neva

Page 1


NEY NEVA EYLEDİ… On iki Eylül zamanı doğduk neredeyse ama dönemin siyasi ve politik gelişmelerini bilemedik. Doksanlarda çocukluğumuzu yaşayıp ergenliğe adım attık fakat 28 Şubat hakkında detaylı bir bilgi edinemedik ve son dönemlerde yaşanan AB uyum paketleri adı altında dayatılan değişmelerden, 301 rakamının alakasızca da olsa üzerimizde oluşturduğu gerilimden, seçmen olarak sandık başına gittiğimiz referandumdan bihaber şekilde, öğrenmeye yönelik hiçbir arzu olmadan, araştırmacı ruhtan yoksun bir şekilde, gelişmeler ortasında sıkışıp kaldık. Çareyi beyazcamın esiri olmakta ya da gazetelerin ucuz haber köşelerinde bulduk. Yaşadığı dönemin politik ve siyasi olaylarını ve ülke meselelerini bilmeyen bir genç, geçmişte yaşanan tarihi olaylara da ilgi duyamaz. Her ne kadar politik bir tercihte olsa apolitik bir beyin ne edebiyata merak sarabilir, ne de güzel sanatlara dair heyecanlı dakikalar yaşayabilir. Tarafsız bir görüş, Araf’ta kalmış ruh misali ebedi bir huzur içinde yaşayacağını zannetse bile, kendisini bir kefeye koyan insan, sınırsız hediyelerin (ki değişmeceli anlamda cennet), ya da sonsuz bir işkencenin (ki cehennem anlamında) kendisini beklediğini bilir ve tarafını belli etmesinden dolayı da davasının yılmaz savunucusu olmaktan ötürü gurur duyar. Araf’taki insandan daha mutlu ve muzafferdir. Kaybettiği zaman yenilmiş ordular kadar ezik olsa bile, ufuk çizgisine doğru gözlerini kısarak sinematografik bir bakış ile inançları uğruna, değerleri uğruna savaşmanın huzuru içinde bedeninden 21 gram eksilmesi işlemini mesut bir şekilde kabul eder.

onların eserlerini okuyarak, dinleyerek, izleyerek farkında olmadan onların birebir talebesi olduk. Ruhumuzun bir nevi mimarı olmalarına müsaade ettik. Büyümenin eşiğinde araştırma ruhu olmayan çocuklar olarak hiçbir şeyin farkında olamadık. Çevremizde bizi yönlendirecek kimseler olmadı, olmamasını da kendimize koruma kalkanı olarak seçtik. Seksenler çocuk ruhu ile akıp giderken, doksanlar, tüm dünyada hızla değişen edebiyat ve sanat ürünlerinin yılları oldu ve bizler gelişmelerden bihaber şekilde aldığımız nefesleri geri verdik. Lise yıllarında edebiyat öğretmenimizden etkilenip bir yazara, şaire gönül veremedik. Giriş gelişme ve sonuç olarak yazdığımız atasözü açıklamalı kompozisyonlarımızda ufak da olsa bir ışık görüp hayatımızın akışını etkileyecek filmsel bir kahramanlık konuşması yapan öğretmenlerimiz de olmadı. Ben roman okumam zihniyetinin tam ortasına düştük ama onların da felsefe kitapları okuduğunu hiç görmedik. Akıp giden kayıp yıllarımızı hatırladıkça hep hayıflanıp durduk. O yılları cepten yenilen bilgi birikim ile telafi etmeye çalıştık. Arayı kapatmalıyım endişe ile beynimize fazla yükleme yaptık. Çok etkilendiğimiz bir kitabı ikinci kez okumaya; “ama listemde daha okunacak çok kitap var” endişeyle cesaret edemedik. Kayıp yılların acısını, okunulacaklar, dinlenilecekler, izlenilecekler adı altında sayfalarca yaptığımız listelerden çıkardık. Toplum içinde yaptığımız muhabbetlerde ya da kaygılarımızı dile getirdiğimizde obsesif olarak nitelendirildik. Belki de anlatmadıklarımızı, anlatamadıklarımızı “NEVA” ile dile getirdik, getirmek istedik.

Belki Türk Edebiyatının ilklerini zamanında okuyamadık. Geçmiş zamanı irdelerken gözlerimizin, gazetelerin kuponla vermiş olduğu ansiklopedilerin yer aldığı kütüphanemize kilitlendiği zaman, o raflarda Türk Edebiyatında yazılmış ilk psikolojik romanı, ilk realist romanı ya da ilk tiyatro eserini görmek istedik içten içe.

Nihayetinde; devamlı okumanın, izlemenin, dinlemenin, amatör ruh ile profesyonel işler başarabilmenin, keşfedilmeyi bekleyen estetik ruhlu eserlerin olduğu bilincini taşımanın haklı gururunu yaşadık.

Hiçbirimiz Dostoyevski’nin, Ahmet Hamdi’nin, Dede Efendi’nin, Chaplin’nin yaşadığı dönemlerde yaşamadık belki ama

yakup aydın nevadergi@yahoo.com





KAFAMDA BALIK TUTAN OLTASINA TAKILANLAR

ADAMIN

• Eğitim ve öğretim hayatımızın en önemli anları olan ders ve teneffüs başlangıç ve bitiş zilleri, klasik batı müziği ezgileri olması yerine kürdili hicazkâr sirto, nihavent longa, hababam sınıfı, falan olsaydı daha güzel olmaz mıydı? • İstiklal marşımızın bugün kullanılan bestesi Zeki ÜNGÖR’e ait. Fakat yapılan yarışmada seçilen bestenin farklı olduğu söyleniyor. TRT’de istiklal marşı için yapılan bir programda “seçilen beste bu ama ne olduysa Zeki ÜNGÖR’ün bestesiyle söylenir, neden olduğu da hala bilinmiyor” dendi. Sizce de istiklal marşımızın güftesi kelimelerin bölünmesiyle biraz garip olmamış mı? Korkma, sönmez bu şafak larda yüzen al sancak; sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak. o be nimmilletimin yıldızıdır, parlayacakobenim dir, o benim milletimindir ancak. • Mp3 e birçok yerli ve yabancı müzisyen karşı çıktı, savaş açtı her yere özel makam şoförlü araçlarıyla gidenler yürüyüşler düzenledi… Albüm yapmak teknolojinin imkânlarıyla ne kadar kolaylaştıysa insanların buna ulaşmaları da aynı teknolojinin sunduğu imkânlarla paralel o derece kolaylaştı… Şebnem Ferah'ın DVD satışları piyasadaki cd satışlarını da geçerek rekora koşuyormuş. Demek ki müzik demek albüm satışı demek değilmiş. Demek ki müzisyen demek albüm çıkaran demek değilmiş… • Aşk ulaşamamak, elde edememek, dağları delmek, dişleri çektirmek falan derler… Aşk bir nikâh sabahı aylık gelirinin yarısını kuaför parası olarak verdikten sonra sadece seri katillerin gözlerinde rastlanabilen o güneş batımındaki kızıllığın şimşek rengine çalanının gözlerinizde parlamasına rağmen o günün şartlarının getirmiş olduğu ılımlı atmosferle bu ödemeyi yaptıktan sonra eşinizin size “saçımı hangi renge boyatsam” cümlesini kurarken hala hayatta kalabileceğine dair yaşam güvencesini hissedebilecek mimikleri suratınızda görebilmesidir. İşte aşk budur kardeşlerim. Aşk yan gelip yatma yeri değildir. • Neden hiç Türkçe isimli bir diş macunu ve çamaşır deterjanı markası yok?

• Komşunun ya da bir yakınımızın çocuğundan bahsedilirken ekseriyetle “ abicim çocuk çok zeki çok akıllı ya her şeyi biliyor kerata büyümüşte küçülmüş sanki” falan denir. Hiç duydunuz mu “oğlum Akif’in oğlan var ya çok beyinsiz ya geçen demir parayı yutmuş.” “desene daha paranın nasıl yeneceğini öğrenememiş geri zekâlı” • Stada giden adam rakip taraftara ağza alınmayacak kulağa sokulmayacak lemanda okunmayacak küfürler eder. Daha sonra aile içi kontenjana dahil birisi her hangi bir sebepten benzer küfürlerle hitap edildiğinde gereken karşılığı hem fiziksel hem sözsel olarak verir. Ama aile içindeki herkes farklı takımı tutuyordur. Ne yaman çelişkidir bu yaa. • Özel günlerde veya evimize ziyarete gelen dostlarımız getirdikleri ufak hediyelere karşılık“ne gereği vardı evde vardı hâlbuki bunu kabul edemem” deriz ya hani; bu cümleyi içten gelerek söyleyen biri varsa kellemi keserim. • Dünyanın hiçbir yerinde böle bir uygulama yok diyip ülkemizi her fırsatta eleştirenlerin en uzak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni görmüş olmaları ne garip. Ör: Fransa’nın başkenti Paris'teki Musee d'Orsay'ye giren saldırganlar, Claude Monet'ye ait bir tabloyu yırtarak tahrip etmişler.(Yıl:2007,Yer: Paris) • —baba baba organ mafyası annemi kaçırıp apandisitlerini çalmış! —hayırlısı olsun olum kapıyı kapat soğuk geliyor. “Hayırlısı olsun” cümlesinin durdurulamaz kullanımı gün geçtikçe daha da artıyor ve dilden dile nesilden nesile nasılda uzanıyor. Olacak ya da olmuş her olayın hayra yorulması biraz abartılmıyor mu? • Son dönemdeki dizilerde hemen hemen hepsinde kutsal aile kurumumuza karşı müthiş bir darbe girişimi var. Kimlerin çabasıdır bu insan merak etmeden yapamıyor… Anne baba ayrılmış. Anne babayı aldatıyor. Baba anneyi aldatıyor. Üvey baba kızından hoşlanıyor. Üvey anne üvey babayı gerçek babayla aldatıyor. Gelin kaynanaya tecavüz ediyor. Ablası sevgilisinin babasından hamile kalıyor. Öğretmen öğrencisinden hoşlanıyor. Ablası aslında annesi. Babası aslında kız kardeşi… • m.salih yarar*msalihyarar@hotmail.com


İDRAK “Bir filozofun görevi insanları yağmurdan korumak değildir. Yağmurdan evvel insanları uyarır ve yağmur başladığında evinin penceresinden yağmur altındaki insanları izler.” Hangi kitapta okuduğumu hatırlamadığım bu yargı silsilesi o kadar da yerine oturmuştu ki.. O döneme dek durmadan, bıkmadan konuşan, anlatandan, susan ve dinleyen konumuna geçmeye başlamıştım. Doğru bildiğimi usanmadan anlatmanın sadece “Didaktiksin!” yargısına maruz kalmama sebep olması sebeplerden biriydi elbet. Gönüllü olarak yalnızlığı seçmiştim bir nev’i. Seçilmiş yalnızlık iyidir. İnsan kalabalığındaki suretini görürsün sık sık. Kalabalık içindesin ama onlardan değilsin. Arkadaşlarınla kahve içmek ne kadar hoşsa tek başına alışveriş yapmak da, sinemaya gitmek de, sergi dolaşmak da bir o kadar güzeldir aslında. Yaşadığın yer sana yalnızlığın keyfini çıkarma olanağı sunmuşsa hele.. Kulağında en sevdiğin ezgilerle saatlerce dolaşır izlersin.. Yorulduğunda bir kafede dinlenir, kitabını okur, istersen yine insanları izlersin.. Seçilmiş yalnızlık iyidir de, seçilmemiş olanı kötüdür dostlar.. Büyük şehirlerin birinde doğup büyümüş, tüm okul hayatını yine bu büyük şehirde yaşamış, sosyalliğin de yalnızlığın da kralını yaşamış olman her zaman her şeye hazırlıklı olacağın anlamına gelmez. “Buradan başka bir yerde yaşamam ben” gibi büyük de bir laf ettiysen hele, en kısa sürede o çok sevdiğin memleketinden sürgün edileceksin demektir. Nitekim ben de temmuzda kep fırlatıp eylülde, evimden 790 km ötede bir şehre tayin edildim ki her şey kader oyunu idi.. O güne dek gittiğim en doğu il Mersin’di.. Fakat tayin edildiğim yer güneydoğudaydı. Ne dillerini bildiğim ne de kültürlerini tanıdığım bir memleket köşesi.. Kültür şoku denen kavramın ne mene bir şey olduğunu idrak etmek ve yeni ortama adapte olma süresi kişiden kişiye değişir. Kimisi birkaç hafta içinde bu sancılı süreci atlatabilirken kimisi asla aşamaz bu dönemi. Hep yabancıdır yaşadığı yere, hep

uzaktır kapı komşusuna. Bendeki yansıma bilinç yitimi şeklinde tezahür etti. O günden önceki 23 yıllık yaşantım rafa kalktı sanki.. Hiçbir şeyi sorgulamadan sadece para kazanmak için bulunduğum yer.. Evime geri dönme şansımın olup olmadığı ise tam bir muamma.. Velhasıl yeni şehirdeki yeni yaşantıyı bir an önce başlatmalıydım.. Bir ev kiraladım ilkin. Evin eşyalı oluşu işlerimi oldukça kolaylaştırdı. Yapmam gereken var olan eşyalara çeki düzen vermek ve kallavi bir temizlik yapmaktı ki kadın milleti için böyle bir evde kallavi temizlik en az bir hafta demektir. Benim için de durum aynı oldu. İlk hafta işten arta kalan zamanlarda çamaşır suyunu içmek dışında her işte kullandım. Gün içinde insanlarla iletişim kuramamanın acısını kap kacak ovalayarak, kapı eşik silerek çıkarıyordum. Temizlik dediğin atla deve değil.. Bitiyor bir yerde. O noktadan sonrasında kendini kitaba dergiye vuruyorsun ama o da bir yere kadar.. Yemekti, temizlikti, kültür edebiyattı her şey bitiyor ve kendinle baş başa kalıyorsun. İşte o kaçınılmaz son. Düşün şimdi.. yemeğini yemişsin, ışıkları kapatıp televizyon izliyorsun.. odadaki tek ses televizyonun, tek ışık televizyonun.. Sen de kanepede kaykılmışsın.. Kafanı birden sağa çevirince en görmek istemeyeceğin şeyi görüyorsun: böcek. O güne dek ne zaman bir böcek görsen bağıra çağıra annene, babana, ağabeyine, yan komşuya.. artık hazırda kim varsa haber verip tiz çığlıklarla olay mahallinden kaçardın ama şimdi.. Ne kaçmaya yeltendim, ne böceğin imhası için cesaret toplamaya.. Normal şartlar altında benim için iğrenç olan böcek kutsal oluverdi, gözüme çok sevimli gözüktüğünü hatırlıyorum hatta. En yumuşak ses tonumla seslendim sevgili dostuma: “Dur, gitme! Bak burada çok seveceğin yiyecekler var. Gitme, kal yanımda.. Konuşalım biraz.. Gitmesene! Dur diyorum!!” Ben diyorum ama böcek en süratli biçimde karanlığa karıştı bile. Bir an şimşekler çakıyor.. “Bu da geçer ya hu” diyorum ve susmaya devam ediyorum.. Ve şunu biliyorum: Geçiyor… özlem dikkaş


FARUK SIFATINA MALİK OLABİLMEK Büyülü bir şehir olsa da İstanbul, sahibinin kim olduğu bilinmediğinden olsa gerek (ki bu normalde tüm gönül âşıkları olmalıdır) ya da bu unvanı kendisine layık gören kişilerin hegemonyasında yönetildiğinden olsa gerek, insanda bir tedirginlik yaratmıyor değil. İstanbul şehrinin, mide bulandırıcı bir hal almasını sağlayan kişiler ile aynı şehri paylaşmak, çaresizliğin mecburiyete dönüştüğü bir durumu ortaya çıkarıyor ve böyle durumlarda o güzelim şehirden uzaklaşmak istiyorsunuz, geride tarihi dokuları bırakmak pahasına dahi olsa. Güzel bir sinema ya da tiyatro oyunu izledikten sonra evinizin yolunu tutarsınız şahsınıza münhasır bir araç ile ve yolculuk henüz bitmeden tam bu esnada aracınızın arkasından ani fren yaptığı halde duramayan ve sizin aracınızla yakın bir temasa geçen bir ikinci aracı fark edersiniz. Dolaylı yollardan anlattığım bu olay güzel bir gecenin berbat bitmesi için yeterli hatta fazlaca bir sebeptir. Acı bir fren yaptığı halde duramayan kocaman siyah Jeep arabanıza arkadan çarpar ve bir hayli masrafa neden olur. Resmi hiçbir işlem yapmanızı beklemeyen bireyler (araba kocaman bir Jeep olunca, haliyle arabadan da kocaman 3 kişi çıkar) size üzerlerinde sıfatlarının yazıldığı kartlarını bırakırlar. Durdurulması imkânsız kocaman kişiler bir Süpermen edasıyla olay yerinden ışık hızında kaybolurlar. Ortada büyük bir masraf ve üç kart vardır. Her halinden kolpa olduğu anlaşılan kartlar nedense üzerinizde başarılı bir intibaa bırakmaz ve akıllara daha önce arandığı halde neden hala reaksiyon göstermeyen 155 polis imdat gelir. Geldiği anda gelir ama olaylar kendi çapında zaten gelişmiştir. Şehrin asayişinden sorumlu bireyler konuya hâkim olamamış, üstüne üstlük bir de “bu adamlar mafyadır, uğraşmaya değmez, mahkemeye versen dört yıl sürer, sonuçta kaybeder, tüm masrafları da sen ödersin” diyerek gözünüzü iyice korkutur ve çareyi bir bardak soğuk suda ararsınız.

