GAZETECİLER İÇİN BİR DERGİ
SAYI: 4 EYLÜL-EKİM 2015
10.10.2015 10:04 ANKARA journo.tgs.org.tr
2
SAYGIYLA
Kahreden soru:
Biz size ne yaptık?
10 ELİF ILGAZ
Ekim 2015... Türkiye topraklarının gördüğü en büyük katliamın gerçekleşeceği gün. Oysa ne kadar güzel, ışıl ışıl, güneşli bir gün. Ortak paydaları barış istekleri olan binlerce güzel insan toplanıyor... Çocuklar, gençler, orta yaşı bulmuş olanlar, torun torbaya karışmış yaşlılar... Üniversite öğrencisi de var, kamyon şoförü, demiryolu işçisi, öğretmeni de. İnşaat işçisi de var, gazetecisi, temizlikçisi, işsizi de. Hepsi ama hepsi bir tek nedenle; barış için oradalar... Son birkaç ay içinde Diyarbakır’ı, Suruç’u, Cizre’yi yaşamış insanlar neden tekrar başladığını bilmedikleri bu savaş son bulsun, artık kimse ölmesin diye gidiyorlar mitinge. Ellerinde barış pankartları, dillerinde türküler, zılgıtlar, halaya durdukları sırada oluyor her şey... O iki canlı bomba, birbirinin peşi sıra patlatıyor üzerlerindekileri… Ankara Garı önü bir anda kana gölüne dönüyor. Bitmiyor… Can derdindeyken insanlar bir de TOMA’dan sıkılan su ve gazla boğuluyorlar… Bizler sosyal medyadan ve bir iki ‘cesur’ televizyon kanalında gördüklerimizle kahrolurken, kim bilir oradakiler neler yaşıyor… BAŞAK VE NURGÜL O andan sonra son nefesini verenlerle birlikte, geride kalanlar için de hayat duruyor... Kaybettiklerimizin fotoğrafları tek tek
düşüyor önümüze... İlki, Reuters’ten Tümay Berkin’in çektiği katliamın da simgesi olan o fotoğraf... Yüzleri kan içinde ağlayan bir kadın ve ona sarılmış çaresizlikle etrafına bakan adam; öğretmen İzzettin Çevik ve sarıldığı eşi HDP Ankara milletvekili adayı Hatice Çevik. Üç çocuklarının en büyüğü, 20 yaşındaki kızları Başak Sidar ve onun halası, kanserle mücadelesinden başarıyla çıkmış Nurgül Çevik’le birlikte geliyorlar barış mitingine. Patlamadan karı koca kurtuluyorlar ama o fotoğrafla donan o anda, İzzettin Çevik, kızını ve kız kardeşini kaybettiğini anlıyor. Fatih Pınar’ın fotoğraflarını görüyoruz ardından, birbirinin üzerine düşmüş ölüler... Başka bir videoda o ölülerin arasında “canlı var mı, canlı!” diye bağırarak dolaşan bir adam. Patlamanın boyutları yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Yaşananları tarihe kayıt düşmek için, belki de hayatının en zor görevini yapan Fatih Pınar’ın videosunda, hıçkırıklara boğulurken görüyoruz orta yaşlarında bir başka adamı. “Biz size ne yaptık?” diye soruyor. Belki de bütün bu yaşananları özetleyen en can yakıcı soru bu oluyor: “Biz size ne yaptık?” Yetmiyor, eleştirilmeye tahammülü olmayanlardan, kimsenin ‘takmayacağı’ bir yayın yasağı geliyor. An be an yaşamını yitirenlerin hikayelerini sosyal medyadan öğreniyoruz.
3
FOTOĞRAF: TÜMAY BERKİN
4
dik. Biz ‘barış’ dedik, onlar ‘ölüm’ dedi. Ama biz dimdik ayaktayız. Biz vicdanımızla, ahlakımızla ayaktayız. Arkadan vuran bu kahpe sürüye karşı bu ülkeye barış, özgürlük gelecek. Yoldaşım, bin kez selamlıyorum seni, bin kez selamlıyorum seni, binlerce kez selamlıyorum…”
FOTOĞRAF: ÖZCAN YAMAN
Birbirinden sevilesi, umut dolu ve bir daha asla tanışma ihtimalimizin olmadığı o güzel insanları... VEYSEL VE HAKKI 9 yaşındaki Veysel Atılgan Ankara Katliamı’nda yaşamını yitirenler arasında yaşı en küçük olan. Babası İbrahim Atılgan, Devlet Demiryolları’nda çalışıyormuş. Israr edip babasının elini tutup, o da gidiyor mitinge. Başka tarihli bir videoda görüyoruz kocaman, yeşil gözlü, o güzel çocuğu; “Avukat olmak istiyorum” diyor. Kim bilir hangi adaletsizlikle karşılaştı ki o yaşta, avukat olmak istiyor. Öğrenemiyoruz ama. Aynı videoda annesinden bisiklet ve tablet istiyor. Dert oluyor belki bu da şimdi annesine. Sınıf öğretmeni, onsuz gireceği ilk ders öncesi bir konuşma yapıyor. Cam kenarındaki sırasını, onun için hep boş tutacağını söylüyor. “Barış diye, şenlik diye çıktığın evinden, parçalanmış bedeninle döndün. Barış diyerek bize verdiğin dersi aldık çocuğum” diye gözyaşları içinde tamamlıyor konuşmasını. Veysel Batman’da, küçücük tabutunda, babasıyla yan yana toprağa veriliyor... Amasya’da görev yapan felsefe öğretmeni, Hakan Dursun Akalın. Mitinge gitmeden önce sosyal medyadaki sayfasından yazıyor “Gel demekle gelmiyor. Umut edip beklemek acizlere göre. Kaçıp saklanacak
vakit değil. Sevgi emek ister ya. Barış ve huzur için de emek. Ankara’daymış barış, alıp gelmek gerek. Ben gidiyorum kalanlara selam olsun. Getirebilirsem barışı, kızıma sefa olsun…” Getiremiyor ama… Onu da kaybediyoruz orada… MERYEM VE ALİ Meryem Ana 70 yaşında. 90’lı yıllarda Güneydoğu’da ‘Beyaz Toros’la gözaltına alıp kaybettiklerinden beri oğlunu, haksızlıklarla mücadeleye adıyor ömrünü. Birçoğumuz onu Cumartesi Anneleri’nden tanıyoruz. Ömrü barışı getirmek için bu topraklara, ezilenden yana durarak geçiyor. Bir barış mitinginde de son buluyor. Tükenip acılar içinde en umutsuzluğa kapıldığımız anda kocasının cenaze töreninde görüyoruz bir başka kadını. Siyahlar içinde öfke dolu gözlerle, dimdik ayakta duruyor Emel Kitapçı. 57’sindeki hayat arkadaşı, ‘yoldaşı’, eşi Ali Kitapçı’yı uğurluyor sonsuzluğa. Sendikacı, demiryollarının ‘Anarşist Ali’sini, ‘bu toprakların görüp görebileceği en neşeli devrimcisi’ diye anlatıyor dostları. Fotoğrafın çekildiği cenaze töreninde eliyle yanında duran oğlu Artun’un ağzını kapatarak isyan ediyor: “Biz dedik ki bu ülkeye barış gelsin. Bu ülkenin yoksulu, emekçisi, Kürdü, Türkü, Lazı, Çerkezi, kadını, erkeği için barış gelsin de-
SABIR VE METANET Barış için ölenlerin ardından bunca kötülükle nasıl baş edeceğiz, nasıl iyileşeceğiz derken biz başa dönüyoruz, o malum fotoğrafa... Yanıt, katliamdan 13 gün sonra İzzettin Çevik’ten geliyor. Habertürk’ten Aykut Yılmaz’a verdiği röportajda, bir ermişin metaneti ve sabrıyla; yılgınlığa, öfkeye kapılanları utandırarak canlı bombaların ailelerine başsağlığı diliyor: “Barışı dinamitleyen çocuklara da kızgın değiliz. O çocukların suçu yok. Onlar da bizim çocuklarımız gibi. Hatta o çocukların annelerine başsağlığı diliyorum, Allah sabır versin. Bizim gibi ekonomik durumu iyi olmayan, belki benim gibi Kürt olan insanların çocukları. O çocuklardan bir canavar yaratıp, Ankara’nın orta yerinde patlatanlardan hesap sormalı. Ölene kadar, son nefesime kadar benim nefesim onların ensesinde olacak.” “Tekrar barış mitingi olsa katılır mısınız?” sorusuna ise, “Katılmazsak kızıma ve kardeşime saygısızlık olur... Çocuğum barışı savunsun diye adına Sidar koyduk. Başak koyduk. Biz ölene kadar bu barışın peşindeyiz” diye cevap veriyor... Hayat hikayeleri barışın peşinden giderken bir bombayla sonlanan 102 güzel insandan birkaçını andık… Bizlere kalan geride kalmanın ağır yükü ve hayal ettikleri barışı bu topraklara getirmenin borcu…
5
SAYGIYLA
Kerb ü bela
B
MEHMET SAİD AYDIN Bazı kelimelerin manasını ayrıca bilmeye gerek yok. Gelir, bulur, vurur, geçer. Kerbela da onlardan biri. Kime desen, hiç duymamış biri bile; sanki durur, sakinleşir, kalbi yumuşar, boğazı düğümlenir. Bu dediğimde mübalağa var ama dinlediğimiz, bildiğimiz, gördüğümüz şeylerde mübalağa yok mu? Kerbela, bir sahra. Orası, Hazreti Hüseyin’in katledildiği yer olduğuna inanılıyor. Tarihin bir yerinde, sonradan emperyalist zalimlerin talan edeceği Bağdat şehri civarında, Kerbela sahrasında Hazreti Hüseyin ve Yezid’e karşı savaşan ordusu susuz kalarak kırılıyor, katlediliyorlar. Rivayete göre, Hüseyin bin Ali’nin bedeni ibret olsun diye şehir şehir gezdiriliyor, “alın bakın işte, galip biziz” deniyor. Gene rivayet o ki, Peygamber torunu Hüseyin bin Ali savaşa gitmeden önce anneciği tarafından uyarılıyor. Yanıt olarak, “yenileceğimizi biliyorum ama ben bu savaşa gitmezsem
ANKARA KATLIAMINDA HAYATINI KAYBEDEN EMEK PARTISI YÖNETICISI KORKMAZ TEDIK’IN CENAZE TÖRENINDEN. FOTOĞRAF: SELAHATTİN SÖNMEZ
benden sonra hiçbir mazlum, zalimle baş edemez” mealine gelecek şeyler söylüyor. Bunlar rivayet; faraza “hepsi hikâye”. Kerb, keder demek. Üzüntü, tasa, elem demek. Mersiyeler var, Kerbela mersiyeleri. Sözlükte, “Bir kimsenin ölümünden sonra onun iyiliklerini, meziyetlerini ve ölümünden duyulan acıyı dile getirmek için yazılan manzume, ağıt, sağu [Özellikle Hz. Hüseyin hakkında yazılan şiirlere denir] denmiş. Kerbela üzerine yazılanlar, söylenenler edebiyatın içinde kendine bir yol açmış. Sen mersiye de, ben Kerbela’ya bakayım yani. Muharrem var bir de. Haram aylar; eline beline diline sahip ol denilen aylar. Kavga etme, küs kalma, kalp kırma, hırsızlık etme, kul hakkı alma denilen aylar. Öncesinde Fatıma Ana kuzusu, aslanların aslanı Ali’nin evladı, Hüseyin bin Ali’nin Yezidler tarafından katledildiği ay. Yani burada da Kerbela var. Ülkenin bir bölümünün oruç tuttuğu, su içmediği, et yemediği, fiziki
hazlardan uzak durduğu ve kendini böyle terbiye etmeye çalıştığı zamanlar, Muharrem. Sonunda İETT’nin otobüsleri ücretsiz olmayacak, bayram kutlanmayacak. Matem ayı. Sonra Ankara. Kanlı Ekim. Bir bombayla onlarca insanımızın, arkadaşımızın, ahbabımızın, yoldaşımızın katledilmesi. Ankara, keder demek. Üzüntü, tasa, elem demek. Ardından, Batıkent Cemevi’nde Korkmaz Tedik’i uğurlarken bir gülbank okundu. Sonunda “Kinler bitsin, dostluk pekişsin. Yeni yaşamlarda yeni çiçekler yeşersin. Allah kalanlara uzun esenlik dolu yaşam versin. Erenlerin evliyaların ruhu sinsin. Gerçeğin demine hû!” dendi. Gerçeğin demine hû zamanları. Ve benim aklımda, içimde “Bugün matem günü geldi / Ah Hüseyn’im vah Hüseyn’im” var, bir Kerbela mersiyesi. Muharrem, hoş gelmedi. Ama hoş gitsin. Oruca duranların orucunu Allah kabul etsin. Ve bir kere daha: “Lâ fetta illâ Ali lâ seyfe illâ Zülfikâr”. Gerçeğin demine hû.
