiseler biçÇalışmaları Birimi', çocuk hakları üzerine çalışan STK’larla ye- memiz gerekiyor. “Proje böyle yürütülür, böyle anlatılır” diyorsunilikçi işler yapıyor. Meselâ çocukların oynayarak öğrenmesini nuz ama anlattıklarınız karşıya ulaşmıyor. O yüzden dedik ki; sağlayan çeşitli kutu oyunları tasarlıyor ve çocuk haklarıyla “bu işi yüz yüze, zamana yayarak yapmak gerekiyor ve bu yapılara ilgili platformlara destek veriyor. 'Gençlik Çalışmaları Birimi', kaliteli hizmet vermek, direkt ilişki kanalları sunmak lâzım”. 'EğiTürkiye’de gençlik kuruluşlarıyla gençlik hakları konusunda tim şart' ekolü, insanların kendi yaşamlarını yürütebilmesiyle işler yapıyor. Odaklandığı alan, esas hedef kitlesi gençler olan ilgili onlara dışarıdan bilgi sunmaya dayanıyor. Oysa o bilgi STK’lar. Bu birim, toplumsal alanın her kesiminden dışlanmış artık her yerde. Arayan, ihtiyacı olan herkes bilgiye kolaylıkla gençlerin biraraya gelip oluşturduğu yapıların kapasitesinin ulaşabiliyor. Bu noktaya varınca, "bir mekânımız olsun; bireyler geliştirilmesi, bunların muhtelif ağ yapılanmaları kapsamında ve STK’lar bu mekâna serbestçe gidip gelebilsin" istedik. Bu mekân birbiriyle irtibatlandırılması üzerine yoğunlaşmış durumda. hakikaten onların olsun. Birbirlerinden de bir şeyler öğrensinler, Aynı merkezin yürüttüğü bir de Yüksek Lisans Programı mevcut. deneyim paylaşsınlar; biz de bu sürece bir şekilde katkı yapmaBenim İKPG’ye davet edilmeme vesile olan Sosyal Kuluçka Mer- ya çalışalım. kezi ise 2014’te kuruldu. Bilgi Üniversitesi’nin Santral İstanbul Kooperatif, inisiyatif veya dernek fark etmiyor; bu yapıların kampüsüne konumlanmış, cam ağırlıklı bir mimari yapıya sahip, tamamıyla çalışıyoruz. “Özellikle ve mutlaka tüzel kişiliği olsun” altmış kişi kapasiteli toplantı salonu olarak görev görebilen bir diye bir derdimiz yok. Model şunun üzerine kurulu: Her altı mekân. Mekânı tekerlekli modüller vasıtasıyla ihtiyaca göre dü- ayda bir internet ve sosyal medya kanalları üzerinden bir açık zenleyebiliyoruz. On beş dakikada toplantı düzeninden ofis düze- çağrı yapıyoruz ve STK’lardan, sivil yurttaş inisiyatiflerinden nine geçebilen son derece esnek bir yapısı var. başvuru formunu doldurmasını talep ediyoruz. İlkine seksen
Diyelim ki seksen oluşum başvurdu; biz içeride bu başvuru sayısını yirmi beşe indiriyoruz. Danışma kurulu da bu yirmi beş başvuru arasından onunu seçiyor. Seçim tamamlandıktan sonra süreç şöyle işliyor: Seçilen her oluşumdan bir çalışma planı talep ediyoruz ve altı ay boyunca bu planı uygulamaları için onlarla yüzyüze çalışıyoruz. Planın hazırlık sürecine de destek veriyoruz. Ardından, bu stratejik planları nasıl hayata geçirecekleriyle ilgili olarak her kuruma özel bir program tasarlıyoruz. Bu program, çeşitli eğitimlerden ve atölye çalışmalarından oluşuyor. Ayrıca, seçilen oluşumların birbirleriyle deneyim paylaşımı yapabilmesini gözetiyoruz. Her oluşuma 1000 TL tutarında bir hibe veriyoruz. Bu hibeyi istedikleri gibi kullanabiliyorlar. İster “bizim bir elemanımız var, onun maaşına ayda 100 lira katkı yapmak istiyoruz” diyebilirler; isterlerse o parayla gidip bir bilgisayar satın alabilirler. Onların parası; nasıl harcayacaklarına kendileri karar veriyor. Ofis de onların ofisi; yani “onların ofisi” derken hakikaten öyle: Her oluşuma ofisin anahtarını veriyoruz; kampüs kuralları çerçevesinde 7 gün 24 saat ofise girip çıkabiliyorlar. “Mutlaka orada bir çalışan olması lâzım” diyebilirsiniz ama biz öyle bir modelle çalışmıyoruz. Her kuruma eşyalarını depolayabilecekleri kilitli bir dolap temin ediyoruz. Ofisin donanımlarını kullanarak büyük toplantılar organize edebiliyorlar. Takvim yönetimi için Google’ı ve Facebook grubumuzun sayfasını kullanıyoruz. Kısacası, bu yapıların aynı ortamı paylaşarak birbirlerinden bir şeyler öğrenmesine yönelik olarak mekânı beslemeye çalışıyoruz. Şöyle bir şey yok hakikaten: “Mekân var, talep var; haydi buyurun bakalım”. Bu yapıların neye ihtiyacı varsa onu gidermeye yönelik destek sağlıyoruz. Bazen bir yapı diğerinin sorununa çözüm yaratıyor. İşte o karşılıklı ilişkiyi kurabilecekleri, birbirlerinin sorunlarına çözüm bulabilecekleri sinerjiyi yaratmaya yönelik alanlar açıyoruz. Kurumlar, üniversitenin diğer mekânlarını da
kullanabiliyor. Meselâ, yüz kişilik bir konferans düzenlenecekse yönetimle ilişkiye geçiyoruz ve o konferansı okulun salonunda ücret ödemeden gerçekleştirebiliyorlar. Yine bizim üzerimizden okulun farklı mekânlarına ulaşabiliyorlar. SKM’nin işleyiş modelinde mentorluk, yani akıl danışmanlığı önemli bir rol oynuyor. Her yapıyı bir mentorla eşleştiriyoruz. Çalışma modelimizin en iyi işleyen kısımlarından biri bu. Mentorluk Türkiye’de çok bilinen bir kavram değil; açıkçası biz de uygularken öğreniyoruz. Bizim eğitim anlayışımızda mentorluk kavramının neredeyse hiç yeri yok; olmamış. Türkiye’deki eğitim sistemi tamamen deklare etmek üzerine kurulduğu için mentorluk müessesesi doğal olarak o sistemin içinde çalışmıyor. Çünkü mentor; o yapılarla beraber düşünebilen, yol göstericisi olduğu yapının ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olarak her zaman kolayca ulaşılabilen, yapılara bir şey empoze etmekten kaçınan bir figür olarak görev görüyor. Çok meşgûl kişilerden ziyade, buna zaman ayırabilen ve kendi alanında tecrübe sahibi kişileri tercih ediyoruz. Örneğin “LGBTİ sorunlarıyla ilgilenen birini bu alanda çalışan bir dernekle eşleştirelim” şeklinde ilerlemiyoruz. O yapının örgütsel ihtiyacı neyse onu gidermeye yönelik mentorları buluyoruz. Mentorluk açısından bu eşleştirme çok kritik bir şey; çünkü hem o yapıyla aynı dili konuşması gerekiyor, hem de o yapının belirgin bir ihtiyacını gidermeye yönelik uzmanlığa sahip olması lâzım. Ayrıca, mentorluk çok tehlikeli bir alan. O kişiye çok doğru kullanılması gereken bir ünvan veriyorsunuz. Bu ülkede herhangi birine apolet taktığınızda, “sen artık bu oldun” dediğiniz andan itibaren yandınız. Çünkü genellikle son kertede o kişi kendisine bir ünvan bahşedildiğine inanıp öyle davranmaya başlıyor. O yüzden hakikaten korka korka yapılacak bir iş. Bu sistemle yaklaşık on iki yapıyı destekliyoruz. Bu yapılardan kimisi mentorla haftada iki saat ilişki kuruyor; kimisi ayda altı saat ilişki kuruyor, bazen de günde sekiz saat ilişki kurarak işi götürüyor. Kimi mentorlardan ev sahipliği yaparak desteklediğimiz kuruluşların ortak ihtiyaçlarına yönelik atölyeler ve eğitimler düzenlemesini
MODELLER VE STRATEJİLER
O ilişkiler ağı içerisinde nihai seçimi biz yaparsak başka dertlerle yüzleşmek durumunda kalırız. O yüzden seçimi danışma kuruluna bıraktık.
171
zim de 2003’ten bu yana deneyimlediğimiz bir durum bu. Önümüzdeki dönemde küresel finansal krizin sonucu olarak bu tür kaynaklar daha da daralacak. Burada karşımıza iki seçenek çıkıyor: Mevcut koşullara rağmen kâr marjını yükseltmiş şirketlere gitmek ama o şirketlerle iş yapmanın bir bedeli var. Bu bedeli ödemek ister misiniz? İstemez misiniz?; işte o bir mesele. Bu bedeli ödemek isteyen kurumlar var, istemeyen kurumlar var. İkinci seçenek, kendi ilişki ağına dönüp kişisel bağış talep etmek. O zaman da bu bağışları organize etmekle ilgili hummalı bir çalışmaya girişmek gerekiyor.
MODELLER VE STRATEJİLER
talep ediyoruz; sağolsun bize yardımcı oluyorlar.
172
Bazı kurumları yatay kesen ihtiyaçlar var. Mentorları da temelde bu ihtiyaçları karşılamak üzere seçiyoruz. Örneğin: RUSİHAK (Ruh Sağlığında İnsan Hakları Girişimi), çok özel bir alanda faaliyet yürütüyor ve Türkiye’de bu alanda çalışan tek STK. Etrafta şizofren bir arkadaşınız varsa ve başına bir iş gelirse başvuracağınız tek adres RUSİHAK. Şizofren bireylerin kanuni anlamda başına bir iş geldiğinde konuya müdahil olup bu insanlara psikolojik, hukuki destek sağlıyorlar ve onların lehine bazı kazanımlar elde etmeye çalışıyorlar. Bunu hem politik düzeyde yapıyorlar, hem de gerçek durumlara müdahale ediyorlar. Bu oluşuma baktığınız zaman hapishanelerle ve avukat ağlarıyla çok güçlü teması olan bir yapı görüyorsunuz. Yaklaşık sekiz senedir bu alanda çalışıyorlar, yedi civarında sabit çalışanları var. RUSİHAK’a özel sektörden finansman bulmaya yönelik destek vermeye çalıştık. Destek verdiğimiz bir yapı, “biz bu işi bugüne kadar hibelerle yürütüyorduk, hibe bulmak zorlaştı, özel sektörden para bulmak gerekebilir, ne yapmamız lazım” diye sorduğunda, bu yapının özel sektörle doğru bir iletişim stratejisi kurmasına ön ayak oluyoruz. Çünkü özel sektörden hibe alabilmek için spesifik bir dili konuşmanız lâzım. Zira, birçok oluşumun finansal sürdürülebilirliğe dair acilen halledilmesi gereken ciddi problemleri var. Biz herkese şunu söylüyoruz: “Türkiye’de sivil toplum gelişiyor, dünyada sosyal devlet küçülüyor. Bugünlerde hibe olarak ne miktarda para bulabiliyorsanız bulun; yarın bu paraları bulamayacaksınız”. Bi-
Farklı alanlarda çalışan pek çok oluşuma destek verdiğimizi söylemiştim; biraz bu çeşitlilikten bahsetmek isterim: 'Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği', kadınlara yönelik uygulanan şiddet üzerine çalışmalar yürütüyor. 'Babil Derneği' hafıza işiyle ilgili şeyler yapıyor. En son '20 Dolar, 20 Kilo' sergisini organize etmişlerdi; şimdi 1915 üzerine çalışıyorlar. 'Dut Ağacı', LGBTİ bireylerin maruz kaldığı fiziksel şiddete yönelik sözlü tarih çalışması yapıyor; her görüşmeyi kayıt altına alarak toplumsal bir bellek yaratıyorlar. 'Coder Dojo', çocuklara on iki saatte bilgisayarda oyun tasarlamayı öğreten uluslararası bir ağın Türkiye ayağı. 'Benim Çocuğum' diye bir film var; seyrettiyseniz LİSTAG’tan haberiniz vardır: Bu oluşum, LGBTİ bireylerin ebeveynlerinin kurduğu bir destek örgütü. Meselâ onlara dernekleşme sürecine ilişkin destek vermeye çalıştık. 'İstanbul’a Çık' ise 'engel dedektifliği' adlı bir proje yürütüyor. Sokakta yürürken kaldırım çok yüksek olduğu için bakıyorsunuz ki oradan tekerlekli sandalyeyle geçmek zor; fotoğrafını çekiyorsunuz, haritaya gönderiyorsunuz, ondan sonra haritada o yeri işaretledikten sonra durumun değişmesi için karar alıcı mekanizma - kurum her kimse onu rahatsız etmeye başlıyorsunuz. Bu süreç, geniş kalabalıkların katkısıyla büyüyor ve böylece o belediye başkanı, kaldırımı düzeltmek zorunda kalıyor. 'Laz Enstitüsü' Lazca eğitimle ilgili müfredat oluşturuyor; bunun için bir AB projesine başvurdular. Bu projeye başvururken mantıksal çerçeveyi oluşturmak adına çok büyük bir desteğe ihtiyaçları vardı. Biz de onlara projeyi yazma aşamasında küçük bir destek sağladık. 'Kara Kutu', İstanbul’da hafıza turları düzenliyor. Mesela 6 – 7 Eylül’de Beyoğlu turu düzenliyor ama bunu öyle istasyonlar üzerinden ya-
Bir açıdan, bizim uğraştığımız iş sivil toplum işi gibi görünüyor ama şunu gördük: Farklı paydaşlı projelerde ve masa başında örgütlenen çatı yapılanmalarında mutlaka somut bir şeyi hayata geçirmeye ihtiyaç var. Çok şey konuşuyoruz ama az iş yapıyoruz. Belki Akdeniz ülkesi olmaktan üzerimize yapışmış bir davranış biçimi bu. Gündemli bir şekilde ve odaktan şaşmadan iş çıkarmaya yönelik enerji sarf etmek gerekiyor. O efor sarf edilmediği zaman beraber örgütlenmeye dayalı iletişim kanalları tıkanıyor. İşte o noktada, insanlar haklı olarak o işi bildiğini düşündüğü kişilere dönüp soru sormaya başlıyor. Bu iyi bir şey değil; çünkü o soruları siz cevaplamaya başlıyorsunuz. Meselâ benim verdiğim cevapların ne kadar doğru olduğuna dair bir referansım yok. SKM olarak tam da bu yüzden o işi yapan insanların birbirinden öğrenmesini sağlayacak bir ortam yaratmaya çalışıyoruz. Çok ciddi bir iş yükü var üzerimizde. Rutin işleri bir kenara koyalım; her an alarm halinde olmak gerekiyor. Örneğin, bir dernek ortak iletişim grubumuza bir e-posta attı ve derneğe düzenli destek olmak isteyenlere yönelik bir bağış kampanyası hazırladığını haber verdi. Hemen aradık; “arkadaşlar bu kampanya için izin aldınız mı?” diye sorduk. Dediler ki: “Ne izni?”. “Bu ülkenin Dernekler Kanunu’na göre, kamuya açık yerlerde bağış toplamak istediğinizde izin almanız gerekiyor”. İzin talebi nasıl yazılır, yönetim kurulu kararı deftere nasıl işlenir gibi pek çok konuya dair örnekleri biriktirdiğimiz kapsamlı bir veri bankamız var. Hemen o hafta sonu buluştuk, bu izin talebi üzerine çalıştık. İstanbul dışındaki şehirlerle ilişki kurmak için de çalışmalar yürütüyoruz. İstanbul dışından gelen bireylere mentorluk eğitimi verip, bu kişilerin yerelde ihtiyaçlı yapılara destek olmasını hedefliyoruz. Aralık 2015 gibi bu işe başlayacağız. Sonra Haziran 2016’da hem Anadolu’da hem İstanbul’da bu işi yapanları Al-
manya’daki kurumlarla bir araya getirip, tarafların belirli araçlar üretmesine, o araçlar üzerinden bir şeyler ortaya çıkarmasına yardımcı olacağız. Bu projenin metodolojisini şu soruyu sorarak kurduk: “Bilgiyi çok farklı şekillerde algılayan insanların o bilgiyi farklı biçimde ifade eden insanlarla beraberce oturup bir şeyler paylaşmasından öğrenme deneyimleri yaratmak mümkün mü?” Bununla ilgili rehber yayınlamayı, çok ciddi bir video serisi üretmeyi düşünüyoruz. Bize şöyle yapılar da başvurdu ve onlarla asla çalışmadık: “Benim bir fikrim var”. İyi ki çalışmamışız, çünkü senin bir fikrin olamaz; o fikir seninse zaten ortada bir problem var demektir. Birileri, “benim bir fikrim var” diyenlerle nasıl çalışılabileceğini biliyor olabilir ama biz bilmiyoruz. Biz, “bizim bir fikrimiz var” diyen insanlarla çalışmayı biliyoruz. İkincisi; “ben Ahmet’le Zeynep’le yeni tanıştım, beraber bir şey yapmaya karar verdik” diyenlerle çalışmayı bilmiyoruz. Ahmet, Fatma, Zeynep ve Emre’nin en az bir senelik bir beraberliği olması gerekiyor. Yani birbirlerinin ne içip ne yediğini bilecek kadar yakın bir bağın oluşmasını sürdürülebilirlik adına önemsiyoruz. Zaman meselesi çok önemli hâle geldi. Bu alanlarda çaba sarfedebilmek için insanların yeterli zamanı olması gerekiyor. Topluca buluşamadığı için üç haftada bir görüşen ekibin üyelerine ilişki kuramadıkları için destek vermekte zorlanıyoruz. “Yurttaşlık bilinci, katılım, herkes sivil toplum kuruluşlarına üye olsun” diye dikte etmek güzel ama sabahın altısından akşamın altısına kadar çalışan bir bireye bu işlere zaman ayırmasını dayatmak haksızlık. Böyle de bir dert var. İnsanlar mağaralarına çekiliyor; sonra birdenbire “bence ben çocuklarla ilgili bir şeyler yapmalıyım” diye “bilinçleniveriyor”. Ne var ki, oradan bir şey çıkmıyor. Çünkü ancak bir konuyla ilgili derdi olan, o derdine çare arayan bireyler o alanda verimli olabiliyor. Yani, oradaki gençlerle ilgili bir şey yapmak için Alibeyköy’de oturmanız gerekiyor. LGBTİ bir oğlunuzun, kızınızın olması gerekiyor ki, bir aile destek sisteminde yer alabilesiniz. Sosyal duyarlılık, enjekte edilebilen bir şey değil; çünkü içinde gerçek bir hikâye barındırması lâzım. Türkiye’de birçok kuluçka merkezi var. Fakat bunların hepsi tek bir iş modeline yönelik olarak çalışıyor: Kâr etmek için kurulan
MODELLER VE STRATEJİLER
pıyor ki... Ve bir define arama işi üzerinden yürüyor bu tur. Önce size çözmeniz gereken bazı ipuçları veriyorlar. Siz o ipuçlarını çözdükçe belirli istasyonlara ulaşıyorsunuz. Her istasyonda, elinde büyük kartlarla sizi bir gönüllü bekliyor. Meselâ 6 – 7 Eylül’de o binada neler olduğunu anlatıyor size. O sırada diğer istasyonun ipuçlarını veriyor. Bu grup için bir iş modeli oluşturmayı konuşuyoruz.