İmdi; karşımızda tahlil edilmiş iki ihtimal ve varılmış bir sonuç vardır. a) Ertesi gün arabaya çarpan bireyler aranır ve sizi tanımazlıktan gelir ve salağa yatma gibi bir durum söz konusu olursa ve de üstüne bir de gözünüz korkutulmaya çalışılırsa “işte tam bir şehir magandasıyla karşı karşıyayız” denilir ve bu derin devlet ile ilişkileri olan mafya bozuntulu kişiler eğer inançları varsa Allah’larına havale edilir ve tüm masraflar devletin yardımcı olmamasından dolayı da paşa paşa ödenilir. b) Ertesi gün arabaya çarpan bireyler aranır ve meramınızı kısaca dillendirdikten sonra “gelin, muhasebemizden tüm masraflarınızı tahsil edin” denilirse koşa koşa gidilir ve bu kişiler için yolda geçen süre zarfı boyunca “ne kadar da ulvi insanlarmış, vatanı ve milleti için çalışan, vergisini ödeyen dürüst iş adamlarıymış” denilir. İhtimaller her zaman güzeldir. Biraz daha ümidinizi arttırıcı sebepler olurlar ama olaylar beyazcamda değil de gerçek hayatta gelişince en kötü ihtimaller sizleri bulur. İki ihtimalin neticesinde kanun koyucu, uygulayıcı devlet için de ufak bir analiz yapılarak, bu şekilde mağdur ola biletesi yüksek vakalar neticesinde bireyin ne şekilde reaksiyon göstereceğine dair yorumlar yapılır. Yorumumuz ise şu olur. Toplumun kural koyucularının ve özellikle uygulayıcılarının “FARUK” makamına layık olmaları lazımdır. İyiyi ve kötüyü birbirinden ayırabilme anlamına gelen bu kelime işte bu yüzden Hz. Ömer’e verilmiştir. Gözü para ile korkmuş ya da bürümüş kişiler bu olayları görmemezlikten gelebiliyorsa bu onların gözlerinin kör olduğu manasını taşımaz. Gerçek şu ki; gözler kör olmaz, ancak sinelerdeki kalpler kör olur.

yakup aydın nevadergi@yahoo.com


BENLİĞİMİN İZDÜŞÜMLERİ Fonda “Hotel California” çalıyordu. Babam dışarı çıkmadan önce -"güzel şarkıdır" dedi ve kapıyı çekip gitti. Babam hep giderdi. Ben ve babam.. Yani biz.. Yani ikimiz... Bu aslında çok karışık ve hüzünlü bir hikâyeydi… Bu yüzden ne zaman kendimden bahsedecek olsam köşe bucak kaçtım 'babam ve ben'i anlatmaktan. 'O, yılın büyük bir kısmı uzaklarda olur ve kimi zaman uzunca görüşmediğimiz olmuştur' demekle yetindim hep. Hüzünlü bir hikaye demiştim ya, ama beni üzmüyordu bu hikaye her nedense. İnsan her türlü duruma çok çabuk adapte olabiliyor ve ben hayata karşı hep çok uyumlu oldum. Evet, isyanım da vardı elbette ama hayata yenik düşen isyanlar silik bir yansıma olarak asılı kalıyordu içimde bir yerlerde. Pek çok insanın yaptığı gibi sıkıntılı anlarımda sigara tüttüremiyordum. Dumanı beni allak bullak ediyordu. İçkiyi de kaldıramayan bünyem sayesinde doya doya kafayı çekemedim hayatım boyunca. Belki bu sebeptendir her daim gerçeklerle yaşamamın, hayatın her zerresini çıplak gözlerle görmemin ve hiçbir tozpembeliğin ardından görmeyişim. Benim ruhumu dinlendiren tek şey müzik oluyordu. O da her zaman değil. Şanslı günümdeysem olurdu bu ancak. Sonra gelsin Beatles'lar, gitsin Leman Sam'lar.. Günlük güneşlik bir günde itina ile karartılmış bir odada oturmak az önce bahsettiğim isyanlarıma en açık ve en basit örnektir şimdi. Oysa bu oda öylesine yapay, öylesine aidiyetsiz ki, dışarı çıktığımda beni karşılayacak ve tüm isyanımı yerle bir edecek olan güneşe karşı direnemeyecek kadar da baştan- yenik üstelik. Dağınık halde masada, yerde, kitaplıkta bulunan dergilere şöyle bir göz gezdirdim de hiçbiri benim sevdiğim tarzda değil. Öyleyse bunu neden yapıyorum? Neden sevdiğim gibi özgürce yaşamak yerine dayatmalarla ya da zorunlu olduğunu düşünerek almak zorunda kaldığım bu dergilere boş gözlerle bakıyorum? Ve ne yazık ki sarsan gerçek orada öylece duruyor karşımda.. Aslında burun kıvırarak aldığım dergiler gibisin. Ama bir farkla. Seni hayatıma alıp

odanın değersiz yerlerine fırlatmıyorum. Seni hayatıma aldıktan, nefesini hissettikten beş dakika sonra unutup hayatıma devam etmiyorum. Şu önümde okunmayı bekleyen tuhaf dergiler gibi olduğunu çok sonradan itiraf ediyorum kendime. Ben her seferinde böyle düşünüp, her seferinde alıyorum o dergileri. Ya da bağımlılık yapan yazarlar gibisin. Alışmışım bir kere sonsuz bir iştahla okuyorum her an seni. hayır özgür değilim, bunu aslında yapmamam lazım, sen… Beni deli ediyorsun.. Tahammülüm yok artık… - ... Nafile… Bana o an yüzyıllarca bakıyorsun.. Ben yine büyüleniyorum.. Ben yine seninleyim.. Ben hep seninleyim.. Gözlerini benden alıp yere odaklandığın anda yine gerçeğime dönüyorum. Tutku denen kavramı irdelemekten bitap düşmüş beynim uyuşmak üzere. O an hissediyorum.. Dokunsam yok olacaksın sanki.. Dokunsan, haykıracağım: "seni seviyorum.. Beni eğlendiren ve çileden çıkaran tüm hallerinle seviyorum! Sen benim alışkanlığım, tutkum, isyanım, yenikliğim, galibiyetim.. Buz tutmuş yerlerde ortaya çıkan güneşimsin.." İkimizden de çıt çıkmıyor. Bana bir saniye gibi gelse de tüm bu düşüncelerim, hava çoktan kararmış ve güneş ışığında bile karanlık olan bu oda iyice siyaha bürünmüştü. Tüm bu olup bitenler belki birer sanrı, belki kafamdakilerin izdüşümü, belki gerçeğin ta kendisiydi bilmiyorum. Kafamı masadan kaldırıp gözlerimi açtığımda devasa bir gülümsemeyle karşılaşmıştım. Sendin.. Sorularım yanıt bulmuştu. Ben seninle yaşıyor, seninle besleniyordum. Evet, zorunluluk yüzünden aldığım dergiler gibiydin. Evet, bu halimle pek de özgür değildim. Ama bu, dünyanın en güzel tutsaklığıydı. Özgürlüğü akla bile getirmeyen bir tutsaklık hem de... şule oyman schulee87@yahoo.com




EBEDİ AĞIT Günler geceler terk eder oldu Derdim büyüktür Saklansam da bu yangın Beni öldürür Durmadan koşarken ben Meçhule vardım Neler bulurdum derken Artık yoruldum

GÜNKIRAN Mendilimin çölleşmeye yüz tuttuğu Neyi niçin yaptığımı bilemediğim anda Zamanın ölümünü seyrediyorum Temiz ve arınmış saflıktaki o huzur bahçesinde Hayatım bir hiçi yaşarken Ölüm sırtıma dokunduğunda Geleceği bağrıma basıyorum Derin ve mana yoksulu o dipsiz kuyularda

Duyduklarım gördüklerim Kime ne fayda Ağlasam da gülsem de Heyhat ne çare Avare geçti her günüm Belim büküldü İnandığım her yakarış Ardımdan güldü Duyanlar bilenler sussun Zafer sizindir Besteniz güzeldir de Sözleri kirlidir

İHANET KABARCIKLARI Sinirli bir simanın alın çizgileri gibiydi Azgın dalgalar denizde Rüzgârı soluyordu nefreti içinde boğuldukça Kararlı adımlar gibiydi O ısrarcı biz çaresiz

Altını kıstım tebessümlerin Dibi tutmadan Taşacak gözyaşlarım Beni boğmadan Düşünmek sıfırlıyor bedeni Ruhu yıkayıp Daha çok yutkunur oldum Kelimeleri azaltıp İnadım bir ok gibi kararlı Sinemi deliyor Hala bir umut içinde Yerde emekliyor Şuursuz dilimin afetiyle Nelerden oldum Neler bulurdum derken Artık yoruldum

AİDİYET Mecburum sana her anımda Marifetim yok ki sensiz yaşamaya Yedi tepen konmuş yetmiş yere Yetmemiş bir ömür hasreti bitirmeye Bir düşsün hayallerime demir atmışken Bir limandın beni içine çekerken Mecburum sana hala Bir hevessin sen ruhumun kursağında İstanbul

m.salih yarar msalihyarar@hotmail.com


YİTİK MUHABBET ESARETİ Yalnızlık; vicdanındaki kuyuya attığın taşın küçülerek kaybolurken duyduğun derinliktir. Uyuduğunu uyandığında fark etmek gibi istemeden düşünerek ölmektir yalnızlık. Yalnızlık; çöl toprağının eylemsizliği gibi fikirlerine sürdüğün mayanın tutmamasıdır. Bir dilim sevgili uğultusu için muhabbet kırıntıları toplamaktır. Yalnızlık; şeytana doğan gün; uçurum kenarındaki iten eldir. Ahşap duvarlar gibi geçirgen; mıknatıs gibi hataları çekendir. Yalnızlık; yaşamla ölüm arasındaki tenhada; ayağındaki iskemleyi tekmeleme sürüncemesidir. Közlü kumlarda yalın ayak yürürken sancıdan saçlarını yolmaktır yalnızlık. Parçalı bulutlar gibi durgun değil; yağan bulutlar gibi tek Deryaları dolduran damlalar kadar çok ve derin; dalgakıranlar gibi inatçı olsak. Taş duvarlı buzdan zindanlara, kanlı ve kurak gözlere şelaleler gibi aksak. Süreya’dan mısralar Cem Babadan şarkılar mırıldansak tek sesli. Hıçkırıkların bileylediği o yırtılan sesimizle “kendini de al gel” desek. Ve sabırla beklesek; son yalnızın koltuk değnekleri kırılana dek. Ellerin elleri boğazımızdan sıyrılana dek…

SAPKINLIK MAKAMI —Ben yaptım —Ben yarattım —Ben buldum —Ben oldum —Ben bildim —Ben söyledim… Sen, yanağındaki ben kadar sen olsaydın Her ben dediğinde biraz sendelerdin

EŞANTİYON UMUTLAR Gaibdeki sesler duyuldukça Gerçekler görünür olacak Tarihi yazan kalem Doğudan akan kanla dolacak

ZAYIF RUH Peygamber dahi olsan milyarlar sana düşman Yoktan sebeplerle ölümü heves etme Hatalar her yanımızda aklımızda kanımızda Gömülmüş birer mayın gibi ruhumuzda

m.salih yarar msalihyarar@hotmail.com


Merhaba Nergis, Biliyorum, çok zaman geçti. Aslında zamansız gelen bir mektupla huzurunu kaçırmak, kabuk bağlamış, iyileşmeye yüz tutmuş yaralarını deşmek istemezdim. Tek istediğim, bu gece beni sarhoş eden şarkıların tesiriyle senin için ettiğim ahları sana duyurmak, hüzünden nevri dönen yüreğimden sicim gibi dökülen yaşları sana göstermek ve bunları sana yazmaya çalışmak… Bilmiyorum, belki de göndermekten vazgeçerim bu mektubu. Seni de bir melalin koynuna bırakmaktan çekiniyorum. Sen hiçbir şey için üzülme yalvarırım. En taş kalpli halini takın ve öyle oku bunları. Kelimeler sana sokulmaya bile cüret edemesinler. Seni kandırmaya, kalbini yumuşatmaya çalışırlarsa elinin tersiyle it onları lütfen. Sensizlikle başlattığım takvimimdeki ikinci yıldayım ve hayatımdaki kayda değer tek gelişme hâlâ sensin. Hâlâ aynı istasyonda bekliyorum ve birkaç dakika bir önümden geçen zaman yüklü trenleri seyretmekten başka bir şey yapmıyorum. Bu trenlerden birkaçına binmeyi denedim. Seni kendilerinde aradığım birkaç kişi ile karşılaştım. Bir keresinde tam giriyordum ki böyle bir ummana, yalnızlığın aldatıcılığını fark edip benden başka kimsenin oturamayacağı o banka tekrar oturdum ve beklemeye devam ediyorum. Bazen acaba diyorum; benim şu anda onu deli gibi isteyişimin sebebi; geceleri yakamı bırakmayan yalnızlığım mı, yoksa gerçekten onsuz yaşayamayacağım gerçeği mi?. Çünkü diyorum, geceler insan ruhundaki çirkinlikleri ve yalanları gizleyebilme kabiliyeti sayesinde, insanı adeta arkasından ittiği esrik hayallerde, ona verdiği şövalyevari bir bilgelik ve cüretle aldığı her kararın dünyanın selameti için şart olduğuna bile inandırabiliyor. Ve ben her gece cehennemin başka bir mahzenine dönen yastığımda ateşler içinde kıvranırken, yanışımın sadece senin elinden sonra erebileceğine mi inandırdım kendimi? Yanıyorum, düşünüyorum ama doğru cevabı bir türlü bulamıyorum. Senin hayatında da hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu öğrendiğimde buna üzülsem mi üzülmesem mi bilemedim. Sana daha önce de söylediğim gibi sanki ikimiz de şimdiye kadar aldığımız kararların yanlış olduğunu anlayıncaya kadar birileriyle düşüp kalkacağız ve bizi birbirimizden başkasının paklamayacağının farkına vardıktan sonra birbirimizin olacağız. Bazen beni hayata bağlayan tek ihtimalin bu olduğunun farkına varıyor, aczimden ve çıkışsızlığımdan ötürü üzülüyorum. Senin yaraların kabuk tuttu dedim, bilmiyorum tabii ne durumda olduklarını ama bendeki yaraların cerahati olduğu gibi duruyor. Bir türlü geçmiyor Nergisemptonomi. Bu, geçen sene hastalığıma koyduğum teşhisti. Geçti sandım ama sıtma misali tekrar uyandı. Yatıyorum kalkıyorum hep sen varsın gene. Her şarkıda da sen varsın; en eğlencelisinde de, en hazininde de. Ne vakit elime kâğıt kalem geçirsem senin imzanı atıyor, ismini nasıl daha güzel yazabilirim diyorum; ilk günlerdeki gibi… En çok da okula giderken tren yolculuklarında hatırlıyorum seni. Hani bazen yolculuklarda dışarıyı izlerken hiçbir şey görmez, hiçbir şey duymazsın ya; işte o sıralarda senin sesin ayıltıyor beni. Sonra gözümün önüne İzmit’teki o eski caminin bahçesindeki bakışların geliyor. O gün ikinci defa bütünlemeye kaldığın soyut matematik dersini vermiştin ve çok mutluydun. Hayatımdaki en sevdiğim fotoğraf o an çektiğim fotoğraftır. Ne zaman yürek dağlayan şarkılardan birini açsam ve bu hatıraların vereceği saadeti tatmak istesem o resmini elime alıyor, ağzımdan ve burnumdan çıkan duman perdesinin ardından onu seyrediyorum. Ve ben ağlasam da o resim hep gülüyor…


Rüyalarımda da görüyorum seni ara sıra. Bir tanesinde kucağında bir bebek vardı. Galiba biz evliydik ve bebek bizimdi. Sevmem için bana verdiğin bebeği kucağıma aldığım da yüzünün senin ki gibi olduğunu gördüm. Sonra sana baktım sen de aynen duruyordun. Bir anlam verememiştim rüyama ama seni canlı kanlı ve mesut görmenin saadetini ve hiçbir zaman gerçekleşmeyecek o mizansenin farkındalığının melankolisini yaşamıştım sabahın yedisinde. Ve seni temin ederim böyle anların sayısını unuttum.