6
GAZETECİ GÖZÜYLE
‘Kırmızı Pazartesi’ler ülkesinde gerçekle yüzleşme Gerçeği perdelemeyi, düşmanlığı körüklemeyi ve kurbanı fail gibi göstermeyi nasıl beceriyorlar hiç düşündünüz mü?
A KEMAL GÖKTAŞ
Ankara “barış katliamında” 100 kişi hayatını kaybetti. Kendisini patlatan iki canlı bomba ile sayı 102 olarak verilmekte.. Aslında geliyorum diyen bir felaketti. Çok kimse, hissettiği büyük korkuyu ya söylemekten imtina etmiş ya da kısık sesle en yakınlarıyla paylaşmıştı. Suruç’tan sonra artık onurlu bir barış isteyen herkesin hedefte olduğu biliniyordu, hissediliyordu. Hele ki, savaşın karşısına dikilecek, onurlu bir barış yolunu yeniden hatırlatacak yüz binlerin bir araya gelmesi, karanlığı bayrak tutanlar için kaçırılmaz bir fırsattı. Ama kimse bunu yüksek sesle söyleyemedi. Bu kanlı saldırının hazırlanmakta olduğunu ‘bilmesi gerekenler’ ise biliyordu. Bir bilmezlik, ihmal, görememe hâli söz konusu değildi onlar için. Hatta “bilememe” hâlinin devlet için en tehlikeli “zaaf” olduğu düşüncesi o kadar baskındır ki devlet katında, istihbarat örgütlerinin “tehlikeye” dikkat çeken, saldırıları önceden haber veren yazışmaları da mutlaka sızar. Mesele “kaçınılmaz” bir hâl alır böylece; devlet bilmiyor değildir, biliyordur, ama engel olamamıştır. BİLMEZDEN GELİRLER Görünen gerçek; görebildiğimiz gerçek şudur: Hedef, siyasi olarak, etnik olarak, mezhepsel olarak devletin egemen katlarının gözünde “öteki” ise bu bilme hâli sonuca
etki etmez. Bilinen olur. Hrant Dink’in göz göre göre gelen katli, Ankara’nın göbeğinde Danıştay’a giren saldırganın toplantı hâlindeki hakimlere kurşun yağdırması, Zirve Yayınevi’ne giren “gençlerin” 3 Hıristiyanı boğazlarını keserek vahşice öldürmesi, Reyhanlı’da kent merkezinde arabalar dolusu bombaların patlatılarak tek şanssızlığı o anda orada bulunmak olan 52 insanın yok edilmesi, Roboski’de subayların neredeyse tamamının gelen grubun kaçakçı olduğu yönünde uyarılar yapmalarına rağmen Genelkurmay’ın karanlık dehlizli aydınlık salonlarında hava bombardımına karar verilerek bedenlerinin uçaklardan atılan bombalarla paramparça edilmesi, Diyarbakır’da seçimden iki gün önce HDP mitingine bomba koyan IŞİD’linin olaydan bir gün önce kaldığı otelde polislerce yoklanması ve hakkında “terör” suçundan yakalama olmasına rağmen serbest bırakılması… Hepsinin ortak özelliği, devletin olacakları önceden bilmesi ama asla engel olamaması. Bu engel olamama hâlinin açıklaması da yapılır üstelik; mağdurların devlet görevlileri ile ilgili suç duyurularına “bağımsız yargı”tarafından verilen yanıtların ortak noktası, geldiği bilinen eylemin elde olmayan nedenlerle engellenememesidir. Roboski’de Askeri Savcılık’ın verdiği takipsizlik kararında ifade edildiği şekliyle “kaçınılmaz bir hata” vardır; ama asla ve kat’a, ihmal, hele hele bilinen eylemin gerçekleş-
mesinin istenmesi (kasıt) söz konusu değildir. Şimdilerde adının önüne, sadece uzak günlerin anılarından değil; daha dün, bugün yaşananların öğrettiği sıfatları eklediğimizde her tür kötülüğün damgasını yediğimiz devletin bahanesi budur, özrü ise yoktur. STRATEJİ VE TAKTİK Katliamların böyle pervasız işlenmesinin en önemli “stratejik” nedeni topluma salınmak istenen korku ve bu korkunun karanlığında konjonktürün, güncel çıkarların gerektirdiği “taktikleri” yürütebilmektir. Hedef, sözün, eylemin, gösterinin, neşenin, hayatın, birlikteliğin, barışın ve özgürlüğün karşısına yasakların, sindirmenin, korkunun, ölümün, parçalanmışlığın, savaşın ve esaretin konulmasıdır. Bu öyle kahredici kolaylıkta bir eylemdir ki, daha patlamanın pimi çekildiği anda hedef tutturulmuş olur. Gerisi ulaşılan bu amacın yayılmasını sağlamak; inat edenlere, anlamayanlara anlattırmaktır.
7
Katliamın hemen arkasından Başbakan’ın katledilenleri yeniden hedefleştiren açıklamaları, İçişleri Bakanı’nın “ihmal yok” pişkinliği, iktidar milletvekillerinin patlama kurbanlarını fail gösterme gayretkeşliği, kopan kolların, bacakların gövdelerin yarattığı dehşet duygusunu aratmayan sevinç nidaları, kurbanları failleştiren medya dili, kötülüğün stadlar dolusu haykırışı… Cumhurbaşkanı’nın ”kolektif”, Başbakan’ın “kokteyl” terörden bahsetmesi, birbirine düşman yapıları “kaynaştırma” ve böylece asli faili görünmez kılma, önemsizleştirme hedefi medya ve polis operasyonlarıyla desteklenmeye çalışılır. Dosyada hiçbir bulgu olmamasına rağmen gözaltılar yapılır, suçlamalar birbirini takip eder. Dink’te “Türkiye’yi zor duruma düşürmek isteyen içimizdeki Ermeniler” fail olurken; Reyhanlı kurbanları için “Sünni vatandaşlar” denilerek olağan şüpheli sandalyesine Aleviler ve tabii ki Esat’tır baş şüpheli ve baş Alevi olarak sandalyedeki… Zirve’de misyo-
nerlerin kandırmaya çalıştığı gençlerdir devrede, Roboski’de bombardıman emrini verenler değil, “kaçakçı gibi değil terörist gibi davranan” çocuklar ve onların arasına karışmış teröristlerdir fail; Suruç’ta ölmediği için suçlanan, Diyarbakır’da oy için kendi mitinglerine bomba koyan HDP’lilerdir fail. Siyasetçileri, medyaları, trolleri başarılıdır kurbanı failleştiren ikincil katliamların gerçek olarak algılanmasında. Anketlerden yüzde 40’a yakın çıkar o yüzden, kurbanın fail olduğuna dair inanç… Gerçeğin perdelenmesinde en önemli yön de budur; düşmanlıkları artıran da.. Kurbanların kötü olduğu, her şeyi yapabileceklerine dair bu kör inanç, düşmanlıkları derinleştirir, kurbanları her defasında yeniden kurban eder. ‘KATİL DEVLET’ ‘Kırmızı Pazartesi’ler ülkesinde devletin sorumluluğuna bütün bu “bilme” hâline rağmen işaret edilemez. On binlerin yüz binlerin cenazelerde, anmalarda, protestolarda hep
bir ağızdan, sakıncasız ve doğ- FOTOĞRAF: ruluğuna en inanılan sözlerin SELAHATTİN gürlüğünde atılan slogandaki SÖNMEZ “Katil devlet” deyişi siyasetçilere, gazetecilere, akademisyenlere, aydınlara yasaklanır. Bu sözün bedeli “terörist” olmakla itham edilmektir ve “teröristler” her türlü kötülüğün hedefinde olabilir. Sözün karşısına çıkarılan bu korkutucu tehditle geri adımlar atılır, devlet içindeki güçlerin parçalılığından, kastedilenin ihmaller olduğundan dem vurulan yeni bir dil ortaya çıkar. Selahattin Demirtaş hatırlatmıştı, yaşamı genç bir bilge gibi kavrayan sevgili Arat Dink’in “katil devlet” denilmemesi telkinlerine karşı “Katil değil, seri katil” diye yazdığını.. Devletin ne olduğuna dair sonu gelmez tartışmaları bir yana bırakıp; bütün bu olup bitenlerin bize devletin bir kötülüğü olduğunu, “yalan”ın hükümdarlığının da en az patlayan bombalar kadar bedenimizi, ruhumuzu parçaladığını ve yalanla baş etmeden zulümle baş edemeyeceğimizi unutmamak gerekiyor.
8
RÖPORTAJ
Ruşen Çakır:
IŞİD’le böyle m
9
e mücadele edilemez Ankara katliamını kimin yaptığı belli. Peki neden şimdi ve amaçlanan ne? Hepimizin aklındaki soruları, islami hareketler konusunda uzman bir isme, Ruşen Çakır’a soruyoruz.
