G20 GEZEGENİ - Bahadır Kaleağası

Page 1

Dr Bahadır Kaleağası

-1-


Dr Bahadır Kaleağası

-2-


Dr Bahadır Kaleağası

G20 GEZEGENİ D Ü NYA – AV RU P A - D EM O KRAS İ - İL ET İŞ İ M ÇAĞ I - T Ü RKİYE

BAHADIR KALEAĞASI

I

- ÇOK EKSENLİ DÜNYA GÜNEŞ UYGARLIĞI ULUSLARARASI İLİŞKİLER, YENİ EĞİLİMLER KRİZ DERSİNİN ÖĞRENCİLERİ G20 GEZEGENİ YÖRÜNGEDE TRANSATLANTİK İLİŞKİLER PEMBE ÇİN HİNDİSTAN KITASI GELECEĞİN KISA TARİHİ

II

- AVRUPA DEĞİŞİYOR AB İNŞAATI AVRUPA HALKLARI NE İSTER? KİM YÖNETİYOR AVRUPA’YI? AB’NİN SİYASAL FOTOĞRAFI AB 2020 STRATEJİSİ KOBİ TESTİ AVRUPA’NIN ENERJİSİ MAYIS 68 RUHU

III - BATIDAN YANSIMALAR ALMANYA SİSTEMİ FRANSA’NIN RUHU İNGİLTERE’DE GELENEK VE GELECEK İTALYA : ROMA-VENEDİK-BİZANS-İSTANBUL EKSENİ İSPANYA, AKDENİZ EKSENİ KUZEY AVRUPA VE EURO BELÇİKA LABORATUARI ORTA AVRUPA’NIN DÖNÜŞÜ

-3-


Dr Bahadır Kaleağası

IV - DEMOKRASİNİN SEYİR DEFTERİ GOTİK BİR RÜYA DEMOKRASİNİN 130 YILI VE 1 GÜNÜ DEMOKRATİK UYGARLIKLAR SEVİYESİ DEMOKRASİ MODELLERİ POLİTİKA GIRIGIRI SİYASAL LİDERLİĞİN KOORDİNATLARI KADIN TÜRKİYE TEK YOL BİLGİ TOPLUMU DEVRİMİ EĞİTİMLİ İNSANLAR ÜLKESİ YÜZBAŞI HİKMET VE DEMOKRASİNİN RUHU V

- TÜRKİYE’NİN AVRUPA EKSENİ TÜRKİYE’DE NELER OLUYOR? AB ÜYELİĞİ : NEDEN? NE ZAMAN? NASIL? 2010 KUŞAĞI VE AVRUPA AB CİNLERİ VE HURAFAELERİ AYRICALIKLI ORTAKLIK TUZAĞI VİZE : DIŞ POLİTİKA ÖNCELİĞİ TÜRKİYE DOSTLUĞU BANKA’NIN RAPORU BRÜKSEL UÇAKLARININ YOLCULARI KIBRIS’TA BİTMEYEN TANGO KARADENİZ EKSENİ

VI - İLETİŞİM ÇAĞI LOBİCİLİK NEDİR? NE DEĞİLDİR? ÖZEL SEKTÖR DEMOKRATİK TOPLUM B20 : İŞ DÜNYASI G20’DE TÜRKİYE MARKASI TÜRKİYE@AVRUPA.NET G20 MEGAPOLÜ İSTANBUL TURİSTİK SİYASET FUTBOL GEZEGENİ AVRUPA AŞKINA BİR YAZ GECESİ RÜYALARI

-4-


Dr Bahadır Kaleağası

G20 GEZEGENİ D Ü NYA, AV RU P A , D EM O KRAS İ, İLET İŞ İM ÇAĞ I V E T Ü RK İYE

Sakin bir ırmak gibi akıp gidiyor zaman. Bir belgeselin epik anlatımında çoğalıyor olaylar, insanlar, görüntüler, sesler... Kim bilir belki de galaksinin bir diğer köşesindeki ileri bir uygarlığın arşivlerine de kaydoluyorlar. Tarih belirliyor ve belirleniyor. Zaman ve mekân ikilisine egemen olmaya, yön vermeye çabalayan insanlar, kurumlar, şirketler, sivil örgütler, devletler, çıkar ortaklıkları, ülkü paydaşlıkları ve sınırlar ötesi iletişim ağları ile şekilleniyor bugünün gündemi ve yarının yol haritası. Bir yaz gecesi rüyalarında bazen geleceğin harabelerini görüyoruz, bazen gerçekleşecek hayaller tarihini. Büyükada, Eylül 2011

-5-


Dr Bahadır Kaleağası

GİRİŞ Kitabın birinci bölümünde 21. yüzyılda değişen Dünya var. Fırsatları ve sorunları ile küreselleşme var odakta. Bu çerçevede doğuyor G20 Gezegeni. Yirmi önde gelen ülke eşittir dünya nüfusunun yüzde üçte ikisi, dünya ekonomisinin yüzde doksanı. Çok sayıda eksenden oluşan bir uluslararası ilişkiler ortamı ve dış politika anlayışı gelişiyor. İkinci bölümde ise bu çerçevede değişen Avrupa ana konu. Siyaseti, ekonomisi ve kurumları ile Avrupa Birliği. Geleceğin inşasında AB2020 Stratejisi devreye giriyor. Euro krizi ötesinde . Euro krizinin AB’nin kurumsal yapısına etkisi önemli. AB ekonomik hükümet arayışı içinde. Belki de çok çemberli bir Avrupa var ufukta. Avrupa’nın bir demokrasi ve refah işbirliği modeli olarak başarısının devamı G20 Gezegeni’nin de yazgısını belirleyecek. Takip eden bölümde Avrupa ülkelerinden değişik örnekler ve analizler yansıyor, 21. yüzyıla ve Türkiye’ye. Avrupa’yı daha iyi anlama çabaları, seyahatler, anılar, tarih, ekonomi ve siyaset ile yumak içinde gelişiyor. Dördüncü bölümün odağında dünya, Avrupa ve Türkiye’de demokrasinin evrimi var. Daha demokrat ve özgür bir Türkiye’nin yörüngesi; siyasi liderlik, eğitim, kadın hakları ve bilgi toplumu boyutları ile 21. yüzyılda demokratik saygınlığın koordinatları. G20 Gezegeninde Türkiye için Avrupa ana eksen olmaya devam ediyor. . Ana esken fakat yegâne eksen değil. AB değişiyor, Türkiye değişiyor Bu yönde gerekli olan sinerjinin formülleri beşinci bölümün konusu. Lobicilik, Türkiye markası, İstanbul, uluslararası iletişim… İletişim çağı ile sona eriyor kitap. Bir önceki bölümlerin ışığında, Türkiye için yeni şeyler söylemek ve başarmak arayışı ile.

Dünya doğuyor. Apollo 11, Ay, Temmuz 1969

-6-


Dr Bahadır Kaleağası

I - ÇOK EKSENLİ DÜNYA Şimdiki zamana yoğunlaşmak. Güncel sorunlara odaklanmak. Kısa vadede çözüm yollarını saptamak ve gereğini yapmak. Şirket, devlet, dernek yönetirken başarıyı belirleyen bir yaklaşım bu. Bireysel boyutta, meslek veya aile yaşamında da çok önemli. Şimdiki zamana zihinsel ve eylemsel yoğunlaşma önemli. Geniş zamanı yaşamak Diğer yandan, her şimdiki zaman dilimi geçmiş ve gelecek zamanların sonsuzluğunda seyretmekte. Küresel ve stratejik çerçevenin bilincinde olmanın birçok artı değeri var. Bugünü anlamak ve güncel sorunları aşmak için başka boyutlarda da düşünebilmeli. Şimdiki zaman, geçmiş ve gelecek zamanlar ile birlikte yaşanabilmeli. Geniş zamanlar önemli.

GÜNEŞ UYGARLIĞI Yaşam yolumuzun ortasında, Karanlık bir ormanda buldum kendimi. Doğru yol kayıptı. Dante 1300’lerin başında tamamladığı (İlahi) Komedya başlıklı eserinde Cennet’ten Cehennem’e inişi bu mısralarla tanımlıyor. Tabii Karacoğlan’dan bir hatırlatma gerekebilir bu noktada: “Cehennem yerinde hiç ateş yoktur; herkes ateşini götürür”. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “ Otuzbeş Yaş” şiirinde olduğu gibi, Dünya gezegeni de yolun yarısında, 4,6 milyar yaşında. Bir o kadar daha yaşayacak, sonra Güneş soğuyacak, patlayacak. İlk çağ insanlarının sık sık ilahi kudreti aradığı, yaradılışın, yaşamın ve ötesinin sırlarını ararken yücelttiği, tanrılaştırdığı Güneş yok olacak, bugünkü bilimsel verilere göre. Bir metre küp hacminde bir kutu düşünün, ağzına kadar kum dolu. İçindeki kum tanelerinin toplamı evrende hesaplanabilen yıldız sayısına eşit: 10.000.000.000.000.000.000.000. Daha okunaklı bir şekilde şöyle ifade edilebilinir: evrende 100 milyar galaksi var (en az). Her birinde de ortalama 100’er milyar yıldız. Güneşimiz bunlardan biri. Bir kum tanesi. Dünya gezegeni ise, bir kum tanesi bile değil. Evrenin sonsuzluğunda bu kadar küçük kalan Dünya’nın üzerinde bu kadar zengin bir doğa ve karmaşık bir insanlık uygarlığı olması çok etkileyici. Nice olaylar, icatlar, savaşlar, ihtişamlar, felaketler, yıkımlar, yaratıcılıklar, ilerlemeler ve de milyarlarca yaşamlar geldi, geçmekte. Birçok canlı türü var oldu ve kayboldu 4,6 milyar boyunca. Küresel ısınma, buzullaşma, volkanik patlama gibi nedenlerle doğanın dengesi birçok kere değişti. Yaşam yenilendi, devam etti. Milyonlarca yıl yalnızca denizlerin içindeki yaşam türleri ikamet etti yeryüzünde. Daha sonra milyonlarca yıl dinozorlar hüküm sürdü; ta ki uzaydan büyük asteroitin yeryüzüne çarpması sonucunda soyları tükenene kadar. Memeliler bu sayede gelişebildi daha sonraki milyon yıllarda. İnsan türlerinin ortaya çıkması 4,6 milyar yıllık gezegen tarihinin yalnızca yüzde 0.15’lik bir bölümünü kapsıyor. Homo Sapiens ise 230 bin yıllık bir geçmişe sahip. Son buzul çağının bitmesi

-7-


Dr Bahadır Kaleağası

10 bin yıl önce, yazının gelişmesiyle başlayan tarih 6 bin yıllık. Elektrik 150, otomobil 110, televizyon 60, internet son 20 yıllık zaman dilimlerinde gelişti. Belki de insanlar daha önce de uygarlık kurdular ve yok oldular. Belki de batan uygarlıklar Atlantis ve Mû efsanelerinin dayandığı gerçek bir geçmiş zaman var. ‘Enerjiobur’ uygarlık İnsanlar binlerce yıl teknik bir ilerleme içinde olmadılar. İlk yontma taş aletlerle mikroçip arasında birkaç yüzbin yıl var. Uzun çağlar boyunca teknolojik ilerlemenin doğa üzerindeki etkileri yerel ve sınırlı kaldı. Sonra 19. yüzyılda Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da sanayi devrimi ile değişim olağanüstü hızlandı. Dünyanın ekonomik ve ekolojik dengeleri kökten değişti. Tarihin derinliklerinden 1850’lere kadar olan dönemde insanlığın enerji kaynakları tüketimindeki artış eğrisi çok düşük seviyelerde. İkinci Dünya Savaşı’na kadar uzanan yıllarda ise önce kömür, sonra petrol yükseliyor. Asıl dönüm noktası 1950. Savaş sonrası Batı’da tüketim toplumuna geçiş, bağımsızlaşan eski sömürgelerde patlayan kente göç ve kısmi ekonomik kalkınma ve de teknolojinin küreselleşmesi. Altmış yıl içinde kömür, petrol, doğal gaz, hidrolik ve nükleer enerji tüketiminde muazzam bir patlama kaydedildi. Yıllık miktarlar üçe, beşe, onbeşe katlandı. Son yüz yıl içinde dünya nüfusu beş kat, enerji tüketimi onsekiz kat arttı. İlerleyen uygarlık etobur olduğu kadar aynı zamanda enerjiobur.

Nükleer Hidrolik Güneş Rüzgâr Doğalgaz

Petrol

Kömür

İnsanlık tarihinde ilk defa 1950’li yıllarda doğanlar, yaşamları sona ermeden dünya nüfusunun ikiye katladığını gördüler. Yirminci yüzyılın başında dünyalıların yüzde 10’u kentlerde yaşamaktaydı. Nüfusu 1 milyonu geçen kent sayısı 1950’de 83, 2007’de 435 oldu. Dünya tarihinde ilk defa nüfusun yarıdan fazlası kırsal alanda değil.

-8-


Dr Bahadır Kaleağası

EN KALABALIK ÜÇ ÜLKE 2011

2050

ÇİN

1,35 milyar

Hindistan

1,69 milyar

Hindistan

1,25 milyar

Çin

1,31 milyar

ABD

313 milyon

Nijerya

433 milyon

DÜNYA NÜFUSUNUN KITALARA DAĞILIMI (%)

Asya Afrika Amerikalar Avrupa Okyanusya

2011 60,4 15,0 13,5 10,6 0,5

2050 55,2 24,0 12,7 7,5 0,6

TOPLAM

100,0

100,0

Aslında kent yaşamı enerji tasarrufu açısından verimli olabilir. Fakat düzensiz kentleşme her yerde farklı derecelerde bir sorun. Mumbai, Kahire, São Paulo, Nairobi, Pekin, İstanbul, Moskova, Madrid veya Paris gibi farklı kentlerin karmaşık sorun yumakları var. Kaldı ki, 1 milyardan fazla insan gecekondu ile çöplük arasında tanımlanabilecek alanlarda yaşıyor. Ayrıca iki milyar insan elektriksiz. Evlerinde priz yok. Elektrik faturası ödemiyorlar. KALKINMIŞ VE KALKINAN ÜLKELER ARASINDA NÜFUS YAPISI UÇURUMU : YAŞ PİRAMİTLERİ ( x1000 )

Belçika (nüfus : 8,5 milyon)

Hindistan (nüfus : 1,2 milyar)

H2O Eski zamanlarda olduğu gibi, hala elektriğin sağladığı kolaylıklardan ve refahtan yoksun yaşanabiliyor. Fakat 4,6 milyar yıllık Dünya tarihinde susuz yaşam mümkün olmamış. Bugün ne yazık ki 1,3 milyar insan günlük temiz su tedariki güvencesine sahip değil. Her yıl çoğu çocuk beş milyon insan suya dayalı hastalıklardan ölüyor. Büyük olasılıkla 4,4 milyar yıl önce uzaydan düşen meteoritlerle gelen yaşam iksiri su aslında yeryüzünde çok az bulunan bir madde. Belçika (nüfus : 8,5 milyon)

Hindistan (nüfus : 1,2 milyar)

-9-


Dr Bahadır Kaleağası

Uzaydan bakınca yeryüzüne hâkim olan mavilik yalnızca yüzeyde. Gezegenin toplam kütlesinin yüzde 0,2’si su. Bunun da ancak yüzde 0,3’ü insan tarafından kullanılabilinir bir kaynak. Tüketimin çoğu içme suyu değil. Yüzde 70’i tarıma, yüzde 20’si sanayiye gidiyor. Bir kilo buğday için bin litre, bir bilgisayar çipi için otuz litre tatlı su gerekmekte. Kişi başına tüketim her ülkede farklı: ABD’de 2.500 m3, Fransa’da 1.900, Çin’de 700. Bu artık günümüzde dünyayı anlamak ve yeni siyasetler üretmek için gerekli bir gösterge: “su izi”. Mars’ta suyun belirtilerini ararken, Dünya’daki kaynakları temiz korumak kaygısı giderek artmakta. Dünyada günlük suya ulaşma sorunu olanların sayısı 2011’de 1 milyarı geçmişti. Suya erişim nedeni ile temizlik sorunu olanlar ise 2,6 milyardı. Her yıl milyonlarca çocuk temiz su sorunu yüzünden ölüyor. Büyük çoğunluğu Asya’da ve Afrika’da olan dev bir insanlık kitlesi insanlık dışı koşullarda yaşıyor. Birleşmiş Milletler araştırmalarına göre 2050 yılında dünya nüfusunun yarısının temel su sorunu olacak. Ortada toplumsal, ekonomik, teknolojik ve siyasal bir kriz var. Su yüzünden 1950’den beri 507 silahlı çatışma çıktı. En önemlisi, su ile birlikte dünyanın canlı türleri de yok oluyor, ormanlar seyrekleşiyor, arılar azalıyor, doğa kuruyor. Doğal kaynaklarına ve yağış miktarına bakıldığında Türkiye su yoksulu bir ülke ve durum daha da kötüleşmekte. Temiz içme suyu, sanayinin suyu arıtması, yenilenebilir su teknolojilerine yatırım gibi konularda Türkiye de önemli atılımlar yapmak zorunda. Avrupa Birliği süreci bu yönde olumlu etkide bulunur. Yeter ki siyasetçiler geniş zamanda düşünebilen, şimdiki zamanda çözüm getirebilen bilgelikte olsunlar. Karbon izi Dünya bir alışveriş merkezi. İnsanlar daha çeşitli yiyor, içiyor, tüketiyor, geziyor. Son yıllarda UNDP gibi uluslararası kuruluşların da katkısıyla açlık ve kıtlık sorunlarının çözümünde ilerleme var. Fakat yiyecek üretimi, tarlaları ve hayvancılığı ile doğayı yıpratmakta. Çünkü dünya tüketirken karbondioksit harcıyor, iklim ısınıyor, doğanın dengesi bozuluyor. Son yirmi yılda dünyanın gelir seviyesi yüzde 50, uluslararası ulaştırma trafiği ise yüzde 170 arttı. Taşıtların enerji kaynağı yüzde 98 petrol. Günlük ürünlerin maliyetinde ulaştırmanın payı en fazla yüzde iki. Dolayısıyla, ekonomik değil ekolojik bir maliyet ön planda. Bir kap yoğurttan, cep telefonuna her ürünün yapısında birçok ülkeden katkı bulunuyor. Binlerce kilometre ve tonlarca karbondioksit söz konusu. Bir hevenk muzdan, kot pantolona her ürünün atmosferde bıraktığı bir “karbon izi” var. İnsanlar ise zaten evlerinde, kentlerinde, seyahatlerinde ve tüketimlerinde gelecek kuşaklara kirli hava borcu devretmekteler. Sorunlar iç içe. Bir taraftan zengin ülkeler kendi tarım ve hayvancılık sektörlerine verdikleri maddi destekle daha pahalı ürünler tüketiyor. Bu yüzden, kalkınmakta olan ülkeler çok daha ucuz olan ürünlerini ihraçta zorlanıyor. Diğer taraftan, dünya ticareti artınca, atmosferin ısısı yükseliyor. Zaten uçak kargosunda son elli yılda 75 kat artış var. Havayolu taşımacılığı denizyoluna göre 60 kere daha fazla karbondioksit yaymakta. Sera etkisi yaratan gaz yayımında uluslararası trafiğin payı yüzde 25. Kentlerdeki otomobillilerin de katkısı aynı oranda. Ciğerler zehirleniyor her gün. 2020 yılına kadar dünyadaki otomobil sayısı 10 milyarı aşacak. Petrol ise hızla tükenmekte. İnsanlığın beslenme biçiminde önemli bir yeri olan hayvancılık sera etkisini tetikleyen metan gazı, pirinç ise önemli bir karbondioksit kaynağı.

- 10 -


Dr Bahadır Kaleağası

Sonuçta, daha çok tüketim, üretim ve borçlanma üçgeni belirdi. Artan tüketim daha çok plastik, daha çok hammadde, daha çok petrol ve kirlilik sorunlarına dönüştü. Giderek daha çok tüketen ABD, Avrupa, Japonya gibi “Batı” toplumları, daha çok üreten Çin ve Hindistan gibi yükselen ekonomilere hem daha çok yatırım yaptılar, hem de daha çok ithalata başladılar. Bu arada da daha çok borçlandılar. Artan üretim ile birlikte yeni yükselen ekonomiler de daha çok tüketmeye başladı. Sonuçta hem finansal piyasalar, hem de atmosfer eşzamanlı bir zehirlenme girdabına girdi. Dünya ekonomisinin 2009 sonbaharında içine düştüğü kriz girdabında, başta ABD, AB ve Japonya ve hızla kalkınan ve kirleten Çin, Hindistan Rusya, Brezilya ve Meksika gibi ülkelerin gündeminde şimdiki zamandan geniş zamana yayılan asıl önemli konu da bu: küresel iklim değişikliği. Küresel uygarlık krizi Bilinen insanlık uygarlığı çok yeni. Çok çabuk da yok olabilir. Bugün hep kalıcı varsayılan insanlığın izleri de kısa sürede silinir gider. Örneğin insanlık yaşamı aniden son bulsa, New York metrosu iki günde sular altında kalır, Panama Kanalı yirmi yılda toprakla dolar, Venedik palazzoları ve Hollanda kıyıları hemen batar. Birkaç yüzyılda kentler yeni bir doğa örtüsünün altında kalır. Birkaç on bin yıl gibi kısa bir sürede ise ancak ileri teknolojiye sahip arkeologların alanına dönüşüverir şimdiki insanlığın kentleri, fabrikaları, fiber optik ağları. Belki yeni bir uygarlığın, belki de başka bir gezegenden arkeologların ve antropologların. Tabii insanlığın gelecek yüzbin yıllara bırakacağı kalıcı bir miras var: plastik, kimyasal ve zehirli atıklar, çöpler. Bir de halen evrende sonsuz bir yolculuk içinde olan şimdiye kadar ki tüm radyo ve televizyon yayınlarının dalgaları; uygarlığımızın uzayda seyir halindeki sesleri ve görüntüleri... Yüz milyarlarca yıldız sisteminden neden şimdiye kadar başka bir uygarlıkla temas gerçekleşmedi? Belki de başka gezegenliler Dünya’yı gözetliyor, farkında değiliz. Bir teoriye göre ise, uygarlıkların galaktik seyahat teknolojisi üretmeye ömürleri yetmiyor. Yükseliyorlar ve bir süre içinde kendilerini yok etme eğilimleri baskın çıkıyor. Dünya gezegeninde de insanlık için durum kötü fakat çözüm yolları var. Cehenneme inmeye gerek yok. Her şeyden önce sorunların teşhisi, toplumsal bilinç, sivil toplumsal hareketlilik ve siyasal sorumluluk boyutlarında son yıllarda büyük atılımlar gerçekleşti. Küresel sorunlar karşısında uluslararası ortak çözüm yolları gelişmekte. Daha temiz ve etkin enerji teknolojileri insanlık uygarlığını bekleyen yeni devrim evresi olacak. Bireylerin tüketim davranışlarının değişmesi ise belirleyici bir etken. Suyu, havayı, ormanları, çocukları ve tüm canlıları koruyanlar sonuçta insanlar. Diğer bir deyişle, vatandaşlar ve devletleri…

- 11 -


Dr Bahadır Kaleağası

DÜNYADA AÇ NÜFUS

ULUSLARARASI İLİŞ KİLER, YENİ EĞİLİM LER Tarihte önemli küresel etki artışı dönemleri yaşandı. Çoğu ekonomik hedeflere askeri araçlarla ulaşmanın bir sonucuydu. İskender’den Roma ve Osmanlı’ya, Napolyon’dan denizler ötesi sömürgelere imparatorluklar tarihine bu açıdan yaklaşmak olası. Özellikle ondokuzuncu19. yüzyılın ikinci yarısında savaşlar nispeten azaldı, dünya ticareti gelişti. Sanayi, devrimi, tren, buharlı gemiler, telgraf ve elektrik ile desteklenen bir küresel hareketlilik dönemi yaşandı. Yirminci yüzyılla birlikte, iç siyasal ve toplumsal koşullar sertleşti, uluslararası ortam gerginleşti. Dünya üzerinde ekonomik pasta paylaşımında zorlayıcı bir dönem başlamıştı. Ülkeler arası ticaret anlaşmaları yerlerini korumacılığa, hammadde kaynaklarına artan talebe ve yeni enerji kaynağı petrol peşinde birbiriyle çelişen askeri ihtiraslara bırakmıştı. Küresel ekonomik çıkar çatışmaları bir Dünya Savaşı doğurdu. Arkasından toparlanmakta zorlanan uluslararası ortam önce bir küresel ekonomik kriz, sonra bir dünya savaşı daha ve de bir adet de soğuk savaş üretti. Yerel ile küreselin etkileşimi negatif enerjiye dönüşmüştü. Küresel hareketlilik son yirmi yılda olumlulukların baskın çıktığı, fakat olumsuzluklar da üretebilen diyalektik bir evrim içinde. Çok eksenli dünyaya uyum sürecindeki Türk dış politikasının ana yörüngesi karmaşık: Balkanlar’dan Orta Doğu ve Orta Asya’ya uzanan Avrasya eksenindeki bölgesel etki alanları söz konusu. Buna ek olarakAB hedefi, Transatlantik ilişkiler ve G20 arasında bütünsel bir analitik ve eylemsel yaklaşımı sürekli geliştirmek ve yenilemek sınavı var. Türkiye açısından da, birer seçmen, vergi mükellefi ve tüketici olarak vatandaşların ve ayrıca şirketlerin, sivil toplum kuruluşlarının, hükümetin ve muhalefetin gelecek perspektiflerini ilgilendiren yeni bir dünya şekillenmekte: 1. Bilgi ve doğa toplumu Bilgi çağı sürekli bir devrim içinde. Ülkeler ve insanlar arası ilişkiler siyasal ve fiziksel sınırları aşıyor.Yeni binyılın ilk on yılında ülkeler arasındaki ticaret hacmi ikiye katlandı. Sadece giysi, demir, televizyon, ilaç, oyuncak gibi ürünlerde değil. Aynı zamanda bilgisayar yazılımı, muhasebe yönetimi, bankacılık hizmetleri gibi ürünlerde de. Uluslararası sermaye yılda 1,5 trilyon dolara ulaşan bir hacimle dolaşıyor dünyayı. Turistler, akademisyenler, gazeteciler, girişimciler, şirket yöneticileri, sivil toplum temsilcileri, mevsimlik işçiler, bürokratlar, sporcular ve çeşitli nitelikteki

- 12 -


Dr Bahadır Kaleağası

göçmenlerin gezegen üzerindeki hareketliliğinde de muazzam bir artış var. Teknoloji toplum ve siyaseti değiştiriyor. Dünyada en hızlı, yaygın ve serbest dolaşan ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal etkenin bilgi olduğu çağdayız. İnternet, medya ve sosyal medya sayesinde bilgi insanlara daha hızlı, daha doğrudan ve daha karşılıklı etkileşim içinde ulaşıyor. Bilgi çağı ABD demokrasisinden, Çin otoriter rejimine, Avrupa’daki sosyal çalkantılardan ve Orta Doğu diktatörlüklerine her siyasal ortamda yepyeni değişimleri tetikliyor. Ülkeler, şirketler ve insanlar arasındaki rekabet ortamını nispeten eşitliyor. Bilgi teknolojileri günlük yaşamın her boyutuna nüfuz etmiş durumda: ticaret, güvenlik, eğitim, sağlık, eğlence, arkadaşlık... E-devlet ve edemokrasi derken yeni devlet-vatandaş-sivil toplum-özel sektör yapıları şekilleniyor. Demokrasi yenileniyor. Bu arada devrim devam ediyor. Ar-ge ve innovasyon politikaları uluslararası rekabetin temel direkleri. Önümüzdeki yıllarda dünyada ABD, Çin, Avrupa, Japonya ve diğer ülkeler arasındaki dengeleri belirleyecek yeni “silahlar” var: elektrikli motor, uzay teknolojileri, güneş enerjisi, nanoteknolojiler, kanser ilaçları, tarım teknikleri, yeni uçaklar, gemiler, hızlı trenler, cep telefonu temelli mobil uygulamalar ve de… Ve de bugünden öngörülemeyen yeni icatlar… 2. Yeni bir devrime doğru: temiz enerji teknolojileri.

Uluslar ve kıtalar arası internet trafiği – 2010 Küreselleşmenin 21. yüzyıl haritası

Dünya enerji coğrafyası uluslararası politikanın en önemli belirleyici etkeni olmaya devam etmekte. Batı dünyasının Rusya, İran, Irak, Venezüella gibi ülkelerle ilişkilerinde bu durum son derece berrak. Ekonomi için, askeri güç için, seçmenlerin refahı için hep daha çok enerji gerekli. Petrol ve doğal gaz fiyatları, uranyum kaynakları ve yenilenebilir enerji teknolojileri ülkelerin uluslararası ilişkiler stratejileri açısından çok önemli konular. Fakat bunların da ötesinde, iklim değişikliği sorunu, küreselleşmenin olumsuz bir göstergesi. Hava kirliliğinin, karbondioksit yayımının ve küresel ısınmanın olumsuz etkileri sınırlarda pasaport göstermeksizin ve gümrük vergisi ödemeden tüm gezegeni sarmakta. Ekonomik kalkınma ekolojik dengeleri zorlar hale geldi. İnsanlık yepyeni enerji teknolojileri üretmeden aşamayacağı bir uygarlık sınırına dayandı. İklim değişikliğine karşı politikaların uluslararası ilişkilerde belirleyici bir alan haline gelmesi ile eşzamanlı olarak iç siyaset ve toplumların geleceğini de bu alandaki ilerlemelerle şekillenecek. Kentsel düzenlemelerden tarıma sektörüne uzanan bir yelpazede insanlığın yaşam stilleri yenileniyor. 3. Küreselleşmenin olususzlukları: virüsler ve yoksulluk Virüsler de küresel ortamda daha hızlı dolaşabiliyor: biyolojik, dijital, finansal ve terörist virüsler. Virüsler için de küresel hareket alanı genişledi. Biyolojik virüslerin Avrupa’da bile geniş çapta salgınlara neden olması tehlikesine karşı stratejiler tartışılmakta. Geçmiş çağların tarihin akışını değiştiren veba salgınlarına dair toplumsal bellek tazelenmekte. Diğer yandan, bilgisayar virüslerinin interneti ve dolayısıyla ekonomi ve günlük yaşamı sekteye uğratabilmesi riski ise, yalnızca bir kurgu-bilim senaryosu olarak algılanmamakta artık. Dünyada daha hızlı ve serbest dolaşan yalnızca üretim etkenleri ve bilgi değil. Yanlış veya çarpıtıcı bilgilendirme de hızla yayılabilmekte. Küresel hareketlilik aynı zamanda suç örgütlerinin, uyuşturucunun, terörün, kaçak silahın, insan tacirlerinin, kara paranın, karbondioksitin ve batık finansal ürünlerin de

- 13 -


Dr Bahadır Kaleağası

uluslararası etki alanını genişletmekte. Finansal virüsler ise dünya ekonomisinde kronik hastalıklara neden olmakta. Kalkınmış ülkelerin borçları, kalkınmakta olan ülkelerin gelir dağılımı bozuklukları, bankacılık sistemin yapısallaşan sorunları, demokrasilerin sosyal politika ile vergi politikaları arasında tıkanmaları, diktatörlüklerin yolsuzluk transferleri ve savaşların maliyeti, finansal kriz dalgalarının küresel hareketini kolaylaştırıyor. Tüm bunların ötesinde, küresel yoksulluk önlenemiyor. Birleşmiş Milletlerin kalkınma programı UNDP’nin 2011 verileri berrak, işaret ettikleri tablo bulanık: Dünya insanlarının en az yüzde 80’i günde 10 dolar altında bir gelirle yaşıyor. Dünya nüfusunun yarısının günlük yaşam gideri ise 1 doların altında. Bu durum fiilen insanlar üzerinde sadece maddi şiddet değil, aynı zamanda manevi teröre dönüşüyor. Diğer yandan dünya nüfusunun en zengin yüzde 20 oranındaki bölümü, toplam gelirin yüzde 75’ine sahip. En fakir yüzde 40 ise, küresel gelirin yüzde 5’i ile yaşamaya çabalıyor. Hergün 22.000 çocuk (evet, yirmi-iki-bin!) yoksulluk nedeni ile ölüyor. Sağlıksız yaşayanlar, temiz su bulamayanlar ve okula gidemeyenlerle tablo iyice kararıyor. İnsanlık 20. yüzyıla girerken 1 milyarda fazla kişi okuma-yazma bilmiyordu. Dünya silah giderlerinin yüzde biri kadar bir finansman ile tüm dünya çocuklarını okula göndermek mümkün! 4.Yerelleşme. Toplumların uluslararası açılımlarıyla yerel toplumsal bilinç de ilerliyor. Demokrasi olsun olmasın, dünyanın her köşesinde insanlar yerel ölçekteki sorunları, hakları ve gelecek projeleriyle daha fazla ilgililer. Küreselleşme yerelliği zayıflatmıyor. Aksine bölgesel, ulusal ve uluslararası boyutlarda karşılıklı etkileşim kanallarıyla güçlendiriyor. Bu etkileşim daha çok ekonomik açılım, coğrafi hareketlilik, teknoloji ve bilgiyle şekilleniyor. Bugün Besni’de, Pleasant Hill’de, Xian’da veya Ushuaia’da, dünyanın farklı köşelerinde yaşayan insanlar, çocuklar, çalışanlar arasında birçok ortak ilgi alanı, ortak ürün, ortak algılama var. Dünyanın her yerinden insanların, kurumların, şirketlerin birbiriyle alışveriş, iş ortaklığı, e-posta, iletişim sitesi, sanal âlem oyunları, bilgi, müzik, görüntü paylaşımı içinde olduğu yeni bir dünya coğrafyası belirdi son on yıl içinde. Her ölçekteki ülkeden, kentten kasabadan dünya üzerinde iletişim kanalları geliştirmek, ekonomik girişimde bulunmak daha kolay. Paralel olarak gelişen diğer bir eğilim “yerel ekonomi”. İnsanların yakın çevrelerindeki üretime öncelik verme eğilimi. Özellikle büyük ve dünyaya açık yerlerde bu yönde bir evrim de gözlemlenmekte. Örneğin New York mağazalarındaki veya marketlerinde bazı ürünlerde dikkat çeken “yerel olarak üretilmiş” ibaresi. Yerel ekonomi aynı zamanda daha az ulaştırma demek. Böylece, daha iyi bir “düşük karbonlu ekonomi” için de desteklenen bir 21. yüzyıl eğilimi söz konusu. 5. Uluslar ötesi siyasetler. Ateşin düştüğünde yaktığı yer artık gezegenin bütünü. Son yüzyılın en önemli ekonomik krizi ile bu gerçek iyi anlaşıldı. Ekonomik karşılıklı bağımlılık hatları tüm dünyayı birlikte kazandırıyor veya batırıyor. Herkes birbirinin müşterisi, tedarikçisi, finansörü, işvereni, çalışanı, borçlusu ve alacaklısı. ABD gibi dünya ekonomisinin en önemli gücü hastalanınca, geri kalan ülkeler de kapıyor aynı virüsü. Salgın önlenemiyor. Tedavi küresel bir yaklaşım gerektiriyor. Bu durumun belki de tek olumlu yanı, ekonomik krizlerin artık ülkeler arası çıkar çatışması ve savaş üretmesi olasılığının azalmış olması. Avrupa Birliği’nin varoluş gerekçeleri arasında, sınırlar ötesi ortak sorunlar ve çıkarlara yönelik ortak politikalar ve uygulamalar var. Dünya ölçeğinde de esnek bir yaklaşımla küresel yönetim araçlarının düşünülmesi aşamasına gelindi. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kendi alanında zaman zaman etkili olabilen sınırlı bir role sahip. Askeri ittifak olarak NATO aktif olmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler düzeyindeki İklim Değişikliği gibi

- 14 -


Dr Bahadır Kaleağası

konferanslardan, Dünya Ticaret Örgütü’ne ve Güney Doğu Asya’da ASEAN, Güney Amerika’da MERCOSUR gibi bölgesel ortak pazar girişimlerine uzanan farklı siyasal yapılanmalar var. G20 ise dünya siyasetleri oluşturmada ana ekseni oluşturmaya aday. Ortak sorun ve çıkar alanları çeşitli: iklim değişikliği, uluslararası mali sistem, dünya ticareti, yoksullukla mücadele, teröre karşı işbirliği, kamu sağlığı, enerji, ulaştırma ve iletişim ağları… 6. Küresel ulus devlet. Uluslar ötesi işbirliği, ortak hareket ve politikaları oluşturan sistemlerde esas aktörler ulus devletler olmaya devam ediyor. Ülkeler giderek birbirleri ile daha eşit ilişkiler geliştirme fırsatına kavuşuyorlar. Sömürgecilik döneminin olumsuz dalgaları daha da dağıldı. Soğuk savaş dönemindeki süper güçlerin himayesi de artık söz konusu değil. Doğal kaynaklar, finans, teknoloji ve demokratik model olmak gibi çeşitli güç kaynakları ülkelerin bölgesel ve uluslararası güç derecelerini belirliyor. Bu eğilimlerin odağında ulus devlet var. Bu devletlerin kimi Batı demokrasisi, kimi otoriter rejimler. Kiminde ulus kavramı güçlü, kiminde 20. yüzyıldan miras sınırların zorlaması bir ulusal kimlik inşası sürmekte. Ülkelerin dünya sahnesindeki duruşunu esas olarak ulusal gündem belirliyor. Bu küresel gündem ile bir çelişki değil. Ulusal öncelikler ile küresel sorunlar giderek bütünleşiyor. Özellikle kalkınmış ülkelerde son yirmi yılda siyaset dünyasında ön plana çıkan bir başarı ölçütü var: küresel rekabet gücü. Uluslararası hareketlilik ve artan karşılıklı bağımlılık ortamında ülkeler arasında rekabet arttı. Ekonomik, siyasal, kültürel, her alanda demokratik toplumlar hükümetlerinden dünyada daha güçlü olmalarını sağlayacak hizmetleri talep etmekte. Bu nedenle insan sermayesine yatırım, doğal kaynakları iyi değerlendirmek, ülkenin marka değeri gibi konular siyaset dünyası için önemli. Ulusal ile uluslararası boyutların Dünya sosyal medya yoğunluğu örneği. Facebook 2010 yoğun karşılıklı etkileşim içinde olduğu bir demokratik dünya Toplumların sanal âlemdeki sınırlar ötesi coğrafyası anlayışı pekişmekte. 7. Demokrasi dalgaları ABD başkanlarının ekonomi ve dış siyasette hareket alanlarının belli sınırları vardır. Fakat 21. yüzyılın değişim dalgalarına karşı çatırdayan Washington’un siyasal duvarları, önce Irak savaşı, sonra da ekonomik krizin açtığı gediklerle çöktü. Obama ile ABD ve Dünya’ya taze bir umut havası geldi. Kaçınılmaz ve sürekli olan değişim ABD’ye birkaç yıllık gecikmenin tetiklediği basınçla, daha beklenmedik bir şekilde geldi. Dünyada yarattığı olumlu psikolojik atmosfer de aynı oranda daha heyecan ve umut yüklü oldu. 2008 ABD seçimleri dünya halklarının küreselleşmenin içselleşmesini en güçlü hissettikleri bir dönüm noktası oldu. Obama yönetiminin daha sonra yaşadığı sıkıntılar, krizler ve hayal kırıklıklarına rağmen, dünyaya değişim cüreti virüsü bulaştı bir kere. Obama daha başkan aday adayı iken kendisine göre daha tanınmış, etkili ve finansal destek sahibi rakiplerini geçmesinde internet kanalları ile örgütlenmenin rolü

- 15 -


Dr Bahadır Kaleağası

önemliydi. Hızla gelişen teknoloji demokrasi tarihine de yön verebiliyor. Arap Baharı’nda olduğu gibi, kitlelerin ortak gücünü bir başkaldırı ağına dönüştüren sosyal medya artık tarihin akışında önemli bir etken. Başka bir boyutta e-demokrasi var. Örneğin ABD’de resmi giderler. Ne, nereden, neden satın alınmış? Devletin bombadan tuvalet kâğıdına tüm satın alımlarının internet üzerinden tüm vatandaşların bilgisine sunulması. Veya İzlanda’da 2011 yılında internet ortamında tüm vatandaşlara açık Anayasa taslağı hazırlama girişimi. Demokrasi bir yönetim biçimi olarak özgürlükler, hukuk devleti, güvenlik ve etkin liderlik beklentileri arasında evrimine devam ediyor. Bazı ülkelerde ise, zaman zaman otoriter demokrasi eğilimleri pekişiyor, demokratik ilkeleri zorluyor. Kiminde seçilmiş merkezin, iktidarını kendi siyasal merkezinde güç yoğunlaşması için seferber etmesi gözlemleniyor. Fransa’dan Rusya’ya, Venezüella’dan Türkiye’ye çok farklı siyasal vakalar oluşuyor. Kiminde Çin’deki model cazip görülüyor. Tek partili, otoriter bir siyasal merkez. Kendi içinde siyasal liderliğini belli aralıklarla sürekli yeniliyor. “Uyumlu toplum” ülküsü için halkı için en iyi olanı düşündüğünü savunuyor. Halkın içinden çıkan ve yetenekleri ile yükselen geniş tabanlı bir liderlik piramidi modeli savı gelişiyor böylece. Demokrasi aynı zamanda “meritokrasi” ile (yetenek temelli yönetim) “mediokrasi” (vasat, ortalama kişilerin yükseldiği yönetim) arasında dalgalı bir evrime devam ediyor. 8. “Transatlantik Ortaklık” devam ediyor. AB ve ABD arasındaki ekonomik ilişkiler hâlihazırda küresel düzenin temel direğini oluşturmakta. Eskisi kadar olmasa da, eğilimler Asya’nın yükselişini teyit etse de, hala en önemli ekonomik ve siyasal eksen söz konusu. Her gün Atlantik Okyanusu’nun iki yakası arasında iki milyar euroluk mal ve hizmet gidip gelmekte. AB ve ABD birbirlerinin dünyadaki en önemli Dünya deniz ticareti hatları -2009 ABD ile AB arasındaki transatlantik yoğunluk devam ediyor ticaret, yabancı yatırım, teknoloji, askeri işbirliği ve dış politika ortağı ve Çin denizi merkezli bölge hızla yükseliyor konumunda. Bir süredir Washington-Brüksel hattında Transatlantik Ortaklık mekanizması işlemekte. Şimdilik düzenli siyasal görüşmeler ve ekonomik mevzuatların birbirine yakınlaştırılması söz konusu. Önümüzdeki dönemde bir “transatlantik ortak pazar” hedefine doğru kurumsal atılımlar olası. Eşzamanlı olarak, başta Japonya olmak üzere Çin, Hindistan, Rusya, Brezilya, Türkiye gibi ülkeleri de kapsayan G–20 girişiminin etkinliği de, yeni dönemin Avrupa-Amerika eksenindeki başarısından etkilenecek. Diğer yandan, dünyada iki yüzyıl süren Amerika-Avrupa egemenliğinin sonuna gelindi. Yakın geleceğin tarihini öngörmekte zorlanmamız şaşırtıcı değil. 9. Çok eksenli uluslararası ilişkiler i ve “yeni Batı” Dış politikanın “insan odaklı” olması gereken bir çağdayız. Vatandaş, ekonomik büyüme ve toplumsal kalkınma odaklı bir dış politika anlayışı ancak demokrasi ile bağdaşıyor. Ülkelerin iç politikaları dış politikalarını eskisine çok daha fazla oranda belirliyor. İhracat pazarları, kur politikası, enerji hatları, kamu ihaleleri, rekabet politikası, devlet yardımları, fikri mülkiyet

- 16 -


Dr Bahadır Kaleağası

hakları, teknolojik işbirliği ve ülke markası gibi konular dış politikanın önemli gündem maddesiler artık. Soğuk savaş düzeni biteli çok oldu. Sonrasındaki ABD merkezli dönem de son buluyor. Roma İmparatorluğu döneminde bile Hindistan’da ve Çin’deki siyasal ve ekonomik güç odakları çok önemliydi. Fakat karşılıklı etkileşim azdı. Artık uluslararası ilişkiler tarihte hiç olmadığı kadar çok eksenli bir yapıya kavuştu. Çin ve Hindistan yüzyıllar sonra tekrar eski konumuna geliyor. Dünya ekonomisinin yarısını teşkil etmeye başlıyor. Tabii mutlak büyüklük olarak. Toplumsal kalkınma ve bireysel refaha giden yolları uzun. ABD, finansal yapısındaki borç hastalığına ve demokratik kurumlarının işleyişindeki yalpalamalara rağmen küresel düzenin bayrak gemisi. Maddi ve manevi açıdan hala “özgür dünyanın lideri” olabilecek güç kaynakları var. Fakat bu artık geniş ve çok eksenli bir küresel düzenin kısıtlı, temkinli ve belki de geçici liderliği. AB ise yarım milyarlık nüfus ile dünyanın en büyük gelişmiş pazarı, teknolojik ve finansal birikimi, şirket ve sosyal kültürü ile diğer bir lider. Eksenler ekonomik, askeri ve teknolojik boyutlarda şekilleniyor. Her şeyden önce Batı ekseni farklılaştı. ABD ve AB dışında, Japonya, Güney Kore, Avustralya gibi piyasa ekonomisi ve demokrasi nitelikleri ön planda olan ülkelerden oluşan pusula ötesi bir Batı var. Hızla kalkınan ülkeler arasında Türkiye, Brezilya, Güney Afrika, Arjantin, Meksika ve Hindistan gibi bazı ülkeler de Yeni Batı’ya farklı derecelerde yakın. Çin ve İslam dünyası hem kendi başlarına birer eksen, hem de ticaret, yatırım, teknoloji, enerji kaynakları ilişkileri ile Yeni Batı ile iç içeler. Yeni Batı ne bir kutup, ne bir model. Giderek genişleyen, kendi içinde karmaşık çıkar ve etki eksenleri üreten bir dünya düzeni içindeyiz. 10. Türkiye’nin zamanı Yeni binyılın ilk on yılında Türkiye’de demokrasi, ekonomi ve AB’ye mevzuat uyumu alanlarında önemli gelişmeler oldu. Fakat yetersiz. Türkiye göreceli olarak zaman kaybetti. Çünkü küresel değişim, Avrupa’daki gelişmeler ve Türk toplumunun dinamizmi, Türk siyasetini aşmış durumda. AB hedefine doğru çok daha hızla ilerlemek olası. Avrupa ve dünyada yaşanan sorunları Türkiye için fırsata dönüştürmek olası. Bu yönde bir çok başarılı politika uygulanmakta. Fakat daha iyi, daha hızlı olmak şart. Bu zaman kaybının nedenleri AB sürecinin dışında. Ülkede somut hedefler, kaynaklar ve takvime dayalı siyasal rekabet eksiği var. Toplumsal ve uluslararası iletişim nispeten zayıf. Siyasette ülkenin engin insan sermayesi ile dar kadroculuk ve dogmatik kalıplar arasındaki tezatlık devam ediyor. Üstelik kadın-erkek eşitliği konusuna aşağılık kompleksleriyle yaklaşan anlayışlar hala siyasal kültürü zehirlemekte. Türkiye son yirmibeş yılda çok değişti, ilerledi. Fakat siyaset dünyası zaman aşımına uğramış özelliklerinden daha hızlı kurtulamadıkça, demokrasi ve bilgi toplumu devrimi ile değişim Türkiye’ye daha iyi yerleşmedikçe, küresel yükseliş göreceli olarak zayıf kalır; Yeni Batı içinde etkisi törpülenir. Türkiye ilerlemeye devam eder fakat uluslararası fırsatları ve toplumun dinamizmini yeterince değerlendiremez. Bireylerin etnik, dinsel, cinsel ve kültürel özgürlükleri, hukuk devleti, kültürel miras bilinci, özgüvenli ve çoğulcu bir ulusal kimlik ve dünya kültürlerine açıklık konularında çok daha ileri bir Türkiye, çok daha yaratıcı, girişimci, rekabetçi, güçlü bir Türkiye olur. Türkiye zamanı iyi kullanmalı, küresel düzende yükselmeli

KRİZ DERSİNİN ÖĞRENCİLERİ Yeni, çok eksenli dünya düzenini şekillendiren en önemli gelişmelerden biri 2008 sonbaharında patlayan ve dalgaları çok uzun yıllar sürecek olan küresel finans sistemi krizi oldu. ABD’de emlak piyasalarındaki kredi balonu, zincirleme reaksiyonlarla bir mali kuruluşu batırdı, oradan da tüm

- 17 -


Dr Bahadır Kaleağası

piyasalar, sanayi üretimin ve de devlet hazinelerinde deprem etkisi yarattı. İkinci bir dalga 2011 yazında geldi. Standard&Poors ABD’nin kredi notunu en yüksek seviyedeki AAA’dan AA’ya düşürdü; tarihte ilk defa. Bill Gates’e göre 2008 “çok ilginç bir kriz”di: “Çünkü ekonomide çarklar dönmeye devam ediyor, piyasalar işliyor. Kriz çok ciddi, olumsuz sonuçları çoğalacak ve mali sistem değişmek zorunda. Diğer yandan, küresel ekonomi büyük, karşılıklı bağımlılık derin ve sanayi üretken. Hizmet sektörü, turizm, teknoloji ve bilimsel yenilikçilik devam ediyor. Ekonomide zaman zaman düşüşler olabilir ama bizi büyük bir gerileme ya da uzun yıllar boyu bunalım beklemiyor. Bilimsel yenilikçilik ve yatırım miktarı bugün her zamankinden çok. Çünkü günümüzde büyük sektörlere katkı sağlayan şirketler yalnızca Amerika kökenli değil. Artık Çin ve Hindistan dâhil tüm dünya yeni enerji teknolojileri, ilaç sanayi, bilgisayar yazılımı gibi alanlarda katkı sağlıyor.” (CNN International, Fareed Zakaria ile söyleşi, 6 Ekim 2008). İşte bir örnek. Aynı dönemdeki CeBIT Avrasya Bilişim fuarında sektörün temsil kurumu TÜBİSAD’ın açıkladığı yeni veriler: Dünyada iletişim ve bilişim teknolojileri pazarı yılda yüzde beş büyüyerek 3,5 trilyon Euro seviyesine doğru ilerliyor. Türkiye de bilişim pazarı yüzde 11 artışla Avrupa’da sıralamasında altıncılığa yükseldi (www.tubisad.org). Evet, yaygın bir savaş durumu yoktu. Kuş gribi salgını, petrol kıtlığı, internet çöküntüsü, terör patlaması, iklim değişikliği felaketleri veya sosyal anarşi gibi sorunlar da dünyayı sarsmıyordu. Fakat nasıl olduysa oldu, ABD’de konut kredisi sistemi şişirme, istismar, yanlış hesap, kötü yönetim, gaflet ve de delalet derken çöktü. Eski krizlerde, 1970’lerin petrol şokları, 1982’de Meksika’nın borçlularına karşı iflası, doksanlarda Asya krizlerindeki gibi, bu sefer de zengin ülkelerin içine düştüklerine benzer bir girdap oluştu. Fakat bu sefer paranın düştüğü dipsiz kuyu üçüncü dünyanın değil, ABD’nin dar gelirlileri. Olanaklarının ötesine geçerek aynı mülkü, tekrar yeni kredilere dönüştürenler. Tabii suçlu Amerikan rüyasından nasiplenmeye çalışan bu yeni kuşaklar değil, onların aşırı tüketim davranışlarına karşılığı olmayan kredilerle yön veren ve üstelik ortaya çıkan riskleri de dünyanın başka ülkelerine de satan bazı aracı finans kuruluşları. Dünya finans sisteminin domino taşları bir kere hareketlenince, krizin sanayiye, ticarete, turizme, günlük yaşama sıçraması kaçınılmaz. Londra lokantaları, New York mağazaları, Paris otelleri, Dubai’nin gökdelen inşaatları… Hızla kalkınan ülkelerin borsaları… Küresel paranın uç tüketim noktaları için sıkı durmak gereken bir dönem başladı. Kalkınmış ülkelerde sosyal ortam, hızla kalkınmakta olan ülkelerde iç piyasalar, diğerlerinde yoksullukla mücadele hedefleri için zor günler başladı. Dönemin IMF Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın şu sözlerine de dikkat: “Kalkınmakta olan ülkelerde enflasyon hedefleri aşılmakta. Hepimizi biliyoruz ki, uzun süreli enflasyon sosyal eşitsizlik tetikler ve demokratik yönetimleri sarsar” ( basın konferansı, 9 Ekim 2008). Küresel yoldaşlık Dünya medyasında ve internet âleminde gündemin neredeyse saniyelik kesitlerle ilerlediği bir dönemdeyiz. New York borsası kapatırken Asya’dakiler açılıyor, Avrupa’da güneş doğarken,

- 18 -


Dr Bahadır Kaleağası

Tokyo, Seul, Şanghay ve Hong Kong’dan gelen son haberlerle İstanbul, Roma, Frankfurt, Paris, Brüksel, Amsterdam ve Londra’da güne başlanıyor. Öğleden sonradan itibaren Atlantik’in karşı yakasına odaklanıyor yine dikkatler. Yakın zamana kadar daha ziyade finans âlemini ilgilendiren bu küresel para yörüngesinde artık genel medya, hükümetler, tüm özel sektör ve kamuoyu da var. Nasıl ki 2001 krizinde Türk halkının iktisat bilgisi ve muhabbeti büyük atılım gösterdiyse, 2008 dünya finans krizi de benzer bir popüler etki yarattı. Dublinli taksi sürücüsünden, Dakarlı lise öğretmenine, Dallaslı çiftçiden, Sydneyli lokantacıya gezegen ahalisi uluslararası ekonomiye daha bir duyarlı ve vakıf hale geldi, ister istemez. Yeni Batı’nın özünde yeni bir uluslararası toplumun ortak bilgileri, dürtüleri ve içgüdüleri gelişiyor. Örneğin: -

ABD halkı, başkanlık ve kongre seçimleri öncesinde ekonomi ile güvenliğin, güvenlik ile iyi yönetimin ve refahın arasındaki bağların bilincine daha iyi varmakta. Başkanlık seçimlerinin kürtaja karşı veya taraftar olmanın ötesinde ölçütleri daha iyi kavranıyor. Savaşan bir ülke olmanın bedelleri, 1960 ve 70’lerin Vietnam deneyiminden sonra, Afganistan ve Irak ile tekrar gündeme geldi. Ekonomik yaşamda da basit bir “vergiler azalsın/hayır artsın” denklemi bozuldu. Anlaşıldı ki, bazı şişirilmiş kârlar özelleşirken, bundan kaynaklanan riskler toplumsallaşıyor. ABD’li seçmenlerin çok daha geniş kesimleri, kendilerini çok daha somut bir gündem içinde buldular: sağlık sistemi reformu, kamu borçlarının yönetimi, bütçe açığı, …

-

Avrupalılar ise, ekonomilerinin ABD ile sandıklarından da daha sıkı bağlar ve düğümler içinde olduğunu anladılar. Küreselleşmeye ve Avrupa’da siyasal birlik sürecine daha gerçekçi bakmayı öğreniyorlar. Yunanistan’ın ekonomik çöküşü, İrlanda, Portekiz ve İspanya’nın gidip gelmeleri, İtalya’nın çıkan foyaları ile Euro krizi de Avrupa projesi için bir olgunluk testinin başlangıcı oldu.

-

Ruslar dünya gücü olmanın nükleer silah ve doğal gaz denklemleriyle sınırlı olmadığın deneyimini tatmaktalar.

-

Çinliler ise, son yıllardaki ekonomik mucizelerinin kırılganlığını, biriken döviz rezervi rakamlarının kendi başına bir ekonomik hedef olmadığını ve uluslararası karşılıklı bağımlılığın ne anlama geldiğini daha hızlı öğrenmeye başladılar.

-

Türkler de hızlı bir düşünce evrimi içinde. Geleneksel “bize bir şey olmaz”, “dur bakalım n’olacak?”, “bizden adam olmaz”, “batıyoruz”, ya da “iyiyiz iyi, geçti bitti sayılır” aşamaları arasındaki bocalamalar aşılmakta. Şirketler ve vatandaş dünya ekonomisindeki hızlı değişime uyum sağlama yeteneğine genelde sahip. Siyaset dünyası da somut konuşma, çözüm önerileri geliştirme ve uygulama yeteneklerinden aslında yoksun olmadığını ispatlamak için iyi bir fırsat elde etti.

Krizler her ülkede yalnızca küresel bir dalga olarak yaşanmıyor. Yerel ölçeklerdeki yansımalar bazen daha da vurucu olabilmekte. Böylece toplumsal kültürler yeni durumlara alışıyor. Örneğin, 2008 sonbaharında bazı Avrupa ülkelerinden hayret ve idrak karışımı yankılar:

- 19 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

Almanya: “Başbakan Merkel Paris’te banka kurtarmanın finans makinesinin işleyiş düzenine aykırı olduğu dersini iyi verdi diğer AB’li liderlere... Gece aceleyle Berlin’e dönüyor bu arada... Nasıl? Ülkenin en büyük ev kredisi bankasını kurtarmak için mi? Ach so?”

-

İngiltere: “Ekonomik yönetim AB düzeyinde olmaz, her ülke kendi işine bakacak... Fakat ne oluyor? Hey İrlanda bu yaptığın AB kurallarına aykırı! Bir dakika, Euro bölgesi ile sınırlı olmasın önlemler, her ülke birbirini etkiliyor... Ehm! Korkarım durum bu sefer biraz farklı. Hükümet koordinasyon falan yapsın, Avrupa ile ortak hareket etsin”.

-

Belçika: “Ülke dağılıyor, devlet bitti derken, koskoca bankalar bitti. Oups! Bu bankalar zaten amma da karmaşık bir uluslararası sermaye yapısına sahipmiş. A haa! Her ikisinin de en önemli yatırımları arasında Türkiye var. Züt! Fransızlar durumdan istifade, finans dünyamızı ucuza kapattı”.

-

Fransa: “Hé, hé, hé!, Amerikan kapitalizmi sarsılıyor, biz demiştik... Oh la laa! Bizim borsanın yarıya yakını yabancı fonların mı? Neyse bizim bir banka da Belçika’da iyi av yakaladı. Nasıl yani, bu vesileyle Belçika hükümeti de bizimkine mi ortak oldu? İzlanda olayı da ne bu arada? Çin mi? Avustralya mı? Oralarda mı etkiliyor bizi? Tamam bizim lüks markalarımız, uçaklarımız filan her yerde satılıyor fakat para bu kadar mı küresel? Hani ulusal ekonomi?”

Aradan geçen üç küsur yıl ve derin bir mali kriz sonrasında ise, Yunanistan başbakanı Yorgos Papandreu, metanetle savunduğu ülkesini mali iflastan kurtarma amaçlı bir AB zirvesinde Alman meslektaşı Merkel’e soruyor, kinaye ile: “Daha ne yapmamı istiyorsunuz? Mora’yı mı satayım?” Şaşkınlıklar, ekonomik analizler, siyasal değerlendirmeler, hukuksal düzenlemeler derken dünya hızla yeni bir küresel ekonomik düzen arayışına girdi. Olan oldu ve artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Berlin duvarının çökmesi veya 11 Eylül sonrasında olduğu gibi nispeten radikal bir değişim evresi başladı. Bu dönem Türkiye’nin müstakbel üyesi olduğu Avrupa Birliği için de kaderini belirleyecek bir süreci hızlandırdı. Avrupa daha iyi anladı ki, küresel ekonomideki çıkarlarını koruyabilmek için ulusüstü seviyede daha etkin işleyen, daha yetkili siyasal kurumlara gereksinimi var. Kriz ilerledikçe her başkentin söyleminde eski bir kavram için yeni bir anlam arayışı başladı: “koordinasyon içinde hareket” (Türkçe’de siyaset ve medyada sık kullanılan “koordineli” sözcüğü yanlıştır). Euro bölgesi içinde bütçe açığı kuralları bir süre esneyecek. Avrupa Merkez Bankası krizin başında faizleri indirdi, nakit akışını rahatlattı, hatta dünya ölçeğinde bir merkez bankaları koordinasyonu başarıldı. Fakat bu bankanın yetkileri buraya kadar. Bankaları kurtarmak ulusal hükümetlerin yetkisinde. AB Komisyonu ise güven vermek ve çözüm önerileri geliştirmek için devreye girdi. Fakat yeni AB ekonomik yönetim düzenlemeleri de üye ülke hükümetlerinin görevi. AB daha güçlü bir siyasal birlik projesine önemli bir rol ayrımına geldi. Belki de, mevcut AB içinde Euro bölgesinden oluşan bir çekirdek AB oluşacak. İki çemberli AB senaryosunda, Türkiye gibi ülkelerin üyeliği de kolaylaşacak. Dünyada siyasal sınırları tanımayan mali krizler, salgın hastalıklar, iklim değişimi ve terör gibi temel sorunlar karşısında yeni bir uluslararası yönetim arayışının somutlaşmakta: belki BrettonWoods benzeri yeni bir finans düzeni, Birleşmiş Milletler’in reformu, Dünya Ticaret Örgütü nezdinde yeni anlaşmalar, yenilenmiş Kyoto iklim değişikliği anlaşmasının gezegen sathında uygulanması, enerji piyasalarına yönelik yeni bir kurumsal arayış, ... Finans kurumları ve

- 20 -


Dr Bahadır Kaleağası

piyasalarının daha saydam ve denetlenebilir bir şekilde düzenlenmesi ve devletin ekonomideki rolünün kriz senaryolarını da dikkate alacak şekilde yeniden tanımı konuları önümüzdeki yıllara yön verecek. Küresel değişimin tüm anahatları Türkiye’de de artık hükümeti ve muhalefetiyle siyaset dünyasının esas gündemi olmalı. Bill Gates kendi ekranından baktığında, olabildiğince yalın bir şekilde diyor ki “krizin yayılmaması için adım atıyoruz. Ama sorunun kökenine hala inmiyoruz. O da, dünyada ekonominin büyümesi, eğitime yatırım, üniversiteye gidenlerin sayısının artırılması ve bu sayede internetin de katkı sağladığı bilimsel anlayışın gelişmesidir".

G20 GEZEGENİ YÖRÜNGEDE Batıda sürekli artan tüketime ucuz mal yetiştirmeye çalışan Çin ve diğer hızla kalkınan ülkeler, bunların hepsine kömür, demir, bakır gibi hammadde yetiştirmeye çalışan üçüncü dünya, bu arada hazinesinde biriken üç trilyonu aşkın doların değer kaybından korkarak içeride toplumsal kalkınmaya yeterince harcayamayan Çin, bu dolarlarla alınan ABD hazine bonoları, bu sayede şişen kredi piyasası ve artan tüketim ve artan üretim... Ve zehirlenen mali piyasalar ve atmosfer... Küresel düzenin çarkları gacırdamaya böyle başladı. Ekonomi ve doğa eş zamanlı olarak zor durumda. Dünya ekonomisi bir daralıyor, bir toparlıyor, bazen durur gibi oluyor. Gezegen oksijen solumakta zorlanıyor. Mevcut uluslararası siyasal ağlar inceliyor. Kapitalizm kendi yenileme sancıları çekiyor. Yeni çarklar ve ağlar ufukta beliriyor. Serap mı görüyoruz? Yoksa 21. yüzyılın yeni dünya düzenini mi? Tarihin yeni sayfaları İnsanlık tarihinde önemli aşamalar yüzyıllık tarih dilimlerine göre sıralanmıyor doğal olarak. Yine de aşağı yukarı yüzer yıllık zaman çizgilerinde gözlemlenen genel eğilim farklılıkları var. Soğuk savaşın 1989’da son bulmasıyla 20. yüzyıl bitmeye, 11 Eylül 2001’de New York ve Washington’a terör saldırılarıyla 21. yüzyıla geçiş başlamıştı. Piyasa ekonomisi ve demokrasinin zaferle çıktığı bir yüzyıl şekillenmekteydi. Fakat ABD’li siyaset felsefecisi Fukuyama’nın ünlü tezinin aksine, bu gelişmelerin “tarihin sonu” anlamına gelmediği anlaşıldı. Ancak, tarihin bir cildi daha tamamlandı denebilirdi. Her yüzyılı bir cilt olsa, 46 milyon ciltlik gezegen, 200 bin ciltlik insanlık, 32 ciltlik uluslararası ilişkiler ve iki ciltlik sanayi toplumu tarihinde çarklar dönmeye davam ediyor. 2008 yılında derin yapısal kökler üzerinde benzersiz bir uluslararası ekonomik kriz belirdi. Böylece artık 21. yüzyıl geçiş tamamlandı sayılır. Bu noktada insanlık uygarlığının gidişatını belirleyen iki temel süreci tekrar vurgulanabilir: - Bilgi toplumu: özel radyo ve televizyonlar ile başladı. İnternet devrimi, cep telefonu ağları ve mobil teknolojilerle tetiklenen bir devrime dönüştü İnsanlığın yeryüzü üzerinde duruşu değişti. Her zaman, her yerde başka yerlerdeki kişiler, olaylar ve bilgilerle karşılıklı etkileşim içindeyiz artık. Çalışma, aile ve eğlence yaşamları son yirmi yılda kökten farklılaştı. Eğitim, devlet yönetimi, demokrasi, sağlık, finans, güvenlik gibi çok farklı boyutlarda iletişim ve bilişim teknolojileriyle yenilenmekte insanlık uygarlığı.

- 21 -


Dr Bahadır Kaleağası

- Aşırı tüketim toplumu: Hava kirlenmekte, atmosfer ısınmakta, temiz su azalmakta, gıda ve kozmetik ürünler kanser ve başka hastalıkları tetiklemekte. Yalnızca 1950’lerden bugüne daha önce tüketilenden fazla enerji tüketildi yeryüzünde. Yeni Dünya Düzeni? Pek Yakında 21. yüzyıl uygarlığı, I. Dünya Savaşı sonrasındaki içine kapanmacı, korumacı, aşırı milliyetçi politikaların egemen olduğu girdaba bir daha düşmeyecek kadar olgun. Bu yönde önemli bir sınav Londra’da G20 zirvesi oldu (2 Nisan 2009). Belki de Yeni Batı olarak beliren bir uluslararası siyasal ve ekonomik zeminin ilk kurumsallaşması olarak geçecek tarihe bu dönem. Daha önce 1997’de ki Asya krizi sonrasında 1999’da kurulan bu dünyanın en büyük yirmi ekonomisi grubu, 2008 krizi ile dünya sahnesinde en ön plana çıktı. İlk Berlin toplantısından beri ekonomi ve maliye bakanları seviyesinde bir araya gelen yirmi ülke bu sefer hükümet veya devlet başkanları seviyesinde toplandı. Londra zirvesi çıkışında dönemin İngiltere Başbakanı Gordon Brown "Dünya ekonomik gerilemeyle mücadele için bir araya geldi. Yeni bir dünya düzeni kuruluyor" dedi. Le Figaro gazetesinin 3 Nisan 2009 manşeti ise biraz daha Fransız bir yorum getirdi: “ Yeni bir kapitalizm için küresel anlaşma”. Böyle doğdu G20 Gezegeni.

G20 GEZEGENİ AB, ABD, Almanya, Arjantin, Avustralya, Brezilya, Çin, Endonezya, Fransa, Güney Afrika, Güney Kore, Hindistan, İngiltere, İtalya, Japonya, Kanada, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Türkiye (bazı AB üyeleri hem ülke olarak, hem de AB içinde temsil ediliyor) ► ► ►

Dünya nüfusunun yüzde 75’i Uluslararası ticaretin yüzde 80’i Dünya ekonomisinin yüzde 90’ı

Tabii ki bu grubun dışında kalan ülkeler de çok önemli. Peru’dan Ukrayna’ya, Mısır’dan İsviçre’ye, Malezya’dan Nijerya’ya her ülke, doğal kaynakları, tarihsel birikimi, ekonomik artı değerleri ve en önemlisi insanları ile diğerleri kadar değerli. G20 Gezegeni tanımlamasının amacı

- 22 -


Dr Bahadır Kaleağası

uluslararası konularda karar alabilmek: Birleşmiş Milletlerin 200 kadar ülkesinden mümkün olduğunca az sayıda bir grup ülkenin, yeterince belirleyici önemde bir ekonomik ağırlık ve siyasal etki temsil edecek şekilde bir araya gelmesi; ortak sorunları tespit ederek karar alması ve uygulaması. Bu durumda diğer ülkelerin de G20 yörüngesinde hareket edeceği varsayılıyor. Bu gerçekçi, realpolitik, Hegelien yaklaşımın uzantısında idealist bir beklenti de var: “G20 için iyi olan, tüm gezegen için de iyidir”. G20’nin ilk toplantılarında üzerinde anlaşılan önlemler II. Dünya Savaşı sonrasındaki Bretton Woods kararları ölçüsünde bir kurumsal yapı oluşturamadı. O zamanlar Dünya Bankası, IMF ve ABD dolarına bağlı bir uluslararası para sistemi kurulmuştu. Tabii o devirlerde bu tür düzenlemeler dünyanın bir kısmını ilgilendirirdi. Batı dünyası dardı. Oyunda ne Çin veya Hindistan vardı, ne de Rusya veya Brezilya. Kırk yıl sonra, Varşova Paktı ülkelerine demokrasi geliyor Doğu Bloğu yıkılıyor ve soğuk savaş düzeni tasfiye oluyorken, 1990’da dönemin ABD Başkanı George Bush da “yeni bir dünya düzeni”nden bahsetmekteydi. ABD’nin lider olduğu, fakat zamanla tek başına egemen olamayacağını anladığı bir düzen. Bu sefer durum farklı. Kriz ortamındaki ilk G20 zirvesinde Brown kendi adına değil evsahibi olarak arkasında Türkiye dâhil geniş bir ülke korosunu seslendiriyordu. G20 liderleri toplanmadan önce uluslararası iş dünyası devreye girdi. Londra’da G20 ülkelerinin özel sektör liderleri toplandı: B20 (“Business-20”). Türkiye’yi TÜSİAD Başkanı Arzuhan Doğan Yalçındağ temsil etti. Ondan sonra başkan olan Ümit Boyner de, G20 zirveleri paralelindeki Seul ve Cannes B20 zirvelerine katıldı. İlk G20 ve B20 sonrası Brüksel’de BUSINESSEUROPE (Avrupa Özel Sektör Konfederasyonu) taleplerini, somut ve ayrıntılı eylem planları eşliğinde açıkladı: - Şirketlerin finansman kaynaklarına erişimi kolaylaşsın - Uluslararası mali düzenlemeler güçlensin - Şirketlerin üzerindeki bürokratik yük azalsın, girişimcilerin ve teknolojinin önü açılsın - IMF’ye kaynak aktarılsın - Piyasaları tetikleyecek altyapı projeleri, temiz enerjilere ve eğitime yatırımlar artsın - Korumacı ekonomik politikalardan uzak durulsun - Dünya Ticaret Örgütü görüşmeleri tamamlansın; mal, hizmet ve tarım ticareti daha da serbestleşsin. - Dünyada yoksullukla mücadele ve UNDP’nin Milenyum Kalkınma Hedefleri’ne mali destek artsın, bu ülkelere yatırımlar teşvik edilsin. G20 Londra 2009 kararları bu taleplerin biraz altında, beklentilerin biraz üzerinde oluştu: 1. 2. 3. 4. 5. 6.

Mali uyarı mekanizması ve İstikrar Komitesi kurulacak. Vergi cennetlerine yaptırım uygulanacak Mali piyasalar küresel düzeyde daha sıkı denetlenecek. Hedge fonlar ve kredi derecelendirme kuruluşları da daha yakından denetlenecek. Bankaların riskli varlıklardan arındırılmaları uluslararası istişare içinde sağlanacak. IMF dünyaya 1,1 trilyon dolar zerk edecek: Türkiye gibi makro-ekonomik dengesizlik içine düşen hızla kalkınan ülkelere destek, uluslararası ticareti canlandırıcı girişimler, en yoksul ülkelere özel kredi...

Bundan sonra G20 zirveleri hafif bir kurumsallaşma ile sürdü. Vergi politikası araçlarının kullanımı tartışılmaya devam ediyor. Diğer taraftan G8 de artık G20’nin ileri ekonomiler direği olarak varlığını sürdürmekte. Hatta Washington-Pekin hattında fiili bir G2 de bazen söz konusu

- 23 -


Dr Bahadır Kaleağası

oluyor fakat Pasifik Okyanusu’nun iki yakasındaki iki dünya devi ekonomi arasındaki anlaşmazlıklar önemli. Ayrıca 2009 sonunda Kopenhag’da toplanan Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Konferansı da “yeni dünya düzeni” açısından ekonominin ötesinde, gezegenin doğasını kurtarma çabalarını başlattı. G20 Gezegenin siyasi ve ekonomik görünümünden bazı temel veriler: ►

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin nükleer güç sahibi beş daimi üyesi de G20 üyesi: ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa. Ayrıca Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Antlaşması (NPT) dışında kalan nükleer güç sahibi Hindistan da içeride. Resmen nükleer güç olmayan ülkelerden Pakistan, Kuzey Kore, İsrail ve İran dışarıda. Uluslararası ticarette AB liderliğini sürdürüyor fakat payı her yıl azalıyor. AB içinde ekonomik lider Almanya.

Doğrudan yabancı sermaye çekmekte ve diğer ülkelere yatırımlarda da AB dünya lideri.

ABD bu alanlarda AB’yi takip ediyor.

Çin geride fakat payı her yıl artıyor. Özellikle ihracatta dünya lideri olma yolunda

Bilimsel araştırma ve teknolojik yenilik hedefli olarak, ar-ge giderleri, patent ve ileri düzey üniversite eğitiminde ABD’nin genel önderliği sürüyor. Arkasından gelen Japonya ve AB atılım peşindeyken, Çin hızla ar-gede dünya ikincisi konumuna yükseliyor. Türkiye’nin tüm bu alanlarda son yıllarda artan payı henüz çok gerilerde Rusya G20 içinde eski Sovyet devletlerini de temsil etme söyleminde. Giderek nüfusu ve ekonomik nüfuzu azalan Rusya, geniş coğrafyası, nükleer gücü, uzay teknolojisi ve enerji kaynakları ile kısmen süper güç rolünü sürdürme iddiası taşıyor. Latin Amerika’nın G20 üyelerinin her biri ayrı açılardan bu bölgeyi temsil ediyor. Meksika Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) içinde ABD ve Kanada ile birlikte. Brezilya ekonomik dev olsa da, Portekizce konuşan bir ülke olarak bölgenin tek lideri değil. Arjantin, diğer ülkeler arasından biraz daha öne çıkarak G20’ye dâhil oldu. Afrika kıtası G20’de sadece Güney Afrika ile mevcut. Bir zamanların ırkçı ayrımcılık rejimi (Apartheid) yerini 1994’den beri demokrasiye bıraktı. Kıtanın en ileri ekonomisi de Güney Afrika’da. Müslüman dünyadan siyasal rejimleri iki kutup oluşturan iki ülke var: Suudi Arabistan ve Türkiye. Toplantılara 19 ülke ve AB’nin yanı sıra, Dünya Bankası ve IMF başkanları, Afrika Kalkınma Ajansı ve ayrıca Hollanda ve İspanya da davet edilebiliyor.

DÜNYADA MAL VE HİZMET TİCARETİ İTHALAT : 11.16 trilyon € ( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 ) - 24 -


Dr Bahadır Kaleağası

DÜNYADA MAL VE HİZMET TİCRETİ İHRACAT: 11.05 trilyon € ( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 )

- 25 -


Dr Bahadır Kaleağası

DÜNYADA YABANCI SERMAYE BİRİKİMİ TOPLAM GİRİŞ : 8.86 trilyon € ( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 )

DÜNYADA YABANCI SERMAYE BİRİKİMİ TOPLAM ÇIKIŞ : 10.6 trilyon € ( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 )

- 26 -


Dr Bahadır Kaleağası

DOĞRUDAN YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI GİRİŞİ TOPLAM GELEN – 2009 : 758 milyar € ( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 )

AB-27

AB adayları

EFTA

Rusya

Çin

Japonya

G.Kore

ASEAN

Latin

Kanada

ABD

G.Doğu Asya Amerika

(Türkiye, …)

DOĞRUDAN YABANCI SERMAYE YATIRIMLARI ÇIKIŞI TOPLAM GİDEN – 2009 : 784,6 milyar € ( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 )

AB – 27 AB adayları EFTA

Rusya

Çin

Japonya

G.Kore

ASEAN

Latin

G.Doğu Asya Amerika

(Türkiye, ...)