173
MODELLER VE STRATEJİLER
174
girişimlere destek vermek. O açıdan, Türkiye’de kâr amacı gütmeyen işlere hizmet sunan tek kuluçka merkezi SKM. Diğer yandan, Türkiye’de hak temelli çalışan sivil toplum kuruluşlarına 'piyasa' dediğinizde tüyleri diken diken oluyor. Oysa piyasadan öğrenecek çok şey var. 'Beyaz yakalı aktivizmi' diye bir kavram var artık. Eskiden böyle bir şey yoktu. 'Beyaz yakalılar', muhaliflerin kıyasıya eleştirdiği o plazalarda çalışıyor; gayet iyi maaşlar alıyor. Son iki senede hayatlarında ilk defa gaz yedikleri için gerçek Türkiye ile tanıştılar, bir şekilde. Artık somut şeyler yapmak istiyorlar. Çalıştıkları alanda uzman, çok donanımlı bireylerden bahsediyoruz. Meselâ Türkiye’nin en önemli içecek şirketlerinden birisinin Twitter hesabını yöneten kişi bir tweet attığı zaman anında bilmem kaç milyon kişiye ulaşabiliyor. Dahası, o tweet’in nasıl bir dilde atılacağını biliyor. Bu kişi, aynı zamanda azılı bir aktivist. “Sen bu işi zaten piyasa için yapıyorsun, gel sivil toplum kuruluşlarından üçüne sosyal medya aktivizmi konusunda eğitim ver” dediğimizde akan sular durdu meselâ. Aslında o kişinin istediği şey de bu, o kurumların ihtiyacı da bu. Buna dair bir başka örnek vereyim: Günübirlik bir çalışma kapsamında altı sivil toplum kuruluşunu C@rma işbirliğinde bir araya topladık ve her birine somut ihtiyaçlarını sorduk. Bu toplantının öncesinde de etrafa bazı çağrılar yaptık ve dedik ki: “Bu kurumun böyle bir derdi var, şu kurumun şöyle bir derdi var”. Bu çağrılara geri dönen uzmanlar ve çalışanlar, bir gün boyunca masanın etrafında oturup, o yapılarla yüzyüze iletişim kurup sorunlarını çözmeye çalıştı. Bu deneyimden şunu öğrendik: Özel sektördeki beyaz yakalılarla sivil toplum insanlarını bir araya getirmek gerekiyor. Bunun da bir 'raconu' var, bir küratör gibi çalışmak gerekiyor ve biz de yeni öğreniyoruz bazı işleri. Çok kolay değil ama yavaş yavaş yapmaya çalışıyoruz. Sivil toplum üzerine yeni açtığımız bir yüksek lisans programımızdan bahsetmiştim. Bu program kapsamında bugüne kadar öğrendiklerimizi, deneyimlerimizi akademik bir disiplin çerçevesinde bu alanda uzmanlaşmak isteyen bireylerle buluşturmaya çalışıyoruz. İKPG, BU AŞAMADAN SONRA NASIL BİR MODEL BENİMSEYEREK İLERLEYEBİLİR? Aslında dert şu ve eminim ki İzmir için de geçerlidir: Kültür mevzusu etrafında kümelenen insanlar az çok birbirini tanıyor ama örneğin İzmir’de gençlik mevzusu üzerinde çalışan insanlar acaba birbiriyle tanışıyor mu? Türkiye’ye has bir sendrom bu. Herkes dikey olarak kendi alanındaki insanları tanıyor ama yataydakileri ya tanımıyor ya da görmezden gelmeyi seçiyor. Oysa yataydakilerin birbirinden öğrenebileceği çok şey var. "Türkiye nasıl daha demokratik, eşitlikçi ve duyarlı olabilir?" sorusuna da net bir cevap sunuyor bu tespit. Farklı kesimlerin, farklı toplulukların bir araya gelip birbirlerinin ihtiyaçlarına yönelik ilişki kurabilmesini başardığımızda bu ülkede çok şeyin değiştiğine ve dönüştüğüne tanık olacağız. Belirli bir süreyi aynı çatı altında geçiren bileşenlerin şu soruya cevap bulması gerekiyor: “Kısıtlı olanakla zaten yapageldiğiniz işi biraz daha doğru paketleyerek kısa vadede bir başarı hikâyesi yaratabilir misiniz?” İKPG’nin çekirdek kadrosununsa kendisine şu soruyu sorması gerekiyor: “Bu birliktelik masanın etrafındaki paydaşların hangi sorunlarını çözecek?” İKPG bu soruya sağlıklı
cevaplar bulabilirse paydaşlar bu çatı altında uzun süre kalmaya devam eder. Hâtta başkaları da kendi sorunlarını çözmek için buraya gelir. O yüzden bileşenlerin “bu çatı benim hangi sorunumu çözüyor ki, ben hâlâ buradayım ve burada kalmaya devam edeyim?” sorusuna somut cevaplar üretmesi gerekiyor. Bu da çok kolay bir iş değil. Bu soruya somut cevaplar üretmek için de önce farklı paydaşlara ne tür problemleri ve ihtiyaçları olduğuna dair sorular sormak ve verilen cevapları ince eleyip sık dokumaya ihtiyaç var. Zira, özellikle çoklu yapılarda birbirini kesen ortak ihtiyaçlar olduğu kadar birbiriyle ilgisi bulunmayan ihtiyaçlar da ortaya çıkabiliyor. Tabii buradan “önce bir araştırma yapın, öyle ilerleyin” gibi bir sonuç çıkmasın. Sonuçta Akdenizliyiz; hareket önemli. Kısa vadede ekibin kendi içinde kuracağı güven ilişkisini geliştirmek kolay değil. Tam da bu yüzden az önce bir başarı hikâyesi yaratmaktan bahsettim. Tüm paydaşların yer alacağı bir etkinlik, bir proje veya beraber örgütlenen seminerler dizisi gibi etkinliklerde bileşenler birbirini daha iyi tanıma şansına erişecektir. Bir başka önerim de şu olabilir: Başka şehirlerde benzer girişimler kendilerini nasıl tanımlamış, örgütlemiş diye bakmak, onlarla temasa geçmek, belki de bu yapılara ziyaretler düzenlemek lazım. Hep dünyayı yeniden keşfetmeye çalışıyoruz; ancak aynı süreçlerden geçenlerle konuşuyor olmak, eminim ki İKPG’nin belirli safhaları daha hızlı aşmasına yol açacaktır. Ayrıca bu temaslar, gerçekleştireceğiniz faaliyetleri zenginleştirmek ve kolaylaştırmak açısından İKPG’ye önemli paydaşlar kazandırabilir. Hâtta bir adım ötesinde; kendi gündeminizi başkalarının gündemi hâline getirmenize sebep yaratabilir. Meselâ İKPG, gençlik kampları düzenleyen bir kuruluşun her sene gerçekleştirdiği çalışmaların içine kültür sanat aktiviteleriyle katkı sunabilir. Bu tür katkılar, beraber çalıştığınız kurumları da geliştirecektir. Ötesinde, kültür sanat konularının başka işler yapan kuruluşlar aracılığıyla konuşulmasını sağlayacaktır. Böylece farklı kanalları kullanarak ve ulaşamadığınız insanlara ulaşarak önemli etkileşimler yaratabilirsiniz. Bileşenler de İKPG vasıtasıyla henüz ulaşamadıkları yeni kesimlerle tanışma fırsatı bulacaktır. Farklı ülkelerdeki benzer yapılarla temas etmek de çok önemli. Bu temaslar, hem size yeni deneyimler kazandırır; hem de diğer yapıların sizin deneyimlerinizden yararlanmasını sağlar. Bu yüzden az önce başka şehirler üzerinden söylediklerimin hepsi, başka ülkelerle kurulacak ilişkiler için de geçerli.
175
MODELLER VE STRATEJİLER
CABININ - ÇANAKKALE BİENALİ İNİSİYATİFİ MAHAL SANAT MERKEZİ SEYHAN BOZTEPE
MODELLER VE STRATEJİLER
MAHAL Sanat, Çay Kenarı Sk. No:159 17100, Çanakkale info@canakkalebienali.com www.canakkalebienali.com
176
0 535 665 95 00
İKPG’nin daveti üzerine Çanakkale’den geliyorum ve alternatif "Ne yapacağız? Kimleri bu işin içine katacağız? Etkinlikleri düzenlerken neler yaşanacak?" bunlardan tamamen habersizdik. Şeorganizasyon modelleri arayışı üzerinden Çanakkale Bienali ve Mahal Sanat Merkezi’ni konu edinen bir sunum yapaca- hirdeki mekânlar ve bu mekânlarla ilgili sorunlar hakkında pek fikrimiz yoktu. Geçirgen ve esnek bir yapıyla yola çıktık. Tamağım. Bu organizasyona ve mekâna çatı görevi gören CABININ men gönüllülük esasına dayanarak esnek bir zaman anlayışıyla (Çanakkale Bienali İnisiyatifi); Çanakkale merkezli, kâr amacı çalışmak, aslında kişiye çok fazla sorumluluk yükleyen bir yol. gütmeyen, farklı alan ve meslek gruplarından katılımcıların Üstlendiğin işin hakkını verebilmek adına yeri geldiğinde sabirlikteliğinden oluşmuş bir inisiyatif. Sanata, kültüre dair bir bah sekiz akşam beş temposuyla çalışman gerekebiliyor. “Ben düşünce ve aktivite üretim platformu olarak başta Çanakkale istediğimi yapayım, müsait olunca geleyim, zamanım izin verdikçe Bienali olmak üzere sosyal fayda ve sorumluluğa dayalı, ulusal ve uluslararası katılımlı etkinlikler düzeniyor ya da bu tür et- bir şeyler olsun” şeklinde yürümesi mümkün olmayan bir çalışma modelinden bahsediyoruz; çünkü sizden beklenenleri ve verdikinlikleri destekliyor. ğiniz sözü tam zamanında yerine getirmeniz gerekiyor. Bununla CABININ’i ilgi alanı gereği faaliyetlerini çağdaş sanata yoğunberaber; insanları özgürleştiren, zorlamayan bir yapı. 'Düzensiz laştırmış yerel bir sivil toplum hareketi olarak da tarif ediyoruz. sistem' diye tanımlıyorum bu yapının işleyiş biçimini. Son dereBienal, sergiler, seminerler, sempozyumlar, performanslar; süce ciddi ve disiplinli bir çalışma sistemi ancak bunu esneten bir rekliliği olan programlı bir anlayışla ve gönüllülük esasıyla hasürü parametre etken. "Kim neyi ne kadar yapabiliyor? Bunun için yata geçiriliyor. Kurumsal bir yapıya kavuşmak için 2012 yılınyeterli donanıma, beraber çalışma deneyimine ve sabıra sahip mi? da Troya Kültür Derneği'ni kurduk. Kasım 2013’te açılan MAHAL Kapasitesini nasıl kullanıyor? İstikrarı nedir?" İnsanları tanıdıkça Sanat ise Çanakkale, Türkiye ve dünyadan sanatın farklı disipbunların hepsini öğreniyorsunuz. Ona göre de kimseyi dışlamalinlerinde üretimlere, sergilemelere, gösterimlere, sivil toplum dan, saygı çerçevesinde bu telaşa katkı sunabilecek herkesle faaliyetlerine ve kâr amacı gütmeyen her türlü özgün projeye ev çalışmaya devam ediyorsunuz. Ara sıra motivasyonunu kaybesahipliği yapan, çok amaçlı bir alt yapı ve iletişim merkezi. denler oluyor ama bunlardan bazısı ekibe kendiliğinden geri Çanakkale’ye yerleştiğimde kentte, sanat alanında üretim ya- dönebiliyor. Çoğalan bir çekirdek kadromuz var; şimdilerde otuz pan, sergi düzenlemek için yanıp tutuşan ama böyle bir ortam kişiyiz. CABININ dediğimiz yapıyı da bu çekirdek kadro taşıyor bulamayan, fotoğraf, resim ya da üç boyutlu işler üreten, çağdaş zaten. Bu tür bir yapılanmayı Ankara, İstanbul gibi büyükşehirsanatı bilen ve İstanbul’a gidip özellikle bienal takip eden bir lerde organize edip iş üretmek pek mümkün değil; zira, işin içikitle vardı. Bunun yanı sıra sanat üretmeyen ama kentte kültür ne mesafe ve zaman kavramı giriyor. adına iyi şeylerin olması için fedakârlıkta bulunmaya hazır bir Şöyle çalışma modellerini tercih edenler de var aramızda: Bübaşka kitle vardı. Yalı Han, bu iki kitleyi birleştiren, kültürel tün sürece vakıf olup açılışlar dahil hiçbir sosyal ortama girmek üretim ve sivil toplum çalışmalarının nüvesini barındıran bir istemeyen bir grafik tasarımcı, hiçbir beklentisi olmadan bütün habitattı; hâlâ bu görevi üstlendiğini söyleyebiliriz. Yaklaşık on işleri üstlenmek isteyebiliyor. İhtiyacımız olduğu dönemlerde beş yıl önce, birkaç arkadaş birleşip Çanakkale’de çağdaş saortaya çıkan, projenin ön finansmanını sağlayan bir destekçinatla ilgili etkinlikler düzenlemek üzere işe giriştik. Ardından miz var. Çok değişik destekçiler söz konusu; ne olursa olsun işin doktora çalışmam için İzmir’e geldim ve dokuz yıl kadar burada içinde olmaya çalışan, bu sistemin bir parçası olmak, bu ortamı kaldım. Buna rağmen aşağı yukarı her hafta, bazen haftada iki yaşamak isteyen bu insanlardan oluşan bir kalabalığız. Mıknatıs defa Çanakkale’ye gidip başlattığımız sürece dair çalışmalara gibiyiz. Geçen sene fark ettim ki, çekirdek kadronun içinde dahi katılmayı ihmâl etmedim. Derken, sanatla doğrudan ilgili arkahâlâ birbiriyle tanışmamış arkadaşlarımız varmış. Yani yaklaşık daşlarımız bu oluşuma katılmaya başladı; ardından çağdaş saon beş yıldır birçok projede beraber çalışmış, defalarca mailleşnata ilgisi olan fakat o güne dek izleyici kalmayı yeğlemiş farklı miş ama bir biçimde tanışmamışlar. Üstelik küçücük bir şehir alanlardan insanlar bu yapıya dahil oldu. Diş tabibi, doktor, üniÇanakkale; kent merkezinin nüfusu yüz yirmi bin. Bunun kırk versitede herhangi bir bölümde hoca, öğrenci, öğretmen, işçi; bini üniversite öğrencisi. yani aklınıza gelebilecek her alandan, her gruptan ve her sosyal Yerel yönetimle, resmi kurumlarla, projeler bağlamında karşılıkkatmandan insan beklenmedik bir seyirde buluştu.
CABININ yapılanmasına giden yolda yaklaşık yirmi sanatçının katıldığı 'Geçmiş Zaman Düşleri'nin bir başlangıç hamlesi görevi gördüğünü söyleyebilirim. Bundan önce ulusal bazda birkaç sanatçıya yer verdiğimiz kimi galeri sergileri düzenlemiştik. Katılımı gittikçe genişletmeye başladık; 2007 yılında düzenlediğimiz 'Borderline (Sınır Çizgisi)' sergisi, farklı alanlardan ve farklı ülkelerden yaklaşık yüz sanatçının katıldığı bir sergi oldu. Çanakkale sathında çok sayıda mekân kullanmıştık; sokak performanslarını da sayarsak geniş bir harita üzerine yayılan ilk kapsamlı etkinliğimizdi. Aslında bu sergiler, bir yıl sonra girişeceğimiz ve küratörlüğünü Denizhan Özer ile beraber üstlendiğim 1. Uluslararası Çanakkale Bienali’nin provası gibiydi. O dönemde mekânla ilgili şöyle bir bakış açımız vardı: Şehir merkezinde çok sayıda metruk bina vardı ve bunların birçoğunun ne olduğunu, kime ait olduğunu, ne durumda olduğunu bilmiyorduk. Meselâ bu binalardan biri Görme Engelliler Derneği’ne aitti ve üzerinde “tehlikeli, yıkılabilir” yazıyordu. Buna rağmen, görme engelliler binanın içerisini rahatça kullanıyordu. Buna benzer binaları seçip sahiplerinden veya sorumlularından gerekli izinleri aldık; içlerini temizleyip, gerekliyse elektrik tesisatını elden geçirdik. Kimi binalarda, sanatçıların sergilenecek işleri için gereken temel tadilatları tamamladık. Hâtta Mahal Sanat da önceleri bu binalardan biriydi. Sarı Çay’ın kıyısına konumlanmış metruk bir depoydu; çatısı yoktu ve içinde atlar bağlıydı. Belediyeden rica edip yaklaşık otuz kırk kamyon çöp attırdık. Çay Mahallesi; şehrin göbeğinde konumlanmış, ağırlıklı olarak Romanların yerleşik olduğu bir mahâlle. Mahâllelilerle beraber sabahın beşinde çöpleri toplayıp sergiye yetiştirmek için çağdaş sanat eserlerini
taşıdığımızı hatırlıyorum. Bu imece kültürü ve doğal dayanışma anlayışı yıllar boyunca sürdü; birlikte bugünlere kadar geldik. Belediye, sergilerden sonra bu binaların bazılarını satın alıp kültür sanat mekânına dönüştürdü. Örneğin Eski Ermeni Kilisesi, çok önemsediğimiz bir mekândı. Kültür Bakanlığı’na ait olup Etnografya Müzesi olarak hizmet vermek üzere restore edilmişti ama kimse atanamadığı için on yıldır işletilmeyen bir yapıydı. Müştemilatında faaliyet gösteren İl Kültür Müdürlüğü yeni binasına taşınınca bu yapıyı ilk defa 'Borderline' kapsamındaki bir sergi için kullanma şansına eriştik. Kilise, daha sonra Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi bünyesine dahil oldu, şimdilerde deneysel sanat atölyesi olarak işlev görüyor. 'Borderline' organizasyonu, şehirle interaktif bir ilişki geliştirmemize yaradı ve bu serginin verdiği cesaretle 2008 yılında ana temasını 'Şeffaf Yanılsamalar' olarak belirlediğimiz 1. Uluslararası Çanakkale Bienali’ne giriştik. Mekânsal bağlamda yeni yaklaşımlar denediğimiz bir organizasyondu. Örneğin, bir yerleştirme için deniz yüzeyini kullandık. Çanakkale’de sergileme alanları çok kısıtlı olduğu için bize göre yaratıcı olduğunu düşündüğümüz böyle alternatif çözümler buluyorduk. İkinci Uluslararası Çanakkale Bienali, Mahal Sanat'ın da içinde bulunduğu depolar bölgesinde yer alan başka metruk yapıların sosyal faydaya dönük işler için restore edilmesine vesile oldu. Kentin diğer kısımlarında yer alan başka binalar için de benzer bir durum söz konusu oldu. Örneğin eski Er Hamamı, Çanakkale Seramikleri Müzesi olarak yeni bir işlev kazandı. Burası hep dikkatimizi çeken, içine kimsenin giremediği, yol üstünde ve mimarisi çok özel bir binaydı. Sabahın dördünde gidip kapısındaki telleri kestik ve içeri girdik. Anlatılamayacak derecede pisti, durulacak gibi değildi. Orada oturup toplantımızı yaptık ve ertesi gün itfaiyeyi, belediyenin kamyonlarını çağırıp burayı temizlet-
MODELLER VE STRATEJİLER
lılık esaslı bir ilişkimiz var. Belli konsensüsler üzerinden yürüyoruz. Pek çok projemizi destekliyorlar. Çünkü herhangi bir işi ciddiyetle sonuna kadar takip edeceğimizi, o işi nasıl yapacağımızı gayet iyi deneyimlemiş vaziyetteler.
177
MODELLER VE STRATEJİLER
tik. Belediye, düzenlenen bir protokolle müzeye dönüştürmek üzere askeriyeden bu yapıyı devraldı. 2010 gibi restorasyonu tamamlanan bu bina, halen Çanakkale Seramikleri Müzesi olarak hizmet vermekte. Korfmann Kütüphanesi, kente kazandırılan mekânlara bir diğer örnektir. Eskiden Tekel Tütün Deposu olarak kullanılan bu binayı yine belediye satın aldı; kullanımını Troia Tübingen Vakfı’na vererek Korfmann Kütüphanesi olarak hizmet vermesini sağladı. Zamanın Troia kazı başkanı Korfmann’ın Almanya’daki tüm arşivi, kitapları buraya taşındı ve böylece Çanakkale muhteşem bir kültür mekânına daha ev sahipliği yapma şansına sahip oldu.