A FOTOĞRAFLAR: MUHSİN AKGÜN
BURCU KARAKAŞ
Ankara’daki barış mitinginde patlayan bombalar, toplumun genelinde derin yaralar açtı. İlk şok atlatıldıktan sonra, cevap bekleyen sayısız soruyla karşı karşıya kaldık. Bu sorulara aradığımız cevapları bulmak için işin ehli bir gazeteciyle, Ruşen Çakır’la buluştuk. Çakır, saldırıyı düzenlediği tespit edilen IŞİD’e gelmeden önce El Kaide’ye dikkat çekiyor. AKP kadrolarının, dış güçlerin piyonu olarak görmeyi tercih ettiği El Kaide olgusunu anlamaması neticesinde bugünlere gelindiğini özellikle vurguluyor. Örgütün İstanbul, Madrid, Londra gibi büyük şehirlerde gerçekleştirdiği saldırılara Türkiye’den sivil tepki verilmediğini hatırlatıyor. Çakır’a göre, AKP iki nedenle El Kaide ile yüzleşmek istemedi. Kendilerini zarara sokacağından ve İslam’ın tartışılmasını da beraberinde getireceğinden: “El Kaide’deki İslamcılığın onlarınkinden farklı olduğunu anlamadılar, anlamak istemediler.” Peki anlaşılmadı mı yoksa anlaşılmak istenmedi mi? Çakır, bu ikisinin iç içe olduğu görüşünde. Öyle ya da böyle, El Kaide zaman içinde şekil değiştirerek IŞİD olarak gelişti. Başka bir örgüte evrilen bu yapılanmaya Türkiye’den gidenlerin katılımları ise önemsenmedi. Bir başka deyişle, söz konusu katılımların Türkiye’ye nasıl bir maliyeti olabileceği üzerine kafa yoran olmadı. Çakır, Çeçenistan, Irak gibi ülkelere Türkiye’den savaşa giden ve hatta gitmesi teşvik
edilen kişilerin sonrasında en azından takip edilmiş olmaları gerektiğini ama bunun da savsaklandığını ifade ediyor: “Türkiye’ye geri geliyorlar ama tutuklanamıyorlar çünkü burada suç işlemiş değiller. İngiltere devleti Suriye’ye savaşa gittiğinden şüphelendiği birilerini havaalanında tutuklayabilir mi tutuklayamaz mı? Bu şu an dünyanın en önemli tartışmalarından birisi. Ancak senin elinde canlı bomba listesi varken o kişilerin tutuklanmasıyla, üzerinde silah vs. hiçbir şey olmayan birinin ’Bu acaba Suriye’ye savaşa mı gidiyor’ diye tutuklanması arasında ise çok fark var.” İHMAL Mİ? Gelelim, son dönemde Türkiye’de yaşanan saldırılara… Ruşen Çakır’a göre, seçim öncesi HDP’den duyulan rahatsızlık, çözüm sürecinin buzdolabına koyulması ve nihayet Kürt hareketi karşıtı dilin saldırgan bir şekilde gündeme getirilmesi ile IŞİD’in Kürt hareketi ve ona destek veren sol harekete yönelik tavrı iç içe geçti. Ruşen Çakır, bu ve benzer gelişmeler sonucunda, Diyarbakır’da 7 Haziran seçimleri öncesi HDP mitinginde ve sonrasında Suruç’ta patlayan bombalara kamuoyunun bir bölümünden çok da itiraz gelmediğine dikkati çekiyor. Hep konuşulan bir mesele: Ankara katliamında devletin ihmal ve sorumluluğu nedir? Çakır, ortada “ihmal” tanımını çoktan aşmış bir durum yaşandığı kanaatinde: “Diyarbakır patlamasının üzerine gidilseydi Suruç,
Suruç’un üzerine gidilseydi Ankara patlaması engellenebilirdi. İki intihar eylemcisi de senin 21 kişilik listendeyse, bir tanesi daha yeni kendini patlatmışsa, aileleri bu çocukları yıllardır senden istiyorsa, ortada ihmalden öte bir şey var. Türkiye’de istihbaratın radarına yakalanmamış olmaları inanılır şey değil. Şebekeler var ve bu şebekelerin devletin radarında çoktan olması gerekirdi. Bunların yakalanmaması mucize!” İKİ NEDEN Deneyimli gazeteci Ruşen Çakır, Ankara saldırısının iki durumla birebir alakalı olduğunu düşünüyor: Biri genel seçimler diğeri de PKK’nin eylemsizlik kararı: “Seçimden sonra Türkiye’de tekrar çatışmaların başlamasından en fazla istifade edenlerin başında IŞİD geliyor çünkü IŞİD’in düşmanı PKK, yani Kandil. Kandil’in bombalanması aynı zamanda YPG’nin bombalanması demek. Yani IŞİD’e karşı kullanılacak silahların bombalanması demek. Türkiye’de çatışmasızlık olduğu müddetçe Kandil, askeri enerjisini çok rahat bir şekilde Suriye başta olmak üzere diğer bölgelere aktarıyordu. İkincisi de bu saldırıda asıl hedef Kürt hareketi ve onun müttefikleri. Şu anda Kürt hareketi Türkiye’de altın çağını yaşıyor. Onlara karşı sandıkta ya da askeri alanda verilemeyen ders, sivil alanda katliamlarla verilmeye çalışılıyor birileri tarafından.” DEVAMI GELEBİLİR Ankara katliamının dumanı
10
RÖPORTAJ
“EĞER ANKARA SALDIRISININ ARDINDAN HÜKÜMET IŞİD’I HEDEFE KOYSAYDI, KONYA’DAKI MAÇTA KIMSE SAYGI DURUŞUNU ISLIKLAYAMAZDI. BÖYLE BIR ORTAMDA IŞİD’LE MÜCADELE ETMEK MÜMKÜN DEĞIL. BÖYLE ORTAMDA YENI KATLIAMLAR OLUR”
henüz tüterken yayınlanan canlı bomba listesi, ülke genelinde tedirginliğe neden oldu. IŞİD saldırılarının devamı gelir mi? Çakır’a göre, Türkiye şu anda yeni IŞİD saldırılarına oldukça elverişli bir zemin. Bunda, örgüt üyelerinin yaptıklarının yanına kâr kalıyor olması, hiç şüphesiz ki en etkili nedenlerden biri. Bu tedirginliğin boşa çıkması içinse Türkiye’nin IŞİD karşısında net bir tavır sergilemesi şart. Ruşen Çakır, AKP çevrelerinde, IŞİD’i tek başına hedef olarak dile getirdikleri zaman, bunun kendilerine din olgusu üzerinden zarar vereceği yanılgısının olduğunu yineliyor. Tam da bu yanılgı nedeniyle Ankara katliamından sonra “kokteyl terör” gibi kavramlar türetiliyor. Hâlbuki IŞİD gibi bir yapılanma ile mücadele, kavram karmaşası yaratmaktan değil, mücadelede kararlılık göstermekten geçiyor: “Kendini halife ilan etmiş olan Bağdadi vb. kişilerin, IŞİD’in Türkiye’yi gözüne kestirmemesi gibi bir şey söz konusu olamaz. Er ya da geç kendini güçlü hissettiği anda
Türkiye’yi kendisine bağlamak isteyecektir. Hilafet ilan ediyorsa başkent olarak İstanbul’u hayal ediyordur, Bağdat’ı değil. Uzun vadede de olsa IŞİD’in hedefinde Türkiye kesinlikle var. Beş yıl önce Irak’ta ya da Suriye’de böyle bir gücü olabileceği söylendiği zaman da imkânsız olarak görülüyordu. Ülkeyi yönetenler IŞİD’i açık ve net bir şekilde stratejik tehdit olarak görür, bunu alenen deklare eder ve kamuoyuna anlatırlarsa bu konuda başarı kaydedilir. Ama IŞİD’i asla tek başına telaffuz etmiyorlar. Bu bir kere IŞİD’le
mücadeleyi imkânsızlaştırıyor. ‘Tamam Ankara kötü ama Antep bombası da kötü’, ‘Kokteyl terör var’ gibi şeylerle IŞİD’le mücadele edilemez. Bundan vazgeçmeleri lazım. Eğer Ankara saldırısının ardından IŞİD’i hedefe koysalardı, Konya’daki milli maçta kimse ıslıklayamazdı. Yas ilan ediliyor ama yanına köy korucusu koyularak ilan ediliyor. Sırf Ankara’da hayatını kaybedenler için yas ilan edemiyor devlet. Böyle bir ortamda IŞİD’le mücadele etmek mümkün değil. Böyle ortamda yeni katliamlar olur.”
SEMİH POROY
11
KRİTİK
10 Ekim ve sonrası
Bir medya sınavı
A AYDIN ENGİN
Ankara cankırımının hemen ardından ve izleyen günlerde yazılı ve görsel medyanın durumunu “Türkiye’deki kamplaşmanın medyaya yansıması” diye tanımlamak epey yalınkat, epey yüzeysel bir tanımlama olur. Meslek ahlâkını yitirmemiş, haberciliğin temel ilke ve ülkülerinden sapmamış medya üstüne söyleyecek sözüm yok. Ne yayın ya da kanal adı, ne gazeteci adı zikretmeye gerek var. Ellerinden geleni yaptılar. Çalıştıkları medya organının meşrebince haberciliğin gereklerini yerine getirmeye çabaladılar. Gerçi “çalıştıkları yayının meşrebi” bazen onları da temelsiz iddiaları habermişçesine sunmaya yöneltti. Mesela “Ankara katliamını devlet yaptı” gibi… Devletin, AKP hükümetlerinin IŞİD’li canilere yakın durdukları, onları Kürtlere karşı müttefik gibi gördükleri bir gerçek. Ancak “katliamı devlet ya da AKP iktidarı planladı ve yaptırdı” anlamına gelebilecek belgesiz, kanıtsız haberleri meslek açısından savunmak mümkün değil. KARA MİZAH Kimilerimizin “havuz medyası”, kimilerimizin “yandaş medya” dediği, benimse kestirmeden “AKP medyası” demeyi yeğlediğim gazete ve televizyonlara gelince… Yer yer ancak kara mizah diye nitelenebilecek bir habercilik yaptılar. Başka konularda, “Yetkililerin bildirdiğine göre” ya da “Adının açıklanması istemeyen bir yetkiliye göre” gibi yazıp çizdiklerini haber kılıfına uydurmak için meslek için hileleriyle idare etmeye çabaladıklarına az tanık olmadık.
Ancak 10 Ekim Ankara cankırımında durum epey farklıydı. Bu tür hileler işe yaramazdı. Çünkü bütün alametler canlı bombaların IŞİD’li olduğunu, eylemin de katıksız IŞİD damgası taşıdığını gösteriyordu. Gel gör ki, AKP’nin en tepeleri eylemi ne yapıp edip PKK-PYD-HDP cephesi üstüne yıkmaya kararlıydı. Cumhurbaşkanı devletin gizli istihbaratına dayanıyormuş havası basarak demeçler veriyor; geri kalan AKP’li siyaset esnafı da aynı teraneyi güçlendirerek yineliyordu. 5N1K’SIZ HABERCİLİK Organ olduklarını itiraf etmeden organ işlevi gören AKP medyasının yazılı ve görsel kesimleri için organ olmanın trajikomik kaderi yaşanmaya başladı. İlk kez AK-Troll’lerin kol gezdiği “sosyal medya” temelsiz habercilikte yazılı ve görsel AKP medyasının gerisinde kaldı. Haberciliğin en temel kural ve ilkeleri görmezden gelindi. 5N1K kuralı duraksamaksızın yok sayıldı; belgesi olmayan, sağlam kanıtlara dayanmayan haberlerde okurları saygı gereği başvurulan “hata payı uyarıları” yok sayıldı… Ankara cankırımını PKK– PYD’nin yaptığını, böylece HDP’yi mazlum göstererek oy kazanma hesabında olduğunu kanıtlamayı görev bilmiş AKP medyası kanıt olarak Twitter dışında kaynak bulamadı ve bulmaya da çalışmadı. “CHP’de 30 milletvekili Kılıçdaroğlu’na başkaldırıyor” ya da “Kandil Demirtaş’ın ipini çekti” gibi haberlerde (haberler?) kanıt, belge aramadan bir şeyler çırpıştırabilir; TV iseniz arşiv görüntüleri eşliğinde laf kalabalığı ile idare edebilirsiniz. Ancak 102 yurttaşın
canını alan katliamda IŞİD – PKK ortaklığı gibi eşyanın tabiatına aykırı bir iddiayı kanıtsız sunamazsınız. Hele hele Cumhurbaşkanı’nın “Sen salla yutan yutsun, yutmayan gargara yapsın” mantığı ile savurduğu cankırımını IŞİD– PKK–PYD-Muhaberat koalisyonunun gerçekleştirdiği iddiasını haberleştirmek mümkün değildir. İşte bu aşamada AKP medyasının zembereği boşandı; haberci, gazeteci gibi görünme çabasına bile boş verdiler ve Cumhurbaşkanı’nın, Başbakan’ın cümlelerini şimşir harflerle manşet yapmayı, altına da haber kaynağı olarak Cumhurbaşkanı ve Başbakanı göstermeyi yeğlediler. * * * Hepimizin bildiği, izlediği bir meslek serüvenini yineledim. İyi ettim, çünkü bu defaki meslekte her zaman rastlanabilecek bir “çöküş” değildi. Gezi direnişi günlerinde Kabataş’ta deri yelekli, başı bandanalı, belden yukarısı çıplak heriflerin taciz ettikleri, üstüne işedikleri bebekli ve başı bağlı kadın yalanında bile tanık ifadesi, sözde söyleşi filan gibi hilelere başvurarak meslek içi kalırmış gibi yapmaya özen göstermişlerdi. Ama Ankara cankırımı sonrasında sorumlular ve katillerle ilgili haberlerde artık böyle bir kaygı bile beslemediler. O yüzden Ankara cankırımı AKP medyasının öyküsünde bir dönemeçtir. İletişim fakültelerinde ders olarak anlatılmaya değer ve sahiden mesleğimiz açasından derslerle dolu bir dönemeç... Bu adam ve kadınlarla bırakınız meslektaş olmayı, aynı güneşte çamaşır kurutmaktan bile utanır olsak yeridir.
12
MESLEK-İÇİ
10 Ekim’den sonra gazetecilik neye yarar? Günümüzün enformasyon sağanağı altında, hayati önemdeki haberleri gündemde tutmak çok zor ama imkânsız değil.