- 27 -

Kanada

ABD

Diğer

Diğer


Dr Bahadır Kaleağası

Türkiye’nin çarkları Dünya ekonomik sistemi yeniden tasarlanırken, Türkiye daha önceki dönemlerden farklı olarak kenardan izleyici konumunda değil. G20’de yer alan bir Türkiye artık dünyada çok daha önemli bir ülke. Müstakbel AB üyeliği de bu bağlamda işlevsel bir önem kazanıyor. Hem Avrupa özel sektörünün vurguladığı gibi, küresel rekabet gücü yüksek bir AB için Türkiye’nin üyeliğinin katkısı barizdir. Hem de diğer ülkelerinin gözünde, Türkiye Avrupa’ya açılan bir penceredir. AB’ye üyelik müzakereleri trafiği son haftalarda yoğunlaştı. Ankara’da AB Genel Sekreterliği eşgüdümünde heyetler arası görüşmeler medyanın dikkat alanı dışında ilerlemekte. Bu arada G20 dünya sahnesinde yerini alırken, çok önemli bir etkinlikte Türkiye odak noktası oldu. TÜSİAD ve TİSK’in üyesi oldukları Avrupa Özel Sektör Konfederasyonu BUSINESSEUROPE tarafından düzenlenen Avrupa İş Zirvesi. En üst düzey Avrupa ekonomik forumu olan bu zirveye her yıl çok sayıda ülkeden başbakan, bakan, AB komiseri ve iş dünyası temsilcisi katılıyor. Cumhurbaşkanı Gül aynı yıl onur konuğu olarak bu forumda Türkiye’nin küresel sorunlar ve AB politikaları hakkındaki görüşlerini açıkladı. Başka bir salonda ise, oturum başkanı olarak sorduğum sorulara AB Komisyonu Üyesi Olli Rehn “Türkiye’nin AB üyeliği yolu açık, yeter ki ortak kurallara uysun”, AB Bakanı Egemen Bağış “ ben AB Komiseri olsam, haydi Türkiye zaman kaybetme derim”, TİSK Başkanı Tuğrul Kutadgobilik “ biz AB’yi yalnız işverenler için değil, öncelikle tüm çalışanlar için istiyoruz, sosyal politika başlığı açılsın destekliyoruz”, Başbakanlık Yatırım Ajansı Başkanı Alpaslan Korkmaz “Avrupalı şirketlerin eli Türkiye’de taşın altında, yatırıma geldiler, çünkü Türkiye’ye güveniyorlar, Türkiye de bu güveni hak ediyor”, Turkcell Ceo’su Süreyya Ciliv “gençlik, çok kültürlülük, yaratıcılık ve insan; bunlar 21. yüzyıla yön veren erdemler ve aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’ya en önemli katkılarıdır” diyordu. Çarklar dönmeye devam ediyordu. AB Komiseri Olli Rehn, B. Kaleağası

TRANSATLANTİK İLİŞKİLER Gezegenin o tarafını ilk keşfedenler efsanedir. MÖ 30.000’li yıllarda, buzul dönemde SibiryaAlaska arasını yürüyerek aşan homo sapiens mi? Daha sonra, yaklaşık 12bin yıl önceden başlayarak, kuraklıktan uzaklaşmaya çalışan Asyalı kabileler mi? Batıdan gelen Vikingler mi? Başka Keltik kökenli halklar mı? Afrikalı balıkçılar mı? Pirî Reis’in haritasının kaynağı kim? Bugün ABD içinde sayıları ancak 2,5 milyona yaklaşan Kuzey Amerika yerlileri Navajolar, Çerokiler, Apaçiler ve diğerleri; Latin Amerika’da toplumsal ve siyasal yaşamda tekrardan öne çıkamaya başlayan İnka, Maya ve Azteklerin torunları, ataları kanlı köle ticaretinin dehşet gemilerinde okyanusu geçmiş olan Afrika kökenliler; daha 19 yüzyılda demiryolu inşaatlarında çalışmak üzere bu sefer kıtanın batısındaki daha büyük okyanusu geçerek gelmeye başlayan Çinliler, bugün üniversitelerden, ticarete önde giden sektörlerde serpilen Asyalı-Amerikalılar; I. Dünya Savaşı sonrasında dağılan Rus ve Osmanlı imparatorlukları coğrafyasından yeni kıtaya gelenler… Bu etnik, kültürel ve sosyal kokteylde halen çoğunlukta olan “eski ve yaşlı kıta” Avrupa kökenliler…

- 28 -


Dr Bahadır Kaleağası

İlk gelenler kim olursa olsun, 15 ve 16. yüzyıllarda Kristof Kolomb, John Cabot ve Americo Vespuci’den bu yana dünya üzerinde bir “transatlantik ilişkiler” gerçeği var. Ve başından itibaren bu ilişkilerin özünde “ticaret” serpilmiş. Yeni kıtanın zengin doğal kaynakları, ormanları, kürkü, altını, kauçuğu, kakaosu, pamuğu yeni ticaret yolları yaratırken, Dünya tarihi değişmiş kökten. Akdeniz- Orta Doğu-Asya ekseninde Osmanlı hükümranlığı için etki kaybı başlamış bu nedenle. Amerika içinde ise kıtanın içinden gelen nehir yolları ile Avrupa’ya açılan noktada doğmuş tarihin ilk megapolü olan New York. Siyaset değil, yalnızca ticaret ile doğan bir megapol üstelik. Nispeten Şanghay, Hong Kong ve Mumbai gibi. Atlantik Okyanusu’nun iki yakasını birbirine bağlayan ticaret beraberinde diğer uluslararası ilişkiler unsurlarını da getirmiş doğal olarak: göç, para, çatışma, diplomasi ve işbirliği. Amerika son beş yüzyılda ilk yerlilerini öğüten bir insan akımına uğradı: serüvenciler, tacirler, hazine avcıları, kanun kaçakları, kıtlıktan kaçanlar, servet kaçıranlar, gözüpek girişimciler, ekonomik, sosyal ve siyasal sürgünler veya yeni bir dünya peşindeki insanlar... ABD’yi 1776’da Avrupalı göçmenler kurdu. Afrika, Latin Amerika ve Asyalı kökenler de etnik çorba kazanına eklendi fakat esas olarak bir Batı toplumu yaşıyor ABD’de. Yalnızca etnik bir batılılık değil. Her iki dünya savaşında da Avrupa’yı çöküntüden kurtarmış olmanın verdiği bir batılılık. Demokrasinin yerleşikliliğinin getirdiği bir batılılık. Avrupa’nın nitelik, çeşitlilik ve çelişkilerini içinde barındıran ve bunların ötesinde bir Amerikalılık boyutu geliştirmiş olan bir batılı ülke ABD. Batılılık kavramının piyasa ekonomisi, demokrasi, bireyselcilik ve çok kültürlülük temelli ulusal gurur ile birleştiği bir toplumsal evrim sürecidir ABD. Küreselleşmenin motoru Küresel düzenin temel direğini transatlantik ilişkiler oluşturuyor. Bir yakasında Atlantik Okyanusu’nun ABD, Kanada ve Meksika’dan oluşan Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) ve öteki tarafta Avrupa kıtası. ‘Transatlantik ilişkiler’ kavramı daha somut bir zeminde, ABD ile AB arasında düzenlenmiş olan kurumsal ilişkileri tanımlıyor. Bu yapının temellerini oluşturan ekonomik gerçekler gezegenin siyasal ve ekonomik haritasını şekillendirmekte: 

Uluslararası ilişkileri anlatmak amaçlı her analiz için önsöz: “AB ve ABD birlikte dünyada nüfusun yüzde 10’u, ticaretin yüzde 40’ı ve toplam gelirin yüzde 60’ına sahip”.

AB ile ABD arasında yılda toplam 630 milyar euro civarında bir mal ve hizmet ticareti hacmi var. Atlantik’in iki kıyısı arasında günde 1,7 milyar eurodan fazla mal ve hizmet ticareti gerçekleşiyor. Her gün 1,7 milyar euro.

Her iki taraf dünyada birbirinin en önemli yabancı yatırım kaynağı durumundalar. Toplam yatırım birikimi 4 trilyon euroya yaklaşıyor. Bunun yarısından biraz fazlası ABD’nin Avrupa’daki yatırımları.

Yatırım demek istihdam demek. Siyasal etki demek. Her iki tarafta toplam 15 milyon civarında çalışanın geçim kaynağı transatlantik ilişkilerle doğrudan bağlantılı. Dolaylı olarak ise, çok daha geniş kitleler söz konusu.

- 29 -


Dr Bahadır Kaleağası

Son yirmi yılda Asya-Pasifik bölgesinin hızla yükseldiğini gözlemliyoruz. Hindistan ve Çin elli yıl içinde dünya ekonomisinin yarısını oluşturacak bir evrim içindeler. Çin artık bir dünya süper gücü, kendi başına bir güç ekseni. Asya ülkeleri dünyanın her tarafından yıllardır geniş bir yatırım hacmi çekmekte. Amerikan ve Avrupa şirketleri Japonlarla birlikte bu yönde öncü rol oynuyor. Asya ve dünyanın ekonomik coğrafyası kökten değişmekte. Bununla birlikte halen ABD ile AB arasındaki yatırım bağları uzak ara ile önde gidiyor. Amerika ve Avrupa’nın Asya’daki toplam ekonomik varlığının üç katı bir büyüklük söz konusu. Örneğin 2010 yılı verilerine göre: ► ► ► ► ► ►

ABD’nin Avrupa’daki yatırımları, tüm Asya’daki yatırımlarının dört katı. ABD’nin Belçika’daki yatırımları, Çin’deki yatırımlarının dört katı. Almanya’da ki ABD yatırımları da Çin’dekilerin dört buçuk katı. ABD’nin İtalya’daki yatırımları, Çin ve Hindistan’daki toplam yatırımlarından daha fazla. Benzer eğilimler Fransa, Hollanda, İrlanda ve genelde tüm Avrupa Birliği için de geçerli. AB yatırımları için de en önemli çekim merkezi Amerika. Yalnızca Teksas eyaletindeki Avrupa yatırımları, ABD’nin Japonya ve Hindistan’daki toplam yatırımlarından fazla.

Avrupa’daki Amerika AB ülkelerindeki ekonomik varlığı ile ABD büyük bir Avrupa ülkesi sayılır. Bir zamanlar, II. Dünya Savaşı sonrası soğuk savaş yıllarında ABD’nin Batı Avrupa’daki askeri varlığı bu sıkı ekonomik ilişkilerin tutkalı olmuştu. Bugün ise artık çözülmesi zor bir maddi çıkar kenetlenmesi söz konusu. Özellikle 480 milyonluk Avrupa Birliği’nin dünyanın en zengin pazarı olması önemli bir manyetik alan oluşturuyor. Yirmiyedi AB ülkesi, AB Komisyonu ve Avrupa Parlamentosu ekonomik yaşamı düzenleyen kurallarda ortak bir karara ulaşabildiği noktada, diğer ülkeler bunlara uymak zorunda kalıyor. Ticaretten, üretim koşullarına birçok alanda AB mevzuatı AB ile iş yapan tüm ülkeleri etkiliyor. AB bir nevi “standartlar süper gücü” konumunda. Öyle ki ABD’li şirketler için Brüksel son yıllarda neredeyse Washington DC kadar önemli yeni bir başkent oldu. Özellikle ticari rekabete hukuksal bir boyut getirmek konusunda. Örneğin 2001 yılında General Electric şirketi Honeywell’i 34 milyar dolara satın almıştı. ABD tarafından onaylanmış olan bu girişime AB Komisyonu rekabet hukukuna dayanarak izin vermedi. Bu alanda son zamanların en önemli dosyalarından biri Microsoft’un Windows işletim sisteminin bazı özelliklerini paylaşmasını talep eden IBM ve Oracle gibi diğer bilişim devlerinin AB Komisyonu nezdinde gördükleri destek oldu. Bunun Microsoft’a maliyeti günde 3 milyon euroluk bir ceza faturası. İşte ABD ile AB arasındaki ilişkiler bu güçlü ekonomik direk üzerinde kurumsallaştılar. Washington her zaman Avrupa’da kendisiyle "dünya işleri"nde müttefik olacak ve sorun çıkarmayacak bütünlükte bir Avrupa Birliği görmek istemiştir. Aksi takdirde, ABD Avrupa’daki özel kanalları yoluyla gidişatı etkilemek için seferber olur. Bu özel kanallar her zaman Londra ve iktidarın rengine göre Berlin, Roma, Madrid, Kopenhag ve hatta eski gerilimlere rağmen Paris olabilir. Washington-Brüksel ekseni

- 30 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bu ikili kanalların ötesinde AB’nin merkezi olarak Brüksel’in ABD için önemi son yıllarda iyice pekişti. AB Komisyonu’nun Washington’daki diplomatik temsilciliği AB sürecinin en başında, 1954’te açıldı. ABD’nin Brüksel’de 1961’de açılan AB büyükelçiliği ise bin kadar personeli ile çok etkili bir diplomatik güç üssü. Soğuk savaş sonrası dönemde bir dizi adım ile ilişkilerin kurumsal yapısı gelişti: 1990 Transatlantik Bildiri, 1995 Yeni Transatlantik Gündem ve Eylem Planı, 2007 Transatlantik Ekonomik Konsey (TEC). Böylece özellikle TEC girişimi sonucunda ABD’de kabine üyeleri ile AB Komisyonu üyeleri ve de üst düzey bürokratlar arasında düzenli bir ortak çalışma zemini tesis edildi. “Avrupa’nın telefon numarası nedir?” Uluslararası ilişkiler edebiyatında klasikleşmiş bu “Kissenger sorusu” da yanıtını kısmen buldu. ABD’nin AB Komisyonu ve AB dönem başkanlarını Avrupa adına esas muhatap kabul etmesi zaman aldı. Sorunun hikâyesi şöyle: Yetmişli yıllarda, yine Orta Doğu’da ateşin yükseldiği günler. Basın ABD dışişleri bakanına bu konuda Avrupa ile istişare edip etmediğini sorduğunda, aldığı ünlü yanıt bu mecazi soru olmuş. Avrupa’nın uluslararası politikada tek ses olamadığına, ortak politika üretemediğine ve kurumsal yapısının karmaşıklığına atıfta bulunan manidar bir yanıt bu. Nereyi arayacak ABD, bir konuda Avrupa’nın ne düşündüğünü öğrenmek istediğinde? Aranacak taraf ABD olsa yanıt kolay. Başka bir ülkenin başbakanı veya dışişleri bakanı için Washington’daki muhatabı belli. Avrupa için ise önemli uluslararası politika konularının çoğunda Londra’dan, Berlin’e, Paris’ten Stockholm’e, Roma’dan Madrid’e uzun bir telefon turu yapmak kaçınılmaz. Eğer, AB üyeleri arasında belli bir uzlaşma olsa ve dolayısıyla aranacak numaranın kodu Brüksel’i işaret etse bile, iş orada bitmiyor. Bu sefer AB kurumları içinde başka bir karışıklık devreye giriyordu. AB tarihi ve siyasetinin ünlü uzmanlarından Prof. William Wallace bu konuyu merak edip Kissenger’la konuşmuş. Kendisine atfedilen ve artık klasikleşmiş soruyu gerçekten sorup sormadığını öğrenmek istemiş. “Hayır, fakat pekâlâ sorabilirdim, gayet meşru bir soru” olmuş aldığı yanıt. Diplomasi tarihinin yaşlı kurdu, tarihe düşen bu yanlış kayıttan, bu rivayetten hoşnutmuş. “Realpolitik” yaklaşımı ile özdeşleşen gerçekçi kimliğine pek de uymayan bir şekilde, AB ülkelerinin artık birleşik bir dış politika sahibi olmasının iyi olacağını da eklemiş. AB bu konuda 2010 Lizbon Antlaşması ile kısmen bir ilerleme kaydetti. ABD’nin karşısında AB Konseyi Başkanı ve AB Dışişleri Temsilcisi gibi iki kişinin telefon numarası var artık. AB Komisyonu Başkanı da ekonomik, sosyal ve hatta iç güvenlik konularında hatta. Tabii AB üyesi ülkelerin başkentleri de konusuna göre her zaman Washington için birer ayrı muhatap. AB bir birleşik devlet değil, bu durum kendi şahsına özel olmaya devam edecek. ABD’nin artık en önemli hedeflerinden biri, AB’nin aldığı kararlarla küresel iş ortamını belirleyen alanları tek başına etkisine almaması. AB de kendi tarafında ABD’nin tek taraflı hareket etmesinden hazzetmiyor. Her iki taraf ta gayet açıkça görüyorlar ki, ekonomik ilişkileri düzenleyen mevzuat ve politikalarda uyumun çok büyük ekonomik getirisi var: tüketiciler için daha ucuz ürünler, daha çok ticaret, yatırım ve istihdam, dünyanın diğer ülkeleri ile daha güçlü rekabet, daha hızlı teknolojik atılım ve ekonomik büyüme oranlarında 2,5 puanlık artış. “Açık Semalar” girişimi de sürüyor. Hedef Atlantik'in iki yakası arasında yılda 25 milyon daha fazla uçak yolcusu, daha karlı havayolu şirketleri, daha ucuz biletler, 80bin yeni iş.

- 31 -


Dr Bahadır Kaleağası

AB Konseyi Başkanı Von Rompuy, ABD Başkanı Obama ve AB Komsiyonu Başkanı Barroso. AB-ABD yıllık zirvesi, Lizbon 20 Kasım 2010

Ticaret kuralları, tarife dışı engeller, üretim standartları, altyapı ağları, sermaye piyasaları, fikri mülkiyet hakları, teknolojik yenilikler, kamu alımları, iklim değişikliği, enerji tedariki gibi alanlarda ABD ve AB’nin uyum içinde olması için kurumsal bir mekanizma işliyor. Bakanlıklar ve özel sektör temsil kurumları (BUSINESSEUROPE ve US Chamber of Commerce) ortak çalışma düzeni içindeler. Fakat her iki tarafta da birbirini “korumacılık” ile suçlama eğilimi ve Dünya Ticaret Örgütü çerçevesinde ticari anlaşmazlıklar devam ediyor. Bu anlaşmazlıklar ikili ticaretin yüzde ikilik bir payı ile sınırlı. Ticaret genel olarak sorunsuz ve mevzuat uyum süreci içinde. Diğer yanda tarım ve hizmetler alanlarında daha fazla serbestleşme girişimlerinde sorunlar önemli. Her iki tarafta da korumacı eğilimler siyaset üzerinde baskı yaratabiliyor. Ankara-Brüksel-Washington Üçgeni Türkiye açısından bu gelişmelerin birçok sonucu var: 1. AB üyeliği siyasal hedef; ABD jeo-stratejik müttefik. Türkiye’nin 1954’den beri NATO üyeliği Washington-Ankara hattında derin bir ilişki birikimi sağladı. Çok eksenli dünyada Türkiye’nin dış politika refleksleri ve de ulusal çıkar analizleri doğal olarak eskiden olduğu kadar ABD ekseninde olmayabiliyor. Diğer taraftan, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, İsrail ve İran gibi komşu bölge ülkeleri ile ilişkilerde Türkiye’nin siyaset yönelimleri ABD tarafından daha öncelikle dikkate alınmakta. Bu çerçevede, ABD’nin AB başkentleri ve Brüksel ile olan ilişkileri, AB ile müzakere sürecinde bir ülke olarak Türk dış politikasındaki önemli bir parametre teşkil etmekte. Transatlantik gündem, Türkiye’nin de gündemi: Orta Doğu’da Arap Baharı sonrası yeni siyasal rejimler, yeni ekonomik çıkar alanları; Rusya karşısında Doğu Avrupa’da yeni askeri düzenlemeler; uluslararası örgütlü suç ve terörizmle mücadele; sibergüvenlik; G20’nin etkinleşmesi; Dünya Ticaret Örgütü; Çin… Türk ulusal çıkarları bu konuların hepsinin odağında. Küresel düzenin temel direğini oluşturan ve de aynı zamanda kendisinin de en önemli siyasal ortakları olan AB ile ABD arasındaki gündem, Türkiye’nin kaderine de yön veriyor. 2. AB en önemli ekonomik ortağımız; ABD ise birçok açıdan ikinci sırada. Transatlantik ‘ortak pazar’ veya bir ‘ortak ekonomik alan’ yönündeki gelişmeler, Türkiye’nin AB ve ABD dışında yakın ilişki içinde olduğu tüm ülkeleri de etkiliyor. Rusya’dan, Mısır’a, Kazakistan’dan, Pakistan’a, Gürcistan’dan Bosna’ya ve hatta İran’a tüm ülkelerin uluslararası ekonomik ilişkilerdeki duruşu ve Türkiye politikalarının evriminde ABD-AB ortaklığını önemli bir etken olarak dikkate almak doğru olur. Sadece yakın bölgede değil, örneğin Çin’de yatırım, ticaret ve ortaklık yapan Batılı şirketlerin karşılaştıkları sorunlar ve çözüm yolları, Türk şirketler için de büyük ölçüde aynı. Transatlantik ekonomik ortaklık çerçevesinde Türk ekonomik çıkarlarını doğrudan etkileyen bir çok önemli politika alanı var: enerji, ticaret, finans, fikri haklar, CO2 yayımı, göç, …

- 32 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bunlara yeni bir boyut eklendi: Teknolojik Yenilikçik Birliği ya da İnnovasyon Birliği. AB-2020 Stratejisi dâhilinde “bayrak gemisi” girişimlerden biri olarak tanımlanan İnnovasyon Birliği başlığı altında 21. yüzyılın yeni teknolojik atılımlarının tetiklenmesi öngörülüyor. Telekomünikasyon, bilgisayar, sağlık, enerji, ulaştırma, kent yaşamı ve düşük karbonlu ekonomi gibi bir çok alanda AB’nin küresel ekonomik gücünü toparlaması öngörülüyor. Paralel olarak, ABD’de bu alanlardaki dünya liderliğini korumak ve ilerletmek gerekiyor. Brüksel’deki ABD’nin AB nezdindeki etkili büyükelçisi William E. Kennard tarafından 2010 yılında ortaya atılan Transatlantik İnnovasyon Birliği fikri de her iki taraf da olumlu karşılandı. Diğer ekonomik alanlarda olduğu gibi, teknoloji boyutunda da standartlar, mevzuatların uyumu, bilimsel araştırmalar, finansman olanakları gibi ortak eylem zeminlerinde “Batı” dünyası kendi geleceğine ve küresel üstünlüğüne sahip çıkmaya çalışıyor. 3. ABD ile ilişkilerde, özellikle ABD’nin orta Doğu politikalarındaki sorunları bir çok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ABD algısının olumsuzlaşmasına neden oldu. AB içinde de bazı çevreler Türkiye’nin “demokratik eksiklikleri, toplumsal duygusallığı, siyasal özgüvensizliği ve analiz hataları” yüzünden AB üyeliği sürecinden kendi kendine kopacağını umuyor. AB’nin Türkiye politikalarındaki Kıbrıs ve vize gibi konulardaki hatalara Türk kamuoyunun tepkileri de bu çevreleri rahatlatıyor. Amaçları Türkiye’yi AB’nin siyasal karar sistemine ortak almadan özel bir statü ile etki alanı içinde tutmak. AB’nin bu etki alanı bırakın Türkiye’yi, bir dünya devi olan ABD için bile bir risk. Bu nedenle ABD transatlantik ilişkiler çerçevesinde, küresel siyasal ve ekonomik süper güç olmanın verdiği baskı olanağını kullanarak AB’yi ortak ve uyumlu harekete yönlendirebilmekte. Türkiye bu durumdan ders çıkarmalı ve ulusal çıkar analizinde dikkatli olmalı. Transatlantik ilişkiler 21. yüzyılda küresel düzenin temel direği olmaya devam ediyor. Türkiye’nin ne Amerika’yı, ne Avrupa’yı, ne de kendini yeniden keşfetmek gibi bir sorunu olmalı.

PEMBE ÇİN Uzayın sakinliği aniden bozuluyor. Mavi gezegenden fırlatılan bir cisim ve bir patlama. Teleskoplarda toz duman. Başkentler karışıyor bir anda. Washington DC, Moskova, Londra, Tokyo, Paris, Berlin, Ottowa, Canberra, Seul, Yeni Delhi... Herkes ne olduğunu araştırırken bir başkent sessiz. Pekin yorum yapmıyor. Kısa sürede anlaşılıyor ki, Çin uzayda silah denemesi yaptı. Sessizlik sonrasında gelen açıklamalar teknik: Dünya’nın 865 km dışında yörüngedeki Fen Yun meteoroloji uydusu 11 Ocak 2007 akşamüstü Xichang Uzay Merkezi’nden fırlatılan balistik misil ile imha edildi. ABD ve SSCB’nin anti-uydu silah denemelerini karşılıklı olarak durdurduğu 1985 yılından beri ilk kez böyle bir girişim gerçekleşince, kaygılı tepkiler geldi doğal olarak. Diğer başkentler uzayda barışa duyarlılığı ve bu tür bir silah denemelerinin gereksizliğini vurguladılar. Her şey bir yana, patlama sonucunda atmosfer dışında yayılan 300 bin kadar enkaz parçacığının yere düşmesi, diğer uydulara çarpması veya Uluslararası Uzay İstasyonu için yarattığı tehlikelere işaret edildi. Pekin ise önce sessiz, sonra sakin bir tavırla konuyu geçiştirdi. Bunun bir bilimsel deneme olduğunu ve uzayda barışa dayalı teknolojik gelişmeye bağlı olduğunu tekrarladı. Çin 2003’de

- 33 -


Dr Bahadır Kaleağası

uzaya insan gönderen üçüncü ülke olmuştu. Sonra da uzayda astronot yürüyüşü hazırlıklarına başladı. Rusya ile de Mars’a yönelik işbirliği yapıyor. Yeni yüzyılda Çin’in hızlı yükselişinde artık bir uzay boyutu da var. Fakat Çin’in kalkınması ile ilgili her alanda olduğu gibi, etkileyici bir hız ve çelişkiler yumağı bir arada. Çin’in uzay giderleri yarım milyar dolar ile NASA’nın 17 milyar dolarlık bütçesinin çok gerisinde. Ülke kişi başına düşen ulusal geliri açısından diğer uzay kâşiflerine göre son derece yoksul. Teknolojileri de henüz en ileri standartlarda değil; ilerleme hızı yüksek. Uzay yarışında var olmanın bir çok getirisi var. Bunlar aynı zamanda bir dünya gücü olmanın içeriğini oluşturan etkenler: ekonomik büyüme, askeri hareket yeteneği, bilimsel ve teknolojik ilerleme, girişimcilik, siyasal saygınlık, kültürel çekim gücü ve toplumsal özgüven. Ortak bir siyasal söylemin Çin’in dünya ile temas eden kesimlerince iyi çalışıldığı ve benimsendiği söylenir. Kişisel deneyimler de bu değerlendirmeyi teyit ediyor. Gerek Pekin ve Şanghay’da görüştüğümüz, gerekse Brüksel, Ankara, Washington DC, New York, Londra gibi dış merkezlerde karşılaştığımız Çinlilerin aynı ortak heyecan, gurur ve kaderi paylaştığı gözlemleniyor. Doğup büyüdükleri yıllardaki içine kapanık ülkeleri bugün hızla küresel bir güç olma yolunda yükseliyor. Küresel irtifa Şanghay gökdelenleri yükseklik yarışında. Kent hızla değişiyor. Yirminci yüzyıl başının kozmopolit ve kolonyal kentinin tarihsel havası ile yeni yüzyılın modernlik yarışındaki mekânlarında çoğalıyor kent yaşamı: mimari tasarım sergisine dönen sokaklar, lüks oteller geçidi, barlar, lokantalar, bankalar, Paris veya Londra’da görülemeyecek sayıda lüks marka mağazaları, … Çin genelinde, Şanghay gibi, Pekin gibi yirmi kadar dev kent… Tabii geri planda hala önemli bir yoksulluk kütlesi var. Düşünce ve internet özgürlüğü sıkıntılı. Gıda güvenliği ve fikri haklar gibi ileri ülke standartları zayıf. Ayrıca bu ilerleme ışıltısının gerisinde bir sahicilik eksikliği hissedilebiliyor bazen. Fakat sonuçta Çin ortalama yüzde 10 oranı ile hızla büyümeye devam ediyor. Nitelikli insan sermayesi genişliyor. Nüfus ise 1,4 milyar seviyesine yaklaşırken sabitlenmekte, yaşlanmakta. Kişi başına düşen milli gelir henüz düşük. Fakat toplam büyüklükte Çin artık ABD’den sonra dünyanın ikinci ekonomisi. Devlet 2011 yılı itibari ile 3 trilyon doları aşan elindeki rezervi giderek daha fazla iç tüketime, kalkınmaya ve dış yatırımlara vakfetmekte. Ürün kalitesi artışta, ihracata bağımlılık biraz azalmakta. Güneş ve rüzgâr enerjisi, elektrikli otomobil, hızlı tren ve savunma sanayi gibi alanlar revaçta. Bu arada, uzaya yönelik planlama da yeni ufuklar peşinde. Çin 2020 yılında tamamlayacağı Uzay İstasyonu için geri sayıma başlıyor, Ay üssü hesapları yapıyor. İpek Ekseni

Son zamanlarda uluslararası analiz raporlarına yansıyan veriler, bu yükselişin Türkiye’nin de geleceğini etkileyen farklı izdüşümlerini yansıtmakta. İpek Yolu devrinde olduğu gibi Çin yine ekonomik ve jeo-stratejik bir eksenin ana durağı. Bu yeni eksen sadece Doğu-Batı istikametinde değil, her yönde ilerliyor: ►

Ekonomik serbestleşmenin ilk sinyallerinin başladığı 1978’den sonraki otuz yılda yaşam standartları yüzde 500 arttı. Son on yılda 200 milyona yakın Çinli yoksulluktan kurtuldu. Orta sınıf nüfus 2010’da 300 milyonu geçti. Öngörülere göre, ekonomik büyüme sürerse 2050’ye

- 34 -


Dr Bahadır Kaleağası

kadar toplumun yarıya yakını orta sınıf olacak. Bu muazzam bir üretim ve tüketim artışı, kentleşme ve çevre sorunlarını da beraberinde getiriyor. Konut piyasasından, otomotive Çin bir çok sektörde şimdiden dünya birincisi. Eşzamanlı olarak, ülkede vatandaş ile devlet arasındaki ilişki de bu sosyo-ekonomik dönüşümden etkilenmekte. Çin’deki toplumsal çalkantılar ve demokrasi talepleri 21. yüzyılın önemli bir konusu haline gelebilir. Bu yönde bir gelişmenin uluslararası ilişkilere yansıması kaçınılmaz. ►

Resmi askeri giderler 2000 sonrası hızla arttı. Örneğin 2011 bütçesi yüzde 12,5 oranında artışla 92 milyar dolara yükseldi (1996’da 16 milyar, 2007 yılında 45 milyar dolardı). Gerçekleşen harcamalar ise, Pentagon’un hesaplarına göre 140 milyar doları aştı. Böylece Çin askeri güç olarak Türkiye, Japonya, Fransa ve İngiltere’yi geçti. Bütçe olarak Rusya’yı da geçti. Toplam askeri güç sırlamasında ise Çin Rusya’dan sonra üçüncü sırada. Dördüncü sırada Hindistan yer alıyor. Birinci sıradaki ABD’nin savunma bütçesi ise 2012 bütçesine yönelik kısıtlamalara maruz kaldı. Böylece 700 milyar seviyesinden inişe geçse de, ABD uzak ara ile savunma giderleri ve askeri güç hesaplarında dünya liderliğini sürdürüyor. Çin liderleri ülkelerinin askeri gücünün “yalnızca savunma amaçlı” olduğu yönündeki açıklamalara özen göstermekteler. Son yıllarda Hindistan sınırından ziyade Güney ve Doğu Çin denizlerine yönelik bir Çin askeri yoğunlaşması gözlemleniyor. Bu bölge Tayvan’a yönelik konuşlanmaların ötesinde ekonomik bir öneme sahip. Filipinler’den Japonya ve Kore’ye uzanan denizlerde Çin hem balıkçılık alanlarını, hem de ihracatının ana arteri olan deniz taşımacılığı güvenliğini gözetiyor. Tabii diğer yandan, Sincan ve Tibet bölgelerindeki iç güvenlik kaygıları da önem taşımakta.

Çin AB’den sonra dünyanın en büyük ikinci ihracatçısı ve bir numaralı petrol ithalatçısı. Her yıl sürekli artan Çin ihracatı, bunun önemli bir kısmı yabancı sermayeli şirketler tarafından olsa da, batı dünyasında önemli bir kaygı kaynağı. Örneğin, Çin’in 2010 yılı dış ticaret hacmi yaklaşık 3 trilyon dolar olarak gerçekleşti. Bu toplamın içinde ihracat bir önceki yıla kıyasla yaklaşık %32 oranında bir artışla 1,6 trilyon dolardı. Batı dünyası ile ilişkilerde rahatlamak ve kendi iç tüketimini de desteklemek üzere Pekin’in ithalatı arttırma çabaları da 2010 yılında %39’luk bir artış ile 1,4 trilyon dolarlık bir rakam ulaştı. Dünya Ticaret Örgütü’ne 2001 yılındaki üyeliği sonrasında, Çin gümrük vergisini yüzde 42’den yüzde 9’a düşürürken üçbin kadar yeni yasa ve düzenlemeyi yürürlüğe koydu. Her ne kadar Çin’in ticaret fazlası biraz azalsa da, başta ABD olmak üzere dünyadaki gelişmiş ekonomilerin Çin karşısındaki ticaret açığı sorun kabul ediliyor. Ayrıca buna da bağlı bir etken olarak Çin parası Yuan’ın düşük olan değeri de uluslararası ilişkilerin öne gelen bir konusu. Diğer yandan, Çin’in başta petrol olmak üzere bir çok hammaddeye karşı olan bağımlılığı ve tarım sektörünün tüm halkı beslemeye yetmeyen kapasitesi dikkate alındığında, Çin’in ithalat yapısı Batı’yı tatmin etmiyor. İsteniyor ki Çin aynı zamanda daha fazla tüketim ürünü ve katma değerli yüksek mallar ithal etsin.

- 35 -


Dr Bahadır Kaleağası

DÜNY ADA M AL TİC AR ET İ İTHALAT : 9.24 trilyon €

DÜNY ADA M AL TİCAR ET İ İHRACAT : 8.96 trilyon €

( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 )

( kaynak : Dünya Ticaret Örgütü, 2010 )

Uluslararası şirketler ve markalar için Çin “varsan da, yoksan da sorun” konumunda bir pazar. Çin 2010 sonrası döneme yılda 100 milyar doların üzerinde bir yabancı sermaye çekim gücü ile girdi.

Çin'de etkinlik gösteren yabancı sermayeli şirket sayısı 1979’da 100 kadardı; 2010 itibari ile 600.000’ni aşmıştı. Otomotivden, meşrubata, bilgisayardan, diş macununa dünyanın tüm büyük markaları Çin’de. Ülkenin ihracatının yarısını bunlar gerçekleştiriyor. Toplam sermayeleri, yarattıkları istihdam ve ödedikleri vergi ile Çin’in yeniden uyanışında yabancı sermayenin rolü münhasıran olmasa da belirleyicidir. Pekin 2006 yılında kalkınmada öncelikli bölgeler, tarım ve yeni teknolojiler gibi istisnalar dışında yabancı şirketlere tanınan ayrıcalıklar kısmen ortadan kalkınca, vergi gelirleri daha da arttı. Daha sonraki yıllarda ise, yabancı şirketlerin Çin pazarında “ayrımcılık”, “hukuk devleti eksiklikleri” ve “kopyalama” şikâyetleri hızla arttı. Dünya markalarının özgün ürünlerinin taklidinden, Apple ve Ikea gibi bizzat özgün ve de resmi satış mağazalarının taklidine uzanan fikri haklar ve teknoloji casusluğu sorunları da kısmi ilerlemelere rağmen çözülemedi. Çin AB Ticaret Odası’nın yıllık raporları bu konuların ayrıntılı analizlerini içeriyor (EUCCC: www.europeanchamber.com.cn). Tabii Pazar sürekli genişliyor, yatırımlar akmaya devam ediyor.

Çin’in dünyanın diğer ülkelerine toplam yatırımları neredeyse sıfır seviyesinden onbeş yılda hızla fırlayarak 2011’de 250 milyar dolara yaklaşmaktaydı. Bu miktar ancak Danimarka veya Tayvan gibi ülkelerin dış yatırımlarına eşit olsa da, artış eğilimi yüksek. Çin yatırımları arasında dünyaca ünlü bilgisayar veya otomobil markalarının satın alınması veya Afrika’da maden ve tarım arazilerinin işletilmesi gibi siyasal yansımaları da olan tercihler dikkat çekiyor. Çinli şirketlerin ABD ve AB’deki şirket satın alımları veya girdikleri kamu ihaleleri zaman zaman bu ülkelerdeki rakipleri veya resmi makamlar tarafından “haksız rekabet” olarak eleştiriliyor. Arkalarında devlet teşvişi sayesinde fiyat kırmak, maliyet düşürmek ve piyasa ekonomisi koşulları dışında hareket etmek ile suçlanabiliyorlar. Hazinesindeki döviz rezervi 2011’de 3 trilyon dolara erişen Çin için dünyada sanayiden, emlak ve finansal fonlara bir çok yatırım aracı, elindeki 1,3 trilyonu geçen ABD devlet tahvillerine alternatif hale

- 36 -


Dr Bahadır Kaleağası

gelmekte. Pekin tarafından stratejik olarak planlanan dış yatırım hedefi 2020 için 1 trilyon doları aşıyor. ►

Aynı zamanda otomotivden meşrubata ve bilgisayardan diş macununa hemen hemen sektörde Çin artık kendi markalarını geliştirmeye ve uluslararası saygınlık kazandırmaya çabalıyor. Güneş enerjisi, telekom ve hızlı tren gibi teknolojik atılım gerektiren sektörlerde de Çin dünya liderleri arasında.

Küresel rekabet gücünün önemli bir göstergesi olan ar-ge alanına Çin giderek daha büyük kaynaklar ayırmakta. Dünya ar-ge harcamaları 2001’de 2,1 trilyon dolara erişti. ABD 405 milyar dolar ile bu alanda da önderliğini sürdürürken, Çin 153 milyar dolar ile Japonya’yı geçti

Çin yükselmiyor. ‘Yeniden’ yükseliyor. Çin’in dünya ekonomindeki ağırlığının 17. ve 18. yüzyıllar arasında ortalama yüzde 30 olduğu hesaplanmakta. Hindistan ile birlikte, bir zamanlar küresel ekonominin yarısını temsil etme konumuna 2050 yılında tekrar kavuşacaklar.

Şanghay 2011 Foto: B.Kaleağası

Bazı veriler ise gelecek için önemli eğilimlere farklı ölçeklerde işaret ediyor: ►

Pekin’in ekonomiyi soğutmak ve sermaye denetimini pekiştirmek istediğine yönelik söylentiler sonucunda 27 Şubat 2007 günü Şanghay borsasında geçici bir düşüş yaşandı. Bunun üzerine hızla başta New York, Hong Kong ve Tokyo olmak üzere İstanbul dâhil tüm dünyada bir kriz dalgası yayıldı. Böylece Batı kamuoyu Şanghay’ın küresel koordinatlarını daha iyi idrak etti. Kimi yorumlara göre, Yuan’ın devalüasyonunu talep eden uluslararası baskıya karşı Çin hükümetinin bir uyarı mesajı söz konusuydu.

Kasım 2006’da Pekin 48 Afrika ülkesi liderinin zirvesine ev sahipliği yaptı. Başkan Hu Jintao Şubat başında üçüncü Afrika turunu tamamladı. Çin doğal kaynaklarına önem verdiği kara kıtaya 5,5 milyar dolar tutarında yardım taahhüt ederken, ABD ve Fransa’dan sonraki en önemli ticari ortağı durumuna geldi. Zaman içinde bir çok Afrika ülkesinde Çin varlığı iyice serpildi. Çin Afrika’da maden işletiyor, tarımla ilgileniyor, uzun vadeli krediler sağlayarak bir çok altyapı projesi yürütüyor. Bir zamanların Batı sömürgelerinde de Çin yükseliyor.

- 37 -


Dr Bahadır Kaleağası

Çin dünyanın en büyük otomotiv pazarı. Yalnızca Pekin’de her gün ikibin araç trafiğe dâhil oluyor. Kentin 8-12 bantlı yollarında bisikletler nostaljik bir görüntü olacak kadar istisna. Bu arada Çin markası otomobiller Asya’dan sonra başka kıtaların pazarlarına da yöneliyor. Elektrikli temiz enerji motoru için Çin diğer ülkelerle yarışı halinde.

Şanghay’da yirmibeş kat üstünde bina olarak dörtbin kadar gökdelen var. 2010’daki Şanghay Expo kentin gelişiminde dönüm noktası oldu.

İnternete ulaşan Çinli sayısı 2011’de yarım milyarı aştı. Aynı yıl Çin dışarıdan yarım milyonu aşkın siber-saldırıya uğradığını açıkladı. Dünya basınında ise, Çin’in internete uyguladığı filtre ve sansür uygulaması eleştiri konusu.

Yurtdışına çıkan Çinli turist sayısı 2020 perspektifinde 100 milyonu aşabilir.

Dünya internet coğrafyasında Çinli kullanıcıların ve Çince sitelerin sayısal varlığı hızla artıyor. Bu arada, uluslararası internet sektörü şirketleri hükümetin sanal âlemde içeriği denetlemeye yönelik talepleri karşısında, pazarın büyüklüğünü dikkate alarak uzlaşmak zorunda kalabiliyor. İnternette ses ve görüntülü iletişim ağı Skype’nin üye tabanında, Çin ABD’yi geçerek birinci konuma geldi.

Çin’in nanoteknoloji alanında ABD’ye yaklaşan bir araştırma ve yatırım hareketi içinde olduğu tahmin ediliyor. Gözle görülemeyecek kadar küçük maddelere dayalı nanoteknoloji sağlık, gıda, elektronik, enerji, ulaştırma gibi değişik alanlarda yeni bir devrim olacak.

Beyaz Saray ile Kongre arasında yaşanan bütçe krizi, kötü işsizlik verileri ve durgunluk korkuları arasında 6 Ağustos 2011’de ABD’nin kredi notu AAA’dan AA’ya düşünce, Pekin’den bir dünya lideri tonlamasında uyarı geldi: “Washington borçlanmaya olan bağımlılığından kurtulmalı, maddi imkânlarına göre yaşamayı öğrenmeli”.

Ağustos 2011’de Çin savunma gücüne bir yenilik daha ekledi, ilk uçak gemisini hizmete soktu. Varyag isimli gemi motorsuz ve silahsız olarak Çin tarafından 1998 yılında Ukrayna’dan alınmış eski bir Sovyet enkazı durumundaydı. O zaman İstanbul Boğazı’ndan artık askeri amaç taşımadığı kabul edilerek ve özel önemlerle 6 saatte geçmişti. Çanakkale Boğazı’ndan da 7 saatte geçmişti römorkörlerin çektiği “yüzer kitle”. Pekin Ankara’ya askeri kullanıma yönelik olmadığı ve ayrıca 2,5 milyon Çinli turist sözü vermişti. O sırada Boğaziçi Üniversitesi kampüsünde uluslararası ilişkilerde yeni eğilimleri inceleyen bir toplantıydık. Kennedy Lodge binası önündeki düzlüğe akademisyen dostlar ile birlikte çıkarak bu geçişi izlemiştik. Herkesin konuya hicivle ve henüz ilk sinyallerini veren Çin hakkında kaygı ve merak ile karışık duygularla yakalaştığını hatırlıyorum. Daha ne 11 Eylül olmuştu, ne Arap Baharı, ne küresel kriz, ne internet çağı. Pekin ve Şanghay çok az sayıda modern bina ve bisiklet kitleleri doluydu.

- 38 -


Dr Bahadır Kaleağası

Uyum, kibir, kırılganlık Çin’deki tek parti yönetiminin en yüksek tartışma forumu ve yasama gücü olan 2.937 delegeli Ulusal Halk Kongresi’nin yıllık oturumu 16 Mart 2007’de kapanırken, Başbakan Wen Jiabao ülkenin yenilenen söylemini dikkatle açıklamıştı: ‘uyumlu toplum’. Uyum kavramı sakin bir dünya görüşü içinde bir çok alana yayılıyor. Bir tarafta uluslararası boyut var: komşu ülkelerle iyi ilişkiler, eski düşman Japonya ile kalıcı barış, ABD, AB, Rusya ve Hindistan ile işbirliği, kalkınmakta olan ülkelerle dayanışma, Tayvan’ın resmen Çin’e geri dönmesi sürecinde sabır, Kuzey Kore ile Batı arasında arabuluculuk, dünyanın en büyük enerji tüketicisi ülke olarak iklim değişikliği sorununa duyarlılık, uzay çalışmalarında ülkeler arası ortaklık... Diğer tarafta, son zamanlarda gelir dağılımı uçurumları derinleşen, resmi verilere göre yılda 150 bini aşan kitlesel tepki eylemine sahne olan ve ekonomik kalkınma çarkları dengesiz bir toplumda istikrar arayışları: bölgesel kalkınmaya öncelik, parti içi yolsuzlukla mücadele, kendine has bir komünist ‘demokrasi’, Tibet ve Sincan’da etnik sorunları yatıştırma... Çin uyum odaklı siyasal felsefesini olabildiğince başararak küresel güç olma sürecini denetim altında tutmaya, her şeyden önce kendine zarar veren bir dev olmamaya çabalıyor. Dışarıdan bakıldığında, kimi açıdan yeni riskler, bazı yaklaşımlarda ise yeni dengeler tetikleyen bir evrim söz konusu. Çin Ulusal Halk Kongresi aynı yıl ayrıca son yıllarda derin iç siyasal tartışmalara neden olan Özel Mülkiyet Kanunu'nu da onayladı. Bu da sessiz ve derinden bir süreç oldu. Mao’nun çağdaş mitolojik özelliklerini koruduğu bir ülkede, düzenin özüne dokunan bir reform kolay olmadı. Üstelik anayasal zemin hazır ve ülke zaten fiilen liberal ekonomide seyretmekte olduğu halde, Hu liderliğindeki siyasal kadro parti içindeki tutucular ve akademik dünyadaki ideologları uzun bir süre yokladı ve tarttı. Yatıştırma, sindirme, uzlaşma ve alıştırma karışımı bir taktikle hedefine ulaştı. Bir çok uluslararası gözlemciye göre bu sessiz ve sakin taktik, aynı zamanda Çin’in iç ve dış uyum politikalarının temel felsefesini de yansıtıyor. Türkiye’nin Çin Stratejisi Türkiye Çin’in yükselişinin farkına vardı, daha etkin olmaya başladı. Örneğin Ankara’da Dış Ticaret Müsteşarlığı’nın Asya-Pasifik stratejisi son derece kapsamlı ve iyi odaklı. Pekin’de Büyükelçilik ve Şanghay’da Başkonsolosluk ve ticaret müşavirliklerinde son yıllarda başarı ile emek sarf eden temsilciler görev aldılar. Güney’de Guangzu’da yeni bir başkonsolosluk açıldı Ülkenin daha ortasına doğru Çengdu’da da bir Türk Başkonsolosluğu’na ihtiyaç var. Tabii ayrıca, özel bir Çin bölgesi olan Hong Kong da Türkiye açısından önemli ve eski bir başkonsolosluk merkezi. En başlarda "ucuz mal peşinde fuarlarda dolaşan Türk esnafı" görüntüsü Çin’de olmuştu Çin’de. Hâlbuki Çin Türkiye için bir ihracat, dış yatırım ve de Türkiye’ye yabancı sermaye ve turist çekim kaynağı. Özel kalkınma, sanayi ve yatırım bölgelerinin bazıları Türk şirketler için ayrıcalıklı bir alan haline gelebilir. Artık Çin genelinde bir çok Türk banka ve şirket etkinlik içinde, Çin’den de Türkiye’ye yatırımlar artışta. Türkiye yeni Çin’i geç keşfetti. Sincan bölgesindeki en eski Türkçe kültürlerden birine sahip Uygur’ların sorunları da ikili ilişkilerde soğukluklar yaratabilmekte. Ticarette de Çin lehine olan ticaret fazlasını dengelemek kolay olmuyor. Fakat sonuçta G20’nin en iyi ekonomik büyüme performansına sahip iki ülke söz konusu. Çin ekonomisi bir dünya devi. Türkiye ise Avrupa-Asya ekseninde en hızlı gelişen büyük ekonomi, demokrasi, hukuk devleti,

- 39 -


Dr Bahadır Kaleağası

müstakbel AB ülkesi. Çinli siyasal ve ekonomik karar alıcılar bu özelliklere çok önem verdiklerini gizlemiyor. Çinlilerin gözünde Türk malının, Türkiye’de yatırımların, Türk ortakların ve Türkiye’ye turizmin imajı yükselmeli. Çin’de Avrupa markasına karşı önemli bir hayranlık, güven fakat aynı zamanda belli bir mesafe gözlemlenmekte. Türk özel sektörü kendi markasını bu ikilem içinde Avrupa imajının olumlu ögelerini benimseyerek, fakat aynı zamanda Asyalı esneklik etkenleri ile bağdaştırarak oluşturuyor. Mümkün olduğunca tekrar ediyoruz: ►

“Türkiye Çin’e en yakın Avrupalı ülke, ve yalnızca coğrafi olarak değil”

Turizm için ise özel bir markalaşma gerek. Çinli turistlerin sayıları önümüzdeki yıllarda artacak, grup turizmi ağırlık taşıyacak. Bu yönde dikkate alınması gereken bazı etkenler var. Birincisi deniz-güneş turizmine rağbet az. İkincisi, Avrupa’nın marka olarak çekim gücü yüksek. Üçüncüsü turist grupları aynı çıkışta Atina-Roma-Paris gibi bir seferlik güzergâhlarla seyahat etmekte. Dördüncüsü, imparatorluk geçmişinden gelen bir ülke halkı olarak, diğer kültürel ve tarihsel ihtişamların arayışı mevcut. Bu çerçevede, yalın bir markalaşma İstanbul üzerine yoğunlaşabilir: ►

“İmparatorluklar başkenti İstanbul, uygarlıklar diyarı Türkiye”

Pekin 2008 Olimpiyatlarına dev bir şantiye olarak hazırlanmıştı. Sonraki yıllarda inşaat furyası sürdü. Kent üçbin yıllık tarihinin tozlarından sürekli tekrar doğmaya çalışıyor. Havaya ıslak çimento kokusu ve bej bir sis egemen. İnşaat toz dumanı içinde geleneksel Pekin evlerinin gri ve kırmızı renkleri birbirine karışıyor. Bir zamanların “kızıl devrim” ülkesinde ortaya şimdilik bir “pembe evrim” çıkıyor. HİNDİSTAN KITASI Hindistan’ın Batı’ya dönük teleskoplarında Türkiye parlayan bir yıldız: ekonomik performansı, kent yaşamı, sosyal dokusu, altyapı ağları, demokratik görünümü, Batılı niteliklere sahip devleti, özel sektörü ve iş ortamı, müstakbel AB üyeliği… Mumbai’den bakınca Türkiye pırıl pırıl. Aynen Kahire’den, Kiev’den, Şanghay’dan veya Baku’dan bakınca parladığı gibi. Asya’nın İki Devi

Mumbai, 2011 Foto: B.Kaleağası

- 40 -


Dr Bahadır Kaleağası

Hindistan G20 Gezegeninin en karmaşık ülkelerinden biri. Hızlı bir ekonomik büyüme, teknolojik ilerleme ve siyasal güçlenme süreci içinde. Bugünkü 1,2 milyar nüfusu yakında Çin’i geçecek. Her iki ülkenin toplam ekonomik büyüklüğü dünya ekonomisinin yarısına yaklaşacak. Zaten üç yüzyıl önce de öyleydi. Küresel ticaret yollarının, geniş imparatorlukların diyarlarıydı Asya’nın iki devi. Sonra her ikisi de başka ülkelerin ekonomik ve siyasal etki alanına girdi. Hindistan bugün dünyanın en büyük onuncu ekonomisi. En kalabalık demokrasisi. Bir çok önemli sanayinin, turizm yatırımının, bilişim şirketinin ve dünya standartlarında üniversitelerin konuşlandığı bir ülke. Aynı zamanda, dünyada yoksulluk sınırı altında en çok insanın yaşadığı bir toplum. Dünya Atlası 20. yüzyılın ikinci yarısında yenilenirken, her iki ülke de bağımsız ve nükleer güç oldular. Birbirleri ile sınır ve etki alanı sorunları ise çözemediler. Çin tek parti buyruğunda bir siyasal rejimle 21. yüzyıla dışa açık bir ekonomi olarak girdi. Hindistan da, Çin’in daha gerisinden gelerek küresel oyundaki atılımlarını hızlandırdı. Tabii Çin’den farklı olarak Hindistan bu süreci eski bir piyasa ekonomisi, yirmiden fazla resmi dili ve yirmiseliz eyaleti ile dünyanın en kalabalık demokrasisi olarak yaşıyor. Her iki ülke de savunma sanayi, uzay teknolojileri ve yeşil enerji alanlarında iddialı. Yakın bir zamana kadar Çin “dünyanın fabrikası”, Hindistan ise “dünyanın bilişim üssü” olarak tanımlanırdı. Artık her ikisi de diğerinin özelliklerini kendi için talep ediyor. Yabancı sermaye çekmekte yarışıyor, yeni teknolojiler için çabalıyor, turizme açılıyor, uluslararası politikada çok eksenli yeni düzene uyum sağlıyor, yeni düzenler belirliyorlar. Mumbai Sokakları, Şanghay Gökdelenleri Tarihi, coğrafyası, beşeri çeşitliliği ve muazzam kültürel zenginliği ile Hindistan kıta içinde bir kıta. Çin de öyle. Her iki ülkenin temel toplumsal sorunları da aynı ölçekte: ileri düzeyde, kitlesel yoksulluk. Ayrıca, ileri düzeyde, kitlesel yolsuzluk. Aynı zamanda, yüzlerce milyarder, yüz binlerce milyoner ve dünya çapında lüks yaşam alanı. Her yıl yoksulluktan orta sınıfa geçiş yapan geniş halk kitleleri. Hızlı ekonomik büyümenin getirdiği sosyal dinamizm, girişimcilik, yaratıcılık ve umut dalgaları. Fakat benzerlikler bir noktaya kadar. Yeni Delhi sokaklarında yürürken hiç şüphe yok ki Pekin’de değilsiniz. Veya Mumbai ile Şanghay arasındaki benzerlikler, her ikisinin birer balıkçı köyü iken 19. yüzyılda Batılı güçlerin ticaret merkezi olarak serpilmeleri ve yer yer kolonyal mimari esintileri ile sınırlı. Bunun ötesinde, içerik ve de şekilde farklar gayet belirgin. Batılı burunları rahatsız edecek türde kent kokuları Mumbai’de genel bir durum. Binalar döküntü, sokaklar da yoksul insanlar, çocuklar. Şanghay’ın modern, bakımlı, küresel ölçekte cazip kent dokusu ön planda. İş, alışveriş, kamu, okul ve turizm mekânları Çin’in ilerleyen yüzünü genel bir bütünlük içinde yansıtıyor. Mumbai’de ise en dünya çapında şirket, yetkili devlet dairesi, alışveriş merkezi ve renkli Bollywood filimi bile genel yoksulluğun içinde birer adacık. Her iki ülkenin birbirine denk önemdeki diğer kentleri için de benzer karşılaştırmalar mümkün. Diğer yandan, eski kast sisteminin sosyal tortuları ve psikolojik dürtülerine rağmen, Hindistan bir demokrasi. Piyasa ekonomisine göre tanımlanmış bir hukuk düzeni var. Günde iki dolar seviyesinde bir gelirin altında yaşayan yarım milyarı aşkın vatandaşı ile zor bir demokrasi. Çin ise tek parti yönetiminin “uyumlu toplum” ideolojisi içinde kalkınma atılımlarını daha etkin

- 41 -


Dr Bahadır Kaleağası

başarıyor. Aslında, yılda onbinlerce sosyal ayaklanma yaşayan bir ülke. Fakat yoksulluk nispeten daha kontrol altında veya daha silik, daha saklı. Dış görüntüsü daha özenli. Gelecek planları daha somut ve öngörülebilir. Çin güzel fakat narin, kırılgan bir vazo. Ufukta Türkiye parlıyor fakat… Hindistan tarihi insanlık uygarlığının beşiklerinden İndus Vadisi’ne dayanıyor. Türk tarihi ile kesişmeleri de önemli. Siyasi hükümranlık dönemlerinden, mimariye ve binlerce ortak kökenli sözcüğe dayanan bir Türk-Hint kültürel etkileşimi var. Pakistan ile Hindistan arasındaki dinsel ve jeo-stratejik nedenlere dayalı anlaşmazlıklar Türkiye açısından dengeli yaklaşımlar gerektiriyor. Bu durum, son on yıllarda Ankara-Yeni Delhi ekseninin daha iyi işler hale gelmesine engel değil. Türkiye’nin atadığı büyükelçiler de ikili ilişkilerin önemini yansıtıyor. Türkiye- Hindistan hattında canlanan ilişkiler her alanda gözleniyor: yoğun resmi ziyaret trafiği, Hindistan’ın AB ile serbest ticaret anlaşmasına paralel olarak Türkiye ile görüşmelere başlaması, yavaş bir kıpırdama ile 2011’de 4 milyar doları aşan ticaret hacmi, THY’nin günlük Yeni Delhi ve Mumbai uçuşları, TÜSİAD ile CII (Hindistan Sanayileri Konfederasyonu) arasında işbirliği kararı ve artan yatırımlar. Önce Hintliler Türkiye’yi daha iyi keşfetti. Örneğin, otomobil, demir-çelik, telekomünikasyon, enerji, ulaştırma, kozmetik, kimya ve madencilik gibi farklı sektörlerde 2011 yılında Türkiye’de 70 kadar Hint yatırımı vardı. Dev Hint pazarında ise, öncü Türk yatırımları olarak Söktaş’ın gömleklik kumaş fabrikası, Çelebi’nin Yeni Delhi ve Mumbai havalimanları hizmetleri, Vitra’nın seramik, Fernas’ın enerji boru hattı ve Hidromas’ın hidrolik alanlarındaki girişimleri dikkat çekiyordu. Potansiyele baktığımızda, her türlü tüketici ürününden, turizme, Mumbai’nin ulaştırma altyapısından, ülke çapında ulaştırma ağlarına geniş bir yelpazede Türkiye için Hindistan bir fırsatlar diyarı. Çin kadar önemli, Çin kadar karmaşık. Zamanlama çok önemli bu noktada. Türkiye’nin çekim gücü çok yüksek. Hindistan birçok açıdan Türkiye’den esinlenme eğiliminde. Türkiye’nin Batılı bir sosyal ve ekonomik ortam olma yolunda izlediği yol, Hindistan için de haritası en kolay okunabilen güzergâh. Belki de bu nedenle, Hindistan’daki görüşmelerimizde resmi veya ekonomik çevrelerde her zaman soruyorlar: “Türkiye’de demokrasi ve ekonomi nasıl gidiyor?”. Ve de söz birliği içinde ekliyorlar : “AB üyeliği hedefiniz bizim için de çok önemli”. GELECEĞİN KISA TARİHİ Yüksek imparatorluk. Yüksek çatışma. Yüksek demokrasi. Bu kavramların özgün tanımlarında ‘hiperaktif’, ‘hipertansiyon’, ‘hipermarket’ ve ‘hiperenflasyon’ gibi günlük dilimize giren Batı dillerindeki değişken anlamlı ‘hyper’ sözcüğü var: hiper-imparatorluk, hiper-çatışma ve hiper-demokrasi. Ne anlama geldikleri ise, sözlükler de yok. Jacques Attali’nin her zamanki gibi büyük etki yaratan son kitabını okumak gerekiyor: Geleceğin Kısa Tarihi (Fayard, Paris, Aralık 2006). Attali Avrupa’nın çok yönlü ve en üretken kişiliklerinden biri: akademisyen, ekonomist, girişimci, bankacı, Mitterand’ın özel danışmanı, birçok Avrupa ve Birleşmiş Milletler projesinin mimarı, halen yeni

- 42 -


Dr Bahadır Kaleağası

teknolojiler ve mikro-finans alanında önde gelen bir danışman. Ayrıca roman, tarih, inceleme, tiyatro, anı ve çocuk öyküsü türlerinde kırk kadar kitabın yazarı. Attali’nin öne sürdüğü bu kavramların anlamı da çok yönlü. Söz konusu insanlık uygarlığını 21. yüzyılda bekleyen üç aşama olabilir. Ya da diyalektik bir evrim içinde birbirine karışabilecek ve etkileyecek temel eğilimler. Belki de, tarihten alınan derslerle bugünü aydınlatan, elli yıl sonrasını belirleyen ve yüz yıl sonrasını hazırlayan temel gelişmelere ışık tutacak teorik genellemeler. Yazara göre, tarih öngörebileceğimiz ve yön verebileceğimiz kendine has yasalara göre ilerliyor. Bu ilerlemenin itici gücü ise en yüksek tanımı ile ‘özgürlük’. Tarihin akışı Bireylerin özgürlük, güç veya kendini arayışları tarihin akışını değiştirebiliyor. Geleceği öngörmek her zaman çekici bir uğraş olmuş. İnsanlığın ilk çağlarında kabile yaşamı güneş ve yağmurun geri gelmesine odaklanmış. Sonra, Akdeniz havzasında parıldayan ekonomik ve siyasal örgütlenmelerden bugüne, geleceği öngörme çabaları da kurumsallaşmaya başlamış: büyücüler, rahipler, kâhinler, filozoflar, sanatçılar, siyasetçiler, hukukçular, biliminsanları, ekonomistler, sosyologlar, edebiyatçılar, sinemacılar, gelecekbilimciler... Genelde, şimdiki zamanının doğal uzantısında bir gelecek zaman tasarlanmış zihinlerde. Örneğin, 4. yüzyılda Konstantin Hıristiyanlık ile pagan geleneklerini harmanlamak üzere İznik’te teolojik bir konsey düzenlerken, asıl hedefi zayıflayan Roma düzenine istikrar getirmenin ötesine geçmiyordu büyük olasılıkla. Avrupa’da 16. yüzyıl sona ererken, matbaanın yayılmasının Kilise ve aristokrasiye dayalı siyasal düzeni pekiştireceği zannediliyordu. İki yüzyıl sonra buhar makinesi sadece bir tarım devrimi olarak beliriyordu en cüretkâr heyecanlarda. 19. yüzyıl sonunda elektrik denince akla yeni bir aydınlatma sistemi gelebilmekteydi ancak. Jules Verne denizler atında veya Ay’a seyahati düşleyebilecek ileri görüşe sahip olsa da, denizler aşırı İngiltere imparatorluğunun sonunun yaklaştığı henüz pek olası gelmemekteydi kimseye. Altı yüzyıllık Osmanlı devletine bizzat kendi paşaları tarafından son verileceği ve yerine çağdaş bir cumhuriyet yükseleceği 1919 yılına girerken bile hayalperestlik olarak görülebilirdi. 20. yüzyıl sonunda internet hakkındaki toplumsal etki değerlendirmeleri her yıl yepyeni boyutlar kazanmaktaydı. Geçen yüzyıl boyu faşizm, Nazizm, komünizm, nükleer teknoloji, soğuk savaş, Berlin Duvarı’nın çöküşü, caz müzik, küresel spor futbol, doğum kontrol hapı ve cinsel özgürlük, pop kültürü, cep telefonu, uluslararası terörizm ve küresel ısınma gibi beş-onbeş yıl öncesinden öngörülemeyen birçok önemli gelişme yaşandı. Aynı zamanda, bireylerin de tarihin yörüngesini nasıl etkilediğine dair sayısız örnek gözlemlendi. Örneğin, Fatih Sultan Mehmet genç yaşta ölmeseydi, Vatikan’a ulaşır mıydı? Napolyon diğer generaller arasından sıyrılarak imparatorlaşmasa, Fransız Devrimi parlamenter demokrasiye yüzyıl daha erken dönüşebilir miydi? Saraybosna’daki katil hedefini şaşırsaydı 1914’de Dünya Savaşı başka koşullarda mı çıkardı? Hitler 1941’de Rusya’yı işgale kalkışmasa bir gün Franco gibi yaşlanarak yatağında ölebilir miydi? Aynı yıl Japonya Pearl Harbour yerine Sovyetler Birliği’ne saldırsaydı, ABD tarafsızlığını sürdürür, Batı Avrupa uzun süre Hitler’den kurtulamaz mıydı? Başbakan Adnan Menderes 1960 başında genel seçim kararı verse, Türkiye’de askeri darbeler tarihi yine de yazılır mıydı? Mao 1966’de Kültür Devrimi yerine küresel ekonomiye yönelse, Çin 21. yüzyılı beklemeden süper güç olabilir miydi? 1984’de Komünist Parti Genel Sekreteri

- 43 -


Dr Bahadır Kaleağası

Andropov ve hemen sonra halefi Çernenko beklenmedik bir şekilde ölmeseler, Gorbaçov tarihe geçemez, Sovyetler Birliği ise halen tarih sahnesinde olabilir miydi? Bill Gates olmasa herkes Apple mı kullanıyor olurdu? Yakın gelecekte ne olabilir? Jacques Attali de bunlara benzer örneklere dayanarak, her şeye rağmen geleceği okumanın olanaklı olduğunu savunuyor. Çünkü bugünden geleceği belirleyen somut bulgular var. Enerji kaynaklarından, olası ve olağanüstü teknolojik gelişmelere birçok alanda gelecek öngörüleri geçmişe göre daha kapsamlı. En önemli eğilimlerden biri olarak, dünyanın nüfus yapısı altüst olmaya başladı bile. Bir meteor çarpması veya muazzam bir salgın hastalık gibi çok büyük boyutta bir afet olmaz ise, 2050 yılında gezegenimizde 9,5 milyar insan yaşıyor olacak. Bugüne göre 3 milyarlık bir artış. Batıda ve diğer kalkınmış ülkelerde yaşam süresi yüzyılı aşarken, üretkenlik düşecek, toplumlar yaşlanacak. Diğer taraftan dünya nüfusuna 600 milyon daha Hintli, 300 milyon Çinli, 100 milyon Nijeryalı ve Bangladeşli, 80 milyon ABD’li, 25 milyon Türk, 9 milyon Fransız eklenirken, 10 milyon Alman ve 30 milyon Rus azalacak yeryüzünden. Dünyalıların üçte ikisi kentlerde yaşayacak. Enerji, su, yiyecek ve hammadde tüketimi ve atık üretimi patlayacak. Çalışma çağındaki insanların sayısı iki katına çıkarken, 2050’de doğan çocukların üçte ikisi en geri kalmış yirmi ülkede yaşam mücadelesine başlayacaklar. Gelecek senaryoları yumağı Bu gelişmelerle eşzamanlı olarak küresel düzende birbirini takip edecek, birbirine karışacak üç genel eğilimi inceliyor Attali. Önce mevcut düzen derinleşir, genişler ve bir ‘hiper-imparatorluk’ konumuna dönüşürken, aynı zamanda yoğunluğunu kaybediyor. Şimdiki tanımlanmasıyla demokrasi ve piyasa ekonomisi iyice yayılırken, beraberinde kendi zaaflarının tetiklediği bir çöküş de başlıyor. Her şey hızla münhasıran özelleşiyor, bireyselleşiyor: toplumsal hizmetler, sağlık, eğitim, hukuk, güvenlik, çevreyi koruma denetimleri, bilimsel araştırma, enerji ve su kaynakları... Devletler ve çok uluslu kurumsal yapılar zayıflıyor. ABD liderlik vasıflarını kaybediyor fakat çok kutuplu bir dünya oluşmuyor. Siyasal merkezler de dağılıyor. Çokuluslu şirketler, özellikle sigorta şirketleri ağları, saydamlığını yitirmiş mali yapılar, denetimi olanaksızlaşan rekabet koşulları ve ultra-bireysellik piyasa ekonomisinin işleyişini zorlaştırıyor. Varlıklı dünyadaki ‘hiper-göçmenler’ sanal ortamın ekonomisinde ve yeryüzü üzerinde iş, eğlence ve sağlık için muazzam bir hareketlilik içindeyken, diğer taraftan yoksul kitlelerin oluşturduğu ‘alt-göçmenler’ dünya düzeni içinde yönetilmeye çalışılıyor. Yazarın yakın gelecek analizinde, siyasal güç odakları erir, iklim sarsılır ve doğal kaynaklar seyrekleşirken, çatışmalar, savaşlar, toplumsal kargaşalar artıyor. ‘Hiper-çatışma’ başlıyor: uluslar, etnik gruplar, kabile milliyetçileri, paralı askerler, teröristler, mafya, dinsel gruplar, korsanlar, sanal haydutlar, özel çıkar şebekeleri, bilişimi, nükleer, biyolojik, genetik ve nanoteknolojik araçları silaha dönüştürenler... Dünyanın fiziki ve siyasal haritaları geçerliliğini yitiriyor. Bir sonraki aşama ise, Attali’ye göre 2060 yılı civarında yeşerecek olan ‘hiper-demokrasi’. Hâlihazırda bugünden varlıkları güçlenmeye başlayan yeni evresel akımlar zamanla insanlığa egemen oluyor. Bu gelişmeyi kaçınılmaz kılan zorunluluklar çok boyutlu: ekolojik, etik,

- 44 -


Dr Bahadır Kaleağası

ekonomik, kültürel ve siyasal. Demokrasi ve piyasa arasında yeni bir denge kuruluyor. Kıtasal ve küresel boyutta siyasal kurumlar ve ileri teknolojiler yeni bir kolektif yaşamı düzenliyor. Serbest piyasa etik, ekolojik ve toplumsal artı değerlere göre denetim altına giriyor. Bilgiye dayalı, toplumsal sorumluluk destekli, hizmetlerin kar güdüsünden mahfuz tutulduğu, finans sistemi topluma yayılmış, temel eşitlikler üzerinde çalışkanlık, yaratıcılık ve girişimciliğin cesaretlendirildiği bir ekonomik düzen yükseliyor. Bir zamanlar feodalizmin veya komünizmin yok olduğu gibi, 20. yüzyılda tanımlandıkları şekliyle demokrasi ve piyasa ekonomisi de 21. yüzyıl sonunda tarihselleşiyor. Yazar insanlığın bir şekilde bu aşamaya erişmekten başka bir iyimser senaryosu olmadığını vurguluyor. Türkiye’nin kaderinde ışıltılar Tarihin, insanlığın kaderini değiştiren olaylar nedeniyle, öngörülmesi zor bir akışı olduğu aşikâr. Geleceği belirleyen eğilimlerin bugünden gözlemlenen nitelikleri de öyle. Bu gelecek senaryoları yumağında Türkiye nereye gidiyor? İnsanlığı bekleyen sarsıntılı dönemleri en güçlü bir şekilde yaşayabilecek mi Türkiye’nin gelecek kuşakları? Jacques Attali ki her zaman Türkiye’nin AB üyeliğinin kaçınılmazlığını savunmuştur, kitabını yazdığı dönemde bu konuda kaygılarının öne çıktığı seziliyor. Kendisi ile daha sonraki bir görüşmemizde “Türkiye’de demokrasi konusunda da kaygılıydı” Önümüzdeki yıllarda Avrupa’nın çevresindeki güçlü ülkeler arasında yer alıyor Türkiye. Fakat aradan sıyrılıp ileri ülkeler grubuna geçmesi yönünde kuşkular var. Tüm jeo-stratejik önemi, ekonomik dinamizmi ve toplumsal yaratıcılığına rağmen, çok önemli bir boyutta Türkiye henüz güven yayamıyor: kurumsal yapı. Türkiye’yi 21. yüzyıla taşıyan devlet yapısının, demokrasinin ve toplumsal uzlaşmaların değişen koşullara uyum sağlayabilmesi çok önemli. Tarihin akışını daha hızlı ve esnek yakalayabilmeli Türkiye. Siyasal istikrarı ve toplumsal özgüveni sarsılmamalı. Beklenmedik olaylar, öngörülebilen gelişmeler, toplumsal etkenler ve bireyler ülkenin tarihine yön verecek, her zaman olduğu gibi. İleride yakın geçmişin tarihi yazılıyorken, Türkiye’nin 2010 sonrasında kendini bekleyen siyasal riskleri beklenmedik bir şekilde fırsata, krizleri atılımlara, kaygıları iyimserliğe ve bir kere daha makûs talihini zafere dönüştürebildiği geçmeli kayıtlara. İleri demokrasinin, etnik, dinsel, cinsel, kültürel dogmalardan uzak, kendi ile barışık çoğulcu bir toplumun, sosyal sorumluluğun, ulusal özgüvenin, yaratıcılığın, girişimciliğin ve refah toplumunun tarihini yazmak kolay değil. Türkiye’nin yakın geleceği aynı zamanda özgürlüğün tarihi olabilmeli. Şair Paul Eluard’ın adını okul defterlerine, duvarlara, ağaçlara, güneşe, kuma, kara, yağmura, taçlara, silahlara, çocukluk anılarına ve kuşların kanatlarına yazdığı ‘özgürlük’ ( Şiirler ve Gerçekler, Minuit, Paris, 1942). Zülfü Livaneli’nin bestesi ve sesi ile Türk kültürüne ezgi olarak yerleşen “özgürlük”. Türkiye’nin, Türk gençliğinin 21. yüzyılda önünü açacak en önemli etken olan “özgürlük”.

- 45 -


Dr Bahadır Kaleağası

II - AVRUPA DEĞİŞİYOR “Henüz bir değerlendirme yapabilmek için çok erken”. Vefat ettiği 1976 yılına kadar aralıksız 27 yıl Çin başbakanı olan Zu Enlai Fransız Devrimi hakkında ne düşündüğü sorulduğunda böyle yanıt vermiş. Avrupa Birliği’nin kurumsal temellerinin atılmasının üzerinden geçen neredeye 60 zarfında mutlak bir değerlendirme yapmak da kolay değil. Fakat zamanın göreceliği süzgecinde yine de ortaya birçok gözlem ve görüş çıkabilmekte. Yeni Batı içinde “Batı” kavramının köklerinin sahibi olan kıtadır Avrupa. G20 gezegeni 21. yüzyılda şekillenirken Avrupa münhasıran olmasa da, belirleyici bir etken olacak. Avrupa Birliği sürekli inşaat halinde bir ulusüstü yapılanma. Yeni yüzyılın değişken küresel ekonomik ortamında, AB aynı zamanda sürekli kriz yönetimi halindeki bir siyasal yapılanma. Doğal olarak, ulusal kökleri ve kimlikleri güçlü çok sayıda ülkenin bir araya gelerek siyasal birlik kurması kolay değil. Koşullar Amerika Birleşik Devletleri deneyiminden çok farklı. Ortak bir barış ve refah düzeni kurmak, ulusal çıkarları küresel rekabet ortamında dayanışma içinde kollamak, sınırları aşan sorunlara karşı sınırlar üstü politikalar üretmek gibi hem idealist hem de akılcı gerekçelere dayalı bir girişim, tarihsel bir deneyim söz konusu. Geçtiğimiz yirmibeş küsur yılda bu deneyime farklı zamanlarda öğrenci, akademisyen, danışman, yönetici, lobici ve özel sektör temsilcisi olarak maruz kaldım. Maastricht Antlaşması ile AB ortaya çıkınca, 1993 yılında Brüksel Üniversitesi dünyada ilk olarak “AB’nin karar alma süreci” başlıklı yeni dersi müfredatına ekledi. Hemen o yıl bu dersi verme görevi ile onurlandırılmıştım. Bu antlaşmanın müzakereleri sırasında akademik destek gruplarına katılmam mı, sonrasında AB Komisyonu için bazı projelerdeki görevlerim mi, yoksa bir anda oluşan bu karmaşık konunun cazibe eksikliği mi bu fırsatı yaratmıştı bilemiyorum. Brüksel Üniversitesi’nde 1980’li yıllarda doğal olarak birçok AB dersi vardı. Daha doğrusu AT demek gerekir. AB henüz kurulmamıştı. Avrupa Topluluğu vardı. Genel hukuksal yapı, tarım politikası, dış ilişkiler ve ekonomik politikalar gibi alanlarda AT sistemi öğrenilirdi. Sonra soğuk savaş bitti. Avrupa’da yeni bir düzen arayışı başladı. O zaman ki AT üyesi oniki ülke ufukta yeni üyeleri görünce evvela kendi iç düzenlerini güçlendirmek istediler. Müzakereler başladı ve sonuçta 1992’de Maastricht Antlaşması hayat buldu. Bu antlaşma ile o zamana kadar AT çerçevesinde gelişen ortak pazara yönelik mevzuat ile bu çerçevenin dışında kalan dış politika ve iç güvenlik işbirliği mekanizmaları tek bir kurumsal yapıya kavuştu. Buna da Avrupa Birliği isimi verildi. Ayrıca tek para birimi Euro’ya giden süreç başladı. Böylece dünya sahnesine ekonomik birliği pekişmiş ve siyasal birlik olma iddiası güçlenmiş bir AB ortaya çıktı (sonraki yıllarda Amsterdam, Nice ve Lizbon antlaşmaları ile reformlar sürdü). Bu arada üniversitelerde ders müfredatları yenilenirken, siyasal ve ekonomik yaşamda yeni duruma uyum gösterme çabaları ön plana çıktı. Ayrıca, ABD’den Japonya’ya dünyada AB ile ilişkileri olan her ülkenin siyasal kurumları, şirketleri, akademik birimleri ve medyası da bu yeni oluşumu dikkate alacak bir sürece girdiler. AB kurumları da evrimi kendileri açısından anlamaya çalışmaktaydılar. Bu dönemde, Jacques Delors başkanlığındaki Komisyon tarafından desteklenen ve konusu ilk başlarda gizli tutulan bir çalışmanın da içinde bulundum: “genişlemenin kurumsal

- 46 -


Dr Bahadır Kaleağası

etkileri”. O günlerden beri bu konudan nispeten biraz anlayan olmanın bedelini ödeyenlerdenim. Sürekli değişen kurumsal yapıyı sürekli yeniden öğrenmeğe, anlamaya ve anlatmaya çalışmanın bedelini. Yaşam boyun öğrenmeye ve uygulamaya devam.