178
Er Hamamı’ndaki bir sergimizde yaşadığımız deneyim, kent belleği ve kent halkı arasındaki ilişkiyi tarif etmek adına çok ilginç bir örnekti: Aynı adamı birkaç kez aynı saatlerde, yanında başka insanlarla sergiyi gezerken gördüm. Adamla konuştum: “Sergiyi çok beğendin herhâlde; her gün buradasın”. “Yok” dedi, “biz burada oturuyoruz; çocukluğumdan beri bu binanın önünden geçiyorum. Binayı da içini de hep merak ederdik. Siz içini açtınız, biz de gördük. Sağolun. Ben de arkadaşları toplayıp toplayıp buraya getiriyorum, binayı gösteriyorum, sergiyle alakamız yok” dedi. Ancak o adam, doğrudan değilse bile dolaylı olarak sergilenen işlerle temas etmiş oldu. Bienalin amaçlarından biri de bu metruk mekânları görünür hâle getirmek, bunların restore edilmesine katkı sunmak ve kente yeni mekânlar kazandırmak olduğu için bu cevap önemliydi bizim için. Bu mekânların sahiplerine nasıl ulaştığımızı, onlarla nasıl diyaloglar yaşadığımızı merak edenler için de bir hikâye anlatayım: İlk göz koyduğumuz metruk deponun sahibine gittiğimizde, adam “doğru yerden mi bahsediyorsunuz?” dedi. Önce iyice emin olmak istedi. “Gerçekten orayı mı istiyorsunuz?” diye tekrar sordu. Emin olduktan sonra sorularına devam etti: “Benden ne istiyorsunuz? Para mı istiyorsunuz orayı kullanmak için? Vereyim” dedi. “Ne istiyorsanız vereyim, yeter ki orayı kullanın” diye ekledi. Çünkü uzun zamandır kullanılmayan bir yapı.
hep öncelikli oldu. Bu çerçevede çocuklara, gençlere ve yetişkinlere yönelik sanat atölyelerinin yanına engellilere yönelik çalışmalar da koyduk. Açıkçası bunu kendi kendimize akıl etmedik: İstanbul Bienali’ni gezmek isteyip mekânsal engellerden dolayı bunu başaramayan bir engelli grubu bize ulaşınca bu fikir ortaya çıktı. Zihinsel ve fiziksel engellilerin sanata erişimini sağlamak, beraber atölye çalışmaları yapabilmek adına birkaç yıl uğraştık. Önce yurtdışındaki örnekleri inceledik ve bu örneklerden yola çıkarak bir format kurguladık. Sanatçı geliyor, engelli grupları geliyor, her türlü malzeme mevcut; görüntü bu. İlk yıl bu formatı aynen uyguladık ama ikinci yıl herhâlde bir şey oldu ki, yürümemeye başladı ve katılım düştü. "Üçüncü sene niye olmuyor?" diye kendi kendimize sormaya başladık. Ekibimiz bu konuda ciddi bir çalışma yürüttü ve sonuç olarak yaklaşık elli yıldır zihinsel engellileri sanatçı olarak merkeze koyan, farklı disiplinlerde sanat atölyeleri düzenleyen Fransa’dan Personimages Derneği ile angaje olup bir yıl sürecek bir proje geliştirdik. Avrupa’dan ECF ve Stiftung Mercator'un desteklediği bu projeyi, Türkiye'den Anadolu Kültür’ün de ortağı olduğu Tandem Programına sunduk. Paris’ten gelen ve Çanakkale’den katılan zihinsel engelli katılımcılar, aynı program kapsamında bir yıl boyunca beraberce atölyelere katıldı, sergiler, tiyatro gösterileri gerçekleştirdi. 2012'de Uluslararası Çanakkale Bienali'nin kurgusu ve sanatçı seçimleri için Beral Madra ve Deniz Erbaş’ın desteğini aldık. Bu açıdan, üçüncü bienalin bizim için bir dönüm noktası olduğunu söyleyebilirim. Daha önceki organizasyonlarda pek çok metruk bina restore edilip şehrin kültür hayatına kazandırıldığı için mekân sorunu hat safhaya çıkmıştı. Bunun üzerine ana mekân olarak yeni otogar yapıldıktan sonra atıl hale gelen, şehrin merkezinde, dükkânları, otobüs ve minibüs terminalleri, bilet gişeleriyle bize yepyeni bir deneyim olanağı sunan eski otogar binasını devreye soktuk.
Uluslararası Çanakkale Bienali’nin içeriğinden, karakteristik 2010’da düzenlediğimiz 2. Uluslararası Çanakkale Bienali kap- özelliklerinden de bahsetmek isterim: Bienal, özellikle uluslararası sanatçıların Çanakkale’ye gelip belirlenmiş bir tema çerçesamında yer alan 'Bienal Çocuk' programı sırasında, 'Arkadaşım vesinde yerinde iş üretmesini destekleyen bir yaklaşıma sahip. Bienal' diye bir şey üretti çocuklar. Elbette bunun öncesi var: Çanakkale için üretilmiş, Çanakkale ile ilişkilendirilen işlere Bienal kapsamında özellikle çocuklarla çalışan bazı sanatçıları getirmiştik ve bir program dahilinde birkaç aya yayılan, çağ- ağırlık vermeyi önemsiyoruz. Bu işlerin bir bölümü Çanakkale Bienali’nin arşivine kalıyor. Hâlihazırda Uluslararası Bienaller daş sanatla çocukların karşılaşmasına ön ayak olan atölyeler Birliği’nin üyesiyiz. Bu birliğin toplantılarına elimizden geldidüzenlemiştik. Katılımcı çocuklardan bir grup, “biz de bir bienal ğince katılmaya çalışıyoruz. Üçüncü ve dördüncü bienalde uzun yapsak” teklifiyle çıkageldi ve bu ismi önerdi. Beraber bir sergi zamandır hayâlini kurduğumuz sanatçılarla çalışma şansına yaptık ve bu sergi, 2010 İstanbul Kültür Başkenti kapsamında eriştik. Bu noktaya yürürken de iç disiplinimizi hiç kaybetmesergilendi. 2012'deyse Uluslararası Çanakkale Çocuk Bienali’ni dik; baştan koyduğumuz kimi ilkelerden vazgeçmedik. Meselâ başlattık. Sergilemeler ve atölye çalışmalarından oluşan Çocuk Bienali’nin ikincisini de geçen sene düzenledik. 2010’da İstan- “önceki bienale katılmış bir sanatçı bir sonrakinde yer almayacak” bul Avrupa Kültür Başkenti olduğunda biz de '2010 Kültür Yılı' dedik. “Her bienalde Çanakkale’den mutlaka bir sanatçı olacak” temasıyla Çanakkale’de bazı etkinlikler yapalım diye düşündük. diye bir başka kural koyduk. Ulusal ve uluslararası partnerlerimizle birkaç yıldır sürdürdüCABININ, gittikçe Çanakkale'deki projeler ve organizasyonlar ğümüz bir projenin sonuç üretimi olarak hayata geçen bu etkiniçin bir çatı organizasyon görevi görmeye başladı. Yurtiçinde ya lik dizisi kapsamında her ay için bir tema belirleyerek mimarlık, da yurtdışında müzik, tiyatro, çağdaş sanat üzerine çalışanlar sosyoloji, sanat, şehir plancılığı üzerine söyleşiler ve etkinlikler bize ulaşmaya, bizim aracılığımızla Çanakkale ile ilişki kurmaya organize ettik. başladı. Biz de baştan bu yana insanları ve grupları tanıştırmaktan, birlikte proje üretmelerine ön ayak olmaktan hiç vazgeçEtkinlikleri kente yaymayı temel stratejilerimizden biri olarak medik. Bu projeler için mekân bulduk, uygulama ve zamanlama tespit ettiğimiz için, atölye çalışmaları düzenlemek bizim için
MODELLER VE STRATEJİLER
179
açısından yol gösterici olmaya çalıştık ve bu yöndeki çabamız eksilmeden sürüyor. Açıkçası elimizin erişebildiği ne imkân varsa paylaşmaya gayret ediyoruz. İşte böyle bir aşamaya gelince size ait sabit bir mekân ihtiyacı ortaya çıkıyor. O güne dek ofis olarak türlü mekânı, hâtta çay bahçelerini bile kullanmıştık. Bu ihtiyacın netleştiği sırada restorasyonu yeni bitmiş bir mekânı sahiplenme imkânımız doğdu. Bu mekân; Çanakkale’nin bir dönemine iz bırakmış, çay kenarına konumlanmış, o dönemin en önemli ihraç ürünü olan meşe palamudunun depolandığı bir yapıydı. Böylece Mahal Sanat adıyla Çanakkale’nin kadim limanına açılan stratejik bir noktaya yerleşmiş olduk. Sonraki aşamada, yurtiçi ve yurtdışıyla yürüttüğümüz kurumsal ilişkilere ilişkin yasal gereksinimler adına dernekleşme ihtiyacı belirdi. Troya Kültür Derneği’nin bugün ofis olarak kullandığı Mahal Sanat, aynı zamanda açık mekân gibi işlev görüyor. Modüler bir düzeni
var; sandalyeler, sahne, barkovizyon sistemi gibi her türlü donanımın yerini ihtiyaca göre kolayca değiştirebiliyoruz. Toplantı yapmak, etkinlik düzenlemek isteyenlere program müsaitse mekânı ücretsiz olarak tahsis ediyoruz. Bu noktada belediyeye ve diğer resmi kurumlara da mekanı açıyoruz. Ayrıca kendi etkinliklerimize yer verdiğimiz aylık programlarımız ve bunu duyurmaya yarayan aylık bir bültenimiz var. Beraber çalıştığımız kurumlardan ve ortak ürettiğimiz işlerden de kısaca bahsetmek isterim: Sinop Bienali ile birçok farklı projede işbirliği içindeyiz. Anadolu Kültür ile BAK Projesi’nde partnerdik. Yunanistan’dan çeşitli kültür kurumlarıyla ilişki içindeyiz. 2012’den beri, Avrupa Birliği Kültür Programı kapsamında farklı ülkelerden partnerlerle çeşitli projeler hayata geçiriyoruz. Fransız, Belçikalı, Romanyalı ve Çanakkaleli gençlerle sanat atölyeleri düzenledik; sergiler, film gösterimleri gerçekleştirdik.
180 MODELLER VE STRATEJİLER
İKPG, BU AŞAMADAN SONRA NASIL BİR MODEL BENİMSEYEREK İLERLEYEBİLİR? Katıldığım her iki toplantıda kültürel etkinliklerin kent sathındaki görünürlüğü, kültürel aktivitelerin kent halkıyla ne ölçüde bütünleştirilebileceği, tüm paydaşların ortaklaşa kullanabileceği bir mekânın nasıl işlevsellendirileceği, İKPG adına bundan sonraki adımın ne olacağı gibi başlıklar gündeme geldi. Ben önce görünürlüğe dair birkaç tespitimi paylaşmak istiyorum. Genellikle şöyle bir yargı üzerinden gidiyoruz: Kalabalık nüfuslu bir İzmir var, yüz yirmi binlik Çanakkale var. Bu çapta bir etkinlik yapıldığında orada mı kolaylıkla görünürlük kazanır, burada mı? Çanakkale’de bu kadar bir nüfus varken görünürlük açısından sorun yaşamıyor olduğumuzu düşünebilirsiniz ama bu sıkıntıdan biz de muzdaribiz ve bunu aşmaya çalışıyoruz. Biz şöyle bir hesap yaptık: Parasız ziyaret edilen İstanbul Bienali’nin ziyaretçi sayısını İstanbul’un nüfusuna oranladık. Bu hesaba göre Çanakkale Bienali’nin yaklaşık seksen kat daha fazla izleyiciye ulaştığını gördük. Buna rağmen, bir şekilde şehirde potansiyel izleyicimiz olarak gördüğümüz ama hâlâ düzenlediğimiz etkinliklerden bihaber olan insanlar var. Kültürel aktivitelerin kent halkıyla ne ölçüde bütünleştirilebileceği konusuna gelecek olursak, biz de halkı düzenlediğimiz etkinliklerin bir parçası hâline getirmeye çalışıyoruz ve bu amacımıza ulaşmak için örgütlü yapılar oluşturmaya gayret ediyoruz. Bu kapsamda yürüttüğümüz çalışmaya bir örnek vereyim: 2014’teki bienalde kadınlarla beraber çalışmaya başladık. Bir kadın grubu geldi ve dedi ki: “Biz de bir şeyler yapalım”. Önce-
leri bir işin ucundan tutan, farklı farklı alanlarda bize destek veren bir grup olmasına rağmen daha elle tutulur bir projenin parçası olmayı talep ettiler. Biz de 'Çocuk Bienali' fikrinden yola çıkarak 'Kadın Bienal'i yapmayı teklif ettik. Ondan sonra kendi aralarında bu organizasyonun içeriğine ilişkin bir tartışma çıktı, dört hafta kadar isim üzerinde tartıştılar ve kimisi küsüp ekipten ayrıldı. Sonra bu ekibe yeni kişiler eklemlendi, küsenler sakinleşip geri döndü ve derken 'Bienaldeyiz' adı altında birkaç sosyal sorumluluk projesi hayata geçirdiler. Çanakkale Bienali süresince de gönüllük gerektiren birçok angarya işi sırtladılar. Böylece yepyeni bir grup insan, bizim işimizin bir parçası oldu. Taksi şoförü bir sanatçıyı gezdiriyor; yanında birisi var, o öbür taksiciye söylüyor ve derken olan biten ilgisini çekmeye başlıyor. Böylece sergileme alanlarına girip çıkmaya başlıyorlar. Sürekli çalıştığımız bir demircimiz var; "ben de bir sergi açayım” diyor ve bunda ısrar ediyor. İKPG’ye yönelik olarak diyeceğim şu ki, siz bir çatı kurup altına dirayetle bir şeyler üretmek isteyenleri topladığınızda, projeleriniz kent insanına direkt temas etmeye başladığında, ortaya tahmin edemediğiniz ölçüde bir sinerji çıkıyor. Ummadığınız birileri ortaya çıkıp projelerinize destek koymak istiyor. Prodüksiyon alanına dair de birkaç şey şey paylaşmak isterim: Ne olursa olsun, ne çapta yapılıyorsa yapılsın; bir şeyler yapıyor olmak Türkiye’de her zaman el üstünde tutulur. Buna karşın post prodüksiyon ve iletişim üzerine yeterince düşünülmez, emek ve bütçe sarfedilmez. Bir sergi yaparsınız, bir konser dizisi düzenlersiniz ama sonraki aşamalar doğru planlanmadığında bir yerde çöker. Bu tür plansızlıkların sürdürülebilirliğe zarar verdiğini söyleyebilirim. Her yıl bir etkinlik düzenlemeyi planlıyor olabilirsiniz ama bu etkinliğin üzerine bir sonraki yıl içeriksel anlamda yeni bir şeyler koymanız gerekiyor. Dolayısıyla İKPG’nin düzenleyeceği her etkinliği baştan geleceğe yönelik olarak tasarlaması lâzım. Her zaman amatör bir ruh olmalı, kurumsal yapılarla çalışmak bu ruhu ortadan kaldırmamalı. Aşağıdan yukarıya doğru örgütlenen yapılar, başka tür bir ruhla yola çıkıyor ama destek aldıkça gelişip beklenmedik pozisyonlara varabiliyor. Örneğin, bunca iş başardık; ancak bunca işten sonra dernekleşmeye karar verdik ama dernekleşmek bize zul geldi. Çünkü derneğe bir başkan bulacaksın ve doğal olarak bir hiyerarşi oluşacak. Daha esnek davranabilen bir model üzerine çalışılabilir. Bir paydaş çıkar der ki “ben bunu alırım ve bu işi bitiririm”. Baktığınız zaman bizim derneğin gerçekleştirmiş olduğu yirmi, yirmi beş tane iş var. Bunların bazıları kolektif işler; bazıları gönüllülerle beraber yapılmış işler; bazılarını da sadece o dernekte yer alan iki kişi hayata geçirmiş. Bu açıdan bakarsak, dernekleşmek İKPG çatısı altında duran paydaşların arasında mutlaka bir hiyerarşi kuracak ve bu hiyerarşi İKPG’yi hantallaştırmamalı. Bunu baştan esnekleştirmeye epeyi kafa yormanızı öneriyorum.
MODELLER VE STRATEJİLER
Mevzumuz, pozisyonumuz itibariyle kente dair kimi projelere aktif bir şekilde müdahil olmak durumundayız. Örneğin kalabalık bir ekiple Çanakkale’nin son yüz yılını araştırmaya başladık. 2015, bildiğiniz üzere Çanakkale Savaşları’nın yüzüncü yıl dönümü. Maalesef neredeyse sadece savaş konusu üzerinden işlenen bir hikâyesi var Çanakkale’nin. Biz dedik ki, hem savaştan önceki, hem savaş sırasındaki, hem de savaştan sonraki süreçler üzerinden kentin sivil yaşamına bakalım. Serginin adını 'Önceleri Çanakkale' olarak belirledik; araştırmamızı da 19. yüzyılın ortalarından başlattık. O dönemde Çanakkale’de on bir dil konuşuluyor; liman şehri olmasından dolayı müthiş bir kültürel zenginlik var. Şehir on altı konsolosluğa ve çeşitli ticari ataşeliklere ev sahipliği yapıyor. Liman kenti kimliğinden dolayı Odessa, Marsilya ve Selanik ile kurduğu çok canlı bir iletişim ağı söz konusu. Bu şehirlerdeki denizcilik ve sanayi odalarına başvurup arşivlerinden Çanakkale ile ilgili çok ciddi bilgiler belgeler elde ettik. Diğer Avrupa kütüphanelerini ve arşivlerini taradık. 1980’lerden 90’lara uzanan bir dönemde Çanakkale’de kaydedilmiş bir sözlü tarih çalışmasını içeren, yaklaşık üç yüz ses kasetinden oluşan bir kişisel arşive ulaştık. Bu arşiv, o dönemde hayatta olan seksen doksan yaşındaki insanlarla tamamen kentin sivil tarihi üzerine yapılmış sohbetleri içeriyor. Şimdi bu arşiv üzerine özel bir çalışma yürütüyoruz. 'Önceleri Çanakkale', uzun soluklu bir sergi olarak tasarlandı; birkaç ay açık tuttuk ve istedik ki yaşayan bir sergi olsun, gezen insanlar elinde bir şeyler varsa bize ulaştırsın. Öyle de oldu; sergi süresince bilgi, belge ve fotoğraflar gelmeye devam etti.