Nergis, sensizlikten ölmek üzereyim. Senden en fazla birkaç gün ayrı kalabiliyorum. Ya bir televizyon programında ya bir şarkıda ya da sokakta karşıma çıkıyor, heyecandan beni öldüreyazıyorsun. Günlüğüm seninle dolup taşıyor. Kapağını açsan sanki dışarı fırlayacaksın. Aralarında duygusal bağlar kurduğum eşyalarımın bir kısmı, sana da bağlı. Aldığın masa saati, üzerinde “Sen şiirden ne anlarsın” yazan Cemal Süreya’nın “Sevda Sözleri” kitabı, beraber aldığımız yastık, buzdolabı süsleri ve ikimizin de okuduğu diğer kitaplar. Seni unutamamam için madde dahi gayret içinde sanki. Kimi zaman saçmalayıp kontrolsüzce geziniyorum ortalıkta. Ellerim ceplerimde bazen kaygısız, bazen isterik hatıralarımla boğuşuyorum. Bir tülü unutamıyorum seni. Hatıraları unutamadığıma göre, hatıralarımla unutulmak kaderim olacak galiba diyorum kendi kendime. Seni caydırmanın bir yolu olduğunu bilsem kesinlikle denerdim ama yok. Emin ol buna yüzüm de yok. Lisede Çalıkuşu’nu okurken, Kemal’in Feride’ye gönderdiği özür mektubunu ajandama yazmıştım; belki bir gün lazım olur diye. Mektupta Kemal, Feride’yi ovdukça rayihalar yayan bir dağ bitkisine benzetmişti. Savunmasını da; insanın sürekli burnunun dibinde olan bu otun kokusunun tesirini bir süre sonra yitirmeye başladığını ve bunu engellemek, o güzel kokuyu yeniden duyabilmek için de bir bahçe çiçeğini, bir gülü yüzüne yaklaştırarak yaptığını söyleyerek yapmıştı. Ama ben onun kadar pişkin değilim. Sen hem dağ bitkileri kadar güzel kokuyorsun hem de bahçe çiçekleri kadar güzelsin. Hiçbir savunma yapmaya hakkım dahi yok. Sonsuz bir intiba taşıyorum tüm varlığımda. Nedamet benimle tarif olunur olmuş. Her gün yanıyorum ve ölüyorum. Sonra tekrar dirilip, tekrar yanıyorum. Bu ne kadar sürecek bilmiyorum ama ümit ediyorum ki yanışım ruhumu temizler ve sen beni affetmezsen dahi ben bu cehennemden, cennet ehli misali günahsız çıkarım. Ah! Nergis, ben seni çok sevdim ve hala seviyorum. Zannediyorum ki bu sevgim hiç bitmeyecek. Tüm ömrüm boyunca ne yaparsam yapayım, kiminle olursam olayım sen hep olacaksın. İnsanlara güleceğim ama yüreğim daima kan ağlayacak. Keşkeler dilime pelesenk olacak ve beni mesut edecek yegâne şey ismini zikretmek olacak. Müteessirim; varlığından hep uzakta olacağım, müsterihim; seni hep ruhumda yaşatacağım; seni ve sana olan aşkımı… Esen kal…

bilal arkan simbolmina@yahoo.com


DEMOLITION HAMMER Epidemic Of Violence 1992 Yer New York ve o yıllar için diğer tharsh metal gruplarından sertliği ile ayrılan bir grup sesini tüm dünyaya duyurmaya başlamıştı bile. Demolition Hammer ilk iki demonun ardından 1990’da ilk albümü “tortured existence” albümünü piyasaya sürdü. Aynı tarzı icra eden gruplardan, o dönem için risk almalarına sebep olan brutal yapıları ile sıyrılmayı başarıyorlardı. Exodus, Metallica, Testament, Vio-lence ve Overkill gibi başı çeken gruplar daha anlaşılır gitar tonları kullanıyor ve clean vokal kullanıyordu. Ama Demolition Hammer, Possesed ve Slayer gibi dönemin daha sert ve süratli gruplarının izinden gitmeyi tercih etti. 1994’de çıkardıkları ikinci albümleri “epidemic of violence” ile çıtanın boyunu daha da yükselttiler. Tamamen tek düzelikten uzak olan albüm “skull fracturing nightmare” ile başlıyor ve daha ilk saniyesinde, bekleyen albümün öfkesini kazıyor beynimize. İlk notayla birlikte giren Steve Reynolds harika vokali ile parçayı tüm süratine rağmen kontrolü altında tutuyor. Vincent Civitano’nun bu albümde daha fazla çift cross kullanarak şaşırtıyor. Genel de parçaların tüm süratine rağmen çift cross kullanmazken bu albümde artık daha fazla direnememiş ve parçalara daha sağlam bir altyapı hazırlamış. Parçanın sonlarına doğru artık nedendir bilinmez günümüz gruplarının gerek duymadığı ama o günlerin olmazsa olmazlarından süratli bir gitar solosuyla parça bitimine yakın tekrar ateşleniyor. Sıradaki ve albümün en iyi parçalarından biri olan “human dissection” yavaş rifflerle ve Steve in haykırış tadındaki vokaliyle başlıyor. Vincent yine dörtnala crossu koştururuken parça sürat kazanıyor. Gittikçe değişen melodilere rağmen ritmlerde aksaklık olmaması ve sololarla süslenmiş yapısıyla albümün bence en iyi parçası. Üçüncü parça “pyroclastic annihilation” ilk bir dakikası ile albümün geneline göre daha melodik. Gittikçe melodik yapısından uzaklaşan parça özellikle vokal atakları ile kill’em all’dan fırlamış gibi duruyor. Bu parçada yine solosuz bırakmıyor bizi ve diğerlerine göre daha uzun ve daha melodik bir soloyla parçanın sonunu hazırlıyor. Ardından gelen parça “envenomed” ise tam anlamıyla bir Demolition Hammer parçası. Grubun tüm özeliklerini yansıtan bir yapıya sahip. Sürat, anlaşılır riffler ve Steve’in brutale yakın vokali. Özellikle bu parçanın girişindeki riffler thrash metalden çok death metale yakışır durumda. Zaten grubun farkı da burada yatıyor. Albüm genelindeki melodi değişikliğinden bu parçada nasibini almış durumda. Buna rağmen sıradaki parça “carnivorous obsession” albümün en vasat çalışması. Oldukça uzun tutulan düşük

ritmli gitarlar ardından gelen sürat denemelerini bile gölgede bırakıyor ve albüme yakışmayacak bir parça çıkarıyor karşımıza. Daha sonraki tüm hızına rağmen kendinden önceki parçaların ruhuna yaklaşamıyor “carnivorous obsession”. Sonrasında “orgy destruction” introsuyla albüme adını veren yedinci parça “epidemic of violence” çıkıyor karşımıza. Albümün en iyi parçalarından biri ve kesinlikle bir thrash efsanesi. Belki akılda kalıcı bir nakaratı olmadığı için unutulan yüzlerce kaliteli parçadan biri. Ama grupla anılan, Demolition Hammer’ın unutulmamasına başlıca neden olan parçaların başında geliyor. Ardından gelen “omnivore”’da albümün genel akışı dışına çıkmayan ama diğer parçalara göre biraz daha tek düze sayılabilinecek bir parça. Dokuzuncu ve son parça “aborticide” ile albüme hakkettiği güzellikte bir son hazırlanmış. Genelde taramalara diğer parçalara göre daha faza yer verilmiş ve kesik ritmlerle de farklı bir tad yakalanmış. Ve albümün thrash ruhu bu parçayla son saniyesine kadar taşınmış. Demolition Hammer metal dünyasına böylesi bir hediye verdikten sonra gruptaki eleman değişimleri, grup kemik kadrosunu korumasına rağmen 94 yılında piyasaya sürdükleri üçünü albüm “time bomb” isimli albümlerine de yansıdı. Grup o kendine özgü, o kadar dev grubun içinde isim yapmalarına yarayan brutal/thrash metal tarzını geride bırakıp hardcore tabanlı ve thrash metal dinleyicisine uzak duran bir tarzı benimsedi. Haliyle kendi sonunu da hazırlamış oldu. Doksan üç yılında gruptan ayrılan ve grupta dengeleyici bir pozisyona sahip olan Vincent Civitano’da doksan altı yılında ölünce grup için hala bir geri dönüş bekleyen fanların umutları da suya düşmüş oldu. Özellikle 2007 yılında eski gruplar teker teker geri dönerek üzerlerindeki gölgeden kurtulmaya başlamışken belki Demolition Hammer’da, “time bomb” öncesi hevesleriyle bir sürpriz yapabilirler.

hakan aydın hakkanaydin@hotmail.com


ÇOCUKLUKLARIMIZ Hemen hemen hepimizin ya ailesinin aldığı ya da yakınlarından yadigâr bir bisikleti vardı Olmayanlar da üzülmezlerdi zaten birileri binerken yanlarında gülerek koşuyorlardı Kiminin bisikletinin selesinde bıraktığı kiminin içinde taşıdığı Kiminin dönmek istediği kiminin yaşayamadığı Kiminin ise çoktan unuttuğu bir sırdır çocukluk kiminin halen olmayı başardığı Hemen hemen her erkek çocuğun ya meydanlarda davullu zurnalı ya da evinin avlusunda bir sünnet daveti vardı Sünnet konvoyu evlerine yaklaşırken en öndeki küçük beyler sünnetten kaçmak için akıl almaz planlar kuruyorlardı Kiminin altınlar takılmış yastığının altında bıraktığı kiminin içinde taşıdığı Kiminin dönmek istediği kiminin yaşayamadığı Kiminin ise çoktan unuttuğu bir sırdır çocukluk kiminin halen olmayı başardığı Hemen hemen her kız çocuğun ya oyuncakçıdan alınmış ya da artan elişi bezlerinden yapılmış bebekleri vardı O küçük anneler bebeklerini göğüslerine basarken izleyenler oyuncakların ruhu olduğunu sanıyorlardı Kiminin oyuncak beşiklerde sallarken bıraktığı kiminin içinde taşıdığı Kiminin dönmek istediği kiminin yaşayamadığı Kiminin ise çoktan unuttuğu bir sırdır çocukluk kiminin halen olmayı başardığı O pembe pamuk şekerler kadar yumuşak Küçük masal kitapları kadar kısaydı Kişi başına düşen gelir bir oyuncak Ah keşke dünyada herkes çocuk olsaydı Büyümezdik büyüklüğü böyle bilseydik Keşke akıl veren birileri olsaydı Keşke masumların yerine biz ölseydik Dünya ilk haliyle yine çocuk kalsaydı Hatırla yolcuları ya tam ya öğrenci öderlerdi Küçük çocuklar dolmuşlara ücretsiz biniyorlardı Bilim adamları birazcık çocuk olabilselerdi Zaman makinesiyle bebek olmaya gidiyorlardı Boş ver sana çocuk olma diyenlerin dediklerini Sonuçta hepsi bir çocuk etmeyecek olan onlardı Hepsine gidip de tek tek izah edemediklerini Ancak bütün çıplaklıkları ile bir çocuk anlardı Ne kadardır bu dünyadayız ve ne kadar daha varız Her insanoğlu düşünsün alıp eline bir oyuncak Kuvvetle muhtemel çocukluklarımızı hatırlarız Ama bilemeyiz ki çocuklarımız nasıl olacak erman tufan ermantufan@hotmail.com



RÜYA…

Uyanıyorum. Bedenimin ne kadar uykuya ihtiyacı olduğunu biliyorum, Yeterli olduğunda gözlerimi açıyorum. Pencereden sabah güneşi odaya giriyor, Pencereyi açıyorum Yaz günlerine has ılık sabah havasını içime çekiyorum, Yazları seviyorum. Odadan çıkıp yüzümü yıkamak için banyoya giriyorum, Su istediğim gibi ılık. Sabah mahmurluğunu üstümden atana kadar anlamsızca dolanıyorum odalarda, Ayılmamla mutfakta kahvaltıya oturuyorum. Anne kahvaltısı masada, Tam istediğim gibi. Kahvaltımı kararınca yapıp çıkıyorum evden. Arkadaşlarla buluşup oturuyoruz. Beraber olmak hoşumuza gittiği için bir aradayız, Ne yapalım diye düşünmeye gerek kalmıyor, En sevdiğimiz yerde en sevdiğim uğraşla iştigal etme konusunda hemfikir oluyoruz. Ver elini Çemberlitaş… Elimizde nargileler, yanında şekerli Türk kahveleri. Kulağımızda bir hüzzam şarkı, Muhabbete devam. Fazla derine inmeden kafa yormadan, Tam kararında kalkıyoruz. Biraz boğaz havası iyi gider üstüne düşüncesindeyiz, Çıkıyoruz yola, Yollar bomboş, Fazla uzatmadan varıyoruz boğaza. Güneş batıyor izliyoruz aşkla, İstanbul’da olmak, boğaz, güneşin batışı, Her şey istediğimiz gibi. Üşüyorum bir anda, Sırtım açık kalmış, Uyanıyorum saat gecenin üçü, kış. Odamdayım, hava buz gibi…

Karanlık… Tabi ki algıladığım ilk şey bu değildi, hatta nihai sondan önceki aşama olarak sıralasam daha doğru olacak, lakin o vakitler çok da önemli olan bir ayrıntı değildi hayatımda. Davetsiz bir misafir misali gelmiştim kendi açımdan, oysa bekleyenim çoktu o vakitler. Ben ise düşünüyordum. Neredeyim ve neden buradayım. Zamanla sesler gelmeye başladı, anladım ki benim burada ne aradığımı merak etmem gibi, beni de merak eden birileri var. Umut o vakitler düştü gönlüme. Umudun hayal kırıklığına atılan ilk adım olmadığını öğrenmem ise hemen peşi sıra. Olanakların sınırlı olduğu durumlarda beklentiler de asgariye ayak uyduruyor, ondan olacak tek isteğim düşüncelerimi paylaşmaktı. Acelesi olmayan bireyleri temsil ediyorduk, sindire sindire anlattık her şeyi birbirimize. Anlattıkça anladık, anladıkça daha bir o oldum, ondan olmamın yanında. Zaman onu dinleyerek geçiyordu geçmesine de artık ben de bu paylaşımın tek taraflı olmadığını göstermek istiyorum dediğim an fark ettim “ne anlatabilirim”. Bildiklerim ondan öğrendiklerimle sınırlıydı. Anlattıklarına tepki vererek kanıtlama yolunu seçtim varlığımı. Ben de buradayım dinliyorum anlıyorum demeyi. Sabırla, anlayışla, sevgiyle şekillenen bir ilişkiydi aramızdaki, acelesi olmayan. Paylaşımlar arttıkça istedik birbirimizi görmeyi. Onun varlığı ile anladım görebileceğimi. Artık vakit yaklaştı. Onun benim olması gibi ben de onun olmak istiyorum. Adım adım yaklaşıyorum. Aydınlığa…

Ilgaz sekmet45@hotmail.com

Ilgaz sekmet45@hotmail.com


KRAL DAİRESİ; ÜÇ NİKÂH, ÜÇ CİNAYET, BİR SOYGUN “İstanbul’da bir otelin kral dairesindeyiz. Her şey otelin bilgisayarının bozulmasıyla başlar. Kral dairesi bir tanedir ama aynı güne üç ayrı rezervasyon yaptırılmıştır. Üç ayrı çift balayını geçirmek üzere otele gelir ve beklenen kargaşa başlar. Otel personeli durumu idare edip kurtulmak için çırpınırken, gelen çiftler odada kendi dünyalarını kurmaya başlamışlardır bile…” Bu şekilde kaleme alınmış bir tanıtım yazısını kendisine referans alıp oyuna giden bir tiyatro sever, bir de Toby Wilsher’ı tanımıyorsa, nasıl bir oyun ile karşı karşıya olduğunu kesinlikle bilemez. Oyun öncesi normal bir oyun izleyeceğini düşünür. Ortada bir karmaşa olduğu her halinden bellidir. “işte bu komedi tarzından yazılmış bir oyun” diyip kestirip atmak ters köşeye yatmaktır. Kitabi bilgilere dayanarak tanıdığımız, öğrendiğimiz Toby Wilsher’ın; İngiltere’de vücut ve maske tiyatrosu projeleri üreterek dünya çapında şöhret kazanmış birisi olduğunu öğreniyoruz. Anlıyoruz ki Wilsher’ın oyunlarında maske takmış oyuncular, vücut diliyle konuşuyorlar. Buradan şu kanıya rahatlıkla varabiliriz. Tiyatronun sadece ses ve söz sanatı kesinlikle çok olduğunu düşünüyorsak yanılıyoruz demektir. Fazla da içerik bilgisi vererek tadını kaçırmak istemediğim, bir saat on dakikalık Kral Dairesi isimli oyunu anlatacak olursam başlıca şunları sıralayabilirim. Eğer seksi, mizahı, macerayı ve ihtirası tek bir çatı altında görmek istediğiniz bir oyun varsa işte size adres. Başarılı müzik seçimleriyle yer yer müzikale kaçan oyun, oyuncuların da üstün performansıyla takip edilmesi zor kıpır kıpır bir oyun izlenimi veriyor. Toby Wilsher, oyunlarında ki maskeleri kendisi tasarlayarak oyunun içeriğine büyük ölçüde etkileyecek bir ayrıntıyı bizlere sunuyor. Her maske, olmayan diyalogların adeta birer tercümesi gibi. Konuşmasalar bile maskelerin ifadelerinden verilmek

istenilen duyguyu anlayabiliyorsunuz.