AB İNŞAATI Avrupa’da siyasal birlik hedefi için tarihte nice girişimler olmuştu: Roma İmparatorluğu, Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu, Doğu Roma İmparatorluğu (Bizans), Osmanlı İmparatorluğu, II. Felipe’nin Batı Avrupa ve Akdeniz’deki İspanyol hâkimiyeti, Napolyon’un Fransa İmparatorluğu, Hitler’in III. Reich faciası, ... II. Dünya Savaşı sonrasındaki yaklaşım ise kökten farklıydı. İdealistti. Avrupa Birliği projesinin temel felsefesinin kökleri 18. yüzyılda Kant’a uzanır. Aydınlanma çağının filozofu ‘sürekli barış düzeni’ hedefini üç temel maddeye dayandırıyordu (Zum ewigen Frieden, Berlin, 1795) Bunlar günümüz terminolojisine ve idealizmine uyarlandığında ortaya üç koşul çıkmakta: 1.

Demokrasi: barış düzenini oluşturan ülkeler hukuk devleti ve demokrasi olmalılar.

2.

Eşitlik: ülkeler arasında özgür iradeye dayalı ve eşitsizlikten arınmış bir siyasal birlik kurulmalı.

3.

Özgürlük: halklar arasında serbest dolaşım ve ekonomik ilişkiler serbest olmalı.

AB sürecinin doğumundaki felsefi yaklaşım idealist, seçilen yöntem ise işlevseldi. Bir-iki doğrudan siyasal federasyon denemesi sonrasında artık pragmatik olmak gerektiği ortaya çıkmıştı. Önce 1954’de Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kuruldu. Bu sektörlerde ülkeler üretim ve ticaret yapılarını kendilerinin de içinde yer aldığı ulusüstü seviyede bir yönetime aktardılar. Seçilen sektörler önemliydi. Birincisi dönemin en önemli üretim ve istihdam alanlarıydılar. İkincisi, savaş sanayinin temeliydiler. Üçüncüsü kurucu ülkelerin genellikle birbirine yakın sınır bölgelerinde yoğunlaşmaktaydılar. Bu ortak çıkar birliği oluşturma projesinin başarısı sonucunda, 25 Mart 1957’de Roma Antlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu kuruldu. On yıl içinde bir ortak pazar, yirmi yılda ortak dış politika denemeleri, otuz yılda daha iyi işleyen bir tek pazar, kırk yılda kısmen tek para birimine geçiş gerçekleşti. Bu arada AB Bakanlar Konseyi, Avrupa Parlamentosu, Komisyon ve Adalet Divanı ulusüstü yetkilerle donatıldı. AB hukuku ulusal hukuk düzenlerinin üzerinde gelişti. Elli yılın sonunda AB üyelerinin sayısı 27’ye ulaştı. Sonra 28’e… Varoluş soruları Avrupa medyasında 2007 yılında 50. yıl bilançoları ülkesine, siyasal eğilimine, ekonomik bakış açısına ve sosyal beklentilerine göre geniş bir farklılıklar yelpazesine dağılıyordu: - “Avrupa’da barışın zafer kutlamaları” - “Avrupa orta yaş krizinde” - “Elli yıl geçti, Avrupa lafta kaldı”. - “Elli yılda demokrasi, refah, özgürlük”.

- 47 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

“Tarihin en başarılı siyasal ve ekonomik birlik projesi” “Tarihsel yanılgı” “21. yüzyılda daha da ileri bir Avrupa” “Hangi Avrupa?”

Hangi Avrupa? Belki de kilit soru bu. İkinci dünya savaşı sonrasında, Varşova Paktı ile askeri, siyasal ve ekonomik rekabet ortamında hangi Avrupa inşa edilmek istendi? Hangi Avrupa’ya ulaşıldı? Yarın hangi Avrupa belirecek dünya sahnesinde? Avrupa halkları hangi Avrupa’yı istiyor? Dünya sahnesi ve Avrupa halkları. Avrupa’nın ikinci elli yılını belirleyecek iki etken. Her ikisi de birbirine bağlı. Fakat her ikisi de çoğu zaman birbirinden kopuk gibi. Küresel gelişmeler kamuoyu tarafından daha iyi algılandığı ölçüde, Avrupa daha geniş, etkin ve bütün olmak zorunluluğunu daha iyi anlayabiliyor. AB üyesi 28 ülke çok yönlü, çok eksenli değişen bu dünyada dayanışma içinde mevcut güçlerini yükseltmeye çabalıyor. AVRUPA HALKLARI NE İSTER? AB’nin temellerinin atıldığı 1950’li yıllarda bugünkü Avrupa halklarının batıda olanları güvenlik, doğuda olanları özgürlük, güneyde olanları demokrasiden yoksundu. Hepsinde istikrar ve kalkınma sorunları vardı. Savaş yeni bitmiş, Avrupa’da halklar birbirini öldürmüş, ülkeler yıkılmış, toplumlar savrulmuştu. Avrupa özgürlükleri güvenceye aldı. Kıtaya tarihinde ilk defa barış ve sosyal refah geldi. Akdenizli ülkelerde demokrasinin pekişmesi ve Doğu Avrupa halklarının Sovyet komünist düzenine başkaldırmasında AB sürecinin başarısı belirleyici bir rol oynadı. Avrupa halkları elli yılda AB süreci sayesinde çok şey kazandı. Fakat bu arada kuşaklar değişti. Toplumlar değişti. Beklentiler, sorunlar, kıstaslar, algılamalar, saplantılar, önyargılar, kaygılar, duygular, insanlar değişti. Temel beklentiler belki aynı. “Demokrasi” ve “refah” herkesin korumak istediği, daha çok istediği kazanımlar. Fakat başta İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere bazı AB ülkelerinde geniş kitlelere yayılan yorgun bir toplumsal psikoloji var. Ekonomik büyüme sıkıntıları, işsizlik, işsiz kalma korkusu, girişimcilik ve yenilikçilik eksikliği topluma durağanlık getiriyor. Siyasetçilere güvensizlik artıyor. Her ne kadar AB toplumları dünya genelinde yüksek refah, altyapı ve istikrar sahibi olsalar da, sonuçta ekonomik yönetim sorunları göz ardı edilemiyor. Yunanistan başta olmak üzere Euro ülkelerinden bazılarının yaşadığı derin krizler karamsarlık ve kızgınlık dalgaları yaydı tüm kıtaya. Bu noktada da eleştiri ve taleplerin siyasal odağı bulanıklaşıyor. Peki, sorumlu kim? Avrupa’da demokratik tepki ve taleplerin adresi neresi? Siyasal irade nerede? Avrupa lidersiz Siyasal irade? Soru tekrar başa dönüyor. Hangi Avrupa? AB kurumlarının bir karar aldığı noktada ortaya ulusüstü bir politika veya mevzuat çıkıyor. Fakat karar alana kadarki süreç her zaman federal nitelikte değil. Avrupa Parlamentosu devrede olsa da Bakanlar Konseyi’nde bazı önemli ekonomik ve siyasal kararlar için oybirliği gerekiyor. Yani her ülkenin veto hakkı var. Bu durumda AB’li seçmen talep ve eleştirilerini kime yöneltecek? Brüksel’e mi? Kendi ulusal başkentine mi?

- 48 -


Dr Bahadır Kaleağası

Avrupa’nın gündemindeki sorunlar ve atılması gereken adımlar nesnel bir yaklaşımda aşağı yukarı belli. AB’nin daha etkin işleyen kurumlara, girişimciliği daha serbest kılan bir ekonomik ortama, iş yaratan yeniliklere, daha geniş bir tek pazara, daha atılımcı dış ekonomik ilişkilere, para politikası disiplinine, iç ve dış güvenlik için ulusal sınırları aşan bir yönetim yapısına gereksinimi var. Siyasal yetkililer bu gerekler ile seçmenlerinin beklentilerini bağdaştırmak zorunda. Fakat bu yönde iç siyasal dengelere ve seçim takvimlerine göre değişik süreçler işlemekte. AB Bakanlar Konseyi veya liderler zirvesi topladığında masa etrafındaki 27 ülkenin iç siyasal takvimlerinin uyum sorunu ortaya çıkıyor. Her bakan veya başbakanın ülkesindeki öncelikleri farklı: kimi seçim arifesinde, kimi seçim sonrası rahatlıkta; kiminde yerel seçimler yaklaşıyor, kiminde koalisyon tehlikede; kimi ise partisi içinde sorunlu veya grev dalgaları hükümeti zorluyor. Türkiye testi Tabii ki sorun yalnızca iç siyasetlerin senkronizasyonu değil. Avrupa’nın geleceği üzerine önemli görüş ayrılıkları var. İlk bakışta, bir yanda daha esnek ve geniş bir siyasal alan taraftarlarına karşı, daha sınırlı ve sıkı bir siyasal birlik hayalini canlı tutan federalistler var gibi görünüyor. Fakat analiz katmanlarında ilerledikçe başka bir fay hattı belirmekte. Bir tarafta uzak görüşlü, küresel gelişmeleri kavrayan bir siyasal çevre var. AB’yi daha geniş fakat aynı zamanda daha etkin işleyen bir siyasal birlik olarak görüyorlar. AB’nin küresel güç olarak kaderine yön verebilmesi için girişimci, yenilikçi, esnek, çok kültürlü, geniş coğrafyalı bir Avrupa için çalışıyorlar. Karşılarında ise iç siyasetin dehlizlerinde demagojiye yatkın, içine kapanık toplumsal eğilimlere yakın, hızla değişen dünyadan tedirgin bir siyaset güruhu var. İlk grubun Avrupa ülküsünde, AB’nin değer ve koşulları ile uyum sağlamayı başarabilmiş bir Türkiye büyük bir kazanç olarak beliriyor. İkinci grup için ise, Türkiye karşıtı söylemlerin kısa vadeli getirileri daha cazip. Üstelik bu sayede aşırı duygusal olarak bildikleri Türk toplumunu caydırarak AB üyeliğinden vazgeçirmek umutları var. ‘Ayrıcalıklı ortaklık’ gibi bir konuma fiilen mahkûm ederek Türkiye’yi uydulaştırma özlemindeler. Türkiye’deki AB karşıtı abartılı söylemlerin aslında ülkeyi nasıl bir olumsuz etkilediğini görüyor, pek de hoşnut oluyorlar. Fakat bu ikinci grup şimdiye kadar çok ses çıkarsa da, sonunda hep birinci grubun akılcılığı ve idealizmi baskın çıktı. Avrupa işte bu siyasal karmaşa içinde her şeye rağmen ilerliyor. Fakat sık sık tökezlerken hem kendi halkları, hem de aday ülkeler kamuoyunda tepkiler oluşuyor. Yarım yüzyılı geride bırakan AB’de hem kurumsal inşaat, hem de genişleme yorgunluğu var. Sürekli değişen bir siyasal sistemde demokrasi de yoruluyor.

KİM YÖNETİYOR AVRUPA’YI ? AB isimli karmaşık siyasal sistemi kim yönetiyor? Veya bazen yönetemiyor? Kim alıyor kararları? AB’nin ekonomisini, toplumsal kalkınma politikalarını, dış politika tutumlarını kim saptıyor? Kim egemen dünyanın en büyük ekonomik gücünün kaderine? Kim yön veriyor küresel ısınmanın nasıl dizginleneceğine? Hangi bölgeye ne kadar yardım yapılacağına? Rusya ile ticaret anlaşmasına? Televizyon yayınlarında reklam düzenlemelerine?

- 49 -


Dr Bahadır Kaleağası

Havayolu şirketlerinin birleşmesine? Ton balıklarının hangi denizlerde avlanacağına, emeklilik fonlarının yaygınlaşmasına, kuş gribine karşı alınacak önlemlere, ithal muza uygulanacak gümrük vergisine, Çin’i taklit ürün işinden caydırma girişimlerine, Mars’ta su aramaya veya Türkiye ile ilişkilerin cilvelerine, kim karar veriyor AB’de? Küresel düzenin ekonomik devi olan Avrupa Birliği’nde kararlar nasıl alınır? Demokrasilerde meclisler ve hükümetlerin yetkileri bellidir. Kararları da çoğunluk ilkesine göre alırlar. AB’de ise üçlü bir şema var: AB Komisyonu yasa taslağını önerir, Avrupa Parlamentosu ve AB Bakanlar Konseyi karar verir. Üye ülkelerin sözcüsü olan Konsey sistemde ağırlık sahibi. Fakat bu sistemin tam olarak nasıl işlediğini anlamak önemli bir hukuksal edebiyata hâkim olmayı gerektiriyor. Kurumsal yumak AB’nin son kurumsal reformu olan Lizbon Antlaşması’nın içeriği ve onay sürecinde yaşanan zorluluklar Türkiye gibi tüm müstakbel üye ülkeleri de yakından etkiliyor. Daha önceki AB Anayasası girişimi Fransa ve Hollanda referandumlarının ‘hayır’ sonucuyla dağılınca, daha kısıtlı bir antlaşma metni, hızlı bir müzakere ile hazırlandı. Her zaman olduğu gibi uzun pazarlıklar sonucunda AB Konseyi’nin 13 Aralık 2007 Lizbon zirvesinde üye ülke liderleri tarafından imzalandı. Fakat onay süreci İrlanda’da olumsuz referandum ile sekteye uğradı. Bunun üzerine İrlandalılar ikinci bir referanduma hazırlanırken beklenmeyen bir gelişme oldu. Dünya ekonomisinde “2008-2009 büyük krizi” patlak verdi. İrlanda’nın AB üyeliği ile başlayan “mucize” ekonomik kalkınma yılları son buldu. “Keltik Kaplan” sütü döktü. AB dışındaki İzlanda’dan farklı olarak, AB üyeliği sayesinde İrlanda krizi çökmeden yaşadı. İrlanda halkının da çoğunluğu anladı ki, küresel rekabet ortamında daha etkin, daha derin bir AB gerekiyor. Lizbon Antlaşması sonunda gecikmeli olarak 1 Eylül 2009’da yürürlüğe girdi. AB nasıl karar alır? Bu soruya doğru yanıt verebilecek yiğit Avrupa vatandaşları çok küçük bir azınlık oluşturuyor. Küçücük ve mutsuz bir azınlık. Çünkü AB antlaşmaları uzun, gereksiz ayrıntılı ve bol istisnalı bir yasal metin yumağıdır. Bunları hazırlayanlar bile, siyasal manevralar ve ayrıntılı müdahaleler sonucunda oluşan antlaşmaları ancak ortaya çıkmalarından sonra tam olarak kavramaya başlar. AB’nin siyasal işleyişini ve karar alma kurallarını müzakere eden siyasetçiler, diplomatlar, uzmanlar ve danışmanlar ile üniversiteler, düşünce kuruluşları, lobiciler, sivil toplum kurumları, özel sektör ve medya uzun bir süre yeni antlaşma metinlerini inceler. AB’nin kaderi sürekli kurumsal değişimdir. Çin ile pazarlık örneği Örneğin AB’nin Çin ile dış ticaret rejimi görüşmeleri. Yıl 2007. AB’nin dış ticaret politikası ulusal yetkilerin üzerinde, AB’ye ait bir yetki alanı. Dönemin AB Ticaret Komiseri İngiliz Peter Mandelson ile Çinli muhatabı o zamanki Ticaret Bakanı ve en etkili Çin liderlerinden Bo Xilai ile müzakere masasına oturuyor (Kasım 2006, Pekin). Konu tarafların birbirlerine pazarlarını ne kadar açacağı, kotalar, tarife dışı engeller, markaların korunması vs. Çinli bakan ve takımı parti ve hükümetlerinin bu konudaki tutumu ve talimatlarını alarak gelmişler. Mandelson’un yanında Brüksel’den getirdiği uzmanlar ve Pekin’deki AB Komisyonu büyükelçisi Serge Abou var (eski Türkiye masası yetkililerinden). Fakat AB tarafı için müzakere yalnızca karşı tarafla değil. AB içindeki dengeler ve duyarlılıklar dikkate alınmak zorunda. Siyasi irade çok boyutlu olunca, tekstil, elektronik, otomotiv gibi farklı sektörlerin yaklaşımları da sistem içinde yeterince süzülmeden Komisyon’un müzakere takımına yansıyor. AB adına Pekin’de Çin ile masaya oturan

- 50 -


Dr Bahadır Kaleağası

heyet, AB içi müzakereyi de eşzamanlı yaşıyor. Tabii bunu karşı tarafa yönelik bir koz olarak da kullanabiliyor. Bazen zaman kazanıyor, bazen esneklik göstermemesinin nedenini başkasına yüklüyor. Bu arada Çin tarafı da rahatsız. İster istemez soruyor: AB’yi kim yönetiyor? Daha derin, daha geniş Avrupa bütünleşme sürecinde her kurumsal reform bu soruyu gündeme getirir: bundan sonra üye olacak ülkeler için yeni sistem nasıl işleyecek? Tam tersi yaklaşım da önemlidir. Bundan sonra üye olacak ülkelerin kurumsal düzen üzerindeki etkisi ne olacak? Buna AB dilinde “derinleşme-genişleme ikilemi” deniyor. Türkiye’nin tam üyelik süreci inişli çıkışlı ilerlerken AB sürekli değişiyor. Yakın gelecekte Dünya sahnesinde nasıl bir Avrupa olacak? Daha federal? Konfederal? İkisinin arası? Çok çemberli? Çok vitesli? Kesin olan, çok karışık bir Avrupa olmaya devam edecek. AB derinleşecek fakat henüz bir devlet olamayacak. Soğuk savaş bitmeden önce, 1989’da Avrupa’da derinleşme ile genişleme arasındaki ikilem aşılma yolundaydı. Daha derin, yani ulusüstü kurumları ve yetkileri daha güçlü bir AB için yeni bir aşama hazırlanıyordu. İki yıl önce yürürlüğe giren Avrupa Tek Senedi başarı ile uygulanmaktaydı. Avrupa tek pazarı işlemekte, dış politika dosyalarında üye ülkeler arası işbirliği kurumsallaşmaktaydı. Derinleşme ile eşzamanlı olarak genişleme boyutu da hareketlenmişti. “olabilir fakat henüz değil”, Fas’a “hayır”, Avusturya’ya ise “tamam fakat diğerleriyle beraber gel” denmişti. Böylece Avusturya, İsveç, Finlandiya, İsviçre, Norveç ve İzlanda için geçici bir özel statü önerildi: Avrupa Ekonomik Alanı (daha sonra bu ülkelerin ilk üçü AB üyeliğine geçti). Bu sırada düşlenen fakat beklenmeyen bir gelişme oldu. Berlin Duvarı ile birlikte Avrupa’da kırkdört yıllık soğuk savaş düzeni çöktü. Akabinde AB’yi pekişmiş bir siyasal kimlik ve parasal birlik inşaatına dönüştüren yeni bir derinleşme hamlesi yapıldı (1992 Maastricht Antlaşması). Aynı anda da Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine ilk genişleme dalgası başladı; 2004’de sonuçlandı. Arkasından da önce Bulgaristan ve Romanya, sonra Hırvatistan AB üyesi oldular. Bu arada Lizbon Antlaşması devreye girmişti. Hemen hemen eşzamanlı bir genişleme ve derinleşme aşaması daha başarılmıştı böylece Evet, Avrupa Birliği henüz bir Avrupa devleti değil. Uluslararası bir kuruluş hiç değil. İkisinin arasında bir siyasal oluşum. Federasyon ile konfederasyon arasındaki ara dereceleri belirleyen etkenler şunlar: 1. AB müktesebatı: kurucu antlaşmalar, AB mevzuatı, Adalet Divanı içtihadı ve uluslararası anlaşmalardan oluşan hukuksal birikim. AB müktesebatı üye ülkelerin ulusal yasalarına üstün. 2. Kurumlar: Avrupa Parlamentosu, Komisyon, Bakanlar Konseyi, Adalet Divanı, Sayıştay, Avrupa Merkez Bankası. AB kurumları güçlendikçe ulusal yetki alanları daralıyor. Bu durum ulusal egemenlikten feragat değil. Bazı ulusal yetkiler ortak bir egemenlik alanına aktarılıyor. Bu bir evrim. Gerekçesi, sınırlar ötesi sorunlar karşısında ülkelerin ortak bir güç olarak hareket etme ihtiyacı. 3. Yasama sistemi: Çoğu alanda Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu son derece ayrıntılı kurallara dayalı “ortak karar” mekanizması içinde yasama yetkisini paylaşıyor. Ayrıca karmaşık bir hazırlık komiteleri sistemi var. Konsey üye ülkelerin bakanlarından oluşuyor. Üye ülkelerin

- 51 -


Dr Bahadır Kaleağası

veto yetkisi sınırlı. Genel kural oybirliği değil, nitelikli çoğunluk. Ülkeler büyüklüklerine göre değişik ağırlıkta oy sahibiler. 4. Yetkiler: Bir çok yetki alanı federal, yani ulusüstü nitelikte. Çünkü Konsey’de ülkelerin veto yetkisi yok. Nitelikli oyçokluğu yeterli. Örneğin iç pazar, dış ticaret, rekabet, tarım, ulaştırma... Bazı yetki alanları ise daha konfederal bir yapıda. Her üyenin veto yetkisi var: dışişleri, üyelik müzakereleri, içişleri, savunma, vergi, sosyal politika, bütçe. 5. Bütçe. AB’nin kendine ait bir bütçesi var. Fakat sonuçta yıllardır üye ülkelerin toplam ulusal gelirlerinin (GSMH) yüzde birine indirgenmiş bir miktar söz konusu. İlk ciddi artış Lizbon Antlaşması sonrasında 2011 bütçesi için oldu: 126,5 milyar euro ile AB üyelerinin toplam GSMH’sinin yüzde 1,3 oranına erişildi. Yeni ‘Lizbon Reform Antlaşması’ ile AB kurumsal yapısına bir dizi yenilik getirilmek istendi. Hiç birisi mükemmel bir yapı oluşturmak üzere tanımlanmış en akılcı düzenlemeler değil. Her biri ülkeler arası duyarlı pazarlıklarda karmaşık uzlaşma arayışlarının sonucu: 

AB Konseyi Başkanı. İki buçuk yıllığına atanıyor. İlk Başkan eski Belçika Başbakanı Herman Von Rompuy oldu. Altı ayda bir değişen AB dönem başkanlığının yerine AB Konseyi olarak toplanan liderler zirvelerine başkanlık ve sözcülük yapmaya başladı. Hedef daha görünür bir siyasal kimlik. Fakat sonuçta ortaya bir “başkanlıklar ağı” çıkmakta: - AB Konseyi Başkanı - Dönem başkanı (atı aylığına Bakanlar Konseyi toplantıları B. Kaleağası, AECA Başkanı G. De veirman, AB Konseyi’nin başkanlığı) ilk Başkanı H. Von Rompuy - AB Komisyonu Başkanı - Dışişleri ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi (aynı zamanda Dışişleri Bakanları Konseyi Başkanı ve AB Komisyonu Başkan Yardımcısı) - Euro Grubu Başkanı (tek para birimi Euro bölgesindeki sayıları 2011’de 17’ye çıkan ülkenin lider ve bakan toplantıları; uzun yıllardır Lüksemburg Başbakanı Jean-Claude Junker tarafından üstlenilen görev)

AB dışişleri bakanı görevini fiilen aynı zamanda AB Komisyonu Başkan Yardımcısı olarak Dışişleri ve Güvenlik Yüksek Temsilcisi üstleniyor. Bu görevi 1999 yılından beri eski İspanya dışişleri bakanı ve NATO Genel Sekreteri Javier Solana yürütüyordu. Yeniden tanımlanan ve güçlendirilen bu göreve ilk olarak İngiliz siyasetçi Catherine Ashton atandı. Dış Eylem Servisi adı altında bir AB diplomatik birimi kuruldu. “Kissenger sorusu”na yanıt olarak, dünya dışişleri bakanlarının telefon rehberlerine yeni bir numara eklendi.

AB Bakanlar Konseyi’nde çift çoğunluk sistemi. Çok önemli. Üye ülkeler arasındaki güç dengesi bu kurala yansıyor. Kararlar için salt değil nitelikli çoğunluk gerekli. Bunun için 2014’den itibaren üç koşulun bir araya gelmesi gerekecek: üye ülke sayısının yüzde ellibeşi, en az onbeş ülke ve AB nüfusunun en az yüzde altmışbeşinin temsili. Ayrıca birçok değişik durum için farklı hesaplar, kararı tıkama azınlıkları ve geçici düzenlemeler var. Düşünce kuruluşlarının analizleri bu yeni kuralların etkinlik, devamlılık, saydamlık ve AB’nin siyasal kimliği açısından son derece yetersiz olduğuna dikkat çekiyor. Genelde AB içindeki uzun karar hazırlama ve uzlaşma süreci sayesinde oy sayımına pek gerek kalmaz. Fakat artan üye

- 52 -


Dr Bahadır Kaleağası

sayısı ve yetki alanları sonucunda durum değişebilir. Uzlaşma arayışı yerine, yeterli nitelikli oy çoğunluğu koalisyonu oluşturma girişimleri öncelik kazanabilir. 

AB Komisyonu 2014’den itibaren her ülkeden bir komiser kuralının kalkması kararlaştırıldı. Üye ülke sayısının üçte ikisi kadar komiser, belli bir coğrafi dağılım ve büyük-küçük ülke dengesine göre sıra öngörüldü. Ayrıca aynı reform sonucunda bundan sonra Komisyon Başkanı Avrupa Parlamentosu tarafından seçiliyor, ortaya daha etkin çalışacak bir kurum çıkıyor. Fakat kendisinden komiser bulunmayan ülkelerin Komisyon’a yaklaşımı değişebilir. Komisyon bir hükümet olma özelliğini kendine ait kurumsal alanda sürdürmeye çalışacak.

Avrupa Parlamentosu’nun gücü her reformda olduğu gibi arttı. Daha çok alanda Konsey ile birlikte ‘ortak karar’ kuralı işliyor. Parlamenter sayısı 751 ile sınırlı. Ülke başına en fazla 96, en az 6 koltuk tahsis ediliyor. Bunların dağılımına AB Konseyi karar verecek. Ulusal parlamentolara da, gündemdeki yasa tasarılarının AB düzeyinde tanımlanmış yetki alanlarına uygunluğu konusunda denetim olanağı veriliyor.

Daha birçok konu var: Bazı alanlarda daha ileri birlik isteyen bir grup ülkenin “güçlendirilmiş işbirliği”, AB vatandaşlığı ve dilekçe hakkı, temel haklar bildirgesi, dış politika ve iç güvenlik düzenlemeleri, ...

AB Komisyonu ne yapar? AB Komisyonu mana ve ehemmiyeti kolay anlaşılamayan bir kurumdur. Bu Türkiye’de de böyledir, ABD’de, Japonya’da ve hatta İngiltere, Almanya, Fransa gibi büyük AB ülkelerinde de. Bunun bir çok nedeni var: AB’nin karmaşık hukuksal düzeni, toplumla iletişim sorunları ve hükümetlerin iç politikalarında Brüksel’i günah keçisi yapma eğilimleri AB Komisyonu bir icraat, denetim ve yasa hazırlık organı. Bir çok alanda icraatı bizzat yapmıyor, üye ülkelerin uygulamalarını gözetiyor. Bir anlamda AB hukukun bekçisi. Ayrıca bir çok AB programının uygulayıcısı. Dış ticaret, tarım, ulaştırma, rekabet ve devlet yardımları gibi bir dizi çok önemli alanda da kendine ait bir karar ve müdahale alanı var. En önemlisi ise, AB yasalarının taslağını hazırlayan kurum. Ulusal sistemlerde olduğu gibi parlamento veya hükümetten öneri veya taslak gelmiyor. Yasama sürecini başlatmak için “girişim yetkisi” Komisyon’da. Tabii Konsey yeni bir mevzuat için görev verebilir veya Parlamento’nun talepleri olabilir. Ayrıca Komisyon bürokrasisi yasa taslağını hazırlıyorken “komitoloji” denen bir sistem devreye giriyor. Sürece üye ülkelerin ilgili bakanlıklarından gelen yetkililer de dâhil oluyor. İşte bu kadar basit bir sistem söz konusu! Sonuçta önemli olan şu. Bu AB Komisyonu uluslararası ortamda bir nevi AB hükümeti. Fakat yasama gücü üzerinde tek başına siyasal etkisi yok. Ulus devletlerin denetiminde bir ulusüstü siyasal yapı. Başkanı bir nevi başbakan. Komiserler de birer bakan. ABD’li bakanların Kongre’nin onayından geçtiği gibi, AB Komiserleri de Avrupa Parlamentosu’nun onayından geçerek demokratik meşruiyete kavuşuyorlar. Her birine de bölgesel kalkınma, ekonomi, rekabet, çevre, genişleme gibi politika alanlarından sorumlu genel müdürlükler, yani bir nevi AB bakanlık müsteşarlıkları bağlı. Daha önce yalnızca iki kişi, ilk Başkan Walter Hallstein (1958-1967) ile efsanevi Başkan Jacques Delors (1985-1995) Komisyon Başkanı olarak iki dönem görev yapmıştı. Sonra bu gruba José

- 53 -


Dr Bahadır Kaleağası

Manuel Barroso da dâhil oldu. Göreve her başlayan bitiremeyebiliyor. Barroso’nun selefi Jacques Santer Avrupa Parlamentosu’nun gensorusuna maruz kalmıştı. Barroso ise 2014 biten ikinci dönemine bir çok siyasal badire atlatarak başladı. Türkiye konusunda bizzat kendisinden hem Lizbon’da başbakanken, hem de daha sonra Brüksel’deki görüşmelerimizde duyduğumuz değerlendirmesi çok açık: “Türkiye de üye olursa Avrupa aşırı genişler, gerilir, yayılır diyenleri anlayamıyorum. Dünya haritasına bakınca açıkça görüyoruz ki, Avrupa aslında Avrasya’nın bir yarım adası. Asya ve Amerika karşısında Avrupa küçük kalıyor. Tek pazarın ve siyasal etki alanımızın genişlemesi gerekiyor. Ayrıca Müslüman dünya içinde mutlaka demokrasi ve piyasa ekonomisi temelli bir başarı modeline gereksinim var. Türkiye’nin AB üyeliği artık geri dönüşü olmayan bir hedeftir. Yeter ki Türkiye AB’ye uyum koşullarını yerine getirsin”. Lizbon Antlaşması ve Türkiye Türkiye gibi bir AB adayı ülke açısından yenilenen AB kurumsal yapısı önemli. Çünkü: 1- En önemli ekonomik ve siyasal muhatabını iyi bilmek gerek. AB’ye üye adayı olmayan ABD, Japonya, Brezilya, Hindistan gibi ülkeler için bile, AB’yi anlamak çok önemli bir ulusal çıkar konusudur. Karmaşık sistemi ile aldığı kararlarla AB küresel ekonomiye yön veriyor, standartları belirliyor ve uluslararası ilişkilerde önde gelen bir rol oynuyor. 2- Bugünün değil, yarının AB’sine üye olunuyor. ‘AB nereden geliyor?’ ve ‘nereye gidiyor?’ sorularına dikkat etmeli. Türkiye AB için hazır olurken, AB’nin de daha etkin işleyen bir kurumsal yapıya sahip olması gerekli. Karar alma sistemi tıkanmış ve siyasal zafiyet içinde bir AB Türkiye için çekim gücünü yitirebilir. Diğer yandan, AB içindeki siyasal denge sorunlarını iyi anlayan bir Türkiye, kendi hedefleri doğrultusunda önemli fırsatlar yakalar. 3- Türkiye’nin AB üyeliğinin kurumsal sonuçları belirleyici bir etken olacak. Son Lizbon Antlaşması yeni üyelikler için dar bir alan yaratmakta. Belki bir-iki küçük Balkan ülkesi dışında, diğer genişlemeler için mevcut kurumsal yapının tekrar yenilenmesi gerekiyor. Özellikle AB Bakanlar Konseyi ve Avrupa Parlamentosu’nda nüfus kıstasına bağlı dengeler Türkiye lehine önemli bir ağırlık oluşturacak. Bu gerekçeyi giderek Türkiye’yi ikinci sınıf bir “ayrıcalıklı ortak” konumuna itmek isteyen bazı AB çevrelerinde daha çok duyacağız. Türkiye’yi destekleyenler de, ortada bu kadar önemli siyasal ve ekonomik neden varken, kurumsal yapının buna uyum göstermek zorunda olacağını savunacak. Kaldı ki, yeni reformlar antlaşmalarda bazı değişiklikler için karar almayı kolaylaştırıyor. Ayrıca müzakerelerde bu konu son dönemde gündeme gelen bir başlık. Tabii bu arada belki de tüm süreç zaten daha esnek bir sisteme yönelecek ve sorun önemini yitirecek. AB’nin son kurumsal reform sürecini başlatan 2001 Laeken AB Konseyi kararları “daha demokratik, saydam ve etkin bir Birlik” çağrısı yapmıştı. Hedef “vatandaşlara daha yakın kurumlar” ve “daha yalın bir antlaşma” idi. Sonuç başarısız. İncelemeye ve izlemeye devam. Deneyimler gösteriyor ki, Avrupa Birliği’nde değişmeyen tek şey değişim tartışmalarıdır.

- 54 -


Dr Bahadır Kaleağası

AB’NİN SİYASAL FOTOĞRAFI Kurumsal yapı böyle bir evrim içinde. Fakat bir de siyasal açıdan sormak gerek: kim yönetiyor gerçekten AB’yi? Hâlbuki aynı soruyu ABD için gündeme getirince, yanıt belli. Adres Washington DC. Örneğin bir görsel sunum yapıyorken, bir gazete makalesine fotoğraf veya televizyon haberine fon olarak Beyaz Saray veya o sıradaki mukimi başkanın görüntüsünü kullanmak, bazı durumlarda beyaz kubbesiyle Kongre binasını yansıtmak yeterli olur. Rusya için genellikle Kremlin veya iktidardaki seçilmiş çar, İngiltere’de başbakan veya Downing caddesindeki 10 numaralı konutun kapısı, Çin’den bireysel veya kolektif lider görüntüleri tercih edilir genellikle. AB için ise, seçilecek güç odağı fotoğrafları için birçok seçenek var: -

AB Konseyi toplantısı sonrasında aile fotoğrafı: 28 ülke başbakanı veya devlet başkanı ve de dışişleri bakanlarının kalabalık tablosu. İlk başlarda bir basketbol takımı, sonra futbol, derken düğün, sınıf, bayi toplantısı fotoğrafına dönüşen bu görüntüde bir iktidar odağı yansıtmak için izdiham var. Tek başına AB Konseyi Başkanı fotoğrafı ise pek rağbet görmüyor.

-

AB Komisyonu Başkanı: AB adına konuşabilen bir şahsiyettir. Fakat ancak üye ülkelerin onayladığı konularda ve de Avrupa Parlamentosu’nu fazla kızdırmadan. AB antlaşmaları ve ortak kararlarının kendine verdiği yetkileri genişçe kullandığı zaman Komisyon başkanı veya yönetimindeki komiserler kısmi birer siyasal güç olabilir. Bu durumda, Brüksel’deki çarpı işareti şeklindeki Schuman binası simgesel olarak bir yönetim odağı olarak belirir.

-

AB dönem başkanı: Altı ay boyunca toplantılara başkanlık yapmak, gündeme yön vermek, girişim tercihlerini kullanmak gibi hareket alanları varsa da, geçici bir yönetim gücü. Bazen Merkel gibi bir Alman başbakanı veya Blair gibi bir küresel oyuncu başkan olduğunda daha belirginleşen bir siyasal görüntü olabildi. Fakat kısa sürüyor. Bir de bakılıyor ki başkanlık Danimarka veya Portekiz’de. ‘Küçük ülke de olsa, belki etkili oluyor mu’ anlamaya kalmadan, televizyon ekranlarında başka bir AB üyesi başbakanı devralıyor bayrağı. Halk ise bu ebelemece oyununu iyi algılamıyor.

-

Başkentler: Fransa, İngiltere, Almanya gibi ülkelerin liderleri zaman zaman ikili, üçlü, beşli dar grup zirveleri yaparlar. Özellikle duyarlı konularda büyükler aralarında anlaşmayı deneyebilir. Örneğin bütçe, sosyal politikalar, kurumsal reform, dış politika krizleri gibi dosyalar. Karar sürecinin öncesinde, paralelinde veya sonuçsuz kalması durumunda önde gelen başkentler devreye girebilir. Gerçekçi bir yaklaşımda ‘perde arkasında AB’yi işte bunlar yönetiyor’ demek eğilimi baskınlaşır. Ne var ki büyük başkentler çoğu zaman aralarında anlaşamıyor, diğerleri ile çeşitli ittifaklara giriyor. Bir çok alanda ise zaten her ülkenin veto yetkisi var.

-

Avrupa Parlamentosu: AB yasaları ve bütçesinin onay sürecinde AB Bakanlar Konseyi ile ortak karar yetkisi var. Ayrıca, önemli uluslararası anlaşmalar, AB antlaşmaları, yeni üye ülkeler ve AB Komisyonu’na güvenoyu konularında parlamentonun onayı şart. Bu sayede Avrupa Parlamentosu da AB’nin siyasal merkezi olarak ön plana çıkabilmekte. Ana merkez Brüksel veya ayda bir kaç gün gidilen Strasburg’daki parlamento oturum salonları bazen bir AB siyasal fotoğrafı dekoru olabilmekteler.

- 55 -


Dr Bahadır Kaleağası

Çok boyutlu bakış Bu aktörlerin hiç biri, mutlak bir demokratik siyasal güç odağı değil. AB’nin gerçek anlamda bir başkanı, onu seçen tek bir halkı yok. Veya bir hükümet, başbakan ve onu seçen ve denetleyen federal bir parlamento sistemi henüz zayıf. Dolayısıyla AB’yi kimin yönettiği sorusu birçok etkeni devreye sokuyor. Gazetede, televizyonda, yönetim kurulu odasında, bakanlar kurulunda, akademik araştırmada veya bir dost sohbetinde Avrupa siyaseti ve ekonomisi gündemde ise, aşağıdaki aktörleri dikkate alarak ilerlemek doğru olur analizlerde: -

AB ülkeleri: büyükler, küçükler, ortancalar, kuzeyliler, Akdenizliler, doğulular, eskiler, yeniler...

-

AB kurumları: AB Konseyi, Bakanlar Konseyi Komisyon Avrupa Parlamentosu, AB Adalet Divanı. Birbirileriyle olan etkileşimleri, kendi içlerindeki dengeler.

-

Siyasal aileler: Sosyalistler, Hıristiyan demokratlar, muhafazakârlar, liberaller, yeşiller, eski komünistler, aşırı sağcılar, özerklikçiler, ...

-

Özel sektör: Avrupa Özel Sektör Konfederasyonu (BUSINESSEUROPE) üyesi ulusal özel sektör temsil örgütleri, sektör temsil federasyonları, Eurochambers, çokuluslu şirketler, esnaf konfederasyonları, tarım, ...

-

Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC)

-

Sivil toplum kuruluşları.

-

Medya ve düşünce önderleri

-

AB ülkeleri kamuoyu.

Ayrıca, bunların her biri ülkesine ve bölgesine göre farklı çapraz kesişmelerle dikkate alınmalı. Seçim dönemi, ekonomik büyüme evreleri, işsizlik sorunu, gündemdeki konuda karar için ülkelerin veto yetkisi olup olmadığı gibi belirleyici etkenlerle birlikte değerlendirilmeli. Ancak bu karmaşık analiz çerçevesinde herhangi bir anda, AB’nin herhangi bir konudaki tutum ve eğilimlerini doğru anlamak olası. Türkiye’nin çıkarı AB açısından sorunun niteliği Türkiye’de ülkeyi kimin nasıl, nereye kadar yöneteceği tartışmalarından farklı. AB’nin Türkiye politikasında, değişik dönemlerde farklı siyasal yönetim katmanları etkili olabiliyor. Örneğin 17 Aralık 2004 ve 3 Ekim 2005’de müzakerelerin başlaması kararını AB başkentleri ve liderler verdi. Gümrük birliğinin onaylanmasında olduğu gibi, gelecekte tam üyelik anlaşmasında da Avrupa Parlamentosu’nun belirleyici rolü var. Özel sektör, sendikalar ve sivil toplumun desteği her zaman Türkiye için olumlu etkiler yaratmakta. Brüksel’de AB Komisyonu üye ülkelerin gücünün yansıdığı önemli bir iktidar odağı. AB üyeleri bir kere karar aldılar mı, oluşan kurumsal çerçeveyi korumak ve ilerletmek Komisyon’un görevi.

- 56 -


Dr Bahadır Kaleağası

Komiserler Avrupa Parlamentosu’ndan güvenoyu almış birer Avrupa bakanı konumundalar. Türkiye ile müzakere sürecinde AB Komisyonu Türkiye’ye önemli bir destek. Müzakere kararına zemin sağlayan “Türkiye Kopenhag siyasal kıstaslarına yeterince uymaktadır” saptaması da Komisyon’a ait. Küresel ortamın mevcut ekonomik ve siyasal gerçekleri sonucunda Türkiye AB’nin ekonomik ve siyasal manyetik alanı içinde ilerliyor. Türkiye’nin çıkarları bu alanın yönetimine katılmayı gerekli kılmakta. Çünkü AB’yi esas olarak hissedarları olan ülkeler yönetiyor.

AB 2020 Avrupa kendini arıyor. Tabii ki Avrupa’da birlik süreci her zaman değişim, hep yeni arayışlar gerektirmiştir. Avrupa Birliği 1950’lerden beri sürekli derinleşti. Yetkileri arttı. Birçok kere de genişledi. Siyasal kimliği yeni üye ülkelerle çeşitlendi. Zamanla AB’de değişim yorgunluğu hâsıl oldu. Dönüm yıllarından biri 2010 yılıydı. AB bu döneme geride sarsıntılı bir ekonomik kriz yılı ve yeni bir kurumsal reform bırakarak girdi. AB ülkeleri vatandaşlarının, yani siyasete yön verenlerin şu algısını anlamak gerek: içinde bulundukları siyasal sistemi belirleyen yalnızca ulusal devletler değil, onun da üstünde bir AB var. Ve bu AB sürekli değişiyor. Derinleşiyor, genişliyor, sonra yine derinleşiyor, sonra “daha da genişleyecek” deniyor... Sürekli değişimin belirsizlik atmosferi yorucu olmakta AB vatandaşları için. Fakat gerek Avrupa halklarının beklentileri, gerekse küresel zorunluluklar değişimin devamlılığını gerektirmekte. AB’nin yıllar içinde geliştirdiği bir değişim yöntemi ve içerik var. Zaman ve koşullar öylesine hızla değişmekte ki, AB’nin değişim geleneği de değişmek zorunda. AB başkentlerinde bu konuda bir genel ortak görüş var. Ne var ki uygulama öyle değil. Birçok sorun ve ikilem aşılmayı beklemekte. Russell paradoksu içine düşmeden geçilmesi gereken bir aşama söz konusu: Lizbon mu, yoksa Lizbon mu? Tamamen tesadüf. AB’nin yakın tarihinde iki önemli aşamanın alındığı toplantıya Lizbon kenti mekân oldu. Bir zamanların sırtını kıtaya dönmüş, okyanusları aşarak Brezilya’dan Afrika ve Asya’ya bir sömürge imparatorluğu kuran başkenti, 21. yüzyılda Avrupalı bir aktör. Birinci Lizbon’un hedefi ekonomi. İkincisinin anlamı anayasa. Birincisi AB’nin dünyada rekabet gücü en ileri ekonomi olma stratejisi. İkincisi, AB’nin kurumsal yapısını daha etkili kılacak bir antlaşma; AB için bir anayasal düzen taslağı. Lizbon Antlaşması’nın hukuksal ve siyasal değerlendirmesi bir önceki bölümlerde yer aldı. Fakat sonuçta hedef daha iyi bir ekonomi. Bir paradoks kaçınılmaz: -

Yeni antlaşma sonucunda daha güçlü AB kurumları ve bu sayede daha başarılı ekonomik politikalar mı?

-

Yoksa ekonomik atılımlarla, dünya sahnesinde daha güçlü bir AB mi?

Ekonomik içerik oluşmadan içi boş kurumlardan mucize beklenmiyor doğal olarak. Fakat kuşkusuz etkin işleyen kurumlar olmadan da AB sathında politikalar uygulamak zor. Genişleyen dünya ekonomik ortamında Avrupa projesi en azından üç boyutta derinleşmeli. Bu üç boyut aynı zamanda Türkiye açısından da müstakbel AB üyesi olarak ulusal çıkar yörüngemizi belirliyor:

- 57 -


Dr Bahadır Kaleağası

1. Avrupa iç pazarının iyi işlemesi: AB ülkeleri arasında mallar, insanlar, hizmetler, teknoloji ve para ulusal sınır engeli olmadan hareket içinde olabilsin; sosyal haklar, rekabet, tüketici hakları ve bilgi toplumu gibi politikalarla bu geniş pazar desteklensin. 2. Sınırlar ötesi konular için ortak politikalar: ulaştırma altyapısı, telekom, iklim, enerji, ... 3. Uluslararası rekabete karşı güç birliği: Dünya Ticaret Örgütü, Çin, ABD, kaçak göç, güvenlik... Diğer yandan, sadece AB Komisyonu, Avrupa Parlamentosu ve Bakanlar Konseyi’ni daha yetkili kılmakla atılım sağlanacak alanlar değil bunlar. Mevcut sistemde tüm ülkelerin zaten gündeminde olan birçok değişim politikası var. AB düzeyinde yapılmak istenen ise, bu ulusal ekonomik politikalar ile mevcut ulusüstü kurumsal yapıyı bağdaştıracak yeni bir strateji. On yılın bilançosu Mart 2000’de AB Konseyi Lizbon zirvesinde 2010 stratejisi açıklanmıştı. On yıl sonra AB’nin bilançosu yer yer olumlu fakat yetersizdi. Bunun üzerine 2020 stratejisi için süreç başladı. Bir dizi zirve sonucunda yeni değişim çarkları dönmeye başladı. Lizbon 2010 stratejisi en temel hedefine ulaşamadı. Avrupa’da işsizlik ve ekonomik büyüme sorunu çözülemedi. Çünkü bu arada AB genişledi ve dünya derin bir ekonomik krize girdi. Aslında 2000 yılında Lizbon’daki zirveye katılan o zamanki onbeş ülke yüzde 70 istihdam hedefini tutturdu. Sonradan katılan oniki yeni üye ülke ile AB’nin istihdam performansı düştü. Buna rağmen 2008’de istihdam yüzde 60’tan yaklaşık yüzde 66’ya çıkmıştı ki kriz geldi. Ekonomik büyüme açısından da Avrupa daha iyi olabilirdi. Oranlar yüzde bir ile iki arasında geldi gitti. Kriz yılında ise ekonomik büyüme hemen eksiye düşmedi. Bu arada Çin son on yılda ortalama yüzde 8 büyüdü. Böylece ABD ve AB’den sonra dünyanın üçüncü büyük ekonomisi olma konumunu Japonya’dan kaptı. Son on yılın başka önemli bir gelişmesi ise, ekonomik kriz ile ete kemiğe bürünen ve G20 diye görünen yeni dünya haritası oldu. Bir zamanlar gezegene egemen ekonomik kulüp G7 idi: ABD, Almanya, Japonya, İngiltere, Fransa, İtalya, Kanada. Zamanla AB’nin geri kalanı ve Rusya da dâhil oldular bu foruma. ►

G7 kurulduğu 1970’lerde dünya ekonomisinin yüzde 60’ını, 1990’larda ise yüzde 66’sını kapsıyordu. Sonra, Çin, Hindistan, Meksika, Brezilya Türkiye ve diğerleri de serpildiler. G7 yüzde 50’ye geriledi. Krizle birlikte yeniler de G7’ye eklendi, G20 oluştu: Dünya ekonomisinin yaklaşık yüzde 90’ı.

Sonuçta, Lizbon stratejisinin onaylandığı 2000 yılından 2010’a geçen sürede sadece AB değil, küresel düzen de kökten değişti. Ve Brüksel’de kere daha anlaşıldı ki, zirve kararı almakla ve yalnızca kurumsal mantıkla ekonomik hedefler tutmuyor. Lizbon stratejisinin önceliklerinden ar-ge konusunda ise, dış etkenlerden bağımsız bir başarısızlık kayda geçti. Bilimsel ve teknolojik yenilikçilik için vakfedilen kaynaklar arttı, fakat toplam gelirin

- 58 -


Dr Bahadır Kaleağası

yüzde 2’sini geçemedi. Hâlbuki ABD ve Japonya ile küresel rekabet için hedef yüzde 3 oranıydı. Üstelik 2000 yılında teleskopta bile görünmeyen Çin ve Hindistan bugün ar-ge alanında hızla yükselmekte. Avrupa dünya çapında bir teknolojik birikim sahibi olsa da, devlet-üniversite-özel sektör üçlüsünün ar-ge sinerjisi yetersiz. Kaynakların ülkeler arasında dağılması, toplam etkilerini AB düzeyine taşıyamamaları sorunu var. 2000-2010 döneminde AB tabii ki birçok alanda çok önemli ilerlemeler başardı. Örneğin AB bu 10 yıl içinde dünya internet coğrafyasında Kuzey Amerika’yı yakaladı, geniş bant yaygınlığında geçti, mobil teknolojilerde öncü oldu, telekom pazarı ve mali hizmetleri serbestleştirdi ve sağlık sigortası sistemini değişen koşullara uydurdu. En önemlisi, “Avrupa sosyal modeli” göreceli olarak krizde olsa da, dünyada en ileri sistem olmaya devam ediyor. Danimarka’da gelişen esnek güvenlik (“flexicurity”) yaklaşımı artık AB genelinde benimsenmekte. Çalışma yaşamında işin kendisini değil, çalışanı korumaya yönelik bir anlayış bu. Küresel rekabet ortamı sonucunda bazı işler ekonomik varlık nedenini kaybedebilir. İflas, tasfiye, küçülme veya üretimi başka ülkelere kaydırma gibi gelişmeler kaçınılmaz olabilir. Bu durumda işi, şirketi, sektörü korumaya çalışmak orta vadede daha büyük sosyal yıkımlar getirebilmekte. Bunun yerine çalışanı koruyan, insanlara yaşam boyu eğitim, girişimcilik, yeni iş, çocuklarının eğitimi, sağlık, konut edinme gibi konularda destek sağlayan bir esnek yapı gelişiyor. Daha fazla iş, daha az işsiz, daha geniş kadın istihdamı, daha genç işgücü, daha çok teknoloji, daha güvenli emeklilik, ... Kalkınmış veya hızla kalkınan tüm ülkelerin en önemli siyasal gündemi bu. Başka bir dizi konuda da AB yeni atılımlar, hızlanmış değişimler peşinde: -

Artık AB Komisyonu’nun bir başkan yardımcısının münhasır yetki alanı “Dijital Gündem”. Bilgi ve iletişim teknolojileri, telekomünikasyon, bilgi toplumu gibi iç içe alanlardan oluşan bir gündem. Bir temel siyaset alanı. Protokolde önde gelen bir AB bakanlığı.

-

Diğer bir yeni siyasal sorumluluk alanı, “İklim Eylemi”. Daha yeşil bir ekonomi, yeşil bir enerji ve yeşil enerji teknolojileri devrimine giden yıllardayız. AB bu evrimin öncülüğüne soyunuyor. Batı tüketim toplumu değişiyor.

-

Girişimcilik uzun süredir AB özel sektörünün ana teması. Avrupa İş Dünyası Konfederasyonu BUSINESSEUROPE da AB Komisyonu’nu sürekli uyarıyor. Avrupa özel sektörü daha istikrarlı bir finansal ortam, kredi piyasası, vergi politikaları, küçük şirketlere destek, genç ve yaratıcı girişimciliğe öncelik talep ediyor.

2020 yörüngesi Avrupa Birliği böylece 2010’da yeni bir on yıllık yolculuğa başladı. Komisyon Başkanı Barroso yeni takımını Avrupa Parlamentosu’na tanıtırken programının adını bu yönde saptamıştı: “2020 Stratejisi”. Bir zirve kararı değil bu sefer. Kaynakları, uygulama takvimi, küresel, Avrupalı, ulusal ve yerel düzeylerde ölçülebilir hedefleri belli bir eylem planı. AB 2020 AB için bir gerçekçi ihtiraslar paketi. Bir küresel liderlik vizyonu. AB’nin 2020 yılına kadar karşı karşıya kalacağı yapısal sorunların başında ortalama büyüme hızının üretkenlikteki düşüş nedeniyle yavaşlamış olması, Avrupa’daki istihdam oranlarının ve ortalama çalışma

- 59 -


Dr Bahadır Kaleağası

saatlerinin ABD veya Japonya ile karşılaştırıldığında halen düşük kalması ve nüfusun yaşlanmasının beraberinde 2013-2014 yıllarından itibaren faal işgücünün azalmaya başlayacak olması geliyor. Bununla birlikte, AB’nin Çin ve Hindistan gibi hızla büyümekte olan ülkelerle rekabet edebilmesi için Ar-Ge ve teknolojiye daha fazla kaynak ayırması gerekiyor. AB 2020 Stratejisi, bu yapısal sorunlara çözüm bulması ve AB’nin küresel alanda rekabet yetisinin artırılabilmesi ekseninde yüksek seviyede istihdam sağlayan, verimli ve sosyal uyumu yüksek bir ekonomi olması hedefine odaklanıyor. Bu bağlamda belirlenen üç temel öncelik bulunuyor: 1. 2. 3.

Akıllı büyüme: bilgi ve yenilik temelli bir ekonomi Sürdürülebilir büyüme: kaynaklarını verimli kullanan, yeşil ve daha rekabetçi bir ekonomi Kapsayıcı büyüme: yüksek istihdam sağlayarak, sosyal ve bölgesel uyumu destekleyen bir ekonomi

Bu öncelikler ışığında 2020 yılı için ayrıca 5 temel ekonomik hedef söz konusu: 1. 2. 3.

4.

5.

20-64 yaş arası nüfusun istihdam oranının %69 seviyesinden %75’e ulaşması. GSYİH’nin %3’ünün ar-geye ayrılması; özel sektörün ar-geye yatırımlarının somut araçlarla teşvik edilmesi. Sera gazı salımlarının 1990 yılına kıyasla en az %20, şartlar elverişli ise %30 oranında azaltılması, AB’nin enerji tüketiminde yenilenebilir enerjinin payının %20’ye yükseltilmesi ve %20 oranında enerji verimliliği sağlanması. Okulu erken bırakanların oranının %15’ten %10 seviyesine düşürülmesi ve 30-34 yaş arası yüksek öğrenim mezunu nüfus oranının %31 seviyesinden en az %40 seviyesine yükseltilmesi. Ayrıca 20 milyon insanın yoksulluktan kurtarılarak, ulusal yoksulluk sınırı altında yaşayan AB vatandaşlarının sayısının %25 azaltılması.

AB’nin oluşturmakta olduğu 2020 stratejisi Türkiye için de önemli bir müzakere çerçevesi. Aynı zamanda bir iç politika ve küresel rekabet gücü dosyası. Genişleme, yeni AB üyeleri gibi konulardan değişimin yorgunluğu içindeki AB halklarına 2020 stratejisinde bahsedilmiyor. Zaman içinde ve Avrupa Birliği’nde çalışan nüfus azalıyor. ( Milyon / Kaynak: Eurostat) ancak AB kamuoyunun ekonomik güveni pekişince gelinecek aşamalar olarak yeni üyeler konusu pek vurgulanmıyor. Zaten AB’nin küresel güçlenme hedefleri başarısız olursa Türkiye gibi aday ülkeler üzerindeki çekim gücü de zayıflar. Tabii Dünya 2020’yi beklemeden çok değişecek. İlerlemenin bilançosu için de on yıl beklemeye gerek kalmayacak; ne AB, ne de Türkiye için.

- 60 -


Dr Bahadır Kaleağası

KOBİ TESTİ

Küçük ve orta ölçekli işletmeler (Kobiler) ekonominin, istihdam yaratma gücünün can damarılar. Avrupa Birliği'nin KOBİ politikası da ana hatlarıyla bu gerçeği dikkate alıyor: ►

Daha fazla girişimcilik, teknolojik yenilikçilik, finansman ve istihdam.

Daha az bürokrasi, tarife dışı engel ve işletme gideri.

Bunlar AB ekonomisi için küresel rekabet gücü hedefinin anahtarları. Kobiler de bu hedefin en önemli aracı. AB 2020 Stratejisi bu konuda çok açık. Söz konusu olan genel bir laf kalabalığı değil. Bu strateji somut, kaynakları ve uygulama takvimi belli politikalar içeriyor. Yapılan yeni düzenlemeler kobilerin kamu alımlarına katılımını da kolaylaştırıyor. Son olarak, AB Çin’de bir Kobi Merkezi açarak, şirketlerine dünyanın en büyük pazarında daha etkin destek vermeye başladı. 2008 tarihli AB Küçük İşletmeler Sözleşmesi 10 maddeden oluşuyor: 1. Girişimcilerin ve aile işletmelerinin gelişebileceği, girişimciliğin teşvik edildiği bir iş ortamının yaratılması; 2. İflas etmek zorunda kalan ve iş ahlakına bağlı işletme sahiplerine ikinci bir şans tanınması için gerekli koşulların sağlanması; 3. İş kurallarının “önce küçük düşün” ilkesine bağlı kalınarak oluşturulması; 4. Kamu makamlarının kobilerin iş ve işleyiş ihtiyaçlarına karşı duyarlı olması; 5. Devlet politikalarının ve ilgili araçların kobilerin ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde yeniden düzenlenmesi ve böylece kobilerin kamu mal alımlarına katılımlarının, devlet yardımlarından yararlanabilmelerinin sağlanması; 6. Kobilerin finansman ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için yasal çerçevede gerekli değişikliklerin yapılması; 7. Avrupalı kobilerin Avrupa Birliği Tek Pazarı’ndan tam anlamıyla yararlanabilmesi için kılavuz olunması; 8. Kobilerin bünyesindeki iş becerilerinin günümüz ihtiyaç ve koşullarına uyacak şekilde çağdaşlaştırılmasının teşvik edilmesi, yenilikçiliğin desteklenmesi; 9. Kobilerin iklim değişikliğini önleme ve yenilenebilir enerji gibi çevre politikalarını ilgilendiren konulardaki fırsatları görüp, değerlendirebilmesi için yol gösterilmesi; 10. Kobilerin gelişmekte olan, büyüyen pazarlara erişiminin desteklenmesi. “Önce küçük olanı düşün” ilkesi ile AB ve ulusal düzeydeki tüm yeni yasal ve idari düzenlemelerin kobileri esas alan kıstaslara göre şekillenmesi gerekiyor. Diğer bir deyişle, her ekonomik siyaset, yasa ve düzenleme için “kobilere etkisi nedir?” sorusu sorulmakta. Buna göre ayrıntılı bir analiz yapılmakta. AB Komisyonu Ocak 2009’dan bu yana bütün önemli taslak düzenlemelerini öncelikle bu “kobi testi”ne tabi tutuyor. Şubat 2009 tarihinde Komisyon üye ülkelere mikro işletmelerin uygulanmakta olan muhasebe kurallarından muaf tutulmasını sağlayacak yetki verilmesini önerdi. Bu şekilde üye ülkeler mikro işletmelere uygulayacakları muhasebe rejimini kendileri belirleyebilecekler. Birçok AB üye ülkesinde şirket kurma süresi ve maliyetinde geçtiğimiz üç yıl içinde ciddi düşüş sağlandı. 2007’de özel bir limitet şirketi kurmak ortalama olarak 12 gün ve 485 Euro’ya mal

- 61 -


Dr Bahadır Kaleağası

olurken, 2010 yılında bu süre 7 güne, maliyet ise 399 Euro’ya geriledi. Ayrıca, Avrupa Birliği KOBİ politikasının ana dayanaklarından birini kobilerin finansmana erişimini kolaylaştırmak oluşturuyor. AB Komisyonu bu kapsamda devlet yardımı kurallarını yalınlaştırdı. Avrupa Yatırım Bankası (AYB) kobilere kobiler için daha çok fon sağlıyor. AYB’nin Türkiye’deki finansman yelpazesinde de kobiler bir öncelik. AYB fonlarına ek olarak AB Rekabetçilik ve Yenilikçilik Çerçeve Programı’ndan kobilere düzenli olarak kaynak sağlanıyor. Haziran 2008’den bu yana AB genelinde 100 bin kobi Rekabetçilik ve Yenilikçilik Çerçeve Programı’ndan faydalandı. Bu şekilde 100 bin’in üzerinde istihdam sağlandığı tahmin ediliyor. Geç Ödemeler Yönetmeliği’nin yürürlüğe girmesiyle AB genelinde kamu idareleri tedarikçilerine 30 gün içinde ödeme yapmak durumundalar. Bu şekilde de kamu idareleri ile ticari ilişki içinde bulunan kobilerin nakit akışlarının iyileştirilmesi hedefleniyor. Tüm bu değerlendirmeler ışığında, Türkiye’nin AB sürecinde de kobi konusu çok önemli. AB’nin artılarından, deneyiminden, başarı vakalarından iyi yaralanmalı, eksiklikleri ve zaaflarını iyi görmeli ve 2020 perspektifinde Türk kobileri dünya çapında rekabet gücüne ulaştırmalıyız. Zaten Türkiye’nin istihdam sorununu bu yönde başarı olmaksızın çözmesi imkânsız. Tüm milletvekilleri, bakanlar ve bürokrasinin kendilerini sürekli “kobi testi”ne tabi tutması, kobi mantığı ile seferber olması gerekiyor. Ekonomi dünyası ne diyor? BUSINESSEUROPE Avrupa’da iş dünyasının temsil örgütüdür. AB kurumları ve hükümetleri ile iç içe çalışır, karar sistemine özel sektörün katkısını düzenler. Türkiye’den üyeleri TÜSİAD ve TİSK. Her AB dönem başkanlığı sonunda Başkanlar Konseyi toplanır. Bu vesile ile Avrupa iş dünyası liderleri AB hükümetlerine taleplerini sıralar: “Euro bölgesini daha iyi yönetin, her ülke ayrı telden çalmasın, eşgüdüm gerek, ortak maliye politikası araçları gerek. Dünya değişiyor, uyum sağlayın, ilerleyin, reform yapın, arkanızda destek olalım; iş dünyasının önünü açın, önden gidelim”. Avrupa ekonomisinin gündeminden bazı sayfalar, 2011 krizlerindeki bazı sorunlarına köklerine işaret ediyordu. 1. Çin: dev ekonomi, nüfus, yoksulluk, zenginleşme, enerji tüketimi, çevre sorunları, üç trilyon dolarlık rezerv birikimi, … Dolayısı ile Avrupa için muazzam fırsatlar var: Çin iç pazarı hızla büyüyor, Çin’den Avrupa’ya yatırımlar ve turizm artıyor. Teknolojisi, yönetim deneyimi ve kalitesi Avrupa Çin’de üstün konumda. Dış ticaret açığı 150 milyar euro fakat ucuz Çin malları AB’de enflasyonu dizginliyor. Hizmet ticaretinde AB 5 milyar euro fazla veriyor. Aynı zamanda da tehditler: teknoloji kopyalaması, hukuk devleti düzeninin zayıflığı, haksız rekabet koşulları, fikri mülkiyet haklarının korunamaması, hammadde kısıtlamaları, Afrika ve Asya’da arkasında devlet desteği olan Çinli şirketlerle rekabet sorunları… Avrupa Çin’i artık 21. yüzyılın bir süper gücü olarak kabullendi. Ekonomik ilişkiler daha da derinleşecek. Avrupa daha çok uçak da satacak, lüks çanta da. Çin de kendi uçağını üretecek, güneş enerjisinde öne çıkacak, Avrupa’da şirket satın alacak. Bu aşamada Avrupa iş dünyası için

- 62 -


Dr Bahadır Kaleağası

önemli olan dengeli, hukuka dayalı ve öngörülebilir bir AB-Çin ilişkileri sistemi. Tehditler aynı zamanda birer fırsat, fırsatlar birer sorun. Strateji gerekiyor. 2. Teknoloji: ekonomik büyüme, istihdam, eğitime yatırım ve gezegenin doğal dengelerini koruyabilmenin belirleyici bir etkeni. Dolayısı ile küresel ekonomik rekabet gücünün temel direği. “Teknolojik yenilikçilik”, AB 2020 Stratejisi kapsamında somut hedeflere ve eylem planlarına dayalı bir siyaset önceliği. Milli gelirde yüzde 3 oranında ar-ge payı hedefine AB içinde şimdilik sadece Kuzey ülkeleri ulaşıyor. AB ortalama olarak ABD, Japonya ve G.Kore’nin gerisinde fakat hızla yaklaşıyor. Temiz enerji, elektrikli motor, mobil hizmetler, nanoteknoloji ve sağlık gibi farklı alanlarda hem daha fazla uluslararası rekabete, hem de işbirliğine ihtiyaç var. Teknolojik yenilikçilik alanında önde gelen ülkeler olan Finlandiya, İsveç, Japonya, ABD, G.Kore ve İsviçre’de ar–ge yatırımlarının %70-80’i özel sektörden kaynaklanıyor. AB ortalaması ise %30 civarında. İnternet toplumuna dönüşümde ise, AB son beş yılda Dijital Gündem politikası ile öne geçti. Fakat bilim dünyası-devlet-özel sektör işbirliği ve icatların ürüne dönüşmesi gibi alanlarda Avrupa’nın daha köklü atılımlara ihtiyacı var. Avrupa özel sektörünün (BUSINESSEUROPE) bu yöndeki talepleri arasında, ilkokuldan itibaren matematik ve fen derslerinin yeniden tasarlanması, üniversite müfredatının sanayi dünyası ile istişare içinde yenilenmesi, nitelikli insan sermayesi için iş piyasalarının yeniden düzenlenmesi ve AB iç pazarında ülkeler arası tüm engellerin tasfiyesi gibi öneriler dikkat çekiyor. Teknolojik gücüne rağmen dünya ölçeğinde bir Facebook, Google, Twitter gibi internet şirketinin Avrupa’dan henüz çıkmamış olması ihtirasları sınırlıyor. 3. Çalışmak: Avrupa halklarının bir kesiminin anlamakta zorlandığı bir “acı gerçek” var. Eski dünya düzeni iptal. Eski sömürgeler artık hem rakip, hem de eşit ortak. Şimdi daha çok ve daha verimli çalışma zamanı. Tüketim toplumu da evrim içinde. Gezegenin kaynaklarını kurutan mirasyedilik dönemi bitiyor. Demokrasi ise şımarıklık kaldırmıyor. Sonuçta mevcut maddi ve doğal kaynakları ve küresel rekabet koşullarını dikkate almadan, hiçbir hükümet toplumsal beklentilere yanıt vermez. Sadece vaat eder. Bu doğrultuda, AB Komisyonu’nun 2004 yılındaki çalışma saatleri mevzuatı önerisi üzerinde AB Konseyi ve Avrupa Parlamentosu henüz anlaşmaya varamadı. Bunun da ötesinde, özellikle hizmet sektörlerinin çoğunda Batı Avrupa ciddi bir gerileme döneminden geçmekte. Verimli, girişimci, yaratıcı, rekabetçi, çözüm ve müşteri odaklı bireyler ve kurumlar seyrekleşmekte. Bu soruna karşı önlem alan işletmelerin ise önü hızla açılıyor. Avrupa ekonomi dünyası iş, çalışma ve emek kültürünü yeniden canlandırma derdinde.

AVRUPA’NIN ENERJİSİ AB Komisyonu Başkanı ilk aşamada sorulması gereken, fakat genelde en sona bırakılan soruyu bu sefer en baştan sormuştu: “Siyasi irademiz var mı, yok mu?”. Avrupa Birliği’nde siyasi iradenin kaynağı olan üye ülkeleri liderleri, AB Konseyi’nin 2006 bahar zirvesinde yanıt vermiştiler: “Var”.

- 63 -


Dr Bahadır Kaleağası

Barroso sorusuna olumlu yanıt almıştı fakat 2020’ye uzanan yıllarda hala AB’nin enerji politikası yeterince ortak, somut ve etkili değildi. Aradan geçen zamanda dünyada önemli değişiklikler oldu. Her şeyden önce enerji konusuyla iklim değişikliği artık birbirinin ayrılmaz parçası. Al Gore’un “Uygunsuz Gerçek” filmi ve Nobel ödülü almasıyla simgelenen bir evrim yaşandı. Sivil toplumsal hareketler, bilimsel çalışmalar ve medya ilgisi gezegenimizin geleceği üzerine yoğunlaştı. Petrol fiyatlarında sıçrayış, Orta Doğu çatışmaları, nükleer enerji tartışmaları, ozon tabakasının iyice narinleşmesi, Rusya’nın doğal gaz vanası kapama krizleri, Çin başta olmak üzere hızla sanayileşen ve tüketim toplumu genişleyen ülkelerin doğal dengeleri daha da bozması, yeni enerji teknolojileri için seferber olan araştırmalar, AB içinde somutlaşan siyasi irade, uluslararası ekonomik kriz ve Obama’nın ABD başkanlığı gündemi ile enerji ve iklim artık bir küresel siyaset önceliği. Enerji ve iklim artık eşzamanlı olarak bir ekoloji, teknoloji, jeo-strateji, ekonomi ve demokrasi konusu. İnsanlık uygarlığının II. Dünya Savaşı’ndan da daha zorlu olabilecek bu krizi aşabilmesi AB ve ABD’nin ortak liderliğini zorunlu kılmakta. Türkiye ise bir taraftan AB ile müzakerelerde enerji faslını açmaya hazırlanıyor, diğer taraftan Nabucco pazarlıklarını sürdürüyordu. Isınma kaygısı Avrupa 2005-2006 ve 2008-2009 kışlarında iki defa enerji tedarik krizi tehlikesiyle ürperdi. Genelde her dört Avrupalı aileden biri Gazprom'un doğalgazı ile ısınıyor. AB'nin Baltıklı ülkeleri için bu oran yüzde yüz. AB'nin ilk tepkisi, Gazze sorununda olduğu gibi bir arabuluculuk misyonu ile Moskova ve Kiev arasında uzlaşma arayışına girmek oldu. Tabii krizin arka planında kısa ve orta vadeli bir çok ekonomik çıkar, jeo-stratejik manevra ve uluslararası siyaset taktiği var. Ukrayna'nın NATO üyeliği, Gürcistan sorunu, dış ticaret anlaşmaları, Güney'den Avrupa'dan Türkiye üzerinden Hazar'a ulaşması planlanan Nabucco doğalgaz hattına karşı Rusya'nın Kuzey’den ve Ukrayna'dan geçmeden tasarladığı Nord Stream gibi bir çok dolaylı ve doğrudan etken devrede. Diğer yandan, daha önceki 2006 doğalgaz kesintisi krizinden farklı olarak bu sefer küresel ekonomik kriz de çok önemli bir belirleyici etken oldu. Rus enerji devi Gazprom'un 60 milyar doları aşkın borcu var. Gazprom'un çoğunluk hissedarı Rus devleti de hammadde ihracatından kaynaklanan gelirlerinin çöküntüsü içinde derin bir maddi zorluk yaşamakta. Bu ortamda IMF'den 16 milyar dolar borç alan Ukrayna Gazprom için göz ardı edemeyeceği bir tahsilât kaynağı konumunda. Tüm bu gelişmeler karşısında Brüksel'de yapılan acil durum toplantılarında beklendik bir karar alındı: AB'nin enerji tedariki güvenliği için seçeneklerin çoğaltılması ve güçlendirilmesi. Halen AB doğal gazının yüzde 15'ni sağlayan Norveç ile görüşmeler başladı. Cezayir ve Irak ile de yeni girişimler derhal başlayacak. İran'a henüz yeterince güven yok. Özbekistan, Moskova'nın etkisinde. Nabucco ise her zaman olduğundan daha fazla önem kazandı, sonuçlanması için düğmeye basıldı. Diğer yandan Almanya Rusya ile Ukrayna sorunu olmadan Kuzey'den gelecek olan Nord Stream için de devrede. Bu süreçte kısa ve orta vadeli çıkar karmaşası yaşanmakta. 20, 20 ve 20 Komisyon Başkanı Barroso’nun 8 Mart 2006’da açıkladığı önerilerden sonra, AB liderlerinin 2007 bahar ve 2008 Aralık zirvelerinde aldıkları kararlar bir “Ortak Enerji Politikası”nın şekillenmekte olduğuna işaret ediyordu. Bir dizi alt başlığı ve istisnaları olan bir ortak yaklaşım çıktı zirvelerden:

- 64 -


Dr Bahadır Kaleağası

enerji piyasalarının serbestleşmesi, ülkeler arası enerji altyapılarının birleşmesi, yeni altyapı ve tedarik planlarının ortak yapılması, düzenleyici kurullar ve işletmeciler arasında işbirliği, bilimsel araştırmaya finansman, 2020’ye kadar yüzde 20 enerji tasarrufu ve yüzde 20 oranında yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş, petrol ve doğal gaza bağımlılığın düşürülmesi, Avrupa enerji pazarına tüm Balkanlar’ın dâhil edilmesi, Rusya ile enerji tedariki ilişkilerinin güvenli bir kurumsal yapıya kavuşturulması… Fakat AB seviyesinde bir düzenleyici kurul, enerji şebekelerinin tek merkezden yönetimi ve tüketicilerin enerji kaynağı ve tedarikçisi seçimi konularında henüz ortak kararlara varılamadı. (Avrupa enerji politikaları için ekili bir bilgi ve görüş ortamı: www.energypolicyblog.com) AB liderleri yeni bir ortak Avrupa politikasına doğru gidişatı ilan ettiler. Fakat teknik ayrıntıların ötesinde, henüz en temel konularda da belirsizlikler var. AB hükümetleri bu alanın Komisyon’dan ziyade kendilerinin yönetiminde olmasını tercih ediyorlar. AB’nin yeni enerji politikaları hedefler belli: diğer ülkelerden enerji tedarikini güvenceye almak; yeni enerji kaynakları ve yolları geliştirmek; AB içinde enerji pazarını serbestleştirerek halka daha ucuz enerji sağlamak. Bu çerçevede AB Komisyonu özellikle alternatif ve temiz enerji kaynaklarına ve bu yöndeki bilimsel araştırmaya çok önem veriyor. Örneğin hidrojen enerjisi alanında başarılacak bir devrimin dünya tarihini değiştirebileceği öngörülmekte. Belli başlı tüm otomobil, kimya ve elektronik şirketleri bu yönde bir bilimsel yenilik yarışı içindeler. Başka bir örnek, dünyadaki en önemli kömür tüketicisi Çin ile AB arasında imzalanan teknolojik işbirliği anlaşması. Amaç, kömürden çıkan karbondioksitin yayılmadan muhafazası. İçerik böyle. Fakat yetki sorunu da er veya geç bir karar gerektirecek. AB’nin dış ilişkilerini ilgilendiren kararlar üye ülkelerin bakanları tarafından oybirliği ile alınıyor. Dolayısıyla her ülkenin veto yetkisi var. Tek pazar kararları ise oyçokluğu ile alınıyor. Veto yetkisi yok. Ayrıca AB Komisyonu kararın hazırlık ve uygulamasında, Avrupa Parlamentosu ise yasal süreçte devreye giriyor. Daha uluslarüstü bir sistem söz konusu. Bir “Ortak Enerji Politikası” oluşursa, bunun etkili olabilmesi tek pazar sistemine dâhil olmasına bağlı. Bunun için gerekli olan yasal çerçeve enerjiyi AB etkinlik alanları listesine alan 1992 Maastricht Antlaşması’nda mevcut (madde 3u). Fakat çerçevenin içi somut düzenlemelerle doldurulamadı. Hâlbuki onay süreci sekteye uğrayan AB Anayasası bu eksiği gideriyordu. Bu olamayınca geriye 308. madde olarak tanımlanan yol kalıyordu. Artık müzakere sürecindeki Türkiye’nin de aşina olması gereken bu yöntem, gerekli görüldüğü durumlarda AB’nin antlaşmalarda öngörülmeyen, fakat açıkça da dışlanmayan alanlarda yetkili kılınmasını düzenliyor. Bir gri alan maddesi. Ne var ki buna dayalı karar süreci bakanlar Konseyi’nde oybirliği ile işliyor. Üye ülkelerin veto yetkisi var. Enerji gibi duyarlı, vatandaşların günlük yaşamını ve gezegenimizin ekolojik dengelerini ilgilendiren bir konuda yirmisekiz-otuz üyeli bir birliğin uluslarüstü olmayan bir sistemde etkin olabilmesi zor. Tabii bu arada Lizbon Antlaşması onaylanarak, hedefler güçlendirilmiş bir enerji politikası başlığı yürürlüğe girdi, AB kurumlarının hareket alanı genişledi. Fakat AB Başkanı, Dış Politika Temsilcisi gibi en üst düzey AB sözcülerinin arkasında duran sağlam bir hukuksal yetki hala yok. Almanya başbakanı Merkel enerji konularında 308. Maddeye dayanan yöntem ile üye ülkelerin bir devletler arası uzlaşma ile politika saptaması yöntemini birleştiren yeni bir “Birlik yöntemi” önerdi (Bruges Avrupa Koleji, 2010-2011 akademik yılı açılış konuşması)

- 65 -


Dr Bahadır Kaleağası

Enerji arayışı Önümüzdeki dönemde insanlığın geleceğini belirleyen en önemli alanlardan biri enerji olacak. İnsan nefes almaya başladığından beri enerjinin peşinde. İki ayağı üzerinde durmasından ateşe, tekerlekten, savaşlarla egemenlik alanını genişletme çabalarına, buhar makinesinden nükleer çağa, enerji tarihin belki de en önemli belirleyici etkeni oldu. AVRASYA ENERJİ KAVŞAĞI

Mevcut petrol boru hatları Planlanan petrol boru hatları Mevcut doğalgaz boru hatları Planlanan doğalgaz boru hatları Mavi Akım

AB’deki enerji arayışlarının Türkiye açısından bir çok sonucu var: - Birincisi Hazar-Avusturya hattındaki Nabucco boru projesi için gaz tedarik ve finansman yapısı önemli. Müzakereler iyi tamamlandı fakat orta vadeli bir vizyon için tüm aktörler arasında mutabakat gerekli. Denkleme Irak’ı ve ileride belki koşullar değişirse İran’ı da dâhil edecek şekilde açık bir mutabakat. - İkincisi, Rusya ile ilişkilerde mevcut uluslararası ekonomik kriz ortamı da dikkate alınarak yeni bir istikrar dengesi yaratılmalı. Bu Karadeniz’de ekonomik işbirliği, güvenlik, dış ticaret, proje finansmanı ve enerji alanlarını kapsayan çok yönlü bir girişim olmalı. Ayrıca bölgede gelişen Çin etkeni dikkate alınmalı.