181
MEKAN ARTI DİDEM KAPLAN
MODELLER VE STRATEJİLER
didem@mekanarti.com www.mekanarti.com
182
İstanbul Bilgi Üniversitesi Sahne ve Gösteri Sanatları Bölümü’nden mezunum. Kültür mekânları, izleyici niteliği ve alışkanlıkları arasındaki ilişkiler üzerine kimi çalışmalar yürütüyorum. Kapanan kültür mekânlarının kentlilik bilincine nasıl etki ettiğine, izleyici profiline, bu profilin nasıl geliştiğine ve değiştiğine ilişkin konuların üzerine yoğunlaşan bir tez çalışmasıyla uğraşıyorum. Bu sektörle ilişkim, stajyerlik yaptığım Garajistanbul’da başladı. Burada tanıştığım diğer stajyer arkadaşlarım İzmirliydi ve Tiyatro Artı ismiyle yürüttükleri bir oluşumları vardı. Bu tanışıklık sonrasında beraberce Mekan Artı’yı kurduk ve 2010 yılında kendi sahnemizi açtık. İKPG tarafından Mekan Artı adlı oluşumun temsilcisi olarak, deneyimlerimizi aktarmak adına davet edildim. Yola çıkış sürecimizi şöyle özetleyebilirim: Bizim gibi genç ve sektörde yeni yer edinen tiyatrocuların hem prova yapmak, hem de projelerini sergilemek için sahne bulmak adına çok zorluk çektiğini tespit ettik. Buna alternatif bir çözüm modeli geliştirmeyi de gözeterek, 2009’da bir sokak projesi hazırladık. 'Takip' adlı bu oyun, Galata sokaklarında oyuncunun yönlendirmesiyle seyircinin onu takip etmesi ve böylece farklı mekânların performansa dahil edilmesi üzerine kurulu, interaktif bir formata sahipti. Bu hâliyle oldukça ilgi gördü ve 'Takip', grubumuzun bilinirliğinin artmasını sağladı. Bu oyunu sadece yaz dönemlerinde sergileyebiliyorduk. Dolayısıyla kapalı alan ihtiyacımız devam ediyordu. Biz de ilk başta işin sahne kısmını es geçmeye karar verip prova mekânı veya ofis olarak görev görecek bir alanın arayışına başladık. Bu arayışın sonucunda eski bir oto yıkamacıya rastgeldik ve bu alanı sahneye de yer verebileceğimiz şekilde dönüştürmeye karar verdik. İçeriye ilk girdiğimizde uzun süredir kullanılmamış, terkedilmiş bir mekânla karşılaşmıştık. Bireysel bir destek kampanyası başlattık. Yaklaşık seksen kişinin çeşitli miktarlarda yaptığı bağışları kullanarak mekânı yeniden tasarladık. Bu mekânı beş yıl boyunca kullandık ve süreç içerisinde devamlı olarak eksikleri gidermeye çalıştık. 2010 yılında, Mekan Artı ile aynı dönemde, 'İkinci Kat Sahne' açılmıştı. Benimle aynı dönemden, okuldan bir arkadaşımın girişimiydi. Biraraya geldik ve beraber ne yapabiliriz konusuna kafa patlatmaya başladık. Her iki oluşumun da mekânı çok küçüktü; genç tiyatroculardık, yeni yapılanmıştık ve sponsorluk görüşmelerinde ciddiye alınmıyorduk. Buradan yola çıkarak, "bizim kuşağımızdan olup benzer sorunları yaşayan diğer
grupların beraber hareket edeceği bir birlik, platform oluşturabilir miyiz?" sorusuna cevap aramaya başladık. 'Alternatif Sahneler Birliği', bu arayışın sonucunda kuruldu. Yasal bir zemini olmayan, sivil bir platformdu. Amacımız, bir problem ortaya çıktığında grup olarak birlikte hareket edip refleks, öneri ve çözüm geliştirebilmekti. Bununla beraber; birlikte festivaller, konserler ve organizasyonlar düzenledik. Hep dayanışmacı bir yaklaşım ve bilinçle hareket ettik. Kendimize ait projelerin yanı sıra konuk ekiplere sahnemizi açtık. Böylece alan sıkıntısı yaşayan oluşumlara üretim ve sergileme mekânı sağlamış olduk. Bu dayanışma geleneğinin tetiklemesiyle 'alternatif tiyatrolar' furyası ortaya çıktı ve bu furya, İstanbul’un tiyatro dünyasına oldukça motive edici bir katkı sağladı. 'Alternatif' sıfatını bizlere aslında izleyici atfetti. Bizimse ilk önceliğimiz, bağımsız davranabilme yeteneğini kazanmış tiyatro grupları olarak yola devam etmekti ama sürecin bir yerinde bileşenleri tek çatı altında toparlayan alternatif bir zemin ortaya çıkmış oldu. Sadece gişe gelirleriyle kendini çeviren, herhangi bir markanın sponsorluğuna yaslanmayan bileşenlerden oluşuyorduk. Bu süre zarfında izleyiciyi sergilenen oyunun içine çekecek yaklaşımlar geliştirdiğimiz için seyirci sayısının artışına da destek sağladığımıza inanıyorum. Şimdilerde 'Bağımsız Tiyatrolar Birliği' adı altında yeni bir oluşumun çatısını çatmaya yöneldik. Bu oluşumda sahnesi olan, olmayan birçok grupla hareket ediyoruz. Temel kaygımız, tiyatronun sektör olarak gelişimine katkı sağlamak ve buna sürdürülebilir bir özellik kazandırmak. Bu kez yasal prosedürleri de tamamlayarak güçlü bir çatı kurmayı hedefliyoruz. İki toplantı sonrasında belirli başlıklar üzerinde yoğunlaştık: Mekân yönetimi, kültür yönetimi, bütçeleme gibi konular üzerinde atölye çalışmaları düzenlenmesine ve yasal haklara ilişkin bilgilendirici diyaloglar üretilmesine karar verdik. Çünkü yasal bir yapılanma içine girmenin bizler için artık bir zorunluluğa dönüştüğünü net olarak görüyoruz. Zaman zaman yurtdışından oluşumları davet ediyoruz ve bu buluşmaların sonucunda çok enteresan ve öğretici diyaloglar ortaya çıkıyor. Bu alanda faaliyet gösteren oluşumlar, özellikle Avrupa’da pek çok farklı kaynaktan ciddi destek alıyor. Onlar da bu şartlarda varlığımızı nasıl sürdürebildiğimize dair deneyimlerimizi dinlemek istiyor. Çünkü yerel yönetimlerin bu derece etkisiz olduğu, bu alana destek olmak yerine köstek olmaya gayret ettiği, sponsorluk kurumunun işlevsizleştirildiği
Kasım 2015 itibariyle yeni sabit mekânımıza taşındık. Çalışmalarımızın bundan böyle hızla ivme kazanacağını düşünüyorum. İKPG, BU AŞAMADAN SONRA NASIL BİR MODEL BENİMSEYEREK İLERLEYEBİLİR? İKPG, ilk adım olarak kendi bileşenleri içinde çeşitli çalışma grupları kurabilir. İşlevsel olmak kaydıyla bu çalışma gruplarının pek çok konuda hızlı yol alabileceğini düşünüyorum. 'Alternatif Tiyatro Mekânları Platformu' gibi oluşumlara benzer şekilde birbirine yakın duran grupları biraraya getirerek ortak dilekleri, ortak problemleri tartışmaya açabilir ve bileşenlerin ortak projeler üretmesini teşvik ederek bazı temel sorunlara çözüm yolu bulabilir. Yine 'Alternatif Tiyatro Mekânları Platformu'ndan örnek verecek olursam, bir arada olmasaydık tek başımıza direnç gösteremezdik ve daha erken kapanır, işlerimizi sürdüremezdik. Dokuz bileşenle yola çıktığımızı söylemiştim. Daha çok katılımcı olabilirdi elbette ama çok keskin ve ketum olmadan, en sağlıklı uzlaşmaları sağlayabilecek ve birbiriyle sağlıklı diyalog kurabilecek çalışkan ekipleri biraraya getirmek için işlevsel bir sayı belirlemek gerekiyor. Kontrolsüz bir biçimde kalabalıklaşmak, çatı yapılara atalet ve hantallık da getirebiliyor. Genellikle sanatçılar talep geliştirmediği müddetçe kimse kolay kolay geribildirim ortaya koymuyor. Bu yüzden talep
etme çabasını bu türden ortak çatılar kurarak dile getirmek çok önemli. Böylece daha güçlü bir duruş sergilemek mümkün oluyor. Örneğin, büyük sponsorluk görüşmelerinin sonucunda ortaya çıkan o klişeleşmiş "size destek olamayız” cevabını sivil ve küçük gruplar kurarak, daha güçlü bir duruş sergileyerek bertaraf etmek mümkün. Çünkü bu türden destekler talep ettiğiniz kamusal veya özel yapılar için temsil ettiğiniz gücün büyüklüğü, en çok önemsenen ve umursanan unsurlardan biri. Küçük gruplar bir araya gelince, kendi hedef kitleleri dışında ortaklaşmış bir kitleye ulaşma şansı yakalıyor. Bu da paydaşların performans yapmak için daha büyük salonları kullanabilmesinin önünü açıyor. “Bakın biz şehrin farklı çevrelerine dağılmış durumdayız ve her birimizin kendi izleyici kitlesi, güçlü bir duyuru ağı var. Şehrin kültür sanat hayatının en fazla insan çeken bölgelerindeyiz, bir sokak arasında bizimle karşılaşabilirsiniz. Dolayısıyla bizim yapacağımız etkinliklere sponsor olmanız, sizin o bölge insanlarıyla kurabileceğiniz tanışıklık adına önemli bir prestij ve görünürlük yaratacak” mesajını iletebiliyorsunuz. Örneğin biz, bu stratejiyi izleyerek kendi pazarında öncü bir GSM şirketini ikna etmeyi başardık. Bu tür şirketler, bireysel olarak başvurduğunuzda sizinle müzakereye dahi kalkışmayan modellerle işliyor. Burada örgütlülük kadar, yasallık da devreye giriyor ki, bu konu sanatla uğraşan yapıların pek yanaşmadığı, yanaşmayı istemediği veya beceremediği bir konu. Tüzel kişilik olmasa bile yasal bir dayanağı, sabit bir adresi olan bir ekibin / çatının yapacağı bu türden başvuruların destek görme ihtimâli daha fazla. Ürettiğimiz işleri sergilemek ve sahnelemek için mekân bulabilmek, her şehir için gittikçe büyüyen bir sorun hâline gelmiş durumda. Son yıllarda kültür politikası ve sponsorluk adına yürürlüğe giren kısıtlayıcı yasalar, bizim gibi üreticilerin alanını
MODELLER VE STRATEJİLER
bir ülkede bir şeyler yapmaya devam edebiliyor olmamız onlara çok hayret verici gözüküyor. Bu hâlimizle araştırma konusu olabiliyoruz. Bizim uluslararası çapta faaliyet gösterebilmek adına destek alabilmemiz için ülkenin kültür politikasının gerçek anlamda işliyor olması gerekiyor. İşte o noktada da türlü çeşit kilitlenmeyle karşı karşıyayız. Net olarak görünen o ki, Avrupa ile aramızda bir dizi zemin farklılığı söz konusu.
183
184 MODELLER VE STRATEJİLER
MODELLER VE STRATEJİLER
185
giderek daraltıyor. Böylece birçok zorlukla aynı anda mücadele etmeye başlıyoruz. Örneğin birkaç yıl önce İstanbul’da açılan onlarca cep tiyatrosu, sürdürülebilirlik adına ortaya çıkan koşullara direnemediği için kapanmak zorunda kaldı. Kentsel dönüşüm sonucu mekânları elinden alınan organizasyonlar da cabası. Kültür Bakanlığı, Gezi süreci sonrasında özellikle performatif alanda faaliyet gösteren destekçi oluşumlara ve tiyatrolara ödenek vermeyeceğini açıklayınca birçok yapının ödeneği kesildi. Gerçi bu ödenekler proje bazlı verilmekteydi. Bizim gibi yapılar için tek seçenek kaldı: Kendi kendini finanse ederken kendi performans alanlarını yaratmak, dolayısıyla da performans mekânı kavramını yeniden tartışmaya açmak. Buna şöyle bir örnek verebilirim: 2015 yılının Mart ayında
Mekan Artı’nın mülk sahibi mekândan çıkmamız gerektiğini deklare ettiğinde sözleşmemiz devam ettiği için hukuksal bir sürecin içine girmek durumunda kaldık. Bizim salonumuz çamaşırhaneye dönüştü ancak süregiden bazı projeleri ve konuk etkinlikleri mekân tamamen el değiştirene kadar burada sahnelemeye gayret ettik. Yeni projelerimizle tekrar sokağa yönelmeye başladık. Tek seyircili, sürekli mekân değiştiren ve gezen oyunlar yapmaya başladık ve buna devam ediyoruz. Bu noktada üretim potansiyeli açısından nitelik konusu gündeme gelebilir, nitelik kısıtlardan ötürü zedelenebilir gibi görünebilir; ancak üretim alışkanlığını sekteye uğratmamak ve gereken çabayı göz ardı etmeden yola devam etmek çok önemli.
İZMİR TARİH TASARIM ATÖLYESİ ÇAĞLAYAN DENİZ KAPLAN
Pazaryeri Mahallesi 946 Sokak No:2 Konak / İZMİR
MODELLER VE STRATEJİLER
Mimarım; yüksek lisans ve doktoramı koruma üstüne yaptım. İKPG’nin daveti üzerine, İzmir Tarih Tasarım Atölyesi bünyesinde gerçekleştirdiğimiz çalışmalardan, alanda edindiğimiz deneyimlerden ve uyguladığımız etkinlik modellerinden bahsedeceğim.
186
Öncelikle kuruluş sürecimizden söz etmek isterim: İzmir Tarih Projesi’nin fikri temeli, 2009 tarihli Kültür Çalıştayı’na dayanıyor. Büyükşehir Belediyesi bünyesinde, aynı zamanda İzmir Tarih Proje Merkezi olarak işlev gören Tarihsel Çevre Ve Kültür Varlıkları Şube Müdürlüğü’ne bağlı olarak faaliyet gösteriyoruz. Projenin öncüsü, planlama kuramında Türkiye’deki en eski hocalardan biri olan, Sayın Aziz Kocaoğlu’nun danışmanı Prof. Dr. İlhan Tekeli. Sınırları net olarak çizilmiş bir bölge üzerinde çalışıyoruz: Kemeraltı Kentsel Yenileme Alanı. Tamamını bir bütün olarak ele almak imkânsız olacağı için, şehrin merkezine konumlu bu geniş tarihi bölgeyi karakteristik özelliklere göre on dokuz alt bölgeye ayırdık. İzmir Tarih Projesi, yönetişim modeli açısından Büyükşehir Belediyesi’nin yürüttüğü birçok projede olduğu gibi katılımcı bir yaklaşımı benimsiyor. Alt bölgeler üzerine çalıştaylar düzenliyoruz; bu bölgelerde yaşayan İzmirlileri, yerel yöneticileri, muhtarları, esnafı, kanaat önderlerini mutlaka projelerimize dahil ediyoruz. Çalışmalarımız genellikle birkaç aşama içeriyor. Öncelikle çalışma yürüteceğimiz bölgedeki halka projeyi anlatıyoruz. Sonra alanın potansiyel dinamiklerine dair teşhislerini, sorunları ve bu sorunlara yönelik ürettikleri çözüm önerilerini dinliyoruz. Elde ettiğimiz verileri kurumca değerlendirmekle kalmayıp, birlikte çözüm önerileri geliştiriyoruz. Ardından, bir araya topladığımız tüm çıktıları bu aktörlerle paylaşıyoruz. Çıktılara dair geri dönüşlerini aldıktan sonra nihai sonuçları kendilerine bildiriyoruz. Biz bir tasarım atölyesiyiz. Temel hedefimiz, bu alt bölgelerdeki sorunlara tasarım yoluyla çözüm üretmek. Belediye olarak o bölgedeki ihtiyaçlara ve sorunlara zaten vakıf durumdayız ama "çözümü sadece biz biliriz" gibi bir yaklaşımla ilerlemiyoruz. Mart 2015’te kurulduk; çok yeni bir birimiz. Temmuz ayından beri çekirdek bir ekiple çalışmalarımıza devam ediyoruz. Bu çekirdek ekip iki mimar, bir grafik tasarımcı ve iki şehir planlamacısından oluşuyor. Müdürümüz Gökhan Kutlu; danışmanlığımızıysa Dokuz Eylül Üniversitesi’nden Deniz Güner yürütüyor. Üniversitelerle sıkı bir işbirliği içindeyiz; beraberce iki çalıştay gerçekleştirdik. Örneğin, Keşif Haritaları Çalıştayı kapsamında D.E.Ü.’den geniş bir ekiple Kadifekale’ye
tarihselcevre@izmir.bel.tr (0232) 293 30 53 kadar uzanan bölgeye dair bazı keşif haritaları çıkardık. Bu haritalar, kimi gezi rotaları içeriyor. Yani bu bölgeyi ziyaret etmek isteyenler hangi güzergâhları kullanabilir, o güzergâhları kullanırsa neleri görebilir üzerine çalıştık. Kadifekale aksı; kültürel, sosyal ve tarihi açıdan müthiş zenginliklere ev sahipliği yapıyor. Meselâ, mahâllenin günlük kullanım alanlarında ansızın karşınıza çıkan arkeolojik buluntular, tüneller, sütun parçaları var. Ayrıca gastronomik bir harita üzerine çalıştık: Tarihi helvacı, kaymakçı, Mardin çörekçisi, semtin en üst bölgesinde yer alan tandırlar... Aynı çalışmayı Basmane özelinde de gerçekleştirdik. Renkleri inceledik, kapıları ve pencereleri haritalandırdık. Dolayısıyla birbirinden farklı temalar üzerine farklı rotalar ortaya çıkarmış olduk. Mekânsal projelerimize verebileceğim bir diğer örnekse 'Agora Parkı Çalışması'. Tarihi Agora’nın karşısındaki devasa boş alanda çok aşamalı bir çalışma yürüttük. İzmir Dersi’nin yaratıcısı Zehra Akdemir ile birlikte tarihi Agora’nın karşısında bulunan Konak Kemal Atatürk Ortaokulu’nda İzmir tarihini konu alan bir dizi seminer düzenledik. Parkı kullanan çocukları bulduk ve onların deneyimlerinden faydalandık. Sonra bu çocuklarla bazı atölye çalışmaları gerçekleştirdik. "Bu alanda hangi oyunları oynuyorlar? Bu oyunlardan yola çıkarak nasıl oyuncaklar tasarlanabilir? Bu tasarımların mekânsal karşılığı nedir?" gibi sorular üzerinden yürüdük. Yerinde öğrenmek çok farklı bir deneyim; meselâ mimarlar olarak bu alana ilk gittiğimizde üzerine çalışmak için belli noktaları gözümüze kestirmiştik. Bu noktalara çocuklarla tekrar gittiğimizde kafamızda tasarlamış olduğumuz her şey değişti. Çocukların o noktaları kesinlikle kullanmadığını, oyun kurmak için bambaşka yerleri tercih ettiğini öğrendik. Meselâ talep ettikleri bir trafo duvarı var; çocukların bu duvarı nasıl kullanmak istediğini deneyimledik. Basmane’deki sokaklar, çocuklar için zaten oyun alanı görevi görüyor. Bir merdiven veya bir rampa, oyun kurmak isteyen çocuklar için müthiş bir oyuncak. Bu insanlar için dışarıdan gelen birisinin onları ya da yapıları fotoğraflaması çok enteresan bir şey. Çünkü yaşadığı sokağın veya binanın kendisinin herhangi tarihi anlamı veya önemi yok. O sokak veya o binalar sadece eski, o kadar. Belgesel fotoğrafçısı Özcan Yurdalan ile düzenlediğimiz atölye çalışmasında yine Basmane’deki çocuklarla çalıştık ve bu çalışmadan çok değerli bir tecrübe edindik: Erkeklere çok rahat ulaşabiliyorduk; muhtara gidiyoruz, kahvelere giriyoruz. Erkekler zaten her yerde. Kadınlaraysa ulaşamıyorduk. Çocuklarla çalış-
Mekânsal deneyim elde etmeye, halkla birebir ilişki kurarak tasarım üretmenin sürecine ve faydalı sonuçlarına dair bir başka örnek vermek isterim: Boş bir alanı park olarak tasarlamak üzere bir avlu buluşması düzenledik. Kadınlarla bir araya geldik; onlara bu boş alanda ne görmek istediklerini sorduk. Konak Belediyesi, önceki dönemlerde Agora Parkı’na spor aletleri koymuş ama hiçbiri kullanılmamış. Banklar koymuş ama pek benimsememişler bu bankları. Çünkü ağırlıkla Mardinlilerin ve Suriyelilerin yaşadığı bu bölgedeki insanların bir kent mobilyasının üzerinde yanyana oturma alışkanlığı yok. “Biz piknik yapmak istiyoruz” dediler. Diğer çalışmalarımızdan bahsedecek olursam, İzmir Akdeniz Akademisi ile ortaklaşa bir yaz okulu, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde ilk yaz okulunu düzenledik. Kadifekale içindeki tandır yapılarını çalıştık. Sosyoloji, mutfak sanatları, grafik
tasarım, mimarlık, şehir planlama üzerine eğitim alan öğrencilerden altı farklı grup oluşturduk. Öğrenciler sosyolojik ve mekânsal açıdan bu tandırları irdeledi. Kadifekale’de bir tandır festivali düzenleyerek bu yapılara dair bir sergi gerçekleştirmek istiyoruz. Forum formatında düzenlediğimiz avlu buluşmalarımızın ikincisini gerçekleştirdik. Mahâlledekiler, bir hafta boyunca boş alanın düzenlemesiyle ilgili önerileri oyladı. Atölyeyi bu projeleri sergilemek üzere bir sergi mekânına dönüştürmüştük fakat araştırmacı yazar Orhan Beşikçi, burada bir Tarık Dursun K. sergisi açmayı önerdi. Geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz İzmirli yazar Tarık Dursun K., çocukluk ve gençlik yıllarının önemli bir bölümünü bizim mahallemizde geçirmiş. Kendisini de fotoğraf sanatçısı Lütfü Dağtaş, burada belgelemiş. Yani mahâlleyi, Kemeraltı’nı birlikte gezmişler. 15 Ekim 2015’te serginin açılışını yaptık. Açıkçası fotoğraf sergisi düzenlemek Tasarım Atölyesi’nin öncelikli amaçlarından biri değildi ama bizim alanımızla ilgili bu kadar önemli konu karşımıza çıkınca kayıtsız kalamadık. Alper Bıçaklıoğlu ile 'Renklendir Sokağını' adını verdiğimiz bir duvar boyama etkinliğimiz oldu. Altınordu Spor Kulübü’nün soyunma odalarının duvarını mahâllenin çocuklarıyla birlikte boyadık. Alper çalışmaya başladığında, kapıdan ve pencereden çekingenlikle ona bakan yüzlerle karşılaştı. Önce çocuklar, sonra büyükler ortaya çıkıp fikir vermeye başladı. “Orası çok yeşil oldu, biraz şöyle yap” derken çay, meyve ikrâmları; “dinlen biraz” şeklinde uyarılar başladı. Katılımcılığın aşama aşama arttığı bir projeye tanık olduk. Ardından otopark olarak kullanılan alanın zemini boyadık. Yerine getiremeyeceğiniz vaatlerde bulunmamak gerekiyor. Hayata geçirdiğimiz projelerden elde ettiğimiz en net çıkarımlardan biri bu. Çünkü şehrin bu gibi ihtiyaçlı bölgelerinde yaşayan insanların sizin söylediklerinizi
MODELLER VE STRATEJİLER
maya devam etme kararı aldık, çünkü çocuklara ulaştığımızda otomatikman annelerine ulaşabileceğimizi keşfettik. Sponsor bir firma sayesinde dijital fotoğraf makineleri bulduk, bu makineler bir süre çocuklarda kaldı. Yurdalan, önce çocuklara çok kısa bir fotoğraf semineri verdi; ardından bu alanı çocuklarla beraber gezdik. Bunun şöyle bir artısı oldu: Başlarda pek çok yere giremezken, onlar sayesinde mahâllenin adım atmadığımız yeri kalmadı. Yurdalan baştan bizi uyarmıştı: “Etik olarak müsaade isteyin; mekânlara sonra dahil olun”. O mahâllenin çocuklarının giremediği yer yok. Bahçe fotoğrafları talep ettik meselâ; bizim mahâllemiz avlulu evlerle dolu ama bu avluların hiçbirini bilmiyoruz. Tek tük; sadece kullanılmayan binaların avlularını tanıyoruz. Önümüzdeki günlerde bu atölye çalışmasının sonucunda ortaya çıkan fotoğrafları içerecek bir sergi açacağız. Fotoğrafçı arkadaşların söylediklerine göre güzel, anlamlı ürünler ortaya çıktı.