K ÜMIT ALAN
Klişe ve yanlış anlaşılmış bir örnektir bu. Başlıkta gönderme yaptığım Adorno’nun “Auschwitz’ten sonra şiir yazmak barbarcadır” vecizesinden söz ediyorum. Adorno, Nazi Almanyası’nın ağır koşulları sürerken şiir yazmanın nafileliğine değineyim derken elbette bu sözün klişeleşecek ölçüde yayılacağını düşünmemişti. Hatta sonradan bu sözü telafi edici nitelikte sözler de söyledi. Konumuz Adorno veya Auschwitz değil ama önümüzde duran bir soru var: 10 Ekim Katliamı’ndan sonra gazetecilik mümkün mü ya da gazetecilik neye yarar? HATIRLAYIN Bu soruyu sorduran pek çok şey var. Bir kere bu katliamın göz göre geldiğini biliyoruz. Çünkü bu katliamın hikâyesi belki de insani yardım götürdüğü söylenen TIR’lardan başlıyor. O TIR’lara işaret eden gazetecilerin nasıl “hain” ilan edildiğini hatırlayın. Bu katliam Suruç’la da, Reyhanlı ile de bağlantılı. Reyhanlı’daki saldırıdan sonra apar topar yayın yasağı getirilmesini hatırlayın. Hemen ardından da “devletimiz zararı karşılayıp yaraları saracak” haberleri şişirilmişti bir kısım medya tarafından. Suruç Katliamı’ndan üç gün sonra İdris Emen’in Radikal’deki “Suruç bombacısının ağabeyinin açtığı çay ocağı Adıyaman’daki IŞİD bürosu muydu?” başlıklı haberi de hatırlayın. Suruç
katliamının canlı bombacısı Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün abisi Yunus Emre Alagöz tarafından işletilen ve IŞİD Bürosu olduğu iddia edilen bir çay ocağından söz ediyordu. Yani o günlerde 10 Ekim’de Ankara’daki katliamı gerçekleştiren canlı bombalardan birinin adı alenen geçmişti. Dolayısıyla gazeteci işini yapmış, bir şüpheliyi işaret etmişti. Bu sadece bir örnek. Bu saldırının öncesinde Türkiye’deki IŞİD hareketleriyle ilgili pek çok haber yapıldı. Peki insanların ölmesini engelleyebildi mi? Hayır. Bu sorudan kritik bir soru daha çıkıyor: Günümüzün enformasyon yağmurunda hayati derecede kritik bir haber nasıl öne çıkar? Hepimiz deneyimliyoruz. Müthiş bir enformasyon yağmuru var. Haberin online sitelerin sayfasında durduğu süre bile dakikalara indi. Haberler hızla aşağıya kayıyor. Çünkü sayfanın tıklanma sayıları bu işin gelir modeli için önemli. Sürekli dikkat çekmesi gereken yepyeni haberlere ihtiyaç var. Hâl öyle olunca birçok haber eskisi kadar büyük etkiler yaratmıyor. Çünkü Douglas Rushkoff’un “Present Shock: When everything happens now?” (Hemen Şimdi Budalası: Güncelin Müptelası Yeni İnsan, Ufuk Yayıncılık, 2015) kitabında müthiş detaylandırdığı gibi: “İçinde bulunduğumuz bu yeni dünyada zaman ve mekan sıkıştıkça sıkışıyor ve bitmek tükenmek bilmeyen bir ‘şimdi’nin içinde
hapsoluyor. Artık geçmiş yok, gelecek yok.” TELAŞTAYIZ Gazetecilik de işte bu bitmek tükenmek bilmeyen “şimdi”ye sürekli taze malzeme taşıyan bir endüstriye dönüyor. Gazeteciler, reklamcılar, başka içerik sağlayıcıları (sinema, müzik, dizi, spor endüstrileri vb) birbirinin rakibi. Çünkü günümüzde algı, eskinin klasik “haber bülteni biter dizi başlar, ardından müzik programı başlar” şeklinde ilerlemiyor. Artık asimetrik bir akış var. Hepimiz bu “şimdi”nin içinde, zihinlerde yer kapma telaşındayız. Yani sadece diğer gazetecilerle değil, bir Twitter fenomeniyle bile rekabet içindeyiz. İşte “şimdi”nin hükümdarlığı bu şekilde kurulduğu için, aylar önce “bombacı”ya işaret eden haber pek azımızın zihninde kalıyor. Asıl bu haberle ilgili harekete geçmesi gereken devlet görevlilerinin, kolluk kuvvetlerinin sorumluluğunu tartışmıyorum. Orası elbette en önemlisi ve gazeteciliğin de takipçisi olması gereken bir alan. Peki kamuoyu bu ve benzeri haberlerle ne kadar ilgilendi? Yüksek olasılıkla böyle bir haber akarken aynı
13
SURUÇ KATLIAMI’NDAN ÜÇ GÜN SONRA İDRIS EMEN’IN RADIKAL’DEKI “SURUÇ BOMBACISININ AĞABEYININ AÇTIĞI ÇAY OCAĞI ADIYAMAN’DAKI IŞİD BÜROSU MUYDU?” BAŞLIKLI HABERINDE ANKARA BOMBACILARINDAN BIRININ ISMI YER ALIYORDU. ANCAK HABER GÜNDEMDE TUTULAMADI.
slider’da olan -tamamen atıyorum- “Cristiano Ronaldo’nun yeni saç modeliyle” ilgili haber daha çok tıklandı. Bu durumun “sosyolojinin, psikolojisinin” çalışma alanı olan pek çok nedeni var. Gazeteciliğin durumu ise bizim tartışma konumuz. Bu “şimdi”nin içinde gerçekten önemli olduğunu düşündüğümüz bir haberi hak ettiği ölçüde gündemde tutmanın bir formülü var mı? Bilemeyiz. Ancak iki konu önemli: 1-Haberi hikayeleştirmek 2-Tekrardan sakınmamak HİKÂYE Zihinde yer kapma mücadelesinde haberin nasıl yazıldığı, nasıl bir görselle sunulduğu eskisinden çok daha önemli. Bu konuda eğer okumadıysanız Alain De Botton’un yazdığı The News: A User’s Manual (Haberler: Bir Kullanma Kılavuzu, Sel Yayıncılık, 2015) kitabı oldukça ufuk açıcı. Klasik haber dili, artık insanların “şimdi”sinde yer kapmak için eskisi kadar yeterli değil. Gezi’de öldürülen çocukları hatırlayalım. Maalesef bazı isimler daha öne çıktı, bazı isimler daha geride kaldı. Bu tamamen var olan ya da sunulan hikâyelerle ilgili. Aslında bu geçmişte de böyleydi (Deniz, Hüseyin, Yusuf’un
Denizler diye anılması gibi) ama zihinlerde tutacağımız alan küçüldükçe hikâyeyi ve haberi nasıl yazdığımız daha çok önem kazandı. Empatik iletişim de aynı şekilde. Bunun bir formülü yok, ama üzerine düşünmek gazetecilik mesleğinin evrileceği yer açısından önemli. Düşünenler ve tatbik edenler vardır ama odağı buraya çevirmek şart. ISRAR Aslında “tekrar”ı iki yönlü ele almak gerek. Birincisi; gazeteciliğin en eski kavramlarından biri olan “fikri takip”i de bir tür tekrar sayabiliriz. Haberin peşini bırakmadan yeni gelişmelerle tazelenerek tekrar tekrar sunulması olan “fikri takip” bu sonsuz “şimdi”nin içinde daha önemli hâle geldi. Çünkü aynı zamanda haberi de zihinlerde var etmek anlamına geliyor artık bu. Tekrarla ilgili ikinci konuysa “ısrar.” Bu da haberi defalarca yayınlamanın bir yolunu bulmakla ilgili. Yine atıyorum: Az önce ele aldığımız İdris Emen haberinin yayınlandığı günden itibaren “Yunus Emre Alagöz ve arkadaşları nerede?” diye bir kampanya başlatılabilir miydi? Belki de. Bilemeyiz ama
bazı haberler gerçekten bu çekirdeği taşıyor, fırsatı veriyor. Haberi yapan muhabirin görevinin bittiği yerde belki de onu hikâyeleştirecek editörün görevi başlayacak. Hatta bazı haberleri gündeme tutundurmayla ilgili özel stratejiler yazılması gerekecek. Çünkü belirttiğim gibi artık tek rakip başka bir gazete ya da gazeteci değil. Artık rakip aynı “şimdi”ye oynayan herkes. “10 Ekim’den sonra gazetecilik mümkün mü?” sorusunu işte bu yönleriyle ele almak gerekiyor. 10 Ekim hepimize “gazetecilik” üzerine tekrar düşünme mecburiyeti verdi. Türkiye’deki sansür, otosansür, basın üzerindeki baskı, yayın yasakları, medya dışı sermaye elbette engel. Gazeteciliği kurtarmanın bir yolu onlarla mücadele etmek, bir yolu geçmişle yüzleşmek. Bu ikisiyle eşzamanlı mücadele ederken “şimdi”nin içinde asıl gazeteciliği nasıl var ederiz ona bakmak lazım. Belki bu yazıda bahsettiğim kadar basit de değil. Henüz bir formül yok zaten: Olsaydı 10 Ekim’e gelmeden belki bombacılar üzerine bir kamuoyu oluşmuş olurdu. O zaman “iyi ki gazetecilik var” sözünü daha kuvvetli söylerdik.
14
SÖYLEŞİ
15
Ölümün karşısında fotoğraf çekmek
A
Herkesin kaçtığı yöne doğru koşmak, yaralılara yardım etmek yerine deklanşöre basmak. Fotoğrafçı böyle bir anda ne hisseder?
SELAHATTİN SÖNMEZ Ankara’dan barış çığlığı yerine, yerde yatan cansız bedenlerin fotoğrafını çekeceksin deselerdi, hayatta inanmazdım. İnanmayı bir köşeye bırakın, hiçbir zaman aklımdan geçirmezdim… Ankara’da sürekli izlediğim herhangi bir miting olacağını ve mitingle ilgili yasal izinlerin alındığını, herhangi bir sıkıntı yaşanmayacağını düşündüğümden olsa gerek açıkçası biraz da yavaştan aldım. Saat 10.00’da toplanma, 11.30 gibi yürüyüş geçekleşir düşüncesi ile büroda vakit geçirirken bir anda “gitsem” artık diye içimden geçirmedim değil doğrusu. Çünkü Ankara Garı biz Ankara’daki basın mensupları için özel
bir yerdir aynı zamanda. Eylem olduğu zaman toplanma yerine olan Gar önüne mutlaka erken gider orada simit yer, çay içer, sohbet ederdik. Yürüyüş başladığı zaman da kortejin önüne geçer Sıhhiye Meydanı’na doğru yola çıkardık. Barış Mitingi de bizim için aynıydı. Tek değişiklik, yıllardır yaptığımız şeyi bu defa yapmadık. Bir gün önceden arkadaşlarımızla konuşup sabah orada buluşalım diye karar almadık. Saat 10’a doğru makinelerimi çantamdan çıkarıp hazırlanmaya başlamıştım yavaş yavaş çıkacaktım bürodan. Tam o sırada bir telefon geldi büroya: “Barış Mitingi’ne ses bombası atmışlar”. Bir anda kendimi ulaştır-
ma servisinde buldum. Şoföre söylediğim tek şey “Kırmızı ışık falan dinlemem, beni bir an önce alana yetiştir” oldu. Patlamadan 10 dakika sonra kendimi Gar önünde buldum, elimde fotoğraf makinesini görenler, “Koş koş insanlar parçalandı” dedi. İşte o an, anonsta atılanın ses bombası olmadığını anladım. Mitinge katılmak için gelen yaşlılar, gençler ve hatta çocuklar alandan uzaklaşmak için koşturuyordu. Açıkçası nasıl bir manzara ile karşılaşacağımı kendim de bilmiyordum, ta ki patlamanın olduğu alana girene kadar. PANKARTTAN SEDYE İlk karşılaştığım manzarayı size nasıl anlatacağımı açıkçası bilemiyo-
16
HALLERİMİZ
FOTOĞRAF: SELAHATTIN SÖNMEZ
rum. Her bedenin başında bir insan, onu hayata döndürmek için elinden geleni yapmaya çalışırken; çığlıklar, “Ambulans” diye yardım isteyen anneler, babalar, gençler… Ortalık kan gölüydü… Daha bir saat önce Türkiye’nin pek çok yerinden Ankara’ya akın akın gelip “Barış hemen şimdi” diye bağırmak isteyen nefesler kesilmiş, yürekler atmaz olmuştu. Her yan cansız bedenlerle, inleyen insanların haykırışlarıyla dolmuştu. Ne yapacağını bilmemek,
çaresiz kalmak, ölümün bu kadar yakınında nice canlar aldığını bilerek fotoğraf makinesinin denklanşörüne basmak meslek hayatımda karşılaştığım en zor anlardan biriydi. İnsanlar birkaç saat önce ellerinde barış pankartları ile alanda halaylar çekip coşkulu türküler söylerken, şimdi kanlı bedenler bu pankartlardan yapılan sedyelerle daha güvenli yerlere taşınmaya çalışılıyordu. Nefesim kesilmişti. Bir yandan ölümün karşısındaki çaresizliğimiz bir yandan da
polisin attığı biber gazı sayesinde ortalık savaş alanına dönmüştü. Yaralılara yardım eden insanlar gazın etkisiyle soluksuz kalmış, yaşam ile ölüm arasında direnmeye çalışan bedenlerden bazıları daha fazla direnemeyerek son nefeslerini vermişlerdi. Hayat zalimdi… Hayatı zalim yapan bizlerdik… Barışa tahammül edemeyenler, güvercin ürkekliği ile alanda bekleyen insanların arasına yüzyılların vahşeti ile dalmış onları binbir parçaya ayırmışlardı. Bu zalimler ortalıktan yok olurken; barışı, özgürlüğü, insanca yaşamayı savunan bedenler sonsuzluğa çoktan ulaşmışlardı. GÜVERCİNLER Bu ülkede insanlar ölmesin diyenler, bu ülkede madenciler yerin binlerce metre altında toprağa gömülmesin diyenler, bu ülkede çocuklar denizin karanlığında boğulmasın diyenler, inşaatlarda, gemilerde, sokaklarda iş cinayeti işlenmesin diyenler, kadınlar öldürülmesin diyenler yani barışı, yani örgütlülüğü, yani özgürlüğü, yani demokrasiyi, yani emeği savunanlar birer güvercin olmuş sonsuzluğa uçmuşlardı. Biliyorum ki o güzel insanlar o güzel güvercinlere dönüşmüşlerdi… Nasıl fotoğraf çektiğime gelince de, fazla söze gerek yok diye düşünüyorum Birilerinin, ben ya da başkası ne fark eder ki, bu katliamı çekmesi, tarihin kanlı sayfalarında yerini alması için fotoğrafı çekmesi gerekiyordu… 10 Ekim’de Ankara adına benzer şekilde ‘kara’ydı. Yok yok kararmadı kana bulandı, kıpkızıl kana kesti. Yüreğimizi parçaladınız, bedenlerimizi parçaladınız, kollarımızı, bacaklarımızı, beyinlerimizi her şeyimizi parçaladınız ama direncimizi, umudumuzu, özgürlük tutkumuzu, barışa olan inancımızı hiçbir zaman parçalayamayacaksınız.