- 66 -


Dr Bahadır Kaleağası

- Üçüncüsü, Avrupa ve dünyadaki yeni ve temiz enerji teknolojisi devrimine giden süreci daha da gecikmeden yakalayacak kapsamlı bir orta vadeli eylem planı uygulamaya geçilmeli. Hem maddi, hem de mecazi anlamda, Avrupa Birliği’nin geleceği açısından Türkiye gerçek bir enerji kaynağı. Yeter ki kendi enerjini iyi değerlendirebilsin; halkın refahı ve ülkenin istikbali açısından beyhude işlerle enerjisini israf etmesin; yeni enerji kaynakları geliştirebilsin: hem maddi, hem de mecazi anlamda.

MAYIS 68 RUHU “Kırk yıl oldu bile”. 1985 yılı II. Dünya Savaşı’nın bitmesinin kırkıncı yıldönümüydü. Batı Avrupa’da birçok televizyon programı, sergi, kitap ve dergi kapağı bu konuyu işlemekteydi. Savaş vahşeti toplumların hafızasında henüz taze sayılırdı. Hâlbuki o dönemde yirmili yaşlardaki bir genç için, büyük savaş tarihin derinliklerinde kalmıştı. Gündem çok farklıydı: soğuk savaş, Sovyetler Birliği ile ABD arasında nükleer yarış, Avrupa Ekonomik Topluluğu, Çin’de ilk kıpırdanmalar, Türkiye’de Özallı yenilenme, dünyada yaygınlaşan kişisel bilgisayar, Orta Doğu’da çatışma ve Afrika’ya yardım için Live Aid konserleri yılları. Sonra, birkaç yıl sonra yine bir geçmişi anma furyası sardı Batı Avrupa’yı: “Yirmi yıl oldu bile”. Bu kez 1968 olayları odaktaydı. Prag’dan Paris’e, Chicago’dan, Roma’ya öğrenci eylemleriyle etkilenen dünya kültürü. Tam olarak yaşanmamış, fakat nispeten daha yakın bir geçmişin özlemi kapladı sosyal ortamı, kültürel etkinlikleri ve yayın dünyasını. Seksenlerin rengârenk estetiğinde, altmışların siyah-beyaz görüntüleri yine de pek yakın gelemedi o dönemin gençlerine. Yakın gelecek de çok uzaktı. Moskova’da Gorbaçov soğuk savaşı bitirmek üzereydi. Avrupa’da parasal birliğin zemini oluşmaktaydı. Çin dragonu gözlerini açıyor, Türkiye’de yenilenmenin yetersizlikleri yapısal sorunlara dönüşüyor, ABD’de emekleme dönemindeki internetin altyapısı özel kullanıma açılıyordu. Fakat daha toplumlar fakında değildi ki, Orta Doğu’da istikrasızlık ve Afrika’da yoksulluk dışında, birçok alanda köklü bir değişim başladı. Çağdaş ülkelerde yenilik taleplerinin baskısının arttığı bu dönemde 1968 yılı bir gelecek nostaljisi olarak anıldı. Sonra, 2008’de yine “kırk yıl oldu bile”. Artık II. Dünya Savaşı anılarının gerçekten kuşak aşımına uğradığı bir dönemde, 1968 yılı toplumsal yaşama yön veren kuşakların nostaljik referansı oldu. Nasıl ki 1789 Fransız Devrimi Avrupa’ya dalga dalga yayılan etkilerde bulunduysa, Paris’te başlayan Mayıs 68 olayları da simgesel ve tarihsel önem taşıyorlar. Altmışlı yıllarla başlayan birçok toplumsal eğilim yetmişli yıllarda kalıcı bir siyasal birikime dönüştü. Mayıs 68 bu açıdan önemli. Hem Batı dünyasını anlayabilmek için. Hem de güncel siyaseti geçmiş ve gelecek zamanların göreceliğinde çok boyutlu değerlendirebilmek için.

- 67 -


Dr Bahadır Kaleağası

O yıllar Fransa 1960 sonrasında, 18. yüzyılda ülkeye egemen olan Aristokrasi ve Kilise’ye karşı yükselen burjuvazinin siyasal güç mücadelesi ortamından çok farklıydı. Mutlak bir devrim havası yoktu. Devrim değil, devrimsel etkiler doğuran olaylar söz konusu. 

Ekonomi: II Dünya Savaşı sonrası dönemde Batı Avrupa uzun bir ekonomik büyüme, tüketim toplumuna dönüşme ve refah devletinin tesisi evresinin son yıllarındaydı. Savaş sonrası doğan gençler ekonomik kriz ve işsizlik kavramlarına yabancı olarak büyümüşlerdi. Fakat ilk olumsuz göstergeler ve gelecek kaygılarının titreşimleri hissedilmekteydi.

Toplum: Sendikalar ile devlet arasında gerginlik başlamak üzereydi. Bu arada SSCB yörüngesindeki komünistler, Çin kültür devriminden etkilenen Maocular, çekim alanı genişleyen Troçkistler, eski toprakların kaybını hazmedemeyen aşırı milliyetçiler, sol hareketlere benzer örgütlenmelere giden Katolikler ve genelde ABD’nin Vietnam savaşına karşı oluşan barış hareketlerinin ilk filizleri iç ve dış politika arasındaki etkileşime dâhil olmaktaydı.

Siyaset: De Gaulle rejimi yaşanmaktaydı. Savaş kahramanı “General” 1958’de Cezayir kriziyle istikrarsızlığa giren demokrasiyi kurtarmak üzere siyasete geri çağrılmıştı. Fransa’nın denizaşırı ulusal topraklarının büyük bölümü ve sömürgelerinin bağımsızlığı ile sonuçlanacak cesur kararları almış ve kendisi için tasarlanmış çok güçlü bir başkanlık tesis eden yeni anayasal düzeni getirmişti. Sonradan 1981’de cumhurbaşkanı seçilecek olan sol muhalefetin önderi François Mitterand 1965 başkanlık seçimlerinde De Gaulle’ü zorlamıştı.

Uluslararası ilişkiler: Fransa dış siyasette nükleer güç konumu, Avrupa Ekonomik Topluluğu’na İngiltere’nin üyeliğini veto eden tutumu, uzaya uydu gönderme başarısı ve NATO’nun askeri kanadı dışında kalma özelliği ile sivrilmekteydi.

Gerginlik 1 Mayıs kutlamalarında başladı. Aynı gün Nanterre Üniversitesi’nde aralarında Alman Daniel Cohn-Bendit’in de bulunduğu öğrenciler disiplin kuruluna verildi. Öğrenci gösterileri başladı. Cohn-Bendit bu süreçte öğrenci liderlerinden biri durumuna geldi. Göstericilere müdahale eden polise dil çıkarırkenki fotoğrafı bir Mayıs 68 ikonu oldu. (Halen Yeşiller Partisi’nin bir lideri olarak Avrupa Parlamenteri ve Türkiye’nin AB üyeliğinin tutkulu bir savunucusu.) 2 Mayıs’ta Sorbonne Üniversitesi’nde aşırı sağcı Occident militanları öğrenci birliğinin bürolarını yaktı; öğrenciler arası çatışmalar başladı. İlerleyen günlerde üniversite işgali, öğrenci kurultayları, özgürlük şölenleri, şarkılar, danslar, polisle çatışma, tutuklamalar, havalarda uçan kaldırım taşları, yanan otomobiller, coplar, göz yaşartıcı bombalar, barikatlarla kapatılmış Paris caddeleri, fabrikalara ve sivil toplum kuruluşlarına yayılan hareket… 13 Mayıs günü ülke genelinde 1 milyon katılımcılı gösteri yürüyüşleri. 25 Mayıs’ta 9 milyon kişi grevde. Sokaklar toz duman; okul, ulaştırma, posta, telefon, benzin yok. 27 Mayıs’ta hükümet ile sendikalar arasında ücret artışları ve dört haftalık yıllık tatil öngören anlaşmaya halk kurultaylarında ret. Mitterand’ın geçici hükümet talebi... Bu olaylar sırasında Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle 29 Mayıs günü bir ara ortadan yok oldu. Almanya’da, Baden-Baden’de konuşlanmış olan Fransız askeri birliklerinin başındaki General Massu ile istişareye gittiği öğrenildi. Ertesi sabah Paris’te 800 bin kişi De Gaulle lehine gösteri

- 68 -


Dr Bahadır Kaleağası

yürüyüşü yaptı. Öğleden sonra Paris’e dönen De Gaulle Meclisi feshettiğini ve seçimlere gidileceğini açıkladı. Zamanın göreceliğinde Mayıs 68 olaylarının sonuçları Fransa tarihinde geniş zaman dilimlerine yayıldı: -

De Gaulle Haziran’da parlamento seçimleri düzenledi, partisi zafer kazandı. Halkın önemli bir kesimi özgürlükçü başkaldırıya destek vererek meydanları doldurmuş olsa da, demokrasi sayı rejimi olduğunu bir kere daha hatırlattı. İstikrar kaygısıyla yola devam isteyen taraf daha kalabalıktı.

-

Fakat ertesi yıl De Gaulle bir anayasa reformu için Fransızlardan “evet oyu” talep etti. “Hayır” oyları yüzde 52,41 çıkınca, kaderine razı oldu. Süresinin dolmasına üç yıl kala istifa ederek köşesine çekilmeyi uygun buldu. Fransa’da sağ-sol dengesinin ve birbirini takip edecek farklı partilerin iktidarına dayalı bir siyasetin önü açıldı.

-

Mayıs 68 olayları dünyayı etkilerken, Fransa toplumu da dünyaya açıldı. Kültürel yenilikçilik, farklı görüşlere açıklık, sorgulayıcılık gibi eğilimler olağanlaştı. Eşzamanlı olarak, komünist rejimlerin baskıcılığına karşı Avrupa solu eleştirisel ve mesafeli bir tutuma geçti. Barışa, doğaya, insani yardıma ve insan haklarına duyarlı uluslararası sivil toplum hareketlerinin kökleri de bu döneme uzanıyor. Örneğin, 1999’da Kosova’da Birleşmiş Milletler adına yöneticilik görevinden sonra 2007 yılında Fransa dışişleri bakanı olan Bernard Kouchner Sınır Tanımayan Hekimler örgütünü 1971’de kurdu.

-

Bu dönemin önde gelen temalarından biri cinsel özgürlük oldu. Mayıs 68’in dikkat çeken bir simgesi de “pantolonlu genç kızlar”dı. Yetmişli yıllarda doğum kontrol haplarının yaygınlaşması ile kadının iş ortamı ve özel yaşamdaki eşit rolü arasında paralel bir evrim tetiklendi.

-

Katı disiplinli, ezberci, öğrencinin bireysel kimliğinin ezildiği Fransız okul sistemi de pedagojik bir devrime girdi. Her ne kadar Fransa’da bu özelliklerin bazı kalıntıları halen gözlemlense de, dünyadaki benzer eğitim sistemleri de etkilendi. Türkiye gibi değişimin kamu politikalarında zor hazmedildiği ülkeler hariç.

Değişen dünya Tabii 1968 yılı ile özdeşleşen toplumsal dönüşüm dönemi Fransa’nın ötesinde bir coğrafyada gelişti. İşte yalnızca bir yılın başkaldırı kronolojisi: -

Şubat: Çekoslovakya’da “Prag Baharı”. Dubçek hükümetinin “güler yüzlü sosyalizm” deneyimi. Şubat: Roma’da üniversitenin öğrenciler tarafından işgali. İlkbahar boyunca gösteriler ve grevler. Mart: Polonya’da öğrenci gösterileri, hükümetin şiddetle karşılık vermesi. Nisan: ABD’de birçok kentte ırk ayrımına karşı eylemler ve Martin Luther King’e suikast. Nisan: Batı Almanya’da ayaklanmalar ve gösteri yürüyüşleri Mayıs: Tokyo’da öğrenci olayları

- 69 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

Haziran: Kanada’da ayaklanma ve gösteri yürüyüşleri Temmuz: İstanbul’da ABD 6. filosuna tepki eylemleri, güvenlik güçlerinin şiddetle bastırması. Ağustos: Sovyet tanklarının Prag’ı işgali. Ağustos: ABD’de Demokrat Parti kurultayında Vietnam karşıtı gösterilerin polisle çatışmaya dönüşmesi. Eylül: ABD’de kadın hakları hareketinin sokak gösterileriyle güçlenmesi Ekim: Meksika’da katliama dönüşen ayaklanma bastırma girişimleri Ekim: Kuzey İrlanda’da şiddete dönüşen gösteri yürüyüşleri. Ekim: Meksika Olimpiyatlarında kürsüye çıkan ABD’li siyah atletler Tommie Smith ve John Carlos’un siyah eldivenli yumruklarını havaya kaldırdıkları madalya töreni fotoğrafı. Kasım: Türkiye İşçi Partisi kongresinde “demokratik yolla güler yüzlü sosyalizme” karşı çıkan grubun partiyi ikiye bölmesi. Kasım: Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının ilk protesto eylemleri ve ilk tutuklanmaları. Aralık: Öğrenci olayları sonucunda İstanbul Üniversitesi’nin süresiz kapatılması. İleriki yıllarda Batı’da zamanla toplumsal uzlaşma ve demokrasi baskın çıkarken, Türkiye’nin 12 Mart cuntası ve 12 Eylül karanlığına sürüklenmesi.

Yıllar akarken toplumlar değişiyor, insanlar da zamanın göreceliğinde savruluyor. Örneğin 1968 yılında Nicholas Sarkozy adında bir ortaokul örencisi De Gaulle’e destek gösterisine gitmesine izin vermeyen lise müdürüne sinirleniyor, Carla Bruni adında bir İtalyan bebek ise ilk dişini çıkarmaya hazırlanıyordu. Aynı yıl Barack Obama Endonezya’da Jakarta’da ilkokula gidiyor, Tayyip Erdoğan Necip Fazıl Kısakürek’in şiir okuma etkinliklerine katılıyor, Hillary Clinton Yale Hukuk Fakültesi’ne kabul oluyor, George W. Bush 22 yaşında pilotluk eğitimi alıyor, Usame Bin Ladin Arabistan’da din eğitimi alıyordu. Beatles, Rolling Stones, Jimi Hendrix, Fleetwood Mac, Pink Floyd ve Bob Dylan’lı müzik yıllarında Michael Jackson kardeşlerinden ayrılarak solo kariyere başlıyor, Celin Dion ve Kylie Minogue dünyaya geliyordu. Bu arada Steven Spielberg isimli bir genç ilk kısa filmini çekerken, Neil Amstrong bir yıl içinde Ay’a ilk ayak basacak insan olacağını öğreniyor, Stanley Kubrick’in Uzay Macerası 2001 isimli filmi gösterime giriyordu. Yine aynı yıl Bill Gates ve Paul Allen adında iki okul çocuğu ilk elektronik oyunlarını tasarlıyorlardı. Mayıs 68‘in öğrenci liderlerinden Daniel Cohn Bendit’in kırk yıl değerlendirmesi nostaljik sayılmaz: “68 olayları dünyayı değiştirdi. Fakat bugün toplum farklı. Artık yeni düşünceler ve ufuklar gerekiyor”. Kızıl Danny haklı. Artık Mayıs 2018’e bakmalı. Avrupa G20 Gezegeni’nde hala yenilikçi, ilerici olabilir. Çin’den Magreb’e dünya toplumları için Batı demokrasisi hala yakın geleceğin özlemi olmaya devam ediyor. Bunun için Avrupa’nın ihtiyacı olan kudret belki de özündeki devrimcilikte. Mayıs 68’in bazı sloganları hala yankılanabilir: - “Yasaklamak yasak!” - “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” - “Hayal gücü iktidara!”

- 70 -


Dr Bahadır Kaleağası

III - BATIDAN YANSIMALAR Çocukluğumun en keyifli anıları arasında Avrupa seyahatleri var. Yazın adli tatil başlayınca annemle babamın çadır ve erzak yüklediği otomobille düşülen Avrupa yolları. Plan, rehber kitap ve internetten rezervasyon yok o zamanlar. Otoyollar da az. Vize de yok ilk seferlerde. Yalnızca sınırlarda kontroller, kuyruklar. İlk durak o yıllarda henüz AB dışında demokrasi sorunları ile bocalayan Yunanistan, ya da Kapıkule’den “demir perde” ötesi, Bulgaristan. Sonra uzun Yugoslavya geçişi, Adriyatik kıyılarında ilk Batı esintileri ve derken tüm cazibesi ile İtalya. İsviçre’de zirve yapan Avrupa havası. Farklı hava, sesler, kokular, tatlar, ürünler... Arkasından bir sürü ülke daha. Almanya, Fransa, İngiltere, Hollanda, Avusturya, Liechtenstein… Bazen dönüş yolu Doğu Bloğu üzerinden: Çekoslovakya, Macaristan. Oralarda bambaşka bir atmosfer, başka bir Avrupa. Her ülkede değişen diller, insanlar, kent manzaraları, kültürler… Aynı gün içinde geçilen yoğun bir farklılıklar coğrafyası. Daha sonra değişim öğrencisi olarak gittiğim ABD’de ise, tam tersi bir kıta ile karşılaşmıştım.

Tülin Kaleağası, Budapeşte 1970 Şükrü Kaleağası, Paris 1970

G20 içinde dahi, Avrupa’nın varlığı karışıktır. Dünya Atlası’nda Avrupa ülkeler arasında en çok bölünmüş kıtasal alan olarak belirir. En yoğun nüfus, ekonomik üretim, tarihsel birikim, dil ve etnik köken kıtasıdır aynı zamanda. AB projesi “çeşitlilik içinde birlik” sloganı ile tanımlar kendisini bu coğrafyada. Bugün Türkiye’den gelindiğinde nispeten azalmış bir hava farkı hissediliyor. Zaten artık Dünya’da ve Avrupa’da hızla gelişen bir uluslararası kültür katmanı var: sinema, televizyon, pop müzik, internet, uçak hatları, markalar, iş kültürü… Diğer yandan, ülkeler, bölgeler, kentler kültürel zenginliklerine daha çok sahip çıkıyor. Tüm bu paralel süreçlerin içinden sayısız örnekleri Avrupa ülkelerinin ulusal gündemlerinden yansımalarda bulabiliriz.

ALMANYA SİSTEMİ Almanya sadece kendi başına, AB’yi dikkate almadan da G20 gezegeninin en önemli birkaç ekonomik gücünden biridir. Euro öncesi dönemde Japon Yeni ile birlikte Alman Markı dünya piyasalarının dolardan sonra en yaygın para birimiydi. AB’nin en kalabalık ülkesi olarak da Almanya’nın siyasal dengelerdeki ağırlığı belirleyici bir etken. Almanya tarihinin II. Dünya Savaşı sonrası dönemi kapandı. Artık 21. yüzyılda yeni bir Almanya dünya sahnesinde.

- 71 -


Dr Bahadır Kaleağası

Almanlar artık birer Avrupalı ve Almanya bir dünya gücü. Küresel eğilimlerin giderek baskınlaştığı her toplumda olduğu gibi, Almanya’da da insanlar Toskana şarabından, iyi zeytinyağından, suşi atıştırmaktan, dönere rağbetten, Amerikan kahve zincirinde Afrika kahvesini İtalyan usulü içmekten hoşlanıyorlar. Tatillerinde dünyanın güzel beldelerine akıyor, Alman otomobilinin yanı sıra Japon veya Fransız ürünlerine de itibar ediyor, iş görüşmelerinde akıcı İngilizce konuşuyor, gelişen Çin hakkında her gün bir makale okuyor, ev için Uzak Doğu antikası, Türk kilimi, İsveç mobilyası satın alıyor, ABD hakkında olumlu veya olumsuz fikir sahibi oluyorlar. Aynı zamanda her gelişmiş toplum gibi yerel özelliklerini iyi koruyor, federal yapıdaki anayasal düzeni ile gurur duyuyor, yerel basın yüz binlerce satabiliyor, her bölgenin kendine has bira üretimi devam ediyor, karnavalı ve faşingi kutlarken, ‘aşk geçidi’ gibi yeni gelenekler gelişiyor. Eski bir Avrupa tablosu: Berlin 1873 Berlin. Haziran 2007. Alman Tarihi Müzesi’ne özel bir ziyaret. Eski Doğu Berlin’de, yani bugün dünyanın önde gelen mimari yenilenme ve kentsel yaşam merkezinde tarihi bir bina içindeyiz. Avrupa Özel Sektör Konfederasyonu’nun (BUSINESSEUROPE) Başkanlar Konseyi’nin açılış daveti. Bir hafta sonra toplanacak AB Konseyi öncesinde Avrupa iş dünyası liderleri gelenek olduğu üzere bir araya geliyor. Ekonomik politikalar, AB’nin siyasal reformu, ABD ve Çin ile ilişkiler ve enerji politikaları gibi birçok konuda ortak tutum beliriyor. Hemen sonrasında ise AB dönem başkanı ve Almanya Başbakanı Angela Merkel ile görüşme var. Türkiye de bu geleneksel özel sektör zirvelerinde mevcut ve etkin. Evsahibi Alman Sanayi Birliği (BDI) akşam yemeğini Alman Tarihi Müzesi’nde düzenliyor. Önce müzenin sergi bölümü gezilmekte. Askeri depo olarak 1730’da inşa edilen binanın barok mekânında yüksek nitelikli iç mimari ve teknolojik katkılarla yaratılan akışkan bir ortam var. Başköşelerden birinde büyük bir tablo beliriyor. Anton von Werner’in Berlin Kongresi’nin 13 Temmuz 1878’de kapanış oturumunu belgelediği eseri. Resim sanatına katkısından değil, Alman ve Avrupa tarihindeki öneminden dolayı bu müzede yer almakta.

Anton von Werner- Berlin Kongresi, 1878 (Alman Tarihi Müzesi-Berlin)

- 72 -


Dr Bahadır Kaleağası

Klasik bir 19. yüzyıl diplomatik ortamı görüntüleniyor tabloda. Üniforma veya uzun ceketleri, püsküllü apoletleri, madalyaları, şeritli pantolonları, çizmeleri, bastonları, posbıyıkları ve tüylü kalemleri ile kalabalık bir Avrupa diplomasi konseri. Ortada tüm heybetiyle Alman İmparatorluğu Başbakanı Otto von Bismarck var. Bir sürü küçük Alman devlet ve prensliği Prusya’nın liderliğinde 1871’de birleşince ortaya çıkan büyük gücü temsil ediyor. Birleşik Almanya Fransa’ya karşı kazanılan askeri zafer ve Avusturya’nın Alman birliğinden dışlanması sonucunda kuruluyor. Askeri-aristokrat özelliği baskın bir burjuvazi ile hızla yükselen bir sanayi gücüne dönüşüyor. Bu sürecin doğuracağı çıkar çatışmaları daha sonra bir dünya savaşını tetikleyecek. İşte bu tarihsel çerçevede, Berlin Kongresi’nde Prusyalı, yani doğulu Şansölye Bismarck’ın yıldızı parlıyor. Almanya uluslararası sahneye çıkıyor. Hicri takvime göre “93 Harbi” olarak da anılan Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında (1877-78) Avrupa içi güçler dengesi karışmış durumda. Almanya, karmaşık ittifaklar ve arabuluculuklarla Avrupa’da düzeni koruyor, kaderine yön vermeye çalışıyor. Bir başka doğulu şansölyenin, Angela Merkel’in, yine bölünmüş bir Almanya dönemi sonrasında, kendi başkanlığındaki bir Avrupa zirvesinde bambaşka koşullarda ve hedefler doğrultusunda benzer bir rolü oynamasına daha 130 yıl var. Müzedeki tabloda o dönemin Avrupalı aktörleri yer alıyor. Fransız, İngiliz, Rus, İtalyan ve Avusturya-Macaristan heyetleri Bismarck’ın arkasında ikili görüşmeler anında resmedilmekte. En sağda ise İngilizlerle masa başında hararetli bir tartışma anında görüntülenen üç Osmanlı delege var. Heyet başkanı Fenerli bir Rum aileden gelen, Berlin doğumlu, Paris eğitimli ve daha sonra Girit Valisi, Osmanlı Dışişleri Bakanı ve Samos Prensi olacak olan Kara Todori Paşa. Kendisine Prusya’da Brandenburg doğumlu olup da gençliğinde Osmanlı tebasına geçtikten sonra orduda yükselen Ali Paşa ve Berlin Büyükelçisi Sadullah Paşa eşlik ediyor. Kara Todori Paşa Sultan II. Abdülhamit’in hedeflerini kongreye kabul ettiriyor. Çarlık ordusunun İstanbul kapılarına dayanması sonrasında imzalanan Aya Stefanos Anlaşması’nın ağır koşulları değişiyor. Rusya’yı Balkanlarda egemen kılan, Akdeniz ve Orta Doğu’ya yakınlaştıran gelişmeler karşısında, II. Abdülhamit İngiltere ile ittifak içinde askeri yenilgiyi diplomatik manevralarla dengelemeye çalışıyor. Kısmen başarılı oluyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreci geçici olarak ivme kaybediyor. Zaten Zübeyde Hanım’ın oğlu Mustafa’yı dünyaya getirmesine daha birkaç yıl var. Avrupa tarihinin Almanya koleksiyonu Tarih tekerrür etmiyor; diyalektik bir eğilimle ilerliyor. Geçmişi de içinde barındıran, ürettiği karşıtlıkları yeni sentezlerle aşan, sürekli değişen bir süreç. Alman Tarihi Müzesi’ndeki 1878 Berlin Kongresi tablosu yalnızca bir dönemin simgesi. Roma İmparatorluğu’na saldıran “barbar” kavimlerden, 21. yüzyılın en önemli demokratik ve ekonomik güçlerinden biri olmaya uzanan süreçte bir çok tarihsel olay, dönüm noktası ve simge var. Yalnızca Almanya değil, Avrupa ve Dünya tarihi açısından da. İşte müzenin koleksiyonundan birkaç örnek: Kutsal Roma-Germen İmparatoru Charlemagne dönemine ait IX. yüzyıldan kalma yazılı belgeler, Katolik Kilise’nin savaşa çağrı mektupları, 1484 yılına ait anti-semitik el yazmaları, dinde reform öncüsü Martin Luther’in tablosu (1529), Habsburg hanedanına ait eserler, icatlar, keşifler, edebiyat, ticaret, savaşlar, veba, ... Matbaa.

- 73 -


Dr Bahadır Kaleağası

Viyana kuşatmasından kalma bir Osmanlı otağı; sonrasında Avrupa’da başlayan ‘a la Turca” modası. Alman topraklarına Fransız bayrağı diken XIV. Louis ve Napolyon’un portreleri. Beethoven’in elinden çıkan notalar. Kant, Hegel, Schiller, Goethe, Brecht... Sanayi devrimi ile değişen toplumsal yaşamın yeni nesneleri, makineler, motorlar, fabrikalar, mobilyalar, elektrikli ev aletleri... Gemi, zeplin ve uçaklar. Afişlerden yansıyan siyaset, devrim, turizm, tiyatro, sinema, şiddet ve barış mesajları. Hitler, savaş, soykırım. Yıkım. Berlin duvarı. Yeni Avrupa... Tarihe olabildiğince gerçekçi yaklaşmak, bugünkü Avrupa uygarlığını tanımlayan en önemli etkenlerden biri. Başta Almanlar ve Fransızlar olmak üzere karşılıklı dökülen kanın, kin ve nefretin, başta Yahudi soykırımı olmak üzere insanlık suçlarının, din savaşlarının, Kilise baskısının, dünya savaşlarının, kitlesel yoksulluğun ve sömürgeciliğin acı deneyimlerinden ders alınmaya çalışılıyor. Toplumların geleceğe barış içinde ilerlemesi ülküsü yeni bir ortak hafızada yeşertiliyor. Kolay olmasa da, zorlansa da, Avrupa bu yönde ilerliyor. Almanya’nın Avrupa siyasetinde son dönemde yeniden yükselişinin bir önemli tablosu, 23 Haziran 2007’de Brüksel’deki AB Konseyi zirvesinde ortaya çıktı. Başbakan Merkel, daha önceki G8 zirvesinde vermeye başladığı küresel çapta bir Avrupalı lider olabileceği sinyallerini güçlendirdi. Böylece, daha sonra 2008 dünya krizi ve sonrasındaki Euro krizi dalgalarında Merkel ve Almanya’nın oynayacakları “Avrupa lideri” rolü şekillenmeye başladı. Zirve öncesinde Berlin’deki toplantımızda yaptığı konuşmada ve diğer karşılaşmalarımızda bizde bıraktığı etki de aynı yönde oldu. AB Konseyi zirvesi ise, 1878 Berlin Kongresi’nden bu yana kökten değişen Avrupa gündeminde bazı yansımaların sürüdüğüne işaret ediyordu. Avrupa hala iç güçler dengesini kurumsal bir yapıya oturmaya çalışıyor. Aynı dönemde iç savaştan çıkan ABD ise, o zamandan beri aşağı yukarı aynı anayasal düzene sahip. Avrupa bugün de, 19. yüzyılda olduğu gibi Balkanlar’da istikrarın peşinde. Rusya Doğu ve Güney’e doğru Avrupa’da bu sefer enerji arenasında ilerliyor. AB ülkeleri arasında hala ulusal ekonomilerin çıkar çatışmaları var; fakat bu sefer savaş alanları ekonomik ve hukuksal. Büyük devletler hala yaşlı kıtayı biçimlendirmeye çalışırken, küçükler de hala ittifak oyunları sayesinde manevra alanlarını ihmal etmiyor. Türkiye hala hem kısmen Avrupa’da, hem de kısmen dışında. Türkiye’nin uluslararası gücünü her zaman içeride güçlü bir siyasal, ekonomik ve toplumsal yapı olmaktaki bocalama veya başarıları belirliyor. Tabii tekrar etmek gerekiyor ki tarih tekrar etmiyor; diyalektik bir evrim içinde ilerliyor. Avrupa hükümetleri de bunun bilincinde XX. yüzyılın en önemli başarısı olarak gördükleri AB projesine sahip çıkıyor, ilerletmeye çalışıyorlar. Fakat her zaman olduğu gibi ancak küçük adımlarla, krizler ve zor uzlaşmalarla. Bazen ilk olarak tasarlanan, en akılcı gibi görünen atılımlardan vazgeçmek gerekiyor. Berlin’de Alman Tarihi Müzesi’nin girişinde yerde dev bir ekranda sürekli değişen bir Avrupa tarihi haritası var. MÖ. III yüzyıldan başlayarak 21. yüzyıla kadar Avrupa’nın siyasal haritası eşzamanlı olarak coğrafi özellikleri de yansıtan kabartma ekrana yansıyor. Bugün İngiltere, İspanya, Fransa, İtalya, Türkiye, Balkanlar, Orta Avrupa, İskandinavya olan topraklarda hangi siyasal oluşumların, prenslik, krallık ve cumhuriyetlerin egemenlik sürdüğü aynı anda gözler önünden geçiyor. Roma İmparatorluğu yükseliyor, bölünüyor. İspanya’da Emeviler ortaya çıkıyor. Batı’da yeni krallıklar oluşur ve Doğu Roma İmparatorluğu inişe geçerken Osmanlı Beyliği aradan sıyrılıp bir Avrupa imparatorluğuna dönüşüyor. Zaman zaman Fransa, Rusya,

- 74 -


Dr Bahadır Kaleağası

Almanya’nın alanı genişliyor. Avrupa haritası çoğu zaman bir çok devletten oluşan rengârenk görüntüsünü kaybetmiyor. Dünya dönüyor, Avrupa değişmeye, tarih müzeleri zenginleşmeye devam ediyor. Duvarı çocuklara nasıl anlatmalı? “Savaşı Almanya kaybetmiş. Kazananlar Berlin’i paylaşmış. Fakat bu sefer de kazananlar birbirlerine düşman oldukları için aralarına duvar yapmışlar. Sonra bunlardan biri değişmiş, barışmışlar, duvar da yıkılmış. Bir varmış, bir yokmuş …” Gençlere ise daha iyi anlatmak gerek. Bunu anlamazlar ise, Avrupa’yı ve içinde olgunlaşacakları Türkiye’nin AB sürecini iyi anlayamazlar. Avrupa tarihinin duvar ile simgelenen sayfaları, yaşlı kıtanın özüne ait birçok etken barındırıyor. Eskiden, geçen yüzyılda Avrupa’dan dünyaya yayılan iki savaş çıkmıştı. O zamanlar ileri ülkeler dünya ticaret ve enerji kaynaklarını paylaşmak için rekabet içindeydi. I. Dünya Savaşı’nı kaybeden tarafın lideri Almanya sonra çok zor durumlara düştü. Ekonomisi ve siyaseti karıştı. Dünyada da ekonomik kriz vardı. Bu arada Hitler diye aşırı milliyetçi bir laf cambazı çıktı. Dengeleri bozulmuş toplumun bir kesiminden aldığı destek ile başbakan oldu. Meclisi yaktırdı. Suçu muhalefete yıktı. Diktatör oldu. Savaş sanayine dayalı ekonomik büyüme içinde halkı önce memnun etti. Sonra da Avrupa’da savaş çıkardı. Neredeyse her tarafı işgal etti. Başta Avusturya, İtalya, Japonya ve Fransa olmak üzere diğer ülkelerde de işbirlikçiler buldu. Bu arada Yahudilere soykırım yaptı. Sonra ABD de savaşa girdi. Hitler kaybetti. Almanya yıkıldı. Avrupa Batı ve Doğu olmak üzere ikiye bölündü. Demokrasi, ekonomi ve toplum anlayışları farklı iki kutup oluştu. Batı’da NATO askeri ittifakı kuruldu. Türkiye de oraya girdi. Doğuda ise Sovyetler Birliği öncülüğünde Varşova Paktı kuruldu. Sovyetler Birliği? Evet, o da Rusya’nın egemenliğinde bir ülkeler birliğiydi. İşte bu Batı ve Doğu arasındaki bölünme ile Almanya ikiye ayrıldı. Hıristiyan Demokrat Konrad Adenauer Batı Almanya’yı savaşın enkazından çıkardı, yeniden güçlü bir ekonomi ve demokrasiye dönüştürdü. Aynı şekilde Berlin kenti de ikiye bölünmüştü. Bir süre sonra Doğu tarafı Batı’ya kaçışları önlemek için araya önce tel örgü sonra duvar çekti. Uzunluğu 195 km, yüksekliği 3,6 metre. ABD Başkanı Kennedy’nin 1963 yılında ziyaret ettiği Berlin'de duvar önünde sarf ettiği "Berlin özgür olmadıkça hiçbir Batı kenti özgür olamaz... Ben bir Berlinliyim" sözleri bu soğuk savaşın simgesi oldu. O dönemin fotoğraflarında, Kennedy’nin hemen arkasında duran Batı Berlin belediye başkanı Willy Brandt daha sonra Sosyal Demokrat başbakan olarak Doğu ile yakınlaşma politikasına öncülük etti. Doğu Berlin anısı - “Bu duvar halkımızı kapitalizmin oyunlarına karşı korumak için var. Ajanların, kaçak malların, yabancı paranın girmesini engelliyoruz. Komünizmin kesin zaferine kadar da gerektiği sürece bu duvar var olacak. Ekonomimiz dünyada ilk ona girdi, toplumumuz mutlu, devletimiz güçlü” Yıl 1988, Kasım ortası. Tam bir yıl önceydi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bir yıl önce. Yer Doğu Berlin. Brüksel Üniversitesi’nin bir akademik gezisi. Ev sahibimiz Demokratik Almanya Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı. Kasvetli bir binada, kibar bir diplomat grubu ile tartışıyoruz.

- 75 -


Dr Bahadır Kaleağası

Kenti ikiye bölen duvarın işlevi “içeriden dışarıya geçişleri engellemek değil” diyorlar. Duvarın “dış mihraklara karşı bir meşru müdafa önlemi” olduğunu savunuyorlar. İçimizdeki en Marksist bakış açıları bile tatmin olmuyor. Moskova’daki Sovyet rejiminin Doğu Avrupa’da demokratik her kıpırdamaya şiddetle karşılık verdiği biliniyor. Savaş sonrası Doğu Almanya’dan Batı’ya kaçanların sayısı 3 milyonu aşınca 1961 yılında bir Ağustos gecesi dikilen duvar, her eklenen tuğlada arkada kalanların umutsuzluk görüntüleri, duvar dibinde vurulanların fotoğrafları, geçmeyi başaranların tünelleri, … Herkes tünelin hapishanenin ne tarafına doğru kazıldığını biliyor. Ayrıca o gün hepimiz son yetmişiki saatte ne gördüğümüzü biliyoruz. Doğu Almanya topraklarından etrafı tel örgülerle çevrili durulması yasak bir otoyoldan önce Batı Berlin’e ulaşmıştık. O zamanlar Doğu Almanya içinde bir ada gibi kalan küçük toprak parçasındaki bir kentti burası. Caddeleri, insanları, renkleri ve Türk mahallesiyle olağan bir Batı Alman kenti. Ortasında ve çevresinde ise uzun bir duvar. Batı’nın evleri ve sokakları cephesi renkli resimlerle kaplı duvara dayanıyordu. Duvarın arkası ise boşluk, sonra bir duvar daha, tel örgüler ve Doğu Berlin’in ıssızlığı. Friedrichstrasse de böyle uzanıyordu Batı’dan Doğu’ya. Checkpoint Charlie sınır kapısından Doğu’ya geçerken bugün turistik anıt olan ünlü levha: “Dikkat, ABD bölgesini terk ediyorsunuz!”. Sonra boş, pencereleri tuğla örülü bir bulanık bir cadde. Metruk bir metro istasyonu. Aşağıdaki geçen hat artık Batı’ya devam etmiyor. Bir kapı aralığında bizi bulan mihmandar ile bir süre sonra modern bina blokları, anonim meydanlar, bej-gri insanlar ve haki güvenlik güçleri dolu bir kentten ilk izlenimler. Trebant model otomobiller, gri tonlarında kalabalıklar, dev konut lojmanları, devlet dairesi görünümlü mağazalar ve dünyanın her yerinde olduğu gibi asık veya güler yüzleriyle günlük yaşam peşindeki insanlar. Daha önce gördüğüm Doğu bloğu ve Sovyet kentleriyle aynı estetikteki anıtlar, devlet simgeleri ve sokakta kendini hissettiren siyasal düzen. Her fırsatta açık bir görüş alışverişi aradığımız öğrenciler, akademisyenler, tezgâhtarlar, yaşlılar, gençler ve diğerlerinin kaygılı gözleri. Sözlerle uyumsuz vücut dilleri. Birçok farklı ülkeden katılımcının olduğu bir akademik gezi grubunda, 12 Eylül 1980 sonrası Türkiye deneyimi sahibi olarak, sanırım biraz daha iyi anlayabiliyordum Doğu Berlinlileri. Ne kadar farklı bir dünyaydık o zaman. II. Dünya Savaşı’nın son bulmasına atıfta bulunan “40 yıl önceydi” başlıklı sergiler, konferanslar, yayınlar ve belgeseller yeni geride kalmıştı. Gündemde “20 yıl geçti bile” sloganı altında Batı Avrupa’da 1968 olayları ve toplumsal dönüşümünün anılması vardı. Ortama soğuk savaş düzeni egemendi. Soğuk savaşın içinde doğmuş, dünyayı öyle anlamış, eğitimimizi o düzenin kodları, analiz şablonları ve siyasal refleksleri ile sürdürmekteydik. Küresel düzen Batı, Doğu ve Bağlantısızlar arasında üçe bölünmüştü fakat asıl eksen Batı ve Doğu arasındaydı. Uluslararası ilişkiler, ekonomi ve insan coğrafyası buna göre şekillenmekteydi. Bu iki kutuplu dünyanın ortasıydı Berlin. Duvar yıkılmadan bir yıl önceki ziyaretimizde hiç değişmeyecek gibi gözüken bir düzene tanık olduk. Sonraki bir yıl içinde ise tarih aniden hızlandı: 1989: “annus miraculis” (Latincede “mucize yılı”) - 15 Ocak: Prag. Çekoslovakya. 1968 Sovyet işgalinin yıldönümünde sokak gösterileri. Özgürlükçü hareketin liderlerinden Vaclav Havel tutuklanıyor.

- 76 -


Dr Bahadır Kaleağası

- 19 Ocak: Doğu Almanya lideri Erich Honecker: “Elli veya yüzyıl sonra, duvar hep yerinde olacak” - 22 Ocak: Polonya lideri General Jaruzelski, rejime karşı on yıldır mücadele veren yasadışı muhalefet hareketi “Solidarnosc” (Dayanışma) sendikası lideri Lech Walesa ile demokratik reformlar için anlaşıyor. - 16 Şubat: Sovyetler Birliği içinde Lituanya bağımsızlık ilanı hakkı talep ediyor. - 8 Mart: Macaristan’da parlamento Komünist düzen anayasasını değiştiriyor. - 2 Mayıs: Macaristan Avusturya ile sınırındaki tel örgüleri söküyor. “Demir Perde”de ilk açılım. ABD Başkanı George Bush: “sıra Berlin’de”. - 5 Haziran: Belirleyici dönüm noktası. Polonya’da serbest seçimler. Solidarnosc’un Komünist Parti’ye karşı ezici zaferi. Dünya’da ise ana gündem maddesi Pekin’de şiddetle bastırılan Tianenmen öğrenci gösterileri. - 16 Haziran: Macaristan. Budapeşte. Sovyetlere karşı 1956 başkaldırısının lideri Imre Nagy’nin yenilenen cenaze töreni. - 14 Temmuz: Paris. G7 zirvesi kararı. AT Komisyonu eşgüdümünde Macaristan ve Polonya’da demokratik dönüşüme ekonomik destek. - 7 Temmuz: Romanya. Bükreş. Varşova Paktı zirvesi. Gorbaçov “yoldan çıkan” pakt ülkelerine askeri müdahaleyi meşru gören Brejnev Doktrini’ni geçersiz ilan ediyor. - 27 Temmuz: Moskova. Sovyetler Birliği Baltık devletleri Estonya ve Lituanya’ya özerklik tanıyor. - 11 Eylül: Yaz boyu Macaristan’a yığılan 60 bin Doğu Alman turiste Avusturya üzerinden Batı Almanya’ya iltica yolu açılıyor. - 27 Eylül: Yugoslavya. Belgrad’ın uyarılarına rağmen Slovenya federasyondan ayrılma girişimini başlatıyor. - 1 Ekim: Prag’a yığılmış olan 8 bin Doğu Alman turist özel trenlerle Doğu Almanya üzerinden Batı’ya iltica ediyor. - 7 Ekim: Doğu Berlin. Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin 40. yıldönümü kutlamaları. Askeri geçit törenini komünist lider Honecker konukları SSCB lideri Gorbaçov ve diğer Doğu Bloğu başkanlarıyla birlikte izliyor. Gorbaçov “Çok geç kalanlar hayat tarafından cezalandırılırlar” açıklamasını yapıyor. Bu arada törenleri izleyen Doğu Almanlar bağırıyor: “Gorbi, bize yarım et!”. Polonya lideri Jaruzelski Gorbaçov’un kulağına eğiliyor: “Sona geldik”. “Evet” diyor Gorbaçov. - 9 Ekim: Leipzig. Doğu Almanya. Sokak gösterileri: “biz halkız”.

- 77 -


Dr Bahadır Kaleağası

- 18 Ekim: Doğu Berlin. Erich Honecker onsekiz yıldır yürüttüğü Komünist Parti genel sekreterliğinden istifa ediyor. - 4 Kasım: Doğu Berlin. Bir milyon kişi rejime karşı yürüyor. - 9 Kasım: Komünist Parti Politbürosu pasaport alabilen yurttaşların serbestçe seyahatlerine dair bir karar alıyor. - Saat 18.53: Basın toplantısında bu kararın hemen yürürlüğe girip girmeyeceğini soruluyor. Parti sözcüsü tereddütle “ sanırım hemen” diye geveliyor. - Saat 20.00: Doğu Alman televizyonu ülkenin sınırlarının ertesi gün açılacağını duyuruyor. - Saat 23.00: İnsan kalabalıkları Batı Berlin’e açılan sınır kapılarına dayanıyor. Çoğunun pasaportu yok. - Saat 24.00: Sınır kapıları açılıyor. Doğu Berlinliler kitleler halinde Batı’ya akıyor. Görevliler kimlik denetimini bir süre sonra bırakıyor. Duvarın öteki tarafında da saatlerdir süren gösteriler bayrama dönüşüyor. Tarih bir an için duruyor, soluklanıyor. Sonra Almanya birleşti. Doğu ve Avrupa ülkeleri ve Baltık devletleri özgürlüklerine kavuştu. Walesa ve Havel gibi bir zamanların “vatan hainleri” devlet başkanı oldu. Tüm bu ülkeler AB ve NATO üyesi oldular. Sovyetler Birliği dağıldı, Ukrayna’dan Orta Asya’ya bir dizi bağımsız devlet Dünya siyasal atlasına yeni renkler kattı. Yugoslavya dağıldı. Slovenya hızla AB üyesi olurken diğerleri uzun süre iç savaşa battı. Sonra hepsi AB üyeliği yoluna girdiler. Berlin: Dünya kenti 9 Kasım’ı 10 Kasım’a bağlayan 1989 gecesinden sonra Batı’yı keşfeden Doğulular arasında genç bir fizikçi olan Angela Merkel de vardı. Bugün Almanya eski yaralarını büyük ölçüde sarmış bir dünya ekonomik gücü. Berlin ise bu muazzam tarihsel değişimin simgesi olmaya devam ediyor. Bir zamanlar Bismarck’ın bir kıta imparatorluğu başkenti olarak seçtiği, çağdaş tiyatronun kurucularından Brecht’ten, Berlin Filarmoni’nin efsanevi şefi Karajan’a Avrupa kültür yaşamının önemli isimlerine mekân olmuş bir kent. Checkpoint Charlie artık Berlin'in en şık ve tarihi semtine geçiş noktası. Müzeler, mağazalar, kitapçılar, sanat galerileri, parklar, lüks oteller, lokantalar ve kafeleri ile Berlin küçük bir ölçekte de olsa neredeyse New York, Paris veya Londra ile yarışıyor. Kentin ortasında Avrupa’nın en tarihi meydanlarından biri olup da, en eski binasının yirmi yıllık bile olmadığı Potsdamer Meydanı var. Burası 1920’li yıllarda trafik lambalarının dünyada ilk defa kullanıldığı yoğun bir kent merkeziymiş. Berlin 1945’de Hitler’in başkenti olmanın diyetini öderken, Potsdamer Platz ve çevresi bombalarla dümdüz olmuş. Bugün ise, modern mimarinin cesur örneklerinin sergilendiği, cam avlulu ve ışığın hâkim olduğu binalardan ve alışveriş merkezlerinden oluşan bir semt. Potsdamer Meydanı’nın hemen yakınında, taş blokların labirent düzeninde yayıldığı “Soykırım Anıtı” geniş bir alana yayılıyor. Daha ötede tarihi cephesi içinden muazzam bir cam kubbe ile yükselen yeni meclis binası. Hıristiyan Demokratların Konrad Adenauer Vakfı’ndan, Willy Brandt

- 78 -


Dr Bahadır Kaleağası

heykelinin insanları selamladığı Sosyal Demokrat Parti (SPD) genel merkezine, Bergama’nın peşinde olduğu Pergamon müzesinden, AB Komisyonu bilgi bürosuna, mimari yaratıcılıkta çoğu kente uyum sağlamaya çalışan büyükelçiliklere ve bir zamanlar Mustafa Kemal Paşa’nın veliaht Vahdettin ile konakladığı Adlon Oteli’ne birçok geçmiş ile geleceğin birbirine karıştığı mekân aynı çevrede konuşlanmakta. Moskova anısı Başka bir soğuk savaş günleri anısı Moskova’da 1985 yılının bir kış gecesinden esiyor. Önce Leningrad (bugün St Petersburg) sonra Moskova üniversitelerindeki bir araştırma sırasında bir çok Doğu Alman ve diğer Varşova Paktı ülkelerinden akademisyen ve öğrenci ile karşılaşmıştık. Bazıları Sovyetler Birliği’nin yeni lideri Mikhail Gorbaçov’un daha esnek politikalar ile kendi ülkelerindeki sosyal ortamı da nispeten rahatlatabileceği umudundaydılar. Biraz daha az siyasal baskı, biraz daha özgür bir ekonomik yaşam hayalleri vardı sadece, tüm Sovyet sisteminin çökmesine birkaç yıl kala. Kızıl Meydan yakınlarında bir nükleer fizikçi ve eşiyle sohbet. “Sovyetler Birliği sanıldığından çok daha güçlüdür. Yoldaş Sakorov muhalefet yapmakla doğru yapmıyor. Yeni lider Gorbaçov da bu sistemin bir eseridir ve Batı’da sanıldığının aksine düzeni değiştirmek için değil, güçlendirmek için çalışıyor” diyorlar. Ayrılırken bir de önerileri oluyor. “Bu akşam şu ilerideki sokaktaki Özbek lokantasını gidin. Doğuda yaşayan sadık bir Sovyet halkıdırlar ve yemekleri pek lezizdir”. Soğuk savaşın bitmesi ile Batı demokrasisi ve piyasa ekonomisi göreceli bir zafer kazandı. Fakat tarih durmadı. Yeni sorunlar ve daha iyisini arayışlar devam ediyor. Değişim durmuyor, değişim değişmiyor. Buna rağmen bazıları için değişmeyen bir görüş açısı var: “böyle gelmiş böyle gider”. Hala buna inananları Pink Floyd bir şarkısında tanımlıyor: “Olsa olsa duvardaki tuğlalardan birisiniz”. Berlin’de siyasal mimari ve Türkiye Berlin’de otuzlu yılların otoriter rejimlerine has modern muhafazakâr mimaride bir bina. Uzun, köşeli çizgiler, sütunlar, büyük boş alanlar, dev duvar panoları, uçsuz koridorlar, bucaksız salonlar. Reichsbank. Bir zamanlar Nazi rejiminin kasasıymış bu bina. Bir nevi Merkez Bankası. Tasarımını bizzat Hitler’in onayladığı, mahzenlerinde II. Dünya Savaşı’na finansman sağlayan ve soykırım kurbanlarından gasp edilen altınların depolandığı, salonlarında Göbbels ve Funk gibi rejimin önde gelenlerinin kudret kullandığı bir mekân. Daha sonra ise soğuk savaşın odağındaydı burası. O zamanki Avrupa düzeninde Doğu Almanya bir cephe ülkesi, Berlin ortasından duvarla bölünmüş başkentti. Komünist Parti Merkez Komitesi bu binadan hükmederdi devlete. Doğu Almanya’yı tarih sahnesine çıkışından perdelerini kapatana kadar yöneten iki Komünist Parti genel sekreteri Walter Ulbricht (1950-71) ve Erich Honecker (1971-89) bu bina da konuşlanmışlardı. Sonra “duvar” yıkılınca geçici olarak toplanan halk meclisi bu binada aldı iki Almanya’nın birleşmesi kararını 20 Eylül 1990 günü. Daha sonra ise binanın kaderi bambaşka bir ufka açıldı.

- 79 -


Dr Bahadır Kaleağası

Soğuk savaşın sonuna doğru, 1988 yılında bir akademik geziyle Doğu Berlin’i gelişimi anımsadım yine. Bu Komünist Parti Merkez Komitesi binasına da gelmiştik. Koridorlarında, bürolarında yetkili ve ciddi devlet mekanizması insanları salınıyordu. Aradan yıllar geçti ve aynı binaya yolum düşmeye başladı yine. Mekân artık bir dünya devinin ve Avrupa Birliği’nin en güçlü ülkesinin uluslararası ilişkiler merkezi. Almanya Federal Dış İşleri Bakanlığı. Berlinli mimar Hans Kollhoff masterplanına göre yeniden düzenlenmiş muazzam bir bakanlık yerleşkesi. Eski bina kütlesi korunarak yenilenirken, karşısına 21. yüzyılı yansıtan modern bir bina eklenmiş. Tabii ki kullanılan malzemeden, enerji tüketimine, atık yönetiminden, çalışma alanlarına ekolojik, çevre dostu bir bina söz konusu. Almanya tarihinin en simgesel mekânlarında son yıllarda görev yapan bakanlar ve üst düzey diplomatlar binadan farklı olarak geçmişten izler taşımıyorlar. Geleceği konuşuyoruz. Akılcı, samimi ve sıcakkanlı bir görüş alışverişi genelde. Mesajlar yapıcı: -

“Almanya Türkiye’nin AB üyeliğine destek olma kararını bir kere verdi ve gereğini yerine getiriyor”.

-

“Koalisyon hükümetinin bu konuda uzlaşması sağlam.”

-

“Hükümet ortağı Hıristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) ahde vefa (“pacta sunt servanda”) ilkesi uyarınca verilen söze sadık kalması bu politikanın devamı için yeterli.”

-

“Türkiye caydırıcı ve kışkırtıcı tuzaklara düşmemeli. AB yolu açık, ilerlemeli.”

-

“Demokratik reformlar, mevzuat uyumu, sosyo-ekonomik kalkınma… Bunlar yalnızca Türkiye için çok önemli değil. Bu yönde ilerledikçe aynı zamanda AB içindeki güç dengelerinde de lehinize gelişmeler oluyor”.

-

“İletişim de çok önemli. Bu konuyu Türkiye ciddiye almalı artık”.

-

“Fransa’nın çekinceleri olabilir fakat belirleyici olan AB’nin kurumsal yapısı, üye ülkelerin çoğunluğunun desteği ve Türkiye’nin ilerlemesidir”.

Berlin’e yapılan iş gezilerinin diğer önemli durakları Alman Meclis ve Başbakanlık binaları. Bundestag. Almanya Federal Meclisi. Otoriter bir sanayi ülkesinin I. Dünya Savaşı sonrasındaki demokratikleşme simgesi. “Demokratsız demokrasi” olarak anılan yılları aşma çabası. Derken, küresel ekonomik kriz. Halkın bir kısmının desteği ile iktidarı fetheden Nazi partisi. Yıl 1933. Faili meçhul bir yangında kül olan Meclis. Suçlanarak kapatılan muhalefet partileri. Sonra, sıcak ve soğuk savaş yıllarında metruk bir mekân. Bugün ise çağdaş bir demokrasi alanı. Saydam siyaset simgesi. Yeniden inşa edilen genel oturum salonunda milletvekilleri görev yaparken,

- 80 -


Dr Bahadır Kaleağası

tepelerindeki cam kubbede halk yürüyor. Ziyaretçiler, turistler veya bizim gibi çatıdaki meclis lokantasında görüşmeye giden heyetlerin bakışları altında çalışıyor Alman milletinin vekilleri. Meclis binasının tam karşısında yeni başbakanlık var. Bundeskanzleramt. Dış ve iç tasarımı ile post-modern bir bina. Almanya’nın 20. yüzyılı tamamen geride bıraktığının simgesi. Başbakanlık makamına giden koridorlardan birinde savaş sonrası Almanya’yı yöneten sekiz başbakanın fotoğraf sanatçısı Konrad R. Müller’in eseri olan çarpıcı portreleri var. Çağdaş Almanya’nın mimarı ve AB’nin kurucularından Konrad Adenauer ile başlayan iktidar sergisi, Ludwig Erhard, Kurt Kiesinger, sosyal demokrasinin efsanevi lideri Willy Brandt, Helmut Schmidt, Helmut Kohl ve Gerhard Schröder ile sürüyor. Angela Merkel ile Alman demokrasisi ve devletinin devamlılığının simgesi olan koleksiyona yeni bir portre eklendi. Diğer bir önemli mekân, Ekonomi ve Teknoloji Bakanlığı. Bir zamanlar Göring’in savaşta Alman hava gücünü yönettiği karargâh. Luftwaffe binası. Bugün ise Alman ekonomisinin siyasi merkezi. Bakanlık krizden çıkışın ve ekonomik büyümeye geçişin heyecanı içinde. Aynı zamanda da ücret artışı baskısı, uzun süreli işsizler, yükselen enerji fiyatları gibi önemli sıkıntı dalgalarına maruz. Genelde Alman evsahiplerimiz bir konuya çok önem veriyorlar: “göç ve uyum”. Sorunların kökeninde her zamanki gibi anahtar alan beliriyor: eğitim. Göçmen kökenlilerin yüzde sekseninin niteliksiz bir işgücü oluşturması sosyal uyumun en zayıf halkası. Tabii bunda Alman devletinin okullarda gettolaşmayı engelleyemeyen ve genelde göçmenlere karşı aidiyet duygusu yaratamayan tutarsız yaklaşımlarının rolünü vurgulamak gerekiyor. Herkes mutabık ki, Almanya Türklerinin uyum sorunları ve bu sorunların olduğundan da daha olumsuz toplumsal algılanışı belirleyici bir etken. Hem her doğan iki çocuktan birisinin yabancı kökenli olduğu Almanya’nın toplumsal huzuru için, hem de Türkiye-AB ilişkileri için. Bu noktada Alman yetkililere kaçınılmaz bir uyarı gerekiyor. Türkiye’ye üyelik kıstaslarına uysa bile ancak “ayrıcalıklı ortaklık” öngören bir siyasal anlayışı terk etmeden, Almanya’daki Türk toplumuna uyum mesajı vermek beyhudedir. Çok kültürlü toplum kavramı etrafındaki olumsuz siyasal çıkışlar sürerken, 2010 yılında Alman Cumhurbaşkanı Wulff’un Türkiye ziyareti yapıcı bir etki yaydı ülkeye. Cumhurbaşkanı Gül’ün “Mesut Özil bana hangi takımda oynaması gerektiğini sorsaydı, onu Alman takımında oynaması için cesaretlendirirdim” açıklaması da olumlu yankılandı. Algı değişimi her iki tarafta da inişli çıkışlı devam ediyor. Almanya’daki Türk toplumunu, Türkiye kökenli Almanları sadece bir sorunlar yumağı olarak görmek ise büyük gaflet. Zor koşullara rağmen her alanda içinden sayısız başarı hikâyeleri çıkaran, her alanda Almanya, Avrupa ve dünya çapında verimli olabilen, kültürel zenginlik sahibi bir toplum yükseliyor Almanya’da. Sadece bir küçük gözlem, yüzlercesi arasından: Almanya tarihinin simgesel merkezi Potsdamer Meydanı. Bir Ekim akşamüstü. Avrupa’nın en şık otellerinden birindeki kokteylden çıkarak meydandaki kalabalığa karışan şık insanlar, Almanya Türkleri. Otelin müdürü de bir Türk kökenli Alman. Böylece Potsdamer Platz’ın Alman toplumunun gelecek eğilimlerini yansıtma iddiası eksik kalmıyor. Kentin en gözde mekânlarından birinde Almanya Türk Toplumu Derneği bir etkinliğini daha tamamlıyor, meydan Türkçe seslerle doluyor. Hemen yakındaki Friedrich Caddesi’nde de akşam ışıkları yanmaya başlıyor. Caddedeki Deutche Bank şubesi de Almanya’nın 21. yüzyıl mekânlarından biri. ‘Geleceğin bankası’ için bir laboratuar burası. Geniş bir kapalı alan içinde müşteriler cam odalarda ve kitaplıkla dekore edilmiş kafede ağırlanıyor. Elektronik işlemlerin yapılabildiği ekranlı sehpalar, tasarım ürünlerin ve değişik çayların satıldığı tezgâhlar, çocuk oyun odası, ileri

- 81 -


Dr Bahadır Kaleağası

teknolojik ortam ve fonda hoş bir müzik… Bilgi almak için güler yüzlü görevlilerle konuşurken Türk olduğumu söyleyince tabii ki hemen devreye giren genç bir Türk bankacı… Berlin-Ankara ekseni Türkiye-Almanya ilişkileri ekonomik açıdan taşıdıkları öneme uygun bir siyasal boyutu sürdürme çabasında. Bu çerçevede yakın geleceğin mimarisini yapıcı bir şekilde tasarlamak doğru olur: 1. Almanya'da ekonomik büyüme her zaman, tüm Avrupa ekonomisi ve dolayısı ile Türkiye için de son derece olumludur. Bu sadece Türkiye daha çok ihracat yapabilsin ve daha çok Alman turist çekebilsin diye değil. Avrupa’nı geleceği doğrudan Türkiye’nin meselesidir. Türkiye küresel ekonomik rekabet gücü yüksek, dinamik ve etkin bir AB'nin üyesi olmayı arzulamaktadır. 2. Almanya'nın ekonomik büyümesi sayesinde işsizlik gibi sosyal sorunların yarattığı olumsuzluklar azalacak ve bunun AB'nin kurumsal reformları ve genişleme perspektiflerine etkisi yapıcı olacaktır. AB’nin hazmetme kapasitesi de sorun olmaktan çıkacaktır. 3. Almanya ve AB'de geleceği bir tehlike yerine bir fırsat olarak gören toplumsal yaklaşımın egemen olması, Türkiye gibi konularda önyargılı siyasal söylemlerin etkisini azaltacaktır. 4. Hızla büyüyen, demokratik ve istikrarlı bir Türkiye, güvenilir bir hukuk düzeni, Alman şirketler için daha da önemli bir potansiyel olacaktır. Bu yönde gelişecek bir Türkiye senaryosunun temel etkeni, tam üyelik hedefi sorgulanmadan belirlilik, güven ve başarı içinde ilerleyecek bir müzakere sürecidir. 5. Almanya Türklerinin Alman toplumu ile başarılı bütünleşmesinin en etkili aracı, içeride eğitim, dış politikada AB üyeliği yönünde güvenli adımlarla ilerleyen bir Türkiye'dir. Diğer taraftan, yeni konular ve eğilimler de şekillenmekte Türkiye-Almanya gündeminde: enerji işbirliği, G20, İran, çevre politikaları… AB üyeliği hedefine ise mutlak bir engel de, koşulsuz bir destek de Alman iç siyaseti açısından olası gözükmüyor. Türkiye kendini yeni girdaplara düşürmezse, AB süreci ilerler. Tarihlerinde Nazi iktidarı ve Doğu Almanya dönemlerini aşma başarısı olan Almanlar değişim süreçlerine iyimser bakabiliyor. Berlin’de Türkiye ile ilişkilerde tarihsel temelleri sarsmadan yeni bir 21. yüzyıl mimarisi arayışı var. Artık her iki ülke halkının ve de uluslararası kamuoyunun Almanya-Türkiye ilişkilerine bakışı yenilenmeli. Belki de yeni bir tasarım: “Avrupa’nın en büyük ekonomisi ile Avrupa’nın en hızlı büyüyen büyük ekonomisi arasında işbirliği”. Haldun Taner 1981'de 'Berlin Mektupları'nda kenti diğerlerinden farklı kılan özelliğini iki cümle ile özetliyordu: "O Berlin ki ortasından duvar geçer... O Berlin ki savaş halinde mahvolacak ilk yer". Bugün ise belki denebilir ki: “O Berlin ki Türkiye’nin AB yolu oradan geçer… O Berlin ki AB siyasetinde en önemli yer”.

- 82 -


Dr Bahadır Kaleağası

FRANSA’NIN RUHU Fransa kendini kıta içinde kıta olarak görür. Avrupa’da kendi başına bir dünyadır. Hem Kuzey’dir, hem Akdeniz. Hem sanayi ülkesidir, hem de tarım. Hem Katolik, hem ultra laik. Sosyal dayanışmacı, eşitlikçi, çevrecidir, hem de en küresel liberal. Bir taraftan simgesi olan horoz misali çatışmacıdır. Her uzlaşmazlık belirtisinde sokaklara taşan şiddetli gösteriler, televizyon programlarına yansıyan sert çatışmalar, Astérix gibi çizgi romanlarda ve sinemada hicvedilen kolektif fevrilikler. Diğer taraftan da Jean Jacques Rousseau ve Montesquieu ile doktrinleşen ‘toplumsal sözleşme’ ve köklü bir anayasal düzen geleneği. Decartes’ın akılcılığı, Jaurés’in hümanizmi, Sartre’ın varoluşçuluğu ve Aron’un sağduyulu idealizmi ile çeşitlenen bir çağdaş toplum kültürü... İkinci Dünya Savaşı’nda Nazilere en güçlü sivil direniş de, en derin işbirliği de Fransa’da gerçekleşmiştir. Londra’ya sığınan General De Gaulle’ün radyodan Manş’ın öteki yakasına ilettiği işgale karşı mücadele çağrıları, yeraltındaki direniş hareketi için büyük moral kaynağı olmuştur. Aynı anda bir başka General, Birinci Dünya Savaşı kahramanı Pétain, Paris dışında Vichy kentinde kurduğu Nazi işbirlikçisi hükümeti ile kendi halkı üzerinde baskıdan, Yahudi soykırımına alet olmaya uzanan lekeleri dökmüştür Fransa tarihine. Fakat Fransa geçmişi ile hesaplaşma dürüstlüğünde de, önce bocalamış sonra başarılı olmuştur. İmparatorluk ve Cumhuriyet Eski bir sömürge imparatorluğudur Fransa. Aynı zamanda da, bugün Afrika, Amerika, Pasifik ve Uzak Doğu’dan çoğu eski sömürge ellibeş ülkenin Fransızca dili etrafında oluşturdukları Frankofoni’nin doğal lideridir. Fransa yirminci yüzyılda sömürgelerin bağımsızlığı dalgalarına önce direnmiş, sonra himayeci bir tutumu tercih etmiştir. Fakat Paris’te ulusal mecliste bir Fransız toprağı olarak temsil edilen Cezayir’de çok zorlanmıştır. Katliam batağına saplandığı Kuzey Afrika’dan Fransa’yı çekip kurtarmak, bu vesileyle siyasete geri dönen De Gaulle’e nasip olmuştur. Karşılığında anayasal düzen yenilenmiş, Fransa yarı başkanlık sistemine ve De Gaulle de neredeyse bir kral yetkileriyle donatılmış cumhurbaşkanlığına kavuşmuştur. Fransa imparatorluk geleneği ile cumhuriyetçiliği aynı potada eritir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra, Batı ve Orta Avrupa’da bir çok imparatorluk denemesi yaşandı ise de, yakın çağda bu yönde en kapsamlı girişim Napolyon ile Avrupa tarihine damgasını vurmuştur. Sanatın her dalında, mimaride, kent estetiğinde imparatorluk çizgileri Fransa’da canlı kalmıştır. Cumhuriyetçilik ile özdeşleşen halkçı, eşitlikçi, laik ve anti-aristokratik değer ve biçemler için de durum aynıdır. Böylece, Paris’in kent dokusunu simgeleyen, bulvar, bina ve anıtlar, 14. Louis’den Mitterand’a, III. Napolyon’dan, De Gaulle’e, değişik iktidar oluşumlarının geride bıraktığı izleri taşır. Pompidou, Mitterand, Chirac gibi her cumhurbaşkanı geride anıtlar ve en önemlisi müzeler

- 83 -


Dr Bahadır Kaleağası

bırakmıştır. Siyasal söylemde ise, “Cumhuriyet değerleri” dendi mi akan sular durur. Şatoları, sarayları, aristokratik ihtişama günlük yaşamda verdiği önem ile, Fransa cumhuriyetçiliğine toz kondurmaz asla. Merkeziyetçiliğin evrimi Fransa, merkeziyetçi siyasal yönetim ve idari yapılanma anlayışının kutsal toprakları sayılır. Türkiye dâhil bir çok ülkede modern devletin temellerinin oluşmasında etkili olmuştur. Avrupa’da feodal derebeyleri devrinde, merkezde güçlü bir kralın egemenliğine en etkin geçiş Fransa’da gerçekleşmiştir. Zorunlu askerlik, milli eğitim, milli emniyet, kimlik kartı, vali, kaymakam, vergi dairesi, merkez bankası ve KİT’ler gibi bir çok merkezi devlet unsurunun gelişmesinde Fransa öncü rol oynamıştır. Elysée Sarayı’nda ikamet eden Cumhurbaşkanı “seçilmiş monark” olarak yönetir ülkeyi. Fakat parlamentodaki çoğunluk kendi partisinden olmadığı ve dolayısıyla başbakan karşı bir siyasal akımın lideri olduğu zaman, cumhurbaşkanının gücü sınırlanır. Yine de yasamayı ve yürütmeyi tıkayabilir, hükümeti görevden alır, meclisi feshedebilir. Ayrıca mecliste kendi partisinden bir çoğunluk varsa, hükümet de fiilen Cumhurbaşkanı’nın denetiminde oluyor. Bu senaryoda Fransa Cumhurbaşkanı görevi boyunca “seçilmiş kral” kimliğine bürünebilmekte. Örneğin geçmişte De Gaulle, bugün Sarkozy. Fakat Fransa sanıldığı kadar bir merkezi yönetim modeli değildir. Son kırk yılda kademeli olarak köklü bir yerinden yönetim reformu süreci yaşamaktadır. Ekonomi, dışişleri, içişleri ve milli eğitim gibi bazı bakanlıklar kendi başına önemli iktidar odağı konumuna gelmiş ve alt bakanlıklara bölünmüştür. İdari yapıda yerel ve özellikle bölgesel yönetim ve parlamentolar son derece güçlenmiş, Paris’in yetkileri kısıtlanmıştır. Basklar, Brötonlar ve Korsikalılar kültürel haklara sahiptir. Deniz aşırı toprakların özel statüsü vardır. Korsika’nın özerk konumu ise, hala sonuçlanmamış bir sorun olarak gündemdedir. Yarı-başkanlık, seçilmiş krallık Fakat Fransa’nın seçim sistemi ve siyaset doğası Türkiye’den biraz farklıdır. Fransa alışılagelmiş bir parlamenter demokrasi değil. Cumhurbaşkanını halk seçiyor. Seçimler iki turlu. En çok oy alan iki aday son tura kalıyor. Yarı-başkanlık sistemi var. Bu “yarı” kavramı yanıltmasın. Bazen bir Fransız cumhurbaşkanı demokrasi dünyasının en yoğun icraat ve yasama gücünü fiilen üzerinde toplayabilmekte. Bir “seçilmiş kral” olabilmekte. Bu konum II. Dünya Savaşı sonrasında oluştu. Ülke bir süre koalisyon hükümetlerinin istikrarsızlığı içinde bunaldı. O sırada bir Fransa eyaleti olarak mecliste temsil edilen Cezayir’deki iç çatışmanın yarattığı sarsıntılar da eklenince, savaş kahramanı General De Gaulle geri döndü. Fransa’nın kaderine yön verdi. Kendisine uygun dikilen yeni Anayasa ile 1958’de V. Cumhuriyet’in ilk Cumhurbaşkanı oldu. Yedi yıllık ilk dönemi sonrasındaki 1965 seçimlerini de 49 yaşındaki eski bakan ve sosyalist aday François Mitterand’a karşı kazandı. Fakat 1969 yılında bir referandum arzu ettiği gibi sonuçlanmayınca istifa etti. Yerine kendi siyasal çizgisinden Georges Pompidou seçildi. Fransa Cumhurbaşkanlığı meclisi lav edebilen, başbakanı atayan, bakanlar kuruluna başkanlık yapabilen, yasaları veto edebilen, dış politikada geniş yetkiler sahibi bir makam. Bu sistemde mecliste oluşan çoğunluk cumhurbaşkanının kendi siyasal denetimi altında ise, ortaya ABD

- 84 -


Dr Bahadır Kaleağası

başkanınkileri aşan genişlikte bir güç odağı çıkmakta. Beyaz Saray mukiminin Kongre üzerinde yaptırımı yok, etkisi sınırlı. Fakat mecliste muhalif bir çoğunluk oluşursa, Fransa cumhurbaşkanı kendisine muhalif lideri mecburen başbakan atamak zorunda kalıyor. Bu duruma “ortak ikamet” deniliyor. İcraat iki başlı oluyor. Örneğin bu durumda Fransa AB zirvelerine başbakan ve cumhurbaşkanı olmak üzere iki lider ile katılıyor. Siyaset ve ihanet Fransa siyaseti çoğu zaman dramatik bir roman veya popüler bir film senaryosu gibidir. Efsanevi kişiliklerle ve arka planda siyasal komplo, ekonomik güç ve cinsellik öyküleriyle doludur. Bir dramanın tüm ögeleri parıldar: iktidar, ihtişam, ihtiras, ittifak, ilhak, ihtilaf, isyan, istismar, inkâr, ikrar, inat, intikam, itham, iftira, itaat ve ihanet... Fransızcada “i’lerin noktalarını iyi koymak” diye bir deyim vardır. Özellikle “ihanet” sözcüğünde. Bu arada bahsi geçen tüm siyasi kişilikler arasında bir de çapkınlık yarışı vardır ki, medya bilir fakat skandal yaratılmaz (Ch. Deloire, Ch. Dubois, Sexus Politicus, Albin Michel, Paris, 2006). Ancak, Fransa’da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin önde giden bir aday adayı olan o zamanki IMF Başkanı Strauss-Khan New York’ta bir otel odasında taciz suçlamasıyla tutuklanınca, bu konuda bazı etik sınırlar tekrar tartışılmaya başlandı. Özel hayatın mahremiyetine saygıya devam eden, fakat bir yasal suç veya siyasal etik dışı durum karşısında suskunluğu artık kabul etmeyen bir yaklaşım baskın çıkmakta. Yakın siyasal tarihteki ittifak oyunları ve ihanet vakaları birçok lider üretmiştir. İşte Jacques Chirac. Cumhurbaşkanı Pompidou 1974’de ölür. Eski başbakan Chaban-Delmas sağın De Gaulle çizgisinden gelen lideri olarak yerine adaydır. Karşısında sol ittifakın adayı François Mitterand. Fakat eski maliye bakanı Valéry Giscard d’Estaing de merkez sağ aday olarak ortaya çıkar. Diğer bir eski bakan, Jacques Chirac kendi partisinin lideri Chaban-Delmas yerine Giscard’a destek olur. Seçimleri kılpayı farkla kazanan 48 yaşındaki Giscard Cumhurbaşkanı olunca, Chirac 41 yaşında başbakanlık koltuğuna oturur. Cumhurbaşkanlığı rüyası görmeye başlar. Fakat bir sorun vardır. Giscard popüler bir cumhurbaşkanıdır. Solda Mitterand bir sonraki seçimlere kadar yaşlanacaktır. Alternatifi Michael Rocard halkın çoğunluğundan oy alabilecek güçte değildir. Chirac için, Giscard’ın yedi yıl daha cumhurbaşkanlığı kendisinin Elysée trenini kaçırması anlamına gelebilecektir. Chirac bu hesapla 1976’da başbakanlıktan istifa eder ve sağ kanat içinde De Gaulle çizgisinde bir siyasal akımı başlatır. Kazanma şansı olmadığı halde 1981 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Chirac da aday olur. Kendi siyasal kampındaki Giscard’ı yıpratır. Sonra, 1981’de tüm Avrupa tarihini etkileyen “güller devrimi” ile Mitterand’ın toplam ondört yıl sürecek iki dönem cumhurbaşkanlığı başlar. Bu yılların akabinde, 1995’de eski cumhurbaşkanı Giscard, hasımı ve halefi Mitterand’ı ölümüne yakın hasta evinde ziyaret eder. Sohbetleri Giscard’ın yayınladığı “İktidar ve Yaşam” başlıklı anılarına yansıyor ( Valéry Giscard d’Estaing, Le Pouvoir et la Vie, v. III, Cie 12, Paris 2006). Giscard 1981 seçimleri öncesinde Chirac’ın Mitterand ile gizlice Edith Cresson’un evindeki buluşmasını soruyor. (Bayan Cresson Mitterand’ın eski yakın ilişkilerinden ve daha sonra 1990–91 yıllarında başbakanı). Mitterand açıkça doğruluyor. Buluşmanın Chirac tarafından talep edildiğini söylüyor ve ekliyor: - Chirac’ın mesajı açıktı. Giscard’dan kurtulmalıyız dedi. Şaşırdım.