187
188 MODELLER VE STRATEJİLER
Alanda uygulanan projelerde devamlılık sağlanmayınca ilk başlarda binbir emekle kurup hızla güçlendirdiğiniz temas zamanla silikleşmeye başlıyor. Meselâ Mayıs’ta bir çalışma gerçekleştirdik, sonra tatil oldu ve o çocukların neredeyse tamamı memleketlerine gitti. Kasım ayında bu çocukları tekrar biraraya topladık. Fotoğrafları birlikte seçeceğiz ve davetiyeleri onlar hazırlayacak. Artık her an bizimle birlikteler. Biz bu çocuklarla bir şeyler yapıyoruz ama ne yapıyorsak bu bölgede yapıyoruz. Orta vadede onların da kente entegre olmasını sağlayacak projeler geliştirmek gerekiyor diye düşünüyorum. “Acaba farklı şehirlerdeki tarihi alanlarda yaşayan çocukları biraraya getirip birbirine bağlayacak bir ağ mı kursak?” diye fikir yürütüyoruz. Bu alanlar, aslında o şehirlerde kendini merkezde tanımlayan kent sakinlerinin gitmek, dolaşmak istemediği alanlar. İzmir Tarih projesinin en temel amacı, kendi korunaklı bölgelerinde yaşayan İzmirlilerin bu bölgelere ziyaretini tetikleyecek hareketler yaratmak, bu bölgelere ilişkin bir farkındalık yaratmak. Üniversitelerle çalışmaya başladık ve birden Kemeraltı çevresindeki mahallelerde gezinen üniversite öğrencileri ortaya çıktı. İlk temaslar esnasında bazı sıkıntılar ortaya çıktı elbette; tarihi binamızda üst kattaki öğrenciler ve akademisyenler 'zamansal topografyalar' gibi konuları tartışıyorken alt kattaki mahâlleli, "kendi özerk yaşamını tehdit eden bir gelişme mi meydana geliyor?" diye kaygılanıyor. Bu iki cenahın uzlaşısını sağlamak zorundasınız. Çok defa, “biz sizin yaşantınız ve kişisel özgürlüklerinizle değil; bu bölgenin tarihi ve mimarisiyle ilgileniyoruz” şeklinde durumu tanımlamak zorunda kaldık. Ortaya çıkan sıkıntıları gidermek için de çalıştaylar düzenledik. Bu çalıştaylara ilk başta mahâlle muhtarlarını, ileri gelenleri, eskiden beri o bölgede yaşayanları davet ettik. Her mahâllede o bölgenin saygı duyduğu, sözü geçen, köklü insanlar var. Uzlaşmacı bir iletişim dilini
kurabilmek adına, bu insanlarla direkt diyaloğa geçtik ve onlar aracılığıyla başkalarına ulaştık. Tarih anlatımları, parkta sanat, kent için mobilya tasarımları derken bu buluşmalar artmaya başladı. Bizim kadromuz kadınlar ve gençlerle genişledikçe iletişim daha samimi bir şekilde gelişti. Zamanla evlere konuk olmaya başladık ve böylece ortamın bir parçası olmayı başardık. Artık sosyal projeleri mekânımıza davet ediyoruz. Belediyelerin sosyal projelerle ilgili birimlerinden destek alıyoruz. Sosyologlarla çalışıyoruz. Biz tasarımcılar ve akademisyenler; ilgi alanımız gereği fonksiyonelliği öne alan bir yaklaşıma sahibiz. Oysa orada yaşayan, sürekli aynı bölgede vakit geçiren insanlardan elde ettiğimiz veriler bambaşka olabiliyor; çünkü o bölgenin reflekslerine bizden daha hakimler. Şehirdeki bütün üniversitelerin tasarım bölümleriyle işbirliğine giderek bisiklet rotalarıyla ilgili 14-15 Kasım’da bir çalıştay gerçekleştirdik. Bahsettiğim on dokuz alt bölgeyle ilgili olmak koşuluyla her türlü fikre, projeye, çalışmaya açığız. Olanaklarımız dahilinde de her türlü desteği vermeye çalışıyoruz.
MODELLER VE STRATEJİLER
büyütmek gibi bir eğilimi var. Oyun alanıysa oyun alanı; duvarsa duvar. Yani “biz bütün duvarları, bütün cepheleri boyayacağız” şeklinde yola çıkmak büyük hayâl kırıklığı yaratabilir. Bu bölgelerde gerçekleştirmeyi planladığınız projelerin her aşamasında iletişim dilini kurarken çok net olmanız gerekiyor.
189
TARKEM A.Ş. SİBEL ERSİN
Atatürk Cad. No:40 / 3 Pasaport, Konak, İzmir sibel.ersin@tarkem.com.tr tarkem.com.tr (0232) 482 05 38
MODELLER VE STRATEJİLER
TARKEM A.Ş.’nin genel müdürüyüm. Yaklaşık dört yıldır, İzmir Akdeniz Akademisi’nin Kültür Sanat ve Tasarım kurullarını takip ediyorum. İKPG’nin pek çok buluşma toplantısında yer aldım. TARKEM’in işleyiş modelinden ve faaliyetlerinden bahsedeceğim.
190
TARKEM A.Ş., Tarihi Kemeraltı Bölgesi’nin yeniden canlandırılması ve kentle ilişkisinin yeniden kurulması amacıyla yüz on altı İzmirli sanayici ve iş adamı tarafından Kasım 2012’de kuruldu. Her ortak sadece şirket sözleşmesini değil; pay sahipliği anlaşmasını da imzaladı ki, bu gibi bir yaklaşıma anonim şirketlerde pek sık rastlamıyoruz. TARKEM, bu pay sahipleri anlaşmasıyla kent değerlerinin korunmasını kendine öncelik olarak belirliyor. Tarihi Kemeraltı Esnaf Derneği, Kemeraltı ve çevresindeki ruhsatlı işyeri sayısının 16.700’den 8.500’e düştüğünü belirtiyor. Sadece bu veri bile kent merkezinin tam ortasında yer almasına rağmen bölgenin hızla değer kaybettiğinin, yürütülen ve planlanan çalışmalara ilişkin aciliyetin göstergesi. Konak Belediyesi, İzmir Esnaf ve Sanatkârlar Odası ve İzmir Büyükşehir Belediyesi bu yapıya ortak. Yönetim kurulu on yedi kişiden oluşuyor. Ayrıca proje geliştirme, yazma, üç boyutlu modelleme hizmeti sağlama ve veri tabanı yönetimi konusunda uzmanlaşmış, çok efektif çalışan, küçük bir ekibimiz var. TARKEM’i kentsel ölçekte mimari tasarımlar üreten bir planlama ve mimarlık şirketi olarak da tanımlayabiliriz. Şöyle bir çalışma yöntemi uyguluyoruz: Kemeraltı yenileme alanı içinde önce alan seçimi yapıyoruz , bu alanla ilgili uzmanlaşmış ekiplerle protokoller hazırlayıp, seçilen alanla ilgili verileri temin edip, teknik analizleri gerçekleştiriyoruz. İZMİRTARİH projesi yola çıkarken, Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin hazırladığı stratejik rapor kapsamında bu bölgede faaliyet gösterecek tüm aktörlerin mutabık kalacağı bir dizi ilke belirlenmişti. Bu ilkelere uymayı taahhüt eden TARKEM de işin özel sektör kanadını oluşturuyor. Özel sektörün varlığı, bölgenin gece gündüz yaşamasını sağlayacak yatırımcı ve girişimcilerin alana çekilmesi adına önemli. Seçilen her alt bölgenin özgün niteliklerine uygun bazı makro kararlar üretildi. Meselâ Havra Sokağı’nın bir gurme merkezi olarak yeniden yapılandırılmasına, orada yerleşik küçük esnafın korunmasına ve alanda kalabilmesine yönelik bir üst stratejik karar var. Mimari tasarımları da bu kararla uyumlu olarak yürüttük. Bu konuda üniversitelerle beraber çalışıyoruz. Örneğin Yüksek Teknoloji Enstitüsü ile yürüttüğümüz çalışma kapsamında, Havralar Bölgesi’nin kentsel ölçekteki mimari tasarımlarına
dair çalışmayı tamamladık. Bu bölgede, dünyada eşi benzeri olmayan şekilde dokuz havrayı bir arada barındıran bir konsantrasyon var. Havralara ilişkin bu projenin kentin turistik anlamda kalkınmasında kaldıraç görevi göreceğini öngörüyoruz. Bu bölge bir kültür kompleksi olarak tasarlanıyor ve avan projesi hazır durumda. TARKEM, bu avan projeler hazırlanırken ilgili taraflar arasında mutabakat sağlamak üzere arayüz rolünü de üstlendi. Kemeraltı Esnaf Derneği ve üniversitelerin katılımıyla İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin koordinasyonunda birçok toplantı gerçekleştirdik. İzmir Musevi Cemaati Vakfı, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Konak Belediyesi ve TARKEM, hâlihazırda uygulama projesinin hayata geçebilmesi için uluslararası fonlardan yararlanmanın yollarını arıyor. Kurumsal iletişim anlamında, TARKEM’in tanıtımından çok Kemeraltı bölgesinin tanıtımına yönelik çalışmalar yapıyoruz. İzmir LIFE dergisiyle beraber yürüttüğümüz on iki ay süreli 'Kemeraltı’nı Keşfet' projesi kapsamında özellikle belediyenin restore etmiş olduğu yapıların işlevlerini ve lokasyonlarını tanıtan bir çalışma yürüttük. Sosyal medya hesaplarımızı da bu projeye destek olacak stratejileri gözeterek kullanıyoruz. TARKEM olarak üstlendiğimiz bir diğer misyon, Kemeraltı ile ilgili şimdiye kadar yapılmış çalışmaları derlemek, verileri birleştirerek sentezlemek ve ciddi bir arşiv oluşturmak. Tarafları biraraya getirip eş finansman sağlayarak proje ortaklıkları oluşturuyoruz. Bugüne kadar UNDP’ye, 'Tasarıma Çağrı' projesi kapsamında İzmir Akdeniz Akademisi’ne, İZKA’ya ve UNIDO’ya bazı proje önerileri getirdik. Kültür mirası alanında kamu - özel ortaklık modelleri ve finans modelleri incelendi. Bankaların kültürel sponsorluk anlamında bölgeye davet edilmesi ve hasılat paylaşım modelleri gibi konulara da yoğunlaşmış durumdayız. TARKEM aynı zamanda bir arayüz olarak görev görüyor demiştik. Yerel yönetimler, vakıflar, dernekler, sivil toplum kuruluşları ve kamu kurumları arasında tüm tarafların görüşlerini, önerilerini alarak çeşitli mutabakatların ortaya çıkmasını sağlıyor. Belediyenin alt bölgelere dair gerçekleştirmiş olduğu çalıştaylardan çıkan sonuçlar ve ürettiği operasyonel programlar, mimari bir dille mevcut projelere entegre ediliyor. Sektörel pazar araştırması tamamlanmış durumda. Yine belediyeyle sağlanan mutabakatlar kapsamında, alan kullanımı kararları alınıyor. Mimari projeler hazırlanırken halen bölgede varlığını sürdüren yerel el sanatları ve zanaat kollarına ilişkin bir alan araştırması yapıldı.
Temelde sorun şu: Çok mülkiyetli birçok yapı var. Metruk ve atıl çok bina var. Dileriz ki bu yapıları, tıpkı Çanakkale Bienali’nin yaşadığı sürece benzer bir biçimde, İzmir’in kültür sanat hayatına kazandırmanın yollarını bulabiliriz. Şimdiye kadar gerçekleştirilen tüm çalışmalar, seyrin oraya doğru gittiğini gösteriyor. Örneğin, Anafartalar Caddesi Hatuniye Meydanı’nda D.E.Ü. tarafından projelendirilmiş bir toplum merkezi söz konusu. Bu merkezin Bilgi Üniversitesi’nden Yörük Kurtaran’ın bizimle paylaştığı Sosyal Kuluçka Merkezi’nin çalışma modeline çok benzer bir modelle işlev görmesi öngörülüyor. Tam da bu noktada, özel sektörün fonlama anlamında devreye girmesi çok önemli. Eminim ki böyle bir girişim, kentte farklı bakış açılarının ortaya çıkmasına yol açacak. Tarihi Kemeraltı Bölgesi için önerilen sokak merkezli bir strateji yeni deneyimler yaratırken, sokak yaşamının canlandırılmasıyla Kemeraltı’nın çekiciliği artacak. Bu strateji, ayrıca anlamlı
bir kamu alanının oluşturulması sonucunda İzmirlinin yaşam kalitesine katkıda bulunacak. TARKEM ortakları İzmir’e ve İzmirliye tarihe geçecek bir miras bırakmayı hedefliyor. Bu açıdan, ortaya konan çabayı sadece bir şirket kurmak olarak tarif etmek yetersiz olur; burada amaçlanan İzmir’in en öncelikli sorunlarından birine dokunmak, en önemli değerlerinden birini ortaya çıkartmak. TARKEM, bugüne kadar tecrübe edilmemiş türden bir kamu - özel ortaklık modeli yürütüyor ve Türkiye’ye örnek olma yolunda emin adımlarla ilerlemekte. Kurucu yüz on altı ortağın ortaya koyduğu bu çabanın kent belleğinde hak ettiği yeri bulacağına inanıyorum.
MODELLER VE STRATEJİLER
TARKEM’in işlevselliğine dair bir başka örnek vereyim: Girişimci bir birey olarak Kemeraltı’ndan tarihi olduğu tescilli bir bina aldığınızda bunun plan revizyonunu yaptırmanız ve bu binaya yeni bir işlev yüklemeniz çok zor; çünkü mevcut Koruma İmar Planı, uygulamada karşınıza çok ciddi engeller çıkarabiliyor. Buna karşın, bu girişimi ölçeği biraz daha büyütüp bir alt bölgeyi kapsayacak biçimde kentsel ölçekte yapılandırabilirseniz, o zaman hâlihazırda o alt bölgede yaşayanlar ve belediye açısından daha kolaylaştırıcı bir durum ortaya çıkmış oluyor. TARKEM olarak, bu kapsamda iki alt bölgenin kentsel ölçekteki mimari tasarımlarını tamamlamış ve belediyeye teslim etmiş durumdayız. Bundan sonraki süreçte, plan revizyonlarının tamamlanması hâlinde, bölgenin canlandırılması için gerekli tüm aktörlerin Kemeraltı’na çekilmesi söz konusu olacak.
191
Tevfİk Usluoğlu
MODELLER VE STRATEJİLER
tevfikuslu@hotmail.com 0 507 788 32 07
192
Sosyoloji, iktisat, antropoloji ve siyaset bilimi eğitimi aldım. Antakyalıyım; İstanbul’da yaşıyorum. Kent kimliği, etnik kimlikler, dinsel kimlikler ve kadın kimliği alanlarında bağımsız araştırmacı vasfıyla çalışmalarıma devam ediyorum. Arap Yazarlar Birliği ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesiyim. Hâlihazırda, 'Arap Baharı, İmparatorluğun Sonbaharı: Mısır Örneği' ve 'Kimlik, Cinsellik, Türban ve Kur’andaki İslâm' adlı kitap projelerim üzerinde çalışıyorum. 'Arap Aleviler: Dün, Bugün, Yarın' başlıklı derlememse yayınevinde; baskı aşamasına gelmiş durumda. Bu alanlarda pek çok dergiye yazıyorum; forumlara, panellere katılıyorum ve bellek kurmaya ilişkin alan araştırmaları yapıyorum. Bu araştırmalar sırasında örneklem gruplarıyla bizzat görüşüyorum, belge topluyorum ve her görüşmeyi mutlaka kamerayla kayıt altına alıyorum. Orta Doğu’nun önemli bir kısmını köylerine kadar dolaştım. Türkiye Mimarlar Odası ve St. George Üniversitesi (Lübnan) ile yürütülen bazı projelerde etkin olarak yer aldım. Bugüne dek Kürt sorunu, Doğu Akdeniz kentlerinin sosyolojik değerlendirmesi, Gezi süreci, Suriye savaşı ve direnişi, toplumsal dinamikler açısından Orta Doğu’da kadın erkek ilişkileri ve genel olarak Arap Aleviliği üzerine dört yüzü aşkın makalem yayınlandı. Ayrıca Türkiye’de alanında bir ilk olarak nitelendirilen 'Arap Hristiyanlar: Değişim ve Etkileşim Boyutuyla Hıristiyan Kültürü' ve bir tür toplumsal sorgulama olarak kabul edebileceğimiz 'Toplumu Yeniden Kurmak' adını taşıyan iki kitabım var. Bu çalışmalarımın temelinde yatan yaklaşımı şöyle özetleyebilirim: Masallarda hep “bir varmış bir yokmuş” derler ya, bizler hep “bir varmış” demek için yola çıkalım istiyorum. İKPG’nin daveti üzerine, Antakya’yı merkeze koyarak Mersin ve Adana’yı da kapsayacak şekilde, Doğu Akdeniz’deki sivil toplum örgütlerinin çalışmalarına, bu çalışmaların sonucunda ortaya çıkan artılara ve eksilere, kazançlara ve zaaflara değineceğim. Türkiye’de benimsenmiş ve sıkça dile getirilen 'tarihi kentler' diye bir kavram vardır. Ben bir adım öteye giderek, bu kavrama komşu bir başka kavramı ortaya koyacağım: 'Tarih üreten kentler'. Kudüs, İstanbul, Şam, Antakya gibi. Antakya, tarihte 'Doğu’nun Kraliçesi' olarak anılır; Roma’nın ve Diyar-ı Şam’ın başkentliğini yapmıştır. Dünyadaki ilk kilisenin bu şehirde bulunması ve halen Suriye’de bulunan beş patrikhanenin Antakya ismiyle anılıyor olması, tarih boyunca varlığını koruyan bu muhteşem kültürel zenginliğin sonucudur. Antakya; Orta Doğu tarihinde derin iz bırakmış birçok şairin, siyasi parti kurucusunun,
yazarın, tarihsel şahsiyetin yetişmesine katkı sunmuş, Suriye ve Irak’ın bağımsızlığını kazanması sonrasında ortaya çıkan siyasi yapılanmanın fikri doğumuna ev sahipliği yapmıştır. İşte tüm bunlara yol açan temel nosyon, şehrin halen büyük ölçüde koruduğu çok kimlikli ve çok kültürlü yapısıdır. Antakya, Osmanlı döneminde kasıtlı politikaların sonucunda taşralaştırılmış, Türkiye’ye katılımdan sonra ismi değiştirilmiş, o dönemin politikalarına uygun biçimde sistemli olarak demografik müdahaleye uğramış bir şehirdir. Bu etkenlerden bahsetmeden de bugünün Antakya’sını konuşmak mümkün değildir. Asi Nehri, bu kenti tanımlarken olmazsa olmaz unsurlardan biridir. Ondandır ki, Antakya tarihi boyunca asi bir kent olmuş, bu gerçekliği bugüne kadar taşımıştır. Kıyısından Akdeniz’i öpen, insanlarının erkenden birey olmayı öğrendiği Antakya kendine kıskançtır; genlerine barış ruhu işlemiş, dirençli ve direnişçi bir şehirdir. Peygamber Muhammed’in insanlığa getirdiği mesajla Aristoteles’in, Sokrates’in, Peygamber Musa ve İsa Mesih’in mesajlarını tarih içinde eşitçe kavrayan, kaya gibi sağlam bir kültür ortaklığını temsil eden Antakya’da farklı dinlerin, mezheplerin ve etnisitelerin mensupları aynı masa etrafında toplanmak için merasime gerek duymaz. Bu yapılar, ortak kültürel gerçekliklerinden de ne pahasına olursa olsun vazgeçmez. Hristiyanların kendi inaçlarında yeri olmamasına rağmen son döneme kadar kurban kesip 'Hrisi' (aş) dağıttığı, Müslümanların Paskalya’da yumurta boyadığı bir kentten bahsediyoruz. İşte tam da bu yüzden, Antakya tarih üreten bir kenttir; tarihi bir kent değildir. Modern Türkiye tarihi çerçevesinde, Antakya üzerine çok az ve sınırlı sayıda çalışma yapılmış. O yüzden bu şehrin kapsamlı bir bellek sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Bununla beraber, kentte belki bu eksiği giderme rolünü üstlenebilir görünen ama onun yerine farklı alanlarda faaliyet göstermeyi seçmiş yüzü aşkın kitle örgütü bulunuyor. Neredeyse her köyde, mahallede, ilçede çok sayıda yerel gazete ve dergi yayınlanıyor. Buradan hareketle, Antakya’nın kültürel ortamına büyük katkı sağlayan bir dizi dernekten ve bu derneklerin uzun zamandır düzenlediği festivallerden, şenliklerden bahsedeceğim. Bölgede kadın kimliğine özel bir önem atfediliyor. Örneğin Antakya’daki Kadınlar Kulübü, 1968’den beri faaliyetlerine devam ediyor. Hemen hemen her köy ve beldede kadın örgütlenmeleri var. Serinyol Pir Sultan Abdal Dayanışma Derneği, on iki yıldır düzenlenen Bedirge Halk Festivali kapsamında tarihte ilk defa Alevi toplumunun önde gelenlerini Arjantin, Lübnan, Mısır ve
cak olursam, etkinliklerin neredeyse tamamını öz kaynaklarla finanse ediyoruz. Yola çıkarken her haneyle teker teker görüştük, ileri gelenlerin fikrini aldık. Kimin bu organizasyona ne şekilde destek olacağını, hangi alanda ne tür destek vereceğini önceden belirledik. Her kış bir dayanışma yemeği organize ediyoruz ve o seneki etkinlik için finansal destek sağlıyoruz. Organizasyon hiyerarşisini de gönüllülük esası üzerine kuruyoruz. Köyün fırını, pide salonu, düğün salonu bu etkinliklere hem mekân, hem lojistik destek veriyor.