çok

rahat

Belki de cahilliğimden olsa gerek, daha önce eşine rastlamadığım ve beni derinden etkileyen iki sahneye tanık oldum. Bana kızmamanız açısından birazdan vereceğim içerik bilgisini oyunu izlemek isteseniz de istemeseniz de (izleme ihtimali hasebiyle) her halükarda okumamanızı tavsiye ederim. !!! dikkat, yoğun bir içerik bilgisi barındır!!! Yasal uyarımı da yaptıktan sonra zihnime kazınan sahneleri anlatmaya başlayabilirim. Otel sahiplerinin bu karmaşa neticesinde bir plan yapmalarını gerektiren bir ortam oluşur. Bu sebepten ötürü bir masa etrafında toplanırlar. Masada üç kişi bir araya gelir ve hararetli bir konuşmanın ortasında buluruz kendimizi. Klasik holivud filmlerinden aparılmış bir sahne gibi dursa da, tiyatro sahnelerinde apayrı bir yere sahip görüntü ortaya çıkıyor. Masanın üstünde kocaman bir lamba ve baş başa vermiş üç kafa. Buraya kadar her şey normalmiş gibi gözükse de için ilginç yanı bu görüntünün biz izleyicilere yukarıdan çekimle gösterilmesi. Biz adeta masayı aydınlatan bir spot aydınlatma misali oyuncuların kafalarını ve masanın üstündeki eşyaları görüyoruz. Oyuncular sahnede yan yatmış bir şekilde bize resital sergiliyorlar. “Ali” karakterinin sinirlenip masanın üstüne çıkması olayın çok daha estetik bir yapıya bürünmesini sağlıyor. Diğer bir sahne ise; gelişen karmaşık olaylar neticesinde üç çiftinde aynı yatak odasına girip geceyi romantizm ile sonlandırmasını konu alıyor. Ortam karanlık ve sahne dekorunun da yardımıyla iki el feneri ilk çiftin cinsel ilişkiye girdiklerini ifade ediyor. Uzun bir ilişki oluyor zira bütün pozisyonları özgürce ifade edebiliyorlar (Kaynak; bizim bir arkadaş). Ardından yanan üçüncü el feneri ve peşi sıra yanan dördüncü, beşinci ve altıncı el fenerlerini görüyoruz. Her el feneri bir kişiyi temsil ettiğinden takibi zor bir seks karmaşasına sürükleniyoruz. Abartılacak derecede uzun olan bu sahne bana göre yaş sınır koyulacak bir sahne niteliğini taşıyor. Eğer yaş sınırı koymuyorsan, sırf bu sahne için oyun içeriğine ufak bir not düşebilirsin. “Bakınız kamasutra sayfa 62” şeklinde. Dediğim gibi takibi zor bol pozisyonlu bir seks sahnesi. Ayrıca sabah olup erkeklerin pipi yarışına


girmeleri farklı kılınacak bu sahnenin iyice cıvıklaşmasına sebebiyet verecek derecede. Demek ki Toby Wilsher’da oyunun bazı kısımlarında belden aşağı çalışarak potansiyel bir kitleye seslenerek mizahi bir anlayış kurguluyor olabilir. !!!İroni dolu bir anlatım ile içerik bilgisine son verilmiştir!!! Klişeleşmiş tanıtım yazılarının vazgeçilmez son paragrafına gelecek olursak. Kral Dairesi, sıradan konusunu farklı işlemesi hasebiyle izleyicide artı puan kazandırabilecek bir oyun niteliğinde. Elimizin altında her daim bulundurduğumuz not defterimize yazabileceğimiz bir diyalog barındırmasa da vücut dili ve maske tiyatrosu açısından devlet tiyatrolarında izleyebileceğimiz güzel bir oyun. yakup aydın nevadergi@yahoo.com

DİBE VURURKEN ÇOK TOZ KALDIRMA Mademki kararlısın kendini sevinçlerden ve küçük yaşam pırıltılarından soyutlamaya, öyleyse bunu yapmanın bir amacı olsun. Yaşamak her zaman lunaparka giden bir çocuğun masum mutluluğu tarzında sürmez bilirsin. Mutluluğun saniyelerle sınırlandığı zamanları da gördün sen öyle ya. Öyle çok yaşanmışlık biriktirdin ki yüreğinde, canını acıttıkların da oldu, kanattıkların da oldu, seni kanatanlar da oldu.. İşte şimdi kendi içine dönme vaktin geldi... Korkmadan, cesurca yap bunu. İç hesaplaşmanın da ötesinde, en yalın halinde izle kendini. Gerekirse kendi kendini acıt, gerekirse kendi kendini kanat... Kırdığın onca kalp adına bir çizik at yüreğine ve yüzünde ufacık da olsa bir tebessüm belirmesine neden olduysan yaşayan birilerinin bunun için ödüllendir kendini... Bu esnada yapmaman gereken tek şey, kendi kandırmak, unutma! Yüzünde maskeyle dolaştığın zamanları hiç boşuna lanetlerle anma... İnsansın sen. Gerekirse maske de takacaksın elbette. Öyle ki, karşında tüm umutları tükenmiş, tüm inançları yerle yeksan olmuş, seni bu haliyle çok fazla perişan eden, dahası senin varlığını

reddeden ve görmezden gelen birine karşı taktığın bir maske de olabilir bu. Öylesine güçlü görünürsün ki o maskeyle, sen bile inanırsın ne denli sarsılmaz bir ağaca benzediğini... Yüreğinin kanadığını o an hissetmezsin ancak dibe doğru adımlamaya başladıkça çıkar hepsi su yüzüne... Gerçekler su üstüne çıkarken sen de buna müthiş bir uyum göstererek dibi görmeye başlarsın. Artık inanıyorsun ki, her kim elinden tutarsa tutsun havada kalacak o el. Karanlıktaki cılız bir ışık olacak belki en fazla, ama asla aydınlığın ta kendisi değil... Bunu biliyorsun ve aydınlığı bu yüzden kendi içinde arıyorsun. Başkalarının algılayabildiği kadar yüzeyde, kendinin hissettiği kadar diptesin unutma!.. Kendinle kimbilir ne kavgalar edeceksin orada... Kim bilir ne alıp veremediğin olacak geçmişinle, bugününle, geleceğinle... Aslında kaldığın yerden yaşamaya devam edeceğinden bile emin değilsin ama çaktırmıyorsun... Bahsettim ya, şu maske meselesi... Kasvetli bir ortamda sessiz sessiz çığlıklar atıyor olacaksın sen. Ama maalesef hayat dediğimiz şey sana sadece bir kez 'hadi uzatma artık çık oradan' diyecek... Hayat ikiletmez hiçbir şeyi biliyorsun... Nanik yapar gider yoluna... Seçim yapacaksın. Vakit istediğin kadar senin. Ya cesurca bir hamle yapıp çıkacaksın oradan, ya da biraz daha dinleyeceksin kendini. Küçük bir izolasyondu bu korkma. Ama uzun vadeye yayarsan kaybolursun bunun içinde biliyorsun... Her şey tadında olmalı hayatta. Hatırladın değil mi o sözü, "kısa süreli izolasyonlar, büyük mutluluk kaynakları olabilir." Şimdi istediğin, beklediğin, düşlediğin şey her ne ise orada öylece duruyor. Bir hamle yapmanı bekliyor. Hayat korkakları sevmiyor biliyorsun. Senin dibe vurumun sessiz sedasız olmalı ve bir kahraman edası ile çıkmalısın cehenneminden. Kimselere duyurmamalısın... Toz kaldırmamalısın çok... Aç gözlerini şimdi, karanlık da bir yere kadar...

şule oyman schulee87@yahoo.com


PERESTİŞ Bu sabah da bitmek üzere olan 11 yıldaki gibi okula gelen Fevzi, okul kapısından girerken bir an duraksadı ve okulunu izlemeye başladı. İlkokulda çizdiği resimlerlerdeki dört duvar ve üçgen bir çatıdan müteşekkil evlere benzettiği bu estetik mimariden yoksun binayı izlerken, okulunun ruhsuzluğuna ilişkin fikirleri çöreklendi tekrar aklına. O tam olarak ne olduğunu bilmese de bu okulda aradığını bulamamıştı. Aradığı muhtemelen güvendi; içinde olduğu topluluğa, günün uyumadığı vaktinin çoğunu geçirdiği bu dört duvara, öğrenmesini istediklerini yazdıkları tahtaya, oraya yazan tebeşirleri tutan ellerin sahiplerine... Bu güven ona orayı sevmeyi, oradakileri sevmeyi ve orada olmayı sevmeyi de sağlayacaktı ama güven yoktu ve güven olmadığı için sevgi de olmuyordu. Ve sevgi üzerine kurulu kâinatta sevgi olmayınca hiçbir şey olmuyordu. Şöyle biraz düşündükten sonra yılsonunda mezun olacağı okulundan diploma notu ve arkadaşlarıyla yaşadıklarının hatıraları haricinde hiçbir şey almayacak olması, onda gençliğini geçici şeylere hasreden yaşlı birinin duyduğu hüznü hissettirdi. Ve gene yaşlıları en hüzünlendirenin bir zamanlar genç olduklarını bilmeleri olduğu gibi o da birçok zamanını burada geçirdiğini biliyordu. “Boşa geçirilmiş yıllar…” dedi. İlk dersin zili çaldığında koşuşan diğer öğrencilerle beraber sınıfına gitti. Hoca henüz derse gelmemişti. Çantasını ve montunu çıkarıp sırasına kuruldu. Birkaç dakika sonra gelen Ertürk Hoca dersine hemen başladı. Bu sabah tekrar su yüzüne çıkan huzursuzluğunda bu hocanın da katkısının olup olamayacağını düşünmeye başladı. Fevzi, matematiği ve matematikçileri hep sevmişti. Ona göre matematikçiler kıvrak zekâlı insanlardı ve öğrencilerine karşı anlayışlıydılar. Onlar, öğrenci başarı kıstasının matematik notu olduğunu bildiklerinden, gerek toplumsal baskıdan gerekse de kendilerine karşı hissettikleri suçluluk duygusundan kurtulmaları için alternatif yöntemlere de başvuruyor, öncelikle öğrencinin başarısını hedefliyorlardı. Hatta bazen kişisel olarak öğrencileriyle ilgileniyor, belki birçok öğretmenden çok kendilerine soru sorulmasını onlar istiyorlardı. Gerçi o hep bu kasabada

yaşadığından ve kasabalarda öğretmenler sıkça tayin olmadığından çok fazla hocası olmamıştı ama o herkesin de böyle olduğunu sanıyordu ve bu hoca ona göre bir hayli farklıydı. Hiç de anlayışlı ve esnek değildi. Her öğrenciden aynı verimi -yani sınav notunu- bekliyordu (aslında bunu pek umursamasa da) ve alternatif yöntemlere de asla başvurmuyordu. Sonuca ulaşmanın tek bir yolu olduğuna inanıyordu. Ona göre başka yollar da vardı ama onlar aldatıcıydı; sonuca ulaşmak yerine çözüm yollarında kıvrandırırlardı. Hatta bu hoca, kuramının sadece matematik için değil bilimin her türlüsü için geçerli olduğunu da söylemişti. Bu yüzden sınavlarında soruları farklı yollarla çözenlerden puan kırıyor, zaten bu dersi sevmeyen öğrencileri kendinden iyice uzaklaştırıyordu. Teneffüsten sonraki dersin son on dakikası öğrencilerin serbest çalışmasına izin veren Ertürk Hoca, sıraların arasında geziniyordu. Bu hoca yirmi yedi yaşlarındaydı ve öğretmenliğe beş sene önce başlamıştı. Milli Eğitim Bakanlığındaki bir tanıdığının sayesinde hep büyük şehirlerde çalışmıştı. O tanıdığı emekli olmuş olacak ki kendi tanıdıkları olan başka memurlar onu bu beldeye atamışlardı. Günümüzün şehirliyle kasabalı arasındaki farkı yok denebilecek hale getirmesine karşın o büyük şehirlerin insanı olduğunu insanı hayran bırakacak şekilde belli ederdi. Hep açık tonlarda dar denebilecek takım elbiseler giyerdi. Ayakkabıları daima parlak, saçı her sabah kuaför elinden geçmiş gibi özenliydi. Buranın yerlisine karşı ukalaydı ve bu yürüyüşüne bile sirayet etmişti. Yıkılmayacakmış gibi dik yürürdü ve çenesi hep dik dururdu. Yerliler ile beraber hiç görünmezdi. Ona “Selamın Aleyküm” diye selam verenlere “Günaydın!” diye mukabele eder, modern çağın insanı olduğunu gösterirdi. Birkaç hoca haricinde diğer hocalarla muhatap dahi olmazdı. Öğrencilerine karşı şefkatiyle bilinen müdürle husumeti olduğu da bir şayiaydı. Bu hocanın iyi yanları yok değildi. Klasik müzik dinler, diğer öğretmenlerden daha fazla kitap okurdu. Gerçi yalnızca tarihi ve siyasi bir de kişisel gelişim kitapları okur, roman okumanın çocukluk olduğunu söylerdi. Hep kendi gibi şık mekânlara giderdi. Şehir merkezindeki kafeler ve lüks oteller onun mekânıydı. Seçkin arkadaşları vardı ve bu arkadaşları arasındaki konumu muteberdi. Ama onun iyiliğe kendineydi. Yani kendi gibi olanları severdi ve ancak onun gibi olanlar onu sevebilirdi. Kendisinde insanlığın


geneline temayül etmiş bir sevginin olmadığını söylememiz, ona haksızlık yapmış saymaz bizi. Gezinmeye devam eden hoca, sınıfın matematik dersiyle en ilgisiz öğrencisi İpek’in yanında durup gözlerini olağanüstü bir şey görmüş gibi açarak bağırmaya başladı: - Sen ne yaptığını sanıyorsun? Kendince hayallere dalmış ve o sıralar orada olmayan İpek, kulağının dibinden yükselen sesten irkilince kalemini elinden düşürüp, gayri ihtiyari çıkardığı “Hii” sesinden dolayı elleriyle ağzını kapadı. Sesin geldiği tarafa bakıp sinirinden kızarmış hocayı görünce çok kötü bir kabahat işlediğini anladı. Ama hiç bir şey söyleyemedi. - Sana diyorum sanıyorsun sen?

sana.

Ne

yaptığını

Gene hiçbir şey anlamayan İpek korku dolu gözlerle bakmaya devam ediyor bu sırada olanları anlamaya çalışıyordu. - Bu resmi karalamaya utanmıyor musun? Üzerinde oynayın diye mi her kitabınızın başına konuyor bu resim? Atatürk’e bu kadar mı saygın var, edepsiz! O zaman işlediği cürümün farkına varan İpek’in içindeki korku bir kat daha artı. Ders çalışmadığı için azarlanacağını zanneden kız yaptığının bu sınıfta kalmayacağını o an anladı ve içinden uzun süre çıkaramayacağı bir endişeye kapılmaya başladı. Hoca nutku tutulmuş kızın tepesinde bağırmaya devam ediyordu: - Neden susuyorsun? Bir şey söyle. Yaptığının haklı olduğunu söyle. Bir cevap ver… Anlaşıldı. Senden bir şey çıkmayacak. Yürü müdüre gidiyoruz. Canını yakmak istercesine kolunu sıktığı ipek’i apar topar çıkaran hoca sürekli “Göreceksin” diyordu. “Yaptığının cezasını göreceksin.” Tüm bunları sınıftaki diğer çocuklar gibi sessizce izleyen Fevzi, onlar sınıftan çıktıktan sonra uğuldamaya başlayan sınıfa katılmadı. Sıra arkadaşı Cem, hocayı boşuna sevmemiş olduğunu anlatmaya başladı ama Fevzi’yi ilgisiz görünce arka sıradaki arkadaşlarına döndü. Fevzi de kolunu sıraya, çenesini de kolunun üzerine yerleştirip sıradaki kalemlerle açılmış yarıkları izlemeye başladı. Zaten tüm ders boyunca dalgındı ve hep hocasını düşünüyordu. Onun eli cebinde ders anlatışını,

konuşurken öğrencilerinin gözlerine bakmayışını hep mağrurluğuna yormuştu. Tüm ders boyunca zihninde hocasının dedikodusunu yaptığı için ona karşı olan sevimsizliği iyice artmış, bu olay da kanaatinin perçinlenmesine tuz biber ekmişti. İpek için endişelenmeye başladı. Matematik ve beden eğitimi hariç her dersi seven ve başarılı olan bu kız Fevzi’nin en iyi arkadaşlarındandı. “En fazla iki gün uzaklaştırma alır herhalde” diyordu kendi kendine. Bu sırada İpek’in demin çizdiği kitabı kurcalamaya başlayan öğrenciler hep beraber gülmeye başladılar. - Ha ha ha!… Emzik çizmiş Atatürk’e. - Tek kaş da yakışıyormuş dimi? - Ben en çok sürmelerini beğendim… Diğer bir kısım öğrenci de fısıldayarak konuşuyor, olayın vahametini adeta sınıfın lakayt öğrencilerine tedirginlikleriyle ihsas ediyorlardı. Ders bitinceye kadar gelmediler. İpek sonraki derslere de gelmedi. Paydos zili çaldığında hala sınıfta olan montunu ve çantasını Fevzi aldı ve zaten okula yakın olan evlerine götürdü. Kapıyı açan annesinin çetin bir sinir harbi geçirdiği aşikârdı. Yüzüne bile bakmadan eşyaları alan kadın, duyulmayacak kadar kısık sesle teşekkür ederek kapıyı kapadı. Bu manzara karşısında hem üzülen hem de sinirlenen Fevzi söylenerek yarım saat mesafedeki evine yürüyerek gitti. Yemek yerken, televizyon seyrederken ve yatakta uyumaya çalışırken hep bugün ki yaşananları düşündü. Huzursuzluğu rüyalarına da sirayet etmiş olacak ki ne gece rahat uyuyabildi ne de sabah dinç kalkabildi. Şiddetli bir tecessüsle gittiği okulda İpek’i göremeyince biraz telaşlandı. İlk teneffüste merakını gidermek için Cem’e sokuldu: - İpek gelmedi bu sabah. Haberin var mı? Ne olmuş? Bir şey duydun mu? - Ben de göremedim ama evindedir herhalde. 11-C’den Mehmet’le konuştum dün akşam. Dün nöbetçi öğrenciydi. İpek’le Ertürk Hoca’yı bağırış çağırışlarla müdür odasına girerken görünce merak edip odanın kapsını dinlemeye başlamış. Zaten kapı açıkmış, o da her şeyi duyuyormuş. - Bırak şimdi tasviri. Anlat bakalım ne olmuş… - Tamam tamam. Hoca içeri girer girmez bağırmaya başlamış. Hocam bu kız Ulu Önder Atatürk’e büyük saygısızlık ediyor demiş. Resimlerini gülünç duruma sokuyor, arkadaşlarına şaka malzemesi yapıyor demiş.