- 85 -


Dr Bahadır Kaleağası

- Neden diye sordunuz mu? - Evet. Bana sizin Fransa için tehlike olduğunuzu söyledi. Anladım ki sizin kaybetmeniz için kararlı. Zaten sözünü tuttu. 1980’e kadar yenilmez bir konumdaydınız. Kendime şans vermiyordum. Son dört ayda dengeler değişti. Sonuçta ikinci turda Chirac tarafından bana kayan 550bin oy sayesinde kazandım. Giscard yıllar içinde Chirac ile birçok kere siyasal ittifak yapmak zorunda kalmıştı. Sola karşı sağ dayanışma içinde yer aldı. Bir kere ise neredeyse intikam alıyordu. Mitterand ilk yedi yılını tamamlamadan, 1986’daki genel seçimlerde partisi seçimleri kaybedince, mecburen sağın lideri Chirac’ı başbakan atamıştı. Bu dönemde Mitterand Chirac’ı çok yıprattı. 1998 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine aday olan Chirac’ı hüsrana uğrattı. Meclisi hemen lav etti ve sosyalist-merkezyeşil-komünist destekli bir çoğunluk ile ülkeyi yönetmeyi sürdürdü. Bu dönemde Mitterand önce Rocard ile yaptığı ittifak sonucu bu siyasetçiyi başbakan yaptı. Sonra azletti. Yine bu dönemin başbakanlarından Pierre Bérégovoy bir intikam ve ihanet zinciri sonucunda intihar etti. Fakat 1993’deki genel seçimlerde sağ blok tekrar galip çıktı. Bu sefer Chirac başbakan olmayacağını ve cumhurbaşkanlığı seçimlerine odaklanacağını ilan etti. Bir önceki seçimlerde Chirac’ın alay konusu olduğu televizyon tartışması akıllardaydı: - Mitterand (kibirle): “Lütfen devlet terbiyesini unutmayın. Ben Cumhurbaşkanıyım. Hitabınıza dikkat. Ben size Sayın Başbakan diyorum.” - Chirac (vakur olmaya çalışarak): “Ben size Sayın Mitterand diyorum. Çünkü bu akşam, bu tartışmada Fransız halkının önünde yalnızca birer adayız. Bana sürekli Başbakan diyerek kendi hiyerarşik konumunuzun suistimalini yapmaya hakkınız yok” - Mitterand (alaycı bir gülümsemeyle). “ Haklısınız... Sayın Başbakan”. Chirac ikinci seferde kendini geri tuttu ve has dostu Eduard Balladur’un başbakan olmasını istedi. Mitterand sorun çıkarmadı. Chirac hükümete en güvendiği danışmanlarını soktu. Bunlar arasında daha 1970’li yıllarda başbakanken öne çıkarttığı bir genç politikacı vardı: Nicholas Sarkozy. Chirac’ın koruması altında yirmili yaşlarında parti içinde ilerleyen Sarkozy, ustasının siyaset dersini iyi çalışmıştı. Partinin güçlü adamı ve sonraki yılların hiddetli içişleri bakanı Charles Pasqua’yı oyuna getiren Sarkozy Paris’in şık semti Neuilly’ye belediye başkanı olmuştu. Balladur hükümetinde ise bütçe bakanı ve sözcü. 1995’de seçim zamanı yaklaşırken solda Lionel Jospin aday olarak öne çıkmıştı. Sağda ise beklendiği gibi Chirac. Fakat o sırada toplumda artan popülerliğine güvenen Başbakan Balladur da aday oldu. Arkasında bir tarafta Giscard ve siyasal dostları, diğer tarafta ise Sarkozy gibi kendi partisi içinden, Chirac kanadını terk eden bir grup. Fransa siyasetinde yine ihanet yemeği pişmekteydi. Kamuoyu yoklamalarında dibe vuran Chirac seçimler yaklaşırken son gücü ile yaptığı hamlelerle Balladur’u geçti. İkinci turda da Jospin’i yenerek sonunda muradına erdi. Jospin ise iki yıl içinde genel seçim galibi olarak Chirac’a rağmen başbakan oldu. Fakat sonra cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yine yenildi. Sol kanat içinde ulusalcı akımlardan beklenmedik darbeler yemişti. Tabii bu dönemde Sarkozy için Fransızca tabirle “çölü geçiş” başlamıştı. Bir de Avrupa seçimleri hüsranı yaşayan Sarkozy sonunda küllerinden yeniden doğmayı başardı. Chirac’ın son değişiklik ile artık beş yıl olan ikinci cumhurbaşkanlığı döneminde sürekli gündemde kalmayı başaran bir

- 86 -


Dr Bahadır Kaleağası

içişleri bakanı olarak parladı. Bu arada militanlara eski ihanetini unutturdu, Chirac’ın partisi UMP’yi ele geçirdi. Kendisine karşı kurulan bir çok siyasal komploya direnirken, elindeki güç ile başta Başbakan Villepin olmak üzere rakiplerini eledi. Sol kanatta ise, bir zamanlar Mitterand’ın siyasette öne sürdüğü genç kadınlar grubundan Ségoléne Royal aradan sıyrılarak partisinin cumhurbaşkanlığı adayı oldu. Parti içinde önemli bir ittifak sahibiydi. Genel Sekreter François Hollande aynı zamanda o dönemde Royal’ın hayat arkadaşıydı ve dört çocuğunun babasıdır. Diğer aday adayları da önemli hatalar yaptılar bu arada. Bir zamanlar Laurent Fabius öne çıkacak diye düşünülürdü. Mitterand döneminde, 1984 yılında 37 yaşında Fransa Başbakanı olmuştu. Fakat parti militanları Fabius’un 2005 yılında AB Anayasası referandumunda bir ihanet olarak gördükleri “hayır” oyu kampanyasını affetmediler. Sonuçta sol kendini iyice toparlayamadan seçimler geldi, Sarkozy kazandı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adayların kişiliği ister istemez öne çıkıyor. Fransız seçmenlerin adaylarda aradıkları özellikleri anlamak yakın tarihe bakarak zor. Bir zamanlar karısı Playboy’a poz verdiğinde aşırı sağcı lider Le Pen “her ihanete uğrayan Fransız bana oy verse yakında Cumhurbaşkanı olurum” demişti. Artık yerine aşırı sağda çok daha etkili yeni bir siyasetçi olan kızı Marine Le Pen var sahnede. Siyasetçiler her konuda Fransız basınına iyi malzeme sağlar. Bütün bunlar bir yana, eğitim, entelektüel birikim ve çalışkanlık açısından Fransızların her zaman çok iyi adayları var. Ülkenin ihtiras, ihanet ve iktidar öykülerine olan ilgisi de düşünülürse, Fransa siyaseti ‘ihtişamlı’ olmaya devam edecek görünüyor. Açık toplum ülküsü Fransa topraklarında Homo Sapiens’in 1 milyon yıl öncesine uzanan varlığından beri çok sayıda kabile, etnik grup ve halk gelip geçmiş, birbirine karışmış: Keltler, Foçalı Grekler, Alamanlar, Vizigotlar, Franklar, Vandallar, Germenler, Venetler, Romalılar, Helvetler, Yahudiler, Tötonlar, Süevler, ... Öyle ki, Jules Sezar MÖ 57 yılında fethettiği topraklarda Galya eyaletini düzenlerken kurduğu meclis “İkiyüz Millet” olarak adlandırılmıştır. Fransa bugün, ABD karşıtlığıyla, Amerikan rüyası hayranlığını, İngiliz alerjisiyle, Anglo-Sakson cazibesini, Alman fobisiyle, AB işlerinde Paris-Berlin ortaklığını, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi Güney ülkelerine karşı küçümsemeyle karışık tutkuyu eşzamanlı olarak ruhunda barındıran bir ülkedir. Ünlü Fransız ben-merkezciliği, hem üstünlük kompleksi, hem de bastırılamayan bir farklılıklara ve yeniliklere karşı ilgiyi beraberinde getirir. McDonalds şubelerine karşı saldırı yapılan tek Avrupa ülkesi, aynı zamanda Disneyland’in de kıtada konuşlanmak için kendine seçtiği yerdir. Suşi yemeğe, Starbucks’a önce direnen Paris bugün Japon mutfağı ve Amerikan tarzı kahve mekânlarında önde gelen bir kenttir. Fransızlar zaman zaman gezegenin tek sakinleriymiş gibi siyasal tavırlar içine girmelerine rağmen, müzelerinden, lokantalarına önde gelen kentleri dünyaya açık bir kültür yansıtır. Özgüvenleriyle, özeleştirileri aynı şiddette yansır güncel kültüre. Ünlü komedyenlerin hicivlerinde, popüler filmlerin konularında, çok satan kitapların satır aralarında, kendisini mizah malzemesi yapabilen bir toplumsal benliğin izdüşümleri vardır. Fransa’da ırkçılık siyasette sağlam bir yer edinmiştir, fakat her etnik kökene açık göç toplumu ülküsü de güçlüdür. Aşırı sağcı Le Pen yüzde yirmilere erişebildi bu ülkede. Hala Yahudilere karşı eylemler, zencilere ve Araplara ve 11 Eylül sonrasında genelde Müslümanlara karşı tutumlar

- 87 -


Dr Bahadır Kaleağası

sürpriz sayılmıyor. Her demokraside aşırı sağcı ve yabancı korkusu tetikleyen siyasal söylemler var. Kaygı verici olan bu tür söylemlerin merkez sağ ve soldaki bazı siyasal çevrelere sızması. Diğer yandan, Fransa’da toplumun her kademesinde, günlük yaşamda, siyasette ve her meslekte, her etnik kökenden insanlar yükseliyor. Hükümette Arap ve Afrika kökenli bakanlar yer alabiliyor. Kökenlerinde Osmanlı ve Macar Yahudiliği olan bir Cumhurbaşkanı seçilebiliyor. Almanya’nın çok yakın bir zamana kadarki durumunun aksine, Fransız vatandaşı olmanın koşulları arasında kan etkeni önem taşımıyor. Bu arada Paris yaşam tarzının en yüksek uluslararası simgelerinden Louis Vuitton’un Champs-Elysées ana mağazasına Haluk Akakçe’nin görsel sanat çalışmaları renk katıyor. Mine Kırıkkanat ve Nedim Gürsel’in kitapları büyük takdir topluyor, Sedef Ecer tiyatro dünyasında yükseliyor… Fransa’da Türkiye imajı Fransa, Türkiye’nin AB üyeliğini hem destekleyip, hem de köstek oluyor ve hiç de şaşırtmıyor. Benzer tutumlara daha önce İngiltere, İspanya, Portekiz ve Polonya da maruz kalmışlardı. Kırk yıllık AB yolu serüveninde Türkiye’ye çoğu zaman en etkili desteği veren Fransa oldu. Cumhurbaşkanı Chirac’ın “sonuçta hepimiz Bizans’ın evlatlarıyız” demeye kadar giden bir çok açık destek mesajı oldu. Fakat halefi Sarkozy oy hesaplarıyla hareket ediyor. Bir çok AB ülkesinin gözünde, Sarkozy Avrupa’nın hem değerleri hem de küresel çıkarlarıyla çelişiyor. Türkiye dosyası dışında, sanayi, tarım ve dış politika alanlarındaki bazı yaklaşımlarıyla da AB içinde Fransa tepki topluyor. Fransa’daki Türkiye imajı bir çok etkenden dolayı olumsuz: 1. 2. 3. 4.

Dar bakış açılı, yüzeysel tarih dersi kitapları. Eski seyyahların Türk diyarları üzerine abartılı yazıları. Fransız medyasında olumsuzluklar odaklı Türkiye haber ve analizleri. Örgütlü Ermeni kökenli seçmen lobisinin bir bölümünün ektiği kin tohumları. Türkiye’nin bu alandaki yanlış politikaları. 5. Fransızların eski sömürgeleri olan Arap ülkeleriyle Türkiye’yi özdeşleştirmeleri (Türkiye’nin AB’ye özel bir statü ile bağlanabileceği umudunun özünde bu yanılgı var). 6. Türkiye kökenli bazı göçmenlerin sosyal uyum sorunları. 7. Seksenli yıllarda gelen siyasal sığınmacıların bazılarının kronikleşmiş Türkiye karşıtlığı. 8. Küreselleşmeye, dinsel şiddette ve AB’nin kurumsal ve mali geleceğine karşı duyulan kaygıların genişleme ve özellikle Türkiye konusunda tepkisel bir halk dürtüsüne kaynaklık etmesi. 9. Türkiye’nin uzun yıllar demokratik saygınlık ve insan haklarına duyarlı bir ülke olmayı becerememesi ve bu durumun Türkiye karşıtı lobilere sağladığı muazzam güç (TCK 301 sayesinde ulusal çıkarlarımıza ihanet eden bu durum sürmektedir). 10. Türkiye’nin eğitim, kadın hakları, bilgi toplumu ve genel olarak BM insani kalkınmışlık endeksine yansıyan toplumsal kalkınma sorunlarında "ilerleyen ülke" stratejisine yeterince sahip olmaması. 11. Türkiye’nin artık dünya uygarlık tarihine geçmiş olan olağanüstü iletişim duyarsızlığı (Son zamanlardaki atılımlar sayesinde bu sorunun aşılması süreci başladı).

- 88 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bir diğer sorun ise, Türkiye’yi seçim malzemesi yapan bazı Avrupalı siyasetçilerin aslında yanlış bir soruyu tartışıyor olmaları. Sanki bugünkü Türkiye hemen bugün AB’ye giriyormuş gibi yapılan tartışmanın içi boş. Müzakere kültürü üzerine bir Harvard Üniversitesi araştırmasının ilginç bir bulgusu: Fransızlar “evet” derse anlamı “evet”tir. “Hayır” derse bunun anlamı “müzakereye devam, ileride anlaşabiliriz”dir. Sorbonne Üniversitesi’nden uluslararası müzakere uzmanı Prof. Olivier Faure da bunu teyit ederken, “Fransa ile Türkiye arasında bir ortak nokta daha” yorumunu yapıyor. Nicolas Sarkozy, 2007 yılında seçildi. Dış politika yetkileri kudretli bir cumhurbaşkanı olarak yılından Türkiye’nin AB ile müzakerelerinde siyasi engelleme yapma politikası uyguladı. Somut eylemden ziyade söylem düzeyinde de olsa, bu politika Türkiye açısından kapsamlı bir ulusal çıkar sorunu oldu. Çünkü: Kaybet-kaybet denklemi 1. Türkiye’nin kalkınma modeli belli: bölgesinde demokrasi, piyasa ekonomisi ve bilgi toplumu olarak yükselmek. Ve bunu da enerji kaynakları veya nükleer güç olmadan başarmak. Bu nedenle AB üyeliği çok önemli ulusal çıkarlar içeriyor. Fakat Fransa kaynaklı belirsizlik, Türkiye’nin bu en önemli gelecek projesini bulanıklaştırmakta. Bu durumun siyasal ve ekonomik maliyeti yüksek. AB süreci daha berrak olan bir Türkiye, G20’deki konumundan, Orta Doğu ve Orta Asya’daki rolüne, ihracattan, uluslararası sermaye çekimine birçok alanda çok daha güçlü olur. Fransa ise, bu yönde gelişen bir Türkiye’nin AB sürecinde önünü açan ülke olmaktan kazançlı çıkar. İki ülkenin uluslararası ortamda çıkar ve işbirliği potansiyeli yüksek. 2. İç kalkınma dinamikleri açısından da Türkiye zarar görüyor. AB süreci önemli bir toplumsal dönüşüm demek. Değişen mevzuat ve uygulamalar Türk halkına daha iyi yaşam standartları, hukuk devleti ve sosyal kalkınma getiriyor. Tabii bu dönüşüm kolay değil. Toplumsal iletişim ve destek açısından süreklilik gerek. Paris kaynaklı olumsuz mesajlar AB hedefini sarsıyor. Türkiye’nin iç reform ve dönüşüm dinamiklerini zayıflatıyor. 3. İkili ilişkiler de zedeleniyor. Aslında bu kadar önemli sorunlara rağmen, Fransa ile Türkiye arasında ticaret, yatırımlar ve turizm gelişiyor. Kültürel ve akademik ilişkiler de önemli. Günümüzün çok boyutlu uluslararası ortamında toplumlar yüksek siyasete rehin olmayabilir. Tabii her şeye rağmen, ikili ilişkiler zarar görüyor. Hâlbuki çok çok daha iyi olabilirler. Her iki taraf da kazançlı çıkar. Fransa Türkiye ile ticaretinde devamlı fazla vermekte. Türkiye’deki Fransız yatırımlarından yıllık net kâr transferleri de önemli. Bu sayede Türkiye aslında Fransa’da istihdam yaratan bir ülke. Ayrıca, çevreden enerjiye birçok alanda Fransız şirketleri dünya çapında niteliklere sahip. Siyasal sorunlar olmasa, Fransa Türkiye’nin ekonomik dinamiklerinden çok daha fazla yararlanır. Diğer yandan, Türkiye açısından da iş yapacağı ülkeler arasındaki rekabet önemli. Fransa ile daha iyi ilişkiler Türkiye için daha kaliteli ürünler, hizmetler ve teknoloji getirir. Fransa meselesinin en kestirme çözümü, Mayıs 2012’de Paris’te yeni bir Cumhurbaşkanı olarak görülüyordu. Ya da Sarkozy’nin olası bir ikinci beş yıllık döneminde şöyle bir manevra yapması: “ben fikrimi değiştirmedim, fakat Türkiye değişti; sayemde AB’ye daha iyi hazır hale geldi, sorun kalmadı”.

- 89 -


Dr Bahadır Kaleağası

Kendisi ile 2007 yılında, Cumhurbaşkanı seçilmeden kısa bir süre önce görüştüğümde bu yönde bir tutum işareti hissetmiştim. Fakat Türkiye’yi AB üyeliğinden vazgeçirmek amaçlı bir söyleme hazırlandığını da gördüm. “Türkiye dosttur, büyük ülkedir, Türkler onurludur, AB üyeliği size yaramaz, gelin sizinle Rusya gibi çok özel bir anlaşma yapalım, size de bu yakışır”. Başka bir değişle “imtiyazlı ortaklık”. İkinci sınıf üyelik. Olmayacak dua. Çünkü uluslararası gerçekler sonucunda Türkiye istemese de AB politikaların etkisi altında. Üye olarak AB karar sistemine katılmamak Türkiye için ulusal egemenlik ve demokratik meşruiyet sorunu yaratır. Cumhurbaşkanlığı seçimleri döneminde Fransız kamuoyu Türkiye konusunda çok yanıltıcı tartışmaya maruz kalıyor. İki turlu seçimde, yüzde elliden bir fazla oy alan kazanıyor. Bu nedenle Türkiye karşıtlığından gelebilecek yüzde iki-üçlük artı oy önem kazanıyor. Üstelik bu sefer aşırı sağdaki yeni aday Marine Le Pen etkeni de var. Göçmenler kaynaklı uyum sorunlarını aşamayan toplumlarda, yabancı korkusu görüşler siyasette rağbet görüyor. Türkiye’nin AB üyeliği konusu da bu demagojiye alet oluyor. Bu nedenle, Fransa ve diğer AB ülkelerinde tartışmanın “AB’ye yeni bir ülkenin gelmesi” değil, “AB’nin yeni bir ülkeye genişlemesi” olduğunu anlatmak zor. Söz konusu olan, değerleri, ilkeleri, pazarı, yasaları ve politikaları ile AB’nin yeni bir ülkeye doğru genişlemesi. Üstelik bu genişleme ancak aday ülke hazır olduğu takdirde mümkün. Fransız siyasetçilerinin bu gerçeği halka dürüstçe anlatmaları gerek. Fransa’nın Türkiye’nin AB üyeliğine önderlik etmekteki çıkarları sadece bir yüksek politika konusu değil. Doğrudan Fransız vatandaşlarının ekonomik kazanımları ve güvenliği açısından da meşru bir siyaset tercihi bu. Paris Bosphorus Enstitüsü Her alanda olduğu gibi, çözümün en temel aracı bizzat Türkiye’nin önümüzdeki dönemdeki performansı olmaya devam ediyor: demokratik sıkıntılarını, toplumsal uzlaşma zafiyetlerini aşabilen bir Türkiye. Eğitim, teknoloji ve sosyal refah toplumu olma yolunda ilerleyen, eşzamanlı olarak AB uyum sürecini ulusal çıkarlar süzgecinde başarı ile yürütebilen bir Türkiye. Diğer taraftan, 2011 yılında kamuoyu yoklamaları (TNS Sofres) gösteriyordu ki Fransızların Türkiye’ye bakışı olumlu bir evrim içinde. Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olanlar azalıyor. Yüzde altmışlardan yüzde 53’e inen bir eğilim var. Türkiye karşıtlığı zaman içinde çözülecek bir yapıya sahip. Gençler, eğitimliler, üst düzey yöneticiler, çevreciler, sol ve merkez sağ siyasal eğilimliler Türkiye’nin AB üyeliğine daha ılımlılar. Karşı çıkanların ise, yarısı kültürel önyargılarla hareket ediyor. Bunların bir kısmı Türkiye’yi daha iyi tanıdıkça fikir değiştirmeye yatkın. Diğer yarısı ise Türkiye’nin bazı somut sorunları ileri sürmekte: demokrasi, göç, Kıbrıs… Hâlbuki müzakereler ancak bu tür sorunlar bir çözüme kavuştuğunda bitecek. Böylece orta vadede Türkiye karşıtlarının yarısı için, kaygılarına kaynak olan gerekçeler geçersizleşecek. Bu noktada Fransa meselesinin çözümü için belirleyici bir araç olan iletişim devreye girmekte. Son yıllarda birçok başarılı girişim var. Bunlardan biri de Bosphorus (Boğaziçi) Enstitüsü. (Institut du Bosphore : www.institut-bosphore.org). Lusien Arkas, Pekin Baran, Ümit Boyner, Kemal Derviş, Haluk Dinçer, Arzuhan Doğan Yalçındağ, Bülent Eczacıbaşı, Eşref Hamamcıoğlu, Mustafa V. Koç, Güler Sabancı, Suzan Sabancı, Ferit

- 90 -


Dr Bahadır Kaleağası

Şahenk, Haluk Tükel, Volkan Vural ve Zafer Yavan gibi bir Türkiye’nin güçlü bir Avrupalı ülke olması için yıllardır emek sarf eden bir çok kişiden oluşan geniş bir girişim grubu ile yola çıkıldı. Projeye birçok TÜSİAD üyesi destek verdi. Cumhurbaşkanı Gül başta olmak üzere hem hükümet, hem de ana muhalefeti ile siyaset dünyası ilgi ve önem vakfetti. Fransa tarafından da çok üst düzey bir katılım gerçekleşti. Mevcut Dışişleri Bakanı Alain Juppé’den, eski Başbakan Michel Rocard’a, Sosyalist Parti’nin dış politika sözcüsü Pierre Moscovici’den, iktidar partisi UMP’nin lideri Jean-François Copé’ye ve de birçok önde gelen Fransız siyasetçi, bakan, parlamenter, medya editörü, akademisyen ve Axa Başkanı Henri de Castries gibi iş dünyası liderine açılan bir yelpaze oluştu. Tüm önde gelen Fransız düşünce kurumları ile ortaklık başladı. Zaten her biri kendi alanlarında Türkiye-Fransa ilişkilerine önem veren bu kişiler ve kurumları arasında sinerji sağlandı. Paris’e Boğaz havası iyi geldi.

İNGİLTERE’DE GELENEK VE GELECEK “Damdaki kemancı kadar sallantılı”. Ünlü müzikalin başkahramanı Sütçü Tevye’ye göre geleneksiz bir toplumun tanımı bu. Londra müzikaller başkentidir aynı zamanda. Müzikal tarihinin başyapıtlarından Damdaki Kemancı Londra’da Savoy Tiyatrosu’nda bir kere daha büyük alkış alıyor. Rusya’da 1905 yılında bir Yahudi kasabasında gelenekler ile değişen dünya arasında bocalayan fakat yılmadan ilerleyen bir ailenin öyküsü anlatılıyor. Siyasal baskılar ve sürgünler karşısında bir avuç insanın komedi ile trajedi arasında sallanan yaşamları sahneliyor. Londra’da, 1930’lu yılların ‘art-déco’ tarzındaki Savoy Tiyatrosu’nun yakınında Birleşik Krallık Dışişleri ve Commonwealth Bakanlığı binası var. Klasik-İtalyan bir mimari yaklaşımla 19. yüzyılın ikinci yarısında inşa edilmiş. Binanın girişinde, tüm ülkede, dünyada ve internet âleminde dağıtılan bir kitapçık dikkat çekiyor. Her toplumun kendisini nasıl gördüğü ve tanıtmak istediği konusunda zihinlerin berrak ve iletişim araçlarının etkili olması önemli bir artı değerdir. Bakanlık uluslararası ilişkilerde korumakla yükümlü olduğu ülkeyi yalın bir kavramla tanımlıyor: “Modern Bir Gelenek”. Gelenekle değişimi yönetmek Sütçü Tevye, karısı Golde ve beş kızlarının öyküsü neşeli ve hazindir. Sinemada Topol’un, Türkiye’de Cüneyt Gökçer’in canlandırmalarıyla hafızalarda yer eden Sütçü Tevye rolünde bu sefer Henry Godmann parlıyor. Ünlü müzikalin sahnede ve sinemada gelişen kendine ait bir geleneksel yorumu var. Zaten oyun “gelenek” şarkısı ile açılış yapar. Tevye ve hemşerileri gelenekler sayesinde yüzyıllardır ayakta durmuş olan toplumlarına duydukları güveni anlatılar. Tanrının ve kitabının buyruğu ile nasıl sağlam bastıklarını bu dünyaya. Nasıl her sorun ve soru karşısında gereksinim duydukları yanıtı bulduklarını... Fakat gün gelir değişim rüzgârları sertleşir. Tevye bir taraftan “ah bir zengin olsaydım” diye okuduğu Yiddiş gazelinde Tanrı’ya sitem eder, kızlarını hiç alışılmadık bir şekilde okumaya yönlendirir. Diğer taraftan da kızlarını görücü usulü evlendirmeye çalışır. Gelenek böyledir. Fakat ilk kızı babasının varlıklı bir kasapla anlaşmasına rağmen, çocukluk aşkı yoksul terziyle evlenmek ister. Tevye sarsılır, sallanır, fakat kızının mutluluğu için kabul eder. İkinci kızı kentten gelen işsiz ve devrimci bir öğrenci ile evleneceğini açıkladığında ise iyice çöker fakat kabullenir. Bir tarafta

- 91 -


Dr Bahadır Kaleağası

gelenek, bir tarafta somut gerçekler, çağın yenilikleri vardır. Bu arada “yüksek politika”nın kötü dalgaları Rusya’yı sarsmaktadır. Yahudi toplumlarına karşı tek taraflı şiddet ve göçe zorlama baskıları artar. Bu sırada üçüncü kızı babasının karşısına Ortodoks bir Rus delikanlısı ile çıkınca Tevye damdan düşmüşe döner. Bu sefer bir tarafta gelenek varken, öbür taraf yoktur artık. Kızını reddeder. Gelenek baskın çıkar. İngiltere kendini nasıl anlatıyor? “Modern Bir Gelenek” kitapçığı iki taraflı. Bir tarafın kapağını açınca, ilk sayfada Britanya kendini abartısız bir övünç ile sunuyor: “Birleşik Krallık... Tarihle yoğrulmuş bir ülke. Kültürel mirası zengin bir halk. Her şeyin ötesinde, günlük yaşamının bir çok yönünün gelenek tarafından şekillendirildiği bir ulus. Töre ve törenlerimizden, mutfağımıza, spor etkinliklerimize, çocuk oyunlarımıza, Birleşik Krallığın kalbinde gelenek vardır”. Arkasından her açılan sayfada renkli fotoğraflar eşliğinde çeşitli gelenekler geliyor peşi sıra:  Folklor dansları,  Shakspeare,  Yaz konserleri,  Müzeler,  Charles Dickens,  1.9 yüzyılın çocuk resimli romanları,  Asya’dan gelerek gelişen satranç gibi oyunlar,  Keltlerden kalan arkeolojik miras,  Eski değirmenler,  Cam sanatı,  Art Nouveau sanatın önemli tasarımcılarından Machintosh,  ‘Pub’ kültürü,  Londra Metrosu,  Tarihi demiryolları ve köprüleri,  Doğal parklar,  Balıkçılık sektörü,  Kuzey denizlerinin plajları, g  Geleneksel kukla tiyatrosu ‘Punch & Judy’,  Ünlü ralliler,  Kürek yarışları,  Kriket,  Saat dört çayı, ç  Çedar peyniri,  Balık-kızarmış patates yemeği, yöresel gelenekler, ... Sütçü Tevye ve hemşerileri yüzyıllardır, kuşaklardır ev bildikleri kasabalarını terke zorlanırlar. Yanlarında çoğu geleneklerini simgeleyen bir avuç eşya ile kış ortasında yollara dökülürler. Kimi Polonya’ya, kimi Fransa’ya. Kimi Amerika’ya, kimi Sibirya’ya. Hızla değişen bir çağda, yeni bir yaşamın bilinmezliğine doğru sımsıkı sarıldıkları gelenekleriyle savrulurlar. Onlarla birlikte sımsıkı sarıldıkları gelenekleri de savrulur. Bu arada Tevye “Rus’a kaçan” kızını affeder tüm kalbiyle. Oyunun simgesel kişiliği Damdaki Kemancı da takip eder göç kafilesini perde inerken.

- 92 -


Dr Bahadır Kaleağası

İngiliz dışişleri bakanlığının ‘Modern Bir Gelenek’ kitapçığını öbür taraftan okumaya başlayınca farklı bir tanımlama çıkıyor karşımıza. Ülke kendini yine gurur ve özgüvenle takdim ediyor: “Birleşik Krallık... Yaratıcı yetenekler ülkesi. Farklı ve çok kültürlü kökenlere sahip bir halk. Her şeyin ötesinde, yenilikçiliğin ve yeni esinlenmelerin geleceği şekillendirdiği bir ulus. Görsel ve uygulamalı sanatlardan, tasarımcı ve bilginlerimizin yaratıcılığına Birleşik Krallık ileriye bakan bir geleneksel ülkedir”. Arkasından ülkenin dünyaya sunduğu yeniliklerden örnekler sergileniyor:  Çağdaş dans topluluğu Rambert,  Tate ve diğer modern sanat müzeleri,  Notting Hill karnavalı,  Pop müzik,  Kütüphanelerdeki yeni bilgisayar teknolojisi,  Harry Potter,  İngiliz sineması,  Dijital kahraman Tomb Raider,  Kuzey Meleği gibi çağdaş heykel tasarımları,  Enercon E-66 rüzgar enerjisi,  Teknolojik tasarımlar,  Fiber optik teknolojisi,  iMac bilgisayarlarının İngiliz tasarımcısı,  Siber-kafe kültürü,  Eurostar hızlı treni,  Enerji tasarrufu otomobiller,  Eden biyolojik bahçeleri,  Organik tarım,  Eğlence parkları,  Yelkencilik,  Londra maratonu,  Futbol,  Dünya mutfaklarına açılım,  Halka açık Parlamento, ... Londra’nın dış politikası Gelenek ile modernlik arasındaki ilişkinin bir karşıtlık veya asimetri olmadığını anlatmaya çalışıyor bu tanıtım girişimi. Ülkeyi de bu noktada, geleneksel ile çağdaş olanın birbirini tamamlayıcılığından doğan enerji ile sunmaya çalışıyor. Aslında her ülkenin, kendi ile barışık bir toplum olma yolunda ilerledikçe başarabileceği bir tanımlama bu. Tabii İngiltere’de devletin yurttaşlar ile ilişkisinde “topluma hizmet kavaramı” odak noktası. Köklü bir demokrasi geleneğinin 21. yüzyılın bilgi toplumuna ve küresel gerçeklerine uyum sağlama kaygısı gözlemleniyor. Örneğin yine Londra’da dışişleri bakanlığının diğer önemli bir iletişim girişimi olan başka bir kitapçık var. Bakanlık bu sefer doğrudan yurttaşlara sesleniyor: “Sizin Dünyanız. Dış Politika Önemlidir”. Kapağında ve içinde farklı etnik kökenleri ihmal etmeyen yakın plan insan fotoğrafları ile mesaj en açık şekilde veriliyor: Devlet ve dış politikasının amacı insandır, siz

- 93 -


Dr Bahadır Kaleağası

yurttaşlardır. Kitapçık on farklı kişiyi tanıtarak başlıyor. Her birinin farklı kaygıları var: terör korkusu, internette banka hesaplarını soyan şebekeler, başka bir ülkede çatışma bölgesinde mahsur kalanlar, iklim değişikliği nedeniyle işleri zarar görenler, daha ucuz ülkelere taşınan şirketler nedeniyle işsiz kalanlar, sahte ürünler, başka ülkelerle iş yapan veya yaşamayı denemek isteyenlerin hakları, ... Dış politika ile insanların günlük yaşamaları arasında köprü kurmaya çabalayan İngiliz dışişlerinin resmi iletişim yayını hemen arkasından iki önemli saptamada bulunuyor: -

Artık “yurtdışı” diye bir kavram anlamsızdır. Sorunlar, çıkarlar, insanlar, şirketler, mallar, para, bilgi, suç, terör, hava kirliliği ve fırsatlar için sınırlar anlamlarını yitirdiler. Dış politika artık gerçekten ‘dış’ bir konu değil.

-

Dünya algılayabildiğimizden de daha hızlı değişmekte. Bundan kaynaklanan riskleri yönetmeli, fırsatları değerlendirmeliyiz.

Bakanlığın yönetim sorunlarına yönelik Ağustos 2005 tarihli bir danışmanlık şirketi raporu birçok konuda eleştiri getirmişti: yavaş icraat, yönetim kademeleri arası kötü iletişim, zayıf hesap verebilirlik, gereksiz 1200 görevli kadrosu, tasarruf edilebilecek 48 milyon sterlin (120 milyon lira). Bakanlık ise, tüm bu alanlarda artık değişimi gerçekleştirdiği yanıtı veriyor. İletişim amaçlı yayınlarında ise stratejik önceliklerini yurttaşlara, dolayısıyla seçmen ve vergi mükelleflerine en yakın boyutta açıklamakta: 1. Yurttaşlarını korumak. Dünyaya yayılmış olan 269 diplomatik birim ve 16 bin görevlinin temel sorumluluğu Birleşik Krallık yurttaşlarına destek olmaktır. 2. Büyük Britanya’yı güvenli kılmak. Diplomasi, iklim değişikliğine karşı anlaşmalar, örgütlü suç ve terörle mücadele, İngiliz Müslüman kurumlara dinler arası diyalog için destek gibi her alan dış politikanın sorumluluğunda. 3. Şirketlere destek olmak. Örneğin, ticaret ve yatırımlara 2006 yılında sağlanan 65 milyon sterlin tutarındaki katkı sayesinde 6 bin şirket için toplam 1,1 milyar sterline ulaşan bir net kâr oluşmuş. Aynı dönemde dışarıdan ülkeye gelen sermaye yatırımlarıyla 34 bin yeni istihdam yaratılmış. Bakanlık tüm bilgileri halka anlatırken her zaman ihmal etmeden açıkladığı bir veri daha var: yıllık bütçesi toplam kamu giderlerinin yüzde birinin dörtte biri (%0.25). 10 Downing Street ve Türkiye İngiliz başbakanları Downing caddesinde 10 numarada ikamet ederler. Bu mekânda kabul edildiğimiz zaman, yalın ve küçük bir başbakanlık konutu, arı gibi çalışan sakin insanlar gözlemlemiştik. Ülkenin gelenek ile modernlik arasındaki sinerjisinin küresel yansımasını amaç edinmiş olan İngiliz dış politikası her yeni hükümetle birlikte eski çizgilerini koparmadan yenilenmeye çalışıyor. G20, AB, Orta Doğu ve Çin gibi bir çok alanda İngiltere eski “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” yılları nostaljisini çoktan geride bırakmış durumda. Yine de dünya uluslararası ilişkiler tarihindeki diplomatik birikimi ile önde gelen bir ülke. ABD ile arasındaki ilişki ise, eskisi kadar “özel” olmasa da hala “özel”. Bir çok AB siyasi çevresi Londra’yı

- 94 -


Dr Bahadır Kaleağası

AB içinde bir “Washington ajanı” olarak görür hala. İngiltere büyük bir ülke olarak AB’ye, o zamanki adı ile AET’ye zorlu bir sürecin sonunda üye olmuştur. En başta karşı çıkmıştır zaten bu girişime, çünkü içinde ABD yoktur. İngiliz diplomatlar Türk meslektaşlarını da bu “tehlikeli bir gidişattır” diye uyarmıştır. (Zeki Kuneralp, Sadece Diplomat – Hatırat, 1981). Sonunda Londra karar değiştirmiş fakat bu sefer de Fransa’da De Gaulle’ün vetosu engeli nedeni ile uzun yıllar beklemiştir, 1973’e kadar. Sonra AB üyesi olarak İngiltere Euro’dan, Schengen’e bir çok konuda AB’nin federal evrimine karşı çıktı ise de, geri kalan alanlarda en önde gelen büyük ve etkili ülke olmaya özen gösterdi. İngiltere’nin AB sürecinde Türkiye’yi desteği çok değerli. Bazı ülkelerin ve çevrelerin bu desteği zaten AB’nin daha sıkı bir birlik olmasını istemeyen bir üyesinin taktik bir seçimi olarak görmesine dikkat etmek gerekir. İsveç, İspanya, İtalya gibi başka ülkelerden de gelen açık desteğin devamı bu nedenle de çok önemli. Avrupa içi dengelerde birçok değişim eğilimi geleneklerle yoğrularak ilerlerken, Türkiye dış politikada her zamanki gibi dikkatli olmak zorunda. Geleneklerden güç alan dış politika, halkla bütünleşme, Avrupa’nın geleceğini ilgilendiren gündeme dâhil olma ve sınırlar ötesi somut sorunlara odaklanma modernliğini, küresel bir uzak görüşlülükle başarmalı. Damda keman çalmak zor oluyor.

İTALYA: ROMA-VENEDİK-BİZANS-ISTANBUL EKSENİ Roma renkli. İtalya’nın başkentinde yeni bir durum yok. Her şey her zaman ki gibi. Hükümet her an düşebilir. Halk ekonomiden şikâyetçi. Bazı yolsuzluk skandalları siyaset dünyasından finans çevrelerine, Kilise’den futbola geniş bir alana uzanıyor olabilir. AB içinde Almanya’ya dikkat, Fransa’dan huylanma ve İngiltere ile mesafeli dostluk durumlarına devam. Bütçe açığı, borçlar, Euro kriterlerini ihlal… Sokaklar cıvıl cıvıl. Her köşeden tarih, kafe, moda ve turist fışkırıyor. Opera sahnesi dekorunu andıran kent görüntüleri. İhtişam arayışındaki anıtsal yapılar. Roma mutfağı kokulu dar turuncu sokaklar. Müze havasındaki heykelli, antik kolonlu avlular. Vespa model motosikletlerin ritminde akmaya çalışan trafik. Düzenli bir kaos sürmekte. Ve Latincesi ile et cetera, et cetera. Gerçekten her zaman ki Roma, olağan İtalya. Roma mirası – Bizans Türkiye için özel anlamı olan bir ülkedir İtalya. Toplumların tarihsel hafızalarında kökü Roma İmparatorluğu’na uzanan miras ortaklığı yeterince canlı olmasa da, karşılıklı algılama nispeten olumludur. Milattan sonraki IV. yüzyılda küresel düzenin egemeni Roma’nın sonu başlarken, ilerleyen yüzyıllarda dünyanın tek imparatorluk merkezi olacak başka bir kent yükselmeye başlamıştı. Konstantin’in kurduğu Nea Roma’nın, Konstantinopolis’ten İstanbul’a uzanan bir dünya merkezi olma tarihi, başlangıçta bir Roma projesidir. Ayrıca unutulmamalıdır ki bu LatinGrek sentezi imparatorluk kendini hep Roma olarak görmüş ve zaman içinde Doğu Roma olarak da bahis konusu olmuş. Bizans adı çok sonraları XVI. yüzyılda Alman tarihçi Wolf tarafından ortaya atılmış. Osmanlı Türkçesinde ise “Rum”, “Rumî” ve “Rumeli” sözcükleri ile Roma olgusu devam etmiştir. Roma kentinin kuruluşu MÖ VIII. yüzyılda bir kurt tarafından emzirilen Romulus ve Remus efsanesine dayanır. İmparatorluğun V. yüzyılda Batı’da yıkılışını tetikleyen Hunlar ile, bin yıl

- 95 -


Dr Bahadır Kaleağası

sonra XV. yüzyılda Doğu’da tarihine son noktayı koyan Osmanlıların Türk varoluş destanlarında da “kurt” imgesi vardır. Belki tesadüf ya da belki Etrüsk bağlantısına dayalı benzerliklerin ötesinde, bugünkü Türkiye’nin köklerinde Orta Asya’dan Roma’ya açılan zengin bir tarihsel ortaklık yelpazesi var. Yüzyıllar içinde, İtalya’dan Venedik ve Ceneviz arasındaki rekabet ile gelişen bir Konstantinopolis ekseni uluslararası ilişkiler tarihinin sayfalarını zenginleştirmiştir. Akdeniz’den Karadeniz’e uzanan ticaret yolları Orta Çağ’da çok önemli bir ekonomik çıkar ve dolayısı ile dış politika konusuydu. Başlangıçta Bizans etkisindeki Venedik zamanla kendi başına güçlü bir donanma ve ticaret filosu sahibi olarak devletleşti. Cumhuriyet yönetimi ile, hukuk devleti iddiası ile, kültürel gelişimi ile yükselen Venedik ile Bizans ilişkileri zaman zaman müttefik, bazen de sert çatışmalara neden oldu. Başlangıçta Kudüs’ü Müslüman hükümranlığından kurtarmak amaçlı düzenlenen Haçlı seferlerinde Venedik önemli bir rol oynamıştır. Bu seferlere katılan her ülke ve kişi gibi, ideolojik amaçların arkasındaki önemli ekonomik çıkarlarını Venedik ustaca kollamıştır. Doğu’ya doğru dördüncü kere yola çıkışlarında Haçlılar Anadolu’yu geçerek Güney’e Kutsal Topraklar’a doğru ilerlemek yerine 1204 yılında Konstantinopolis’i işgal ettiler. Bu radikal hedef değişimini teşvik eden Bizans ile rekabet içindeki Venedik Doçu Dandolo’dur. O çağda dünyanın en kalabalık ve zengin kenti olan Konstantinopolis talan edildi, altın kubbeleri eritildi, hipodromundaki (Sultanahmet) ünlü at heykelleri bile kaçırıldı ve halen Venedik’te San Marco kilisesindedirler. Bizans hanedanı kaçtı, Haçlılar Latin Krallığı kurdu. Ancak 1261 yılında Bizans imparatoru VIII. Mikhail Paleogolos, İznik’ten gelerek kenti Haçlılardan geri aldı. Sonuçta Katolik ve Ortodoks âlemleri arasında derin bir uçurum oluştu. Bugün bile etkileri devam eden bir tarihsel olay bu. Aynı şekilde Hıristiyan dünya içinde de sayısız savaş oldu. Avrupa tarihi yüzyıl süren çatışmalara, insani felaketlere, etnik ve mezhep kıyımlarına sahne olmuştur. Vatikan ve Roma’nın bile Alman, Fransız, İspanyol kökenli ordu yığınlarınca birkaç kere talan edilmiştir. Aynen Müslüman, Hindu, Taocu veya Budist toplumların da kendi aralarında yaşadıkları sayısız savaş gibi. Dinler arası savaşlar olduğu kadar, dinler içi savaşlar da oluyor, her zaman. Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u yeni başkenti olarak ilan ederken, kendisini de aynı zamanda Roma imparatoru olarak tanımladı. Aynı coğrafyaya talip yeni bir imparatorluğun tarih sahnesinde yükselişini başlattı. Ayrıca birçok alanda Osmanlı ile Roma mirası arasında ki devamlılık dikkat çekicidir: saray düzeni, vergi hukuku, idari yapı, etnik bağlar, mimari, müzik, mutfak kültürü... Anadolu’daki ilk dönemlerinde Türkler Avrupa’ya geçmek için Venedik ve Ceneviz gemilerini kiralarlarmış. Osmanlı-Venedik ilişkileri 1453’den sonra da savaşlar

- 96 -


Dr Bahadır Kaleağası

ve barışlar ve de ticaret ile devam etti. İlk Osmanlı büyükelçisi Venedik’e yollanmıştır. Bugün Büyük Kanal’ın en görkemli saraylarından biri Fondaco dei Turchi’dir. Türk Vakfı olarak 17. ve 19. yüzyıllar arasında bir Türk tacirler için han, depo ve mağaza olarak kullanılmıştır. Savaşlarda ise Akdeniz ve Balkanlar hâkimiyeti hep odak noktası olagelmiş. Kıbrıs adası 1570’de Türk egemenliğine geçince Venedik önderliğinde oluşan Haçlı donanması İnebahtı’da Osmanlı donamasını yenmiştir. Fakat bir çok tabloya konu olan bu zafer Kıbrıs adasını geri getirecek kadar etkili olamamıştır. Ceneviz ise, Galata bölgesindeki ayrıcalıklı konumunu Fatih sonrasında da bir süre korumuştur. İtalya’nın prenslikler, kent devletleri ve Vatikan arasında bölündüğü, yıllarda Osmanlı İmparatorluğu ile ilişkilerinde hep önemli bir ekonomik boyut vardır. Kültürel ve sanatsal karşılıklı etkileşim de Rönesans devrinde Bellini’nin Fatih Sultan Mehmet portreleri, Leonardo da Vinci’nin boğaz köprüsü projeleri, Michelangelo’nun II. Beyazıt’ın İstanbul seyahatinden, 19. yüzyılda Donizetti Paşa’nın müzik, Fausto Zonara’nun resim ve Raimondo D’Aronco’nun mimari alandaki eserlerine uzanan bir kültürel hazine yaratmıştır. İtalya’ya da Türk etkisi halılardan gastronomiye ve sanata yayılmış, Türk edebiyatı hakkında Avrupa’daki ilk yayın Gian Battista Donoldo’nun 1688’de Venedik’te basılan “Letteratura Dei Turchi” adlı kitabı olmuştur. Bugün 21. yüzyılda ise sinema yönetmeni Ferhan Özpetek’ten başlayarak geniş bir kültürel etkileşim yelpazesi açılıyor iki ülke arasında. İtalya tarihi neredeyse tüm Avrupa tarihinin bir bileşkesidir. Üç kıtaya yayılan çokuluslu bir imparatorluğun merkezi. Göçler ve istilalar sonucu birçok etnik kökenin karışımı bir toplum: Etrüskler, Lombarlar, Grekler, Franklar, Vandallar, Araplar, Vizigotlar, Ostrogotlar, Hunlar, Avarlar, ... Vatikan’ın kutsallık mücadelesi. Rönesans. Kent devletleri Venedik, Floransa, Siena, Cenova, ... Kutsal Roma-Germen İmparatoru V. Charles’ın Alman ve İspanyollardan oluşan birlikleri tarafından Roma’nın 1527’deki vahşi talanı. Alman, İspanyol, Avusturya ve Fransız egemenliği altında bölünmüşlük yüzyılları. 1870: birleşme, krallık ve Roma’nın tekrar başkent oluşu. Sanayileşme ve ABD’ye göç dalgaları. Mussoloni, faşizm, II. Dünya Savaşı ve 1946’da Cumhuriyet. 1957’de Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurucu üyeliği. Elli yılda elliden fazla hükümet. Temiz eller devrimi. Berlusconi. Zeytin Ağacı koalisyonu. Yine Berlusconi... Bugün İtalya ile Türkiye arasında ortak Roma mirası ekseninin ötesinde derin ekonomik ve siyasal ilişkiler var. İtalya uluslararası ekonomide önemli bir aktör. En ileri sanayi ülkeleri kulübü G–8 ve G20 üyesi. Yıllık toplam geliri bir buçuk trilyon, dış ticaret hacmi 675 milyar euro. Dünya çapında markaları otomobilden giyime, teknolojiden dekorasyona çok çeşitli. Lokantaları, sanatı ve turizmi ile önde gelen bir küresel rolü var. Aynı zamanda da geçmiş mirasa yönelik ortak ilginin bir göstergesi olarak, İtalya’nın sınırları dışında en çok arkeolojik araştırma yürüttüğü ülke, onyedi kazı alanı ile Türkiye. Roma’ya iş gezisi “Türkiye’nin AB üyeliği zaman alacak fakat olacak; hem Türkiye, hem AB, hem de Akdeniz için çok iyi olacak” diyor dönemin Başbakan Romano Prodi her zamanki sakin, samimi ve sabırlı tavrıyla. Bir 29 Ekim günü, Cumhuriyetimizin 84. yıldönümünde Roma’da Chigi Sarayı’ndayız. Daha önce de geldiğimiz, daha sonra da başka başbakanlar için geleceğimiz bir mekân. Aklıma kendisinin AB Komisyonu başkanlığı döneminden bir dizi anı geliyor: Türkiye’nin resmen AB adayı kabul edileceği 17 Aralık 1999 Helsinki kader zirvesinden bir hafta önce, Brüksel’de Egmont Sarayı’nda önde gelen AB çevrelerini davet ettiğimiz İdil Biret konserine katılımı. 2001 krizinin başladığı hafta aceleyle çağırdığı bürosundaki sohbetimiz. Daha sonra, 2004 yılında

- 97 -


Dr Bahadır Kaleağası

TÜSİAD heyetini AB Komisyonu üyelerinin resmi toplantı masası etrafında kabul edişi. Türkiye’nin AB ile müzakerelere başlaması için çabası. Ve zaman zaman büromun önünde bisikletle işine giderken rastladığım bir AB Komisyonu başkanı. Roma programlarımız klasik bir AB başkenti gezisi olur. Uzun süredir, 1995’den beri gelişerek oturmuş bir özel sektör temsili etkinliği modelidir bu. Belli aralıklarla AB ülkeleri başkentleri ziyaret edilir. Zamanlama açısından farklı nedenler olabilir: o ülkenin AB dönem başkanlığı, iki ülke arasındaki bir kriz veya özel sorunlar, önemli bir AB kararı arifesi, Türkiye’de seçim benzeri önemli bir dönemin yansımalarına yön vermek... Bir gezimizde, 1 Mayıs 2000’de Vatikan’da o zamanki Papa II. Jean-Paul tarafından kabul edilmiştik. Sağlığı iyi değildi. Titreyen ellerini oturduğu taht gibi bir koltuğun kenarında sabit tutuyordu. Soğuk savaş döneminin son bulmasındaki bir dizi etkenden biri olarak görülen Polonyalı Papa popülerliğinin zirvesindeydi. Henüz yeni etik skandallar Katolik Kilise’yi sarsmaya başlamamıştı. Son derece protokol içerikli çok kısa süren bir görüşme olmasına rağmen, konu hızla Türkiye’nin Avrupa için artı değerine gelmişti. Roma’ya gidip geldikçe yıllar içinde gündemimizde ki konu başlıkları pek değişmiyor: ekonomi, AB, terörle mücadele... Fakat içerik evrim geçiriyor. Bir önceki geziler yeni hedefler üretiyor. 1. Ekonomik ilişkiler Yıllar boyu Türkiye’nin uluslararası sermaye hareketlerinden daha fazla pay alması için çabalarken, İtalya her zaman önemli bir ülke olmuştur. Yabancı sermayenin ulusal ekonomimize katkısını doğru yönlendirmek gerekiyor. Zaman içinde bu sermaye ve kaynağındaki ülke yalnızca ekonomimize artı değer sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda ülkenin siyasal sorunları ve ekonomik kalkınması için de olumlu katkı sağlayabiliyor. Türkiye’de Koç ve Fiat arasındaki ortaklık ile simgelenen İtalyan yatırımı varlığı son yıllarda enerjiden, telekoma, turizmden finansa farklı sektörlerde önemli artış kaydetti. İtalya kökenli şirket sayısı beşyüzü aştı. 2006 yılından itibaren 100 milyon euro civarında bir tutar ile Türkiye’den de İtalya’ya yatırımlar artmaya başladı. Bu arada 15 milyar euro seviyesine yakın bir hacim ile ticarette İtalya üçüncü önemli ortağımız konumuna geldi. Benzer eğilimler turizm alanında da olumlu etkilerini göstermeye başladı. Özellikle İstanbul’da Boğaz’da geçirilecek manzaralı otel, müze ve sanatsal etkinlikler, alışveriş, şık lokanta ve gece kulübü unsurlarından oluşan “haftasonu turizmi” İtalyan çiftler için cazibesini hızla arttırdı. Bu durumda gündem belli. Çünkü potansiyel belli: çok, çok daha fazla ticaret, yatırım ve turizm. Aynı zamanda belli sektörlerde özellikle kobilere yönelik özel destek etkinlikleri, teknolojik işbirliği, üniversiteler arası programlar. Ayrıca, Türk şirketlerin AB mevzuatına ve standartlarına uyumda İtalyan şirketlerin deneyiminden yararlanması. 2. AB üyeliğine destek İtalya AB’yi kuran altı ülkeden biri. Bunlar arasında da üç büyük ülkeden biri. Fransa ve Almanya’nın aksine Türkiye’den göç almamış. İlişkilerde iç siyasetten ziyade ekonomik fırsatları ve Akdeniz’de siyasal işbirliğini araması, Türkiye’nin AB sürecine de hep olumlu yansıdı. Yıllar içindeki Roma ziyaretlerimizde gümrük birliği, aday ülke statüsü ve müzakerelerin başlaması derken, bugün daha da hedefe odaklı bir noktaya geldik. İtalya’dan AB içinde Türkiye’yi

- 98 -


Dr Bahadır Kaleağası

destekleyen önemli bir ülke olarak sesini çok daha gür duyurmasını gerekiyor. Prodi hükümeti bu yönde mesafe kat etti. Berlusconi de çok açık destek verdi. Fakat başta Kıbrıs olmak üzere bir dizi konuda Roma daha etkili olabilirdi. İtalya’nın özellikle 2011’de içine düştüğü ekonomik ve siyasal girdaplar, her alanda Roma’nın uluslararası etkinliğini sınırladı. Roma’da önde gelen düşünce kuruluşlarından Aspen Enstitüsü’nde konular sık sık gündeme gelir. İtalyan politikacılar ve düşünce önderlerinin çoğu aynı zamanda iyi birer Avrupalıdır. AB’nin kurumsal reformuna ve kamuoyunun genişleme konusunda doğru bilgilenmesine önem verirler. Türkiye’nin reform başarısını da iyi anlıyor ve zaman kaybetmeden demokratik eksikleri kapatmasını sağlık veriyorlar. Burada da daha güçlü bir demokrasi ve ekonomi olmayı başaramayan bir Türkiye’nin özel statülü ikinci sınıf bir konuma düşme tehlikesi beliriyor. Roma’da Türkiye’ye destek, anlayış ve dostça uyarılar var. 3. Terörle mücadele Apo krizi dönemindeki Roma ziyaretlerimiz farklı olmuştu. Başbakan Massimo D’Alema idi. Türkiye cani terörle haklı mücadelesini uluslararası kamuoyuna anlatmaya çabalıyordu. Türkiyeİtalya ilişkileri ise dibe vurmak üzereydi. Her iki tarafın da zararlı çıkacağı bir girdap söz konusuydu. Bir yıl sonra 1999’da AB Helsinki zirvesi öncesinde Roma’da terör konusunda daha duyarlı bir zemin oluşmaya başladığını görmüştük. D’Alema daha sonra dışişleri bakanı olarak Türkiye’nin AB üyeliğinden yana yapıcı bir tavır sergiledi. Terör konusunda ise Roma’da Türkiye’ye mutlak destek olan bir anlayış var. Yine dostça bir uyarı ile: “Aman teröre karşı haklı müdahalelerinizde kendinizi daha iyi anlatın ve Avrupa ve dünyadaki karşıtlarınıza güç kazandıracak sorunlara bulaştırmayın!”. Bizden de dostça bir uyarı: “Terör Avrupa demokrasisine karşı bir tehdittir.” Ülkeler arasında siyasal ve ekonomik bağlar güçlendikçe ve toplumlar arası ilişkiler sıcaklaştıkça sorunlar daha kolay aşılıyor, fırsatlar daha iyi değerlendiriliyor. Özellikle İtalya ve Türkiye gibi birbirlerini daha iyi anlamak için çok iyi nedenleri olan iki ülke arasında her alanda hep yeni atılımlar olası. Avrupa’nın tarihteki ilk başkenti, İstanbul’un köklerinden birinin uzandığı Roma’dan bakıldığında, Türkiye Avrupa’nın geleceğine renk katıyor.

İSPANYA, AKDENİZ EKSENİ “Ben yalnızca anayasal bir kralım” diye hatırlatıyor Juan Carlos. Bizi birlikte kabul ettiği İspanyol özel sektörünün temsil kuruluşu CEOE’nin başkanı ve yöneticilerini işaret ederek ekliyor: “vergileri verenler onlar, halkın ve şirketlerin taleplerine uyarım”. Sonra siyasetten kültüre, ekonomiden turizme uzanan sıcak bir sohbete başlıyor. Türkiye’yi biliyor. Dolayısıyla Türkiye’yi seviyor. AB üyeliği hedefini candan destekliyor. Böylece İspanyol özel sektörünün de taleplerine uymuş oluyor. Karşımızdakinin herhangi bir Avrupalı kral olmadığının farkındayız. Tarihsel bir kişilik. Kişisel kaderinin kendisine biçtiği rolü ülkesini Franco diktatörlüğünden uzaklaştırmak olarak Madrid, Kral Juan Carlos’un kabulü, 2007 - 99 -


Dr Bahadır Kaleağası

yorumlamış bir demokrasi kahramanı. Bir parlamenter rejimin devlet başkanı. Demokrasinin Kralı İspanya 1930’larda II. Dünya Savaşı’nın provasına dönüşen kanlı iç savaşı sonrası içine gömüldüğü bulanık dönemden 1975’de Franco’nun ölümüyle sıyrıldı. Bu dönemde Kral ağırlığını eski rejimin tasfiyesinden yana koydu. Mutlak bir iktidarın çağdışlılığını değil, saygın bir demokrasinin toplumsal uzlaşma simgesi anayasal kralı olmayı tercih etti. Aklıma lise yıllarımın önemli bir demokrasi dersi geliyor. TRT ekranında akşam ilk haber: “İspanya’da bir grup subay meclisi bastı. İspanya cuntaya mı geri dönüyor?” Görüntüde Cortez’de üzerine silahlar doğrultulmuş milletvekilleri. Aralarından yaşlıca birisi yumruğunu kaldırmış hiddetle darbecilere sövüyor; arkadaşları araya girip yatıştırıyor. Sonra Kral Juan Carlos beliriyor sarayında kameralar önünde. Halka hitaben yaptığı konuşmasında darbe girişimini lanetliyor. Devlet mekanizması ve halktan demokrasiye bağlı kalmalarını talep ediyor. Yıl 1981. Türkiye’de demokrasi yok. Fakat iletişim çağının ilk dalgaları demokrasi dersini evlere taşımakta. İspanya ise istikrar arayışı içindeydi. Cumhuriyetçi sol ile Monarşist sağ arasındaki çatışmalar, Baskların ve Katalanların özerklik talepleri, ayrılıkçı terör ve İngiltere ile Cebelitarık sorunu gibi derin sancılar çekmekteydi. Sosyalist Parti’nin yasallaşmasından hemen sonra, 1977 yılında Juan Carlos’un daha sonra on yıl başbakanlık yapacak Felipe Gonzales ve bugün AB’nin Dış Politika Yüksek Temsilcisi olan Javier Solona’yı sarayında kabul etmesi artık çözümlerin hep demokraside aranacağının bir göstergesi olmuştu. Başarısız darbe girişimi sonrasında ise, krallık karşıtı Komünist lider Carillo’nun değerlendirmesi başka bir önemli toplumsal uzlaşma simgesi oldu: “Bugün hepimiz monarşistiz. Tanrı Kralı korusun!”. O darbe girişimi günlerinde İspanya’nın AB üyesi olmasına daha beş yıl vardı. İspanya on yıllık müzakere sürecinin ortasındaydı. Müzakerelerin Fransa tarafından dondurulduğu çetin dönemleri aşarak, dünyanın en kalkınmış toplum ve ekonomilerinden biri olacağı yakın geleceğe uzanmaktaydı. Son anda bir yol kazası badiresi Kral sayesinde atlatıldı. Türkiye’de ise o dönemde bu durumu anlayacak, ders çıkartacak, küresel eğilimleri ve ulusal çıkarları doğru değerlendirebilecek bir siyasal basiret yoktu. Yalnızca tek kanallı siyah-beyaz televizyondan yansıyan haber ve görüntüler vardı. Türkiye İspanya olur mu? Esas olarak yanlış bir soru bu. Her ülke gibi Türkiye de ancak kendisi olur. Üstelik İspanya 2001 yılında Euro bölgesinin bütçe disiplini kurallarına uyamayarak derin bir ekonomik kriz sarmalına yakalandı. Tabii buna rağmen, dünya çağında bir refah topluma hala. Aslında bu tür soruların işlevsel bir yönü var. İspanya örneğinin Türkiye için olumlu ve olumsuz somut esin kaynaklarına dikkat etmeliyiz. Sadece ekonomik açıdan bakıldığında bile, Türkiye’ye göre daha ileri olan İspanya, aynı zamanda bir çok ekonomi yönetimi hatası ile olumsuz örnekler de teşkil ediyor. Bununla birlikte, bugün Akdeniz’in öbür ucundaki İspanya’ya çok yakın bir Türkiye var. Bir çok alanda daha ileride, bazı alanlarda yakın takipte. Katalanya ve Bask Bölgesi özerk konumları ve ileri ekonomileriyle bu ülkeye has bir siyasal yapı oluşturuyor.

İspanya-Türkiye ilişkileri hakkındaki analizimiz geçerliliğini güçlendirerek korumakta:

- 100 -


Dr Bahadır Kaleağası

1. İspanya Akdenizli. Türkiye’ye önyargısız. Bu yaklaşımı eski merkez sağ iktidarın başbakanı Aznar ile ve halefi Zapetero’nun iktidara gelmesi sonrasındaki görüşmelerimizde her zaman hissettik. Madrid büyükelçimiz Ender Arat bu durumun devamı için seferber. Akdeniz tarihinin kıdemli yazarı Fernand Braudel’in “karmaşıklık bütünlüğü” olarak tanımladığı coğrafyada, İspanya tarihsel, etnik ve ekonomik olarak, Akdeniz’in Kuzey ve Güney’i arasında bir geçiş ülkesi. Katolik, Yahudi ve İslam kültürleri ile yoğrulmuş, savaşlar, iç çatışmalar, siyasal kudret, kültürel ihtişam, ekonomik iniş çıkışlar, sosyal çöküntüler ve yeniden kalkınma ile şekillenmiş bir Akdenizlilik bilincine sahip. Kuzey-Güney ve Doğu-Batı sentezlerinin bir eksi değil, artı olabileceğini görüyor. Bu nedenlerle, toplumda Türkiye hakkında bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir önyargı katmanı olsa da, bazı ülkelerdeki gibi çok ileri düzeylerde değil. Türk göçü etkeni de yok üstelik. Madrid, Paris veya Berlin değil 2. İspanya Avrupalı. Türkiye’yi anlıyor. Madrid’in Brüksel yolu kolay olmadı. Kırılgan bir demokrasiyi yaşatmak, iç savaş enkazından sonra toplumsal dokuyu korumak, hızla dışa açılan bir ekonomiyi pekiştirmek ve AB üyeliği yolunda kararlılıkla ilerlemek gerekti. Bugün İspanyollar geriye dönüp baktıklarında en azından üç önemli ders aktarıyorlar AB adayı ülkelere: - “Hedeften asla şaşmayın!” - “Müzakere sürecinde sabırlı ve soğukkanlı olun!” - “Sürecin bizzat kendisini bir ekonomik kalkınma aracı olarak kullanın!” Bir önemli mesajları daha var: - “AB üyeliği sayesinde İspanya’nın küresel düzendeki ulusal egemenliği pekişti. Dış ticaretten, çevre kirliliğine, güvenlik politikalarından, enerji ağlarına her alanda Avrupa ve Dünya sahnesinde ulusal çıkarlarını çok daha etkin savunabilen bir İspanya var artık”. 3. İspanya bölgesel güç. Türkiye ile AB’de Akdeniz boyutu dengelenecek. Madrid, Barselona, Valencia, Bilbao ve Sevilla İspanya’nın birbirleriyle rekabet içindeki dinamik kentleri. Dünyada yankı yaratan yaratıcı mimarlık ve kent projeleri, havaalanları, müzeleri, futbol takımları, girişimcilikleri, sosyal yaşamları ve özgürlük atmosferleri ile tatlı bir yarış içindeler. İspanya AB’ye 1986’da üye olduğunda 40 milyon nüfusu ile tek orta boy ülke idi. AB içindeki güç dengelerinde çoğu zaman büyük ülke muamelesine yakın bir konum elde etti. Polonya ile orta boy ülkeler grubunun üye sayısı ikiye çıktı. Diğer bir AB içi güç dengesi boyutunda, Akdeniz grubunda da İspanya etkin bir ülke. AB politikalarının şekillenmesinde dış ticaretten, güvenliğe, tarımdan, ulaştırmaya, Akdenizli bakış açısı önemli. Bu gruptaki Fransa kısmen Akdenizli. Bir çok konuda Paris-Berlin ekseni bu ülke için öncelikli. Ayrıca, son genişlemeyle AB içi siyaset coğrafyasında odak noktası Kuzey’e ve Doğu’ya doğru kaydı. İspanya açısından Türkiye’nin üyeliği hem AB içinde Güney’i güçlendirecek, hem de büyük ülkeler grubunda güç yoğunlaşmasını biraz dağıtacak. 4. İspanya zengin. Türkiye önemli bir ekonomik ortak. Euro bölgesindeki kriz dalgalarında İspanya’nın yaşadığı sorunlar çok derin. Bütçe açığı yönetimi sınıfta kaldı. Aslında İspanyol ekonomisi AB ortalamasının üzerinde bir büyüme potansiyeline

- 101 -


Dr Bahadır Kaleağası

sahip. Ne var ki küresel rekabette tıkanabiliyorlar. İspanyol şirketlerin yeni pazarlar ve ekonomik ortaklar arayışında Türkiye bir çekim merkezi olarak beliriyor. Çünkü AB içinde zaten önemli bir ilerleme sağladılar. Güneyde Kuzey Afrika önemli fakat yetersiz. Akdeniz’in üçüncü büyük ekonomisi olan Türkiye’nin potansiyelleri ise cazip. Hele bir de AB üyeliği hedefinde ilerlerse... İspanya Türkiye’nin dış ticaretinde dokuzuncu sırada fakat iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler henüz gerek ticaret, gerekse yatırım açısından alt düzeylerde. Dolayısıyla, ortada manzarası parlak bir fırsat penceresi var. Örneğin hâlihazırda bir çok İspanyol hazır giyim markası Türkiye’de tanınıyor. Ankara-İstanbul hızlı treni İspanya’nın en önemli teknoloji ihracatı başarısı. İspanya’ya olan ihracatımızın 2007 yılında 4,5 milyar euroyu aşması beklenmektedir. İspanya beşinci önemli ihracat pazarımız haline geldi. Bu arada Türk şirketler de İspanya’yı keşfetmeye başlıyor. Valencia’da Nuh Çimento, Sevilla’da Exportaciones Sabancı çimento tesisleri ve Barselona’dan İspanya pazarını Türk malı televizyon ve beyaz eşya ile fetheden Beko-Espana öncü rol oynuyorlar. 5. İspanya Latin. Türkiye Avrasyalı. Meksika’dan Arjantin’e uzanan Latin Amerika belki ABD’nin “arka bahçesi” olarak görülebilir. Fakat bu kıtada İspanya’nın tarihsel, etnik ve dilsel bağları her zaman ön planda. Bunun siyasal ve ekonomik yansımaları ise son derece belirgin. Ayrıca, İspanya Latin âleminin Avrupa’ya uzanan köprüsü. AB’nin Latin Amerika ülkeleriyle geliştirdiği giderek derinleşen siyasal ve ekonomik ilişkilerin ve kurumsal yapıların gerisinde Madrid imzası her zaman dikkat çekiyor. İspanya AB’ye Latin Amerika’yı getirirken, AB üyeliği sayesinde Latin Amerika nezdinde öncü konumu pekişiyor. Bu karşılıklı tamamlayıcılık ve etkileşim durumu Türkiye için de Karadeniz’den Orta Asya’ya uzanan coğrafyada olası. İspanya’nın Türkiye’ye bakışında da bu değerlendirme özellikle vurgulanmakta. 6. İspanya güvenlik istiyor. Türkiye de. Yıllardır Bask terörizmine maruz kalan, uluslararası örgütlü suç ağlarıyla mücadele eden ve El Kaide tarafından Mart 2004’te tren istasyonları vahşete bulanan İspanya güvenlik içgüdüsü derin bir ülke. Terörün ne anlama geldiğini biliyor. Türkiye’den farklı olarak, terörle mücadele ederken düşünce suçuna dayalı gri bir alan yaratmadığı için daha başarılı oluyor. Uluslararası destek alıyor. Güneyde anti-demokratik ve ağır sosyal sorunlara batmış ülkelerle komşu. Yasadışı göç ile ciddi sorunları var. Madrid, AB’nin Akdeniz politikasını Kuzey Afrika’da ekonomik ve toplumsal kalkınmaya destek aracı olarak yönlendiriyor. Bu bakış açısının uzantısında, Avrupa’da iç ve dış güvenlik için AB yolunda kalkınmış bir Türkiye gerektiğinin çok iyi farkında. Türkiye AB yolunda ilerliyor. İspanya’yı anladıkça, İspanya’nın başarılarından ve hatalarından ders aldıkça daha da hızlı ilerleyecek. Türkiye’nin üzerinde Akdenizli bir mahalle baskısı var. Manevi bir baskı bu. Başkalarına benzeme anlamında değil. Kendi özünü koruyarak ilerleme, yükselme baskısı. Asıl kökleri ülkenin içinde olan bir baskı. Genç kuşaklara karşı sorumluluklarımızdan kaynaklanan bir baskı. Daha güçlü bir demokrasi, ekonomi ve toplum olma baskısı. Türkiye İspanya olur. * İspanya ve Türkiye ile güncel ilişkileri hakkında: Akın Özçer, Çoğul İspanya, İmge, 2006; www.hispanatolia.com; TC Büyükelçiliği Ticaret Müşavirliği: www.musavirlikler.gov.tr; Cervantes Enstitüsü-İstanbul: www.estambul.cervantes.es.

- 102 -


Dr Bahadır Kaleağası

KUZEY AVRUPA VE EURO Avrupa’da Kuzey ekseni önemlidir. Bölgenin tarihsel hâkimleri İsveç ve Danimarka Euro dışında fakat etkili birer AB ülkesiler. İskandinav kökten gelmeyen Finlandiya Euro’ya dâhil, küçük ve de teknolojik bir sınır ülkesi. Siyasal mirasında SSCB ile Batı arasındaki “tarafsız” ülkelerden olmak var. Norveç ise AB üyeliğinin kapısından döndü iki kere, 1973 ve 1995’de. Avrupa ortalamasının çok üzerindeki geliri ve her iki seferde de sahip olduğu petrol ve doğal gazın dünya piyasalarındaki yükselişi referandumlarda az farkla bu ülkeyi AB üyeliğinde durdurdu. Bunun üzerine Norveç ileri entegrasyon içeren anlaşmalarla bağlandı Avrupa pazarına. Oslo’da siyasi ve ekonomik çevreler bu durumdan hoşnutsuz ve hızlı bir AB üyeliği için fırsat kollamaktalar. Stockholm Eylül 2003. İsveç 2003 “hayır” Euro için referandumda “hayır” dedi. İsveçlilerin referandum vakaları ilginçtir. Euro’dan önce de kendilerini İngiltere gibi Avrupa’ya uyum konusunda farklı bir konumda buluvermişlerdi. İkinci Dünya savaşı sonrası yıllara kadar trafik sağdan akarmış. Yolların kıta Avrupa’sındaki gibi direksiyonu solda olan araçlara göre düzenlenmesi söz konusu olmuş. Tüm hazırlıklar yapılmış fakat geniş bir siyasal destek ile gidilen referandumdan “hayır” çıkmış. Bir süre sonra bu sefer parlamento yasama yetkisini kullanıp “doğru” tarafa alıvermiş trafiği.

Nobel ödülleri töreni sonrası davete Stockholm Belediyesi salonun mekân oluyor. Nobel Barış Ödülü töreni ise Norveç’in başkenti Oslo’da gerçekleşiyor.

Referandum sonuçları İsveç hükümeti açısından yasal bağlayıcılığı olmasa da siyasal bir zorunluluk anlamına geliyordu. İsveç Kuronu yerine Euro’nun kullanılması önerisine 14 Eylül referandumunda yüzde 56 gibi açık bir ret çıkması, artık Stockholm’ü çok uzun bir süre Avrupa Para Birliği dışına itti. Bu karara AB Komisyonu ve diğer Euro alanı ülkelerinden gelen tepki üzüntüyle karışık uyarı oldu. İsveç’in hem ekonomik, hem de siyasal açıdan marjinalleşme tehlikesine maruz kalacağı vurgulandı. O zamandan beri Stockholm, diğer tüm AB politika alanlarında aktif olmaya özen gösterdi. Dönemin İsveç Başbakanı Persson da aynı yöndeki endişesini açığa vururken, madalyonun öteki yüzüne de işaret etmekten kendini alamadı. İsveç’in Sosyal Demokrat liderine göre, Avrupa genelindeki ekonomik konjonktürün referandum sonucuna olumsuz etkisi önemliydi. Euro ekonomileri dünya ekonomisinin büyüme hızının gerisine düşmeye başlamışlardı. Üstelik AB’nin en önemli ekonomik ortağı ABD’nin de bir süre küresel ekonomiye liderlik yapamamaya başlamıştı. Hızlı büyüme sırası tekrar dinamik Asya ekonomilerine gelmişti.