Samandağ’da düzenlenen ve ismini Fenikelilerin bereket tanrısı Dammuz’dan alan, dört bin yıllık bir geleneği temsil eden 'Evvel Temmuz Festivali', bir diğer önemli organizasyon. Bu festivalin düzenlendiği 14 Temmuz tarihi, geçmişle bugün arasında tarihi bir bağ kurmak adına Arap Aleviler nezdinde ayrı bir öneme sahip. Çocukluğumda ailelerimiz bizi 14 Temmuz’da akarsulara ve denize götürür, suya sokardı. Bu eylemin bir tür temizlenmeyi, arınmayı sembolize ettiğini ve Hristiyanlık’taki vaftiz ritüelinin temelini oluşturduğunu söyleyebiliriz. Samandağ Kalkındırma Derneği ile Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği’nin her yıl uluslararası kapsamda düzenlediği bu festival, Türkiye’den ve bölge ülkelerinden onbinlerce katılımcıyı ağırlıyor.
Bölgede faaliyet gösteren bu gibi oluşumlar ve dernekler, düzenledikleri organizasyonlarla hayatın her alanına dokunmayı kendine hedef koymuş yapılanmalar. Halka yönelik yarışmalar düzenleyerek katılımcılığı ve yerel üretimi güçlendiren, düzenlediği paneller ve forumlarla güncel meselerin beraberce tartışılmasına katkı sunan, toplumsal bilinçlenmeye ön ayak olan sivil örgütlenmeler. Panellerin gücünü küçümsememek lazım: Bir büyükşehirde düzenlenen panele elli kişinin katılımı başarı sayılırken bizim düzenlendiğimiz panellere ve forumlara yüzlerce, kimi zaman binlerce kişi katılıyor. Üstelik bu paneller ve forumlar, örgütlenme adına çok somut ve işlevsel çıktıların ortaya çıkmasına vesile oluyor. Örneğin Arap Alevi Gençlik Meclisi bu çalışmaların sonucunda kuruldu; bu meclis 'Ehlen' dergisini yayınlamaya başladı. Avustralya, Arjantin, Kolombiya, Brezilya gibi ülkelerden kardeşlerimizi bu panellere konuk ediyoruz ve buradan o ülkelere gençlerimizi gönderiyoruz. Köy köy, belde belde her yerde panel ve forum düzenliyoruz.
Bölgedeki bir diğer önemli festivalse Kilikya Nehir Derneği’nin Mersin’de organize ettiği 'Arap Aleviler Akdeniz’de Buluşuyor Kilikya Kültür Sanat ve Spor Festivali'. Kilikya Nehir Derneği, hâlihazırda dünyanın en büyük Alevi külliyesini inşa ediyor. Dernek, bu festivalle ve düzenlediği diğer etkinliklerle Arap Alevi toplumunun kültürel değerlerinin geçmişle gelecek arasındaki bağını kurmak, bu bağı geliştirmek adına manivela görevi üstlenmiş durumda. EHDAV, 'Ğadir Hum' etkinlikleriyle Irak’tan Suriye’ye; Arjantin’den Kuveyt’e, Lübnan’dan Avrupa’ya uzanan bir çerçevede bölgedeki kimlik dokusunun kendini her alanda açıkça ifade etmesine önemli katkılar sunuyor. Derneklerin bölgesel kültürel birikimin korunması ve zenginleştirilmesi adına kritik rol oynadığından bahsetmişken, kendi köyüm Tavaklı’dan bir örnek vereyim: 2002’den beri kesintisiz olarak kültürel aktivitelere ev sahipliği yapan Tavaklı, daha kapsamlı bir organizasyon düzenlemek üzere 2009’da dernekleşme çalışmasını tamamladı. Bu organizasyonda ağırlığı atölye çalışmalarına veriyoruz; yerel unsurları ve folklörü ön plana çıkarmaya çalışıyoruz. Örneğin çekirdeklerle oynanan geleneksel ve yöresel masa oyunumuz 'cuvn'u her yaştan katılımcılarla tekrar gündeme getirdik. Resim atölyesi düzenledik, sergileme alanları olarak tandır ekmeği pişirilen bir alanı veya bahçeleri, tarla kenarlarını tercih ettik. Önce bir spor dalı üzerine atölye çalışması gerçekleştirip ardından o dalda turnuvalar düzenledik. Böylece bölge insanını modern dans, tenis ve voleybolla tanıştırdık. Bahçelerde, avlularda Arapça kursları düzenledik; zira, bölgenin anadili Arapça. Paneller ve forumlarla bu organizasyonu zenginleştirmeye çalıştık. Çok da ciddi geribildirim aldık; bir köy etkinliği olmasına rağmen dört bin kişilik bir katılım sağladık. Bu organizasyondan sonra kendi dans okulunu açan, katıldığı kurstan sonra gitarını sazını yanından ayırmayan, şiir ve öykü yazmaya başlayan bir sürü insan oldu. Tavaklı örneği üzerinden devam ederek bir model önerisi suna-
Düzenli yayınların, özellikle dergilerin kentin kültürel dokusuna ve bilinçlenmesine büyük katkı sağladığını eklemek lazım. Antakya ve bölgesinde okuma oranı çok yüksek. Yirmi yedi yerel gazetenin, on iki bölgesel derginin kesintisiz olarak yayınlandığı bir bölgeden bahsediyoruz. Bu gibi düzenli yerel yayınlar, metropoller için çok önemli araçlar olmayabilir ama Anadolu kentlerinde çok ciddi toplumsal dinamiklere yön veriyor. Atak, Amanos, Güney Rüzgârı, Bedirge, Sowtna, Antakya Kültür, Hatay Keşif gibi birçok yayın, bölgenin günlük ve siyasi yaşamına
MODELLER VE STRATEJİLER
Suriye’ye uzanan bir çerçevede buluşturuyor. Bu dernek, Arap müziği ve sanatına verdiği önemle Arapça halk konserleri organize ediyor ve böylece yerel sanatçıların, kültür aktörlerinin ortaya çıkmasına, bölgede yer edinmesine ilişkin kuluçka görevi görüyor. Ayrıca anadil öğrenimi, müzik ve halk oyunları üzerine çeşitli atölyeler düzenliyor. Yeşilpınar beldesinde on yıldır düzenlenen 'Defne Kültür Sanat Festivali' ve 'Barışa Çığlık' etkinlikleri, Türkiye ve bölgede derin izler bırakan önemli organizasyonlar.
193
MODELLER VE STRATEJİLER
194
direkt olarak dokunuyor. Şehir kapsamında irili ufaklı otuzu aşkın festival düzenleniyor ve bunların çoğu sürdürülebilirlik adına kritik eşiği çoktan geçmiş durumda. Bildiğim kadarıyla kendi mekânlarında düzenli oyun sahneleyen beş tiyatro ekibi var. Antakya’nın sınır kenti olmasının bazı avantajları ve dezavantajları söz konusu. Avantajlardan bahsedecek olursak, tüm Orta Doğu’daki ilerici kültürel yapılarla yoğun ve etkin bir ilişkimiz var. Bu açıdan, Antakya’nın Türkiye’de bir başka benzeri olmadığını söyleyebiliriz. O hâlde, bütün bu değindiklerimin ışığında, Antakya kültür sanat hayatı ve kent belleği adına mevcut durumun net bir fotoğrafını ortaya koyabiliriz: Kentte aynı anda birçok kültürel aktivite oluyor. Ancak bunları koordine edecek, deneyimleri ortaklaştıracak, bu yapılar arasında yatay ilişkiler kurmaya ön ayak olacak, sergilenen ve sahnelenen işleri arşivleyecek bir platform yok. Meselâ Türkiye Yazarlar Sendikası ve Türkiye Edebiyatçılar Derneği ile beraber Aalen Kültür Derneği çatısı altında savaş öncesinde bir çalışma gerçekleştirmiştik. Bu çalışma kapsamında Lübnan, Cezayir, Suriye, Mısır, Almanya, Hollanda’dan birçok yazar geldi ve bölgede çalışmalar yaptı. Sonrasında bu yazarlarla Halep ve Şam'a gittik, oradaki gerçekliğe birinci elden tanık olmalarını sağladık. Ancak bu gibi önemli bir çalışmanın çıktıları dahi belgelenemedi, dolayısıyla paylaşılamadı. Çünkü kentte bu gibi çalışmaların nasıl ve ne gibi metotlarla hayata geçirilmesi gerektiğine dair bir bilgi birikimi (know how) yok. Bu eksikliğin sonucu olarak da bölgedeki birçok aktivite ve organizasyon, sürdürülebilirliğe dair engelleri çoktan aşmış gitmişken, içerik anlamında tekrara düşmeye başlıyor. Bu kısır döngüyü aşmak adına popüler isimler programa enjekte ediliyor ve böylece büyük kitlelere yönelik
hâle getirilen etkinlikler her yıl tekrarın tekrarını yineleyerek bir fasit dairenin içine hapsoluyor. Sonuç olarak, bu etkinlikler içeriksel anlamda nitelik kaybına uğruyor. Bu zihniyet tıkanıklığını aşmanın yolu, yerinde üretime destek olmak ve deneyim paylaşımına şans tanımak. Sadece kültürel üretim anlamında değil; ekonomik değer yaratmak adına da bu yolun izlenmesi gerektiği inancındayım. Ortaya çıkan kültürel üretim, bırakın Antakya’nın kardeş kenti Aalen’i (Almanya); İzmir ve İstanbul ile paylaşılamıyor. Dolayısıyla görünürlük çok düşük. Bu sadece Antakya merkezi için değil; tüm bölge için geçerli bir problem. Üretimlerin bir ağ kapsamında karşılıklı olarak sahnelenmesi, deneyimlerin karşılıklı olarak paylaşılması çok şeyi değiştirecektir. Türkiye’nin tek Ermeni köyü Vakıflı, Meryem Ana Yortusu ile birleştirdiği festival adına doğru bir strateji izliyor: Lübnan, Suriye ve İstanbul’dan konuk gelen katılımcılar, her yıl Vakıflılılarla sosyal ve kültürel anlamda deneyim paylaşıyor. Her sene bu formülden yeni bir şeyler üretmeye çalışıyorlar. Dinsel ritüellerle sanatsal üretimleri birleştirerek Vakıflı’ya has kültürel bir yapı kurmuş durumdalar. Antakya’da kurulacak ortaklaştırıcı bir platformun şu görevleri görmesi gerektiği düşüncesindeyim: Kent ve bölge kapsamında kültürel etkinlik düzenlenen ve düzenlenebilecek mekânların dökümünün çıkartılması, şehirde bir sene içerisinde gerçekleşen kültürel üretim ve aktivitelerin bir yıllıkta toplanarak basılı formatta yayılması / arşivlenmesi, 1995 – 2015 döneminde gerçekleştirilmiş tüm sanatsal aktiviteleri içerecek bir arşivin oluşturulması, yerel kültür üreticilerine ve bölgesel sanatçılara Türkiye nezdinde görünürlük kazandırmak adına geçerli strate-
195
MODELLER VE STRATEJİLER
196 MODELLER VE STRATEJİLER
Elbette, bu çalışmaların sağlıklı biçimde ilerleyebilmesi için bir Danışma Kurulu’nun oluşturulması gerekiyor. Bu noktada, 'marka kent' kavramına da bir şerh koymak istiyorum. Sadece kentin markalaştırılması üzerinden ilerlendiğinde o kent metalaştırılmış oluyor. Bu yaklaşım, niteliksel anlamda ortalama projelere yol açarken kent belleğine katkı sağlayacak gerçek işlerin önü kesilebiliyor. Antakya bölgesi, takdir edersiniz ki, sözlü tarih açısından son derece önemli bir bölge ve mevcut koşullar, kimi açılardan bu birikimin hızla aşınmasına yol açıyor. Bir dönem gerçekleştirdiğimiz sözlü tarih çalışmaları çeşitli nedenlerle müdahaleye uğradı. Eldeki kayıtların ancak bir kısmını kitaplaştırabildik. Bu konuda bir uygulama modeline ihtiyaç duyduğumuzu belirtmek istiyorum. Yürüttüğüm çalışmaların ve elde ettiğim deneyimlerin ışığında, Antakya özelinde kentsel kültürel stratejinin belirlenmesi anlamında yol kat edebilmek için iki önemli aşamanın tamamlanması gerektiğini söyleyebilirim: İlk etapta, yerel kültür merkezleri ve yerel görsel sanatlar sahnesi için stratejiler geliştirmek zorundayız. Kentin örgütsel kalkınmasını sağlamak ve stratejik planlama modelini geliştirmek için eğitim programları, seminer ve atölyelerden oluşan bir dizi çalışmayı hayata geçirmek gerekiyor. Bu çalışmaların çıktılarının belgelendikten sonra özellikle Antakya’daki belediyelerle ve demokratik kitle örgütleriyle paylaşılması şart. İkinci etapta, bütünsel bir kentsel kültür stratejisi geliştirebilmek için halkın tümüyle kültür kurumları arasındaki ilişkiyi koordine edecek bir merkeze ihtiyaç var. Bu anlamda, Antakya Stratejik Kalkınma Konseyi’nin kurulmasına ön ayak olmak için demokratik kitle örgütleriyle şehirdeki etkin aktörlerin harekete geçmesi elzem görünüyor. Kentin sembolleşmiş binaları daha etkin değerlendirilmeli; bu binalar Kent Müzesi, Tarih Arşivi, Kültür Merkezi, Sanat Galerisi, Kentsel Bellek Merkezi, Şehir Tiyatrosu, Şehir Kütüphanesi şeklinde yeniden işlevselleştirilmeli. Türkiye’nin çoğu şehrinde rastladığımız bir diğer temel problem, Doğu Akdeniz şehirlerimiz için de geçerli: Kültürel yoksunluk ve ekonomik yoksulluk arasındaki paralel ilişki. Sanatın günlük yaşamda etkin olarak yer edinebilmesi için sanatsal alışkanlıklar yaratmak gerekiyor. Kültüre erişim bir insan hakkı olarak ele alınmalı; bir boş zaman aktivitesi olarak tanımlanmaktan çıkarılıp kent gündemine oturtulmalı. Zira bir kente rengini ve kimliğini veren etkenlerin başında o kentin kültürel üretim potansiyeli geliyor. Demokratik sistem, katılımcı bazda dizayn edilmeli. Kentin yönetim organları kent meclislerinin, mahalle meclislerinin ve kitle örgütlerinin yapıcı katılımını teşvik etmeli. Daha ötesi; bu tür örgütlerin belediye kurumlarına danışmanlık yapmasına ve denetim yapacak niteliğe ulaşmasına ön ayak olmalı. Antakya’da ve diğer Doğu Akdeniz kentlerinde yaşayanların kente duyarlılığını artırmak ve şehre dair sorunları beraberce münazara etmek için açık kürsü niteliğinde organlar
yaratılmalı. Kent İnsan Hakları Avrupa Şartnamesi etkin kılınmalı ve katılımcı demokrasi kapsamında içeriğiyle uygulama yapısı geliştirilmeli. Ayrıca, bölgemizdeki şehirlerin ekolojik bir demokrasiye geçişin örgütlenmesinde öncü rolü oynamasını diliyorum. Bu alanda hiç bir komplekse kapılmadan sadece eldeki değerleri harekete geçirmek bile dünya gerçekliğine uygun yeni değerler yaratmak adına bir başlangıç olacaktır. Sözünü ettiğim tüm yapılanmaları ilk elden tetikleyecek unsursa kentsel belleğin harekete geçirilmesidir. Yeni kuşakların eğitimi için kentsel bellekte birikenlerin yazı, ses, video, fotoğraf ve film gibi mecralarla belgelenip topluca bir eğitim sahasına taşınması gerekiyor. Türkiye’deki pek çok şehir için geçerli olan temel problemler, Doğu Akdeniz şehirleri için de geçerli: Bir tür yoksunluk ve yoksulluk krizi, demokrasi durgunluğu sorunu yaşanıyor. Çünkü birlikte yaşama normları ve kültürü bilhassa zayıflatılıyor, küresel ölçekte büyük bir varlık (ontoloji) krizinin, ahlaki aşınma döneminin içine girmiş durumdayız. Ancak bilinmesi gereken şu ki, hiçbir mekânın kendiliğinden oluşmuş bir iktidarı yoktur. Mekânlar kendiliğinden çelişki üretmez. Çelişkileri toplumlar yaratır ve bu çelişkileri üretim ilişkileri mekanizmaları üzerinden tanımlamak gerekir. Mekâna ait çelişkileri ortaya çıkardığımız zaman daha sağlıklı sanatsal üretimler ortaya koyabileceğimize inanıyorum. İKPG, BU AŞAMADAN SONRA NASIL BİR MODEL BENİMSEYEREK İLERLEYEBİLİR? Biz Adana, Tarsus ve Mersin’i kapsayan Doğu Akdeniz bölgesinde kültürel üretimin canlandırılması ve paylaşımı adına bir ağ kurmaya çalışıyoruz. İKPG, Akdenizlilik çerçevesi içerisinde bu ağa katkı sağlayacak bir işbirliği modeli geliştirmeyi yakın vadede önceliğine almalı. Bu katkının ilk adımı, İzmir ve Doğu Akdeniz’deki iller arasında mevcut etkinliklere karşılıklı içerik katkısı sunmak şeklinde olabilir. Başta atölye çalışmaları olmak üzere sergilemeler, performanslar, deneyim paylaşımını öne çıkaracak paneller ve forumlar, özellikle bölgemizdeki festivallerin içeriğinin zenginleştirilmesine büyük katkı sunacaktır. Bunun ötesinde, söz konusu disiplinlerde her iki bölgeden katılımcıların yer alacağı atölye çalışmalarının her iki tarafa da çok şey katacağını düşünüyorum. Direkt iletişim kurmak, etkileşim yaratmak ve ortaklaşa bir şey üretmek adına atölye çalışmalarının en etkili mecralardan biri olduğunu düşünüyorum. Bu girişimi İzmir, Antakya ve Mersin’in farklı noktalarına yayılacak ortak bir organizasyon düzenleyerek ileriye taşıyabiliriz. Bu kapsamda, İzmir’deki etkinliklere Doğu Akdeniz şehirlerimizden, Suriye, Irak ve Lübnan’dan katılım sağlanması noktasında bir takım içeriksel destekler sunabiliriz. Böylece, İKPG’nin Akdeniz’deki ağının genişlemesi ve güçlenmesi adına işlevsel bir köprü görevi görebiliriz.
MODELLER VE STRATEJİLER
jilerin üretilmesi, deneyim paylaşma konusunda tüm aktörler arasında yatay ilişkilerin tesis edilmesi, kente has bir kültür politikasının belirlenmesinde mevcut bağımsız aktörleri ortaklaştıracak çalışmaların yürütülmesi, kent müzesi formatında bir bellek merkezinin nasıl hayata geçirilebileceğine ilişkin politikaların geliştirilmesi ilk akla gelenler.
197
BALIKLIOVA KÖY TİYATROSU ARA TATİLDE SANAT ATÖLYELERİ SEMİH ÇELENK
semih.celenk@gmail.com ! Balıklıova Köy Tiyatrosu
MODELLER VE STRATEJİLER
Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sahne Sanatları Bölüm Başkanı'yım. Kültür Çalıştayı’ndan itibaren, İzmir Akdeniz Akademisi Kültür Sanat Danışma Kurulu’nun üyesiyim. İKPG’nin daveti üzerine, 'Balıklıova Köy Tiyatrosu' ve 'Ara Tatilde Sanat' deneyimimi sizlerle paylaşacağım.
198
Karaburun yolu üzerindeki Balıklıova, bin yedi yüz kişinin yaşadığı bir balıkçı köyü. Yazlıkçıları var ama bunlar genellikle köy merkezinin dışına konuşlanmış. O yüzden, köy kimliğini henüz kaybetmemiş. Tarihsel olarak, 1416 Börklüce isyanının en yoğun yaşandığı noktalardan biri. On bir ay varlığını sürdüren Börklüce Komünü burada kurulmuş; yöre üç büyük savaşa tanıklık etmiş*. Balıklıova biraz arada derede kalmış; bu köyü kimisi Urla’ya, kimisi de Karaburun’a ait görüyor. Benim uzun zamandır bildiğim bir yer ama yaklaşık sekiz yıldır orada daha geniş zaman geçiriyorum. Önceleri yarı zamanlı yaşıyordum fakat dört aydır bu köyde yerleşik durumdayım.