‘Kâbusun orta yerinde gibiydim’
A ARİF AKDOĞAN
Arabadan yol ortasında inip Ankara Garı’na doğru koşmaya başladığımda, ağaçlara yaslanıp ağlayan gençleri gördüm. Kaldırımlarda birbirine sarılan, sakin olun anonsları yapan gençler vardı. Daha hızlı koşmaya başladım. Ankara Garı’na yaklaşınca insanların kaçarcasına uzaklaştığını, çığlıkların yükseldiğini duydum. Bir kız çocuğu gördüm annesine sarılmış, ağlayarak uzaklaşan. Durdum. Nefeslendim. Makinemin ayarlarına baktım son kez. İlk gördüğüm, kanlar içinde birbirine sarılmış bir çiftti. Yüzlerce kez önünden yürüdüğüm, ışıklarında beklediğim, otobüslerine bindiğim Ankara Garı’nın meydanında herkes ağlıyordu. Aklıma ilk gelen yerde yatan birilerine basmamaktı. Gördüklerimin çoğu ölmüştü. Kanlar içinde uzanmış eller, başında bekleyen sevgililer. Fotoğraflar çekiyordum, “Bu kadar da olamaz Allah’ım” diyerek. Kabusun orta yerine bırakılmış gibiydim, başını hiç hatırlamadığım. Ayaklarım titriyordu. Adım atamıyordum. Artık durduğum yerde çakıldım kaldım. Ayaklarımın altından nefret ettim. Ayakkabılarımdan... Geriye doğru kaçtım. Garın önüne doğru başım önde giderken bir insan kalbi gördüm. İnanamadım yerde duranın bir kalp olduğuna. Üzerini bir kağıt parçasıyla örtmek hiç aklıma gelmedi. Oturup sigara içmek istedim birçok insanın yaptığı gibi. Yapmadım. “Bir şeyler daha çekmem gerekiyor” diye düşündüm. Küçük havuzun başına doğru tekrar yürüdüm. İlk geldiğimde yaralı olan in-
cecik bedenli genç ölmüştü. Her yerde gençlerin cesetleri vardı. Üst üste, tertemiz yüzlü. Durdum, fotoğraf çekemiyordum artık. Saçlarımı çektim kendime geleyim diye. Yeniden ayakkabılarım aklıma geldi. Kan içinde olduklarını hissettim. Kendimden nefret ettim. Boğulacak gibiydim. “Ah güzel ülkem...” derken fotoğraf çekip ağlıyordum. İyi bir fotomuhabiri olmadığımı düşündüm. Hiç de soğukkanlı değildim. AA’dan Volkan Furuncu koluma girdi. “Yeter abi” dedi. Tekrar arka tarafa doğru yürüdüm. Kız arkadaşlarının yeni ojelenmiş ellerini bırakmayan iki arkadaş vardı. Nabızlara bakan sivile “Doktor musunuz?” diye sordular. “Ne olur bir de siz bakın” diye yalvarıyorlardı gerçeği bile bile. Kardeşinin kopup gitmiş saçlarını toplayan bir ağabey tek başına. Gölgeye oturdum. Şoka girmiş insanlar durup durup yeniden ağlıyordu. “Ne olur bir şerit çekin. Yürümesin insanlar artık şu parçalanan bedenlerin arasında. Basmasınlar yeter artık” diye bağırasım vardı. Kendi kendime söylendim sadece. Benim için bir daha hiç eskisi gibi olmayacak meydana baktım. Bayraklar örtülmeye başlanmıştı cansız bedenlere. Tam karşımda, yüzlerini hiç unutmayacağım gencecik bedenler umutla geldikleri Ankara’nın kaldırımlarında yatıyorlardı üst üste, yan yana. Yaşanacak onca güzel günü taşıyacak bedenlerini, sevdiklerinin gözyaşlarıyla, Ankara’nın taşlarının üzerine bırakmışlardı. Başın sağ olsun güzel ülkem..
FOTOĞRAF: TÜMAY BERKİN
17
18
DOSYA
İkincil travma
Okuduğumuz acıyla nasıl baş edeceğiz? Dehşet görüntülerini defalarca izleyen, fotoğrafları sansürsüz gören, görgü
5
EFE KEREM SÖZERİ 5 Haziran Diyarbakır, 20 Temmuz Suruç, 10 Ekim Ankara… Bu satırları okuyan şanslı insanların pek çoğu o tarihlerde, o yerlerde değildi. Belki İstanbul’da bir haber masasında ‘son dakika’ metnini giriyordunuz, belki de Twitter başında bilgileri doğrulamaya çalışıyordunuz. Fakat her bir olayın görüntüsünü, hatta çığlıkları dahi hatırlıyorsunuz muhtemelen. Devam eden günlerde belki uykusuzluk çektiniz, kendinizi güçsüz ve çaresiz hissettiniz, işinize konsantre olmakta zorlandınız. ‘İkincil travma’ ruhsal travmaya yol açabilecek bir olayı doğrudan yaşamamış olan ama travmaya uğramış insanlarla birebir ilgilenenlerde görülebiliyor. Bu kavramı ilk kez, mültecilere sağlık kontrolleri sırasında tercüme yapan bir arkadaşımdan duymuştum. Peki, bu tür dehşet verici olayların görüntülerini farklı açılardan defalarca izleyen, ilk anda gelen fotoğrafları sansürsüz gören, hatta alana acil yardım görevlilerinden sonra ulaşıp görgü tanıklarıyla ilk röportajları yapan gazeteciler? BBC Türkçe’nin aktardığı bir araştırma dehşet verici görüntüleri izleyenlerin de travma sonrası stres bozukluğu (TSSB) belirtileri gösterebildiğini anlatıyor. Türkiye Psikiyatri Derneği
FOTOĞRAF: ARIF AKDOĞAN
basın sözcüsü Burhanettin Kaya ise savaşı izleyen gazetecilerin birinci elden travmayı yaşadıklarını söylüyor. Bu nedenle polislerle birlikte gazeteciler de Amerikan Psikologlar Birliği’nin tanı kitabında (DSM-5) risk grupları arasında sayılmış. Özellikle savaş muhabirlerinin depresyon ve TSSB riski sıradan insanların kat be kat üstünde. Fakat Türkiye’de ana akım basına güvenin giderek azaldığı bu dönemde pek çoğumuz haberleri sosyal medyada paylaşıyor ve sosyal medyadan alıyoruz.
Bu, bazen aradaki denetim mekanizmasının da kaldırılması, dehşet verici görüntülerin bize doğrudan ulaşması anlamına geliyor. İzlemekle de kalmıyoruz aslında, kan ihtiyacını duyuruyoruz, yardımları ulaştırmaya çalışıyoruz, kaybolanların yakınlarını arıyoruz. Yakınlarımız ölmemiş olsa bile, ölenleri yakınımız yapıyoruz. Adli Tıp önünde kurbanların yakınlarına ruhsal destek veren psikologlar, acıyı içimize atıp güçlü durmaya çalışarak iyileşemeyeceğimizi söylüyorlar. Duygularımızı
19
“PSIKOLOGLAR ACIYI IÇIMIZE ATIP GÜÇLÜ DURMAYA ÇALIŞARAK IYILEŞEMEYECEĞIMIZI SÖYLÜYOR. DUYGULARIMIZI IFADE ETMEMIZ, YASIMIZI TUTMAMIZ GEREKIYOR”
ifade etmek, acımızı hissedenlerle birlikte yasımızı tutmak gerekiyor. Benzer trajedileri yaşayan diğer toplumlar ne yaptı, tanık oldukları acıyla nasıl baş etmeyi öğrendiler? Bir yol haritası çizebilmek adına, geriye doğru gidelim. 2014 DONETSK Amsterdam-Kuala Lumpur seferini yapan Malezya Airlines uçağı Rusya taraftarı ayrılıkçılar tarafından Ukrayna üzerinde düşürüldü. Savaşla hiçbir bağı olmayan 193’ü Hollanda vatandaşı 298 kişi öldü.
Hollanda’nın savaş geçmişi oldukça uzak. 1962’de Kraliçe’nin ölümünden beri ilk kez bir günlük yas ilan edildi, tüm ülkede bayraklar 23 Temmuz’da yarıya indirildi, cenazelerin getirildiği saat 16.00’da tüm ülkede -zorunlu olmayan, ama yerel yönetimler dahil herkesin katıldığı- bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu; otobüsler, taksiler ve hatta kalkış için bekleyen uçaklar dahi durdu. Hükümet tüm gazetelere tam sayfa ilan vererek, yabancı ülke vatandaşları da dahil, 298 kişinin isminin yer
aldığı bir liste yayımlayıp başsağlığı diledi. Uçağın son kez ayrıldığı Schiphol havalimanında bir taziye köşesi oluşturuldu, Kasım ayında ise yakınlarını yitiren tüm ailelerin katılımıyla anma gecesi düzenlendi. Yas ile birlikte, güvenlik ve adalet hissinin de yeniden sağlanması için, enkazın olduğu çatışma alanına adli tıp uzmanları gönderildi, katliama sebep olan silahların ve emri veren kişilerin izini süren uluslararası bir rapor hazırlandı. Pek çok havayolu şirketi artık çatışma
20
FOTOĞRAF: ARIF AKDOĞAN
yanında dikilen anıtın açılışında ise, yine kurbanların yakınlarının talebiyle hiçbir siyasetçi konuşma yapmadı.
alanlarının üzerinden uçmuyor.
“MESELENIN SIYASI GETIRILERINI ÖNCELIKLERI YAPAN SIYASETÇILER, SORUMSUZ BAKANLAR VE GÖREVLERINI YAPMAYAN KURUMLAR ARASINDA ACIMIZI YAŞAYAMIYORUZ”
2011 OSLO Andre Breivik’in Oslo’da hükümet binalarına yaptığı bombalı saldırı sonucu 8 kişi, Utøya adasına düzenlediği silahlı saldırıda ise çoğu çocuk ve genç 69 kişi yaşamını yitirdi. 25 Temmuz’da Oslo’da 200 bin kişi ‘çiçek yürüyüşü’ için buluştu (Oslo nüfusunun yaklaşık üçte biri), tüm İskandinav ülkelerinde bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu. Saldırıların olduğu iki yere anıtlar yapılması için akademisyenler ve sanatçılardan oluşan bir ekip, kurbanların yakınlarıyla görüştü. İlk günlerde çiçeklerle oluşturulan anı alanlarının bugün nasıl kalıcı
NOTLAR * Eğer travmatik bir olayın etkilerini bir aydan uzun süre hissediyorsanız mutlaka bir ruh sağlığı uzmanına başvurun. ** Bu makaleyle ilgili görsellere ve yararlanılan kaynaklara şu linkten ulaşabilirsiniz: bit.ly/Journo_yas
mekanlara, acının da yasa nasıl dönüştüğünü inceleyen master ve doktora tezleri yazıldı. Saldırının hazırlık aşamasında istihbarat servisinin, saldırı sırasında ise güvenlik güçlerinin hatalarını listeleyen rapor bir yıl içinde tamamlandı, Norveç Polis Şefi rapor üzerine istifasını sundu, hükümet rapordaki önerileri uygulamaya koydu. 2004 MADRİD Ankara saldırısına belki de en benzer örnek, İspanya genel seçimlerinden üç gün önce Madrid’de banliyö trenlerine konan bombalarla 191 kişinin öldürülmesi olabilir. Muhafazakar Aznar hükümeti, saldırganların El Kaide’ye özenen aşırı İslamcı bir grup olduğuna dair kanıtlara rağmen eylemi ayrılıkçı ETA’nın gerçekleştirdiği tezini ısrarla işlemiş; halkı yanıltmanın bedelini seçim yenilgisiyle ödemişti. Ölenlerin anısına yapılan parkın ismi, yakınlarını kaybedenlerin talebiyle ‘Hatırlama Ormanı’ kondu, Atocha tren istasyonunun
2015 ANKARA Psikiyatrist Küçükparlak’a göre 10 Ekim’den beri gördüğümüz ise, böyle bir kitlesel travmada yapılması gerekenin tam tersi. Meselenin siyasi getirilerini öncelikleri yapan siyasetçiler, sorumsuz bakanlar ve görevlerini yapmayan kurumlar arasında acımızı yaşayamıyoruz. Karşıt grubu sadece ‘yanlış’ değil, artık ‘düşman’ da gören bu kutuplaşma ortamında saygı duruşu bile ıslıklanıyor. Ankara’da ne olduğunu, Adıyaman’da neden olduğunu dahi konuşmamız yasaklanıyor, şu en güvensiz anımızda devlet tüm güvenimizi kaybediyor. Patlamanın yaşandığı isimsiz meydan, kimseye sorulmadan ‘Demokrasi Meydanı’ oldu bile; anıt yapılması için verilen kanun teklifi ise muhalefet partilerinin diğer teklifleriyle birlikte meclisin dehlizlerine gömülecek. Böyle bir durumda acıyı ekranımıza getiren araçlar, yasımızın da (yegâne) aracı olabilir. Patlama gününden itibaren iki haber masası; Dağ Medya ve Bianet, yaşamını yitirenlerin hikayelerini açık kaynaklardan doğrulayıp derlemeye başladı. P24 ise önümüzdeki bir yıl boyunca kurbanların portrelerini yazacak ve katliamın yıldönümünde kitaplaştıracak. Şiddetten ölen kadınlar için yapılan dijital anıt, Anıt Sayaç gibi değerli emekler önümüzdeyken, okuduğumuz acıyla baş etmenin yolu, kaybettiklerimizin anısını inatla yazmak olabilir.