Merkeze tepki Bu genel ekonomik havanın İsveçli seçmenleri olumsuz etkilediğine şüphe yok. Üstelik buna bir de parasal birliğin iyi işlemesi için ülkelerin uyması gereken kurallara karşı duyulan güvensizliği

- 103 -


Dr Bahadır Kaleağası

de eklemek gerek. Ekonomik İstikrar ve Büyüme Paktı uyarınca, Euro alanı ülkelerinin bütçe açıkları için belirlenen yüzde 3 sınırını Fransa ve Almanya ihlal eğilimindeydi. AB içinde büyük ülke egemenliğine karşı duyarlı olan İsveç halkının pek hoşuna gitmiyordu bu durum. Brüksel’de herkesin kabullendiği üzere, Avrupa’da merkeze karşı tabandan tepki sorunu yaşanıyor. Referandum sonuçlarına da bakıldığında yalnızca başkent Stockholm’de evet oylarının ağır bastığı görülüyordu. Hâlbuki İsveç’in siyasal partileri, sosyo-ekonomik çevreleri ve basının büyük çoğunluğu “Euro’ya evet” kampındaydı. Referandumdan birkaç gün önce cinayete kurban giden Dışişleri Bakanı Anna Lindh ülkenin en sevilen ve saygın politikacılarındandı. Buna rağmen küçük bir farkla çıkan “hayır” sonucunda bir etken daha rol oynadı. Referandum Eylül’deydi. Tam İsveç halkı Fransa, Almanya ve İtalya gibi Euro ülkelerinden tatilden dönmüşken. Euro’ya geçiş ortalama fiyatlarda enflasyon yaratmamıştı. Fakat o dönem özellikle Çin’den patlayan ithalat nedeni ile elektronik, oyuncak, giyecek gibi ürünler ucuzlarken, özellikle lokantalar ve otellerde fiyat artışları yaşanmıştı. Buna maruz kalan birçok İsveçli turist, olumsuz izlenimlerini oy sandığına taşıdı. İsveç’ten sonra Danimarka ve İngiltere tarafından planlanan Euro’ya geçiş referandumları da riske girdi böylece. Aslında Danimarka’da kamuoyu yoklamaları olumluydu. Danimarka kuronu zaten Avrupa para sistemine sıkı sıkıya bağlı. Fakat bu ülkenin İsveç’e olan yakınlığı ve karşılıklı etkileşimi de yadsınamazdı. Daha önce 2000 yılındaki referandumda Danimarkalılar “hayır” demişti. İkinci bir olumsuz sonuç kaygısı bu ülkede yeni bir Euro referandumunu gündemden düşürdü. Üstelik 2010’da Yunanistan ile başlayan Euro krizi sonucunda konu bir süre için unutuldu. AB çemberleri Tüm bu gelişmeler, Avrupa Birliği’ni bir türlü geçemediği önemli bir yol ayrımında tutuyor. Birlik içinde üyeler arası bütünlüğü sağlamak iyice zorlaşıyor. Bir grup ülke para birliği etrafında aralarında daha sıkı ve federal bir entegrasyona giderken, diğerleri dış bir çemberde kalıyor. Kimi istemediği, kimi hazır olmadığı için merkez çekirdeğe dâhil olmuyor. Bu durum karar alma mekanizmalarını karmaşıklaştırıyor ve AB’nin küresel düzendeki etkisini sınırlıyor. AB’nin geleceği iki farklı yola girebilir. Bu karmaşıklıktan çıkamayıp bir kaosa düşebilir. Veya bu durumu bir düzene sokup sistemi işletecek kurumsal yapıyı oluşturabilir. Zaten her genişleme ile birlikte yirmibeş , yirmisekiz, yakında otuz üyeli bir birliğin işleyişi hem kurumsal, hem de siyasal açıdan kaçınılmaz bir çalkantılı dönemden geçiyor. Buna Euro’nun içindekiler ve dışındakiler sorunu da ekleniyor. Üstüne bir de Euro içindeki Yunanistan, İrlanda, ispanya, Portekiz ve İtalya gibi ülkelerin bütçe disiplinsizlikleri durumu iyice zora sokuyor. Tabii, AB’nin geleceği açısından birçok ara senaryo ve bugünden öngörülemeyecek gelişmeler olacağını da unutmamak gerek. İsveç’in AB düzeyindeki en yüksek temsilcilerinden biri referandum öncesinde Euro’yu ret eğilimindeki birçok seçmenin en belirleyici gerekçesini şöyle açıklıyordu: “Bu sefer hayır desek de, sonra fikir değiştirme şansımız var. Evet dersek, geri dönüşü yok”. Türkiye için ise, AB’ye tam üye olacağımız döneme kadar tam tersi bir durum söz konusu. “Hayır” demenin geri dönüşü zor. “Evet” kararı ise tam üyeliğe kadar değişebilir.

- 104 -


Dr Bahadır Kaleağası

BELÇİKA : AVRUPA LABORATUARI “Size haftalarca Belçika siyasal ve ekonomik tarihini anlatacağım. Bunu bir Avrupa tarihi laboratuar çalışması olarak görün”. Yirmibeş küsur yıl önce Brüksel Üniversitesi’nde derse böyle giriş yapmıştı Prof. André Miroir. Biz de “koskoca Avrupa’yı ve uluslararası ilişkileri öğrenmeye çalışıyorken, bu yerel mevzu da nereden çıktı?” diye sorgulamıştık hocamızı. Yanılmıştık. Belçika tarihi ve 21. yüzyıldaki siyaset gündemi, Avrupa’yı anlamak ve Türkiye açısından da değerlendirmek için önemli veriler ve bulgular içermekte. Çünkü bu tarih: -

Bir Avrupa içi güçler dengesi; Ulus-devlet yaratma girişimi; Sanayi devrimi; Burjuvazinin yükselişi; Kilise’nin değişimi; İşçi hareketleri; Siyasi partilerin evrimi Demokrasinin gelişimi; Sömürgeciliğin serpilişi; İleri bir sosyal devlet sistemi; Federal devlet yönetimi; Çok resmi dilli ülke deneyimi; Eşzamanlı bir bölgesel kalkınma ve çöküş modeli; Ve Avrupa bütenleşme süreci tarihidir.

Belçika 2010-211 yılarında hükümetsiz yönetilme rekoru kırdı. Çünkü seçimlerde ülkenin Flamaya olan federal bölgesinde ayrılıkçı parti yüzde otuz oy aldı. Bu partinin de içinde olacağı bir koalisyon hükümeti pazarlıkları uzadıkça uzadı. Flamanlar daha kalabalık ve daha zengin. Ayrılıkçılar ülkenin diğer yarısı olan Valonlarla ortak bütçe istemiyorlar. Brüksel’in kimliği de sorun. Brüksel beş açıdan bir başkent. Belçika Krallığı’nın, bu ülkenin Brüksel Bölgesi’nin ve de yine aynı ülkenin Flamanya Bölgesi’nin başkenti. Ayrıca Avrupa Birliği ve NATO’nun merkezi. Brüksel bu açıdan dünyanın en uluslararası kentidir. Mimari çeşitliliği, gastronomi zenginliği, ılık sosyal yaşamı dikkat çeker. Geçmişte Victor Hugo, Alexandre Dumas, Auguste Rodin ve Karl Marx gibi birçok ünlü kişi yaşamlarının bir döneminde sığınak olmuştur. Bugün ise dünyada en yüksek sayıda diplomat, yabancı gazeteci, uluslararası özel sektör temsilcisi, lobici, siyasal, kültürel, bölgesel ve sivil toplumsal temsil bürosu olan kenttir Brüksel. Karmaşıklık bu uluslararası boyutta değil, yerel boyutta var: Brüksel, hem Brüksel bölgesinin hem de Flamanya bölgesinin başkentidir. Her iki bölgenin yani eyaletin de meclis ve hükümetleri bu kenttedir. Brüksel’de yaşayanların çoğu, bu metafizik durumu anlamaya çalışmaktansa, günlük yaşamlarını etkilemeyen bir sorun olarak bilinçaltlarına iterler. Bir yaklaşıma göre, Brüksel sorunu olmasa Flamanya ve Valonya çoktan bağımsızlık ilan ederdi. Durumu anlamak için, tekrar da olsa, yine tarihe gidiyoruz. Demokrasilerin doğuşu, Kilise’ye karşı laik hareketler, sanayi devrimi, ulus-devlet, sömürgecilik ve Avrupa Birliği tarihine.

- 105 -


Dr Bahadır Kaleağası

“Alçak Ülkeler” Fransa’da Normandiya’dan kuzeye, bugünkü Hollanda’ya kadar uzanan ovalık ve deniz seviyesine yakın rakımdaki bölge Alçak Ülkeler olarak tanımlanır (“Netherlanden”). Belçikalı ozan Jacques Brel bir şarkısında “benim düz ülkem” derken, Kuzey Denizi’nin gel-gitleri, kumullar, nehirler, kanallar, yağmurun şiirselliği ve rüzgârların müziği ile anlatıyor ülkesini. “Ufukta yegâne tepeler olarak beliren Katedralleri” ve “mazur görmek gereken gri ve alçak gökyüzü” ile... Jules Sezar, fetihlerini Roma’da Senato’ya raporladığı eserlerinden birinde “Galya halkları arasında en cesuru Belçikalılar” diyor (Julius Caesar, Commentarii De Bello Gallico, MÖ 52). Bugünkü Fransa’nın Kuzeyi’ndeki Belgica olarak bilinen bu yörede Kelt ve Germen karışımı kabileler Roma ordusuna uzun süre direnmiş. Avrupa toplumsal belleğinde önemli bir yeri olan Goscinny ve Uderzo’nun çizgi romanı Asterix’in serüvenlerine de ilham kaynağı olmuş. Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonraki bin yılda Batı Avrupa’da kent merkezleri çoğaldı. Liège, Anvers, Bruges, Gent, Namur. Bugünkü Fransa tarafında Lille, Reims, Hollanda tarafında Rotterdam, Amsterdam, Utrecht, Alman diyarında Achen, Köln, Düssledorf... O zamanki siyaset ve ekonomi coğrafyasını ulusal sınırlar belirlemiyordu... Alçak Ülkeler’den Paris, Marsilya, Ceneviz, Floransa, Venedik, İstanbul, Kiev, Prag, Hamburg, Londra, Madrid, Sevilla ve Lizbon’a uzanan eksenler ağı vardı. Bir zamanlar Avrupa siyasi haritasına ticaret yolları, üniversite merkezleri, Vatikan’ın kiliseleri, askeri sefer güzergâhları, derebeyleri, prensler, özerk kentler ve bağlı oldukları krallardan oluşan çok boyutlu bir coğrafya hâkimdi Bugünkü Belçika toprakları uzun süre Frank Krallığı’na bağlı kaldı. Roma’daki Papa III. Leo 800 yılında Charlemagne’ı Kutsal-Roma Germen İmparatoru ilan etti. Alçak Ülkeler de bu hükümranlığa dâhil oldu. 1204 yılında Venedik Doçu Dandola’nın tetiklemesiyle IV. Haçlı seferi Kudüs yerine Konstantinopolis’i talan ettikten sonra kurulan Latin devletinin başına Flamanya Kontu Boudouin getirildi. Onu takip eden akrabaları, Bizans hanedanı Paleologoslar 1261’de tahtlarını geri alana kadar Boğaz kıyılarında hüküm sürdü. Daha sonraki yıllarda, bugünkü Belçika topraklarında Orta Çağ’dan Rönesans’a ve Katolik dünyayı bölen Reform hareketlerine uzanan dönemde bağımsız bir ülke yoktu. Frank, Hollanda, İspanyol ve Avusturya hüküm sürdü. Fransız devrimi sonrasında Napolyon Fransa’ya bağladı. İmparator 1815’de Brüksel yakınlarındaki Waterloo’da İngiliz, Hollanda, Prusya ve Alman prenslikleri ordularına yenildi. Viyana Kongresi kararı ile Hollanda Birleşik Krallığı dönemi başladı: kuzeyde bugünkü, Hollanda, güneyde bugünkü Belçika. Fakat bu arada Batı Avrupa’da çok önemli bir ekonomik ve toplumsal dönüşüm süreci başlamıştı; siyasal sonuçları kaçınılmazdı. Bir ülke nasıl kurulur? Bu dönemi iki devrim süreci belirliyor: Sanayi Devrimi ve Fransız Devrimi. Birbirine bağlı birçok etken akıyor tarihin yüzyıllarından: Avrupa ticaret kentlerinde biriken sermaye; felsefede, sanatta ve bilimde yenilikçilik havası; Osmanlı İmparatorluğu’nun denetimindeki Asya yollarına alternatif ararken keşfedilen yeni denizler, yeni kıtalar, yeni doğal kaynaklar... Yükselen ticaret ve sanayi burjuvazisi, kentsoylular. Atölyeler, fabrikalar, yeni icatlar, tekstil tezgâhları, buhar makinası, demiryolları, mekanikleşen tarım, sanayide yeni istihdam alanları, kırsal alandan kentlere göç, Kilise etkisinden uzaklaşan köylüler... Aristokrasinin güç kaybı, işçi sınıfının siyasal

- 106 -


Dr Bahadır Kaleağası

hareketlenmesi, doktrinlerin partileşmesi, mutlakıyetten meşrutiyet veya cumhuriyetlere dönüşüm... Ulus devlet, milli ordu, milli eğitim ve bürokrasi... Vergi mükellefleri ve eğitimli kesimlerin kendi oylarıyla seçilerek Kralı denetleyecek bir meclis talepleri, “bir insan, bir oy” mücadelesi ve en nihayet ancak 20. yüzyılda kadınlara oy hakkıyla erişilecek evrensel demokrasiye uzanan köklü bir evrim... Belçika’nın doğarken ilk aşamada bir ulus olma bilinci ve bağımsızlık hareketi yok. Önce Hollanda’nın 1815’de başlayan egemenlik döneminde güney bölgelerinde huzursuzluk artıyor. Fransa döneminde devrimin cumhuriyetçi ve liberal fikrileriyle iyice gelişmiş olan burjuvazi Hollanda Kralı Willem’i muhafazakâr buluyor. Kendisine mecliste daha fazla ağırlık verilmesini istiyor. Ekonomik güç doğal olarak siyasi güç talep ediyor. Bu arada güneyde güçlü olan Katolik Kilise de Hollanda Kralı’nın Protestan kimliğinden hoşnutsuz. Biriken tepkiler 1830 yılında bir yaz gecesi Brüksel’de bir opera sonrasında sokak gösterilerine, Hollanda askerlerinin bastırma hareketleri sonucunda halk ayaklanmasına yol açıyor. Sonunda Londra Konferansı’nda Belçika adı altında yeni bir devlet yaratılıyor. Bu dönemde Avrupa’nın diğer büyük devletlerinin farklı hesapları var. Aslında hiç biri ilk başta Napolyon sonrası Viyana Kongresi’nde kurdukları düzenin bozulmasını tercih etmemekte. Fakat Hollanda’nın güney topraklarını yönetemeyeceği anlaşılıyor. İngiltere zaten Hollanda ile deniz aşırı ticaret ve sömürgecilikte rekabet içinde. Bölünmesi işine geliyor. Kaldı ki Hollanda ipleri elinden iyice kaçırırsa, güneyin tekrar Fransa’ya dönme olasılığı var. Tampon bölge konumunda bir Belçika yaratmak Londra’nın çıkarlarına uygun düşüyor. Fransa ise yeni bir krallık döneminde güç toplarken, kuzey komşusunun zayıflamasından hoşnut. Bölünme sonrası eski topraklarını geri alma umudu doğuyor. Prusya ve diğer Alman devletleri düzensizlik ve istikrarsızlığı önleyecek çözüme onay veriyor. Rusya ise işgali altındaki Polonya’daki ayaklanmalarla meşgul. Belçika böyle kurulurken bir de Kral gerekiyor. Zira Fransız devriminin Avrupa’dan tasfiye edilmeye çalışılan etkileri arasında cumhuriyet rejimi de var. İlk öneri götürülen Fransız asıllı bir prens Londra’nın baskısıyla vazgeçiyor. İkinci aday olan Alman Leopold önce düşünüyor. Çünkü aynı dönemde Osmanlı’dan bağımsızlığına kavuşan Yunanistan’dan da teklif var. Sonunda yakın ve av arazileri daha bereketli olan Belçika’yı tercih ederek Brüksel’de tahta çıkıyor. En başından itibaren yetkileri güçlü bir meclis tarafından sınırlandırılmış bir kral olarak. Bir ülke nasıl ayrışır? Böylece Belçika Krallığı Avrupa sahnesine çıkıyor; Fransızca konuşan bir devlet olarak. Ülkeyi yöneten seçkinlerin dili Fransızca. Halk ise güneyde Valonca, merkezde Brükselce ve kuzeyde Flamanca konuşmakta. (Flamanca ile Hollandaca büyük ölçüde aynı dildir). Sanayileşme ve kente göç 19. yüzyılda Brüksel ve Valonya’yı etkisine alınca iki önemli sonuç doğuyor. Birincisi, bu bölgelerde yerel dillerin yerine Fransızca hâkim konuma geliyor. İkincisi, Katolik Kilise’nin etkisi zayıflıyor. Kuzeydeki Flamanlar ise esas olarak çiftçi ve Katolik. Bu arada, Flaman kentleri Anvers, Bruges ve Gent’te seçkinlerin dili Fransızca olmaya devam ediyor. Yüzyıl içinde Belçika İngiltere’den sonra dünyanın en önde gelen sanayi devi konumuna gelirken, iç siyaseti iyice çoğulculaşıyor. İlk başlarda iki siyasal parti var: Sosyal Katolikler ve Liberaller. Zamanla İşçi partisi ile sosyalist hareket gelişiyor. Bu arada 1885 Berlin Kongresi Kral II. Leopold’e Afrika’da Kongo’yu kişisel sömürge olarak veriyor. Kral borca batınca 1908’de Kongo’yu devlete devrediyor.

- 107 -


Dr Bahadır Kaleağası

İki dünya savaşı sonrasında artık tam demokrasiye geçildiğinde Flamanya Belçika içinde baskın olan taraftır. Nüfus olarak çoğunlukta ve dolayısıyla parlamento ve hükümetlere hâkim bir Flamanya var. Flamanca da artık Fransızca ile eşit resmi dil. Bu dönemde dünya ekonomisi değişir, AB’nin temelleri atılır ve eski sömürgeler bağımsızlaşırken bir zamanların en güçlü sanayi beşiklerinden Valonya’da çöküş başlıyor. Kömür, demir-çelik, cam ve tekstil gibi artık küresel rekabet gücü olmayan sanayilerin dönüşümü, grevler ve iç siyaset girdabında tıkanıyor. Flamanya ise yeni yatırımlar ve teknolojilerle ileriye fırlıyor. Ekonomik güç ve nüfus ağırlığı kuzeye kaymış durumda. Her iki taraftan partilerin koalisyonu olan hükümetlerde başbakan artık hep Flaman oluyor. Yüzyıl biterken Belçika artık ileri derecede bir federal devlet olarak varlığını devam ettirmektedir. Tüm partileri Flamanca ve Fransızca konuşan halklara göre bölünmüş, üniversitelerden, dış ticaret temsilciliklerine kadar eyaletlerin bağımsız oldukları, uzlaşma kültürünün nispeten iyi işlediği bir yapı. Her seçim sonrası hükümetlerin en az dört-beş parti arasında uzun pazarlıklarla kurulduğu ve görev yaptığı bir siyasi sistem: partikrasi. Asıl karışıklık yaratan ise bu federal sistemin siyasi haritası. Belçika’da federal yapı iki boyutlu: ekonomik yetkiler sahibi “bölgeler” ve kültürel yetkiler sahibi “topluluklar”. Ekonomisi son yıllarda kendini biraz toparlayan Valonya’nın merkezi Namur kentinde. Brüksel Bölgesi’nin merkezi doğal olarak Brüksel. Flamanya’nınki... Onun da başkenti Brüksel’de. Flamanya önce Topluluk başkentini Brüksel’de yerleşik ve nüfusun yüzde 10’u civarındaki Flamanca konuşanlara istinaden bu kentte kurdu. Sonra Bölge ve Topluluk hükümet ve meclislerini birleştirdi. Böylece Flamanya başkentini eyalet toprakları dışında kalan Brüksel’de konuşlandırdı. AB içinde Belçika’nın bölünmesi çok vahim bir siyasal istikrasızlık senaryosu değil. Valonya ve Flamanya, 3,5 ve 6,1 milyonluk nüfuslarıyla bağımsız olmaları halinde bile Baltık ülkeleri gibi birçok AB ülkesinden defalarca büyükler. Brüksel de ABD başkenti Washington DC gibi, AB’nin özel statülü bir başkenti olabilir. Fakat Flamanya bunu istemiyor. Brüksel’i tarihsel gerekçelere işaret ederek sahipleniyor. Ayrıca Belçika’nın onmilyarlarca euroluk bir uluslararası marka değeri var. Her ne kadar Belçika'nın iftiharı Godiva çikolatalarını Ülker zaten bir süredir sahibi olan ABD’li bir şirketten satın almış olsa veya Belçika’nın güçlü bira markalarına sahip şirketi InBew, Budweiser’ı satın alarak artık küresel bir dev olsa da, Belçika önemli bir marka. Edebiyattan bilime ve barışa sekiz Nobel ödülü, saksafonu icat eden Alphonse Sax, ressam Paul Delvaux ve René Magritte, yazar George Simenon, Art Nouveau mimarı Victor Horta, sanayi devriminin mucit ve girişimcisi Ernest Solvay, Jonny Hollyday, Adamo, Laura Fabian gibi birçok Fransızca şarkı yıldızı ve dünya resimli roman tarihinin öncüsü Hergé ve kahramanı Tintin, Şirinler, Sakar Gaston Brüksel’de duvar resmi – Ulusal kahraman Tenten

- 108 -


Dr Bahadır Kaleağası

gibi dünyaca ünlü Belçikalıları Valon ve Flaman diye ayıklamak zor. Belçika’yı bölmek de zor, bir arada tutmak da. Anlamak da zor, anlatmaya çalışmak da. Fakat Belçika’yı anlayan, Avrupa’yı anlar. Türkiye’nin neden Avrupa Birliği sürecinde karşısında çok sesli, çok aktörlü, karmaşık iç gündemli ve sürekli değişim içinde bir siyasal yapı ile muhatap olduğu gerçeğini daha iyi kavraması gerektiği ortaya çıkar. Sorunlar anlaşılır, fırsatlar kaçırılmaz. Tintin’in maceranın kritik anlarında sık sık dediği gibi: “tereddüde yer yok”.

ORTA AVRUPA’NIN DÖNÜŞÜ Kent efsanesine göre, Milos Forman onbir Oscar ödüllü Amadeus filmini çekerken Prag sokaklarından yalnızca birkaç otomobilin görüntü dışına çekilmesi gerekmiş. Böylece Mozart’ın gezindiği mekânlar için dekora pek gerek kalmamış. Yıl 1984 iken, Prag filimde 18. yüzyıl Viyana’sı rolünü oynamış. Dar, dolambaçlı ve loş sokaklar, kemerli geçitler ve tavernalar. O günlerde Prag Sovyetler Birliği’nin etki alanı içinde bir kapalı ekonomi ve toplum rejiminin başkentiydi. Kızıl yıldızlar içindeydi. Bugün ise kişi başına düşen ulusal geliri 25 bin doları aşan bir AB ve NATO ülkesi başkenti. Nereden, nereye! AB içinde Orta Avrupa grubu Polonya, Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Slovakya’dan oluşuyor. Hepsi Türkiye’nin AB üyeliğine açık destek veren ülkeler. Macaristan’ın uzun yüzyıllar Osmanlı egemenliğinde kalmış olması veya Polonya’nın koyu Katolikliği ve Viyana’yı 1863’deki Türk kuşatmasından bir Leh Kralı Sobieski’nin kurtarmış olmasından duydukları gurur bu Türkiye desteklerine engel değil. “Mittel Europa” Avrupa tarihinin ve kültürünün önemli bir boyutu. Çek Cumhuriyeti, ya da artık Çekya da iyi bir Orta Avrupalı. Türkiye tarihine bu ülkeden yansımalar arasında ise, Atatürk’ün 1918’de I. Dünya Savaşı sonrasında tedavi için gittiği Karlovy Vary (Karslbad) kaplıca kasabasını özellikle vurgulanabilir. Genç paşa Mustafa Kemal’in bu döneminde kaleme aldığı notlarından çağdaş kadın hakları üzerine ilerici görüşleri süzülmüştür. Özgürlüğün Peşinde Çek topraklarının siyasal haritası tarih içinde çok kereler değişmiş. Onuncu yüzyılda Bohemya Krallığı, Kutsal Roma İmparatoru IV. Karl’ın Prag’ı siyasal ve ekonomik merkeze dönüştürmesi, I. Dünya Savaşı’na kadar üçyüz yıl Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemi, sonrasında bağımsız Çekoslovakya. Sanayileşme ve demokrasi deneyimi, önce Nazi işgali, sonra 1948’de Sovyet ordusunun kurtardığı topraklarda Komünist parti darbesiyle şekil değiştiriyor. Çekoslovakya demir perde ötesinin en kapalı rejimine dönüşüyor. Soğuk savaş düzeninin 1989’da çöküşüne Prag “kadife devrim” ile katılıyor. Slovakya 1993’de ayrılınca, Çek Cumhuriyeti’nin Avrupa haritasındaki sınırları çiziliyor. Bu hareketli tarihten, bir çok Çek kökenli ünlü insan dünyaya yayılıyor. Guguk Kuşu, Hair ve Goya’nın Hayaletleri gibi filmlerin yönetmeni Milos Forman; ailesinin bir bölümünü Nazi toplama kamplarında kaybetmiş olan ABD’nin ilk kadın dışişleri bakanı Prag doğumlu Madeleine Albright; özellikle Paris yıllarındaki art-nouveau posterleriyle tanınan ve Gestapo sorgusu sonrasında Prag’da ölen ressam Alfons Mucha; Çek ruhunu notalara döken ünlü klasik müzik bestecileri Smetana ve Dvorak; soğuk bürokrasi ve çalkantılı yaşamların Prag ile özdeşleşmiş yazarı Franz Kafka; Paris’teki mültecilik yıllarında “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği” gibi

- 109 -


Dr Bahadır Kaleağası

romanlarıyla ülkesini kopartılmış olduğu Batı’ya anlatan Milan Kundera ve tabii ki komünist rejime muhalefetin önderlerinden, 1990’da Cumhurbaşkanı seçilen yazar Vaclav Havel. Devrim ertesinde Brüksel Üniversitesi’ni ziyaret ettiğinde Havel ile mülakat fırsatım olmuştu: - Bundan sonraki hedefiniz nedir? - Geri dönüyoruz, rehinelik bitti, yakında Avrupa Topluluğu üyesi olacağız - Çok zor değil mi yapmanız gereken reformlar, aşmanız gereken mesafe? - Ne gerekiyorsa yapacağız. İstersek başarırız. İstiyoruz. - Siz geri döneceğiniz Avrupa’ya ne getireceksiniz? - Özgürlüğün değerini çok iyi biliyoruz. Demokrasinin de. Avrupa bunları daha iyi hatırlamalı ve geliştirmeli. Bu sayede, o dönemde yayınlanacak ilk bilimsel makalemin sonuç bölümü için de bir fikir almış oldum: “…demokrasi kavramına siyasal ülkü olarak sıkıca bağlanırken, günümüzün bilinen demokrasi şeklinin insan onuru ve özgürlüğünü güvence altına almak için yeterli olduğu hayaline kapılmak, en azından kısa görüşlülük olur” (Vaclav Havel, “Güçsüzlerin Gücü”, Prag, 1985) Prag Baharı Vaclav Havel dünya televizyonlarından naklen yayınlanan “kadife devrim” sırasında Wenceslas Meydanı’ndaki balkona çıktığında yanında tarihin içinden süzülen bir figür daha belirmişti, halkın coşkulu alkışları altında: Alexander Dubçek. Komünist Parti Genel Sekreteri iken başlattığı “güler yüzlü sosyalizm” deneyimi 1968’de diğer Varşova Paktı ülkeleri ordularının müdahalesiyle son bulan lider. “Prag Baharı” bir Ağustos sıcağında tasfiye olurken, geride Batı demokrasisi tarihine bir çok iz bıraktı: - Baskı rejimlerine direnişin simgesi haline gelen, işgalci tankların şiddetine karşı halk tepkisi görüntüleri. - Avrupa’da komünist hareketin Euro-Komünizm ve Sovyetçi olarak ikiye ayrılması. - Türkiye’de yükseliş evresindeki Türkiye İşçi Parti’sinin Mehmet Ali Aybar ve Behice Boran grupları arasında bölünüşü. - Fransa’da Mayıs 68 ve diğer gençlik hareketlerine uzanan geniş etki dalgaları. - Soğuk savaşın kutuplaşmasını aşmak için Almanya’da Willy Brandt’ın “ostpolitik” stratejisi, Batı ve Doğu blokları arasında işbirliği kanallarını geliştirmeyi hedefleyen 1975 Helsinki Nihai Senedi ile AGİT’in temellerinin atılması. - Pekin 1978 ve 1997’de olduğu gibi siyasal baskıya karşı toplumsal tepki hareketlerinin esin kaynaklığı. - Mihail Gorbaçov: “Sovyetler Birliği’nde ‘glasnost’ ve ‘perestroika’ ile başlayan siyasal ve ekonomik değişim Dubçek’in güler yüzlü sosyalizm deneyimine çok şey borçludur”. - Vaclav Havel: “Prag Baharı tanklarla ezildi fakat sonuçta Helsinki Nihai Senedi ile başlayan süreçte, Doğu Bloğu ülkelerindeki muhalefet hareketimiz nefes alabildi, gelişti".

- 110 -


Dr Bahadır Kaleağası

- Alexander Dubçek: “Çiçekleri ezebilirler, fakat baharın tekrar gelişini durduramazlar”. Dubçek 1990 yılında onur doktorluğu payesi almak için özgür Çekoslovakya’nın Meclis Başkanı olarak Brüksel’e geldiğinde tarihsel belgesel seyreder gibi olmuştuk. Dar yakalı dört düğmeli ceketi ile yirmi yıl önceki görüntülerdeki insan. Sakin ve alçakgönüllü. Güler yüzlü. Dubçek işgal sonrasında 1968’de önce Moskova’ya götürülmüş, sonra kısa bir süre Ankara’da büyükelçilik yapmış, bir kaç ay sonra da Çekoslovakya bahçe ve orman idaresindeki görevine atanmıştı. Sohbetimizde hoş anılar aktardı ve Türkiye’ye selam gönderdi, 20. yüzyılın deneyim ve bilgelik birikimiyle: - “Yirmi yıl boyunca Ankara’daki kısa büyükelçilik dönemimi hiç unutmadım. Son özgürlük havamı Türkiye’de solumuş, son özgür insanları orada görmüştüm. Sokakta oynayan ve beni görünce uzaktan el sallayan çocuklar oldu hep aklımda. Siz de, biz de demokrasinin değerini iyi biliyoruz. Artık ülkelerimiz yeni Avrupa’da buluşmalı”. Tarihin cilve koleksiyonundan Bugün artık demir perdesiz bir Avrupa var. Fakat tarihin cilvesi olarak, küresel ekonomik kriz ‘demir perde’ kavramını tekrardan gündeme taşıdı. Örneğin, AB dönem Başkanı olarak Macaristan AB’nin Orta ve Doğu Avrupalı üyeleri için 190 milyar euroluk bir mali destek paketi talep ediyordu 2011’de. Bu arada Paris daha fazla kamu harcaması ile ekonomileri canlandırmak isterken, Berlin bütçe disiplininden ödün vermeye yanaşmıyor, Mittel Europa sıkışıyordu. Sarkozy’nin AB’nin ekonomik istikrar paktının ihlali eğilimlerini Merkel uygunsuz buluyordu. Fransa arkasında İspanya, Portekiz, İtalya, İrlanda ve Yunanistan’ın desteği ile hareket ediyordu ilk aşamalarında krizin. Merkel’i İsveç, Finlandiya, Danimarka, Hollanda, Lüksemburg gibi bütçe açığı denetim altındaki ülkeler izlemekteydi. Eski Orta ve Doğu Avrupa ise bu sefer aynı gemide değil. Macaristan, Bulgaristan ve Romanya Fransa ile benzer çizgideydiler. Polonya ve dönem başkanı Çek Cumhuriyeti ise yardımı ve ‘demir perde’ söylemini gereksiz görmekteydi. Slovakya ve Slovenya da Euro bölgesi ülkeleri olarak sıkı durmaya çalışmaktaydılar. Bu sefer ‘demir perde’ daha ziyade Kuzey-Güney ekseninde Avrupa’ya çökmekteydi. Tabii bu yalnızca ekonomik ve şimdilik demirden ziyade kalın kadife bir perde. Bu arada 21. yüzyılda, Türkiye hala Avrupa Birliği yolunda. Çek Cumhuriyeti ise 2009’un ilk altı ayında AB Dönem Başkanı oldu. Bir önceki yıl Başbakan Mirek Topolanek ile görüşmelerimizde ülkesinin Türkiye’nin AB üyeliğine desteğini açılarken, aynı zamanda belli bir Avrupa vizyonunu da vurguluyordu: dünya rekabet ortamında geniş, dinamik ve bazı büyük ülkelerin baskısına dayalı olmayan bir Avrupa Birliği. Çeklerin özgürlük ve demokrasi anlayışları, Türkiye’nin AB üyeliği hakkında akılcı ve pragmatik bir desteğe dönüşüyor. Sonraki Başbakan Gordon Bajnai ile Paris’teki konuşmamızda da neredeyse aynı sözleri duydum. Cumhurbaşkanı Vaclav Klaus ise liberal Çek siyasal geleneğinde daha da uçlara giderek AB’yi kökten sorgulayan bir politikacı oldu. Türkiye’nin AB üyeliği onun da vizyonuna uyuyordu. Kafka’nın romanına konu olan Şato’ya çıkan yokuştaki Neruduva caddesinde kemerli tavanları ile şirin bir çayhane var. Milos Forman’ın Amadeus filmi için kullandığı mekânlardan. Aklıma eski Prag anıları geliyor. 1985 ve 1986 yazları. Üniversite öğrencisi merakıyla keşfedilmeye çalışılmış ışıksız kent. Kirli binaların altında kalmış Rönesans, barok, art-nouveau, art-déco cepheler, ıssız

- 111 -


Dr Bahadır Kaleağası

avlular, savaş sonrasının beton bina koruları. Kıyafetlerinden, ciltleri ve gözlerine grilik egemen olan kederli, şüpheci fakat eğitim ve kültür düzeyi yüksek insanlar. Şimdi ise dışarıda cıvıl cıvıl ve melankolik atmosferlerin sentezi bir Prag var. Ekonomik kriz karşısında vakur kalmaya çalışan bir özgürlükçü ülke. Altyapısı, hizmet sektörü ve uluslararası markası ile bir Avrupa başkenti. AB dönem başkanlığı yapmış olmanın da vesilesiyle her tarafta mavi zemin üzerinde sarı yıldızlı bayraklar. Nereden nereye! Bir yıl sonra, Haziran 2011. Budapeşte. İlk olarak 1985 yılında otomobil ile girdiğimde, şiirsel Tuna nehri, kent içine uzanan sarp yamaçlı kıyıları, demir köprüleri, reklam panosuz, renksiz sokakları, azametli yüzyıl başı binaları ve sade insanları ile çok etkilenmiştim. Sonra farklı aralıklarla yolum düştü Macaristan’a. Seksenli yıllarda diğer Doğu Bloğu ülkelerine göre özgürlük esintileri güçlü bir ülkeydi. Zaten 1989’da henüz Berlin Duvarı çökmeden, Polonya ile birlikte, Batı’nın demokratikleşme amaçlı finansal teşvikini almayan başlayan ilk Varşova Paktı ülkesi olmuştu. Sonra soğuk savaş bitti. Macaristan AB yoluna girdi; 2004 yılında üye oldu; 2011’de ise ilk olarak AB Dönem Başkanlığı’nı üstlendi. Bu arada ekonomisi dünyaya açıldı, kişi başına düşen milli gelirde 20bin dolara yaklaştı, toplumsal refah hızla yükseldi. Derken, 2008’de ciddi bir mali uçurumun eşiğinden döndü, durumu toparlayarak zar zor ekonomik büyümeye geri döndü. Bir dönem, 1986’ya kadar 150 yıl Osmanlı egemenliğinde kalan Budapeşte, bugün tarihsel birikimi, kent estetiği ve sosyal yaşamı ile etkileyici bir Orta Avrupa başkenti. Prag’ın kardeş başkenti, Slovakya’nın başkenti Bratislava. Habsburgların Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, I. Dünya Savaşı’ndaki müttefiki Osmanlı İmparatorluğu gibi dağılırken, 1918’de Çekoslovakya da Avrupa haritasında yerini almıştı. Çeklerin ve Slovakların bir federasyonuydu. Alman işgali ve Sovyet etkisi dönemlerinden sonra bağımsız kalan ülke, 1993’de barışçı bir süreçle ikiye bölündü. Bratislava nispeten küçük bir başkent fakat gerektiğinde diğer Mittel Europa ülkelerinin en üst düzey yetkililerini dışişleri bakanlığında toplayıp Türkiye için destek toplantısı yapacak kadar girişimci. Tabii 2007 yılında katıldığımız bu toplantıda ülkeyi parlak diplomatik yetenekleri ve sosyal ilişkileri ile fetheden büyükelçimiz Tunç Üğdül’ün büyük emeği var. Varşova ise, II. Dünya Savaşı’nda işgal, Yahudi gettosunda Nazi katliamı, bombalar altında yıkım ve arkasından sert bir Komünist Parti diktatörlüğü yıllarından kendini yenilemeyi başararak çıktı. Slovenya, Çekya ve Macaristan’dan sonra Polonya da AB dönem başkanlığı koltuğuna oturdu. Tek parti yönetimine karşı hareketin Lech Walesa, Tadeusz Mazowiecki ve Borislaw Geremek gibi liderleri Avrupa politikasında da saygın ve etkili siyasetçiler oldular. Josef Buzek Avrupa Parlamentosu başkanlığı yaptı. Bu arada eski Komünist parti de kendini başarı ile yeniledi, iktidar ve muhalefet dönemlerini demokratik süreç içinde yaşamaya başladı. Derin kültürel ve entelektüel birikimi, yeniden yapılanan ekonomisi ve 38 milyon ile orta boy AB ülkesi sıfatıyla Polonya tarih etkili bir Avrupa ülkesi oldu. Krakow ve Spot gibi güzel kentleri ile de çekim gücü yarattı. Soğuk savaş zamanında iki Polonya seyahatim siyasi gerginlikler ve vize zorlukları nedeni iptal olmuştu. Yıllar sonra tekrar yolum düşmeye başladığında, AB kurumları için yönetici yetiştirmekle ünlü Bruges Avrupa Koleji’nin konferans vermek üzere davet edildiğim Varşova yakınlarındaki Natolin kampüsü ilk durağım olmuştu. Nereden nereye!

- 112 -


Dr Bahadır Kaleağası

IV - DEMOKRASİNİN SEYİR DEFTERİ Siyasetçiler de bir açıdan bilgisayar programları gibidir: seviyeleri yükselir, “upgrade” olabilirler. Kullananlar için daha donanımlı, dostça, çözüm getirici, günlük yaşamlarını, işlerini, yaratıcılıklarını, ufuklarını daha ileriye taşıyıcı olurlar. Bazen de bir alt modele düşer, “downgrade” olurlar. Başarılı bir başkan veya başbakan “devlet adamı” olarak “upgrade” olabilir. Tarihsel bir kişiliğe ve evrensel bir takdire ulaşır böylece. Bazen ise kendini “parti başkanı” konumuna “downgrade” edecek bir girdaba düşebilir. Bir parti başkanı da başbakan bile olmadan “upgrade” olabilir. “Devlet adamı” seviyesine erişir Topluma sunduğu uzak görüşlülük, güncel sorunlar karşısında önerdiği somut çözümler ve uluslararası etkinlikleri sayesinde bir ulusal önder konumuna gelir. Dünya demokrasileri nice bu tür örnekle doludur. Ülkeleri siyasetçiler yönetiyor. Demokrasilerde halk kendi arasından, kendisini yönetmeye en yetenekli gördüğü kişileri yönetime getiriyor. Ya da kendi arasından kendine en yakın gördüklerini. Ya da en sevdiği, inandığı, çıkar beklediği, güven duyduğu, etkilendiğini... Çoğu zaman da tüm bu etkenlerin karışımı sonucunda belirleniyor ülkelerin yönetimleri. En başarılı demokrasiler ise, yalnızca bir öndere bağlı kalmadan, yetkin takımlar tarafından yönetilenler; iyi yönetimin ölçütlerinin bilincindeki seçmenlere sahip olanlar. İyi yönetim her toplumun peşinde olduğu bir rüya belki de. Zaman zaman gerçekleşen, bazen kâbusa dönüşen. Sonuçta her zaman bir sonu olan, fakat yeniden başlayabilen. Dünya soğuk savaş sonrasında dalga dalga iyi yönetim özlemine yaklaştı; yaklaştıkça da kriz dalgalarının sarsıntısı arttı. Devletin ekonomideki rolü, piyasaların düzeni, teknolojinin toplumsal kalkınma ve demokrasiye etkisi, küresel eğilimlerle ulus-devlet ilişkisi gibi bir çok boyutta insanlık uygarlığının demokrasi deneyimi evrimine devam ediyor. Böyle dönemlerde geleceğe uzanan analizlerde geçmişin örneklerine yalın bakış açıları ön plana çıkabilmekte. ABD’den tetiklenen finans depremi sonrasında, 1929 ekonomik krizini inceleyen haberler, analizler, yorumlar tüm dünya medyasında yer buldu. Çin’de ekonomik büyüme bir ara biraz yavaşlayınca, sosyal tepkilerin ülke tarihindeki örnekleri daha bir yakından incelenir oldu. Rusya ile Gürcistan arasındaki çatışma çıkınca ile hemen dönülüyor soğuk savaş yıllarının SSCB’li değerlendirmelerine. Türkiye’nin son iki yıldaki yıpratıcı siyasal gündemi de Menderes, Evren veya Enver Paşa’lı tarih sayfalara referansları arttırabilir kamuoyu tartışmalarında. Yalın bakış açısı arayışlarını yakın tarihin siyasal önyargılarından uzak tutmak için, daha eskilerden örneklerin katkı sağlayabilir. Belki bir tekrar olsa da, en azından ilginç bir tarihsel yolculuk olasılığı var. GOTİK BİR RÜYA Zaman makinesinin varış noktası 14. yüzyılda İtalya yarımadası. Bir zamanlar Avrupa siyasi haritasında küçük fakat güçlü bir devlet: Siena Cumhuriyeti. Avrupa’da kent devletler, feodal prenslikler, küçük krallıklar devri. Ülkeler arası sınırlar henüz belirgin değil. Ticaret yollarının Amsterdam, Londra, Anvers, Heidelberg, Salzburg, Lizbon, Prag, Sevilla, Cenova, Venedik, Marsilya, Kiev gibi kentler arasında çizdiği coğrafya daha baskın. Roma İmparatorluğu Batı’da dördüncü yüzyılda çökmüş. Doğu’daki mirasçısı Bizans ise uzatmaları oynamakta. Osmanlı

- 113 -


Dr Bahadır Kaleağası

İmparatorluğu yükseliyor, İpek Yolu’nu denetimi altına alıyor yavaş yavaş. Güney’de Afrika ötesi, Batı’da okyanusun sonu bilinmiyor henüz. Tüccarları, bankerleri, sanatçıları, filozofları, esnafı, bilginleri ve bunlardan oluşan kentsoylularıyla Avrupa hızlı bir evrim içinde. Uygarlıkta Rönesans’a, dinde reforma, ekonomide yeni bir küreselleşme dalgasına ve siyasette güçlü egemenlik alanlarına doğru ilerliyor küçük kıta. Orta Çağ İtalyası kent devletlerinden oluşuyor: Floransa, Venedik, Siena, Pisa, Cenova, Lucca... Yeni Çağ yaklaşırken birer siyasal ve ekonomik güç noktası konumuna erişiyor bu kentler. Özellikle onbir ile onbeşindi yüzyıllar arasında zirveye ulaşan birer yönetim modeli geliştiriyorlar. O dönemin koşullarında, göreceli olarak demokratik, laik ve girişimci nitelikleriyle siyaset bilimi için de birer ilgi odağı oluşturmaktalar. Venedik bin yıl süren bir kent devleti sistemini işletmeyi başarıyor. Floransa ile rekabette önce muzaffer sonra mağlup duruma düşen Siena ise bir süre sonra yüzyıllar süren bir uykuya dalıyor; romantizmin cezp ettiği turistler tarafından keşfedilene kadar. Antik çağın kent devletlerinde olduğu gibi kölelik yok Orta Çağ’da. Fakat diğer kötülükler var: savaş, katliam, zorbalık, ayrımcılık, oligarşi, engizisyon ve veba. Tam bir güvensizlik ortamı. Fakat her şeye rağmen aristokrasi, kent soylular, çiftçiler ve siyasetçiler belli bir hukuk düzenini korumaya çalışıyorlar. Daha devrim zamanı değil kentsoylular için. Arada bir ulaşılan istikrar ortamları, insanlara ideal bir düzen düşlemeleri için gerekli şevki vermekte. Ütopya serbest. Belki de bazı açılardan insanlık uygarlığının diğer dönemlerinden ve bugününden pek farklı bir çağ değil. İyi hükümetin resmini yapmak Toskana bölgesinin zeytinlikleri, üzüm bağları, ayçiçeği tarlaları, servi ağaçları ve sarı-turuncu taştan evleriyle, renkli ve kavisli coğrafyasının ortasında, kiremit çatıları, kuleleri ve kubbeleriyle yükseliyor Siena kenti. Kentin orta yerinde, bir krater gibi biçimlenen dünyanın en ilginç meydanlarından Campo. Midye kabuğuna benzeyen eğri geometrili meydanın bir ucunda, göğe yükselen kulesiyle belediye binası. Özgün ismiyle Palazzo Pubblico, Halk Sarayı. Sarayın içinde görkemli bir meclis salonu: kenti 1287 ile 1355 yılları arasında yöneten dokuz halk temsilcisinin toplandığı Sala dei Nove, Dokuzlar Salonu. Duvarlarda ise, Ambrogio Lorenzetti’nin dev freskleri: “İyi Yönetimin Etkileri” ve “Kötü Yönetimin Etkileri”. Çağın estetiğini sergilemekle kalmayan, aynı zamanda siyasal ideallerini de yansıtan bir siyaset dersi süzülüyor bu duvar resimlerinden. Ulusal, bölgesel, yerel, ulusüstü... Her düzeyde yönetim ortamı için, görsel mirasa dönüştürülmüş bir siyaset dersi. Devletin, kamu yönetiminin ve bir insanlık uygarlığı ürünü olarak kentin var olma nedeninin yalın bir anlatımı: “iyi yönetim”. Ve aynı konunun tersten resmedildiği “kötü yönetim”. Kenti yönetenler bu tablolarla çevrili bir mekânda görev yapmış, bu tablolardan yayılan düşünsel ve manevi etki altında.

- 114 -


Dr Bahadır Kaleağası

Ambrogio Lorenzetti, « İyi Yönetimin Etkileri » (ayrıntı), 1340, Siena

İyi yönetim özlemi İyi yönetilen kentin resminde ilk göze çarpan kavramlar düzen ve bireysellik. İkisi bir arada. Evler hoş bir kent dokusu içinde birbirlerine göre mimari farklılıklarını koruyarak sıralanıyor. Caddeler temiz. İyi giyimli yurttaşlar, atlarının üzerinde gezinen insanlar, düğünde dans eden özgür kadınlar, erkekler, balkonlarda çiçekler dikkat çekiyor. Okulda bir öğretmen ve sıralarda uslu öğrenciler: eğitim huzur içinde. Dükkânlar ve kahveler müşteri dolu, zanaatkârlar üretmekle meşgul. Merkepleriyle yük taşıyan satıcılar, köyden getirdiği koyunları süren bir çoban. Geri planda bir inşaat devam ediyor, duvar ustaları çalışıyor. Kentin kapısından mallar giriyor ve çıkıyor; ithalat ve ihracat canlı. Surların dışında çiftçiler tarla sürüyor, hasat topluyor... İyi yönetilen kentte ekonomi tıkırında. Kötü yönetim tablosunun ismi ise, cehennem de olabilirdi. Yıkıntı evler, döküntü yollar, kirli bir hava, yeşilliksiz bir çevre. Ticaret yok; silah üretimi dışında. Sokaklarda ve kırsal alanda şatafatlı giyimli askerler katliam, talan, yolsuzluk ve tecavüzle meşgul. Kadınlar baskı altında, erkekler zavallı. Terör ve işkence sahneleri ürkütücü. Düzen yok da, o nedenle mi bu güvensiz ortam var? Yoksa kurulu düzenin bir sonucu mu bu durum? Belli değil. Bir uygarlık serüveni Aristoteles’in Politika’da yazdığı gibi “bir devlet yaşamı korumak amacıyla ortaya çıkar ve iyi yaşam amacı doğrultusunda varlığını sürdürür”. Ressam Lorenzetti’nin çağdaşı Padualı Marsilius’un yorumu da aynı yönde: “İyi yaşam, devletin en mükemmel nihai hedefidir”. Böylece iyi yaşam, iyi kent, iyi devlet ve iyi yönetim kavramları bütünleşiyor. Tabii, siyaset felsefesi bu konuyu hiçbir zaman terk etmedi eski zamanlardan beri. Machiavelli, Hobbes, Rousseau, Locke, Kant, Hegel, Marx, Engels, Arend, Keynes, Schumpeter, Habermas ve daha nice düşünürler “iyi yönetim” modellerinin ve ütopya ile gerçek arasındaki dönüşümün, zaman ve mekâna hapis olmaksızın arayışında oldular.

- 115 -


Dr Bahadır Kaleağası

Siyaset bilimi denetim mekanizmalarının zayıflığı ve kademesizliğinin, iyi yönetim ile kötüsü arasındaki farkın çok geç anlaşılması tehlikesini doğuracağına işaret diyor. Örneğin, etkin ve saydam bir denetim sistemine sahip olması, Venedik kent devletinin yüzyıllar süren başarı etkenleri arasında önemli bir yer tutar. Bu sadece dünya tarihinde sıkça rastlanan, bir hükümetin iktidarını istismar etmesi sorunuyla sınırlı değil. Borsalar, şirketler, sivil toplum kuruluşları, üniversiteler ve medya için de geçerli. İnsanlık uygarlığı özgürlük, saydamlık, hesap verebilirlik ve hukuk düzenini bir arada koruyan demokrasilerin arayışında Kral, ideoloji, dinsel dogma ve etnik saplantı baskılarından kaçabildiği ölçüde ilerleyerek. Fransız devrimi sonrasında 19. yüzyılda Avrupa’da yeşeren ulus-devletler, 20. yüzyılda ABD’nin yükselişi, Sovyet modeli devlet anlayışı, Batı’da sosyal devletin gelişmesi, 21. yüzyıla parasal birlik ile giren Avrupa Birliği projesi, küreselleşmenin dayattığı yeni devlet tanımlamaları, ekonomik refahın ve krizlerin tetiklediği umut ve korkular, bilgi toplumu ile değişen insan coğrafyası... Dünya gezegenin sakinleri iyi yaşamın peşinde iyi yönetimi aramaya devam ediyor. Yurttaşını yöneten hükümetlerden, yurttaşının hizmetkârı olarak devleti yöneten hükümetlere geçiş her ülkede eşzamanlı ilerlemiyor. Geleceğin iyi yönetim tablosunun ressamları ellerinde fırça yerine oy pusulaları olan seçmenler.

DEMOKRASİNİN 130 YILI VE 1 GÜNÜ Yüzotuz yıl önce, 1876’da Osmanlı payitahtı İstanbul’da ilk meclis toplandı. Sınırlı bir seçimle göreve gelen, sınırlı yetkilere sahip Meclis-i Mebusan ile ilk sınırlı demokrasi deneyimi başlamıştı. Türkiye’nin kaderinde artık bir demokrasi ülküsü ve mücadelesi vardı. Artı ve eksileri bir yana, bu sayede oluşan meclis geleneği 23 Nisan 1920’de Ankara’da dünya bağımsızlık tarihinin en özgün modeline temel oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş mücadelesi bir meclis ve onun yetkilendirdiği Başkomutan Mustafa Kemal ile başladı. Ne var ki aynı ülkeden dünya askeri darbeler tarihine de özgün katkılar çıktı daha sonraları. Ve yine aynı ülke, son yüzyılın en önemli demokratik güç projesi olan Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda artık. Bu süreç içinde tarihsel, etnik, dinsel ve jeo-stratejik özellikleri ile özgün bir demokrasi başarısı vakası olma yolunda ilerliyor. Yüzyirmi yıl sonra, önce merhum Bülent Tanör’ün “Türkiye’de Demokratikleşme Perspektifleri” raporu TÜSİAD tarafından yayınlandığında çok farklı bir ulusal ve uluslararası ortam vardı. Avrupa Birliği Aralık 1997’de Lüksemburg zirvesinde yeni “aile fotoğrafı” hazırlığındaydı. Avrupa genişleyecekti. Türkiye’de ise, siyaset, bürokrasi ve diplomaside ülke insanın onurunu, ülkenin uluslararası saygınlığını ve küresel gelişmeleri doğru algılayamayan bir zihniyet diğerlerine baskın çıkmaktaydı. “Ya olacak, ya olacak” mantıksızlığı içinde, Türkiye’nin jeo-stratejik konumunun aile fotoğrafına girmek için yeterli olacağı yanılgısı yaygındı. Toplumsal kalkınma ve ekonomik rekabet gücü ile AB süreci arasındaki bağ dikkate alınmamaktaydı. En önemlisi, Avrupa ve dünya sahnesinde güçlü ve saygın bir Türkiye için demokratik reform gereği göz ardı edilmekteydi. Demokrasi sorunlarının Türklerin haklarını, onurunu ve ulusal çıkarlarını nasıl derinden zedelediğini anlaşılamıyordu. AB, Kıbrıs, Ermeni savları, terörle mücadele, ihracat, turizm, yabancı sermaye,

- 116 -


Dr Bahadır Kaleağası

vize, bilim, eğitim, teknoloji, toplumlar arası ilişkiler gibi birçok temel konuda Türkiye uzun yıllar boyu demokrasi sorunları nedeniyle ulusal çıkarlarını iyi koruyamadı. Türkiye’nin demokrasi tarihinde çok önemli bir dönüm noktası oluşturan ilk Bülent Tanör raporu 1997 yılı başında bu ortamda yayınlandı. Türkiye’nin çağdaş bir demokrasi olabilmesi için insan hakları, anayasa, yargı, ceza kanunu, medeni hukuk, eğitim gibi demokrasinin temellerini oluşturan alanlarda yüz kadar önemli değişiklik veya yenilik gerektiği ortaya çıkmıştı. Bu rapor sayesinde Türk demokrasisinin üzerine çöken sis dağıldı. İçeriden bakıldığında “böyle gelmiş böle gider” karamsarlığı yerine somut ve ilerlemeye açık bir yol haritası oluştu. Dışarıdan bakıldığında, “geri kalmış bir ülkenin iflah olmaz bulanık siyasal rejimi” görüntüsü dağıldı. Yerine demokratik sorunlarını belli yasal düzenlemelerle çözülebilecek bir ülke belirdi. Türkiye’nin demokratik sorunlarını esas olarak Batılı bir yasal ortamda yaşadığı ve çözüm yollarının da Avrupalı bir çerçevede gerçekleşeceği ortaya çıktı. En önemlisi, Türkiye artık dışarıdan eleştirilere yer bırakmadan kendi demokratik sorunlarına hâkim olmaya başladı. Türkiye’nin demokratik eksiklikleri yüzünden Avrupa aile fotoğrafının dışında kalması ile başlayan kriz 1999 yılı sonunda Helsinki AB Konseyi zirvesinin aday ülke statüsünü onaylaması ile son buldu. Bu aşamaya gelinirken Bülent Tanör raporu ve sonrasındaki iki yıldaki ilerlemeleri değerlendiren ikinci rapor çok etkili oldu. AB ülkelerine yönelik iletişim etkinliklerimizde ortada artık iki yıl öncesine göre yüzde otuz civarında ilerleme kaydedilmiş ve sekteye uğratılmaması gereken somut bir demokratikleşme süreci vardı. Nitekim AB Komisyonu da zirve kararına temel olan ilk yıllık Türkiye ilerleme raporunda bu raporları temel referans olarak aldı. Ulusal çıkar mantığı Sonraki yıllarda raporlar Prof. Süheyl Batum’un katkıları ile devam etti. Ecevit, Gül ve Erdoğan hükümetleri dönemlerinde Türkiye demokratik reformlarda ilerledi. Başta CHP ve DYP olmak üzere muhalefet de bu yönde destek oldu. Sonunda 2004 yılı sonbaharı geldiğinde AB Komisyonu raporu dünyaya “Türkiye’yi Kopenhag siyasal kıstaslarına yeterince uyan” ülke ilan etti. Bu sayede Türkiye’nin müzakere yolu açıldı. Yirmibeş AB ülkesi, çekinceli olan birkaç tanesi dâhil oybirliği ile Türkiye’nin AB üyeliği yolunu onayladılar. Fanatik Ermeni ve Rum lobi kesimleri, PKK uzantıları, köktendinci Hıristiyanlar ve diğer karşıt çevreler köşeye sıkıştılar; sustular. Türk demokrasisi yükseldikçe Türkiye’nin siyasal ve ekonomik çıkarları dünya sahnesinde güçlendi. Fakat 2005 sonundan başlayarak bu Türkiye karşıtları ummadıkları bir hediye aldılar. Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinden kaynaklanan soruşturma ve davalar Türkiye’yi tekrardan zayıflatmaya başladı. Her şeyden önce bilgi çağında bu yasa önce kendi amacına ihanet eder bir etki yarattı. “Türklüğe hakaret” olarak suçlanan görüşler açılan soruşturmalar yüzünden tüm dünyaya yayıldı. Türkiye özgüvensiz, kırılgan bir ülke görüntüsüne saplandı. Türkiye karşıtları 301. madde sayesinde güçlendiler. Örneğin Fransa’daki bazı Ermeni örgütleri, ılımlı ve yurtsever görüşlerinden haz etmedikleri Hrant Dink bu madde yüzünden mahkûm olunca kaybettiklerini sandıkları bir dosyayı yeniden gündeme getirttiler. Fransa meclisinde “soykırımı inkâr” yasası onaylandı. Yasa tasarısı lehine söz alan Fransız siyasetçi Devedjian konuşmasında TCK 301. maddeye odaklandı. PKK’dan, o dönemin milliyetçi G. Kıbrıs lideri Papadopulos’a bir çok çevre 301. maddenin varlığını sürdürmesi için dua ediyordu.

- 117 -


Dr Bahadır Kaleağası

Demokraside bir gün Cuma, 19 Ocak 2007 Saat 10. İstanbul. Gün demokrasi tarihi ile açılıyor. Geleceğe umutla başlıyor. İlk meclisin 1876 yılındaki toplantına mekân olan Dolmabahçe Sarayı manzaralı otelin bir konferans salonu. Prof. Zafer Üskül’ün hazırladığı son TÜSİAD raporunun tanıtım toplantısı: “Türk Demokrasisi'nde 130 Yıl: Prof. Dr. Bülent Tanör anısına Türkiye'de Demokratikleşme Perspektifleri raporunun 10. yıl güncellemesi.” Türk demokrasisi çok ilerledi yüzotuz yılda. On yıl öncesine göre ise, Türkiye AB kıstaslarına çok yaklaştı. Fakat geriye kalan sorunları çözme yolunda zaman kaybına tahammül yok. Demokrasi zirvesi yolunda yükseldikçe dönemeçler daha sert, uçurumlar daha sarp. Ülke daha görünür ve gözde. Düşünce özgürlüğü, yargı reformu, azınlık vakıfları, kültürel haklar, vatandaşa saygılı ve hizmetkâr bir hukuk devleti ve Anayasa’nın 21. yüzyıla uyumu gibi birçok atılım daha gerekiyor. Türkiye için. Türkler için. Küresel düzende daha özgüvenli ve rekabet gücü yüksek bir Türk toplumu için. Yakın coğrafyamızda saygın bir demokratik güç odağı ve örnek ülke olarak da insanlık uygarlığına katkıda bulunabilmek için. Saat 12. İstanbul. Türkiye’de iş yapan, daha fazla yatırımı, sermaye naklini, iş yaratmayı değerlendiren şirket temsilcileriyle görüşme. Soruları yalnızca ekonomik değil. Bundan sonra siyasal kriz olur mu? Türk demokrasinin ufku açık mı? Yanıtlar dengeli olmak zorunda. Türk ekonomisi krizlere dayanıklı artık. Demokrasiden geri dönüş yok. Fakat zaman zaman inişler yaşanacaktır. Yine de herkes hemfikir: ülkenin geleceği parlak. Saat 15. Ankara. AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Günter Verheugen uçaktan iniyor. Kendisini karşılayan AB yetkililerine durumu soruyor. Yanıt iyimser ve temkinli. Ülkenin çok iyi gittiğine fakat hala önemli zafiyet noktaları olduğuna vurgu var. Verheugen yeni havaalanının ışıltılarını gösteriyor. Türkiye’nin artık geri dönüşü olmayan bir çağdaşlık ve yükselen güç olma yolunda olduğuna inanıyor. O sırada bir cep telefonu çalıyor. Acı haber geliyor. Kalpler sıkışıyor. Sanki ışıklar sönüyor: Hrant Dink öldürüldü. Saat 19. Ankara. AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Verheugen 2006’da kendisine verilen TÜSİAD Dış Politika Ödülü törenindeki konuşmasında çok önemli mesajlar veriyor: “Türkiye’nin üyeliği Avrupa’yı küresel bir oyuncu haline getirecek. Belki de bu yüzden Avrupa’da bazıları bu konuda tereddütlü davranıyor. Bu insanların 21. yüzyılın gerçeklerinden kaçmalarına izin vermeyelim. Güçlü ve birlik olmuş bir Avrupa olarak yüzyılımızın zorluklarının üstesinden

- 118 -


Dr Bahadır Kaleağası

gelebiliriz. Korku ve kendi kendine yeterlilik anlayışıyla hareket eden bir grup ülke bunu başaramaz. AB’nin kapısından girmek isteyen herkesin Avrupa tarihinin temel dersini eksiksiz olarak benimsemesi gerekir: bu, sürdürülebilir barış, istikrar, refah, demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarına tam saygı, azınlıkların korunması ve iyi komşuluk ilişkileri dersidir. Türkiye’den beklentilerimizin temelinde işte bunlar yatıyor. Türkiye ile ilişkilerinde AB işte bu adımları desteklemek konusunda kararlı. Avrupalılara, özellikle de halen zihinlerinde soru işaretleri ve şüpheler bulunanlara, Türkiye’nin Birliğe katılım sürecinin sonuçlarının neler olacağını her zaman açıklamak zorundayız. Avrupa Birliği’ne katılmış bir Türkiye, artık, süreç başlamadan önceki ülke olmayacaktır. Hukukun üstünlüğü ve insan haklarının sonuna kadar gözetildiği, azınlıkların korunduğu ve eşit fırsatlara sahip olduğu eksiksiz bir demokrasiye sahip bir ülke olacaktır. Böylesi bir fırsatın elimizden kaçmasına göz yumarsak hem AB hem de Türkiye büyük bir hata yapmış olur.” Saat 24. Ankara. İstanbul. Brüksel. Berlin, Paris, Londra, Washington, Moskova, Pekin, Tokyo, Bağdat... Ajanslar haberleri geçmeye devam ediyor. Türkiye’nin demokrasi tarihinde hazin bir gün sona eriyor. Dünya dönüyor. Umutlar asla bitmiyor. Kararlılık güçleniyor. Mücadele sürüyor. DEMOKRATİK UYGARLIKLAR SEVİYESİ Dinler tarihi efsanelerinden günümüze bir uyarlama: yirmiyedi Avrupa Birliği ülkesi Türkiye’yi taşlamaya hazırlanıyorlarmış. AB Komisyonu tam işareti verecekken, Türkiye “bir dakika” demiş; “günahsız olanınız atsın ilk taşı”. Bu da henüz bir yakın gelecek efsanesi. Türkiye bu noktaya çok uzak değil aslında. AB ile müzakereler 2005‘de başladı. Çünkü AB Komisyonu’nun 2004 yılı ilerleme raporunda Türkiye “Kopenhag siyasal kıstaslarına yeterince uyan ülke” olarak tanımlanmıştı. Ecevit-Bahçeli-Yılmaz, Gül ve Erdoğan hükümetleri bu demokrasi yolunun taşlarını döşediler. CHP, DTP ve DP’nin de emeği geçti. Türkiye bu yolda çok daha güçlü bir ülke olarak ilerledi. Aynı dönemde demokrasi sorunlarını daha hızla aşabilseydi, Türkiye bugün AB ile müzakereleri bitirmek üzere olurdu. Hatta daha da geriye gidebiliriz. Henüz 1989-1990 döneminde Avrupa’da soğuk savaş düzeni çöküyorken, Ankara kavrayabilseydi değişen zamanın ruhunu, Türkiye bugün AB’nin güçlü bir üyesi olurdu. Her ülkenin en az dört boyutta oluşan bir ilerleme dinamiği var: demokrasi, ekonomi, toplumsal kalkınma ve uluslararası imaj. Bunların her birisindeki olumlu gelişme diğerlerini de güçlendiriyor. Ülke yükseliyor. Yakın tarihimiz bu denklemi doğrulayan birçok olumlu ve olumsuz vaka ile dolu. Türkiye 20. yüzyılı çok daha ileri bir ülke olarak geride bırakabilirdi. Fakat çok kötü şeyler oldu: - Şiddet kültürünün demokratik kültüre zulmü - Karakollarda, hapishanelerde sönen insan bedenleri ve insanlık onuru - Sakıncalı görüş avcısı karanlık zihniyetler

- 119 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

Yazdıklarından dolayı hapislere atılan aydınlar İdeolojik, etnik, dinsel ve cinsel tabular, baskılar İşkencenin zavallılığına bulanan ülke imajı İnsan sermayesi törpüsüne dönüşen siyaset Yolsuzluğun nüfuz ettiği bir toplumsal genetik yapı Askeri gücü sivil siyaset üzerinde vesayet hakkı olarak gören gafiller Uzadıkça işkenceye, caniliğe dönen tutukluluk süreleri Cinselliği, yaratıcılığı, girişimciliği, entelektüel arayışları ve düzeni sorgulama hakkı hoşgörüsüzlük karabasanıyla kurutulan bir gençlik, nice genç kuşak...

Değdi mi? Türkiye daha mı iyi bir ülke oldu? Türk ulusu yüceldi mi? İnsan hakları ihlalleri, uluslararası ilişkilerde Türkiye’ye pek çok haklı davasında büyük zarar verdi. Kıbrıs, Ermeni savları, terörle mücadele ve AB süreci bunların başında geliyor. Ayrıca insan hakları ve demokrasi açıkları dış ticaret, uluslararası yatırımlar, turizm ve ülke markası gibi alanlarda Türkiye’nin ekonomik gücüne de darbe vurdu. Daha da önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ulusal onuru ve uluslararası saygınlığı zedelendi. AB sürecinde ilerleyip, 2005 yılında müzakereler başladıktan sonra dengeler değişti. Demokrasi kültürü gelişti. Fakat buna rağmen TCK 301, Hrant Dink cinayeti, AK Parti’yi kapatma davası, Ergenekon muamması, özel yaşama ve basın özgürlüğüne müdahale ve yargının tarafsızlığına karşı azalan kamuoyu güveni gibi girdaplara düştü Türkiye. Ulusal çıkarlar çok ciddi zarar görmeye devam etti. Bunun AB sürecine yansımaları da olumsuz oldu. En yalın ifadesiyle, Türkiye’nin demokrasi zafiyetleri, Avrupa’daki Türkiye karşıtlarını mutlu etmeye devam etti. Teröre çözüm Tüm bu yıllarda kamuoyunun demokrasi ile ilişkisinde siyasal psikolojiyi bozan en önemli etken terör oldu. Terörün her zaman en önemli amaçlarından biri siyasallaşmaktır. Uluslararası destek sağlar. Siyasallaşmanın da en uygun yolu, şiddet ve terör dışında kalan bir alanda, insan hakları açısından mağdur duruma düşmektir. Terörle mücadele ederken çok dikkat etmeli. Terör bir suç unsuru olarak düşünce özgürlüğü ve insan haklarından kesin olarak ayrılmalı. Arada sis perdesi bırakarak teröre siyasal hareket alanı yaratmamalı. Örneğin DEP olayı. Yıl 1993. Türkiye’den bazı milletvekillerine Brüksel’de AB çevrelerinde bazı telkinlerde bulunuluyor. Özetle deniyor ki: “Türkiye artık demokratik yolda. Sizler de etnik kökeninizden dolayı bir baskıya uğramadan seçildiniz. TBMM’de yerinizi aldınız. Bakın Kuzey Irak’ta nasıl bir zulüm var. Saddam rejimi 1988 Halepçe katliamını her an tekrarlayabilir. İran’daki Kürtlerin durumu da iç açıcı değil. Türkiye ise AB sürecinde. Gümrük birliği için geri sayım başladı. Askeri rejimin kalıntılarından kurtuldu. Eski yasaklı siyasetçi şimdi Cumhurbaşkanı. Başbakan kadın. Dışişleri bakanı Kürt kökenli. Türkiye bir demokrasi modeli olabilir. Sovyetler Birliği sonrası dönemde bölgesinde yıldızı iyice parladı. Tamam, hala Kürt sorunu çözülmüş sayılmaz. Daha çok reform gerekli biliyoruz. Fakat artık demokratik bir süreç var. Parlamenter sistem içinde bir evrim gerekli. Bundan böyle siyasal alanınız Türkiye demokrasisi”.

- 120 -


Dr Bahadır Kaleağası

Herkesin hoşuna gitmiyor artık Avrupa’da mazlum özgürlük savaşçısı muamelesi görmemek. Sonrası ise bir provokasyon ve gaflet hikâyesi. Kışkırtanlar teröre mesafe alamayan siyasetçiler. Kışkırtılan ise asla bu tür bir gaflete düşmemesi gereken devlet. Dokunulmazlığı kaldırılınca meclisten yaka paça çıkartılan milletvekillerinin görüntüsü Ankara’dan dünyaya yayılıyor. Bariz siyasal suç, düşünce suçu vakası. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 2002 yılındaki kararıyla serbest kalana dek hapse giriyorlar. O zaman çok kişi ve kurum uyarıyor. Kimi iyi niyet ve ulusal kaygı içinde, kimi dışarıdan kendi değerlerine dayalı bir ilkesel yaklaşımla, kimileri de bir eleştiri fırsatını değerlendirmek üzere bu durumun yanlışlığına dikkat çekiyor. Sonuçta tepkilerin özünde Türkiye’nin ulusal çıkarlarının nasıl zarar göreceği vurgulanıyor. Bu arada terör odakları seviniyor. Dünyada Türkiye’nin güçlenmesini istemeyenler mest oluyor. Bu olayla ülkenin kaderi ekonomiden, iç siyasete her alanda değişiyor. Bir çok açıdan sonun başlangıcı başlıyor. Bugün ileri dünyada birçok ülke bu şekilde terörle daha etkin mücadele etmekte. Her türlü düşünce ve siyasal talep özgür. Aynı zamanda güvenlik güçlerinin teknolojik olanakları, insan sermayesi, yasal yetkileri ve maddi araçları teröre karşı en yüksek seviyede seferber. Ayrıca diğer ülkelerdeki güvenlik birimleri de bilgilendiriliyor. Dünya medyası için de iyi belgelendirilmiş, görsel yönü güçlü iletişim dosyaları hazırlanıyor. Sonra da İngiltere, Fransa veya İspanya’da olduğu gibi gerekli müdahaleler yapılıyor. Terörist veya ona destek veren siyasetçi fark etmiyor. Teröre karşı devlet acımasız. Fakat bu çizginin ötesinde demokrasi var: vatandaşın hizmetkârı devlet anlayışı, düşünce özgürlüğü, azınlık dilleri dâhil kültürel haklar ve ulusal birlik açısından özgüvenli bir toplumsal psikoloji. Tabii terör veya ayrılıkçılık her zaman tamamen yok olmuyor. Fakat kendi teorik tabanı içinde de azınlıklaşıyor. Azınlık haklarının ulusal sistem içindeki konumu ülkesine göre farklı ve zaman içinde değişen modellere sahip. Etnik temelli ayrım yapmak yılların halklar arası karışımını yaşamış bir kıtada bariz değil. Bölgesel ayrımlar daha kolay. Dil temelinde statüler de. Bunların ulusal dil ve kimlik ile bağlantısı da her ülkede farklı. Özerklik ancak Basklar, Katalanlar, İskoçlar, Flamanlar ve Lombardlar gibi ekonomik düzeyi ülke ortalamasının üzerinde olan kesimlerin talebi. Çünkü özerkliğin önemli bir unsuru, vergi gelirleri ve bütçe giderleri açısından başkente tabi olmamak. Zengin bölgeler diğerlerinin yükünü bazen paylaşmak istemiyor. Yoksul bölgelerde ise özerklik ancak etnik kimliğin pekişmesi sonucunda bir çoğunluk talebine dönüşebilir fakat henüz açık bir örneği yok. Bu noktada etnik azınlık açısından önemli bir kaygı söz konusu: ana dilde eğitim zamanla genç kuşakların ülke içinde marjinalleşmesini, fiili ayrımcılığı ve dünyaya kapanıklığını tetikleyebilir. Sonuçta ortak payda demokrasidir. Kürt sorununda ülkenin anayasal düzeni her nasıl bir evrim içinde olacaksa, bunun demokratik bir çerçevede gelişmesi öncelik olmalı. Kopenhag siyasal kıstasları ile yalnızca “yeterince” değil, daha fazla uyum sağlayan bir Türkiye terörle çok daha etkin mücadele eder. Avrupa ölçeğinde öncü bir anlayış geliştirebilir. Güçlenir. Güçlü ülkeler bölünmez. Güç, demokrasi, hukuk, ekonomi ulusal güvenlik ve toplumsal kalkınmadır. İnsani kalkınmışlıktır. Eğitim, sağlık, kadın hakları, teknoloji ve doğadır. Bu yönde atılımlar ancak geniş bir toplumsal uzlaşma ile olası. Bu da akılcı, soğukkanlı, saygılı ve hoşgörülü bir tartışma ortamı, partiler arası uzlaşma, işlevsel yaklaşım, kademeli çözümler ve ileri derecede duyarlı bir toplumsal iletişim gerektirir. Bunca şehidin derin acısını yaşayan bir ülkede artık siyaset dünyası bu küresel gerçeği anlamalı ve gereğini yapmalı.

- 121 -


Dr Bahadır Kaleağası

Toplum yargıya güvenmeli Türkiye’nin AB sürecinde her yıl daha iyiye gitmesi gerekirken, toplumda demokratik kaygıların artıyor olması doğal değil. Partizan bir kutuplaşmanın yaratacağı toplumsal kırılmalara karşı en demokratik anayasal düzen bile uzun süre dayanamayabilir. Bir tarafta yargının demokratik sürece müdahalesine, kendi içinde yarattığı kapalı devrelere ve daha açık bir topluma karşı tepkiselliğine yönelik eleştiriler var. Bunun sonucunda yargı reformu girişimi gündemde. Diğer tarafta, yargı üzerinde artan siyasal baskı ve hükmetme eğilimleri, yargıç ve savcıların siyasal itaat içinde bir kitleye dönüşmesi olasılığı, dinsel tarikatlardan yerel siyaset odaklarına uzanan etki ağlarının yargı sistemini etkileme niyetleri gibi kaygılar derinleşmekte. Türkiye “yargıçlar rejimi” ile “siyaset vesayetindeki yargı” gibi bir paradoksta sıkışmamalı. Her iki durumda da zaten sistem önce onu en üst düzeyde yönetenlerin üzerine çöker, Türkiye kaybeder. Brüksel'de ki Avrupalı örgütler arasında Avrupa Yargı Kurulları Ağı (ENCJ) da var. Türkiye'den Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) da davetli olarak ENCJ’nin etkinliklerine katılmakta. Gerek bu kurumun çalışmalarında, gerekse tüm ülkelerin anayasasında, Avrupa Konseyi’nin konvansiyonlarında ve AGİT belgelerinde yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı demokrasinin temel direklerinden biri olarak tanımlanıyor. Ayrıca ilgili bilimsel ve siyasal literatürde yargının bağımsızlığı konusu sosyal istikrar ve iyi işleyen bir piyasa ekonomisi açısından da belirleyici bir etken olarak öne çıkmakta. Yargı bağımsızlığının herhangi bir ulusal anayasal düzende tesisini belirleyen dört temel etken var: 1. Kurumsal düzenleme 2. Siyasal kültür ve uygulama 3. Maddi ve teknolojik altyapı 4. Kamuoyunun algısı Yargı bağımsızlığının odak noktası olan “yüksek kurul” konusunda ise tek bir Avrupa uygulaması yok. AB’ye adaylık sürecindeki ülkeler için yargının bağımsızlığı konusu hep gündeme geldi. AB Komisyonu’nun 2006 Türkiye ilerleme raporunda da “HSYK'da adalet bakanı ve müsteşarının yer alması” eleştiri konusu olmuştu. Daha sonraki raporlarda da “yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı” konusunda HSYK’nın yalnızca yüksek yargı değil, diğer kademelerdeki yargıç ve savcıları temsil edecek şekilde genişletilmesi vurgulandı. Ayrıca yargı konusundaki başka bir temel kaygı, yasaya dönüşen demokratik reformların ve özellikle düşünce özgürlüğüne yönelik değişikliklerin uygulamada yargı sistemi tarafından yeterince benimsenmemesi. AB ülkelerindeki uygulamalarda ise farklı durumlar mevcut. Bazı ülkelerde yargının bağımsızlığı konusu gündemde değil, sorun yok, buna yönelik düzenlemeler tartışılmıyor. Kamuoyu bu konuda yeterince güven sahibi. Birçok ülkede ise Yüksek Kurul’da siyasal etki olasılığı özel önlemlerle sınırlanmış, hükümet doğrudan müdahale edemiyor. Bazı durumlarda hükümet temsilcileri azınlık olarak yer alıyor. Mecliste atamalar veya başka kurumların önerileri üzerine onay ancak partiler üstü uzlaşma ile olası. Ayrıca kurul kararlarına karşı Danıştay’a başvuru yolu bazen açık. Diğer bir genel uygulama, bir yargıcın ancak kendi rızası ile görev yerinin değişebileceği. Yargının bağımsızlığı ve güçler ayrılığı konusu demokrasilerde evrim içindeki bir konu. ABD’deki gibi seçimle göreve gelen “kamu/halk” savcıları, Anayasa Mahkemesi’nin üyelik seçimi, yargı görevlilerinin maddi koşulları, savcıların yetkileri, yüksek kurullarda hükümetin rolü gibi konularda demokratik dünya henüz mutlak modeli bulamadı.