- Oha! - Dur daha… Bunu çocukça görebilirmiş kendisi ama asıl sebep İpek’in zihninde yatan Atatürk düşmanlığıymış. Bunları ona annesibabası öğretiyormuş. Ya da başka birileriymiş bunlar. Bunlar devletin ikbaline mimiymiş neymiş, kast eden insanlarmış. İpek’in bu sebeplerden dolayı okulda barındırılmaması gerekiyormuş. - Müdür ne demiş peki? Müdür önce Ertürk Hoca’yı sakinleştirmeye çalışmış. Durumun abartılmaması gerektiğini, öğrencilerin yaşlarından dolayı şu sıralar kafalarının karışık olduğunu, herhangi bir kastin olamayacağını, hem üniversiteden başka bir şey düşünemeyen bu çocuğun Atatürk düşmanı olmaya vakit bulamayacağını falan söylemiş. İpek ağlıyormuş hep. Kıza özür diletmiş. Kimden diletmiş bilmiyorum tabi. Oğlum bu öğretmen takımı hep böyle acayip zaten. Neyse; sonra sen sınıfa git demiş müdür. Hoca karşı çıkmış, kızı kolundan tuttuğu gibi yaka paça evine götürmüş. Çıkarken de hep “Mahkemeye vereceğim seni” diyormuş. Birkaç saat sonra okula gelmiş hoca. Olayı öğretmenler odasında da anlatmış. Beden eğitimiyle inkılâp tarihi hocaları da hep onu onaylar görünüyorlarmış. - Böyle saçmalık olur mu canım? - Bak bu son bilginin doğruluğundan emin değilim ama ikisi de yapar adamlar gibi geliyor bana. Hem zaten hep beraber değil mi bunlar? Hepsi birbirinin aynı. Hele o inkılâp tarihi hocası var ya, adama yağmur altında su vermez şerefsizim. Artık iyice dedikoduya başlayan Cem’i susturmak ister gibi konuşmaya başlayan Fevzi: - Çok saçma ya, dedi. Birkaç saniye duraksadıktan sonra kendi kendisiyle konuşur gibi devam etti. Ben hala kendimle ilgili problemleri teşhis bile edememişken böyle insanların bunları halledip nasıl da diğer insanlarla ilgilenmeye başladığına şaşırıyorum vallahi. Ayrıca bu saldırganlık da neyin nesi, böyle celallenerek insanlar neyi halledilebileceklerine inanıyorlar? Cem hiçbir şey söyleyemedi bunların karşılığında. Fevzi istifini bozmadan ama sinirden kızarmış şekilde devam etti. Sesini biraz yükseltmişti. - Olaylara böylelerinin zaviyesinden bakınca amacın çözüm üretmek olmadığı ayan beyan

görünüyor. Çünkü çözüm, yani böyle aksi insanlara göre çözüm arızalar getirir; çünkü çözüm ondan da bir şeyler eksileceği anlamına gelir. Eğer ortada ciddi anlamda bir problem varsa bunun bir kaynağı vardır yani bir şeylere isnat edilmek zorundadır ama bunlar hiç düşünmeden problemi değil problemi çıkaranı ortadan kaldırılıyorlar. Bu merdivenlerden çıkarken düşüp bir yerini kıran bir öğrencinin aynı hataya düşmemesi için tüm öğrencilere merdiveni kullanmayı yasak etmesi gibi bir şey dostum. Bu kulağa ne kadar saçma hatta komik geliyorsa şu anda yaşananlarda aynı anlıyor musun beni… Maalesef Cem anlamıyordu. O da bunu biliyordu ve bunları da sırf kendisini rahatlatmak için söylemişti zaten. Fevzi, İpek’i iyi tanırdı ve hocanın iddia ettiği şeylerin daha önce hiç düşünmediğini bile iyi bilirdi. Onun arkadaşına güveni tamdı ama bu hoca çok can yakacak gibi görünüyordu. Ve yaktı da… İpek bir daha okula gelmedi. Öğrendiğine göre başka bir okula yazılmış. Arkadaşından ayrılığa mı yoksa arkadaşının yeni okulunda yaşayacağı uyum problemine mi üzüleceğini bilemedi. Tabii ara sıra görüşeceklerdi ama zamanla tamamen kopacaklarını da en nihayetinde biliyordu. Ölüm gibi bir ayrılık yaşamıştı bir nevi. Hatta bu ölümden de beterdi çünkü ölümün kesinliği ve insan elinden olmaması hem ona inanmayı hem de saygı duymayı beraberinde getiriyordu ama bu öyle değildi… Ameliyat masasına bir doktor değil de bir katil çağrılmıştı sanki ve o da işini gereği gibi yapmıştı. Fevzi birkaç hafta sonra İpek’in babasının kırtasiye dükkânının önünden geçerken, babasının muhasebeci arkadaşıyla dükkânın önündeki konuşmalarının bir kısmını duydu: - Tamam canım. Severiz, sayarız kendisini. Büyük adam! Ama böylesine de perestiş etmeye ne lüzum var yahu! Fevzi sadece bunları duyabilmişti. Aklına “perestiş” kelimesi takıldı kaldı. Anlamını bilmiyordu bu kelimenin ama kelime hiç hoşuna gitmemişti. “Perestiş” diyerek kaç zamandır canlı tuttuğu sevimsizliği ile evine doğru yürüdü…

bilal arkan simbolmina@yahoo.com


OVERKILL (US) - IMMORTALIS Thrash Metalin yapı taşı gruplarından biri olan ve ülkemizde de 3 tane konser veren Overkill, 2 yıl aradan sonra yeni albümü immortalis’ı sürdü piyasaya. Albümün ilk ilgi çeken noktası, kapağı ve bence Overkill albümleri içinde en iyi kapağa sahip. Müzikal kalite yönünden killbox13 ve relixıv albümleriyle bekleneni veremeyen grup yeni albümüyle fanların yüzünü biraz güldürecek gibi. Bu albümde de eski saf thrash metale yakın halleri yok ama en azından şu anki hallerinin nihayet belli bir raya oturduğunun habercisi immortalis. Overkil’lin albümlerinin açılış parçaları albümden diğer parçalardan hep bir gömlek üstün olur. Genelde grupların konserlerinde ilk parçaları sabitken ya da sadece birkaç parça arasında oynarken Overkill her yeni albümle beraber konserlerinin açılışını da değiştirir. Artık büyük ihtimal konserlerde ilk sırayı alacak olan “devil in the mist” ile sağlam bir giriş yapıyoruz albüme. Yaklaşık bir dakikalık bir intronun ardından buram buram tharsh metal kokan bir melodiyle başlıyor parça. Blitz’in kendine özgü vokaliyle birlikte nihayet parça şeklini alıyor. Bir çok metal dinleyicisinin hayranlıkla bahsettiği blitzin vokal yapısına bir o kadar insanda soğuk bakar. Bunun sebebi genelde pek duyma şansımız olmayan ses yapısı. Parçanın genelinde d.d. Verni’nin kirli vokalini de duyuyoruz. Daha öncede bir çok parçada duymuştuk ama bu albümün genelinde d.d. Ye biraz daha ağırlık verilmiş gibi. Zaten konserlerdeki hali bunun habercisi gibiyd. Ardından gelen 2. Parça “what is takes dave links” in kendi grubu speed kill hate’de de çoğu zaman kullandığı gitar efektleriyle başlıyor ve ardından heavy metalin en iyi basistlerinden biri olarak sayılan (bence en iyisi) d.d:verni’nin artık onun kimliği halini alan basıyla devam ediyor. Orta hızda, güçlü bir parça ve nakaratlarda yine d.d.nin sesini duyuyoruz. Skull and bones ve shadow of a doubt albümün akışı içinde kendini fazla göstermeyi başaramayacak olan parçalar. Shadow of a doubt un sonundaki soloda parçayı kurtarmaya yetmemiş. Arkasından gelen hellish pride ise albümün en vasat çalışması. Overkill albümlerinde artık bu gibi çalışmaları fazlasıyla görmeye başladık. Uzunluğu ile de can sıkıcı bir hal alan parçadan sonra girişiyle hard rock parçaları anımsatan walk through fire ile gidişat kendini topluyor. Albümün genel soundunda bir çalışma ve blitz’ vokal yapısı bu parçada bana hayranı olduğu lemmy (motorhead)’yi hatırlattı. Daha sonra gelen albümün 7. Parçası yaklaşık 1 dakikalık sıkıcı introsundan sonra güzel bir hal alıyor. Yine orta hızda ve benim bir türlü alışamadığım kesik gitar ataklarıyla süslenmiş bir parça başlıyor. Ardından ufak bir davul solosuyla başlıyan charlie get your gun ile nihayet diyoruz. İşte albümün en iyi parçalarından biri. Yine blitzin gruptaki 5.enstrüman gibi kullandığı ön plandaki vokali ile insanı kendine bağlıyor. Devamında parça gittikçe hızlanıyor ve harika bir soloyla ile albümün beklentileri bir nebze karşılayan parçalarından biri haline geliyor. Albümün 9. Parçası “hell is” bir önceki parçanın enerjisini taşıyamayan bir giriş ile bizleri 2 dakika boyunca oyalıyor ardından nihayet hız ve agresiflik bakımından gruba yakışır bir parça başlıyor. Blitz’ in hell is haykırışlarıyla süslü nakaratıyla da kendini dinleten parçanın ardından Overkill v başlıyor. Nihayet Overkill serisi beşi buldu. Ert bir parçanın geleceğini anlatan yavaş ve ürkütücü girişin ardından sanki headbang için yapılmış bir melodiyle başlıyor “Overkill v”. Parçanın akışına göre ritm hızlanıyor ve hızından taviz vermeyen harika bir parça çıkıyor karşımıza. Kesinlikle albümdeki favori parçam Overkill

v. Albüme adını veren ve final parçası olan immortalis yine çabuk unutulacak bir yapıya sahip. Kapanış parçası olarak pek de iyi bir seçim değil açıkçası. Yine nakaratında parçaya güzel bir hava katan d.d. Nin haykırışlarını duyuyoruz ve immortalis albümü blitz’in o bildiğimiz kendine has çığlığıyla sona eriyor…7.5/10 ONSLAUGHT - KILLING PEACE (2007) 80lerin başında, dünya bay areada temelleri atılan thrash metal efsanesiyle tanışmaya başladı. Heavy metale göre daha agresif ve hız üzerine kurulu bu tür bay aredan sonra avrupa’da da almanya’da metal dinleyenlerin yeni gözdesi olacak ve o yıllarda çok fazla thrash metal grubu türeyecekti. Dünyada bunlar yaşanırken heavy metalin beşiği ingiltere hala heavy metal harici grupların albüm yapma şanslarının olmadığı bir ülkeydi. Bu yüzden ingiliz thrash metal grubu çok azdır ama tüm olumsuzluklara rağmen sabbat ve onslaught gibi efsane olmuş isimler çıkarmayı başarabilmiştir. Ama bu iki grubun da ömrü 3 albümü geçemedi. Ta ki onslaught’tan tekrar kurulma haberi gelene kadar. Evet yıl 2007 ve grup son yılların en iyi thrash metal albümlerinden biriyle yine karşımızda. Grup tam 22 yıl sonra o boynuzlu arkadaşı yine albüm kapağında kullanarak geçmişe gönderme yapmışlar. Albümün açılış parçası kısa bir introyla beraber kulaklarımızın pasını silen “burn”...thrash metalin o kendine özgü agresifliğini yansıtan rifflerine “the force” albümünden de tanıdığımız sy keler in harika vokali de eklenince parça daha da güzelleşiyor ve piyasadan uzak durduğu yılların tozunu attıracak bir albüm hazırladığını anlatıyor bize. Günümüz thrash metal gruplarının vokalleri kirli gırtlağı kullanmak yerine işin kolayına kaçıp scream vokale ağırlık veriyorlar ama sy keler, chuck billy (testament), markus bednarek (delirious), steve souza (ex-exodus) gibi vokallerin kaltesi de burada ortaya çıkıyor zaten. Albüme ismine veren 2. Parça “killing peace” ile tempo düşmeden devam ediyor. İngiliz grubun avrupa’dan çok amerikan thrash metalini benimsediğini en iyi anlatan parça olan killing peace den sonra, desroyer of world girişiyle biraz olsun nefes almamıza izin veriyor. Ama steve grice’in çift crossu yine tam gaz parçanın hazırlığını yapıyor ve dört nala bir giriş yapıyor. Özellikle nakaratı ile diğer parçalardan ayrılan bir çalışma desroyer of world. Ardından gelen albümün 4. Parçası pain ile yıkım devam ederken. Albüm a prayer for the dead hız kesmeya başlıyor. Ardından gelen ve albümün en vasat parçası tested to destruction dan sonra twisted jesus ile kaldığımız yerden tam gaz devam ediyoruz. Düşük tempolu girişine rağmen oldukça hızlı bir hal alan parça yine sonlarına doğru tempoyu düşürüyor. Ardından gelen ve diğerlerinin yanında yine vasat kalan diğer bir parça planting seeds of hate ile devam ediyor albüm. Sonlara doğru giren harika gitar solosu da ne yazık ki parçayı kurtarmaya yetmiyor. Ve albümün kapanış parçası “shock & awe” albümün en hızlı parçası olarak dikkat çekiyor. Gitar taramaları mükemmel ve gayet uzun süreli. Aynı oranda hız manyağı davullarla birleşip bir de soloyla süslenen parça albüm için harika bir final. Albüm sadece thrash metal sevenlerin değil metal müzikle ilgilenen ve gerçek bir şeyler dinlemek isteyenlerin arşivinde olması gereken bir çalışma. Onslaught, mortal sin, vendetta ve death angel. Eski thrash metal efsaneleri teker teker geri dönüyor. Umarım bu güzel haberlerin devamı gelir...8.5/10 hakan aydın hakkanaydin@hotmail.com