21
Yaşayabildiğimiz için yazıyoruz
N LEYLA ALP
“Neden yazılır? Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular taştığı için yazılır… İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmayagörsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır.” Tezer Özlü neden yazdığını böyle anlatıyor. Dünya acılı bir yer olduğu için yazıyoruz. Yaşadıklarımızı anlayabilmek ve anlatabilmek için. Başkalarının da bizim yaşadıklarımızı bizim hissettiklerimizi hissettiğini anladığımızda, okuduğumuzda dünya daha dayanılır bir hale geliyor. Acımızı uyuşturmak için yazıyoruz. Acımızı unutturmamak için… Delirmemek için, ölmemek için yazıyoruz. Yazdıkça acımız azalmıyor ama uyuşuyor. Anlatmak acıyı azaltmaz çünkü katlanılabilir kılar. Katlanmak için yazıyoruz… Duyulsun diye… Bilinsin diye… 10 Ekim 2015… Bu ülke acılarının başına oturdu. Bir anda kana bulandık. Bir anda barış pankartı taşıyan insanlar, barış pankartı taşıyan başka insanların yaralı ve ölü bedenlerini taşıdı. Bize de yazmak kaldı. Yaşadığımız için yazıyoruz. Yaşayabildiğimiz için yazıyoruz. YAZILMAZSA UNUTULUR 10 Ekim’e dair yüzlerce şey yazıldı, yazılıyor. Bir süre sonra azalacak. Başka “son dakika” haberleri, başka “çok özel” dosyalar olacak. 10 Ekim gündemden yavaş yavaş düşecek. Sokaklara taşan öfke yerini başka öfkeye ya da sevince bırakacak. Yerini başka acılar ve elbette başka sevinçler alacak. Şimdi birçok yerde “unutmayacağız” yazıları var. “Unutursak kalbimiz kurusun” deniyor. Bizim gibi derdi ve hayatı yazmak olanların unutmak ve unutturmamakla ilgili işi çok, yükü ağır. Katliamın hemen ardından gelen yayın yasağı bunun ispatı. Çünkü yazılmazsa unutulur… Yazılmazsa, birileri gerçeğin peşine düşmezse, anlatmazsa unutulur. Hiç olmamış gibi, hiçbir şey olmamış gibi hayat kaldığı yerden devam eder. Oysa hayat olduğu gibi devam edemez… Etmemeli… Çünkü 11 saniyelik videosunu ağlayarak izlediğimiz 9 yaşındaki Veysel artık yok… Öğretmeninin ona yazdığı mektubu unutamaz,
unutturamayız… 19 yaşındaki Ali Deniz Uzatmaz yok. Elinde Ali İsmail’in olduğu fotoğrafı unutamaz, unutturamayız… 70 yaşına rağmen eylemden eyleme koşan Meryem Ana yok. Onun barış özlemini unutamaz, unutturamayız… 10 Ekim Cumartesi günü bu ülkenin başkentinde, kuş kanat çırpsa bütün güvenlik güçlerinin haberinin olduğu yerde yüzden fazla insan öldü. Ve hayat bundan sonra hiçbir şey olmamış gibi devam edemez. Etmemeli… BOYNUMUZUN BORCU Bazıları için “Unutturamayız” bir slogan, bazıları için “Unutursak kalbimiz kurusun” bir metafor. Ama gazeteci için, derdini yazarak anlatan her insan için boyun borcu… Ve bunun politik görüşle, ocu ya da bucu olmakla hiçbir ilgisi yok. Öyle ‘meslek etiği’ gibi koca koca laflara da gerek yok. Yapılacak şey, sadece mesleğin gereğini yapmak… Bu bile unutturmamak için yeterli. Yoksa 100 ölünün üzerini gazete kağıtlarıyla kapatacaklar… 100 kişi öldükten sonra unutulmasının, unutturulmasının bir parçası oluyorsak ya da etliye sütlüye karışmadan bir kenardan bakıyorsak simit satalım daha iyi. Dünya acılı bir yer olduğu için yazıyoruz. Dünya daha az acılı bir yer olsun diye ölenleri ve dünyayı acılı bir yer yapanları unutturmamak için yazmalıyız… Unutmayacağız değil unutturmayacağız…
22
MESLEK-İÇİ
Kriz gazeteciliği
T AHMET A. SABANCI
Toplumsal/siyasi kriz zamanları, doğal afetler, savaş ve terör saldırıları anında ve sonrasında yapılan tüm gazetecilik işleri ‘kriz gazeteciliği’ kapsamında ele alınıyor. Kriz gazeteciliğini diğerlerinden ayıran en önemli nokta, tahayyül edilebilecek en hassas noktada bulunmasıdır. Bu hassasiyet hem gazetecinin birçok farklı tehditle karşı karşıya kalması, hem de böyle zamanlarda topluma yanlış ya da eksik haber vermenin normal zamanlardan çok daha büyük sıkıntılarla sonuçlanabilecek olmasından kaynaklanır. Günümüz dünyasında krizlerle her geçen gün daha sık karşı karşıya kaldığımızı düşünecek olursak, bu konuyu tartışmaya açmanın hem gazeteciler hem toplum için hayati öneme
sahip olduğunu söyleyebiliriz. KRİZ NASIL VERİLİR? İlk olarak masaya yatırmamız gereken konulardan birisi kriz zamanlarında gazeteciliğin neden daha hassas ve özenli bir şekilde yapılması gerektiği. Belki normal zamanlarda yapacağınız kasıtlı ya da kasıtsız bir yanlış bilgilendirmenin sonuçlarını kontrol etmek daha kolay olabilir. Ancak kriz zamanlarında toplumun ne kadar hassas olduğunu ve bu hassasiyetin onları yönlendirmelere ne kadar açık hâle getirebileceğini de düşünecek olursak, bu hatanın kontrolden çok çabuk çıkabileceğini tahmin etmek pek de zor değil. Ancak bunu göz önünde bulundururken Hipodermik İğne Teorisi’nin ağına düşmemeli. (http://bit. ly/journo-igne) Gazetecilere kriz zaman-
larında daha dikkatli olması konusunda tavsiyelerde bulunanların önemli bir kesimi, gazetecilerin böyle koşullarda objektifliklerine daha fazla dikkat etmesi gerektiğini de ekler. Ancak hâlihazırda sıkıntılı bir konu olan gazetecinin objektifliği, böyle zamanlarda daha da tartışmalı bir hâl alır. Gazeteci elbette en doğru bilgiyi, en dikkatli şekilde sunmakla yükümlüdür ama bunu yaparken önceliği herkese söz hakkı vermektense mantığa ve gerçeğe uygun olana yer vermek olmalıdır. Mesela 11 Eylül saldırıları sonrasında gazetecilerin sırf objektif olmak adına akla mantığa sığmayan komplo teorilerine yer verdiğini görmedik. Ancak toplumu bilgilendirmek adına bunların neden gerçek olmadığını anlattılar. Objektiflik önemlidir, ancak kriz zamanlarında gazeteci-
23
nin akıl ve mantık süzgecini kullanması da şart. BARIŞ GAZETECİLİĞİ Bu tartışmaya bir alternatif çözüm olarak ‘barış gazeteciliği’ gibi bir yöntem de önerilmekte. Bu, kriz gazeteciliğinin daha çok savaş, terör saldırıları gibi durumları ele alan kısmına yönelik. Barış gazeteciliğinin temelinde, gazetecinin haberlerini yazarken önceliğini toplumsal huzuru, barış koşullarının korunmasını ve toplumu galeyana getirebilecek konuları yazarken daha özenli davranmasını tavsiye eder. Şiddeti değil, ona karşı yapılabilecekleri ve yapılanları öne çıkarmayı önerir. (http:// bit.ly/journo-baris) Bu elbette önemli ve dikkate alınması gereken bir fikir. Toplumun her kesiminin birbirini dinleyip anlayabileceği imkanları sağlamak ve şiddetin büyümesini istemeyenlere söz vermek, gazetecinin böyle bir zamanda görevleri ara-
sındadır elbette. Ancak bunu yaparken gerçeğin üstünü kapatmamaya da dikkat etmesi gerekir. Gazeteci sadece bu noktaya odaklanıp toplumun bir kesiminin hafızasında ciddi yaralara sebep olan olayları ‘huzur’ bahanesiyle kapatmaya çalışmamalı. KRİZİN RİSKLERİ Tüm bunların yanında kriz zamanlarının gazeteciler için oluşturduğu büyük riskleri de göz ardı etmemek ve gazetecilerin böyle zamanlarda daha büyük baskılar altında çalışmak zorunda kaldığını da unutmamak gerekiyor. Kriz zamanlarında hem toplum, hem de resmi kurumlar fazlasıyla hassas ve kimi zaman düşünmeden tepki verebilecek hâle gelirler. Bu koşullarda gazetecilerin gerçeği topluma ulaştırma çabası onları büyük bir riske sokabilir. Çünkü herkesin böyle hassas olduğu bir durumda gerçeklerden memnun olmayan veya bunun üstünün örtülmesini isteyen
kesimler de olacaktır. Her ne kadar ülkelerin yasaları ve uluslararası anlaşmalar kriz koşullarında gazetecilerin öncelikle korunması gereken gruplardan birisi olduğunu dile getirse de, gerçekte bunların işlediğini çok az görmekteyiz. Tüm bu riskleri alarak gerçekleri ulaştırmaya çalışan bir gazetecinin işini en iyi şekilde yapabilmesini sağlayacak koşulları oluşturma görevi de devletlere ve onlara bu konuda baskı yapabilecek sivil toplum kuruluşlarına düşmekte. Krizler gazetecilere ve onların vereceği doğru haberlere herkesin en çok ihtiyaç duyduğu zamanlardır. Böyle zamanlarda hem gazeteciler bu sorumluluklarını iyi bir şekilde anlayıp ona göre hareket etmeli, hem de devlet ve toplum onlara işlerini en iyi şekilde yapabilecekleri alanı sağlamalı. Eğer bu iki koşul da sağlanırsa gerçeklere ulaşmak ve kriz zamanlarını atlatmak herkes için çok daha kolay olur.
“TOPLUMUN HER KESIMININ BIRBIRINI DINLEYIP ANLAYABILECEĞI IMKANLARI SAĞLAMAK VE ŞIDDETIN BÜYÜMESINI ISTEMEYENLERE SÖZ VERMEK, GAZETECININ BÖYLE BIR ZAMANDA GÖREVLERI ARASINDADIR”
İNFOGRAFİK: ÇİÇEK TAHAOĞLU
24
25
26
GÖRÜŞ
Ankara katliamı ve nefretin sonuçları
Acının zaman aşımı olamaz
G GÜNAY ASLAN
FOTOĞRAFLAR: TÜMAY BERKIN
“Gözlerimizi acılarımıza kapatamayız. Gözlerimizi acılarımıza kaparsak eğer; köksüz ve ruhsuz bir ağaca döner, çürür gideriz…” Bir Afrika atasözünde böyle diyor; acılara göz yummanın insan ruhunu çürüteceğinden söz ediyor. Bütün dinlerin ve kurtuluş öğretilerinin üzerine gelecek, inşa ettikleri insanın acı hafızasından çıkmış bu söz elbette esaslı bir tecrübeye dayanıyor. Hayatın derinliklerinden çıkan bu tecrübe, insanca yaşamanın ve ruh sağlığını korumanın yolunu gösteriyor. Ayrıca bu söz, acının zamandan daha güçlü olduğu gerçeğinden hareket ediyor. Acının zamanaşımı olamayacağını söylüyor.