üzerinde çalışıyordum. Bu yabancılaşma çağında tiyatronun yok oluşuna dair bazı çıkarımlara varmıştım; işin ancak orijine, en arkaik olana, yani hikâye anlatmaya dönülürse kurtulabileceğini düşünüyordum. Bu çıkarımlardan yola çıkarak köylülerle bir metod önerdim: “Hikâyeyi sen anlatıyorsun”, “hikâyeyi balıkçı anlatıyor”, “hikâyeyi ev kadını, öğrenci, garson anlatıyor”. Böylece, oyundaki bütün hikâyeleri kendimizce anlatmaya başladık. Bu metod, ciddi bir dönüşüm ve ivme yarattı. Oyunun yapısında çok büyük bir değişiklik yapmıyorduk ama yerel ağzı kullanıyorduk ve hikâyeyi gündelik dille, köyde kendi aramızdaki ilişkilerden yola çıkarak anlatıyorduk. Hem sahnedeki zamanlama düzeldi, hem de sahicilik giderek artmaya başladı. Başardığımızı düşünmeye başladık. 'Rumuz Goncagül'ün ilk performansında tıpkı bir komos gibi, köy tiyatrosu alayı gibi, tıpkı tiyatronun doğuşundaki gibi müzikle, ritmle, darbuka eşliğinde sahneye geldik; bir evlilik ve evde kalma hikâyesi anlatıp yine komos alayı gibi oyun alanından çıkıp gittik.
Çağdaş sanat alanıyla ilgilenenler bilir; sanatçı bir tıkanma Bu ivmeyle cesaretlenip iki yıl önce Urla Köy Tiyatroları yaşadığında genellikle bir yere kaçıp orada kendi hayatına kaŞenliği’ni başlattık. Dünyanın her yerinde kırsal alanda yerlepanır. Temelde bu bir arayıştır; kaçıştır. Sanat dünyasındaysa şik insanların kurduğu tiyatrolar var ama kimsenin aklına bu çok olağan karşılanan bir hamledir. Ancak çoğu sanatçı yeni alanda dünya ölçeğinde bir şenlik yapmak gelmemiş. Önce yerleştiği, inzivaya çekildiği yerde yerleşik halkla diyaloğa "ulusal kapsamda düzenleyelim" dedik. Türkiye’de altı köy tiyatgirmektense kasten izole bir hayat sürmeyi yeğler. Dolayısıyla rosu var; en eskisi de Urla Bademler’de. 1933 yılında kurulyeni yerleştiği bölgenin insanıyla etkileşimi gittikçe zayıflar. muş; Türkiye’nin en eski ikinci tiyatrosu. İlki, Darülbedayi OsBu çıkmaz bir yoldur aslında; çağdaş sanatın 20. yüzyıldaki mani; yani İstanbul Şehir Tiyatrosu, 1914’te faaliyete geçmiş. Afrikacılık, Asyacılık yaklaşımında bu eğilime sıkça rastlarız. Bademler’e giderseniz mezar taşlarında görürsünüz; insanlaTıkandığında yeni bir yere göçen sanatçı, o yeri sadece tıkanıkrın adı soyadı var, arkasında oynadığı roller yazıyor. Bademler lığını aşmak için kullanır. Ben özellikle bir şey başlatmak için çok önemli bir yer o açıdan; meselâ antropolog Musa Baran’ın gitmedim Balıklıova’ya. Gittim ve oralı oldum. Kışın hayat köykurduğu bir oyuncak müzesi var. lüler için çok sıkıcı oluyor; uzun gecelerde oyalanabileceğiniz Kaş’ta Yeşilköy’de, aynı bizim gibi yerel ağızla hikâye anlatan bir bir şey yok. Buradan yola çıkarak, köylülerle beraber oturduk ve bir uğraş yaratmak için "tiyatro yapalım" dedik. Daha öncele- köy tiyatrosu var. Mersin’de iki tiyatro var; biri Yeşilköy Kadınlar Tiyatrosu. Datça’nın Betçe köyünde yeni bir oluşum var. Devri bir derneğin ön ayak olması üzerine çok amatör bir şekilde bu let Tiyatrosu’ndan giden Ümit Bakış, orada bir konteyner eve fikri hayata geçirmeyi denemişler ama yapılan bir iki çalışma yerleşti ve Betçe Çocuk Korosu, Betçe Çocuk Tiyatrosu, Büyük yürümemiş, süreklilik arz etmemiş. Kadınlar Tiyatrosu, Köylüler Korosu gibi bir sürü oluşum kurdu. İlk oyun olarak, domestik içeriğinden de yola çıkarak 'Rumuz Sürekli etkinlik yapıyorlar. Toplamı bu kadar işte. Goncagül'ü seçtik. İlk prova, benim için büyük bir hayalkırıklığı oldu. Yani teksti kağıttan okuyoruz ama oyun hiçbir şekilde ak- Bu yıl kapsamı uluslararası hâle getirip Bulgaristan’dan, Rodop dağlarından Shiroka Luka Köy Tiyatrosu’nu getirdik. Bir kız mıyor. Kendi kendime dedim ki, “bundan benim mutlu olacağım kaçırma oyunu oynadılar; daha çok seyirlik köy oyunu gibiydi. hiç bir şey çıkmaz. Kendimi bu girişim içinde ifade edemem, berbat Ayrıca Atina’dan bir yerel tiyatroyu konuk ettik. Daha amatör bir amatör tiyatro çıkar bundan. İzleyenler de çok sıkılır”. Tam da o ruhlu, yarı profesyonel bir tiyatroydu. Böyle yavaş yavaş ilerlesırada, tiyatronun ontolojik sorunları üzerine birkaç makalenin
Bahsetmek istediğim diğer projeyse 2007 - 2008’de D.E.Ü. GSF üzerinden yüz on eğitimcinin katılımıyla altı bölgede yürüttüğümüz 'Ara Tatilde Sanat Atölyeleri'. Ağırlıklı olarak atölye çalışmalarından oluşan bu projede hedefimiz, günde doksan çocuğa ulaşarak toplamda altı yüze yakın bir katılım sağlamaktı. Proje nihayetlendiğinde hesap ettik; toplamda bin beş yüz çocuğa ulaşmışız. Güzeltepe, Limontepe, Doğançay, Yeşilyurt, Narlıdere ve İnönü’de yürüttüğümüz bu proje için ESHOT bize üç otobüs tahsis etti. Büyükşehir Belediyesi’nden de kırtasiye ve kumanya desteği aldık. Ayrıca bir firma, fotoğraf atölyesi için on beş adet dijital fotoğraf makinesi ve büyük boyutta baskı alabilmemizi sağlayacak termal yazıcıyı temin etti. Çok büyük harcamalara giriştiğimizi söyleyemeyeceğim; her şey bir biçimde hâlloldu. Fotoğraf, resim, drama, kukla, heykel ve ebru alanında atölyeler tasarladık. Geliştirdiğimiz uygulama modeline göre, çocuklar her gün ayrı bir atölyeye katıldı. Eğitimcileriyle çalışıp ara verdiler, meyve suyu içip kumanyalarını yerken sohbet edip sonrasında birkaç saat daha çalıştılar. Bu gibi projelerle meşgûl oluyorsanız; hem o bölgeyi, hem oradaki insanları hesaba katan bir çalışma modeli yürütmeniz lâzım. Örneğin baştan elimizde broşürlerle gidip “biz bir fakülteyiz, kendimizi size tanıtmak istiyoruz” diye yola çıktık ama buradan yaklaşınca beklenmedik şekilde şüphe uyandırdık. “Durup dururken bunlar buraya niye geldi, ne arıyorlar burada” şeklinde yaklaştı insanlar. Oysa çok temel bir niyetle yola çıkmıştık: Üniversitedeki bölümümüze çoğunlukla Bostanlı, Hatay, Karşıyaka gibi İzmir’in çevre bölgeleriyle sınırlı ilişki kuran merkezlerinden ve İstanbul, Eskişehir, Ankara gibi illerden öğrenci geliyor. GSF, ağırlıklı olarak daha entellektüel ebebeynlerin tercih ettiği bir fakülte. "Bizim öğrenci dokumuzdan daha uzak bir demografiye sahip çevre bölgelerle öğrencilerimizi nasıl karşılıklı ilişkiye
sokabiliriz?", "bu karşılaşmadan nasıl geri dönüşler alırız?" diye yola çıkmıştık. Bir diğer amacımız da fakülteyi dinamize etmek, akademisyeni bu bölgelere götürebilmekti. Diyalog kanalları yavaş yavaş ortaya çıkınca “biz bir okuluz, öğrencilerimiz var. Sizinle tanışmak istiyorlar; eğer düzenleyeceğimiz etkinliklerden keyif alırsanız ve talebiniz olursa, ilerleyen yaşlarda bu okullara girebilirsiniz” demeye başladık. Bu samimiyet, iletişim kanallarını iyiden iyiye açmaya yaradı. Bunu şunun için anlatıyorum: Şehrin bu gibi bölgelerine gittiğinizde karşılaşacağınız ilk soru genellikle “siz kimsiniz, burada
MODELLER VE STRATEJİLER
yerek, bizimle aynı alanda faaliyet gösteren kim varsa bulmaya çalışıyoruz. Bu girişimi 'Endemik Tiyatro' olarak tanımlıyorum. Çünkü, o yöreye ait bir ürün gibi geliyor bana.
199
200 MODELLER VE STRATEJİLER
Şöyle bir çalışma sistemiyle ilerledik: Önce çocuklara fotoğraf atölyesinde eğitim verdik, ardından eğitmenleri eşliğinde fotoğraf çekmeye çıktılar. Sonrasında öğlen molasında yemek yerken sd kartlara yüklenen fotoğrafları eğitmenleriyle ekranda inceleyip o fotoğrafların üzerine konuştular. Her çocuk beğendiği bir fotoğrafını seçti, seçilen fotoğraflar iki adet çoğaltıldı. Bir baskıyı sergi için ayırdık, diğerini çeken çocuğa armağan ettik. Böylece ürettiği çalışmayı evine götürebildi; ailesiyle paylaşabildi. Belki evde bir yere asıldı o fotoğraf; bu vesileyle ebebeynler de çocukları sayesinde sanatla iletişime geçmiş oldu. Sergiyi, Resim Heykel Müzesi’nde yaptık. O çocuklara destek olanlar, ilgilenenler, aileler derken açılışa bin beş yüze yakın izleyici geldi. Resim Heykel Müzesi’ne ilk kez kentin bambaşka çevrelerinden bin beş yüz kişi girdi. Üstelik bunu sıradan, olağan bir eylem, etkinlik olarak düzenledik. Hiç altını çizmedik. Sergilenen baskıları da işin sahibi çocuklara hediye ettik. Hep izleyici yaratmaktan bahsediyoruz ya, meselâ bu bir model olabilir mi? Eğer ki bu çalışma pilot bir uygulama olmasaydı; her ara tatilde tekrar edilebilseydi, kurumsal destek bulabilseydik ve İKPG gibi bir yapı yanımızda olsaydı, bu etkinlik o bölgelerde bir alışkanlık hâline gelebilirdi, yarattığı etkileşim büyüyebilirdi. Tıkandı. Önü kesilmiş oldu. Bu etkinlikten şunu da öğrendik: Kibiri silip atmak gerekiyor. Hangi dille iletişim kuracağınızı ısrarla deneyerek seçmeniz gerekiyor. “Size bir şey getiriyoruz” türü dayatmalara veya “bu projeden kendimize şöyle bir şey çıkarıyoruz” gibi yanlış anlaşılmaya açık vurgulara asla meydan vermemeli. “Biz sizinle birlikte bir şeyler yapmak istiyoruz” vurgusu çok önemli. O
yüzden iletişim dili konusunu hergün aramızda yeniden konuşuyorduk: “Şunu yapmayacaksınız, bunu söylemeyeceksiniz; dinsel, yöresel bazı çekinceler olabilir, o konularda dilinizi dikkatli kullanacaksınız.” Doğru iletişim dilini bulunca tahmininizden çok daha geniş kitlelere ulaşabiliyorsunuz. Ayrıca o toplulukta hızlı, küçük ve ani değişimler yaratabiliyorsunuz. Örneğin, ebru sanatıyla ilk defa karşılaşan Doğançaylı bir Kürt çocuğun yaşadığı bu deneyimden çok etkilenip ilkokul öğretmenine “ben ileride ebru sanatçısı olacağım” demesi, ebru gibi spesifik bir üretim dalını kendine gelecek hayali olarak seçmesi gibi. Şimdi, ebru dediğimiz şey çok uç bir şey. “Nereden nereye?” diyorsunuz; aslında onun hayatına ne kadar uzak bir şeyden bahsediyoruz. O atölyeye katılmamış olsaydı ne hayatında böyle bir düşünce yer alacaktı; ne de ailesi, okuldaki arkadaşları veya öğretmeniyle paylaşabileceği bir heyecan konusu olacaktı. O yüzden bazı işleri önüne arkasına beklenti koymadan yapmak lâzım. Kent adına ıslahçı projelerin peşinde koşmamak lâzım. Tersine şeyler düşünmek gerekiyor. Meselâ bu dinamizmi kentin o bölgesinden diğer bölgelerine yaymak için akışa nasıl katkıda bulunabileceğimize kafa yormak lâzım. “Oradaki insanlar niye kültür hayatına katılmıyor?” şeklinde suçladığımız bir bölgeyi dinamizme adım adım çağırmak, farkındalık yaratmak lâzım. Teorik olarak da böyle düşünmek gerekiyor. Bir de oyunsuluğu hiç unutmadık. Bu projenin çok önemli bir parçasıydı. Meselâ “haydi mahalleye gidiyoruz, haydi koşturuyoruz, haydi bize yer gösterin; hayvanları nerede çekeceğiz?” şeklinde işin içine oyunsuluk kattığınızda onlar size mahalleyi tanıtıyor, bizimkiler makine nasıl tutulacak onu anlatırken karşılıklı bir alışveriş doğuveriyor. Eğitmen diyor ki, “bak güneşin şöyle bir yerden vurması lazım”; çocuk da diyor ki, “gel gel ben seni öyle bir yere götüreyim”. Dolayısıyla o çocuk, kendine bir şeyin dayatılmadığına, bir şey öğrenmek zorunda olmadığına inanıyor ve rahatlıyor. O da sana bir şeyler anlatıyor, önerilerde bulunuyor. Oyunsuluğu hiç unutmamak gerekiyor, hele çocuklarla atölye yapıyorsanız.
MODELLER VE STRATEJİLER
ne arıyorsunuz?” olacaktır. Bu sorulara vereceğiniz karşılığı iyi düşünmeniz, önceden üretmiş olmanız gerekiyor. İlk kesişme anında büyük bir reaksiyonla karşılaşabiliyorsunuz ama sonrasında samimi açıklamalarla buluşmalarla iki uç birbirine alışıyor. Çocuklarla ve dolayısıyla anneleriyle yani kadınlarla birebir iletişim kurmak durumundasınız. Ortada sahicilik varsa, o ilişki en geç bir iki günde kuruluyor. Bizim projemiz altı yedi günlük bir çalışmayı içereceği için süreyi yarılamadan o yakınlaşmayı gerçekleştirmek gerekiyordu ki, bunu başardık. Bu iletişim ve paylaşım sürecinde müthiş şaşırtıcı ve enerji verici anlar yaşanabiliyor. Tahmin etmediğimiz ölçüde uzlaşmaya tanık olduk.