- 122 -


Dr Bahadır Kaleağası

Türkiye açısından bu bir fırsat. Geriden gelen bir demokrasiyiz, fakat geçmişin zafiyetlerini aşabilecek kadar deneyimliyiz. Bunun sağlayacağı ivme ile 21. yüzyılda dünyaya örnek olacak, yenilik getirecek bir anayasa, bireysel özgürlükler ve kültürel haklar düzeni ve bağımsız yargı modeli geliştirebiliriz. Aksi takdirde başkalarının taşlamasına gerek kalmaz, kendi içinde birbirine taş yağdıranların ülkesini.

DEMOKRASİ MODELLERİ Rejim tartışması her demokraside olur. Cumhuriyet veya padişahlık anlamında değil. Üniter devlet, federal düzen, demokrasi, askeri diktatörlük veya dinsel otoriter rejim gibi boyutlarda da değil. Bu konular her zaman tartışılır, gündeme renk katar. Çoğu zaman tartışma rejimin anayasal niteliği açısından başlar. “Başkanlık Rejimi” böyle bir niteliktedir. Bir anaysa değişikliği olur da cumhurbaşkanını, yetkileri artarsa, tartışmanın kapsamı genişler. Diğer yandan, mevcut anayasal yetkileri ile bile, halkın seçtiği bir cumhurbaşkanı rejimin niteliğini önemli derece etkiler. Parlamenter demokrasilerde devlet başkanlarını güçlendiren eğilimler zaman zaman yaşanır. Başkanlık veya yarı-başkanlık ve hatta başkancı sistemler arasında önemli farklar var. Konuya tarihsel ve hukuksal açılardan açıklık getirebildiğimiz ölçüde siyasal analizler de berraklaşır. ABD Başkanı Her şey 4 Temmuz 1776’da Philadelphia’da başladı. Kuzey Amerika’nın Doğu kıyısındaki onüç İngiliz kolonisi onayladıkları Bağımsızlık Bildirisi ile ABD’yi kurdular. Bu bildirinin en temel yurttaşlık haklarını tanımladığı ünlü cümlesi, aynı zamanda doğmakta olan ülkenin ruhuna da yön verir: “yaşam, özgürlük ve mutluluk arayışı”. Daha önce, 17. yüzyılda İngiliz filozof John Locke da bu temel haklar için aynı sırayı takip ederken “mutluluk” yerine “emlak”, 18. yüzyılda modern ekonomi biliminin liberal kurucularından İskoç Adam Smith’in ise “malvarlığı” sözcüklerini kullanmıştır. Kimi yaklaşımlara göre, George Washington ve arkadaşları ABD’yi malvarlığı ile mutluluğu doğrudan ilişkilendiren bir yaşam felsefesi üzerine tasarlamışlardır. Zaten metnin geri kalan kısmı esas olarak Londra’daki Kral George’dan şikâyet içerir. ABD daha sonra 1789’da onaylanan Anayasa ile bir cumhuriyete dönüşürken, o dönemdeki İngiliz sistemine benzer bir güçler dengesi öngörülmüştür. O yıllarda İngiliz Kralı icraatın başındaydı. Aynı zamanda yasama yetkilerini Parlamento ile paylaşıyordu. Fakat her iki taraf birbirlerine karşı bağımsızdılar. Magna Carta ile birlikte 1215’den itibaren önce aristokrasi sonra yükselen burjuvazinin, yani vergi mükelleflerinin talepleri sonucunda İngiltere’de yüzyıllar sürecek bir demokratik evrim başlamıştı. Bu evrimin 18. Yüzyılda ulaştığı sistem, o dönemde kurulan ABD’ye esin kaynağı oldu. ABD Başkanı’nın konum ve yetkileri o dönemdeki İngiltere Kralı’na benzer bir şekilde tanımlandı. Kongre’den bağımsız ve Kongre ile yasama yetkilerini paylaşan bir icraat başı. En önemli fark seçilmiş bir devlet başkanı olmasıydı.

- 123 -


Dr Bahadır Kaleağası

Böylece ABD kalıcı bir anayasal düzene kavuşurken, İngiltere’de bu rejim evrimine devam etti. Kral tamamen simgeselleşti. Avrupa modeli parlamenter demokrasi gelişti. Hükümetin meşruiyet kaynağını parlamentodan aldığı ve iki kurumun birbirini denetleme ve dengeleme haklarının olduğu; güvenoyu, gensoru, erken seçim, parlamentonun lav edilmesi gibi yetkilerin öngörüldüğü bir rejim. Avrupa’da Demokratik Rejimler Türkiye her ne kadar kendine has bir ülke olsa da, rejimin evrimini daha iyi izlemek için ileri demokrasilere genel bir bakış yararlı olabilir. İki temel demokratik rejim var: Kuzey ve Güney Amerika’daki başkanlık rejimi türleri ile ve Avrupa, Hindistan, Japonya ve Avustralya gibi birçok yerde farklı alt modelleri gözlemlenen parlamenter rejim. Bir de zaman zaman Latin Amerika, Asya ve de Afrika’da gözlemlenen “başkancı” rejimler var ki, konumuz demokrasi olduğu için üzerinde durmayacağız. Avrupa ölçeğinde incelendiğinde farklı parlamenter rejim modelleri belirmekte: 1) Kabine hükümeti: Tek parti iktidarı. Siyasal güç başbakan ve çevresindeki önemli bakanlardan oluşan bir dar kabinede odaklanmıştır. Başbakanın meclise de hâkim olduğu ve istediği yasaları kolaylıkla çıkarabildiği bir sistemdir. Meclisteki tek parti çoğunluğunun kaynağında ülkenin siyasi geleneği, dar bölgeli seçim sistemi ve siyasi konjonktür gibi çeşitli nedenler olabilir. Bazı durumlarda küçük bir partiyle koalisyon hükümeti kurunca da bu sistem işler. İngiltere bu grubun en tipik örneği. İspanya, İtalya (Berlusconi’li) İrlanda, Yunanistan, Portekiz, İsveç, Macaristan ve nispeten Almanya gibi başka örnekleri de var. Son yıllarda Türkiye’de bir kabine hükümeti örneği teşkil etmekte. 2) Partikrasi: Hükümetin birçok parti tarafından seçim sonrası pazarlıklarla kurulduğu sistem. İktidarın asıl kaynağı hükümetten parti genel merkezlerine kayar. Parti başkanları hükümete girmeyebilir. Kararlar parti liderleri arasında alınır. Uzlaşma arayışı ve her an hükümetin bozulması olasılığı siyasi gündeme renk verir. Diğer taraftan, uzlaşma ile alınan kararların toplumsal desteği daha geniş halkalara yayılır. Bazen zor reformlar başarılabilinir. Bu sistemin en tipik örneği Belçika. Hollanda, Lüksemburg, İsviçre, İtalya (Berlusconi’siz) ve geçmişte zaman zaman Türkiye ve Danimarka gibi ülkelerde gözlemlenir. 3) Yarı-başkanlık rejimi: Fransa’da De Gaulle için 1958’de tasarlanan sistem. Klasik parlamenter demokrasinin üzerinde, bir de halkın seçimiyle işbaşına gelen Cumhurbaşkanı var. Konumu diğer Avrupa ülkelerindeki krallar veya Cumhurbaşkanları gibi simgesel veya sınırlı değil. Başbakanın tayininden, meclisin lav edilmesine, yasaları veto hakkından, dış politikaya uzanan geniş yetkileri var. Bu sisteme en çok yaklaşan diğer Avrupa ülkeleri Polonya ve Romanya. Ayrıca, Avusturya, Portekiz ve Finlandiya gibi bazı ülkelerde de seçimle işbaşına gelerek değişik derecelerde anayasal yetki sahibi olan cumhurbaşkanları var. Teoride ve Pratikte Siyasal Güç Rejim farklılıkları uygulamada ülkeler arası önemli ayrımlar getiriyor. Örneğin, mecliste rahat çoğunluk sahibi bir İngiliz başbakanı dünyanın kendi ülkesinde en kudretli seçilmiş lideri. Ne Washington’daki Başkan gibi Kongre ile ilişkileri gözetmek, ne de Lahey’deki meslektaşı gibi

- 124 -


Dr Bahadır Kaleağası

koalisyon içi dengelerle uğraşmak zorunda. Üstelik İngiltere’de ‘devlet başkanı’ olan kral veya kraliçenin, Belçika’daki kuzeninin aksine, asgari de olsa siyasal yetkisi yok. Pratikte en önemli dikkat odağı Türkiye için Fransa olmalı. Çünkü bu ülkeye aft edilen “yarıbaşkanlık” tanımlaması aslında son derece yanıltıcı. Bazı durumlarda ABD Başkanı’nınkileri aşan üstün yetkiler söz konusu. Halk tarafından seçilen Fransa Cumhurbaşkanı devletin başı olmanın simgesel ve anayasal gücüne sahip. Ayrıca mecliste kendi partisinden bir çoğunluk varsa, hükümet de fiilen Cumhurbaşkanı’nın denetiminde oluyor. Bu senaryoda Fransa Cumhurbaşkanı görevi boyunca “seçilmiş kral” kimliğine bürünebilmekte. Örneğin geçmişte De Gaulle, son olarak Sarkozy. Mitterand ve Chirac da başkanlıkları döneminde kendi partileri hükümetteyken birer ‘seçilmiş kral’ oldular. Fakat her ikisinin de başkanlıkları sırasında ibre kaydı. Kendi dönemleri bitmeden bir genel seçim sonucunda rakip parti mecliste çoğunluğu ve dolayısıyla hükümeti devraldı. Böylece her ikisi de “iktidarda ortak ikamet” (“co-habitation”) deneyimini tattılar. Bu dönemlerde cumhurbaşkanlığı görevinin anayasal sınırları içine çekildiler. İronik olarak, her ikisi için de fiilen icraattan uzaklaştıkları bu dönemler halkın gözünde itibarlarını yükseltti. Her ikisi de bir sonraki seçimleri daha rahat kazandılar. Fransa tarihinin diğer iki cumhurbaşkanı Pompidou ve Giscard ise, görevlerini mecliste kendi partilerinin eşit ortak olduğu koalisyon desteği ile geçirdiler. Bugün Fransa’da birçok düşünce lideri, uzman ve gözlemci için bu güçlü Cumhurbaşkanı sistemi zaman aşımına uğramakta. Sarkozy deneyimi Fransa’da giderek böyle bir rejimin sakınıcılarını ve ileri bir demokrasi için vatandaşları rahatsız eden unsurlarını belirginleştiriyor. Çağdaş toplumlar “şef” değil “hizmetkâr” iktidar ve lider istiyor. Cumhurbaşkanı Seçimi Kılavuzu Seçim iki turlu olursa, anahatları ile şöyle bir senaryo işler: -

İlk tur için adaylar açıklanır. Her siyasal parti kendi adayını öne sürme eğiliminde olur.

-

Fakat her parti içinde liderler dışında da aday adayları belirebilir. Çünkü bazı kamuoyu yoklamaları ikinci turdaki olası rakip karşısında en şanslı aday olarak başka bir kişiye işaret edebilir. Bu kişi liderle aynı siyasal aileden fakat daha az yıpranmış, daha bilge, daha dinamik, daha birleştirici, daha yeni veya mevcut konumu sayesinde halkın gözünde daha “cumhurbaşkanı” olarak algılanabilir.

-

Sonuçta adaylar açıklanır ve seçmen sandığa gider. En çok oy alan iki aday ikinci tura kalır. Bu noktada açık ara ile bir birinci ortaya çıkabilir. İkinci ise birkaç aday arasından kıl payı farkla sıyrılabilir. Nasıl olursa olsun, ikinci tura kalan her iki kişi de Türk halkının ilk seçtiği Cumhurbaşkanı olmaya çok yakın olur. Tabii ilk turda yüzde elli üzerinde oy alan aday doğrudan seçilir.

-

İkinci turdaki iki adaydan biri kesin ve doğal olarak yüzde elliden fazla oy alır. Türk siyaset ve seçmen psikolojisi açısından yepyeni bir durum. Bu önemli çünkü bazen şöyle görüşler ifade ediliyor siyasal sohbetlerde: “Yok olmaz, bu kişi Türk halkından asla yüzde elli oy alamaz”. “Peki ya öbürü?”. “O ise imkânsız, Türk halkı onu cumhurbaşkanı yapmaz”. Hâlbuki ya o, ya

- 125 -


Dr Bahadır Kaleağası

da öbürü. İkinci turda iki adaylı seçim pusulası olacak ve biri mutlaka yüzde elliden fazla oy alır. -

İki tur arasındaki bir veya iki haftalık zaman önemli. Her iki aday da kendilerine ilk turda oy vermeyen seçmenlerden oy almak zorunda. Bu dönemde ilk turda kaybeden adaylar seçmenlerine diğer iki adaydan birine destek olmaları için telkinde bulunabilir. Adaylar arasındaki bir televizyon tartışması da kararsız oylara kitlesel olarak yön verebilir.

-

İlk turda ikinci gelen aday, ikinci turu önde bitirebilir. İki tur arasındaki medya, seçmen seferberliği ve kampanya performansı önemli. Başka etkenler de devreye girebilir: ilk turda kaybeden adaylara oy veren seçmenlerin ikinci turdaki adaylardan hangisini kerhen de olsa ötekine yeğledikleri etkili olur. İkinci turdaki adaylardan birine karşı fiilen bir tepki bloğu da oluşabilir.

-

İkinci turun akşamında, basit bir oylama olduğu için kazanan belli olmalı. Başa baş bir yarışın sonucu ise ertesi sabaha veya itiraz süreçlerine neden olabilir.

Böylece halk tarafından seçilmiş bir Cumhurbaşkanı göreve gelir. Peki, bu bir rejim değişikliği midir? Başkanlık Rejimi mi? Parlamenter demokrasiden, başkanlık ya da yarı başkanlık seçimine geçiş mi olur? Anayasa’da bugünden o güne Cumhurbaşkanı’nın yetkileri arttırılmaz ise yanıt “hayır, köklü bir ani değişim olmaz”. Fakat evrim kaçınılmaz. Halkın çoğunluğunun seçtiği bir cumhurbaşkanının sahip olduğu anayasal yetkiler siyasal güç halelerine dönüşür. Devlette üst düzey atamalardan, yasaları veto yetkisine, dış ilişkilerden ülkenin temel sorunları karşısında kamuoyuna yön vermeye uzanan geniş bir hareket alanı somutlaşır. Tabii Cumhurbaşkanı ile hükümet ve meclis arasındaki üçgende kalan siyasal dengeleri belirleyecek birçok etken var. Mevcut anayasal çerçevede bir dizi senaryoyu en etkili konumdan, en karmaşık olanına doğru şöyle sıralayabiliriz: 1.

Cumhurbaşkanı kendi siyasal hareketinin lideri ve bu parti mecliste mutlak çoğunluk sahibi. Bu hipotezde Cumhurbaşkanı hükümet üzerinde önemli bir icra etkisine sahip olur. Başbakanı ve bakanları belirler, genel siyasal yönelimlerin önderi olur.

2.

Cumhurbaşkanı siyasal hareketinin lideri ve bu parti bir koalisyon hükümetinin büyük ortağı. Bu durumda hükümetin ortakları aralarında anlaştığı ölçüde Cumhurbaşkanı yine etkili olur. Fakat artık başkanlık sistemine evrim görecelidir.

3.

Cumhurbaşkanı siyasal hareketinin lideri fakat partisi koalisyon hükümetinin küçük ortağı veya çok ortaklı koalisyon var. Cumhurbaşkanı bu dönemde halkın gözünde partiler üstü bilge kişi konumunu pekiştirmeye çalışır. Sık sık partiler arası arabuluculuk yapmak zorunda kalarak da olsa, anayasal yetkilerini rahat kullanmaya devam eder.

4.

Cumhurbaşkanı siyasal hareketinin lideri değil. Lider başbakan. Partisi ise tek başına hükümet ya da koalisyon ortağı. Veya Cumhurbaşkanı olduktan sonra partisinde yeni bir

- 126 -


Dr Bahadır Kaleağası

lider öne çıkıyor… Bu durumlarda siyasal rejimin evrimi yumaklaşır. Kişilere, olaylara, krizlere, toplumsal dönüşüm aşamalarına göre senaryolar farklılaşır. 5.

Cumhurbaşkanı kendi siyasal hareketinin lideri ve bu parti hükümette değil. Başbakan Cumhurbaşkanı’nın siyasal rakibi. Bu yeni bir siyasal arena demek. Cumhurbaşkanı anayasal yetkilerini sonuna kadar kullanabilir, isterse anamuhalefet gibi hareket edebilir. Veya bir sonraki seçimleri dikkate alarak ‘devlet adamı’ kimliğini vurgular. Muhtemel rakibi olacak başbakana karşı ‘cumhuriyetin başkanı’ konumunu pekiştirmeyi dener.

6.

Bu senaryoların daha pek çok değişken etkeni var. Kural 5+5 yıl ise, bir seçilen bir daha aday olabilir. Örneğin, mevcut cumhurbaşkanı ilk beş yılını doldurmakta ise, bir sonraki seçimde yine yüzde elliden fazla oy alma gereği denkleme dâhil olur. İkinci dönemindeki bir cumhurbaşkanı için ise, tarihsel rolü açısından geriye somut etkiler bırakma hedefi de devreye girer.

Bazı durumlarda parlamenter demokrasiler “başbakancı” hale gelebilir. Başkanlık sistemleri de “başkancı” rejimlere dönüşebilir. Demokrasi bulanıklaşır. Demokrasilerde başta Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Sayıştay olmak üzere tüm yargı erki önemli birer denge ve denetim unsurudur. Bağımsız ve tarafsız oldukları konusunda toplumsal kuşku bir demokrasiyi eritir. Ayrıca parti dışı ve içi muhalefet, medya, sivil toplum, sendikalar ve özel sektör gibi farklı aktörler hiç bir başkan veya başbakanı tek hâkim olarak bırakmaz. Ülke içinde ve dışında arkasında abartılı kalabalık gruplarla hareket eden, insanların önünde eğilip büküldüğü, toplumun çekindiği, aşırı itibar veya tepki gösterdiği siyasetçiler demokrasi kavramı ile çelişir. Topluma karşı “hizmetkârlık”, “saydamlık” ve “hesap verebilirlik” iki seçim arasında kalan dönemin temel demokratik özellikleridir. Demokrasi berrak bir rejimdir.

POLİTİKA GIRGIRI Gırgır mizah dergisinin merhum Oğuz Aral ile zirveye tırmandığı dönemde üst başlığında bir ibare olurdu: “Politika değil, politikacılarla uğraşır”. Bir dönemin ikonlarından sarı beyaz efsanevi dergide dönemin siyasetçileri mizahın tatlı sivriliğinden nasiplerini alırlardı. Sivil toplum kuruluşları, sosyo-ekonomik temsil kurumları, özel sektör ve akademik etkinlikler için ise öncelik “politika ile değil, somut politikalarla uğraşmak” olmalı. Aradaki fark Türkçede yeterince bariz değil; İngilizcede “politics” ve “policy” kavramları ile daha iyi açıklanıyor. Partiler ve siyasetçilerle ilgili olan ‘siyaset/politika’ ile toplumu ileriye götürecek ‘siyasetler/politikalar’ odaklı bir yaklaşım arasındaki fark söz konusu. Politikalar sorunların teşhisi ve çözümüne, atılımlara, bunlar için gerekli yasal, ekonomik ve toplumsal girişimlere, eylem planlarına, uygulama takvimlerine, finansman kaynaklarına ve iletişim araçlarına yönelik olur. Partilere, partiler içi ve arası ilişkilere, seçim propagandalarına ve kişilere odaklı bir politika tartışması başka, politikalarla ilgilenmek başka. Hangi politikacılar?

- 127 -


Dr Bahadır Kaleağası

Seçim havasının ülkeye egemen olmaya başladığı bir dönemde politika konuşulması doğal. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini kim nasıl iyi yönetemedi? Hükümet ne umdu, ne buldu, ne arıyor? Muhalefet ne kazandı, ne kazanamadı, ne kazanacak? Partiler birleşiyorlar mı, yeniden mi birleşiyorlar, birleştiriliyorlar mı, birleşir gibi mi yapıyorlar? Anayasa değişecek mi, değişemez mi, değiştirilmez mi? Kim nereden aday olacak? Liste başları seçmene ne ifade edecek? Türkiye’yi önümüzdeki dönem kimler yönetecek? Politikada “kim?” sorusu kuşkusuz çok önemli, son derece belirleyici. Demokrasi, çağdaş ülkelerde halkın özgür iradesiyle kendi arasından en yetkin gördüğü kişileri geçici olarak yönetime getirme rejimidir. Milletvekilleri, bakanlar ve başbakan yerel, ulusal ve küresel düzeyde ülkenin sorunlarına çözüm getirebilecek, fırsatları değerlendirebilecek ve yeni atılımlar tasarlayabilecek yetkinlikte olmalılar. Bu nedenle, ülkeyi çok iyi yönetebilmek için gerekli niteliklerle, siyasal partilerin liderliği, yönetimi ve milletvekili adaylığı için gerekli nitelikler mümkün olduğunca aynı olmalı. Bu nitelikler arasındaki fark açıldıkça, ülke demokrasisi var oluş amacına aykırı işlemeye başlar. Bazı politikacıların arkalarında etrafı rahatsız eden korumacı, ricacı, teşrifatçı, göze görünmeci, göze girmeci, görüntü alıcı ve alkışlayıcı ordusu ile dolaşmaları ise 21. yüzyılda gülünç oluyor. Hangi politikalar? Dolayısıyla “kim?” sorusu önemli. Fakat bir o kadar da eksik. “Nasıl?” sorusu da bir öncelik. Politikalar da bu noktada devreye girmekte. Seçimlere bu kadar yaklaşıldığı bir ortamda siyasal partilerin hangi politikaları nasıl uygulayacaklarına odaklanmaları gerekiyor. Bu yalnızca siyasal partilerin sorumluluğu değil. Medyanın, sivil toplumun ve seçmenlerin de çok daha fazla talepkâr olması gerekiyor. Politikalar üzerine toplumsal tartışma sürekli olmalı, seçim dönemlerinde yoğunlaşmalı. Bu yönde bir süreç herkes için öğreticidir. Siyasal projeler arasındaki rekabet verimli olur. Daha nitelikli politikalar biçimlenir. Toplumun ortak akıl üretimi tetiklenir, ülke kazançlı çıkar. Ulusal çıkarlar korunur. Demokrasi güçlenir. Batı demokrasilerinden çeşitli örnekler bu denklemi doğrulamakta:  ABD’de iki yıl öncesinden başkan adayları televizyon programlarında görüşlerini açıklamaya, diğer adaylarla tartışmaya, farklı seçim bölgelerinde halkla görüş alışverişi forumları düzenlemeye başlıyor. Kongre için aday olanlar neredeyse bir sonraki seçime kadar sürekli kampanya halinde çalışıyor.  Almanya’da düşünce kuruluşları ve partilerin vakıfları sürekli üretim halinde ( Sosyal Demokrat Friedrich Ebert, Hıristiyan Demokrat Konrad Adenauer, Liberal Friedrich Naumann ve Yeşillerin Heinrich Böll vakıfları). Halkın sorunları inceleniyor, diğer ülkelerde temsilciliklerle uluslararası

ilişkilere yönelik araştırma ve etkinlikler düzenleniyor, parti politikalarına ve demokratik gündeme analitik bir katkı sağlanıyor. Ayrıca yerel basının çok güçlü olduğu Almanya’da seçmenlerin günlük yaşamı ile siyaset daha iç içe gelişiyor.  İngiltere’de her hükümetin karşısında muhalefetin bir gölge kabinesi var. Hükümet çalışırken muhalefet de aynı dosyalar üzerinde ayrıntılı bir etkinlik içinde. Halk iktidarda diğer

- 128 -


Dr Bahadır Kaleağası

partilerden biri olsa ‘kim, hangi politikaları, nasıl uygulardı?’ daha açık görüyor. Seçim zamanı bir sonraki dönemi belirleyecek olası politikalar muamma olmuyor.  Hollanda, İsveç, Belçika gibi nispeten küçük nüfuslu güçlü demokrasilerde siyasetçi seçmenin günlük yaşamı içinde yer almakta. Yerel ölçek önemli. Siyasetçilerin günlük iş programlarında halkla ve güncel konularla daha sık yakın temas olanağı var. Bu tür ülkelerde, diğer demokrasilerde de etkili olan gençlik kolları ve düşünce kulüpleri semt düzeyinde devreye giriyor.  Fransa’da cumhurbaşkanlığı adayları işe toplumun gereksinimi olan politikalar üzerine kitap yazmakla başlıyor. Aylar süren forumlar düzenliyor, medyada ülkenin gündemi derinlemesine irdeleniyor. Genel olarak çağdaş demokrasilere baktığımızda en önemli özelliklerden biri siyasal liderle ile seçmen arasında monolog değil, yapısal bir diyalog olması. Lider yalnızca seçim meydanlarında, televizyon programlarında veya parti grup toplantılarında kürsüden görüşlerini açıklayan bir kişi değil. Liderler ve diğer siyasetçiler aynı zamanda akademik konferanslarda, halk forumlarında, partiler tarafından düzenlenen özel etkinliklerde zaman geçiren, dinleyen, tartışan, öğrenen kişiler. Son on yılda gelişen internet sayesinde sanal forumlar da artık siyasal yaşamın temel boyutlarından biri haline geldi. Türkiye en az iki yılda bir seçim dönemine giriyor. Belediyeler, milletvekillileri ve Cumhurbaşkanı için sandığa gidiliyor. Bu süreçlerden demokrasinin güçlenerek çıkması en büyük kazanç olmakta. Ülkenin iç huzuru, istikrarı güvenliği, kalkınması, dış ilişkilerdeki onuru ve gücü buna bağlı. Ekonomik büyüme olmadan ise sorunlar çözülmez. O zaman nasıl? Ne zaman? Kaynaklar? Gırgır dergisi 12 Eylül 1980’den sonra kapağında muzipçe “kendi halinde bir mizah dergisi” yaftası ile yetinmişti. Demokrasiye dönüş adımlarıyla birlikte Gırgır da siyasetçilerle uğraşmaya hızla geri döndü. Derginin kapağında fiyat bölümünde her 10 liralık zam için bir Turgut Özal karikatür portresinin iliştirildiği dönemdi. (Zaman içinde bu portreler taşmış, kapağın çevresini sarmıştı). Oğuz Aral 1988 yılında Avrupa’nın başkentinde, Brüksel Üniversitesi’nde Gırgır karikatürleri sergisi açtığında büyük yankı uyandırmıştı. O zamanlar Türkiye’nin demokratik görüntüsü hala çok bulanıktı. Bu başarılı sergiyi gezen Brükselliler karikatürlerdeki politikacı eleştirileri karşısında şaşırmışlardı. Bazıları, bu karikatürlerin yasaklandığı için yurtdışına kaçırılmış olduğunu sanmışlardı. Zaten politikacılarla ve politika ile uğraşmada uzun süredir ileri bir demokrasiyiz. Fakat 21. yüzyılı belirleyecek olan somut politikalarda da geri kalmamalıyız.

Haziran 1988, Gırgır Dergisi. Brüksel Üniversitesi’ndeki sergi ve Oğuz Aral’ın konferansları büyük ilgi topladı

- 129 -


Dr Bahadır Kaleağası

SİYASAL LİDERLİĞİN KOORDİNATLARI Bir basket takımı, uzay gemisi ve ülke arasındaki ortak nokta nedir? Her üçünü de yönetmek için lider ve yıldızlar gerekir. Ayrıca takım ruhu, bilgi, deneyim, disiplin, soğukkanlılık, kriz yönetimi yeteneği ve uzak görüşlülük; takıma, konulara, zamana ve mekâna hâkimiyet gerekir. Belçika’nın en güçlü basket takımı Charleroi’nın salonunda Galatasaray Galatasaray-Ülker Café Crown ile maçını izlerken bir 2008 kışı akşamı çağrışımlar peşi sıra geliyor. İş günü geride kalmış olsa da, radyoaktif dalgaları devam etmekte. Koç çok önemli. Takıma, oyuna, sahaya ve tribünlere hâkim. Alçakgönüllü fakat özgüven yansıtıyor. Soğukkanlı fakat enerji yayıyor. Maçın en sıkıştığı anlarda saniyelik kararları alıyor ve uygulatıyor. Sahada duruşu ile takıma kişilik veriyor. Kaptan Kirk Maçı izlerken koç Murat Özyer’i ilk tanıdığım okul sıralarına ışınlanınca düşüncelerim, aklıma o yıllardaki çocukluk kahramanım geliyor: Kaptan Kirk. Parlayan yıldızlara açılan evren, gizemli bir müzik ve fonda bir ses: “Uzay. Son sınır ...”. Aniden uzaktan bir ışık olarak belirip, hızla yaklaşarak, ekrandan fırlayacakmış gibi geçen uzay gemisi Atılgan’ın kaptanıdır Kirk. Dünyada ve Türkiye’de yetmişli yılların en fazla iz bırakan dizilerinden Uzay Yolu’nun başoyuncusudur. Uzayın insanı ürküten derinliği ve yalnızlığında, yeni gezegenler ve uygarlıkları keşfe çıkmış gözüpek bir mürettebatı yönetir. Uzayda sık sık kriz yaşarlar. Aniden kırmızı alarm olur. Beklenmedik bir nesne, manyetik alan veya saldırı vardır. Kirk hızla kaptan köşküne girer, dev ekran karşısında soruna vakıf olurken, diğerleri de yerlerini almış durumla ilgili verileri geçmeye başlamıştır. Volkan gezegeni kökenli Spak’tan bilimsel analiz gelir. Zenci kadın Teğmen Uhura radyo dalgalarıyla iletişim kurar. Çekik gözlü Sulu savunma kalkanlarını açar. Slav aksanlı Çekov yörünge hakkındaki verileri aktarır. Makine dairesinden başmühendis Scotty geminin enerji kaynaklarını ayarlar. Dr. McCoy psikolojik danışmanlık görevini üstlenir. Kaptan takımına, güverteye ve duruma hâkimdir. Danışır ve hızla kararlar verir. Herkes kendi sorumluklarını yerine getirir. Değişime uyum Uzay Yolu dünyada en çok izlenen ve sanal âlemde uzantısı olan seri konumunu uzun yıllar korudu. Televizyon tarihi açısından ırklar arası bir mürettebat ve ilk beyaz-zenci öpüşme sahnesi gibi ilklere de imza attı. Seri 1966’da başladı fakat zamanla eskidi. Kirk rolünü oynayan William Shatner ve mürettebatı yaşlandı. Toplum ve dolayısıyla izleyici değişti. Teknoloji ilerledi. İngilizce özgün adı “girişim” (“Enterprise”) olan Atılgan gemisinin sahip olduğu teknik yapıya bugün bakınca, Kirk ve arkadaşları uzaya “kelle koltukta” çıkmış görünüyorlar. Sonraki yıllarda Uzay Yolu yeni gemiler, konular, teknolojiler ve mürettebat ile yörüngede kaldı. Toplumsal düş

- 130 -


Dr Bahadır Kaleağası

dünyası ve yaratıcılığın uzaya olan ilgisinin simgelerinden birisi oldu. İnsanlar ve canlılar arası eşitlik ve barış mesajlarıyla takdir topladı. NASA da bu nedenle, 1977 yılında Dünya etrafında insansız olarak yörüngeye soktuğu ilk uzay mekiğine “Enterprise” adını vermişti. Dizinin her yenilenmesinde en önemli sorun kaptan tercihi oldu. İlk olarak o dönemin gözde uluslararası kişiliği Sovyet lider Gorbaçov gibi saçsız imajı ve Shakspeare oyuncusu deneyimiyle Patrick Steward’ın canlandırdığı Kaptan Picard geldi uzay gemisinin yönetime. Onu Kanadalı Kate Mulgrew’in oynadığı kadın Kaptan Janeway takip etti. Sonra Zenci bir kumandan ve tekrar ilk kaptanın profiline yakın bir başrolle devam etti dizi. Uzay gemisi kaptanı seçimlerinde bir kadın ve zenci söz konusu olduğunda ister istemez aynı soru geldi o zamanlar gündeme: “Acaba bir gün bir kadın veya zenci de ABD başkanı olacak mı?” Fakat dizi yapımcıları için asıl belirleyici olan cinsiyet, ırk veya görünüm değildi. İleri bir yüzyılda insanlık uygarlığını uzak galaksilere götüreceği düşlenen uzay gemisinin kaptanı için aynı temel nitelikler arandı: bilgili, özgüvenli, soğukkanlı, atılgan bir lider. Kaptan köşkünde duruma hâkim bir mevcudiyet (İngilizce özgün tanımlamasıyla“commanding presence”). Bu da yetmezdi tabii ki. Giderek kaptanın takımı çok daha iyi uzmanlaşmış, yıldızlaşmış, her biri geleceğin potansiyel kaptan adaylarından oluştu. Çok daha düzenli bir danışma, bilgilendirme ve kriz yönetimi ile uzayın bilinmezlikleriyle mücadeleye devam ettiler. Daha ileri teknolojiler devreye girdi. Kaptan köşkü de daha iyi tasarlandı. Daha etkin hâkim olunan bir mekâna dönüştü. Kaptanlara da duruşlarıyla gemiye kişilik vermek kaldı. Siyasete mimari yenilik Liderlik. Takım. Bilgi. Teknoloji. Zaman. Mekân. Bunlar ülke yönetimi için de temel ve sürekli yenilenmesi gereken etkenler. Yıllar önce bir belgeselde Fransa’da başbakanlığın nasıl işlediği anlatılıyordu. Başbakanlık denen yer Paris’te bir devlet dairesinden farklı. Sabah çalışmaya gelinen, koridorlarında bekleşilen, çaycılar, hademeler ve güvenlikçiler, memurlar, birbirinden kalın duvarlarla ayrılan özel kalemler ve üzerinde kalemlikler ve dosyalar dizili, bilgisayarların yanda ikincil bir konumda olduğu görüntülerden oluşan bir mekân değil. Başbakanlık bir kurum. Adı Matignon. Başbakan orada yaşıyor. Etrafı yakın yardımcılarıyla çevrili. Üst düzey bürokrasi ve siyasetle iletişim süreklilik içinde. Şık salonlar, toplantı odaları, ortak alanlar ve bilgisayarlarla ülkeyi ve dünyayı 24 saat izleyen, 24 saat yaşayan bir kurum. Ülkenin kaptan köşkü. Başbakan duruma hâkim. Matignon’a iş görüşmeleri nedeniyle birkaç kere gittiğimde iktidar ve mekân ilişkisini bu belgesel sayesinde daha iyi anladım. Dünyadaki diğer siyasi yönetim merkezlerinde de benzer gözlemlerim oldu: Washington DC’de “Beyaz Saray”, Londra’da “10, Downing Street”, Madrid’te “Monclau”, Berlin’de ki yeni çok modern başbakanlık “Bundeskanzlerant” ve yine Paris’te cumhurbaşkanlığı “Elysée” … Birçok başkentte siyasal mekânlar, iç düzenlemeleri, buraları kullanan takımların gücü ve çalışma sistemleri ülkenin kaderinin şekillenmesinde önemli bir rol oynuyor. Atatürk’ün de Çankaya’da dönemin koşullarında bir kaptan köşkü kurduğu anlaşılıyor. Bu siyasi merkezler de 21. yüzyılda artık farklı olmak, daha işlevsel, saydam ve etkin olarak düzenlenmek zorunda. Zamanla her şey değişiyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu küresel ortam da hızla değişmekte. Artık çok daha farklı bir yönetim mimarisi gerekli. Farklı, yeni ve kendini sürekli yenileyen. Çağın gereklerine, küresel rekabet ortamına, Avrupa demokrasisine, bilgi

- 131 -


Dr Bahadır Kaleağası

toplumuna ve yüksek teknolojiye uyum sağlayan. Ülkenin kaptan köşkünde daha etkin işleyen bir sistem beraberinde daha akılcı bir siyasal gündem ve daha güçlü bir toplumsal destek getirecektir. Çağımızda rekabet gücü yüksek bir devlet olabilmek için yıldızlarıyla, bilgili yönetim takımıyla, disiplinli çalışma yöntemleriyle, teknolojinin kullanımıyla, mekânların iç ve dış tasarımlarıyla gerçek bir uzay gemisi kaptan köşkü gerekiyor. Yalnızca başbakanlık için değil, her bakanlık ve hatta belediyeler ve siyasal partiler için de aynı sistem gerekli. Bakanlar hemen çevrelerinde en yakın danışman ve bürokratlarıyla iç içe çemberler içinde çalışmalı. Önlerinde bilgisayar ve televizyon ekranlarından ulusal ve uluslararası gelişmeleri sürekli takip altında tutan bir iç mimari düzenleme olmalı. Başbakan ile karşılıklı etkileşimleri bir uzay gemisi disiplininde gerçekleşmeli. Bilimsel veriler, iletişim, harekât planı, enerji ve dayanışma içinde ilerlemeli. Bir basket takımı gibi taktiği aldıklarında herkes ne yapacağını bilmeli. Düzenli rapor vermeli. Lider ise sahada duruşu ile ülkeye yön vermeli. Ülkeler arası rekabet başa baş geçen bir basket maçı kadar çetin. Küreselleşme bir uzay yolculuğu kadar şaşırtıcı, bilinmezlik dolu. Hızla değişen dünyada ülkelerin yönetim sistemi kendini sürekli yenilemeli. Liderlik takıma, konulara, zamana ve mekâna hâkimiyet gerektiriyor. Liderlik kodları Siyasal partilerin toplum ve dünya koşullarının evrimi ile uyum içinde olması kaçınılmaz. Bu evrimi öngörebilen, yön verebilen siyasal hareketlere ise gün geliyor “iktidar” deniyor. Geçen yıllarda sık sık dünyanın değişik ülkelerindeki siyasi partilerin çalışmalarını yakından gözlemleme fırsatım oldu. Türkiye’de de örneğin AK Parti İstanbul Gençlik Kolları’nın etkin çalışmalarına tanık oldum. Konuşmacı olarak davet etmişlerdi. Konu Türkiye’nin Avrupa’daki geleceği idi. Genç katılımcılarla söyleşi ilerledikçe stratejik arayışlar belirginleşti. Eğitimden, gelir dağılımına toplumun her alanda ilerlemesinin, AB ve Dünya ile ilişkilerimizin de itici gücü olacağı gerçeği ile bir kere daha yüzleştik. CHP’deki değişim çalışmaları, yeni analiz ve siyaset arayışları ve dış etkinliklerindeki azim ve emeklerine de tanık oldum. İşte siyaset bu çerçevede önem kazanıyor, vizyon ve liderlerini şekillendiriyor. Siyasi partiler gençlikten, merkez yönetimlerine her kademede stratejik arayışlarla tazelendikleri sürece topluma yeni vizyon ve liderlik sunabiliyorlar. Kızılcahamam ve Abant toplantıları veya arama konferansları ile sınırlı değil bu arayışlar. Değişik boyutlar ve seviyelerde sürekli bir beyin jimnastiği önemli. Bireyler gibi, siyasal partilerin de entelektüel üretkenliklerini geliştirmeleri gerekli. Ayrıca, siyasal partilerin Avrupa’daki muhatapları ile aynı platformlarda çalışmaları çok önemli. Siyasal rekabet böyle verimli olur. Rekabet vatandaşa daha kaliteli siyaset seçenekleri sağlar. Demokrasi tarzı yönetim şeklinin ikibin yılı aşkın evriminde, ilk dönemlerden itibaren toplumsal sağduyu kaynaklı bir beklenti etkili olmuştur  değişim. Eşzamanlı olarak, insanlık uygarlığının siyasal yönetim ile ilişkisinde hem içgüdüsel hem de bilinçli olabilen bir diğer beklenti de belirleyici önemdedir  muhafazakârlık. Bu iki toplumsal beklentinin içeriğini oluşturan talepler zaman-mekân düzleminde farklılaşmaktalar. Ve ancak bir üçüncü etken ile bu beklentiler siyasal hareketlilik, seferberlik ve iktidar sürecine dönüşmektedir  liderlik.

- 132 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bugün de çağdaş demokrasilerde toplumun değişim, korumacılık ve liderlik beklentilerinin analizini iyi yapabilen siyasal hareketler iktidar fırsatına kavuşmaktalar. Özetle: 

Daha iyi, adaletli, insancıl, yaratıcı, girişimci, yenilikçi, farklı, denenmemiş ve umut vaat eden bir gelecek için değişim.

Mevcut kazanımları korumak, güvenlik, ihtiyat, bilinmeyen karşısında çekince, memnun olunan işlerin devamı, geleneklerin rehaveti ve bizzat değişimin tereddütleri karşısında muhafazakârlık.

Bireylerin ve toplumun geçmekte zorlanacakları, haritasını iyi okuyamadıkları veya cesaretlerinin yetersiz kaldığı yolda ilerleyebilmeleri için liderlik.

Toplumun karşısına iktidar adayı veya iktidarda kalmak olarak çıkacak partinin mevcut ulusal, küresel ve yerel eğilimleri ayrıntılı olarak analiz etmesi elzem. Ayrıca, demografik, sosyoekonomik ve teknolojik etkenleri bu analize doğru uyarlamalı. Küreselleşme ile birlikte üretilen malların, hizmetlerin, teknolojinin, sermayenin, bilginin ve insanların gezegen sathında çok hızlı bir hareketlilik içinde olduğu bir yüzyıldayız. Hep tekrarlamakta gerekiyor, takriben 1995’den beri hızla gelişen internet, mobil teknolojiler, yenilenebilir enerji kaynakları ve tüketici davranışları sonucunda toplumsal yaşam önümüzdeki on yıl içinde insanlık tarihinin en kapsamlı dönüşümünü yaşamaya devam edecek. Bu arada küreselleşme aynı zamanda birçok sorunu da tetikliyor. Virüsler de daha rahat dolaşabiliyor dünyada. Biyolojik, dijital, finansal ve terörist virüsler. Bu çerçevede, sınırlar ötesi bir toplumsal coğrafya ve sorunlar dizinine karşı uluslararası ve uluslar üstü siyaset üretme ve uygulama sistemleri ön plana çıkıyor: BM, DTÖ, G20, OECD, NATO... Avrupa Birliği de bu uluslararası gelişme ve rekabet ortamında önem kazandı. AB üyeliği Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından en etkili demokratik değerler ve ekonomik dayanışma sistemi olabildiği ölçüde bir artı değer ifade ediyor. Ulusal boyut, 1789 Fransız Devrimi ve sonrasındaki hızlanan sanayi devrimi, toplumsal dönüşüm ve demokrasi hareketleri sonucunda 21. yüzyılda şekil değiştirse de, önemini sürdürmekte. Sonuçta AB dâhil, mevcut uluslararası kurumsal yapıların belirleyici aktörü ulus-devlet olmaya devam etmekte. Demokrasilerin toplumsal mayası için de, ulusal çerçeve halen en etkin yönetim boyutu olarak görülmekte. Bu noktada demokrasilerde ulusal çıkar kavramının çağdaş anlamı özellikle vurgulanmalı: insan odaklı ulusal çıkar. Vatandaş odaklı demokrasi. Ve vatandaş odaklı dış politika, maliye politikası, enerji politikası, eğitim politikası... Yerel boyut ise, uluslararası siyasal kurumsallaşma eğilimlerine paralel olarak güç kazanmakta. Birçok alanda demokrasiler vatandaşlarına en yakın ölçekte siyaset üretmek, uygulamak ve hesap vermek zorundalar. Vatandaşın talebi ve uygulanacak olan politikanın başarısı bunu gerekli kılmakta. Vatandaşa yakınlığın bir önemli boyutu daha var. Liderin kişiliği, sosyal duruşu toplumu etkileyebiliyor. Özellikle gençleri. Efendi, saygılı, nezaketli tavırlar da etkili oluyor, küstah tarzlar da.

- 133 -


Dr Bahadır Kaleağası

Somut politikalar Küresel, ulusal ve yerel boyutlar da topluma sunulacak siyaset önerilerinin bir biri ile karşılıklı etkileşimi göz ardı edilmemeli. Örneğin her demokraside zaman zaman iktidarlar çok kısa vadeli çıkarlara takılabilir. Her hangi bir ülkede hükümet bireysel ekonomik çıkarlara da hitap edebilir. Bunun sonucunda bazı kişiler iş bulabilir. Bazı şirketlerin iş hacmi artabilir. Başka ekonomik çıkarlar gelişebilir. Fakat bu kalıcı mı? Ulusal ölçekte ekonomiyi büyüten ve kamu maliyesine katkı sağlayan bir siyaset mi söz konusu? O ülkedeki hükümetin yerel siyaset olanaklarından ekonomik olarak nasiplenen kişi ve şirketler orta vadede dünyadaki rekabet koşullarına göre bir atılım fırsatı mı yakaladılar? Daha iyi eğitim, yeni beceriler, yeni teknolojiler, ürün veya hizmette bir yenilikçi yaklaşım ile ülke çapında ve dünya pazarlarında daha güçlü olmak için mi teşvik edildiler? Ülke hangi bireysel özgürlük ortamı, insan sermayesi ve yeni teknolojiler ile yükselecek? Yerel siyasal mesajların duyarlılık kurgusunda da bilimsel desteğe ve parti teşkilatının değerlendirme ve yönlendirmelerine ihtiyaç var. Örneğin işsizliğin yüksek olduğu bir il ile nispeten düşük olduğu bir il arasında siyasal söylemin öncelikleri ve iletişim imgeleri farklı olmak durumunda. Birincisinde işsizliğinin yerel nedenleri ve çözümler dikkate alınmalı. Diğerinde ise işsizliğin ötesinde kaygılar ön plana çıkabilir: mevcut işlerin muhafazası, verimlilik ve gelir sorunu, altyapı... Diğer yandan, vatandaşın artık kendi günlük yaşamı için önemini daha iyi anladığı küresel rekabet ortamına atıf da etkili olmakta. Örneğin Türkiye’den çok daha az gelişmiş olan Çin son zamanlarda çok önemli kararları uygulamaya başladı: ucuz ürünler değil, teknolojik yenilikçilik ağırlıklı ekonomik büyüme modeli, güneş ve rüzgâr enerjisi teknolojilerinde dünyada bir numara olmak, ilkokul birinci sınıftan itibaren zorunlu İngilizce öğretimi, vatandaşlarının yurtdışı seyahatlerinin kolaylaştırılması ve teşviki, üniversitelere dünyadaki en iyi öğretim üyeleri ve öğrencilerin çekimi, kadın işgücünün ve girişimciliğinin hızla artması... Ekonomik ve mesleki yaşamda olduğu gibi, siyasette de rekabet önemli bir verimlilik etkenidir. Daha çok tekrar edeceğiz: rekabet yoksa rehavet oluyor.

KADIN TÜRKİYE - “Ne kadar az şey bilirsek ‘öteki’ hakkında, o kadar kolay olur genelleme yapmak. Ne kadar

genelleştirir ve uzakta tutarsak ‘öteki’ni, o kadar fazla olur korkumuz.” Yazar Elif Şafak konuşuyor, duru bir İngilizce ile, “su gibi”: - “Tasavvufi İbn Arabî 13. yüzyılda ‘Aşk dinini izlerim, kervanı beni nereye götürürse’ demiştir.

Aşk dini ‘korku dini’nden ve beraberinde getirdiği Doğulu ve Batılı sertlik yanlılarının ürünü olan ‘korku siyaseti’nden çok farklıdır”. Avrupa Parlamentosu, AB Komisyonu, Avrupalı sivil toplum kuruluşları, diplomasi, özel sektör ve medyadan dinleyicilerin ilgisi iyice yoğunlaşıyor, Brüksel’de evsahipliği yaptığım davette.

- 134 -


Dr Bahadır Kaleağası

- “Ve bugün Batı’da önemli derecede bir İslam korkusu ile Müslüman dünyadaki Batı’ya karşı

derin güvensizlik birlikte var olmakta.” Brüksel’de, Kadın Girişimciler Derneği (Kagider) ofisinin açılışına katılan AB çevreleri iyice dikkat kesiliyor: - “Aşk ve sufizm ve de edebiyat su gibi olabilir; akışkan ve dönüştürücü. Türkiye şaşırtıcı ve çok

yüzlü bir sanat ve kültür yaşamına sahip. Ne yazık ki bu zenginlik Avrupa dillerine nadiren çevriliyor”. Davetliler belki de ilk defa duydukları ‘kökleri gökyüzüne doğru uzanan tuba ağacı’ gibi metamorfozların da etkisi altında konuşmanın ana mesajlarını daha da iyi anlıyorlar: - “İslam ile demokrasi bir arada yaşayabilir mi? Bu soru karşısında Türkiye 150 yıllık Batılı

evriminin sonucunda ‘evet’ yanıtına ulaştı”. Daha çok, daha çoğul Tabii bu “evet yanıtı mutlak bir yargı bırakmayabiliyor geride. Türkiye gündemini izleyen çoğu kişi biliyor ki evrim devam ediyor. Türkiye deneyimi heyecan, endişe ve merak kaynağı olmaya devam etmekte. Fakat herhangi bir aşamasında toplumsal evrimin, özgüvenle “evet” diyebilmek önemli, iyimser bir yakın geleceğe uzanan dileklerde. Süreçler içindeyiz. Kagider’in o dönemki başkanı Gülseren Onanç’ın Avrupa Parlamentosu’nda yaptığı konuşmada dediği gibi “Türkiye’nin kadınlarından kaynaklanan girişimciliğini, demokratik değerlerini, kültürel zenginliğini ve küresel gücünü geliştirmek ve Avrupa’ya ulaştırmak üzere yola çıktı”. Yıllar içinde bir çok kadın hakları boyutu olan etkinlik taşındı böylece Avrupa zeminine: Ka-Der, Ka-Mer, Mor Çatı, Haydi Kızlar Okula!, AÇEV, İKAM, İstanbul 2010, Aile İçi Şiddete Son! … Avrupa Parlamentosu’nda Dünya Kadınlar Günü vesilesiyle TÜSİAD tarafından 8 Mart haftasında düzenlenen etkinliklere önde gelen sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte katılan Kagider Brüksel’de daha çok var olma kararı almıştı. Temsilcilik açılış davetinde Türk kadınları söz alırken, bir AB yetkilisi “işte yalnızca Türkiye’nin değil, tam Avrupa’nın gereksinimi olan tutarlı ve özgüvenli bir Avrupa Parlamentosu, Kadın Hakları Konferansı, Mart 2009 aydın duruşu” görüşünü fısıldıyordu. Kadın hakları = ulusal çıkar Türkiye’nin temel sorunları her ülke için olduğu gibi birbirine bağlı. Ekonomi, siyaset, toplumsal kalkınma... Bir çözüm stratejisine nereden girerseniz karşınıza diğer boyutlar ve alt başlıkları çıkıyor. Bu noktada da en temel sorunlar belirginleşiyor: ekonomik büyüme ve eğitim. Bir de bazı konular vardır ki anahtar rol oynarlar. Çok boyutlu bir şekilde her alanda ülkenin geleceğini etkilerler. Bunların başında kadın hakları geliyor. Kadın sorunlarının, kadının değil tüm toplumun sorunları olduğu bilinci yaygınlaşmalı. Hangi siyasal eğilim, sosyal konum ve bireysel psikolojide

- 135 -


Dr Bahadır Kaleağası

olursa olsun, kimsenin göz ardı edemeyeceği bir gerçek var: Türkiye’de kadın hakları ilerledikçe Türkiye kalkınacak; küresel düzende yükselecek. Kadın hakları olarak tanımlanan ilerlemeler geniş bir yelpazeye yayılmakta: çalışma koşulları, eşit işe eşit ücret, okullaşma, siyasete katılım, aile içi şiddet, bireysel ve kültürel özgürlükler, ... Bu yöndeki gelişmelerin doğrudan etkilediği alanların bazılarını peşi sıra yazınca ufuk daha da berraklaşabilir: insan hakları ve laik demokrasi, ekonomik büyüme, eğitim, istihdam, girişimcilik, verimlilik, üretkenlik, sosyal güvenlik, kırsal ve bölgesel kalkınma, tarım, bilgi toplumu, kamu sağlığı ve Türkiye’nin uluslararası saygınlığı, imajı. Yalnızca son maddeden yola çıkarak bir seri alt başlık: AB’ye üyelik süreci, ihracat, yabancı sermaye, turizm, vize sorunları, dinler arası hoşgörü, ... Derin mahcubiyet Mustafa Kemal Atatürk Kurtuluş Savaşı’nın en zor günlerinde topladığı eğitim şurasında asıl kurtuluşun toplumun eğitimi ile mümkün olabileceğini ilan eden ve salondaki kadın eğitimcileri iliştirildikleri kenar sandalyelerden erkeklerin arasına ve öne davet eden bir bilgeydi. Cumhurbaşkanlığı döneminde söylemiyle, devrimleriyle, attığı her adımda ve tarihe mal olacağının bilincinde çekilen fotoğraflarında Türk kadınını yücelten bir önder. “Kadınlarını geri bırakan toplumlar geri kalmaya mahkûmdur” sözlerinin sahibi evrensel siyaset dehası. Geride kalan yüzyıl içinde Türkiye dünya sahnesinde yerini pekiştirdi. İlerledi, gelişti, serpildi. Sonuç şöyle: Birleşmiş Milletler’in cinsiyete dayalı dünya gelişmişlik sıralamasında 136 ülke arasında 2011 yılında Türkiye 71. sırada sürünüyordu. Dünya Ekonomik Forumu’nun Cinsiyet Uçurumu Endeksi’nde de 115 ülke arasında 105. sırada sefilleşiyor. Kadınların ortalama altı yıl eğitim alabildiği, işgücüne katılımlarının son yıllarda yüzde 30’un altına düştüğü, kadına şiddet ve baskı sapkınlığının direndiği, cinselliğe dayalı dogma ve tabuların yozlaştırdığı, TBMM, hükümet, yerel yönetimler ve devletin düşük kadın oranlarıyla toplumdan koptuğu bir ülke için hak edilmiş bir küresel performans faciası söz konusu. AB’nin de sorunu Cinsiyetler arası fırsat eşitliği Avrupa Birliği’nin de temel bir politikası. Münhasıran sosyal boyutta değil. Aynı zamanda bir demokrasi, ekonomik rekabet gücü ve güçlü toplumsal yapı hedeflerinin belirleyici bir aracı olarak. AB Komisyonu’nun bu konudaki son raporuna göre 1999 ile 2004 arasında yaratılan istihdamın dörtte üçü kadınlar tarafından doldurulmuş. Toplam kadın istihdam oranı ise son yıllarda yüzde 56’yı aşmakta. Kadınlar ile erkekler arasındaki istihdam oranı farkı Kuzey ülkelerinde ortalama yüzde 10, Akdenizlilerde yüzde 20 civarında seyretmekte. Fakat tabloyu daha dikkatli inceleyince birçok sorun sinyali gözlemlenmekte. Avrupalı kadınlar kendi cinsiyetlerine özgü olarak tanımlanan iş alanlarında yoğunlaşıyor. Bazı ülkelerde yarı süreli işlerde çalışan kadın oranları erkeklere göre çok yüksek. Şirketlerde yönetici düzeyde yalnızca yüzde 32, yönetim kurullarında yüzde 10 ve en üst düzeyde (“CEO”) yüzde 3 oranlarında kadın var. Akademik dünya ve ar-ge alanında doktoralı kadın sayısı yüzde 43, fakat profesör kadın oranı yüzde 15. Kadınlar aynı işteki erkeklere oranla ortalama yüzde 15 daha az ücret alıyor. İşyerlerinde ve konut alanlarında çocuk yuvaları sayı ve nitelik olarak daha fazla yatırım gerektiriyor.

- 136 -


Dr Bahadır Kaleağası

Daha kadın bir Türkiye için Aslında Türkiye ilginç bir ülke. Bu ülkenin bir çok batı ülkesinden önce kadın başbakanı, içişleri bakanı, eğitim bakanı, anayasa mahkemesi başkanı da olabildi. Türkiye bir taraftan kadın sorunlarıyla bocalarken diğer taraftan da bazı ilgili alanlarda Avrupa’da en ilerideki ülkeler arasında yer alıyor. Örneğin özel sektörde üst ve en üst düzey yönetici, bankacı, mühendis, avukat ve akademisyen gibi alanlardaki kadın oranıyla Türkiye Avrupa’da en ileri bir kaç ülke arasında yer almakta. G20 Gezegeni’nde uluslararası şirketlerde çok sayıda üst düzey kadın yönetici var. Türk kadını engellenmezse ve hatta engellemelere rağmen küresel rekabet gücüne ulaşabildiğini ispatlamış durumda. Son yıllarda kadın sorunlarına olan siyasal ilgi arttı. Bunda sivil toplum kuruluşlarının büyük etkisi var. Adındaki “kadın” yerine “aile” tercih edilmiş olsa da ilgili bir bakanlığın varlığı, AB sürecinde Türk Ceza Kanunu ve Medeni Kanun değişiklikleri, toplumsal duyarlılık artışı ve çoğalan etkinlikler olumlu eğilimleri yansıtıyor. Tabii bütçesi dar bir bürokrasinin sınırları var. Zaten genelde üst düzeyleri erkek-yoğun bir bürokrasinin ülkenin sorunları karşısında yapısal bir sorunu var demektir. Bu konuda son dönemde bir gerileme olmayabilir. Fakat ölçüt olarak geçmişe değil, dünyaya ve geleceğe bakmalı. Önümüzdeki dönemde diğer bir acil hedef, sosyo-ekonomik örgütler, odalar ve sivil toplum kuruluşlarında da kadınların en üst düzeylerde yönetim ve temsil görevlerine gelmesidir. Bu kurumların hangisi toplumun önünde, hangisi zaman aşımından muzdarip belli olmalı. Artık hiçbir kurum 21. yüzyılın cinsiyet ayrımsız bir bilgi toplumu çağı olma sınavından kaçamamalı. Kadın oranı yakışıksız seviyelerde seçim listeleri, meclisler, hükümetler, bürokrasiler, vilayetler, belediyeler ve yönetim kurulları tarihin bulanık dönemlerinde kalmalı. AB mevzuatına uyumda Türkiye’nin atması gereken her adım doğrudan Türkiye’nin kazancı olacak. Demokrasiden, ekonomik ve toplumsal kalkınmaya her alanda Türk kadınının güçlenen konumu AB sürecinde ülkenin önünü açacak. Ayrıca Türkiye’nin imajı pekişecek. Dış politika ve ekonomik çıkarları güçlenecek. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve vatandaşlarının uluslararası onuru ve saygınlığı yükselecek. Türkiye insanlık uygarlığı tarihinde “ne kadar erkek bir toplum” olduğunu yeterince ispatlamış olmalı. Ekonomi, insani kalkınmışlık ve uluslararası ilişkilerde eksik bir toplum olarak yol buraya kadar. “Kızlarını okutmayan millet, oğullarını manevi öksüzlüğe mahkûm etmiş demektir. Elbet sefil olursa kadın, alçalır beşer”. Atatürk’ün “inkılâp ruhunu ondan aldım” dediği Tevfik Fikret, bırakın II. Abdülhamit döneminin Osmanlı İmparatorluğu’nu, Batı dünyasında bile kadın haklarının ilkel olduğu yıllarda böyle atılmışsa ileriye, 21. yüzyılda, G20 Gezegeni’nde Türkiye’nin ulusal onurudur kadın-erkek eşitliğinde en ilerici ülke olmak. Hem en baştan başlayarak, meclisten, bakanlar kurulundan, bürokrasiden, hem de en

- 137 -


Dr Bahadır Kaleağası

temel zeminde, evde, işte, okulda, sokakta, herkesin iç dünyasında. Türk siyaset kültürü yüzyılların birikimi olan şiddet kültürü ve aşağılık komplekslerinin tortularından arınmalı. Artık Türkiye’nin aynı zamanda “kadın bir toplum” olarak yücelme zamanı. Korku ve güvensizlikle değil. Yeni bir toplumsal dönüşümün duruluğu ve akışkanlığı içinde. “Su gibi”.

TEK YOL BİLGİ TOPLUMU DEVRİMİ Avrupa Birliği diyor ki “bilgi toplumu devrimi yapamazsam, 21. yüzyılı kaybederim”. Bu saptamanın Türkiye açısından en az iki anlamı var. Birbiriyle bağlantılı, birbirini tamamlayan iki gerçek: 1. Bilgi toplumuna dönüşümü başaramazsak Avrupa vizyonumuzu kaybederiz. 2. Bilgi toplumuna dönüşümü başaramazsak zaten 21. yüzyılı da kaybetmişizdir demektir. Evet, AB 2020 kapsamındaki Dijital Gündem politikasının temel hedefi çok açık: 21. yüzyılda var olmak. Daha ileri bir demokrasi olmak. Rekabet gücünü korumak. Ekonomik büyüme ve istihdam. Bunlar zaten çağdaş siyasetin temel hedefleri. Dijital gündem ise bu yönde en temel araçlardan biri. Dijital Gündem AB 2020 Stratejisi Avrupa’da dijital tek pazar oluşturulması hedefleniyor. Çok iddialı, son derece kapsamlı bir girişim. Hızlı internet, sanayide ileri teknoloji, günlük yaşam ve ticarette yeni dijital uygulamalar, mobil teknolojiler, eğitim, çevreyi koruyan yeni enerji teknolojileri, elektrikli motor, … Yelpaze geniş, hedefler somut, eylem planları ayrıntılı. 2013 yılına kadar tüm AB vatandaşlarının geniş bantlı internet erişimine, 2020 yılına kadar tüm vatandaşların en az 30 Mbps hızında internet erişimine ve yine 2020 yılına kadar AB hanelerinin %50’sinin 100 Mbps hızından daha yüksek hızda internet abonmanı sahip olması hedefleniyor. Dijital tek pazar kapsamında ise e-ticaretin desteklenmesi, 2015 yılına kadar tüm AB vatandaşlarının %50’sinin internetten alışveriş yapıyor hale gelmesi, 2015 yılı itibariyle toplam AB nüfusunun %20’sinin sınır ötesi e-ticaretten faydalanması öngörülüyor. KOBİ’lerin ise%33’lük oranının 2015 yılı itibariyle internet üzerinden alım-satım yapabilmesi, 2015 yılına yaklaşırken ulusal tarifeler ve dolaşım hizmetleri arasındaki fiyat farkının sıfıra indirgenmesi de AB Komisyonu’nun koyduğu hedefler arasında yer alıyor. AB, 2020 Stratejisi’nin temasıyla da uyumlu olarak dijital hizmetlerde kapsayıcılığı çok önemsiyor. Öyle ki, 2015 yılına gelindiğinde düzenli internet kullanımının günümüzdeki %60 seviyesinden %75 seviyesine çıkarılması öngörülüyor. AB ayrıca 2015 yılına kadar hiç internet kullanmamış nüfusu yarıya düşürmeyi hedefliyor. Yine 2015 yılı itibariyle elektronik kamu hizmetlerinin (e-devlet) vatandaşlardan %50’sine ulaşması ve önemli kamu hizmetlerine sınır ötesi olarak farklı AB üye ülkelerinden erişiminin sağlanması amaçlanıyor.

- 138 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bu hedefleri gerçekleştirmek için ise toplam 16 adet ana eylem devrede. Bunlar daha canlı bir dijital tek Pazar, teknolojilerin uyumu, birlikte işlerlik, standartlar, dijital güvenlik, çok hızlı internet erişimi, dijital okur-yazarlığın, yeteneklerin ve dijital sosyal eşitliğin artırılması, … Eylemlerin birçoğu girişimcilerin dijital tek pazara dâhil olma aşamasında yaşadıkları sıkıntıları gidermek üzere mevcut yasal çerçevenin yalınlaştırılması amacını taşıyor. Ayrıca özel sektör yatırımları teşvik ediliyor. Yeşil mobilite, diğer bir deyişle çevreye duyarlı ulaştırma sistemi de çok önemli bir konu. Sadece daha fazla elektrikli motor, toplu taşıma, bisiklet, parklar ve daha iyi düzenlemiş trafik değil söz konusu olan. Yeni bir kent yaşamı kültürü gelişiyor. Konut, iş, alışveriş, okul ve yaşam alanlarının farklı merkezlerde toplandığı kent düzenleri trafik ve doğa kirliliği sorunları tetikledi son yüzyıl boyunca. Artık kent içinde ne kadar az hareket gerekirse, insanlar yaşadıkları yere yakın bir çember içinde işe, okula, alışverişe, spora ve eğlenmeye gidebiliyorsa, o kadar makbul. Yeni teknolojiler kent içi trafiği azaltıyor, evden yapılan iş ve ticareti destekliyor. Örneğin 2020 yılına kadar AB’deki tüm faturalamanın kâğıt yerine elektronik olarak yapılması. 40 milyar € tutarında kazanç tahmin ediliyor. Dijital gündemin uygulamasında aslan payı tek tek üye ülkelerin ulusal bütçelerine ait. AB seviyesinde de bilgi-işlem teknolojilerine ar-ge yatırım miktarı mevcut 5,7 milyar eurodan 11 milyar euroya çıkıyor. AB bu şekilde özel sektör yatırımlarının da 35 milyar eurodan 70 milyar euroya yükselmesini umuyor. Üye ülkeler de kendi vatandaşlarının internet okur-yazarlığı ve eyetenek durumu, ülkedeki geniş bant dağılımı, e-ticaretin yaygınlığı açılarından değerlendirmeler yapıp, belirlenen hedeflere ulaşmak için gereken yatırımı planlamak durumunda. Ayrıca AB’nin bölgesel ve kırsal kalkınma fonlarının da dijital ajanda kapsamında kullanılması gündemde. E-dönüşüm Dünyada bilişim ve iletişim teknolojilerinde muazzam gelişmeler yaşanıyor. Uygarlık, ekonomi ve demokrasi köklü ve hızlı bir şekilde değişmekte. Küresel ekonominin üç devi olan ABD, AB ve Japonya’nın yanı sıra Hindistan, Çin, Brezilya gibi yükselen büyük pazarlardan, İsrail, Güney Afrika ve Kanada gibi atılımcı ülkelere uzanan geniş bir rekabet gücü yarışı sürmekte. Bilgi toplumuna dönüşüm kavramının alt başlıklarında farklı fakat birbirine yakın alanlar var. Bu alanların iç içe geçmeye başladıkları “yakınsama” evresindeyiz. Bilgi, ses ve görüntü aynı platform ve aletlerde toplanıyor. Dijital ekonomide her yıl, bir öncekini çok gerilerde kalmış tarih yapraklarına dönüştürüyor. İnternetsiz bir yaşam bugün kalkınmış dünya için damarlarından kanın çekilmesi anlamına gelir. Clinton’ın başkan seçildiği, soğuk savaşın çoktan bitmiş olduğu, Putin’in Kremlin’de yükselmeye başladığı, Türkiye’nin AB ile gümrük birliği oluşturduğu, Orta Doğu’da diktatörlüklerin ebedi sanıldığı yıllarda internet henüz yaşamımıza egemen olamamıştı. Zaman kavramının göreceliğini giderek daha somut hissediyoruz. İnternet ve dijital teknolojiler son on yılda her alanda toplumu değiştirdi. Ticaret, siyaset, finans, eğitim, medya, hizmet, şirket yönetimi, bürokrasi, turizm, demokrasi, sağlık, arkadaşlık, aşk, kültür, eğlence, örgütlü suç, terör, ... Daha bir kaç yıl önce iPod, Skype, Google Earth, dijital televizyon, You Tube, Facebook, Twitter vs yoktu. Gelecek yıldan bakabilseydik eğer, bu yıl neler yok acaba?

- 139 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bilgisayar ortamı, cep telefonu, televizyon, müzik, sinema ve elektronik aletler bütünleşiyor. Hem teknolojik hem de içerik olarak. Böylece bilişim sektörünün anlamı ve kapsamı da genişliyor. Bilgi toplumu dönüşümü deyince ise, ufuk iyice genişlemekte: bilimsel yenilikçilik, arge, bioteknoloji, nano-teknoloji, eğitim reformu, iç ve dış güvenlik, gıda güvenliği, çevreyi koruma, kentçilik, sağlık, sanatsal ve kültürel yaratıcılık, kırsal kalkınma, ... Bilgi toplumu devrimini başarmak her şeyden önce bir ulusal çıkar ve güvenlik hedefi olmalıdır. Bu açıdan bakınca Türkiye için iki temel soru ortaya çıkıyor:  AB bu konuda hangi hedefleri geliştirmekte?  Türkiye bu yönde nasıl bir strateji izlemeli? Eğer iktidara aday bir siyasetçi olsaydım, topluma “bilgi toplumu” çerçevesinde şu alanlarda somut hedef ve eylem planları sunardım: ►

Dijital ajanda alanında AB atılım peşinde. Türkiye bu sefer önde gidecek, tren kaçırılmayacak. Bilgisayar, yazılım, telekomünikasyon, mobil teknolojiler, yeşil teknolojiler, nanoteknolojiler gibi 21. yüzyılı şekillendiren sektörlere her türlü yatırım, istihdam, teknolojik yenilikçilik ve uluslararası başarı desteği verilecek. Türk bilişim sektörünün önü açılacak. TÜBİSAD, Türkiye Bilişim Vakfı ve Türkiye Bilişim Derneği gibi sivil toplum güçleri ile ortak çalışılacak. Bilgi Çağı dergisi okullarda düzenli olarak okuma ve tartışma konusu olacak. Örneğin, Bilişim en düşük yatırımla ve en kısa sürede istihdam yaratan bir alan. Sanayide kalıcı bir işte bir kişi için 50.000 ile 70.000 Euro arasında, turizmde 40.000 Euro gerekirken bilişim için ortalama 2.500 Euro yetmektedir. Yatırım takvimlerini yıllar değil aylar belirlemekte. Türkiye yurtdışına yüksek kalitede ve uygun maliyetli teknolojik hizmetler sunabiliyor. Türkiye şu anda bulunduğu bölgede en kaliteli ve en yüksek sayıda yazılım geliştiren şirkete sahip ülke. Bu gelişmeler Türkiye için hem istihdamın artırılması, hem de ihracatın geliştirilmesi açısından büyük fırsatlar doğuruyor. ►

Ülke sathında geniş bant ve kablosuz internet. Her haneye, her ticari işletmeye, her öğrenciye hızlı internet. İsteyen kendine filtre uygulayabilir fakat yasaları ihlal dışında sınırsız özgür İnternet. Dünya’da artık Türkiye ve Teknoloji sözcükleri birlikte anılacak. Uluslararası tanıtım stratejisinde teknoloji, tasarım, yaratıcılık önplana çıkacak Güneş, hidrojen, yeşil motor ve rüzgâr enerjilerinde hedef dünyada ilk on ülke arasına girmek. Bor madeninin dünyada gelişen nano-teknolojiler ve temiz enerji kaynakları araştırmaları açısından değerlendirilmesine yönelik özel bir bilimsel görev birimi kurulacak. Belediyeler arasında “en temiz enerji”, “en cazip sosyal alan” ve “en girişimci yerel ekonomi” alanlarında rekabet teşvik edilecek. Başarılı olanlar, parti bağları dikkate alınmaksızın ödüllendirilecek.