Gerçekte de öyle; acı, sonsuzluğa sahip canlı bir organizma gibi yaşamayı sürdürüyor. Acı; yaslı yüreklerde, yaralı bilinçlerde, söylencelerde, edebi metinlerde vd. çağlar boyu yaşıyor ve olur olmaz her yerde insanın karşısına çıkıyor. Dolayısıyla sağlıklı bir yaşam için acıyla yüzleşmek, kanayan yara her neyse onu iyileştirmek gerekiyor. HATIRLAMA EGZERSİZLERİ Öte yandan çağımız bunun için muazzam fırsatlar sunuyor. Bilgi ve iletişim çağı sayesinde şimdiye kadar bastırılmış acılar da harekete geçiyor. Acılı geçmiş küresel çağ ile birlikte önündeki engelleri aşmaya ve konuşmaya başlıyor. İletişimdeki baş döndürücü bu gelişmeler hatırlama
egzersizleri yapılmasına, hafızanın canlanmasına, tarihin tozlu arşivlerinde unutulmaya yüz tutmuş acılı olayların sorgulanmasına ve giderek yeni bir tarihin yazılmasına olanak sağlıyor. ACIYA SAYGI Küreselleşmenin etkisiyle ülkeler ve toplumlar arasındaki ilişkiler gibi, ülkelerin ve toplumların iç ilişkileri / etkileşimleri de giderek gelişiyor. Bu nedenle konuşmaktan ve hesaplaşmaktan kaçınmak eskisi gibi kolay olmuyor. Bu da ortak duyarlıklıklar ve ortak paydalar ekseninde bir arada yaşama iradesini güçlendiriyor. Bu sayede birbirinden farklı toplumlar; dini ve etnik gruplar karşılıklı etkileşim içinde birbirlerinin acı ve özlemlerini keşfediyor, birbirlerine dokunmaya, empati yapmaya, bu eksende ortak bir gelecek kurmaya çalışıyor. Küresel çağ kimseye bir başkasının yaşadığı soruna ve acıya sırtını dönme fırsatını vermiyor. İç ve dış göçler sayesinde ‘mülti-kültürel’ özellik kazanmış günümüz dünyasında bir arada barış içinde yaşamanın yolu her şeyden önce birbirinin acılarına saygılı olmaktan, onları paylaşmaktan, ortaklaştırmaktan ve kanayan yaraları birlikte sarmaktan geçiyor. Elbette çağımızın yükselen bu eğilimi geçmişinde insanlık karşıtı birçok suç barındıran Türkiye’yi de etkiliyor. Onun ötekileştiren, sevgi yerine nefreti yücelten egemen zihniyetini de sarsıyor. Gerçi sistem bulabildiği bütün yol ve yöntemlerle buna karşı direnmeye devam ediyor ancak, onun da bu toprakların acılı tarihini susturması artık mümkün
27
görünmüyor. HER TÜRDEN PARÇALANMIŞLIK Anadolu ve Mezopotamya konuşmaya, içindekileri bir bir kusmaya başlamış bulunuyor. Ermeni soykırımından Asuri-Süryani katliamına, Rum mübadelesinden Kürt meselesine, Dersim’den Çorum’a, Maraş’tan Madımak’a bu topraklarda olan biten her şey başını kaldırmış, ağzını açmış konuşuyor. Konuşmaya devam edeceğini ve bunun artık engellenemeyeceğini görmemiz gerekiyor. Ne var ki ve ne acı ki, uluslaşma süreci şurada kalsın toplumsallaşma sürecini bile tamamlayamamış, birbirine paralel toplumlardan oluşan bu ülke sistemin yarattığı derin siyasi kamplaşma ve kutuplaşma, geçmişte ve günümüzde yaşanan acıların sağlıklı bir biçimde konuşulmasına, paylaşılmasına ve bu temelde ortak duyarlılık yaratılmasına izin vermiyor. Derin bir kimlik ve kişilik parçalanması yaşayan; kamplaşan ve kutuplaşan Türkiye, insan olan herkesi sarsması gereken ortak acılar karşısında bile insani bir tutum sergileyemiyor. 10 Ekim’de Ankara’da gerçekleşen katliam bunun en son ve en çarpıcı örneği. Bu ülkenin her tür-
den parçalanmışlığı o kadar derin ki, memleketin ahalisi 10 Ekim günü Ankara’da ne olup bittiğinin farkına bile varamıyor. Kimlik ve kişilik parçalanmasının yerle bir ettiği toplumsal dinamikler ülke tarihinin bu en kanlı ve en alçakça saldırısı karşısında dahi tepkisiz ve ilgisiz kalabiliyor. Irkçı ve imhacı egemen sistemin bu ülkenin etnik, dini, mezhepsel, kültürel ve siyasi dinamikleri arasına ektiği nefret tohumları yüzünden bu ülkede ortak vicdanı harekete geçirmek ve ortak payda üretmek mümkün olmuyor. SESİNİ KESMESİ GEREKENLER… Her kesim kendi etnik, dini, mezhebi, kültürel ve siyasi kimliği içinde deyim yerindeyse tutsak haline getirildiği içindir ki, bu ülkede birbirinden farklı toplumlar birbirlerinin acı ve özlemlerine saygılı olmaya, birbirlerine dokunmaya, empati yapmaya ve bu eksende ortak bir gelecek kurmaya yanaşmıyor. Yaşadığımız acıların ve derin siyasi krizlerin altında bu gerçek yatıyor. Bunu aşacak, bütün toplumsal dinamikleri insan odaklı bir sistemin etrafında birleştirecek olan siyaset kurumuysa etrafına bayağılık ve
çürüme saçıyor. Çağı yakalayamamış siyaset dünyasında 10 Ekim’den bu yana zincirlerinden boşalmış bir suçlama ve anlamsız bir tartışma almış başını gidiyor. Karşılıklı suçlama ve tartışmalar gelinen aşamada insan onurunun ve yüreğinin kaldıramayacağı bir noktaya dayanmış da bulunuyor. 100’ü aşkın insanın hayatını kaybettiği, yüzlercesinin de yaralandığı katliam nedeniyle sesini kesmesi gerekenler, utanmadan ha bire konuşuyor. Özür dilemesi gerekenler, yavuz hırsız misali mağdurları suçluyor. Ne var ki bu ülke gibi onun egemen siyaset kurumu için de bir kaçış yolu artık mümkün görünmüyor. Ankara’daki acının bu ülkenin peşine düşeceğini; yüzleşme ve hesaplaşma gerçekleşene kadar da bundan vazgeçmeyeceğini görmek gerekiyor. Bu toprakların, sadece Ankara katliamını gerçekleştiren canilerin ve arkasındaki güçlerin değil, onları lanetlemekten ve hatta eleştirmekten ‘imtina’ edenlerin de yakasına yapışacağı günler geliyor. Gözlerini acılara kapattığı için çürüyen ve tükenen Türkiye, Ankara katliamının kendi topraklarında yaşandığını anladığı gün, gözlerini açacak ve çok şeyi değiştirecektir. O gün uzak değildir…
“HER KESIM KENDI KIMLIĞI IÇINDE TUTSAK HALINE GETIRILDIĞI IÇINDIR KI BU ÜLKEDE BIRBIRINDEN FARKLI TOPLUMLAR BIRBIRLERININ ACI VE ÖZLEMLERINE SAYGILI OLMAYA, BIRBIRLERINE DOKUNMAYA, EMPATI YAPMAYA VE BU EKSENDE ORTAK BIR GELECEK KURMAYA YANAŞMIYOR”
28
GÖRÜŞ
Elçi’ye zeval
İ
İRFAN AKTAN
İktidarın yalan ve hileler üzerinden üretildiği zamanların en güçlü mücadele aracı, hakikat elçiliğidir. Eğer devletin uygulamalarına karşı kamuoyu yaratmak istiyorsanız, olup-bitenleri olduğu gibi nakletmeniz yeterlidir. İnsanları her zaman hakikatler harekete geçirmez ama hakikati bilmek onlarda bir tutum, pozisyon oluşturur. Temel hak ve özgürlüklerin ihlâlinin asli dinamosu devlet ve onun baskı araçlarıdır. Elbette insan haklarını çeşitli gruplar, örgütler, cemaatler de ihlâl eder ama devlet, kendisi dışındaki organizasyonların yaptığı ihlâlleri de önlemekle mükelleftir. Gazeteci, teorik olarak şöyle basit bir işleve sahiptir: Herkesin gidip bizzat göremediği olayları gidip izlemek ve bunu herkese göstermek, okutmak, izletmek. Gazeteci, hakikatin elçiliğini yapar ve bu yüzden çoğunlukla zeval görür. Hakikatin aktarıcıları sadece gazeteciler değildir elbette. Tanıklar da, gördüklerini naklettikleri zaman birer hakikat elçileridir. Örneğin Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi. Katıldığı bir TV programında Elçi, PKK’nin terör örgütü olmadığını ifade etti. Elçi, PKK’nin en etkin olduğu bölgelerden birinde, ömrünü Diyarbakır’da insan hakları mücadelesi vererek geçiren bir avukat. “PKK terör örgütü değildir” sözü üzerine maruz kaldığı tehditler ve kovuşturma, mevcut iktidarın fabrika ayarlarını bir kez daha ortaya koydu. O ayarların kurulumu sanıldığı gibi AKP’nin iktidara geldiği 2002’de değil, 1923’te yapıldı ama meselemiz şimdilik bu değil. Yine
de vurgulamak gerekiyor ki Cumhuriyet tarihi, özellikle Kürt realitesini (veya hakikatini) gizleme, perdeleme tarihidir aynı zamanda. Buna karşın Kürt hareketinin tarihi de devletin yarattığı enkazın boyutlarını öncelikle Türkiye’nin batısına, daha sonra da tüm dünyaya gösterme çabasıdır. 1990’larda onlarca Kürt gazetecinin Kürdistan sokaklarında öldürülmesinin sebebi tam da bu çabayı berhava etmekti. KAYBETMEYİ KABULLENMEMEK Elçi’nin tehdit ve kovuşturma karşısındaki cesur ve onurlu duruşunun her şeyden önce ifade özgürlüğü mücadelesi yürütenler açısından gurur verici olduğunu belirtmek gerekiyor. AKP’nin ve devletin, Kürt meselesi konusundaki irkârcı tutumunu sürdürülebilir kılmasının en önemli aracı, kişilerin düşüncelerini, tanıklıklarını ifade etme hürriyetini hem yargı hem de linççi güruhların baskısıyla engellemekse, buna
karşı yürütülecek mücadele de bellidir: İfade hürriyetinin arkasında cesaretle, onurla durmak. Orwellyen bir Türkiye’yi tasarlayanlara karşı zaman zaman fısıldamak, homurdanmak, birbiriyle ‘irtibatı’ koparmamak, ‘haberleşmek’ bile hayati önem taşıyorken şunu unutmamalıyız: Bir düşünceyi ifade etmenin yasaklanmaya başlanması sırasında verilen mücadelenin bedeli, daha önce kaybedilmiş bir özgürlüğü geri kazanma mücadelesinin bedelinden çoğunlukla daha azdır. O yüzden bir hakkı, “elbet bizim de günümüz gelir” diyerek kaybetmeyi kabullenmek, ileriye çok çetin bir mücadele mecburiyetini bırakmaktan başka bir anlama gelmez. Tarih, direnmediği için kaybettiği hakları, daha sonra on yıllarca mücadele ettiği hâlde geri alamamışların hazin öyküleriyle doludur. ‘BEYAZ TOROS’LAR PKK’nin terör örgütü olmadığı dile getiren Tahir Elçi’ye yönelik basınç sadece bu
29
DİYARBAKIR BARO BAŞKANI TAHİR ELÇİ, BİR TELEVİZYON PROGRAMINDA SARF ETTİĞİ “PKK TERÖR ÖRGÜTÜ DEĞİLDİR” SÖZÜ ÜZERİNE TEHDİTLER ALDI VE KOVUŞTURMAYA UĞRADI.