201
SALT Vasıf Kortun
MODELLER VE STRATEJİLER
www.saltonline.org
202
Davetiniz için teşekkür ederim. İzmir Kültür Pla+formu Girişimi konusunda önceden yeterli bilgim yoktu. Yumuşak güç meselesi önemli. Betona para yatırmak yerine meseleyi başka bir açıdan görmek, çözmek, algılamak en kritik konu. Bu gibi yapıları oluşturmak için yumuşak güç gerekiyor. Betona ihtiyacımız yok; yeni yapılara da ihtiyacımız yok. Kentlerde kullanabileceğimizden çok daha fazlası var. Çoğunuzun samimi olduğu, yakından takip ettiği SALT üzerinden konuşmak, nasıl hayata geçirildiğinden, nasıl devreye alındığından bahsetmek istiyorum. Son yirmi yılını özel sektör desteği içinde sürdürmüş bir insanım. Dolayısıyla ‘özel’le ilişki kurmaya aşinayım. Bugün, özgül, hayâl ettiğim gibi bir çizgide konuşacağım. SALT’dan başka bir kişi gelse size bambaşka bir SALT anlatabilir. Bugünden geçmişe bakarak anlatacağım için tarih örtmeleri, arzu ettiğim gibi hatırlıyor olabilirim. Dolayısıyla her söylediğimin öznelliğini göz ardı etmeyin. SALT, 2006’nın sonunda yeni bir yapı kurma meselesiyle ortaya çıkmıştı. Bankayla beraber kurumlarının da büyümesi kararı alınmıştı. Öncelikle nasıl büyüyeceğimize dair bir meseleyle karşılaştık, ortada üç kurum vardı: Osmanlı Bankası Arşiv Araştırma Merkezi, Garanti Galeri ve Platform Garanti. Bunların üçü de farklı işletilen, farklı boyutlarda fonlanan, mazbut kurumlardı. Üç ayrı direktör vardı; hepsinin arkasında birikmiş farklı ilişki ağları, farklı çıkar ve destek grupları, farklı mekanizmalar söz konusuydu. ‘Uzman mülâkatları’ adını verdiğimiz bir mekanizma kurduk. Bu mekanizmada yer alan mimarlara, bilimle yakın insanlara, yurtdışından müze insanlarına “21. yüzyılda siz nasıl bir yapı hayal edersiniz?”, “Bu konuda memnuniyetsizlikleriniz nelerdir?” gibi sorular içeren mülâkatlar gerçekleştirdik. Peki benim için SALT’a bakarken referans olabilecek düşünceler neler olabilirdi? Alexander Dorner; “yeni bir sanat kurumu, şimdiye kadar olduğu gibi bir sanat müzesi olamaz. Hâtta müze bile olamaz. Yeni kurum, daha ziyade bir enerji istasyonu, enerji üreticisi olmalı” der. Biz SALT’a doğru yol alırken bu fikir referanslardan biriydi. Bir örnek model, 1977 yılında açılan Centre Pompidou. Mekânın bulunduğu alan, 60’ların sonunda hâl olarak fonksiyonu yitiren, yük kamyonu otoparkı olarak işlev gören bir yerleşim. Paris’in işçi sınıfı bölgesi ve diğer kültür kurum ve müzelerden uzak mesafede bulunuyor. Pompidou’nun önemli özelliklerinden biri
güçlü bir danışma kurulu olması. Bu kurulda yer alan Willem Sandberg, 20. yüzyılın en iyi müzecilerinden birisidir ve Stedelijk Müzesi’nin kurucusu gibidir. İsrail Müzesi’nin ilk direktörüdür. Mekânın tasarımı için bir uluslararası yarışma açılmasına karar veriyorlar. O zamanlar otuzunda bile olmayan iki mimar Richard Rogers ve Renzo Piano yarışmayı kazanıyor. İşte burada iki muazzam şey yan yana geliyor: Çok zeki bir jüri ve destekçi ekiple disiplinleri kıran bir müessese hayali. Buraya bir sanat müzesi olarak bakabiliriz ama aynı zamanda bir kütüphanedir; altta IRCAM Müzik Merkezi vardır ve aynı zamanda da bir sergi alanıdır. Alexander Dorner’ın üzerinde durduğu ‘enerji santrali’ meselesinde enerji içeriden dışarıya verilen bir şey; enerji hiçbir zaman dışarıdan gelmez. İşte bu, içkin bir model; bu içkin kurum modelini burada Pompidou’ da görüyoruz. Bir diğer örnek Cedric Price ve tasarladığı ‘Fun Palace’; 1961’de ısmarlanan bir projedir. Joan Littlewood bir tiyatrocu, aynı zamanda direktör ve yapımcıdır. Cedric Price ise sosyalist bir mimar. Littlewood, Cedric Price’tan yeni, farklı türden bir mekân tasarlamasını istemiştir. Price’ın yapmış olduğu bu taslak hiçbir zaman hayata geçmedi. Ama yine de bu tasarıyı da bir program olarak düşünebiliriz. Fun Palace projesi olmasaydı, belki Pompidou’nun erken günleri olmazdı. Çünkü bu tasarım aynı anda çok çeşitli faaliyetlerin yan yana, birbirine çarpa çarpa gerçekleştiği, hareket ettiği bir yere işaret ediyor. Aşırı düzeyde bir kamusallığa sahip. Bence en önemli noktası, ‘teatral durum’ . Tiyatro durumu, sanatla iştigal edenlerin çok alıştığı değişmeyen mekânsallıktan çok farklıdır; anında değişir. Başlarda Pompidou’ da yapılan da buydu. Aslında Pompidou’nun içi boş, duvarları olmayan bir mekân. Dolaşım, havalandırma dışarıda. Bir diğer örnek yapı, Stockholm’deki meydan ve arkasındaki kültür evi Kulturhuset’ti. Erken 70’ler; Pompidou’dan daha önce yapılmış ve dolayısıyla Pompidou’yu bilgilendirebilecek bir mekânizma. Kulturhuset’in üretilmiş bir meydanda bulunması, o meydanla ilişki içinde olması, farklı bir çok şeyin bir arada olması önemli. Avrupa kıtasındaki etkileyici örneklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Tunç Okan’ın ‘Otobüs’ filmini hatırlarsanız; bu film aynı zamanda kamu mekânıyla bir grup Türkiye insanının ilişkisinin çok farklı kurulabildiğini, iki kültürün birbirini hiç anlamadığını anlatır. Film bu söz konusu meydanda geçer. Bütün bu örnekler SALT’ı düşünürken hep aklımızda olan örnek-
Bu sebeple bir kurumun ara kesitte olabilme meselesine bakmak gerekliydi. Vito Acconci ve Steven Holl’un birlikte yaptığı ‘Storefront for Art and Architecture’, New York’ta, Little Italy’nin biraz kuzeyinde bir mekân. Tamamıyla sokakla ilişkide ve bu ilişkiyi abartılı bir şekilde tarif edebiliyor. Mekânı açık hale getirmek, sokakla ilişkide olmak mümkün. Fakat bunun nasıl işleyeceği, ne şekilde bir performans göstereceği ayrı bir soru. Kazuyo Sejima ve Ryue Nishizawa’nın mimarı olduğu New Museum’un New York, Downtown’daki mekânının girişinin tamamen camdan yapılması ilgimi çekmişti. Binanın girişinde yer alan ve içinden geçilen minimalist küpün ziyaretçilerle çok tuhaf bir kurumsallaştırma ilişkisi vardı. Çok güzel mobil bir kitapçısı da var, yine de New Museum benim için ikna edici değildi. Buradaki geçiş sadece bir pasaj olmakla sınırlıydı. Sosyalleşme meselesiyle ilgili olarak Tate Modern’in Turbine Hall’u gibi bir örnek de var. Sosyalleşmenin tavan yaptığı bir alan, oldukça büyük bir yer. Orada sosyalleşmek mümkün ama o türden bir sosyalleşmeyi zaten geniş ve büyük başka bir alanda da deneyimleyebilirmişiz gibi. Sonra bir gün ilk Apple Store açıldı. Apple Store ve “işte tamam” dedim; “olay buymuş, hiç bakma kültür mekânlarına, asıl mesele bu”. Bir şey almak zorunda hissetmiyorsun kendini ayrıca, öyle de bir rahatlığı var. Aşağıda ‘sergi’ var, eğitmenler sana anlatıp bilgiler veriyorlar. Üst kata çıkıyorsun; burada ikinci bir alan var, bir gösterim salonu, sürekli konuşmalar gerçekleşiyor, yarı akademik ve güzel bir ortam. Kapı duvar yok; istediğin zaman içeri gir, internet bedava. Bir de prodüksiyon ünitesi var, malını alıp götürüyorsun, birileri sana onun nasıl yapılacağını, nasıl kullanılacağını anlatıyor. “İşte bu” dedim; “hikâyeyi buradan almamız gerekiyor”. Bu sebeple SALT Beyoğlu’nun girişi eşiksizdir. "İzleyiciyle farklı bir samimiyet geliştirebilir mi?" sorusunu sorduk. Sokaktan mekâna doğru yürüsün, girsin, ikinci gün biraz daha içeri girsin, üçüncü gün tuvalet için gelsin, sonra açık sinemaya, sonra bir üst kata, sergiye. SALT Beyoğlu’nun Platform Garanti olmadan önceki bir fotoğrafı beni çok heyecanlandırdı. Çünkü açık mimari unsurlar, biz Platform’a girdiğimiz zaman kapalıydı. Bir tane ATM vardı, bir tarafı kapalıydı ve içerideki ferforjeler bizim şu anki halimizden çok daha güzel görünüyor. O şeffaflık meselesi hoşuma gitmişti. Girişimizde koca bir tabela yok. Mekânın adı yok; bu ayrı bir stratejiydi. Küçücük bir isim var; herkes yolunu kaybediyor, kayboluyor, sinirleniyor, özellikle kültürlü insanlar “neredeydi?” diye kızıyorlar. Mekâna girer girmez, Apple Store’dan fikrini aldığımız Açık Sinema kısmı var. Açık Sinema ikinci bir katman. Bütün bunlar, bir tür İstiklal Caddesi’nin anoniması içinde, bir aşağı bir yukarı giden insanları bir tür “içeride nasıl tutarım?” oyununun parçası. Baştan bu koridor meselesi başarısız oldu çünkü biraz fazla tasarlanmıştı. Aşırı tasarlandığında izleyici için tamamlanmış bir hal alıyor ve o zaman, insanlara yapacak hiç bir şey kalmıyor. Pompidou yapılırken Piano ve Rogers yönetime giriş katını ol-
duğu gibi açmayı teklif ediyor. Buradaki amaçları herkesin her yerden istediği şekilde içeriye akmasını sağlamak. Düşündükleri şey, binanın sabit tek bir girişinin, kapısının olmaması ve içeriyle dışarıyı sadece sıcak hava perdesiyle ayırmak.Bu teklif kabul edilmemiş. SALT’ta buna benzer bir stratejiyi gündeme getirdik ve gerçekleştirebildik. SALT Beyoğlu fiziken İstiklal Caddesi’nin üzerinde ve insanların devamlı bir akıntı içerisinde hareket ettiği bir cadde burası. İşletme modelimize gelirsem: Birincisi bizim için 'disiplinler sonrası' bir müessese olması önemliydi. Yani, kendi çalışma alanlarımızı korku ve endişeyle koruma zihniyetinin olmaması. Bilgi setlerini korumak ama disiplinlerden vazgeçmek, bunları bir masa çevresinde değerlendirmek. Değişik bilgi setlerine sahip olan insanlar, aynı mekânda birlikte, yan yana çalışıyor. Şimdilerde, 'yaşadığımız an' meselesini düşünmeye ve biraz daha fazla değerlendirmeye çalışmaktayız. Bir çok şeyi an üzerinden değerlendirme hastalığı var. Dünyadaki başat kültür kurumlarına, müzelerdeki duruma bakarsak, izleyiciyle kurum arasında pürüzsüz bağlar kurma meselesine çok önem verdiklerini görüyoruz. Güçsüz sosyalleşme meselesi ve konukların pazarlaştırılması ciddi sorun. Üç izleyici kitlesinden söz edebilirim. Birincisi şu an var olan, ikincisi geçmişteki ve üçüncüsüyse gelecekteki seyirci. Kurumsal yapı olarak üç ayrı kitleye birden hizmet vermeye çalışmaktan bahsediyorum burada. Çünkü bu tür organizasyonlarda, kurumlarda değerlendirmeler genellikle 'bu an' üzerinden yapılıyor. Örneğin, bütün idari değerlendirmeler 'bu an' ve 'bugün' üzerinden yapılır: “Sergiye kaç kişi geldi?” sorusu gibi. Oysa ilgilenmemiz gereken; gelenlerin ne düşündüğü, ne yaptığı, nasıl tepki verdiği, gördüklerini beğenip beğenmediği, büküp bükme-
MODELLER VE STRATEJİLER
lerdi; çünkü SALT Beyoğlu’nun girişinde bir mekân olarak hayata geçecekti.
203
MODELLER VE STRATEJİLER
narında durmaya çalışmak zorlayıcı; çünkü neyle karşılaştırılacağımız net değil. Buna rağmen, o karşılaştırmalara da her zaman tabisiniz. Onun için o ızgaranın dışına çıkmak harika bir şey değil, kısmi rahatlama başka kurumların da ızgaranın dışına çıkmasıyla mümkün olur.
204
dikleri, gördükleri şeylerin onların hayatında bir değişikliğe yol açıp açmadığı; inançlarını kırıp kıramadığı gibi veriler. Hiç bir ziyaretçi sadece birer rakam değil, herkes bir varlık ve bu kişilerden bazıları olası aktif katılımcı. Kurumun ileride ortak sahipliğini üstlenebilecek meraka, kapasiteye sahip; sıkıntıyı, derdi, sevgiyi sürdürebilecek karakterler. Üzerinde düşünebileceğimiz bir diğer mesele kurumun ‘miras makinesi’ olma özelliği. Bazı kültür kurumları, -buna biz de dahil-, aslında birer miras makinesiyiz. Bu tür kurumların birincil görevi, hiç bir zaman ve hiç bir koşul altında devraldıkları dünyadan daha kötü bir dünyaya neden olmamak. Marcus Novak’tan kısaca alıntılarsam: “Evrim dediğimiz şeye spor gibi bakabilirsiniz. Bir müsabakaya hazırlanıyorsunuz, bütün gün çalışıp daha iyi şut atıyorsunuz, daha hızlı koşuyorsunuz, daha çok kas yapıyorsunuz ama bu endüstriyel bir yaklaşım”. “Çok çalıştım, çok geliştim”. İyi ama bunun sınırı ne? Marcus Novak burada ‘çeşitlenme’ kavramını öne çıkartıyor. “Acaba kurumlar, çeşitlilik üreten mekanizmalar, bu tarz mutasyonlara sebep olan yerler olabilir mi?” diye soruyor. Bu çeşitlilik ve farklılık, bu kurumsal pratik bazen yalnızlık hissini beraberinde getiriyor. Çünkü diğer kurumlar operasyonlarını bu şekilde sürdürmüyor. Sonuç olarak “peki SALT nedir?” diye bana sorulduğunda, buna doğru bir cevap verebilme kapasitem hiç bir zaman olmadı. Bir müze değiliz; ama yapının içinde müzesellik var. Sergi salonu değiliz; ama sergiler de yapıyoruz. Eğitim kurumu değiliz; ama eğitim kurumlarına yakın düşen özelliklerimiz var. Üniversite değiliz ama üniversiteymişiz gibi yaptığımız kimi çalışmalar var. Araştırma kurumu değiliz ama araştırmaya önem veriyoruz. Toplayıcı bir kurum değiliz ama veri topluyoruz. Tüm bunları açıklamak, formüle etmek kolay gözükebilir ancak biri kalkıp “SALT’ın bilinirliği üzerine bir araştırma yapalım” dediği zaman sonuç çok net bir şekilde kategorize edilemiyor. Kurum olarak tariflerin ke-
İlk başladığımız dönemlerde, İstanbul üzerine doksan günde doksan konuşma gerçekleştirdik, bunun yanısıra teatral mahkeme ve müzakerelerde yayalaştırma, Emek Sineması gibi konuları içeriyordu. İki yıl Sonra Gezi Direnişi gerçekleşti ve bu tür etkinlikler için çaba harcayan kurumlar olarak aslında ne kadar zayıf olduğumuzu anladık. Çünkü Gezi kendiliğinden gelişebilmişti. Çok aydınlatıcı bir deneyimdi bizim için. Bir meseleyi tartışmanın öncülerinden olmak da çok önemli değil, bunu fark ettik. Bir kurum olarak gerçekleştirilen şey, aslında kolektif hafızaya minimum düzeyde etki edebiliyor. Gezi sayesinde kurumların kapasitesinin ne kadar sınırlı, ne kadar zayıf olduğu ortaya çıktı; insanlar kendi kendilerine ve Türkiye’yi değiştirecek şekilde, sanki bu bilgiye binlerce yıldır sahipmiş gibi, bir anda hareket ettiler. Gezi’nin o tarafı çok önemliydi; kütüphanesi vardı, reviri vardı, okulu, konseri, bostanı her şeyi vardı. Kolektivite ve dışarıdaki zekâ, kurumun zekâsından her zaman çok daha büyük ve çok daha değerli. Dolayısıyla dışarının zekâsıyla nasıl bir arakesitte buluşulur meselesi değer kazanıyor. Kolektif zekâdan nasıl yararlanırsın? Seni nasıl besler? Nasıl değiştirir?; hâtta zaman içinde ortak bir sahipliğe nasıl gelinir? Bunu Gezi anlamında söylemiyorum, o aşkın bir durum, ne tekrarlanır ne de süreklileşebilir, anlaşılması gereken şu, kurumun kapısının dışındaki muhteşem zeka bulutunu yok saymak yanlış. “Tam da bil[e]meme durumunu” benimsedik. Bu beklenmedik kapıları açıyor. İki yıl önce, ‘Salon’ diye bir sergi yapmıştık. Baştan sergi diye bir meselemiz yoktu. Konu Türkiye tasarım tarihin araştırmasıyla başladı. Ankara’da Butik-A tasarımı Bediz ve Azmi Koz mobilyaları, Ulvi Cemal Erkin ve piyanist Ferhunde Erkin’in evinde çıktı. Evin bulunduğu yapı bloğuna hayran olduk. Mimar Rahmi Bediz ve Demirtaş Kamçıl’ın Yeşiltepe blokları. Bu kez bu mimari büronun yıkım sürecine giren binaları fotoğraflandı. Mobilyalar arasında Neşet Arolat tasarımı bir kanepe de vardı. Sergi projesi daha sonra geldi, sergi meselesini düşünürken ‘fuar durumunu’ altedecek bir model geliştirildi. Bediz hanım ve kızı Defne Koz proje için yeni bir oturma birimi tasarladı. Onu da kullanmaya devam ediyoruz. Buna bağlı olarak İzmir Ekonomi Üniversitesi tasarım ve endüstri tarihini bizden çok daha organize araştıranlar var. Sümerbank araştırması gibi. Tasarım alanında kendileriyle daha yakın bir ilişki kurmaya başladık. Araştırma temelli görselleştirmeler üzerine verebileceğim bir başka örnek Ege Berensel ile gerçekleştirdiğimiz ‘Dinamo Mesken’ sergisi. Berensel; Bursa’daki bir futbol takımının, Dinamo Mesken’in 70’lerin sonundan 80’lerin başına kadar olan hikâyesi üzerine bir kazı ve sözlü tarih yapıyordu. Üç yıl önce SALT Araştırma Fonu kazandı. Araştırma sürecinde “bunu görselleştirebilir ve sergiye çevirebilir miyiz?” sorusu ortaya çıkmıştı. Genellikle bizim cüssemizdeki kurumlar üç yıl sonrasını tasarlayarak ilerlerler. Dolayısıyla projeleri aciliyet taşımayabilir ve içine kapanıktır, kendini düşünür. SALT’taki yaklaşımsa “acaba
bununla ne yapsak?” üzerinden, “bunu başka bir şeye çevirebilir miyiz?” arzusuyla devam ederek çok hızlı kararlar da aldırabiliyor Temel soru; “Geri bildirimleri nasıl toplayabiliriz? İleride insanları ortak sahipliğe nasıl geçiririz?” Genelde bu insanlara ‘kullanıcı’ diyoruz ama herkes birer kullanıcı değil. Çoğu zaman ‘kullanıcı’ çok yetersiz bir tarif de olabiliyor; çünkü ‘kullanmak’la, sürecin ne başında, ne arasında, ne de sonunda kurumsal karar mekanizmalarına müdahil olamıyor.
İKPG, BU AŞAMADAN SONRA NASIL BİR MODEL BENİMSEYEREK İLERLEYEBİLİR? Temel sorular: Mekâna mı, içeriğe mi evrilmek gerekli? Var olanı mı değerlendirmek gerekiyor? Merkezileşmek mi lâzım? Yoksa çok dağınık bir model mi işletilmeli? Kimlerle, hangi ‘stakeholder’larla ilişkide olmak lâzım? Fakat bu sorulara cevap aramak gerekirken, aynı zamanda “kentin diğer bileşenleriyle beraberce nasıl çalışılır?” onu da düşünmek lâzım. Nasıl bir ekonomi istiyoruz, nasıl bir şehir istiyoruz, nasıl bir tarım istiyoruz, birlikte nasıl yaşamak istiyoruz? Bunların tümüne bir bütünlük içinde bakılabilir. Meselâ Oslo’da yeni bir proje, öğrenilmesi gereken bir hikâye var: Kentin bir bölümünü olduğu gibi değiştiriyorlar. Birinci ayağı Oslo Operası’ydı. Kıyıya Oslo Operası’nı koydular, trafiği yer altına aldılar sonra kütüphaneyi getirdiler. Yavaş yavaş, bütün bölge yenileniyor. En olmadık gö-
rünen insanları ve oluşumları görüş almak için sürece dahil ediyorlar: ‘Future Farmers (Gelecek Çiftçileri)’ veya ‘Bread Society (Ekmek Toplumu)’... Bu bölgeyi sanat pratikleri sokakla ve hayatla örtüşen sanatçıları ve sivil toplum kuruluşlarını birleştirerek gerçekleştiriyorlar. Bu bir mutenalaştırma mıdır? Şehir markalaması mıdır? Tartışılabilir. Bazı şeyler o kadar kolay ki aslında. Hepimiz zarar görmüş durumdayız, hepimiz mutsuzuz. Dünyada şu anda her şey baş aşağı olduğu için bütün önceliklerimiz yanlış, belki de yanlış giden her şeyi şehir üzerinden, tekrar düşünüp modellemek gerekiyor. Şehri farklı şekillerde kazanmamız gerekiyor.
MODELLER VE STRATEJİLER
Bazı işleri taviz vermeden yapmak çok önemli. Çünkü bir kültür kurumu olarak vazife genel bir memnuniyet yaratmak değil. Herkese hitap eden çok kapsayıcı bir iş yapmak da değil. Bu nedenle de “sanat veya kültür herkes içindir” gibi bir yaklaşım da söz konusu olamaz. Kabul görmek için de bu çalışmaları gerçekleştirmiyoruz. Önemli olan, bulunduğumuz ortamda bir güven yaratabilmek. Bu nedenle de kültür meselesinin kurumlar adına birçok açıdan muazzam aracılıklar kurduğuna inanıyorum.
205
206
İZMİRKÜLTÜR İLETİŞİM TOPLANTILARI ÇAĞRI METNİ
İZMİRKÜLTÜR PLA+FORMU GİRİŞİMİ Çalışmalarını iki yıldır sürdüren İKPG, bir yandan şehirdeki kültür üreticilerini / mekânlarını / kurumlarını bir araya getiren, diğer yandan bu aktörleri Akdeniz kıyı şehirlerinin kültürel ve sanatsal girişimleriyle buluşturan bir çatı yapılanması olmayı amaçlıyor. Öncelikli hedeflerimiz; İzmirli kültür üreticilerini kayıt altına almak ve bu vasıtayla kentte kültür sanat alanında var olmaya devam eden aktörleri birbirlerine bağlamak, tüm bu yapıları akademinin temel politikası gereği, Akdeniz’in diğer kültür ve sanat aktörleriyle bir ağ üzerinde buluşturarak görünürlüğü artıracak mekanizmalar oluşturmak. İzmir Akdeniz Akademisi’nde gerçekleştireceğimiz toplantılarda farklı mecralarda çalışan sanatçıları, kurumları, akademisyenleri ve bağımsız oluşumları bir araya getirmeyi, böylece her katılımcının kendisi (ve/veya) grubu hakkında bilgi paylaşımında bulunmasını, birbiriyle tanışmasını amaçlıyoruz. Toplantılar sırasında gerçekleştireceğimiz ses ve video kaydı vasıtasıyla İzmir’deki kültür ve sanat aktörlerinin mülakat arşivini tutmayı ve bu verileri sizlerin yazılı onayını almak kaydıyla dijital mecralarla birlikte, bülten ve yıllık gibi basılı yayınlarda bir araya getirmeyi planlıyoruz. Bu çabayı ayrıca bizleri Akdeniz’e bağlayacak geniş bir ağın temelini atmak adına bir ilk adım olarak görüyoruz. Bizlerle paylaşmak isteyeceğiniz üretimlerinize ilişkin yazılı veya görsel materyaller, oluşturmaya çalıştığımız veri tabanına yardımcı olacaktır. Toplantı Formatı Sunumlar Sizden maksimum on dakika süreli bir sunum talep ediyoruz. Sunum formatı konusundaki tercihi size bırakıyoruz (power point / ses – video destekli / fotoğraflı). Sözlü olarak da sunum yapabilirsiniz. Talep ettiğimiz sunumun içeriğini şöyle özetleyebiliriz: > Faaliyet alanlarınız > Çalışma alanlarınız (İzmir / başka bir şehir veya ülke) > Üretim mecralarınız ve yöntemleriniz > Bugüne dek hayata geçirdiğiniz projelere dair kısa bir özet > Halen yürüttüğünüz projelere dair kısa bir özet > Yakın gelecek için tasarladığınız projeleriniz > Ortaklaşa çalıştığınız ağlar (networking / imece ve dayanışma ağları / çözüm ortakları) Forum Sunumların ardından kısa bir ara verip, forum formatına geçiyoruz. Forum kısmında birlikte öğrenmeye, deneyim paylaşımına ve ortak iletişim ağı oluşmasına ilişkin mekanizmaları nasıl kurabileceğimizi arıyoruz. İzlek Bugüne dek İzmir’de kültür sanat alanında karşılaştığımız engel ve sorunlara odaklanmaktan kaçınarak var olan üretimin boyut, çeşit ve niteliğinin altını çizmeyi, ortaya çıkan sorulara beraberce cevap aramayı, sinerji yaratmaya dair önerileri öne çıkartıyoruz. Mevcut sorunlara takılmadan "beklemek yerine yapmak, eleştirmek yerine üretmek, kapanmak yerine açılmak” perspektifiyle yeni modeller ve yöntemler arıyor, kentte kültür sanatın nasıl geliştirilebileceğine dair önerilerimizi paylaşıyoruz. Görüşmek umuduyla…
207
! ikpgplatform
" ikpgplatform