HAYAT KESİNLİKLE DEĞİLDİR…

BİR

FİLM

Hayatımda gittiğim ilk konser, grup vitamin konseri. Bundan ölesiye gurur duyuyorum. Başlangıçları çoğu zaman iradesizce, seçemeden, düşünemeden yaparız. İlk cinsel ilişkimizi, henüz lisedeyken milli olmuş, sigaraya ortaokulda başlamış, ilkokulda kızların etini çimdikleyen (ben sadece saçını çekebilirdim. Çünkü saç, o vücuda ait bir uzuv değilmiş gibiydi, bir sıcaklığı ve ağırlığı yoktu. Evet bazıları çok güzel kokardı, yumuşacıktı. Ama saçtı işte. Karşı cinsin girilebilecek tek serbest bölgesiydi… içimdeki terbiyeli çocuk daha fazlasına izin vermezdi.) Okula henüz başlamamışken, mahallenin gençleri tarafından çok sevilen, yoldan geçen güzel kıza laf attırılan, ürkek ve parlak memur çocuğuna küfür ettirilen, şu sıralarsa askerlikten yırtmak için tecil yolları arayan, elinde iddiaa eki, aklında hep iyi bir altılı kuponuyla kahvehanenin değişmez siması, mahallenin bitirimi, köşe başı tutan, bir kopile en büyük çarşı dedirten (olaylar aynı aslında, zaman ve aktörler değişiyor.) Arkadaşımızın ısrarıyla, karaköy hayat okulu mezunu bir bayanla yaşarız. İlk aldığımız albüm yine arkadaşlarımızın etkisiyle, hakkı bulut’tan ‘taptım de’, ilk okuduğumuz kitap (cin ali’leri ve resimli namaz hocasını saymazsak) öğretmen zoruyla “güliverin gezileri” (niye diyet veya falaka değilse!) Dir. Bu liste uzar gider, ama ana tema değişmez; hayatta hiçbir şey bizim hayal ettiğimiz gibi olmaz. Ya da filmlerde gösterilenler gibi. Ağlarken asla güzel olmayız, sene bittiğinde kıl hocayı dövüp arabasını tahrip etmeyiz, askerliğin son günü bize çok çektiren başçavuşa bir ağız dolusu küfür edip kışladan ayrılmayız (binbaşıya kafa attığımız, paşanın kızıyla çıktığımız, hatta yazıcı olduğumuz dinlerken de söylerken de inanmadığımız şehir efsaneleridir.) Terk edildikten 2 hafta sonra, “sevgilimiz sensiz olmuyor, ah benim eşek kafam, değerini bilemedim, bak yağmurun altında ıslak bir kedi yavrusu gibiyim ve beni affedene kadar pencerenin önünde bekleyeceğim” demez (bumerang teorisi yalandır, giden ,gider…). İnanır mısınız dostlarım, ilk kez bir kızla öpüştüğüm de, coşkulu bir müziğin gelmesini ve üstüne bastığımız zeminin

dönmesini beklemiştim. Çünkü öyle öğretmişti filmler. Kamera yükselir, başların etrafında bir iki tur döner, görkemli bir vuslat melodisi tıngırdar, her şey susar, gözler kapanır. Tam bir vecd halidir. Burunların hatta dişlerin çarpışmasından, ’şıp lıp plöp’ şeklinde çıkan ıslak dudak, patlayan tükürük seslerinden dolayı, bulunduğun ortama, duruma, ve karşındaki insana yabancılaşmadan hiç söz edilmez. Filmler hayal çıtalarımızı ve beklentilerimizi yükseltmeye, hayatsa döve döve öğretmeye and içmişken, bizler hangisi gerçek, hangisi yalan, hangisi olması gereken diye, sorular sorar, bocalar, boğulur, bunalır ve hissemize düşeni alırız. Okulda ki gibi olmaz ama, süreç ters işler. Önce sınav olur, sonra ders alırız. İzlediğimiz filmlerin kahramanları, insanca basitliklerden münezzehtirler. Evet, belki nezle, grip gibi karizma hastalıklara yakalanırlar (filmlerde nezle olan kız çok güzeldir. Burnunu siler, beynini, beyiciğini bir mendile hönkürür, yine de çok güzeldir. Hastalık bir insana yakışır mı? Filmdeyse evet…) ama hiçbir oyuncu, kabız, kanlı ishal, bel soğukluğu gibi kaba saba, ööeh hastalıklarla tebelleş olmaz. Bir tanesi de, sabah kalktığında, “ulan biz üniversiteye giden dört bekar genciz ve yemeğimiz safi hazır gıda, lahmacun, hamburger. Bağırsaklar beton gibi oldu, 4 gündür de tuvalete çıkamadım. Dur aç karnına bir bardak ılık su içeyim, üstüne de bir avuç kuru kayısı yiyim de, içimdeki canavar rahat çıksın. Aksi takdirde ıkınma anında makatım enseme kadar yarılacak. Bu basit kurgulu, bol sevişmeli, soğuk esprili, ucuz gençlik filmi, testere gibi, otel gibi bir istismar filmine dönüşecek, izleyicinin sinirlerini ve midesini zorlayacak” demiyor. Hayat bir film seti değil dostlarım, kesinlikle değil. Siperde, düşmana 7-8 gün mermi sıkıp saçı bile bozulmayan askerin, ıssız adaya düşüp aylarca kalmasına rağmen cildi pas parlak, ağdası hiç gelmemiş güzel kızın, yaşadığımız hayatla alakası yok. Bizler, cüzdanının gizli gözünde ‘ne olur ne olmaz parası’ 20 ytl saklayan, seri


sonlarını, outletleri kovalayıp üstüne başına şekil yapan (gören üstünde 1 milyarlık giysi var sanır), akbili olmadan asla çıkamayan, “oğlum ben hiç çalışamadım yea” diyip finalden 95 çeken, “ağbi az çorba az pilav” diyen, insanlarız. Kızlar kurtulduk sanmasın! Sizin de öyle filmlerdeki gibi saten gecelikleriniz, iç gıcıklayıcı iç çamaşırlarınız yok. Belki bir takım. O da ilk randevuda. Ondan sonra ne mi var? Seksen bin kez yıkanmış, gevşemiş, modelsiz, anneanne donları. Ama sizler de haklısınız. Kim, hangi sağlam bünye o yüzde yüz naylondan mürekkep çamaşırları mantar olmadan 2 günden fazla giyebilir? Burada şu soru geliyor insanın aklına: rahatlık mı, estetik mi? Kasmaya gerek yok. Burası Türkiye ve otobüsteki çok beğendiğiniz adamla, aynı gün içinde aynı yatağı paylaşma ihtimaliniz mini minnacık. Zaten ‘o tip’ bir randevuya ingiltere kralının taç giyme töreninden bile daha itinalı hazırlandığınız malum. O yüzden ne diyoruz? Harekete özgürlük, yaşasın pamuk donlar! Sevgiliyle gezmeler, bir yürüyüşümüz olur, gören derki; “ bunlar yürümüyor da, koca İstanbul’a ayaklarını öptürüyor” şeklinde değil, Haldun Taner’in önündeki çiçekçi romanlara, Kadıköy’e ayakbastı kabilinden para söğüşletmemek için yolu uzatmalar, güzergâh değiştirmeler… işin trajik tarafı, o ‘ısrar çiçeklerini’ her aldığımda, sevgilimle aramızdaki ünsiyetin artması gerekirken, birbirimizden biraz daha uzaklaşıyor olmamız. Öyle bir kara büyü ki, çiçeğin çağrıştırdığı romantizm, araya bıktırıcı ısrar ve “al şu beşliği de, özgürlüğümüzü bize geri ver”in girmesiyle, somut, kulakları sağır eden sessizliğe dönüşüyor. İşte ben o an, bu kara büyünün müsebbibi o kara insanların alnına bir buse kondurmak isterim. Tam olarak simya diyemesek de, bu yapılan da bir dönüştürme işlemidir, bir ilimdir. Ve ben ilme saygı duyarım. Alna kondurduğum busenin sebebi budur; çiçek somutunu, sessizlik soyutuna dönüştürebilmekteki mahirlik… Yıllar önce izlediğim ve ismini hatırlayamadığım bir filmden şöyle bir sahne kalmış aklımda: 3-5 erkek oturmuş, filmlerdeki en gerçekçi anları tartışıyor. Hepsi, falanca filmde, filanca sahne diyerek düşüncesini söylüyor. Benim en beğendiğim ve aklımda kalan şu oluyor;

Meg Ryan’ın bir filmi. Sabah, yataktaki Meg ve partneri uyanıyor, Meg şöyle diyor; “kedi nerde?” Adam, “ne kedisi, bizim kedimiz yok ki” diye mırıldanıyor. Meg, “ağzıma işeyen kedi deyip” lavaboya seğirtiyor ve dişlerini fırçalıyor. Evet diyorum, hayata yaklaşabilmiş bir film! Düşünsenize, hepimizin ağzı, uykudan kalktığında, balıkçı teknesinin helesı gibi kokar. Kendi ağzımızdan bile tiksinirken, ne o filmlerdeki sırnaşıklık, öpüşmeler, cilveleşmeler sabah sabah! Nerde ağızdan yastığa damlayan salya, nerde çapaktan açılmaya göz?! Konuyu çok fazla dağıtmadan, yalnızca girizgahını yapabildiğimiz grup vitamine dönelim. Grup vitamin neredeyse tüm müzik otoritelerince, bir kült grup olarak kabul edilir. Yaptıkları işler öylesine farklıydı ki, ’’ithal ettikleri’’ müziklerin üstüne, o günlerde konuşulan, gündem oluşturan olayları, kişileri maharetle oturturlar, kah dalgalarını geçer, kah laf sokar ve mutlaka arada bir yere de vermek istedikleri mesajları sıkıştırırlardı. 900’lü hatlar, magandalar, Hülya Avşar, hatta beyaz balina aydın. Bunların hepsi nasıl bir şarkıda bir araya getirilir derseniz, cevap grup vitamindir. Yaptıkları işin bir kişiliği vardır. Pop idollüğü değil, yel değirmenlerine karşı modern Don Kişot’lar olmayı seçmişlerdir. Mizahları incedir. Attıkları taşlar baş yarmaz, had bildirir. Yaşadıkları dönemden sorumlu olduklarının bilincindedirler. Kendi tarzlarıyla yanlışa bir “hoop” çekerler. Entelektüel birikimleri mevcuttur. Bir imaj meykıra ihtiyaç duymazlar. Ben şanslıyım. Doksanlarda hem çocuk, hem de ergendim. Bütün yüzyılı yaşamış gibi oldum. Eskiye, yeniye tanıklık ettim. Doksanları ayrı bir başlık altında yazmak istiyorum. O yüzden fazla dallandırıp budaklandırmayacağım. Bu ölesiye renkli 10 yılı birazcık solumak isterseniz, grup vitamin dinlemenizi tavsiye ederim. Günümüz konserlerinde ana gruptan önce bir ya da bir kaç tane alt grup çıkar ya, grup vitaminin mi, doksanların absürtlüğünden midir bilinmez, o gece karşımıza bir dansöz çıkarılmıştı (tabi dumur tepelerine ücretsiz bir gezi de ekstra). Gideceğim ikinci konsere kadar,


konser adabının bu olduğunu zannetmiş, fakat dansözle karşılaşmayınca sükût-u hayale uğramıştım. Üçüncü konserimle birlikte yarı canlı tuttuğum hayallerim tamamen ölmüş, yaşadığım grup vitamin düşünden, isteksizce uyanmıştım. Zira Gökhan, hayata o güzel gülen gözlerini yummuş, doksanların da sonuna yaklaşılmıştı. Artık hayat dansözlü şakalar yapmayacak, alçakça böbreklere çalışacak, her vurduğu acıtacaktı. Yaptıklarına yalnızca kendisi gülecek, soğuk bir şubat günü, buz kesmiş kulağa “sviss” diye bir fiske atacak, “artık akıllı ol, hareketlerini tart, yirmili yaşlar geldi, büyüdün. Hiçbir hatan affedilmeyecek, doksanlar da bitti, soktum boruyu” diyecekti… Hayat, geri döndürülemez bir düzlemde yaşanıyordu. Her şeye, acılara da alışılıyor, Roberto Benigni gibi ”hayat güzeldir”cilik oynanıyordu. Cinsiyetimize göre, Polly ya da Pollyana oluyorduk, olmalıydık. Biz büyümüş, dünya kirlenmiş ama bazı şeyler, hala lunaparklardaki tozpembe pamuk şekerleri kadar yumuşacıktı. Ağızda hemencecik eriyor, enfes bir tat bırakıp, ılık bir süt gibi boğazdan kayıp gidiyordu. Moda ‘da çay içmek güzeldi, vapurdan martıya simit atmak, ikinci lokmayı ‘kapabilecek mi acaba’ deyip denize çakmak güzeldi. Nerde doğduğu önemli olmayan güneşin, yarin gözlerinde batmasını izlemek, Peyami Safa’yla geç de olsa tanışmak, yağmurun toprağa değdiği anda çıkan kokuyu solumak, anne patates kızartırken tabaktan aşırmak, bir dostla sohbet ederek sabahı bulmak, bayram sabahı el öpmek, simide karperi katık etmek, necip fazıldan bir kaç mısra ezberlemek, bizim bir arkadaşın arkadaşı’yla başlayan kolpa bir cümle kurmak, karpuzun göbeğini çorba kaşığıyla yemek güzeldi… Evet, hayat bir film değil, ikisini birleştiren şöyle bir nokta var ama; unutmak fıtratı üstüne yaratılmış olan bizler, filmlerin başlarından çok sonlarıyla ilgileniriz. Tıpkı hayatta olduğu gibi. Güzel bir son görününce, o sıkıntılı başlangıçları hemen unuturuz. Arif susam’la başlamış olabiliriz müziğe, ama şu an Audioslave ile devam etmek güzel. Başlangıcı kötülerle dolu olan ‘ilkler’ sicilimizi, dünya döndükçe temize çekmeye çalışırız. Ulaştığımız noktalarda mutluluklar ararız. Bu, ‘yolda olma ve arayış hali’ bizi ruh pörsümelerinden uzak

tutar. Değiştiremeyeceğimiz ‘ilk’lerimizse, ’’asla nerden geldiğini unutma!’ diye fısıldar bilgece. Hiç olmadık anda, geçmişimizle yüzleşmek korkusu kaplar içimizi, ürpeririz… O bakımdan dostlarım, hayatımda gittiğim ilk konserin, grup vitamin konseri olması güzeldir! ömer kurtuluş redengede@yahoo.com.tr

RÜYA Bir kötü rüya. Kötü bir rüya. Bir rüya. Kötü. Bir kâbus insan hayatını ne denli etkileyebilir gün içerisinde? Ya da daha kötümser bir ifade ile uzun vadede? Mutlu sabahınıza ipotek koyan bir kâbus tüm günü ele geçiriyor ve siz bu durumun daha ne kadar devam edeceğini bilmiyorsunuz. Aklınızdan çıkaramıyorsunuz. Buna olanak yok. Her ne gördüyseniz, baktığınız her şeyde orada öylece duruyor tüm çirkinliği ile. Bilinçaltınız size şakalar yapıyor ama siz hiç eğlenmiyorsunuz. Şaka tek taraflı olursa eşek şakası olur öyle ya. Bir süre, bunun sadece hayata dair küçük bir ayrıntı olduğunu düşünmeye, buna inanmaya çalışıyorsunuz. Büyütmeye başladıkça ne kadar korkak olduğunuzu fark ediyorsunuz bu kez de buna bozuluyor o güzel moraliniz. Ancak bundan daha kötü bir şey var; görülen çirkin bir rüya yüzünden bir daha uyumak istememek. Ki bu da dünyada birçok mutsuzluğa bedel. Artık bilinçaltınızdan nefret ediyorsunuz ve kendisiyle tüm köprüleri (en azından uyurken) atıyorsunuz. Artık rahatsınız. Aklınızın küçük odacıklarında sorun biriktirmeye yarayan tüm donanımları yerle yeksan etmenin dayanılmaz hafifliğini yaşıyorsunuz. En azından tek bir gece için! şule oyman schulee87@yahoo.com




PASLI YARA Kendime rastladım sokakta bugün. Göğe bakıyordu,

Kendime rastladım sokakta bugün… Yerde yatıyordu, Ölüm gelmiş aklına garibin. ilker salman ilkerselm@hotmail.com

Köyü aklına gelmiş garibin.

Bilmediği bir iklime doğruydu yolculuğu.

SAKLI BAHÇELER

Soluğu üşütüyordu denizin Ve tutunuyordu tanımadığı yollarda Kararsız mevsimlere. Çocukken bir gün canı yanmıştı da Dokunamamıştı böyle paslı yarasına, Elleri yıldızdandı. Sessiz vadisinde ürkek bir bulut; Yargılıyordu şimdi özlediği donuk rahatlığı.

Uzaktan bir ses yükselir Sabahına, seni kuşatan zamana. Yaşlı gövdeni düşürür de ağına Ağlarsın belki kavgana, Şu koca ömrün anlamsızlığına. Kaldırırsın başını ağırca, kararsızca, Titrer ve açarsın perdeleri son dansına Anlarsın yalnızlığı

Uzun zaman oldu geri dönmeyeli. Göremiyor artık yaktığı ateşin Ufukta kaybolan dumanını Ve saklıyor hala Bir zamanlar dokunamadığı,

Anlatırsın öykünü kimsesiz odalara Ve ölüm seni almaya geldiğinde Bir gülüş belirir dudağında Bir gülüşle bakarsın duvarına, Vedalaşırsın yalnızlığınla.

Geçip gittiği sanılan yarasını. Ama yanı başında, Korkuyla filizlendirdiği, Paslı yarasını sardığı inancı. Ve tepesinde Demokles’in kılıcı.