isyanın kaynağını oluşturan milyonlarca Kürde yönelik bir gözdağı değil aynı zamanda gazetecilere, yazarlara, kanaatlerini kamuoyuyla paylaşma araçlarına sahip olan herkese yönelik bir tehdit olarak okunmalı. Bu gözdağı hamlelerini devlet ve AKP dahil tüm hükümetler zulüm politikalarıyla sürdürdü. Yüz binlerce Kürt, bu uğurda can verdi, hapis yattı, sürgünde yaşamak zorunda kaldı. PKK ve Kürt realitesini dile getirdiği için devletin şoförlük yaptığı Beyaz Toros’lar binlerce Kürt muhalifini kanlı göllere taşıdı. Şu anda devletin içinde bulunduğu kriz, yeni model ölüm araçlarının artık o kan gölünde ilerleyememesindendir. RIZA İMALATHANESİ Devletin veya iktidarın tartışmamızı istemediği sadece PKK değil, kendisinin müsebbip olduğu her şey! “Ya terör örgütü dersin ya da hapsi boylarsın” tehdidi, aslında hakikatten duyulan korkunun baskıyla kapatılması
çabasından ibaret. Tüm gazetecilerin, tanıkların, kanaat önderlerinin hep bir ağızdan (devletin ağzından) “PKK terör örgütüdür” dediğini düşünün. Hakikat değişecek mi? Değişti mi? Değişmedi ve değişmeyecek ama aslında esas soru bu değil. Zira hakikatin değişmesinin mümkün olmadığını devlet de biliyor. Esas hedeflenen, hakikati değiştirmek değil (hakikati değiştirmek için Kürt sorununu çözmek gerekir) sorumluyu gizlemek ve suskunluğa razı/ ikna etmek. ELÇİ’YLE DURMAK Görüneni değil, gösterileni ‘hakikat’ olarak algılamamızı istiyorlar. Bunun için yargının, polisin, her türlü zor aygıtının etkisini maksimum düzeyde kullanmaya çalışıyorlar. Siz bu baskı araçlarına bir kere razı oldunuz mu, rızanın imalathanesini kendi elinizle kurup devlete devretmiş olursunuz. İfade özgürlüğünü sınırlama kudretini kendinde gören bir iktidar, asla orada
durmakla yetinmez. Kürtlere yönelik basıncın sonuç alıcı olduğunu hissettiği anda başka muhaliflere yönelinmesi işin doğası gereğidir. Dikkat edilirse Kürt meselesine yaklaşım konusunda AKP ve devletten pek farklı bir perspektife sahip olmadığı hâlde İpek-Koza grubuna da ‘el atıldı’. 24 Temmuz’da, TSK’nın Kandil’e gerçekleştirdiği hava harekatıyla eşzamanlı olarak onlarca Kürt basın-yayın organına erişim yasaklanmıştı, o yasak devam ediyor. İzleyen süreçte Kürt gazetecilerin başına silah dayadılar. Hükümete yakın medyada manşetleri kabadayılar atar oldu. MİT’le veya benzer kurumlarla münasebeti olduğu düşünülen bazı kalemşörler tek tek gazetecileri hedef göstermeye başladı. Doğan Grubu’na, oradan Ahmet Hakan’a saldırdılar. Nihayet sıra İpek-Koza grubuna da geldi. Büyük olasılıkla zamanla hükümet yanlısı medya içinde de ayrışmalar ve tasfiyeler, birbirini hedef göstermeler başlayacak, hatta başladı bile. Mutlak iktidar, mutlak sessizliği gerektiriyor. Eğer siz, başkasının susturulmasına sessiz kalırsanız, aslında kendi susturuluşunuzun yolunu döşersiniz. Burada herkes kabul eder ki, ilk hedef Kürt gazetecilerdi. Tahir Elçi, bir TV kanalındaki ifadeleriyle şu anda sesi kıstırılan veya kıstırılacak olan herkese bir turnusol kağıdı açtı. O kağıda atacağınız imza, yarınınızı belirleyecek. Tahir Elçi’nin ifade hürriyetinin yanında durmaktan imtina ederseniz, kendinize yapılacak operasyonların pimini kendi elinizle çekmiş olursunuz. Zira Elçi’ye zevale sessiz kalmak, sözün taşıdığı hakikate sahip çıkmamaktır.
“İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNÜ SINIRLAMA KUDRETINI KENDINDE GÖREN BIR IKTIDAR, ASLA ORADA DURMAKLA YETINMEZ. KÜRTLERE YÖNELIK BASINCIN SONUÇ ALICI OLDUĞUNU HISSETTIĞI ANDA BAŞKA MUHALIFLERE YÖNELINMESI IŞIN DOĞASI GEREĞIDIR. DIKKAT EDILIRSE KÜRT MESELESINE YAKLAŞIM KONUSUNDA AKP VE DEVLETTEN FARKLI BIR PERSPEKTIFE SAHIP OLMADIĞI HÂLDE İPEKKOZA GRUBUNA DA EL ATILDI”
30
BULMACA / Hazırlayan: Anıl Onat Doruk
SOLDAN SAĞA 1) Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hedefi hâline gelen fotoğraftaki gazeteci - Gazetecilikte sayfa düzenlemesi, planı yapan kimse 2) Eski dilde bağırsaklar - Gerçeklik - Tıpta anüs yoluyla anlamında söz - Kaba baston 3) Para kazanmak için yapılan, kuralları belirlenmiş iş - Onay, onaylama - İkiyüzlülük 4) İki şeyi birbirinden ayıran uzaklık - Donuk renkli - Kamufle etmek - Eski dilde mavi 5) Lityum’un simgesi - Sonraya bırakma, erteleme - Bulmaya çalışmak - Diyarbakır’ın adı 6) Bir yağış şekli - Kısaca emek platformu - Tunus’un plaka imi - Meta - Kırışıklığı gidermeye yarayan araç 7) Hastanelerde, yatacak hastaların kayıt ve kabul edildikleri yer - İpek gibi düz ve parlak bir kumaşın üzerinde bulunan tel tel iplik - Bayındırlık 8) Eski bir Yunan uygarlığı - Kiloamper - Halk dilinde iki ve daha çok katlı ev - İlkel bir silah 9) İki ülke parasının karşılıklı değeri - Yazı ile bildirme - Bir şeyin niteliklerini övme - Çölden esen sıcak rüzgâr 10) Akıl - Oluşmak, ortaya çıkmak - Yiyecek bulamayan - Japonya’da bir kent 11) Demiryolu - Kötü, fena - Bebeklerin uyumasına yardımcı olmak için söylenen şarkı - Bir besin maddesi 12) Eski dilde eğri büğrü, çarpık - Epilepsi - “.... Derek’ ABD’li kadın oyuncu - İsyan eden 13) Gerginlik, tansiyon - Karadeniz yelkenlisi - Pembe maymun da denilen bir maymun türü 14) Atılım, hücum - Birine, ölen bir yakınından kalan mal mülk, para - Bir müzik türü - isim Barındırma 15) Patent - Rutubet - Cem Karaca’nın bir şarkısı 16) En kısa zaman süresi - Sınamak, tecrübe etmek - İskambilde birli 17) Deride mikroplu bir hastalık - Cennet bahçesi - Kısaca Türk Silahlı Kuvvetleri 18) Dolaylı anlatım - Yapım işleri - Parasal 19) Bir yapının damında çevresi, üstü açık yer - Erkek keçi - Tümör 20) Hayvanlarda besili olma durumu - Kaçak, kaçkın - Kars’ta eski harabeler YUKARIDAN AŞAĞIYA 1) “Hasan ....” Bir gazeteci adı - Gazeteden kesilen yazı - Gazetecilikte sayfa maketi hazırlamak için basılmış kağıt 2) Bir kıta adı - Bir görevde temelli olarak, asıl olarak - Çelik çomak oyunu 3) ABD Uzay merkezi - “Funda....” bir şarkıcı adı - Bir işten elde edilen iyi sonuç, fayda - Sivas’ın bir ilçesi 4) Yanardağ kayalıkları arasında bulunan bir feldspat türü - Japon imparatorlarına verilen unvan - Şikar 5) Canlı, doğup çoğalmak - Doğal - Alan topu 6) Hastalıktan yeni kurtulmuş zayıf ve hâlsiz olan kimsenin durumu - Erken - Küçük bir limon türü - Ün, şan 7) Rusçada evet - Bir kimseyi veya nesneyi niteleyen, karakteristik - Elemek anlamında kullanılan söz - Yüce, ulu 8) Dördüncü halife - Bir erkek adı - Kum falı 9) Dileyiş, dileme - Uzaklık işareti - Kuşku - “Meral....” bir gazeteci adı - Tantal’ın simgesi 10) Yağma - Kabaca evet - Bir şeyin özünü oluşturan ana öge - Antalya’nın bir ilçesi 11) Kabir - Bir şeyin içindeki gereksiz maddeleri tarak, tırmık vb. ile ayıklamak - Akdeniz bitki örtüsü 12) Bezginlik ve sızlanma anlatan bir söz - Gözlem - Bir yapım eki 13) Çift gövdeli tekne - Olumsuzluk veren önek - Kripton’un simgesi - Boru sesi 14) Genişlik - Boş ve yararsız, saçma - Değişim - Öğütülmüş tahıl 15) İnsanda ayağın yüksek olan üst bölümü - ABD Basketbol ligi - Askerlikle ilgili, askere özgü 16) Kemiklerin içindeki yağlı madde - Özerklik 17) Çevik - Bir nota - Avrupa Birliği 18) Eski dilde yayılma, genelleşme - Nazi hücum kıtası - İri bir papağan türü 19) ‘Alem’in seslileri - Çizgilerin, yüzeylerin, katı cisimlerin birbirleriyle kesiştikleri yer 20) Gazetecilikte sayfa sonuna ya da paragraf aralarına konan geometrik şekiller - Gündüz gösterimi
NOTLAR VII Dün Bedesten'de geri alınmaz şeyler sattım Mardinli bir ustaya Çırağına gizemli bir dille sesleniyordu Belki Süryanice Bir bakışla ölçtü değerini Gençliğimin: İlk armağanı evliliğimin, verdiğim ilk armağan Ve ilk çocuğumun doğduğu gün... Üç kadife kutu. Bir elmas iğne, bir çift koldüğmesi, Boş altın bir çerçeve... Annemin elleri, kocamın elimle nemlenen gömleği Ve kundağı kızımın... Altı kağıt para karşılığı Tezgâhın üzerinde kaldı.
İnce bir küf kokusu Sardığında tarhanayı Yanmış yağ ve nanenin soyluluğuna sığındım Ve bahşiş bekleyen ellerine Garsonların Utangaç gülücükler bıraktım. Ey ekmeğine uygun katık seçen Ellerim Hünerinizi çil bastı Aynalar yabancılıyor yansıttığımı Yoksulluğumdan hiç utanamadım.
Yüzümün kızarması, sinsi bir başağrısı Ve borcumun yarısını ödeyecek parayla Çıktım. Boğazımda ısmarlanmış çay burukluğu “Artık bunları yapmıyorlar” övgüsü ustanın Ve utancı anıları satmanın… Çarşı, bedesten, karanlık hanlar Bir gözyaşına dönüşecek küçük takılar… Dün Bedesten’de arkadaşsızlığı sattım. VIII Ey ekmeğin katığını ucuzlatan Akşam pazarları Patlak biberler ezik domatesler Ve eski büyük otellerin Ucuza iyi müzik dinlenen Akşam çayları Aynalı salonlar İkinize de konuk oldum Sarkarak eteğimden yoksulluğum.
7 EKIM GÜNÜ KAYBETTIĞIMIZ ŞAIR SENNUR SEZER’I SAYGIYLA ANIYORUZ.
YIL: 1 SAYI: 4 EYLÜL-EKİM 2015 TÜRKİYE GAZETECİLER SENDİKASI ADINA SAHİBİ VE SORUMLU YAZIİŞLERİ MÜDÜRÜ: UĞUR GÜÇ YAYIN YÖNETMENİ: MUSTAFA KULELİ YAYIN KOORDİNATÖRÜ: SARPHAN UZUNOĞLU GÖRSEL YÖNETMEN: UĞUR GÜÇ YAYIN DANIŞMANLARI: TUĞRUL ERYILMAZ - ESRA ARSAN KAPAK FOTOĞRAFI: ARİF AKDOĞAN REDAKSİYON: NİHAN BORA PHOTOSHOP: ÖZGÜR AYDOĞAN ADRES: TÜRKİYE GAZETECİLER SENDİKASI BASIN SARAYI KAT:2 CAĞALOĞLU / İSTANBUL TEL: +90 212 514 06 94 BASKI: EZGİ MATBAACILIK SANAYİ CAD. ALTAY SOK. NO:14 YENİBOSNA / İSTANBUL BASIN GAZETESİNİN ÜCRETSİZ EKİDİR. FRIEDRICH EBERT STIFTUNG DERNEĞİ TÜRKİYE TEMSİLCİLİĞİ TARAFINDAN DESTEKLENMEKTEDİR.