Saklı bahçelere koşmaktır Hiçbir yere ait olmamak. ilker salman ilkersalm@hotmail.com


İNCE HESAPLAR… — Var olan standartları zorlayarak insanları farklı bir yaşama sürüklemek çok eğlenceli olsa gerek! — Bu, onların tercihi. — Onları bu tercihe sen itiyorsun desek daha mı doğru olur? — Asıl doğru olan şu! Var olanın dışında bir yaşam düşlemelerini sağlayan kişi sensin! Benim yaktığım sigarayı söndürmesi ona karşı olan tarifsiz nefretimi bir nebze daha körüklemişti. Anlaşılan o da bu tarifsiz duyguya, belki de bakışlarımdan olsa gerek, bir kimlik kazandırmış, sinirli bir şekilde masadan kalkmış, beni devasa yemek salonunda hesapla birlikte yalnız bırakarak kendime gelmemi sağlamıştı. Muhtemelen bu onu son görüşümdü ve böyle olması her ikimiz için de en iyisiydi. Ben kiminle birlikteydim ve o hayatını kimin yönlendirdiğini bilmeden nasıl bir duyguyla bunca zaman yaşamıştı?? Bütün bu diyalogların anlam kazanması için biraz daha detaya inmek lazım. Çok değil, bundan yaklaşık iki yıl önce hayatımın gidişatı üzerinde annemin ve babamın benden daha çok duyarlı olmaları ve bunu beni rahatsız eder derecede sesli bir şekilde dillendirmeleri, devamlı hayata kendi çapında sataşan ve rock dinleyip heavy metal konserlerinde oturakları kıran ben üzerinde; madem isyankâr bir ruhum var, o halde her şeye kulaklarımı tıkayıp kendi ayaklarım üzerinde neden durmuyorum düşüncelerine sevk etmişti ki bir anda yirmi iki yaşında olduğum ve beş parasız bir şekilde nefes alıp verdiğim gerçeğini anlamam fazla sürmemiş belki de saniyenin onda biri gibi kısa bir süreye tekabül etmişti. Gerçeği idrak ettim ve anne babamın tavsiyelerini dinlemeye karar verdim. Üniversite ikinci sınıf öğrencisiydim ve işletme okuyordum. İşletme mezunu bir bireyin meslek hayatında nasıl bir iş ile iştigal edebileceği hakkında zerre bilgim yoktu. Söylentilere göre bankada çalışacaktım. Mide ekşimesinin insanda nasıl bir duygu bıraktığını bilir misiniz? Kısa bir süre dahi olsa bunu hissetmedim değil. Tarif etmesi zor bir duygudur bu,

nitekim edemeyeceğim de. Nihayetinde hayatını devamlı olumlu kararlar almakla geçiren bir gençtim ve en son aldığım “anne baba sözü dinleme” kararını da teoride uygulamayı başarabildim ve onlara; kendi hayatıma çeki düzen vermem gerektiğini, bu sebepten ötürü okul dışında kalan zamanlarımda çalışarak para kazanacağımı ve bunun getirisi olarak da ayrı bir eve çıkmam gerektiğini ve hiçbir şekilde onlardan para talep etmeyeceğimi dilim döndüğünce adabına uygun bir şekilde izah ettim. Para talep etmeyeceğim kısmı babamın ilgisini çekmiş olacak ki “ilginç bir fikir, neden olmasın ki?” bakışlarıyla sanki onaylarmışçasına anneme bakarken, annem, işte hangi anlarda meydana çıktığını çok merak ettiğim ana yüreğiyle anında feryat figanı basıverdi. “Ben yıllarca oğlumu besledim, şimdi hangi yaban ellere gidecek yavrum?” yankıları sessizliğe evirilmemişken henüz, hengâmeyi duyan konu komşunun, zaten çok çalışkan bir öğrenci olmadığımı biliyor olmalarından mütevellit, ki bu yine annemin her zayıf not alışımda koparmış olduğu üzüntü çığlıklarından kaynaklanan bir mevzudur, “demek çocuğu okuldan alıp askere gönderiyorlar, eh artık dönünce de babasının torna tezgâhında bir işin ucundan tutar, zanaat sahibi olur” dedikodularını anında yapmaya başlamalarına vesile olmuş, ilerleyen zamanlarda inandırıcılığını arttıran bu mevzuya ben dahi inanır olmuştum. Annemin feryat figanı, oğlunu doğuya askerliğe gönderen anneninkine eş değerdi. Her an bir topluluğun beni havaya fırlatıp “en büyük asker bizim asker” şeklinde bağıracağını düşledim. Kısa bir fırtınadan sonra fikrimi kabul ettirmiş, babamın da ön ayak olmasıyla emlakçıdan, yüklü bir depozito bırakarak ev kiralamıştım. Gümüşsuyu’nda tek odalı, mutfağı odanın içinde ve tuvalet ile duşun tek bir kısımda olduğu derme çatma eve verdiğimiz depozito, babamla aramızda yüzde yüz hakkım olmamasına rağmen soğuk bir savaş oluşturmuştu. Bunu hissediyordum. Emlakçının parayı sayarken her banknotta şakır şakır şeklinde çıkarttığı ses ile oluşan fon müziği eşliğinde beyninin bir ucunda, kiraladığım bu evden çıkarken paranın şahsım tarafından indiragandi edileceği hususunda hiçbir tereddüt yaşamadığından adım kadar emindim. Babamınsa gözlerinden, “dakika bir, gol


bir” zihniyetiyle daha ilk günden onu uğrattığım zararın kanamasını durdurmamışken, “depozitoyu bir şekilde bu aymaz oğlana çarptırmamalıyım” düşüncesi okunuyordu. Anlaşılan ikimiz de ince hesapların adamıydık ve aşikâr olan benim onun oğlu olmamdı. Ama babam kan kaybediyordu ve acilen ilk müdahaleyi yapma açısından bir bardak soğuk su içmeliydi. Bu savaşı muhakkak ben kazanacaktım. Emlakçı beynimi okumuş olmalı ki; güneşin o kavurucu sıcaklığının, yüzündeki ter bezlerini kürek mahkûmu edasıyla çalıştırdığını anlamadan alnından damlayan yumruk damlaları şuursuzca büyüklüğündeki koluyla silerek kanamayı durduracak teklifi arsızca yapmıştı. Bir bardak soğuk su alır mıydınız? Hava çok sıcak da.” Arsızca diyorum çünkü dolaptaki o buz gibi kolayı kimin içerek geğireceğine kendisi karar verecekti. Nedense karar mekanizması hep parayı mideye indirenlerdi. Dayalı döşeli bir evim vardı ve üniversite ikinci sınıfa giden beş parasız bir öğrenciydim. Komik bir ironi olsa da çılgın arkadaş grubum gelişen olayları “şahane manita ortamı yaparsın.” larla desteklerken ben, evin kirasını, okul parasını, yaşayabilmek için mideme inmesi gereken yiyeceklerin parasını nasıl temin edebileceğimi düşünüyordum. Lüks olarak gördüğüm bütün eğlencelerim yaşadığım ekonomik kriz nedeniyle hayatımdan bir bir çıkarken, ruhum artık istediği albümü dinleyememenin, istediği kitapları ve dergileri okuyamamanın ezikliğini yaşıyordu. Bir tarafım hep eksikti ve bu eksikliği bir nebze olsun giderebilmek ve de bilgi birikimini cepten yememek açısından eskiye ait ne kadar cd ve kitap varsa yeni evime taşımıştım. Ama bir gerçek daha vardı ki gün gibi aşikârdı: Ruhun doyması, midenin açlığını gidermiyordu ve panoya astığım banka hesap numarasına her ayın başında belli miktarda para yatması için yeterli değildi. Kesinlikle bir işe girip çalışmalıydım. Girdim de. Çok geçmeden evime bir kilometrelik mesafede, yeni raf sistemi ile

gıda sektörüne hızlı bir giriş yapan BİM isimli mağazalar zincirine, sırf yol parası da vermemek için, İngilizlerin part-time diye tabir ettikleri ama biz Türklerin henüz bir isim veremediği günün belirli zaman dilimini içerecek saatlerde çalışmak suretiyle kasiyer olarak kapak attım. Çok çalışıyordum ve az kazanıyordum. Az paraya istinaden ters orantılı olarak da çok küfür ediyordum. Markete giren her insan üzerinde yaptığım tespitler ve muhabbetler neticesinde, artık dilimize pelesenk olmuş “amma da tüketici toplumuz be, tam bir makine olmuşuz” laflarını baz alarak yıllarca yapılmış efsane geyik muhabbetlerini kendi bünyemde iyice harlandırıyordum. Bu insanların yeni bir hayata ihtiyaçları vardı gerçekten. Herkes kendi filminin başrol oyuncusuydu ama ortada oynayabilecekleri bir rol yoktu. Onlara bir senaryo yazmalıydım ve sadece yapmaları gereken metinde yazılanları ya da anlattıklarımı uygulamalarıydı. Onları çok mutlu edebilirdim ve bu arada da çok paralar kazanmam işten bile değildi. Hayatına kattığı her yeni şeyi kullanma kılavuzundan öğrenen biz insanlar için kendi hayatları adına yazılmış üstün standartlarda bir hayat paketini içeren bir broşür, onlardan istenen meblağın yanında atla deve misali paha biçilmez birer kaftandı. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmemeliydi. Chuck Palahniuk’un aksine “kargaşa projesi”nin tam tersini oluşturmalıyım. Herkesin çok ama çok mutlu olduğu bir dünya! Çalıştığım belirli zaman dilimlerinin bir tanesindeyim ve cihazın okumadığı barkodu manüel olarak kasaya yazarak, sıradaki müşterinin raftan aldığı ürünün fiyatını bildiği halde, acaba ekranda farklı bir fiyat belirir mi ümidini yaşama süresini arttırmak için yaptığım işlemi ağırdan alıyorum. Orta yaşlarda bir erkek.. Ve çok mutsuz olduğu aldığı günlük sütlerden ve yulaflı zayıflama bisküvilerinden belli oluyordu. “toplam borcunuz dört lira yetmiş beş kuruş beyefendi” diyorum. Ruhsal olarak bir tepkisizlik olmasına rağmen bedeni birkaç hareket yapıyor ve ben de buna kayıtsız kalmıyorum.


- Buyrun beyefendi, paranızın üstü olan yirmi beş kuruş. Sırf müziğin ritmine kapılıp müşterilerinin daha fazla ve gereksiz alışveriş yapmasını engellemek için müzik yayını yapmayan bu firmanın hangi akla hizmetle böyle samimiyetten uzak bir içtenlik gösterdiğine anlam veremezken her aybaşında maaşımı düzenli olarak vermeleri duygularımı eşit seviyeye çekmeye yetmişti. Müziksiz bir hayatın acı dolu bir gerçek olduğunu, kasaya gelen kızın kulaklığından atmosfere yaptığı müzik yayını ile daha iyi anlıyorum. Rotting Christ’dan Athanati Este. Şarkının melodik ritmi ile iliklerime baştan kadar titriyorum. Karşımda aşağıya özensizce yapılmış absürt gotik makyajıyla mutsuz bir kız duruyordu. Rulo kat ve diyet kola, yanında ruffles. Aman Allah’ım. Bu nasıl bir tercih? Ne kadar mutsuz olabilir ki? Yalnızca iki lira elli kuruş. Günün belli zaman dilimleri içinde çalışan diğer bir arkadaşım ise lise mezunu ve tüm iş kariyerini bu firmada yapmak istediğini düşündüğüm ve de elinden hiç bırakmadığı rüya tabirleri kitabı ile Bahar. -

Söylesene Bahar, mutlu musun? Sanmıyorum. Peki, bu iş yerinde neden kadrolu olarak çalışmıyorsun? Rüyamda zincir gördüm ve bir yere bağımlı olarak çalışmamam gerektiğine inanıyorum.

Yaşam zaten zıtlıklar dünyası değil mi? Sıçmak için yaşayan bir topluluk bir yere bağımlı olmadan nasıl yaşayabilir ki? Havadan sudan konuşmaya devam ediyoruz Bahar’la. İlerleyen dakikalarda müşterilerin azlığından olsa gerek Bahar kendisinden de bahsetmeye başlıyor sanki çok merak ediyormuşum gibi. Lüzumsuz bilgiler ile beni belki de dakikalarca meşgul edecekti. Küçük erkek kardeşi çalıştığı kitapçıdan çıkacakmış. Dükkân sahibi emekli bir işçiymiş ve hayallerinde her zaman önemli bir yer tutan kitapçı dükkânını sırf güneyde bir sahil kasabasına yerleşmek için bir iki aya kalmaz kapatacakmış. Aslında tam da kitapçı değilmiş, kırtasiye malzemeleri ve

üniversiteye hazırlık kitaplarının da satıldığı iki katlı, üç çalışanı olan zamanında iyi de kazanan bir yermiş. Ufak da bir kafesi varmış falan da filan derken birden kendime geliyorum. Henüz tahliye edilmemiş bir dükkân ve çalışanlarının, yakında kapatılacak olması sebebiyle tek tek cinayet mahallinden kaçmaları gibi bir durum söz konusu. Neden olmasın? - Bahar, bu kısa muhabbetin için teşekkür ederim. Küçük erkek kardeşin için de gerçekten üzüldüm. Bahar’dan, bu dükkânın detaylı tarifini istiyorum ve yanından ayrılarak biz çalışanlar için özel olarak tasarlanmış ofisimize gidiyorum. Kalem kâğıt çıkarıp olarak hayatımda belki de devamlı yapacağım bir şeyi ilk defa yapıyorum ve bir istifa dilekçesi yazıyorum. Dilekçeyi ortadan ikiye katlayıp cebime koyuyorum ve tekrar kasama geri dönerek gelen ilk müşteriye odaklanıyorum. -

Yalnızca on hanımefendi.

iki

lira

yirmi

kuruş

Aradan bir hafta geçiyor ve maaş günü, banka hesabıma maaşımın yattığını görüyorum. İş yerine gidip mağazadan sorumlu kişinin yanında soluğu alıyorum ve bir hafta önce yazmış olduğum istifa dilekçesini çıkarıp önüne koyuyorum. Hiç şaşırmıyor. Ben de şaşırmıyorum şaşırmamasına. “buna gerek yoktu” diyor. “olsun şimdiden alışayım” diyorum ve ofisten çıkıyorum. Şimdi hesabımda evin kirasını verebilecek kadar para ve gelecekteki planlarım için yeterli zamanım vardı. Soluğu hukuk fakültesinde okuyan bir arkadaşımın yanında alıyorum ve ondan bana isteklerim doğrultusunda bir sözleşme hazırlamasını istiyorum. Hazırlıyor da. Teşekkürü edip onun da yanından uzaklaşıyorum. Şimdi evimdeyim ve yalnızım. Bilgisayarda güzel bir şarkı listesi oluşturduktan sonra çalışma masama giderek planlarım hakkında kendi kafamda ince hesaplar peşinde koşuyorum. Hesaplarım mı çok ince yoksa ben mi çok ince ruhluyum


bilemiyorum zira eğer tutarsa çok karlı bir iş beni bekliyor olacaktı. Ertesi gün adresini Bahar’dan aldığım kitapçıya gidiyorum. Kitaplar henüz toplanmamış ve tam da istediğim gibi dükkân faal olarak çalışma hayatına devam ediyor. İçeri giriyorum ve tam bir beyefendi olduğu her halinden belli olan dükkân sahibinin yanına gidiyorum. -

-

-

-

-

-

-

-

İyi günler. Çok güzel bir dükkânınız var. İnsanın böyle bir yere sahip olması belki de hayatındaki en güzel hayallerden birisidir. Kesinlikle evlat. Burası benim en güzel hayalimdi ama bir iki aya kalmaz burayı kapatıp başka hayaller peşinden koşmayı düşünüyorum. Sizin hayallerinize ortak olmayı inanın çok isterdim. En azından bu kitapçı kısmına. Yanımda çalışan herkes ayrıldı. Malum kapatıyorum. Burada çalışmanı isterdim ama dediğim gibi. Olamaz, desenize büyük bir fırsatı kaçırmışım. Pek kaçırdığın söylenemez. İstanbul’da çok kitapçı var. Muhakkak onlardan bir tanesinde çalışabilirsin. Haklısınız. Bakın ne diyeceğim. Eğer zamanınız varsa ufak bir teklifim olacak. Ben sizin yanınızda çalışayım. Biliyorum kapatıyorsunuz ama çok az bir ücret ile çalışmaya razıyım. Bir ay ya da bilemediniz iki. Artık ne kadar olursa. Hem ben sevdiğim kitaplar ile baş başa kalmış olurum, hem de size bu tahliye işlemlerinde yardımcı olurum. İsminiz neydi pardon? Bekir. Bakın Bekir Amca. Size amca diyebilirim değil mi? Bir mahsuru yoktur umarım. Yoo, tabiî ki. Sizden en azından son bir kez, kitap seven bir öğrencinin bu isteğini kırmayacağınızı düşünerek bu teklifimi kabul etmenizi rica ediyorum. Kaybedecek hiçbir şeyiniz yok gibi.

Bu duygusal konuşmam onu neden etkiliyor bilmiyorum ama kitapları seven bir çocuğun isteğinin de kesinlikle reddedilemeyeceğini bildiğimden oltama takılacağına eminim. Kabul ediyor. Ve artık son günlerini yaşayan bir kitapçıda girmemi satış elemanı olarak işe sağlayacak olan sözleşmemi önüne sürüyorum. “bu ne” diyor. -

İşçi sözleşmesi. Okuluma vererek geçimini kendisi sağlayan öğrenciler birliğinde bir yer edinmek istiyorum. Biliyorum uzun ve küçük harflerle yazılmış bir metin ama inanın, beni çok daha iyi yerlere getirecek maddelerden oluşuyor. Ayrıca gelecekteki sigortam için hukuken de olması gereken bir sözleşme. Bilirsiniz bu işleri. İşveren ve işçi arasında yeni ab yasalarıyla birlikte yürürlüğe giren yasanın getirilerinden.

Gözlüğünü takıyor ve başlıyor okumaya. Biliyorum ki hepsini okumayacak ve en altlara doğru yazdırmış olduğum öldürücü darbelerden haberi dahi olmayacak. Aynen dediğim gibi oluyor ve imzalıyor. Ben de imzalıyorum. -

-

Sevdim seni evlat. Aferin. Haklarını biliyorsun. Umarım o dediğin öğrenci birliği için de işine yarar. Yalnız sana verebileceğim aylık çok düşük olacak. Kabul ediyorsun değil mi? Tabiî ki. Bunu bilerek sizden iş istiyorum zaten.

Peki Bekir amca, bu dükkan kapanınca benim senden koparacağım tazminatı sen biliyor musun? Hayır! Artık yeni bir işim var. Sevdiğim bir iş. Günlerim kitapları düzenlemekle geçiyor. ***devam edecek***

yakup aydın nevadergi@yahoo.com


KAYBOLUŞA YOLCULUK: PARİS, TEXAS ‘’Ümit ettiğim en büyük şey gerçeğe dönemez… Bunu biliyorum… Olanları asla iyileştiremem… Sadece olduğu gibiydi… Ne olduğunu bile zor hatırlıyorum… Bir boşluk gibi… Ama beni bir şekilde yalnız bıraktı… Üstesinden gelemedim… Ve şimdi korkuyorum… Tekrar uzaklara gitmekten korkuyorum… Bulabileceklerimden korkuyorum… Ama daha çok korktuğum şey… Korkuyla yüzleşmemek…’’ Bu sözler, kariyeri Zamanın Akışında(Im Lauf Der Zeit), Yanlış Hareket (Falsche Bewegung), Alice Kentlerde(Alice in den Stadten), Berlin Üzerinde Gökyüzü(Der Himmel Über Berlin) gibi başyapıtlarla dolu olan yönetmen Wim Wenders’in 1984 tarihli filmi Paris, Texas’ın kafası karışık başkarakteri Travis’e (Harry Dean Stanton) ait. Nihayete ermekten nasibini almamış, hep uzaklaşmış, uzaklaştıkça da en başa dönmeye çabalamış Travis Clay Henderson’a. Paris, Texas, yol filmlerinin kralı olarak da bilinen Alman yönetmenin geçmiş travmaları, kayboluş, unutuş, yabancılaşma gibi kavramları bir aile hikâyesinin merkezine oturtarak Amerika’da çektiği, Cannes’da Altın Palmiye ödülünü almış bir modern klasik. Dört yıl önce her şeyini terk ederek ortalıktan kaybolan ve bir güney kasabasında nereden geldiğini ve nereye gittiğini bilmez bir halde bulunan bir adamın, Travis’in hikâyesi. Travis bir babadır. Yıllar sonra gördüğü yedi yaşındaki oğlu Hunter’a (Hunter Carson) bugüne kadar kardeşi Walt(Dean Stockwell) ve onun karısı Anne (Aurore Clement) ebeveynlik yapmıştır. İlginç olansa küçük Hunter’ın bu gerçeği bilmesidir. Ve bir gün çıkıp gelen babası da ona gerçek kimliğiyle tanıtılmıştır. Aradan dört yıl geçmiştir. Walt’un sözüyle dört yıl bir çocuk için uzun bir süredir. Travis, Hunter’a kendini tanıtmak ve ona babalığını ispat etmek istemektedir. Ancak önce kendini tanımak; nereden geldiği, tam anlamıyla kim olduğu ve nereye gitmesi gerektiği sorularını cevaplandırmak zorundadır. Hunter’ın kayıp olan annesi Jane’i (Nastassja Kinski) bulmak içinse sadece dört yıl öncesine değil, kendi

hikâyesinin başladığı Paris’e, Paris, Texas’a dönmek zorundadır. Gelmek ve gitmek kelimelerin özellikle kullandım. Çünkü Wenders’in diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmde de yolculuk mefhumu bireyin kendi iç yolculuğunu anlatmak için bir metafor görevi üstleniyor ve bu fiziksel yolculuk içsel bir hesaplaşmaya dönüşüyor. İnsan hayatta durduğu yeri bilebilir mi? Geçmişinden kaçarak uzaklaşabilir mi? Acıyı, unutuşu seçerek yok edebilir mi? Mutluluğu başladığı yere dönerek bulabilir mi? Bir açmazı başka açmazlarla bütünleşerek çözebilir mi? Zaman her şeyin üstünü örtebilir mi? Peki, kaçarak kaybolmak mümkün müdür? Unutmak ve yabancılaşmak arasındaki mesafe ne kadardır? Geçmiş, anılardan mı yoksa acılardan mı müteşekkildir? Başlangıçla geldiğin yer arasındaki yolun uzunluğu dönüş yolunun uzunluğuyla eşit midir? Mutluluk uzamsal mı yoksa döngüsel midir? Bir babayla çocuğun, kadınla kocasının zamanı aynı mıdır? İnsan bu soruların cevabını bilebilir mi? Wenders orta sınıftan bir ailenin trajik hikâyesinden yola çıkarak bu gibi soruların izini sürüyor Paris, Texas’ta. Cevaplarını ise kendisinden ziyade Travis’e, Jane’e, Walt’a, Anne’e ve dolayısıyla seyirciye bırakıyor. Yalnız burada filmin senaryosunu yazan, ünlü aktör ve Pulitzer ödüllü oyun yazarı Sam Shepard’dan da söz etmek gerekiyor. Gömülü Çocuk, Vahşi Batı, Aç Sınıfın Laneti gibi oyunlarında geçmişin ağırlığını, geçmiş hatalarını ve geçmişe duyulan pişmanlığı parçalanan Amerikan rüyası fonunda tema olarak kullanan Shepard bu filmde de dramatik yapıyı muğlâk bir geçmiş üzerine inşa ediyor. Ve geçmişteki trajik olay tıpkı Gömülü Çocuk oyununda olduğu gibi bir yüzleşmeyle aydınlanıyor. Filmde orta sınıf Amerikalıların yaşamının ayrıntıları üzerine yapılan güçlü tespitler de sanırım Shepard’ın özenli senaryosuna dayanıyor. Paris, Texas birçok yönetmenin elinde görkemli müzikler ve ağdalı sahnelerle kolayca sömürü malzemesi yapılacak türden bir filmken Wenders en bıçak sırtı sahnelerde bile seyirciyi salya sümük ağlatmak yerine soğukkanlı ve olgun bir


anlatımı tercih ederek yukarıda bahsettiğimiz soruların altını çiziyor. Bunu da kendisine yaraşır bir şekilde Ozu’dan devraldığı, has bir sinemasal anlatımla yapıyor. Biz de filmi izledikten sonra birbirimize ‘’ay şurası ne kadar acıklıydı, şu sahnede hüngür hüngür ağladım’’ demek yerine Travis’i, Shepard’ı, Wenders’i anlamaya çabalıyoruz. Robby Müller’in kayboluşu ve yabancılaşmayı çok iyi betimleyen görüntüleri, Ry Cooder’ın sade ama etkili müzikleri, Peter Przygodda’nın saat gibi işleyen kurgusu ve tüm oyuncu kadrosunun ama özellikle bir bakışıyla sayfalar dolusu söz söyleyen Harry Dean Stanton’ın harika performanslarıyla Paris, Texas dört başı mamur bir sinema klasiği olmayı başarıyor. Yabancılaşma, unutma, anılar, bellek ve zaman gibi sayısız tema üzerine etraflıca düşünmek, Walt ve Anne’in bırakıldıkları durum üzerinden ahlaki tartışmalara girmek ve has bir yedinci sanat yapıtı izlemek için mükemmel bir fırsat Paris, Texas. Hiç olmazsa Stanton ve Kinski’nin karşılıklı döktürdüğü unutulmaz peep-show sekansını görmek için bile izlenir bu film. John Fante’nin bir başka kaybedenin hikâyesini anlattığı Toza Sor romanından filmin ruhuna uygun bir alıntıyla bitirelim: ‘’Hayat böyle yaşanmalıydı, gayesizce dolaşarak, bir mola ve yola devam, beyaz çizgiyi izle, bir sigara yak ve çölün şaşırtıcı göğünde anlamları ara boşuna.’’ İlker salman ilkersalm@hotmail.com

FOTOĞRAF VE TASAVVUF Dünya, yansımalar diyarı. Yüce Allah Ademoğlu’nu topraktan yarattı ve O’na ruhundan üfledi. Ey Ademoğlu! Yüce Allah senin için sonu olan dünyalık bir hayat hazırladı. Cennet ve Cehennem’in yansıması olan bir ikametgah. Aç gözlerini! Kaynağından doğrusal bir şekilde yolculuğuna başlayan ışık, objelerden yansıyarak fotoğraf makinemin kadrajını doldurdu. Ben zaten akan zamanın görsel bilincinin yansımasıyım. Elimde benim kontrol ve irademde bu yansımaları

kaydetmeye yarayan fotoğraf makinesi. O zaman şunu söyleyebilir miyiz fotoğraf için? Yansımaların, ruhumdaki yansımasının fotoğraf kadrajıma yansıması. Yansımalar diyarında yaşıyoruz üstadım. Yansımalar ve yanılsamalar. Ruhum öyle geniş ve derin anlamlara dokunabiliyor ki, anı bütününden farklı hissederek yanılsamalar oluşturabiliyorum. O küçük kadraj içine neleri sığdırabilir? Fotoğraf tıpkı zaman makinesi gibidir. Bilincindir senin, varlığının ispatıdır. Varlığını senden sonraki nesle yansıtan bir vasıtadır. Yansımalar ile şekillenen derin tasavvuf içinde ki ruhun yine bu yansımalardan kuvvet alarak bilincini, duruşunu, zamanı anlayışını ışığın kuvveti ile akıp giden hayata bir fotoğraf karesi ile tezahür eder. Muhakkak sen hiçbir şeyin sahibi değilsindir. Tanıklığın ise hakikattir. Yarın bugünden mutlaka farklı olacaktır. Her şey değişir. Fakat gözünün gördüğü sonsuzlukta, yansımalar diyarının özünde, ona can veren Yüce Allah’ın varlığındaki gerçeklik fotoğraf kareni dolduran ışığın mevcudiyeti kadar gerçektir. Fotoğraf senin derin tasavvuf ve düşünde anlayışının bir yansıması olarak geçmişe açılan kapıdır. O kapı ana değil, zamansal bir bütünlüğe açılır. Orada her izleyici göz için farklı duygular, farklı anlayışlar vardır. Nasıl bir denklem içindeyiz? Bilincimiz, göz denen hikmetli organımızın ilk ışığı alması ile kaydedilen görseller ile şekillenmeye başlar. Dedim ya bu dünya yansımalar dünyası. İşte bu yansımasal gerçeklik ile bilincimiz oluşur. Zamanın akışı farklı dünyaları gözler önüne serer. Yolculuğun devam etmektedir. Yansımalardan oluşan bilincin kendisini ifade etmek istediğinde fotoğraf makinen en büyük yardımcın olacaktır. Seni daha iyi anlatabilecek ne olabilir? Bu dünya sen nasıl görmek istiyorsan öyle şekillenecek. O zaman neden güzel bakmayalım ki bu dünyaya? hasan kasapoğlu seyyahasan@gmail.com



Atış serbest

Şu zamanda ateş böceği gören 9 yaşında bir çocuk ne yapar? Biz şanslı bir kuşağız vesselam. Mahalle sütçüsünün atını da sevdik, internetten kredi kartına otomatik ödeme talimatı da verdik. Bu çok geniş bir konu, ayrı bir başlık açıp geniş bir şekilde inceleyeceğiz. Çok yakında!

Biz 9 yaşındayken “çok yakında, aaz sooora, flaş flaş flaş, işte o adam! Zehra bebek” yoktu.

İmzam bile tırt! Benden vali, müsteşar falan olmazdı, olmadı da!

Çevremdeki farklı meslek grupları ve yaştaki insanlara yaptığım küçük araştırmanın sonunda “hepimiz Ogün SAMAST’ sız (!) gerçeğiyle karşılaştım. Hem de % 100 oranında. Küçük bir Türkiye mozaiği olarak değerlendirdiğim bu insanların verdiği cevaplar aklıma şu soruyu getirdi; iyi de kim Hrant DİNK? Öyle ya onca sansasyon, polemik, yürüyen insanlar, yoksa o yürüyüş görüntüleri, pankartlar “movie maker” la mı yapıldı? (bilgisayardan pek anlamam, anlayan arkadaşlar o işlerin hangi programda yapıldığını bilirler, hemen zıplamayalım o iş movie makerla yapılmaz diye. Ayrıntılara takılıyoruz, ana hatları kaçırıyoruz! Olmaz ki, cık cık!!!)

Toplumca, bir kavramın, bir cümlenin, bir konunun, güncel bir olayın içini boşaltmada üstümüze yok, vaziyet ilk ortaya çıktığı an gaza gelip savunursun, aradan 2 hafta geçmez seni dikkat kesilip, gözlerini kısıp, hımm diye dinleyenler başlarlar makara yapmaya. Misal; Hrant DİNK olayı! - hepimiz hrantız. - Evet abi, biz de, aynen. ( dünya kendi etrafında 7 tur döner ve; ) - hepimiz hrantız. - ne hrantı, biz soyunda dönme olmayan Türk Oğlu Türk’üz. ( ya sev, ya terk et, hade !)

tavuğun üstüne bir garip soslar (isimleri ecnebi), geniş tabağa azıcık malzemeyi riyakarca yaymalar, brokolisi haşlanmış, havucu kenarında, e bir de dereotunu pulverize bir şekilde dağıttın mı?!.. Beğeniyoruz di mi? Tavsiye ediyoruz, al sevgilini git diyoruz. E tavuk aynı tavuk. Neymiş; sunum önemli bir şey kardeşim! •

Bir dizi oyuncusunun taytlı fotoğraflarını bulmuşlar, gazetelerin ıvır zıvır eklerinin hepsinde boy boy yer alıyor kaç günlerdir. Yahu yıl 1993. Adam zaten dansla ve tiyatro ile uğraşmış. Müzikallerde de rol almış. O zaman vardı tayt olayı, garipsenmiyordu ki hiç. Kızlı erkekli herkes giyerdi sokakta. Hem de üstüne şort, bermuda vs. giymeden. Aradan geçmiş 14 yıl. Moda değişmiş, insanlar büyümüş (biz büyüdük), kimileri yaşlanmış( o adam yaşlanmış). Ne bileyim, Fatma GİRİK’ e de saldıralım o zaman; niye 80’li yıllarda ki filmlerin de saçların perma, vatkalı gömlek ve ceket giyiyorsun, kocaman tokası olan kemerlerden takıyorsun ve pantolonu kaburganın hemen altından bağlıyorsun” diye. Bu nedir biliyor musunuz? Üretme kabızlığıdır.

Evet, 80’lerden günümüze gelene kadar, pantolon bel boyu tecridi olarak düşürüldü. Şu an kıç çatalımız gözüküyor ki bu artık normal. 5 yıl önce birbirimize gösterdik öyle pantolon giyen birini. 5 yıl sonra neremize iner onu bilmiyorum.

Parmak arası terlik… Ayakta sağlam durmuyor bir defa. Sokakta onunla koşturamazsın altına eriyene kadar. Annenin yazın başında aldığı, yazın ortalarına doğru altını erittiğin “tahiti” terliğin sağladığı konforun onda birini sağlamaz. Çorapla giyemezsin (bu önemli) ve tedirgin olursun “barnağının arasındaki eti kesecek” diye. Bir filmde görmüştüm; adamın parmak arsındaki o yumuşak beyaz eti kağıtla (evet kağıtla) kesiyorlardı işkence için. Yani parmak arası terlik almak parayla işkence satın almaktır. Paranla rezil olmaktır. Trendiymiş! Tirendi, otobüstü, uçaktı, zeplindi (di li geçmiş zaman) Atış kes ömer kurtuluş redengede@yahoo.com.tr

Polemiği severiz. Bir reklâm cingılında söylendiği gibi aynı susar, aynı anda konuşuruz!

filmi anda

Esnaf lokantasında tavuk yiyorsun tadı ot gibi. Bir de lüks bir yere gidiyorsun;



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.