- 140 -


Dr Bahadır Kaleağası

EĞİTİMLİ İNSANLAR ÜLKESİ Eğitim ekonomidir. Dolayısıyla bir Avrupa Birliği konusudur. Aynı zamanda bir ulusal güvenlik meselesidir. Tüm bu alanların temelinde eğitim belirleyici bir etkendir. Çünkü: 1. Eğitimde çağını yakalayamayan ülkelerin ekonomisi batar. Çağının ötesine geçemeyenler ise sıradanlaşır. Ekonomik büyümenin, istihdamın ve küresel rekabet gücünün temeli insan sermayesidir. 2. Türkiye’nin AB üyeliği süreci yalnızca bir mevzuat uyumu programı değildir. Genç nüfus sadece niceliksel bir veri. Ancak niteliksel bir artı değere dönüşürse AB sürecinde anlamı var. 3. Ekonomisi eğitim ve girişimcilikle güçlenemeyen ve bilhassa seçmenlerin bilgili ve bilinçli olamadığı bir ülke için ciddi bir ulusal güvenlik sorunu var demektir. Milli Eğitim Bakanlığı’nın Fatih projesi ve diğer programları, CHP'nin istihdam odaklı Gence Artı girişimi, Türkiye’yi eğitim meşalesiyle aydınlatan en önemli kurumlardan biri olan Türk Eğitim Derneği’nin (TED) Uluslararası Eğitim Forumu ve eğitim alanında yüksek nitelikli ve geniş katılımlı çok başarılı çalışmalar gerçekleştiren Eğitim Reformu Girişimi ( www.erg.sabanci.edu) gibi bir çok sivil toplum ve devlet kurumu ülkenin geleceğine yatırım yapıyor. Bilgi temelli ekonomi Küresel ortamda hareket alanı küreselleşen en önemli olgu ‘bilgi’. Her çağın insanları ve kurumları için bilgi ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel bir artı değer oldu. Bilgiye ulaşmak; bilgiyi sorgulamak, kullanmak ve geliştirmek artık her zaman olduğundan çok daha etkili bir güç kaynağı. Dünyada tüm ülkelerde eğitim öncelikli bir alan olarak her ekonomik kalkınma stratejisinin odağında yer almakta. Avrupa Birliği’nde siyasal gündeminin temel hedefi “dünyada en önde gelen bilgi temelli ekonomi” olmak. Girişimcilik, eğitim, insan sermayesi ve bilgi toplumu bu stratejinin temel direklerini oluşturuyor. Çağdaş dünyanın yeni siyaset kavramlarından birisi “mezunların işe alınabilirliği”. İş dünyası geçen yüzyıla göre köklü bir değişimden geçmekte. Yoğun teknoloji, süreç yönetimi, çok yönlü bilgi birikimi ile ihtisaslaşmayı eşzamanlı gerekli kılan, yaşam boyu eğitimin, sorun çözücülük ve çok kültürlülük niteliklerinin makbul olduğu bir çalışma yaşamı şekillendi. Üniversite mezunlarının toplumdaki oranı Japonya’da yüzde 36, ABD’de yüzde 38, AB’de ise yüzde 25. Üstelik son yıllarda Avrupa’dan Atlantik'in öteki yakasına bir beyin göçü gözlemleniyor. Avrupa’da gündemde kaçınılmaz olarak köklü bir eğitim reformu var. Uluslararası rekabet Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri eskimiş ekonomilerine rağmen Türkiye’yi AB sürecinde geçerken en önemli nitelikleri toplumlarının yüksek eğitim seviyesiydi. Asya’dan Latin Amerika’ya yükselen ekonomilerde eğitim stratejik güç kaynağı. ABD’de başkan adayları eğitim alanındaki ayrıntılı vaatleriyle de yarışıyorlar. Özellikle Hillary Clinton ve Barack Obama bu konuya öncelik vermekte. Clinton önerdiği politikalar sayesinde 1,4 milyon üyeli Amerika Öğretmenler Federasyonu’nun desteğini aldı. ABD ulusal gelirinin yüzde 2,6’sını yüksek öğrenime harcıyor. Bu

- 141 -


Dr Bahadır Kaleağası

oran AB’de yüzde 1,2. Fakat özellikle orta öğrenimde ABD’de ciddi sıkıntılar var. Siyaset tehlikenin farkında. İsveç, Finlandiya, Norveç, Danimarka ve İzlanda özel sektör kuruluşlarının ‘Küresel Başarı için Kuzey Reçetesi’ başlıklı raporunda önemli bir bulgu var: “Eğitim sayesinde İskandinavya bugün dünyanın en başarılı ekonomik modeline kavuştu. Bundan sonra da ancak eğitime yapılacak yeni yatırımlarla küresel başarısını devam ettirebilir”. Fransa’da gündemin birinci maddesi, her aklı başında ülkede olduğu gibi ‘ekonomik büyüme ve istihdam’. Cumhurbaşkanı Sarkozy 2008 yılında partiler arası kısa vadeli siyaseti aşmak amacıyla akademi, özel sektör, sivil toplum ve gençlerden oluşan bir bağımsız komisyona rapor hazırlatmıştı. ‘Fransa’da Ekonomik Büyümenin Özgürleşmesi Komisyonu’nun başına Jacques Attali gelmişti. Bankacı, mikro-finans uzmanı, girişimci, kırk kadar roman, siyasal, tarihsel ve ekonomik araştırma, tiyatro ve çocuk kitabının yazarı ve eski cumhurbaşkanlarından Mitterand’ın danışmanı Attali’nin ismiyle özdeşleşen rapor büyük etki yarattı: “Fransa dünyanın değişim hızının gerisinde kaldı, derhal reform!”. Bu yönde üçyüzü aşkın somut, sonuçları ölçülebilir, kaynakları ve takvimi belli siyaset ve mevzuat önerisi. Bunların altında toplandıkları başlıkların ilki evrensel nitelikte: ‘Önce Bilgi: Yaratıcı ve Özgüvenli Kuşaklar Yetiştiren Bir Eğitim Sistemi’. Attali Raporu “ekonomik büyüme gençliğin bilgi birikimine, geleceğe iyimser bakışına, yaratıcılıktan duyduğu hazza, bilimsel yenilikçilik yeteneğine ve toplumdaki mesleki ve kişisel başarısına bağlıdır” diyordu. Arkasından Fransa’yı uluslararası rekabette güçlendirecek eğitim önceliklerine dikkat çekiyordu: İngilizce, matematik, ekonomi, bilişim teknolojileri, takım çalışması, internet kullanımı, okul dışı sosyal etkinlikler, ders saatleri, sınav ve not sistemi, eğitimcilerin maddi koşulları, iş dünyası ile okul ortamı arasındaki bağlar... Üniversitelerin 21. yüzyıla uyumu için daha fazla özerklik, yaratıcılık, girişimcilik, ar-ge, rekabet, uluslararası açılım, finansman, teknoloji ve mükemmeliyet kutupları, ... Çin de eğitimin ne anlama geldiğini daha iyi anlamaya başladı. Yeni yatırım için gelenlere ülkenin geleceği hakkında güven vermek isteyen yetkililer her zaman eğitim stratejilerini de vurgulamakta. Örneğin Çin zorunlu İngilizce eğitimini her yıl giderek daha erken yaşlarda, daha üst düzeyde sağlama çabasında. Cumhuriyetin mayası Türkiye Cumhuriyeti’nin de var oluşunda eğitimin rolü çok önemli. Henüz 1921’de Kurtuluş Savaşı sırasında, dört bir yanı işgal güçlerince kuşatılmış Ankara’da eğitim kongresi düzenleyen, asıl savaşın cehalete karşı olacağına dikkate çeken Mustafa Kemal’in tarihsel dehası parlıyordu. Kuruluş döneminin en cüretkâr reformlarda eğitim hep önplandadır. Türkiye bu sayede çağını yakalamış, küresel rekabette birçok ülkeyi geçmiştir. Türk çocukların tamamen fonetik bir alfabeyle okuma-yazma öğrenmeleri kendi başına çok önemli bir güç etkenidir. Bugün de değişen dünyada yepyeni, yaratıcı ve cesur atılımlar zamanı geldi. Elbette birçok alanda Milli Eğitim Bakanlığı, yüksek öğrenim kurumları ve ilgili sivil toplum kuruluşları son derece bilinçli ve hareketli. Birçok yenilik tasarlanmakta, projeler uygulanmakta ve eğitimin bütçe içindeki payı artmakta. Fakat küresel ortam çok daha hızlı değişiyor. Rekabet

- 142 -


Dr Bahadır Kaleağası

koşulları çok daha yüksek. Çok daha kapsamlı ilerlemeler ve maddi kaynak gerekiyor. Ülkenin istikbali söz konusu. Hedeflere bir kerede ulaşılamasa da bir yerden başlamak gerek. Zamanla, aşamalı olarak yüksek oranlarda başarı seviyelerine erişilebilinir. Dikkate alınabilecek birçok öneri var. Aşağıdakiler yalnızca kişisel, eksik ve yetersiz bir demet: 1.

Oniki yıl zorunlu eğitim Türk çocuklarının temel hakkıdır. Zorunlu öğrenim daha erken başlamalı, üniversiteye kadar sürmeli. İlkokul öncesinde anaokulu da en az bir yıl zorunlu olmalı. Çocuklar Türkçeyi beş-altı yaş arasında rahatlıkla öğrenebilirler. Türkçenin fonetik özelliği buna son derece uygun. Bu ayrıcalığımızı ve üstünlüğümüzü değerlendirmeliyiz.

2.

İngilizce de anaokulunda başlamalı. Çocuklar yedi yaşına kadar üç dili anadil seviyesinde öğrenme yeteneğine doğal olarak sahipler. İlkokulda tüm kaynaklar seferber edilerek İngilizce eğitimine olabildiğince yoğunlaşmalı. Bu konu çok ciddi. Küresel gelişmeler gösteriyor ki, önümüzdeki on-onbeş yıl içinde uluslararası nitelikli iş piyasasında İngilizceyi erken yaşta anadil seviyesinde öğrenmiş olanlar, daha sonra yabancı dil olarak bilenlere göre çok büyük üstünlük sağlayacak. Hiç bilmeyenler ise dışlanacak. Türk çocukları birinci grupta olmalı. Zor bir reform fakat derhal bir yerden başlamak gerekiyor.

3.

İlkokulda sıralarda disiplin içinde oturulan ciddi ortama hemen geçilmemesi daha iyi olur. En azından dokuz-on yaşına kadar çocuklar anaokulununkine benzer rahat bir ortamda daha üretken, yaratıcı ve mutlu oluyorlar. Bu ortamda not baskısı olmadan, ortak çalışmalara, araştırmaya, öğrenmenin yöntemini öğrenmeye dayalı bir sınıf düzeni dünyada giderek yaygınlaşmakta.

4.

İlköğretimin ilk beş yılı sonunda çocuklar 21. yüzyıla uygun bir eğitim içeriği ile yeteneklerini şu alanlarda geliştirmiş olmalı: Türkçe yazılı ve sözel iletişim, sayısal zekâ, yoğun İngilizce, fen ve sosyal bilgilere yönelik araştırmacılık, bilgisayar, takım çalışması, sanatsal yaratıcılık ve spor alışkanlığı.

5.

Orta öğrenimde bunlara ek olarak: ikinci bir zorunlu yabancı dil, ekonomi ve girişimcilik, araştırma-geliştirme projeleri, bilişim, felsefe ve sosyal sorumluluk etkinlikleri (çevreyi koruma, yaşlılara yardım, yoksullukla mücadele gibi). Ayrıca tarih ve coğrafya dersleri çağdaş, ezbercilikten arınmış, çok boyutlu, sorgulayıcılığı ve araştırmacılığı teşvik eden bir içeriğe kavuşmalı. Örneğin tarih derslerinde toplumları yüzyıllar boyu etkileyen ekonomik üretim biçimleri ve ilişkileri, düşünce akımları, dinler, salgın hastalıklar, teknolojik gelişmeler, sanat ve müzik, Avrupa bütünleşme süreci, kadın hakları, demokrasi ve 20. yüzyıl tarihi gibi etkenlere savaşların tarihi kadar önem verilmeli.

6.

Seçmeli ders modülleri geliştirilebilinir. Örneğin A modülü: daha yoğun İngilizce ve yabancı dil. B modülü: Bilişim ve uygulamalı matematik. C modülü: Din kültürü. D modülü: bazı illerde yeterli ilgi varsa yöresel diller. Böylece velilerin tercih ettikleri alanda çocuklarının haftada beş-altı saat ek ders alması talepleri karşılana bilinir. Bu durumda yalnızca mesleki

- 143 -


Dr Bahadır Kaleağası

eğitim boyutunda yeterli olacak sayıda imam hatip lisesi hizmet vermeye devam edebilir. Toplumdaki önemli bir kutuplaşma eriyebilir. 7.

Meslek eğitiminde köklü bir reform ile iş dünyası, sanayi bölgeleri, teknoloji parkları ve AB projeleriyle sinerji içinde yeni bir sistem kurmanın zamanı çoktan geldi. Örneğin Bursa’da BEGEV bu açıdan bir başarı modeli oluşturmakta.

8.

Yüksek öğrenimde tıp ve hukukta yeni uzmanlıklar, bilişim ve iletişim teknolojileri, enerji, turizm, bio-teknoloji, nano-teknoloji ve nöro-bilim gibi alanlara özel özen gösterilmeli. İş dünyası ile üniversiteler arasındaki etkileşim kurumsallaşmalı. Üniversiteler bireysel özgürlüğün, bilimsel yenilikçiliğin, yaratıcılığın, uluslararası işbirliğinin, yerel kalkınma projelerinin, yaşam boyu öğrenimin ve Türkiye’nin küresel saygınlığının kalesi konumuna gelmeliler.

Dünya koşulları hızla değişti. 21. yüzyılda yalnızca mahallesinde, köyünde, kasabasında, kentinde ve ülkesinde başarılı olmak yetmiyor. Avrupa’da ve uluslararası ortamda rekabet gücü olan bir Türk halkı yükselecek dünya sahnesinde. YÜZBAŞI HİKMET VE DEMOKRASİNİN RUHU “Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu” kitabı ile tanınan Lord Kinross Anadolu gezilerini de yazıya dökmüştür. Türkçeye “Kutsal Anadolu Topraklarında” ( Nokta, 2007) başlığı ile çevrilen kitabı 1954 yılında Londra’da yayınlanır. “Biliyor musunuz, bu cephenin arkasına barikat kurmuş olan Rusya’ya baktıkça, onun bizden, askerlerimizden değil, demokrasimizden korktuğunu düşünüyorum.” Lord Kinross Kars’ı ve Ani harabelerini birlikte gezdiği Yüzbaşı Hikmet’in bu sözlerini kitabında özellikle vurgular. Yıl 1951. Soğuk savaş. Hitler sonrası Avrupa haritası yeniden çiziliyor. Sovyet etki alanı ile ABD’nin Marshall yardımı ülkeleri arasında kıta ikiye bölünmüş durumda. Doğu Avrupa’da Moskova destekli partiler iktidara hâkim. Almanya iki parça. Varşova Paktı daha yok. NATO yeni kurulmuş, Türkiye henüz üyesi değil. Sadece “Stalin’in emelleri”ne karşı Truman Doktrini ile ABD teminatı devrede. Sovyet Birliği’nde Türkçe dilleri konuşan halklar, başta Kırım Tatarları olmak üzere sürgünlere, etnik temizliğe maruz kalmaktalar. Yazar, Yüzbaşı Hikmet ile sohbetlerinden ilginç ayrıntılar aktarıyor. Türkiye sosyal ve ekonomik kalkınmada henüz çok gerilerde olsa da, sınırın iki tarafı arasındaki refah ve özgürlük farkı dikkat çekiyor: “köylülerin bol gıdaları, kahvelerde radyo başında toplanmış, meclisteki tartışmaları dinleyen gruplar”. Yüzbaşı Hikmet iki ülkenin sınır birlikleri arasındaki toplantılardan, öğlen yemekleri sonunda Rusların yemekleri kırıntılara kadar bitirebilmeleri için Türk askerlerin nezaketen bir süre arkalarını döndüklerinden ve hediye edilen Kravchenko’nun “Özgürlüğü Seçtim” kitabından bahsediyor. ABD’ye iltica eden bu Sovyet yetkilisinin anıları ideolojik propaganda aracına dönüşmüş olsa da, sonuçta özgürlük mesajı taşımaktaydı. Sınırlar ötesi demokrasi mesajları her zaman otoriter rejimler için huzursuzluk kaynağı olmuştur. Soğuk savaş yıllarında Radio Free Europe ve televizyon dalgaları ile Avrupa’nın doğusundaki

- 144 -


Dr Bahadır Kaleağası

halklara sistematik olarak daha özgür bir yaşamın imgeleri yayılmıştı. Uzun yıllar Türkiye’de terörü destekleyen bazı ülkelerdeki rejimlerin korkusu da aynı yönde olmalı: kendi vatandaşlarının sınırın ötesinde daha özgür bir yaşam olduğunu bilmeleri. Alışveriş olanaklarından, televizyon ile yansıyan renkli yaşam görüntülerine ve seçim afişlerine serpilen daha cazip bir komşu ülke rahatsız eder diktatörleri. 21. Yüzyılın Değerleri Yeni bir yüzyıla geçerken hızlanan teknolojik gelişmeler gezegenin tüm halklarını komşu yaptı birbirine. Daha kolay seyahat, televizyon uyduları, internet, mobil teknolojiler, sosyal medya derken, demokrasinin ruhu daha rahat gezer oldu ülkeler arasında. Kıvılcım Tunus’a düşünce Mısır’ı da yakıyor, Ürdün ve Yemen’i de tutuşturuyor, Belarus veya Güney Doğu Asya’yı da ısıtıyor. Fakat bu aynı zamanda demokrasinin daha kolay kök saldığı, geliştiği ve korunduğu anlamına geliyor mu? Demokrasi bazen daha popülist otoriter rejimlere doğru yumuşak geçiş aracı mı oluyor? Orhan Pamuk The Guardian’daki geniş yankı bulan yazısında ( 23.10.2010) Batı’nın kaybettiği cazibesinden, demokrasi sorunlarından, ışıkları Asya’da yükselen Doğu’dan ve Türk halkının karmaşıklaşan dünya görüşlerinden bahsediyor. Güncel tartışmalarda buna benzer sorular her ülkede yeşermekte. Hegel’in “zamanın ruhu” kavramı ve dünya üzerinde doğudan batıya dolaşan uygarlık düşünceleri geliyor akla (Tarih Felsefesi Üzerine Dersler, Berlin, 1837). Çin’den, İndus Vadisi’nden, Pers diyarlarından, Avrupa’ya, sonra Amerika’ya hareket eden bir dünya uygarlık merkezinin bugün Japonya’dan sonra tekrar Asya’da parladığını düşünen birçok yaklaşım var. Tabii gerek Marksist diyalektik içinde, gerekse günümüzün somut verilere dayalı uluslararası finans, ekonomik üretim, insan sermayesi ve askeri güç temelli analizleri çerçevesinde bu tür yaklaşımlar çok sınırlı kalmakta. Örneğin, Çin bugün hızla dünyanın en büyük ekonomisi olma yolunda ilerliyor. Dış yatırımlar, güneş enerjisi, elektrikli otomobil, savunma sanayi ve uzay teknolojilerindeki atılım sinyalleri son derece kuvvetli. Azimli ve çalışkan bir halka sahip. Diğer yandan kişi başına düşen milli gelir, insani kalkınmışlık göstergeleri, eğitim, sosyal ayaklanmalar ve doğal dengeleri koruma sorunları çok derin. Kültür, sanat, siyasal düşünce, din, medya ve internet özgürlükleri kısıtlı. Tereddütler ve Tercihler Zamanın ruhu nasıl dolaşırsa dolaşsın, demokrasinin ruhu olmadan bir uygarlık gücü olmak mümkün mü? Batı, sorunlarına rağmen, demokrasi kültürü, kadın hakları, bireysel özgürlükleri, kültürel çoğulculuğu ve hukuk devleti ile Türkiye gibi bir ülke için hala asıl çekim merkezi değil mi? Yoksa 21. yüzyılda artık otoriter, fakat kendi belirlediği koşullar içinde halkına hizmet götüren, aldığı kararları etkin uygulayan, uyumlu ve istikrarlı toplum ülküsü vaat eden yeni rejimler mi zamanın ruhuna hitap edecekler? Demokrasiler yönetemiyor mu artık uygarlığı? Yoksa her şeye rağmen hala halkların daha iyi bir yaşam beklentilerine en güçlü yanıtı demokrasiler mi veriyor? Tahrir Meydanı’ndaki Kahireliler için Berlin mi, Pekin mi daha ideal? Peki ya Ankara’nın demokrasi gücü söz konusu mu? Ya da Kahire için yalnızca şimdikine göre birkaç derece daha fazla Berlinli olmak yeterli mi? Böylesi daha mı gerçekçi? Daha mı doğru?

- 145 -


Dr Bahadır Kaleağası

Yüzbaşı Hikmet Gürsel hemen savaş sonrası Almanya’ya giden Türk heyetlerinde yer almış, diktatörlerin yıkımını dehşetle gözlemlemişti. Ellili yıllarda, Sovyet sınırı ötesine bir demokrasinin askeri olmanın özgüveni ile bakarken, ülkesindeki yeni özgürlük havasının hazzı içindeydi. Sonra ABD’de West Point akademisinde dünya görüşü aynı yönde pekişti. Ne var ki, zamanla ülkesindeki siyasetin demokrasiden uzaklaşan eğilimlerinden üzüntü duydu. 27 Mayıs’ta askeri cuntaya katılmadı fakat önce iyimserlikle yaklaştı. Sonra darbecilerin iç çatışmaları sırasında mesleğinden koptu. Mütevazı ve mesut yaşamının son yıllarında, yetmişli yıllarda siyasetin cepheleşmelerinden kaygı duymaktaydı. Fakat hep demokrasiye inandı. Dedem yaşamının son dönemini vakfettiği torununa da aynı iyimserliği aşıladı: “tereddüt anında tercihi her zaman özgürlüklerden yana yap”.

- 146 -


Dr Bahadır Kaleağası

V - TÜRKİYE’NİN AVRUPA EKSENİ Avrupa gündemi her boyutta karışık. Yaşlı kıtada yeni bir kurumsal, siyasal ve ekonomik coğrafya belirmekte. Bugün için sabit gözüken bir çok etken, koşul ve durum değişecek. Türkiye’nin çok kuvvetli tarihsel köklerinin uzandığı Balkan ve Karadeniz coğrafyası da yakın gelecekte Avrupa Birliği’ne dâhil olabilir. Bu arada AB ekonomik kriz dalgaları ve siyasal birlik atılımları arasında evrimine devam edecektir. Türkiye açısından ise fırsatlar dolu bir yakın gelecek var. Her Avrupa ülkesinin kendi ulusal gündemi AB düzeyindeki uluslararası gündem ile doğrudan iletişim içinde. Bu artık müzakere halindeki bir ülke olarak Türkiye için de öyle. Türkiye sadece kendi içine bakamaz. Ancak Avrupa ve dünyadan kopmadan ilerleyebilir toplumsal kalkınma yolunda. AB için de Türkiye artık “öteki” değil. Sadece anlaması zor bir ülke. AB reformları, yeni bir anayasa ve Kürt sorunu gibi temel siyasal gündem maddelerinde toplumsal uzlaşma reflekslerinin kırılganlığı anlaşılamayan bir ülke. Avrupa ekseni ekonomik ve siyasal çıkarlar ve demokratik değerler temelinde Türkiye açısından esas eksen olmaya devam ediyor. Bu Avrupa dışında eksen olmayacak anlamında değil. Tam tersine çok eksenli bir uluslararası ilişkiler ortamı içindeyiz. Sadece Avrupa ekseni olmak, en başta Türkiye’nin AB üyeliği sürecine zarar verir. Değişen Dünya ve Avrupa’da değişim rüzgârları hiç dinmeyecek. Çok sayıda değişken etkenle belirlenen uluslararası gelişmeler Türkiye için fırsat ufukları açıyor. Kötümser “hava çok rüzgârlı” der. İyimser “hemen geçer” umudundadır. Gerçekçi ise yelkenleri ayarlar, yoluna devam eder.

DÜNYA’DA TÜRKİYE : • • • • • •

AVRUPA’DA TÜRKİYE : 1. televizyon ihracatçısı 4. otomobil ve yedek parça üreticisi 1. otobüs üreticisi 3. demir-çelik üreticisi 3. seramik-fayans üreticisi 6. beyaz eşya üreticisi 4. en büyük telekom pazarı 3. büyük yat ve 8. gemi üreticisi 6. sanayi makinası üreticisi 2. inşaat malzemesi üreticisi

1. çimento ihracatçısı 2. mücevher ihracatçısı 2. düz cam üreticisi 1. bor üreticisi 6. hazır giyim ihracatçısı 7. büyük turizm ülkesi

ve de Bio-çeşitliliği en zengin ülke (örneğin, Avrupa’da yaklaşık 3500 endemik bitki türü var, Türkiye’de 3250)

En hızlı büyüyen ve en geniş -

- 147 -

piyasa ekonomisi bilgi toplumu turizm ülkesi yabancı sermaye çekim merkezi


Dr Bahadır Kaleağası

TÜRKİYE’DE NELER OLUYOR? Eski bir alışkanlık. Yirmi yılı aşkın bir süredir International Herald Tribune gazetesine abonelik. Sabah 7.00 sularında posta kutusuna düşen gazete ile güne başlamak; örneğin bir sonbahar sabahı olduğu gibi (28 Ekim 2009). Sabah mahmurluğunda gazeteye yan gözle ilk bakışlar. Birinci sayfadaki büyük fotoğrafın son zamanlarda şaşırtıcı olmayan görüntüleri. Aşırı dinci bir gösterinin öfkeli kadın görüntüleri, pankartlar, yeşil siyah, kırmızılı bayraklar... Orta Doğu hakkında bir mevzu herhalde. Sonra kahvaltıda gazeteye daha iyi uyanmış olarak bakan gözlerin şaşkınlığı. Bu manşet İran, Irak veya Gazze’den değil: “Dikkatli gözler Doğu’ya dönmekte gözüken Türkiye’nin üzerinde”. Dikkatli, şaşkın ve uyanan gözler. Gün içinde dünyanın dört bir yanından telefon ve e-posta geliyor. Son zamanlarda veya aynı sabah Türkiye hakkında okuduklarından kaygı duymuşlar, soruyorlar: - Türkiye’de neler oluyor? Nereden baktığınıza bağlı. Türkiye ile ilgili uluslararası çevrelerde bu soruya değişik yanıtlar veriliyor. Kim bu çevreler? Finansçılar, siyasetçiler, bürokratlar, iş dünyası, basın, akademik kurumlar, sivil toplum kuruluşları, sanatçılar, gezginler... Kimi doğrudan Türkiye ile ilgili, kiminin ilgili olduğu alanlarda bir Türkiye boyutu var. Kimi siyaset üretiyor, kimi dosya takip ediyor, bazıları araştırma yapıyor, bazıları yatırım planlıyor, mal alıyor veya satıyor, borsaya giriyor, proje yürütüyor, seyahate çıkıyor, sempati besliyor veya karşıt lobi yapıyor. Dünyada Türkiye’yi farklı yoğunlukta takip eden ve Türkiye’deki gelişmelerden farklı derecelerde etkilenen birçok kişi ve kurum var. Bunların bilgi ve etkilenme kaynakları muhtelif: uluslararası medya, Türkiye’den yayın yapan İngilizce gazeteler, internet, kurum içi iletişim, özel araştırma raporları, kurumsal bağlar, kişisel temaslar, dostluklar, konferanslar, sosyal etkinlikler, geziler, … Kimi başkentlerde Türkiye konusunda gözler daha dikkatli ve uyanık. Bunların başında Brüksel, Washington DC, Berlin, Londra, Paris, Moskova ve Pekin geliyor. Komşu ülkeler de aynı çemberde: Atina, Bakû, Şam, Tahran, Bağdat, Sofya, Erivan, Nikosia. Balkanlar ise, başta Bosna, Arnavutluk, Kosova ve Makedonya olmak üzere, çok özel bağlar içinde izliyor Türkiye’yi. Ayrıca Roma, Madrid, Stockholm, Bükreş gibi AB başkentlerinden, Kiev, Tiflis, İslamabat, Kahire, Beyrut, Amman, Riyad, Kudüs, Yeni Delhi ve Tokyo’ya uzanan değişik ilgi dalgaları var. Sonuçta her yerde herkes soruyor: - Türkiye Batı’dan kopuyor mu? - Doğu’ya mı sürükleniyor? - Demokrasisi güçleniyor mu? - Ergenekon nedir? - Kim toplumsal baskı altında? - Dindarlar mı? Laikler mi? Kürtler mi? Aleviler mi? Dinsel azınlıklar mı? - Kadınlar mı? Gençler mi? - Kim siyasal baskı altında? - Sivil irade mi? Muhalif çevreler mi? Medya mı? - Laik yaşam tarzı mı?

- 148 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

Başörtülü kadınlar mı? Tarikat çemberi dışındakiler mi? Dinsel, etnik, cinsel ayrımcılık artıyor mu? Türkiye girişimciliğin, yaratıcılığın yeni bir merkezi mi? Türkiye dogmaların baskısında geriliyor mu? Askeri vesayet demokrasiden tasfiye oldu mu? Türkiye AB sürecinde ilerliyor mu? Tökezliyor mu? Ekonomik gücü yükselişte mi? Yoksa zorda mı? Türkiye’yi kaybediyor muyuz? Türkiye hala kendini mi arıyor? Nerede arıyor? Türkiye’de neler oluyor?

Aydınlık geleceğin bulutları Her ülkenin iç dinamikleri dışarıdan bulanık gözükür. Anlaması kolay değildir. Her ülkenin kendi içinde de kafalar karışık olur, görüş ayrılıkları çok seslilikle yumaklaşır. Türkiye yine de “Dışarıdan Bakınca Anlaması Zor Ülkeler Sıralaması”nda en önlerde gelir. Buna eklemek gereken bazı önemli etkenler var: Doğu-Batı, Kuzey-Güney, demokrasi-derin devlet, tarikatçılık-laiklik, ulus devlet-etnik siyaset ve cinsel özgürlük-cinsel tabular gibi jeostrateji ve siyaset sosyolojisi eksenlerinde Türkiye çarpıcı karşıtlıklar içeren bir ülke. AB ile müzakere sürecinde, tam üyelik hedefi var. Enerji kavşağı konumunda. Dünyanın en büyük 16. ekonomisi olarak G20 üyesi. Avrupa’nın en yakınındaki, en hızlı büyüme gücüne sahip ekonomi. İhracatının yüzde doksandan fazlası sanayi ürünleri. Tarihi, doğası, sanayisi, tarımı, gastronomisi, insan sermayesi zengin bir ülke. Teknolojiden, sanata, kadının iş yaşamındaki rolünden, akademik çalışmalara her alanda dünya çapında en iyilere sahip, fakat her alanda ortalamaları düşük bir ülke. İster istemez ilgi çekiyor. Herald Tribune’deki gibi değerlendirmeler özellikle 2008 sonrasında dünya medyasında çoğaldı. Televizyonlarda, dergilerde ve internette de benzer kaygılar veya takdirler yansıtan sorular arttı. Arap Bahar’ında Türkiye’nin aşamalı olarak geliştirdiği çok taraflı yapıcı diplomasi ise olumlu etkiler yarattı. Aslında Türkiye’nin dış politikasında İran’a, Suriye’ye, Rusya’ya önem vermesi, ilişkileri derinleştirmesi son derece doğal. Bunu kendi başına bir AB’den veya Batı’dan kopuş olarak değerlendirmek abartılı. Avrupa’nın en üst düzey ekonomi ve siyaset forumu European Business Summit bu yönde dengeli analizlerin yapılması için her yıl iyi bir fırsat teşkil ediyor.

European Business Summit 2011. B.Kaleağası, AB Genişleme Komiseri Stefan Füle.

Üstelik tüm Avrupa ülkeleri için geçerli olan denklem Türkiye için de önemli: - Ne kadar komşular ve dünyanın diğer ülkeleri ile iyi ilişkiler içinde olunursa, o kadar Avrupa’da güçlü olunur.

- 149 -


Dr Bahadır Kaleağası

Tam tersi de doğru: - Ne kadar etkin bir AB üyesi olunur veya AB’ye üyelik sürecinde tutarlılıkla ilerlenirse, o kadar komşular ve dünyanın diğer ülkeleri ile ilişkilerde güçlü olunur. Algılama ve gerçek Diğer taraftan, medya, marka, imaj, pazarlama, iletişim çağındayız. Türkiye uluslararası kamuoyu tarafından yeterince istikrarlı algılanmıyor. Dünyada yükselen bir ülke olmak için gerekli olan asgari siyasal uzlaşma, toplumsal kalkınma seferberliği, demokratik saygınlık, ulusal özgüven ve çağdaş iletişim anlayışı yansımıyor Ankara’dan yeryüzüne. Algılamanın ötesinde de sorunlar var. Dogmalar, baskılar, yalpalamalar, kutuplaşmalar… Yeni enerji teknolojileri devrimi için zamana karşı yarış çağında, zaman ve enerji kaybı içinde bir ülke olmamalı. Bu kadar önemli potansiyel sahibi bir ülkeye sahibiz. Değerini daha da iyi bilmek, değerlendirmek olası. Türkiye gerçekten 21. yüzyılın en başarılı yükselen ülkesi olabilir. Bu konuma bir yaklaşıp uzaklaşıyor. Sadece bu ülkelerden biri değil. Bunların en başında gelen ülke olabilir. Çünkü bu yükselişin demokrasi, ekonomi ve toplumsal kalkınma boyutlarını en iyi sinerji içinde geliştirebilecek ülke Türkiye. G20 içinde Çin, Hindistan, Brezilya, Rusya, Meksika… Hepsinin çok önemli artıları var. Fakat Türkiye genel bilançosu ve AB üyeliği hedefi ile hepsinden ileride bir başarı vakası olabilir. Örneğin Türkiye hakkında önemli bir Washington gazetesi makalesinde, bir Japon televizyonu haberinde veya Brüksel’de bir konferansta bir Türk bakan takdim edilirken, “bildiğiniz üzere” diye söze girildikten sonra, şöyle devam edilebilse: -

“Türkiye son anayasa reformu ile bir çok Avrupa ülkesi içinde örnek alınabilecek bir toplumsal uzlaşma, demokrasi ve ileri özgürlük modeli geliştirdi”.

-

“Türkiye kadın haklarında Müslüman dünyaya örnek olacak derken, Avrupa çapında bir ilerleme kaydetti. Meclisi, yarısı kadınlardan oluşan yeni hükümeti, çalışma ortamı ve toplumsal yaşamı ile fırsat eşitliği ve özgürlükler ülkesi oldu”.

-

“AB’nin hız kazanan yeşil enerji teknolojisi geliştirme programlarında Türkiye önde gelen bir ülke”.

-

“Çin ve Hindistan’ın yeni sanayi ihtisas ürünlerinden konuşurken, Türkiye bir dizi sektörde hızla dünya ölçeğinde bir sanayi merkezi haline geldi. Elektrikli araçlar, güneş enerjisi, nanoteknoloji, bioteknoloji, uzay çalışmaları, mobil yazılımlar, ekolojik binalar, çağdaş kent sanatı, turizm, moda ve organik tarım gibi bir çok alanda Türkiye yeni tasarımlar ve ürünlerle parlıyor”.

-

“Türkiye bundan önceki AB adaylarından farklı. AB-Türkiye ilişkilerinde gündem Avrupa’nın geleceğini belirleyen politikalar odaklı. AB’nin “iklim eylemi,” “yeni sanayi politikaları” ve “Dijital Gündem” stratejilerine Türkiye’nin katkısı dikkat çekiyor”.

-

“Avrupa’nın en genç ülkesi olan Türkiye’nin eğitim ve gençlik politikaları Avrupa’nın da küresel rekabet gücü açısından önemli bir artı değer sağlamakta”.

- 150 -


Dr Bahadır Kaleağası

Güçlü Türkiye stratejileri ile AB ve Dünya gündemini daha uyumlu kılabilmek çok önemli. Türk siyasetçiler, akademisyenler, sivil toplum temsilcileri ve medya yorumcuları keşke daha yaygın bir şekilde Avrupalı ve uluslararası konular için davet edilebilseler yurtdışındaki konferanslara, televizyon programlarına, toplantılara... Örneğin bakanlar uluslararası ortamlarda Türkiye’nin AB ile ikili sorunları, Kıbrıs, Orta Doğu gibi konulardan ziyade, karbonsuz ekonomi, Avrupa’nın enerji politikaları, yüksek öğrenimde yeni modeller, Avrupa-Asya arasında bilgi teknolojisi ağları, uluslararası finansın reformu, sosyal güvenlik ile girişimcilik politikaları arasındaki görevdeşlik gibi her ülkenin ortak gündemine ait konularda konuşabilseler, dinlenebilseler. Diğer taraftan artık Türkiye’de de iç siyasetleri tartışıyorken, bir ulusal çıkar meselesi olarak daha fazla sormak gereken bir soru var: - Dünya’da neler oluyor?

AB ÜYELİĞİ: NED EN? NE ZAMAN? NAS IL? Satranç oynanıyor. Birisi ortaya zar atıyor. Görüş Dergisi, Mayıs 1995 sayısının kapağı. Kapak anlatmaya çalışıyor ki, AB süreci bir satranç oyunu. Kuralları, taşları, birkaç tur sonraki hamleleri ve taktikleri ile çok boyutlu bir stratejik oyun. Türkiye başka bir oyun oynamaya çalışarak başarılı olamaz. Satranç tahtasına tavla zarı atarak bu iş olmaz. Aradan on beş yıl geçti. Buna rağmen Görüş Dergisi’nin o sayısındaki makalemden neredeyse “kopyala-yapıştır” yaparak bugünkü analize içerik sağlayabiliyorum. Maalesef. Geleceğin tarihinden alıntı (Görüş 1995) << Batılı siyasal, akademik veya kitlesel iletişim platformlarında Türkiye-AB ilişkileri ele alındığında konu ana hatları ve ayrıntıları ile tartışılmaktadır. Fakat aynı platformlarda “Avrupa’nın geleceği”, “soğuk savaş sonrası Avrupa düzeni” veya 2000 yılının Avrupa ekonomisi” gibi konular tartışıldığında, Türkiye-AB ilişkileri boyutu es geçilmekte. Bu çelişki “Türkiye Avrupalı mı?” sorusunun Batı’nın bilinçaltını aşan somut varlığının göstergesi. Aynı zamanda, Türkiye’nin “Batı ile ilişkileri geliştirme” döneminden, “Batılı politikalar üretme” aşamasına tam olarak geçemediğine işaret ediyor. Türkiye Avrupa ile ilişkilerinde hem Batı’nın kendisine karşı oluşturduğu bir entelektüel tıkanıklık ile, hem de kendi politikalarını ve yapısal sorunlarını Avrupalı bir çerçeveye oturtma güçlüğü ile karşı karşıyadır. Örneğin son birkaç ayın basını incelendiğinde, Türkiye ile AB arasında ne derecede önemli bir “gündem farkı” hatta gündem uçurumu”nun bulunduğu görülmektedir. İşsizlik, sanayinin verimliliği, bilgi teknolojileri, enerji tedariki, idari reform, vergi politikaları, eğitim ve teknolojik gelişmeler gibi farklı, fakat karşılıklı etkileşim içindeki sorunlar Türk medya gündeminde ağırlık sahibi değiller.

- 151 -


Dr Bahadır Kaleağası

Artık Türkiye uluslararası iletişim yeteneği kazanmalı. Bu çerçevede Almanya ve Fransa’ya özel önem verilmeli. AB değişiyor. Kurumsal reform ile derinleşiyor, yeni üyeler ile genişliyor. Türkiye bu değişimi anlamalı, gümrük birliği bir tam üyelik aracına dönüşmeli, demokratik ve ekonomik reformlar hızlanmalı, sivil toplumun Avrupa ve dünyaya açılması teşvik edilmeli. Avrasya ekseninde Türkiye’nin demokratik bir ekonomik dinamizm kaynağı olarak Dünya barışına ve refahına hizmet etmesi Avrupa’daki konumunun güçlenmesi ile doğrudan bağlantılıdır. Avrasya’ya açılım somutlaşmalı ve AB süreci ile sinerji içinde ilerlemeli, …>>. (Görüş Dergisi, Mayıs 1995) Sorunlu bilanço Türkiye 1995’de imzalanan gümrük birliği anlaşması sonrasında temel demokratik reformları ve mevzuat uyumunu hızla gerçekleştirerek AB’nin bir önceki genişleme dalgalarına katılabilirdi. Bu dönemde:  Paris ve Berlin kaynaklı muhalefet zayıftı.  Küresel ekonomik konjonktür uygundu.  Jeo-stratejik değerlendirmeler olumluydu.  Kıbrıs sorunu ise, böylesine bir demokratik ve hukuksal uyum dinamiği içinde, Annan Planı çerçevesinde Güney Kıbrıs’ta Papadopulos iktidara gelmeden çözülürdü. Gümrük biriliği kararı döneminden itibaren akademi, özel sektör ve sivil toplumdan gelen her biri tarihe kaydolmuş açık uyarılara rağmen, siyaset dünyası hızla bir avuç demokratik reformu ve mevzuat uyumu seferberliğini başlatamadı. Türkiye birçok sosyo-ekonomik sorununa rağmen AB’ye bugün üye olmuş olabilirdi. Çünkü eğilimler olumluydu. Ekonomi güçlenmekteydi. Ayrıca 11 Eylül sonrası Türkiye’nin jeo-stratejik önemi arttı. Üstelik AB için reformlarını başaran bir demokratik bir Türkiye’ye “ hayır” demenin bedeli çok ağır olurdu. Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücü gümrük birliğinden genel olarak olumlu etkilendi. Daha çok kalemde daha çok ihracat yapan, daha çok yatırım çeken, toplumuna daha kaliteli ürün ve hizmet sunan, uluslararası açılımları daha etkili, daha güvenilir bir ekonomi olduk. Eşzamanlı olarak, AB, artan bir ivme ile Türk ekonomisinin tabi olduğu mevzuat ve politikaların karar odağı haline geldi. AB üyesi ülkelerin ekonomi dünyasını ilgilendiren mevzuat ve politikaların yaklaşık yüzde 80’i AB düzeyinde. Bu oranın, gümrük birliği ve diğer ekonomik etkenler sonucunda Türk ekonomik yaşamı için de yüzde 50’yi geçtiği tahmin edilmektedir. Fakat Türkiye gümrük birliğinden sonraki aşama olan AB üyeliği sürecini yeterince hızlı yönetemedi. İnişli çıkışlı reform performansı sergilendi. Bunun sonucunda: 

Süreç uzadıkça, AB’nin Türkiye’den talepleri giderek ayrıntılara girdi, engeller çoğaldı.

Özellikle demokratik reform alanında, AB’nin kendi ortak uygulamalarını da aşan konular gündeme gelmeye başladı. Ayrıca parti kapatma davaları, medya özgürlüğü, kadın hakları ve devlet içi anti-demokratik örgütlenmeler gibi yeni sorunlar gündeme geldi. AB ise, bu gibi alanlarda analiz ve hareket deneyimine yeterince sahip olmadığından çelişkili tutumlar içinde kaldı.

Bazı AB ülkelerinde sosyal ve ekonomik sıkıntılar toplumların bazı kesimlerini yeni projelere karşı tepkiselleştirdi. Aşırı uç siyasal eğilimler serpildi. AB’nin kendi içinde anayasa,

- 152 -


Dr Bahadır Kaleağası

hizmetlerin daha özgür dolaşımı, iş piyasaları reformu ve genişleme gibi konular bu olumsuz eğilimlerin hedefi oldular. Türkiye dosyası ise bu eğilimlerin uzantısında ön plana çıkıyor. Üstelik imajı, sorunları ve boyutu ile AB kamuoyunun bir kesimi için daha kolay bir hedef olmakta. Bu durum özellikle Almanya, Fransa, Hollanda ve Avusturya’da daha belirgin. Bu ülkelerin ortak noktası, geçmiş göç dalgalarının sosyal yönetimini iyi yapamamış ve bu yüzden bugün kendi demokrasilerinde sorun yaşıyor olmalarıdır. 

Türkiye’de AB konusundaki iç tanıtım zafiyeti, AB kurumlarının Türk kamuoyu ile iletişimdeki beceriksizlikleri, Türkiye karşıtı lobilerin etkili taktikleri ve medyanın çoğu zaman konuya yüzeysel yaklaşımları sonucunda, Türk kamuoyunun da AB sürecine olan desteği azaldı. Konunun artıları ve eksileri ile dengeli ve akılcı bir şekilde tartışılması zorlaştı.

Küresel çıkarlar ve ulusal egemenlik Bu gelişmeler Türkiye açısından çok önemli bir “ulusal egemenlik” ve “demokratik meşruiyet” sorunu yaratmaktadır. Ülkenin seçmenleri ve vergi mükelleflerinin demokratik muhatabı olan Ankara’nın siyasal karar alanı Brüksel’e, Türkiye’nin içinde yer alamadığı AB kurumlarına kaymaktadır. Çünkü: 1. AB Türkiye’nin en önemli ticaret, yatırım, finans, turizm, teknoloji ve sosyal işbirliği kaynağı olmaya devam ediyor. Türk ekonomisinin önümüzdeki dönemde yüzde 6 ve üzerinde büyümesi elzem. İşsizlik başta olmak üzere ülkenin temel sorunları için büyüme bir önkoşul. Bu oranı sürdürebilir kılmak için ise uluslararası sermayeyi çekim gücü belirleyici bir etken. AB süreci bu çerçevede odak noktasıdır. Uluslararası yatırımlar hukuk devleti, AB standartları ve ekonomik öngörülebilirlik kıstaslarına öncelik veriyor (Örneğin sadece Londra, Paris veya Frankfurt değil, Washington, Pekin ve Yeni Delhi’deki görüşmelerimizde bile bu konu öncelik olarak vurgulanır) 2. Gümrük birliği tam üyelik öncesi bir aşama olarak tasarlanmıştı. Bu dönemde Türkiye’nin AB politikaları ve mevzuatına uyum sağlarken, bunların karar sürecine katılmaması geçici bir sorun olarak “idare edilebilinir” düzeyde görülmekteydi. Fakat tam üyelik uzadıkça Türkiye’nin AB karar sistemi dışında olmasından kaynaklanan sorunlar önemli boyutlara ulaşmakta. (Örneğin sanayi üretim standartları, G.Kore–AB serbest ticaret anlaşması, rekabet politikası, Çin ile ekonomik ilişkiler ve sorunlar …). Gümrük birliğini serbest ticaret anlaşmasına dönüştürmek de Türk ekonomisinin uluslararası açılımları açısından son derece olumsuz sonuçlar doğurur. 3. AB’nin çevresindeki ülkeler arasında Türkiye “petrol ve doğal kaynakları olmadan hızla büyüyen pazar ekonomisi, sanayi ülkesi ve demokrasi” özelliklerine sahip tek ülkedir. Rusya, Mısır veya İran’dan bu açıdan çok farklı bir ülkedir. Daha ziyade İspanya veya Polonya modeline yakındır. Bu nedenle küresel koşullar ve bölgesel gerçekler Türkiye’yi AB’nin uluslararası politikalarının etki alanına dâhil ediyor (Örneğin iklim değişikliği, Akdeniz’de deniz taşımacılığı, grip salgınları ile mücadele, kaçak göçle mücadele, finansal piyasaların düzenlenmesi, dijital ajanda, ABD ile ekonomik alan altyapısı için mevzuat uyumu, İran’a yaptırımlar …)

- 153 -


Dr Bahadır Kaleağası

4. Türk ekonomisinin olumlu iç ve bölgesel dinamikleri ve küresel atılım potansiyeli sayesinde Avrasya ekseninde diğer ülkelerle ilişkilerimiz gelişiyor. Bu yönde, Dünya ile daha yoğun ekonomik ilişki geliştiren bir Türkiye AB sürecinde de daha güçlenir. Simetrik olarak AB sürecinde güçlenen bir Türkiye’nin Dünya gözündeki çekim gücü artar. Fakat tam üyelik hedefi somutlaşmadıkça bu sinerji zayıf kalmaktadır. 5. AB sürecinin her aday ülkede tetiklediği demokratik reform, ekonomik refah ve toplumsal kalkınma dinamikleri de, Türkiye’nin somutlaşamayan üyelik hedefinden olumsuz etkileniyor. Çözüm ve Eylem Kısır döngüleri aşmak için AB üyeliğinin hedef tarihi Türkiye tarafından belirlenmelidir. Ve de bu tarihe saygınlık kazandırmak için gerekli değişim, atılım ve düzenlemeler gerçekleştirilmelidir. AB içinden kaynaklanan engelleri bir süre dikkate almadan, Türkiye hızla demokratik reform, sosyo-ekonomik atılım ve mevzuat uyumu yönünde ilerlemelidir. G20 gezegeninde gelişmeler ve zaman Türkiye lehine işliyor. Daha aktif dış politika ve dış ekonomik ilişkiler, hem küresel rekabet gücü hem de AB süreci açısından son derece gerekli. Fakat ulusal egemenlik açısından, AB karar sistemi dışında kalmaktan kaynaklanan sorunlar ancak AB üyeliği ile çözülür. Bu arada değişen Dünya koşullarında belki AB’nin siyasal birliği gevşeyebilir veya farklı entegrasyon çemberleri belirebilir. Bu senaryo karşısında Türkiye için en güçlü konum, AB üyeliğine hazır ve uluslararası ekonomik açılımları çok başarılı bir ülke olmaktır. Öneriler: 1. Avrupa için de örnek olacak, özgürlükçü, yaratıcı ve yalın bir 21. yüzyıl anayasası. 2. AB sürecinin genel yönetimi siyaset üstü bir platforma taşınmalı. Son zamanlarda iktidar ve muhalefet arasında AB konusunda uzlaşma zemini güçlenmişti AB konusunda geçici siyasal kutuplaşmalardan asgari etkilenecek bir kurumsal yapı tasarlanmalıdır. İktidar ve muhalefet temsilcileri ve AB nezdinde önemli kurumlara üye olan sosyo-ekonomik örgüt temsilcilerinden oluşan bir kurul AB sürecini izleyen, denetleyen ve topluma karşı saydam kılan bir görev üstlenmelidir. Mümkünse en fazla 15 üyeden oluşacak bu kurulun başkanlığı üç ayda bir dönüşümlü işlemelidir 3. Siyaset üstü bu kurula bağlı olarak, TBMM, akademi ve medyadan daha geniş bir katılımla iç ve dış iletişim kurulları oluşturulmalıdır. En büyük on medya kuruluşunun genel yayın yönetmeni bu kurulların üyesi olmalıdır. İletişim çalışmaları da partizan siyaset çemberi dışında ilerlemelidir. 4. Kıbrıs konusunda Türkiye “bir adım önde olma” politikasını ince bir diplomasi devam ettirmeli. AB üyeliği müzakerelerinde tıkanıklıklar her zaman nüksedebilir.

- 154 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bu yönde Güney Kıbrıs’a karşı gümrük birliğinden kaynaklanan yükümlülüklerimizi, çok açık ifade edilecek koşullara ve takvime bağlı olarak ve müzakere sürecinin ve KKTC halkının sorunlarının çözümü de içerecek bir anlaşma paketi içinde ele almak etkili olacaktır. 5. Belki de en önemlisi: AB hedefi mevzuat uyumunun yanı sıra bir dizi alanda da somut hedeflerle desteklenmeli. Örneğin yenilenebilir enerji kullanım oranı, kadınların iş yaşamına katılımı, eğitim reformu, ar-ge, hızlı internet kullanımı, kobilerin istihdam yaratma gücü, yatırım ortamı, … AB 2020 Stratejisi de bu çerçevede temel hedefler için önemli bir referans teşkil ediyor. Kaybedecek zaman, peşinde koşulacak somut gündem kalmadı. Gerçek saati çoktan geldi. Dünya doğal olarak değişiyor fakat giderek daha hızlı ve daha karmaşık bir değişme söz konusu. Daha stratejik hareket edebilen şirketlere, özgür bir gençliğe, özgürlüklerini daha ihtiraslı savunan bir sivil topluma, daha analitik bir medyaya ve daha girişimci bir bürokrasiye acil ihtiyaç var. Dolayısı ile, Dünya’yı doğru okuyan, topluma doğruları söyleyen, somut gündem odaklı bir siyasete, partiler arasında kaliteli bir siyasal rekabete ihtiyaç var. Çünkü, rekabet yoksa rehavet var.

2010 KUŞAĞI VE AVRUPA “Gerçekçi ol, imkânsızı iste!” diyerek yola çıkmıştı gelişmiş ülkelerin 68 kuşağı. “Savaşma seviş!” derken sonra 70’liler, Türkiye’de gençlik hareketleri derin kamplaşmalara ve şiddete yöneldi. Özgürlüklerin bireyin özel yaşamı ile başladığı gerçeği ıskalandı. Toplumsal evrim geleneksel tıkanıklarını aşmakta zorlandı. Seksenler ise apolitik başladı. Askeri darbe sonrası felsefe derslerinin ortaöğretimden kalkması ve din derslerinin zorunlulaştırılması ile simgelenen bir dönem, ekonomik açılım, köşeyi dönme ve “hadi bakalım kolay gelsin” nakaratı ile devam etti. Yeni yüzyıla doğru, 90’larda teknoloji patladı. Çoğulculuk da. Toplum iyice renklendi. Türkiye bir nevi Süper Mario gibi oldu. Ekranda zıplarken arada bir derin düşmeler yaşayan, sonra yine toparlayan, bir yaşamını kaybederken yenisini kazanan bir bilgisayar oyunu kahramanı misali ilerledi, ekonomik kalkınma, demokratikleşme ve AB üyeliği yolunda. Yeni Dünya Atlası Bu arada dünya çok değişti, doğal olarak. İlk on yılını geride bırakıyorken 21. yüzyılın, küreselleşmenin dayanılmaz hafifliği içindeyiz. Her şey daha serbest dolaşıyor gezegen sathında. Amerikan ve Alman sermayeli bir Kanada şirketinin Venezüellalı bir aracı ile Nikaragua’dan satın alıp, Yunan gemileri ile İspanyol ithalat şirketi tarafından Fransız marketlerinde satışa sunduğu muzlar, ABD markalı Vietnam’da üretilen spor ayakkabılar, Şili’den Şırnak’a dünyanın dört bir köşesinden çocukları ve gençleri aynı sanal âlemde buluşturan Hindistan menşeli bilgisayar yazılımlarına dayalı İngiliz internet oyunları, Facebook, Twitter, Youtube gibi “dün yok, bugün var, yarın dahası da var” sosyal iletişim ağları… Patlayan enerji tüketimi, bilgi toplumu, yeşil teknoloji arayışları, yeni bir tüketim toplumu profili… Sınırlar ötesi biyolojik, dijital ve de finansal

- 155 -


Dr Bahadır Kaleağası

virüsler… Geleceğimizi belirleyecek sınır tanımayan fırsatlar ve de sorunlar. 2010 gençliğinin Dünya Atlası daha önceki kuşaklarınkinden çok farklı. Türk gençliği de bu yeni küresel ortamda değişen bireysel, ailesel, yerel, ulusal ve uluslararası referanslarla geleceğini inşa etmeye çalışıyor. Birçok sorunla karşı karşıya, daha önceki kuşaklar gibi. En başta eğitim ve de okul öncesi eğitim. Ayrıca kız çocukların eğitimi, okul sonrası sosyal etkinlikler, çalışan gençlik, yoksulluk, sosyal destek ağlarından yoksunluk, dogmatik destek ağlarının zorlayıcılığı… Dünyada derinleşen rekabet ortamında, on-yirmi yıl sonra her alanda başarılı kesimler büyük çoğunlukla bugün en iyi eğitim alanlardan oluşacak. En iyi genel kültür, matematik, bilim, teknoloji ve İngilizce öğrenenler. En yaratıcı, özgüvenli, bireysel girişim gücü ve takım çalışması yeteneği gelişmiş olanlar. Bilgiye ulaşmayı, bilgiyi sorgulamayı, bilgiyi kullanmayı en iyi başaran gençliğe sahip ülkeler yükselecek 21. yüzyılda. İnsan sermayesi en güçlü olan ülkelerde en bilinçli seçmenler, emekçiler, vergi mükellefleri, yöneticiler, sanatçılar, bilim insanları, yaratıcılar ve de anne ve babalar çoğalacak. Küresel rekabet gücü üstün bir ülke olmanın koordinatları demokrasi, ekonomi ve toplumsal kalkınma ise eğer, bu yönde bir evrimin ortak bileşkesinde gençlik var. Nereden çıktı bu AB işi? İşte Türkiye’nin AB meselesi de ancak bu çerçevede bir anlam ifade etmekte. Sosyolog Sevgi Özkan’ın girişimi ile Yöret Vakfı gençleri ile birlikte ve sanatçı Latif Demirci’nin de katılımı ile gerçekleşen bir küçük projede bile karşımıza çıkan bir küresel gerçek bu. Gençlere AB konusunu öğretelim derken, bizim öğrendiğimiz, anladığımız bir yalın gerçek. Hızlanan küresel ortamda gençlik artık ülkenin yarını değil bugünü (*). Türk kamuoyunda Avrupa tartışması ne yazık ki hiçbir zaman dengeli olamadı. Bir zamanların abartılı “mucize AB” kavramı yerine, yine abartılı bir “musibet AB” algısı baskın çıkmakta. Konuşma biraz ilerleyince oklar Ankara’ya dönüyor. “Bu ülke adam olmaz” ve “ben de onların yerinde olsam almam” önyargılarıyla karamsarlık serpiliyor. Yine de Tük halkının çoğunluğu AB üyeliğini desteklemekte. Fakat sürece, AB’ye ve Ankara’ya olan güvensizlik de çoğunlukta. Son derece anlaşılabilir bir çelişki. Halkın genelinden gençliğe doğru yönelince daha da pekişen bir çelişki söz konusu. Bu kitap projesinde aralıklarla günler süren sohbete, yöntem üzerine görüş alışverişi ile girdik. Artıları ve eksileriyle tartışmalıydık, üç “d” den uzak durarak: - dezenformasyon, - dogmalar - ve demagoji. Ayrıca AB konusu kendi başına bir alan değil. Ekonomiden, teknolojiye, çevreden, tarıma her alanda bir AB boyutu olabilmekte. Çoğu AB konusu toplumun yaşam kalitesi ile ilgili. Somut bilgiler üzerinde görüş oluşturmak, AB’yi artıları ve eksileri ile soğukkanlı değerlendirmek gerekiyor.

- 156 -


Dr Bahadır Kaleağası

Türkiye’nin ulusal çıkarları Anladık ki, gençlik ile sağduyulu bir diyalog için AB konusunu bir ulusal egemenlik, ulusal çıkar ve ulusal kalkınma çerçevesinde ele almak en doğrusu. Yanı başımızda küresel ortamda bir işbirliği odağı var: Avrupa Birliği. Henüz inşa halinde. Mükemmel olmaktan çok uzak. Fakat politikaları, mevzuatı ve standartları çok etkili. Bizim için de bir ulusal çıkar alanı oluşturuyorlar. Ortak politika süreci demek, ortak değerler ve ortak çıkarlar demek. Demokrasi, küresel ısınma, ABD ile işbirliği, Çin ile ilişkiler, uluslararası ticaret, ürünlerin standardı, kamu sağlığı, gıda güvenliği, yeni teknolojiler ve ulaştırma altyapıları gibi birçok farklı alanı kapsayan politikalar söz konusu. AB üyesi olmak, bu politikaların karar alma sistemine dâhil olmak demek. AB üyesi olmasak bile, bu politikaların etkileri altında kalıyoruz. Ulusal egemenliğimiz için sakıncalı bir durum. AB konusunda önemli olan toplumsal kalkınmamızdır. Bu da ulusal çıkarımızdır. Gerçeklere, somut verilere dayalı değerlendirmeler yapabilmeliyiz, hamaset değil. 21. yüzyıl demokrasilerinde ulusal çıkar artık insan odaklı bir kavram. İç ve dış politikalarımızın odağında “insan” olmalı. Çocuklar, gençler, yetişkinler, emekliler olmalı. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çok daha iyi demokrasi, güvenlik, eğitim, sağlık, teknoloji, doğa ve küresel rekabet gücü koşullarında yaşamaları hedefi olmalı. AB süreci de ancak bu çerçevede tartışınca bir anlam ifade ediyor. Beş yıl sonra hala aynı sorular ve yanıtlarla bocalayan bir toplum olmak hazin olur. İşte sorular ve yanıtlardan bir demet. Gençlerden oluşan bir araştırma takımı, yine gençlere sordu. Bundan çıkacak sonuçları size bırakıyorum. Sizce Avrupa nedir? - Daha iyi bir gelecek - Zenginlerin egoist kulübü - Batı’nın bize bir tuzağı - Haçlı ittifakı - Sanat ve kültür başkenti - Sömürgecik odağı - Amerikan emperyalizmi - Özgürlüklerin başkenti - İş kapısı - Uzak, çok uzak bir hayal AB Nedir? - Medeniyet beşiği - Dünyayı sömürmek için en güçlülerin birliği - İlim var, ahlak yok - Bölücülerin yuvası - Vatikan’ın maşası - Paranın konuştuğu yer - Demokrasi ve refah düzeni - Doğuyu adamdan saymayanların ülkesi

- 157 -


Dr Bahadır Kaleağası

Türkiye-AB ilişkileri hakkında ne biliyorsunuz? - Girecekmiş gibi yapıp kalkınalım, sonra vazgeçeriz - Dinimizi değiştirmemizi istiyorlar - Kokoreç yasağı - Çok taviz istiyorlar - Sevr tuzağı - Bizi anlamıyorlar. - Alırlarsa batarlar - Mecburlar, alacaklar - Türkiye’nin kendine hayrı ne ki, AB istesin bizi? - 2020’de üyeyiz - Van minüts! AB ile ilgili başka düşünceleriniz? - Kendi tarihimize sarılalım - Arap birliğine girelim - Türk birliği daha iyi - İlmini alalım, kültürü kalsın - Biz adam olmayız, AB’ye ihtiyaç var - AB batacak - AB’yi sevmiyorum - AB’ye özeniyorum - Yaşam koşulları çok yüksek - İnsanı insandan sayıyorlar - Politikacıları doğal kişiler, havalara girmiyorlar Gelecekle ilgili planlarınızda yurtdışında yaşamak var mı? - Evet var (ezici çoğunluğun yanıtı) Neden? - Daha iyi eğitim - Daha iyi iş - Daha iyi yaşam - Daha çok özgürlük (*) “N’OLACAK BU AB İŞİ? Gençler Soruyor, Bahadır Kaleağası Yanıtlıyor”(Boyut Yayınları, 2010). Bu kitap bir toplumsal sorumluluk projesidir. Telif gelirleri Yöret Vakfı’nın eğitim çalışmalarına ait. Daha çok kişiye ulaşmak için sizin ilginiz, desteğiniz ve girişimleriniz çok önemli.

AB CİNLERİ VE HURAFELERİ -

“AB Konseyi kararı varmış, Türkiye’de bağımsız Kürt devleti kurulacak diyormuş.” “Zaten bana e-mail ile bir harita geldi. Türkiye’yi bölünmüş gösteriyor”. “Şimdi de AB tarafından devlet dairelerindeki Atatürk resimlerinin indirilmesi şartı varmış.” “Geçen gün bir makalede bahsediyordu. Bu AB niye hep insan hakları falan der de ülkedeki eğitim, işsizlik, sağlık gibi sorunlara eğilmez? Çok doğru yazmış adam, helal olsun”

- 158 -


Dr Bahadır Kaleağası

Bir zamanlar AB sihirli değnek sanılırdı. Ülkede her şey çok kötü, AB ise her derde deva ilaç gibi görülürdü. Yanlış bilgiler yayılır, AB abartılır, olduğundan çok daha güçlü ve muktedir sanılırdı. Büyük bir yanılgıydı bu. Sonraki zamanlarda AB derin bir kaygı kaynağı oldu. Ülkedeki birçok olumsuzluk ile AB bağlantısı kuran bir paranoya girdabı oluştu. Yanlış bilgiler yayılıyor, AB abartılıyor, olduğundan çok daha güçlü ve muktedir sanılıyordu. Daha da sonra buna bir de ekonomik kriz dalgaları nedeniyle AB’nin zaten batacağı eklendi. Büyük yanılgılar söz konusu. Bu gözlemler münhasıran Türkiye ile ilgili değil; hemen hemen tüm Avrupa ülkeleri için geçerli olabiliyor. AB konusunda bilgi düzeylerinin yüzeyselliği, zihinlerin bulanıklığı, söylemlerin sığlığı, analizlerin karışıklığı ve tepkilerin duygusallığı her Avrupa ülkesinde önemli bir sorun. Türkiye’nin farkı bazen bu konuda aşırı kutuplaşmış, küresel gerçeklerden kopmuş ve özgüvensiz görüntü ve ses dalgaları yaymasında. Bu bağlamda en önemli sorun kasıtlı olarak yanlış bilgilendirme ve bilgilendirilme (‘dezenformasyon’). Sanal yalanlar Ülkemizdeki toplumsal duygusallık ve siyasal analiz hataları ulusal çıkarlarımızla çelişiyor. Konulara Atatürk pragmatikliği ve çağdaşlaşma ülküsüyle yaklaşmak, ittihatçılığın tarihsel yanılgıları ve dar kalıplarından sakınmak doğru olur. Analiz zafiyetleri ve yanlış politikalar kendi olumsuz sonuçlarını doğururken, dünyada birçok ülkede benzer hataların yapılmıyor olması, Türkiye’nin yükselişini tökezletiyor. Rekabetin arttığı küresel ortamda ülkeler arası yarış hata affetmiyor. Sorunun köklerinde kaçınılmaz olarak milli eğitim felsefemiz var. Eğitim sistemimiz toplumu daha araştırmacı, sorgulayıcı, yaratıcı ve girişimci bir düşünce yapısına sahip kılmalı. Son zamanlarda internet ortamından halka yayılan yanlış bilgiler ve hatta hurafeler maalesef en eğitimli kesimlerde bile araştırmaksızın ve sorgulamaksızın etki yaratabilmekte. İşte bir dizi örnek: -

Bir e-posta yıllardır internet ortamında en az üç dört tur attı. Her seferinde “uyanın millet, ülke elden gidiyor” edalarıyla galeyan yarattı. Referansı ve madde numarası ile AB Konseyi’nin Türkiye’nin bölüneceğini öngördüğü bir kararından bahsediyor. Uluslararası hukuk ve siyaset açısından tutarsızlığı nedeniyle yanıt vermesi bile zül bir sav. Ayrıca sanki Türk diplomasisi, basın ve cümle âlem böyle vahim kararı atlayacak da, internette ifşa edilecek. Türk ulusal onuruna büyük bir hakaret iletisi bu.

-

“İşte AB’nin kötü emellerinin kanıtı” başlıklı bir e-posta dalgasında ise, ekte bir harita gönderiliyor. Eğitimli insanlardan oluşan seçkin dernek ve kulüplerin, meslek gruplarının üniversite mezunlarının iletişim forumlarında hayret ve öfke içinde ekran ekran dolaşıyor. Deniyor ki, “AB’nin resmi haritasında Türkiye’nin doğusunda bir Kürt devleti var”. E-postanın ekindeki belgeyi açınca karşınıza bir Avrupa siyasi haritası çıkıyor. Bir köşesinde AB bayrağı ve gerçekten de Türkiye’nin doğusunda farklı renkte bir bölge var. Tabii doğal olarak hemen sorgulamak ve araştırmak gerek. Fakat anlaşılıyor ki, iletinin dolaştığı sanal âleme bu yönde bir program yüklenmemiş. Harita ise sahte bile değil. Biraz dikkatle bakınca gayet açıkça okunan bir kaynağı var: AB resmi kurumları değil, Avrupa’da geleneksel yerel dilleri koruma amaçlı bir dernek. Ayrıca yalnızca Türkiye değil, tüm Avrupa ülkelerinin sınırları içinde rengârenk bölgeler beliriyor. Örneğin Yunanistan’da Batı Trakya Türkleri, Fransa’da

- 159 -


Dr Bahadır Kaleağası

Oksitanya, İngiltere’de İskoçlar vs. Bir dernek tüm yerel etnik dilleri gösteren bir Avrupa haritasını kendince hazırlamış. AB’nin resmi Avrupa haritalarında ise Türkiye müstakbel AB üyesi olarak yer alıyor. -

Başka bir e-posta Atatürk resimleri ile ilgili. AB kaldırılmalarını şart koşuyormuş. AB mevzuatı ile ‘ne alakası’ olması bir yana, Cumhuriyet’in kuran büyük önderin bile toplumu yanlış bilgi ile zehirleme kampanyalarına alet edilmesi büyük gaflet.

-

Sık sık gazete makalelerinde bilimsel temelden yoksun, yanlış yönlendirici yorumlar okunabiliyor. İlk okunuşta son derece doğru gelen, “hakikatten çok doğru yazmış” dedirten yazılar bunlar. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinin bütünü, teknik boyutları veya sıradanlaşmış konular doğal olarak basında gündeme daha az gelmekte. Sivri demeçler, siyasetin sıcak konuları ve olumsuzluklar daha ön planda yer alıyor. Fakat AB’nin resmi raporlarında ayrıntıları ile Türkiye’nin toplumsal kalkınma sorunları ele alınmakta. Örneğin Türk çocukların daha iyi eğitim almaları, gelir dağılımı dengesizliği, sosyal haklar, kamu sağlığı, tüketici hakları ve gıda güvenliği gibi sorunlar AB mevzuat ve politikaları çerçevesinde işleniyor. AB Türkiye’de hayır işi yapmak istediğinden değil. Müstakbel bir AB üyesinin sorunları, AB’nin de sorunu olduğu için. Üstelik AB raporları internette. AB'nin ele almadığı savunulan konular hakkında ayrıntılar ve bunlar için Türkiye'ye aktarılan mali fonlar hakkında bilgiler mevcut: www.abgs.gov.tr, www.deltur.cec.eu.int, www.ua.gov.tr, www.europa.eu, www.ab-ilan.com, www.abhaber.com, www.euractiv.com.tr , www.kriterdergisi.com ...

Cehaletle mücadele Bu tür demagojik ileti ve yazıların bir diğer sorunu da AB'yi olduğundan daha güçlü, homojen ve muktedir sanmak. Satır aralarında bazen kalkınmış dünyaya karşı eziklik ve Türk halkına karşı çağdaş uygarlık seviyesini layık görmeme kompleksleri var. Hâlbuki AB hakkında zaten eleştirisel olmamız, tepki göstermemiz ve mücadele etmemiz gereken birçok konu var. Her şeyden önce AB siyasal sistemi 2012 itibari ile 28 ülke, bir sürü siyasal eğilim ve sosyo-ekonomik gruptan oluşuyor. Çok boyutlu bir özne, sürmekte olan bir siyasal inşaat, dünya devi bir ekonomik ve yasal düzenleyici etki alanı var karşımızda. Öncelikle AB’nin iç sorunlarına hâkim olmalıyız. Kurumlarının daha etkin işlemesi, siyasal tutarlılığa önem verilmesi ve ekonomik reform gibi konularda Avrupa içi tartışmalarla daha fazla ilgili olmak iyi olur. AB’nin Türkiye politikasında birçok hata, art niyet, eksik, yetersizlik, gaflet ve delalet var. Bunlar karşısında doğru bilgiler, somut veriler, akılcı analizler ve etkili çözüm yolları üreten bir ülke olabildikçe ulusal çıkarlarımızı daha iyi koruruz. Hurafeler üreterek, bölünmekten korkan ‘özgüvensiz bir zayıf ülke’ görüntüsü sergileyerek, ‘kışkıran halk’ olma yakışıksızlığına bulanarak, ‘toplumsal dolduruşa gelme’ örneklerini çoğaltarak değil. AB bağlantılı bir konuya yanlış bilgi zerk olunca, arkasından zihinler, söylemler, analizler ve tepkiler akılcı ve bilimsel zeminden kopuyor; yerçekimsiz bir boşlukta savruluyor. Demokratik bir ülkede kamuoyu bu şekilde oluşunca, siyaset olumsuz etkileniyor. Diğer taraftan, siyaset içinde de bu süreci tetikleyenler çoğalıyor. Sonuçta akılcı zeminden mahrum bir siyasal gündem içinde ulusal çıkar hesapları karışıyor. Türk kamuoyunun duygusallığını bilen bazı Türkiye karşıtı AB çevreleri de durumdan istifade etmeye çalışıyor. Biliyorlar ki mevcut küresel ekonomik gerçekler nasıl olsa Türkiye’yi AB’nin etki alanında tutacak. Türkiye için alternatif olabilecek ülkeler için de AB en önemli çekim gücüne sahip. Bu durumda Türk halkını yıldırarak AB’den uzak tutmak, üye olarak karar alma mekanizmasına dâhil etmeden Türkiye’yi özel statülü bir konumda uydulaştırmak planları yapıyorlar.

- 160 -


Dr Bahadır Kaleağası

Tabii ki ülkenin somut sorunlarına yönelik doğru teşhisler sonrasında farklı çözüm yöntemleri olası. Tabii ki farklı öncelikler, ideolojik yaklaşımlar ve yeni arayışlar olacak. Mevcut politikaların ötesine geçmeyi, seçenekleri artırmayı hedefleyen bir kamuoyu tartışması demokrasilerin yaşam kaynağıdır. Bugün AB içinde de kamuoyu tartışması somut bilgiye dayalı bir zeminde ilerlemekte zorlanıyor. Siyasal gündemde anayasal reform, hizmetlerin serbest dolaşımı, sosyal güvenlik ve sağlık sistemleri reformu, tarım sübvansiyonları, genişleme ve Türkiye dosyası, enerji, göç gibi farklı alanlarda tıkanmalar yaşanıyor. Birçok ülkede AB hakkında yurttaşların daha iyi bilgilenmesi için özel programlar uygulanmakta. İlköğretimden ve eğitim kadrolarından başlayarak topluma AB konusunda daha iyi bilgi verilmeye çabalanıyor. Birçok etkinlikte AB ülkelerinde halkın kendi yerel veya ulusal gündemlerinin ötesinde Avrupa boyutunu ve hatta küresel gelişmeleri daha iyi anlamaları için çaba harcanıyor. AB Komisyonu ise iletişim konusunu ekonomi ile aynı düzeyde ele alıyor. Türkiye’de de bu alanda birçok girişim var. Resmi tarafta AB Bakanlığı’nın ve AB Komisyonu Türkiye Temsilciliği’nin çok sayıda başarılı projesi var. Ulusal Ajansı’nın yönetiminde AB eğitim ve gençlik programlarına katılan Türk vatandaşlarının sayısı 2010’da ellibini geçti. Birçok bakanlıkta, kamu kuruluşunda ve yerel yönetimde AB konusunda kurumsal birikim dikkat çekmekte. Üniversitelerde bu alanda uzmanlaşmış değerli akademisyenler var, ihtisas ve araştırma programları yürütülüyor. AB Komisyonu bilgi merkezleri ve etkinliklerini Türkiye sathında yayıyor. Özel sektör, sendikalar ve sivil toplum kuruluşları AB konusunda Türkiye içinde ve Avrupa’da giderek artan bir etki alanı oluşturmakta. Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde akılcı bir iç kamuoyu bilinci oluşması için sihirli değnek sır değil: iletişim. AYRICALIKLI ORTAKLIK TUZAĞI Londra, Paris, Berlin, Atina, Lahey, Prag, ... Kaygılılar. Avrupa’da Türkiye’yi destekleyen çevrelerle konuşuyoruz. Küresel ekonomik kriz sonucunda önemi pekişen AB yolundan hızla geçemediği için Ankara karşısında kaygılılar. Kendileri hakkında da kaygılılar. Türkiye’nin yoluna engeller çıkartan G. Kıbrıslı, Fransız ve Alman siyasetçilere olumsuz bakmaktalar. Türkiye dosyasının olası başarısızlığının Avrupa’nın geleceğine olumsuz etkilerinden kaygı duymaktalar. Washington DC, Pekin, Yeni Delhi, Moskova, Kahire, Tokyo, Bakû, ... Şaşkınlar. Dünyada Türkiye’nin AB yolculuğunu dikkatle izleyenlerle konuşuyoruz. Her iki tarafın da sürecin tarihsel önemi, jeo-stratejik boyutu ve ekonomik fırsatlarını iyi değerlendiremeyen bir icraat içinde olmasına şaşıyorlar. İstanbul, Ankara, Gaziantep, Trabzon, Diyarbakır, Adana, Bursa, İzmir, ... Bıkkınlar. AB’yi Türkiye’nin dört bir yanında konuşuyoruz. Türkiye’nin gençleri, çalışanları, girişimcileri, emeklileri iyimser değiller. Avrupa denince ilk anda tepkisellik ön plana çıkıyor. Bir “yeter artık kırk yıllık bekleyiş” tepkisi.

- 161 -


Dr Bahadır Kaleağası

Önce bir anı: Türkiye’nin AB’ye başvurduğu gün Brüksel’de bir 14 Nisan sabahı. Yıl 1987. Egmont Sarayı’nda sabah 9.45 civarı. Avrupa işlerinden sorumlu Devlet Bakanı Ali Bozer, Başbakan Turgut Özal imzalı bir mektubu takdim ediyor. Muhatabı Leo Tindemans. Belçika Dışişleri Bakanı ve AB Dönem Başkanı. Türkiye o zamanki adıyla Avrupa Topluluğu’na üyelik için resmen başvuruyor. Basın önce flaşlara basıyor, sonra da haberi geçmek için telefon tuşlarına. Yeni araştırmalar, projeler ve atılımlar için yepyeni bir dönem başlıyor. Soğuk savaş yılları. Demir perdenin öteki tarafındaki Polonya ve Macaristan’da siyasal dönüşüm işaretleri var. Aslında Türkiye’nin bu girişimi aceleyle gerçekleşti. İçeriden ve dışarıdan başvuru süreci hazırlıkları darbe almıştı: idam talepli Disk ve Barış Derneği davaları ve Ege’de petrol arama krizi. Bu arada başvuruyu Mayıs’taki AT Bakanlar Konseyi’ne yetiştirmek gerekiyordu. Belçika’dan sonra AB dönem başkanlığını Danimarka devralacaktı. İnsan hakları sorunları nedeniyle Kopenhag Ankara’ya soğuk bakıyordu. İşlemleri başlatmak üzere Konsey’in başvuruyu AB Komisyonu’na iletmesi belirleyici önemdeydi. Konsey bu yönde hareket etti. Aynı dönemde Fas’ın üyelik başvurusu ise işleme alınmadı. “Hukuksal açıdan ancak Avrupalı ülkelerin başvurusu dikkate alınabilir” dendi. Sonra biraz hukuk Avrupa Birliği Antlaşması, giriş bölümü: Madde 6: “Birlik üye devletlerin ortak özellikleri olan özgürlük, demokrasi, insan hakları ve temel özgürlüklere saygı ve hukuk düzeni ilkeleri üzerine kurulmuştur (...) Birlik üye devletlerin ulusal kimliklerine saygılı olacaktır.” Madde 49: “Herhangi, bir Avrupalı devlet, 6. maddede açıklanan ilkelere saygı duydukları takdirde, Avrupa Birliği’ne üyelik başvurusunda bulunabilir”. Birkaç anı daha : kimler geldi, kimler geçti Brüksel. Mekân yine Egmont Sarayı. Zaman, onikibuçuk yıl sonrası. 22 Kasım 1999. İdil Biret’in piyano resitali. Dinleyiciler Avrupa diplomatik, medya ve özel sektör temsilcileri. Onur konuğumuz ise AB Komisyonu Başkanı Romano Prodi. AB Konseyi 17 Aralık’ta Helsinki’de toplanacak. Gündemde Türkiye’nin adaylık sürecinin resmen başlaması var. Bu hedefe odaklı bir dönemin sonuna gelinmekte: demokrasi tartışmaları, raporları ve reformları, AB başkentlerine sayısız resmi ziyaret, özel sektör heyetleri, ekonomik, akademik, kültürel ve medyatik etkinlikler, ... Kayıp yıllardan sonra yeni bir dönem daha başlıyor. Artık Türkiye hızla ilerleyebilir. İdil Biret Chopin çalıyor. Polonya AB üyeliğine hazırlanıyor. Lizbon, Ekim 2002. Başbakanlık Sarayı. Daha sonra AB Komisyonu başkanı olacak olan José Manuel Barroso: “Avrupa aslında Avrasya’nın bir yarım adasıdır. AB’nin bugün çok daha büyük bir alana yayılması gerekiyor. Ayrıca Müslüman dünya içinde mutlaka demokrasi ve piyasa ekonomisi temelli bir başarı modeline gereksinim var. Türkiye’nin AB üyeliği artık geri dönüşü olmayan bir hedeftir.” Küçük ülkenin başbakanı büyük düşünüyor.

- 162 -


Dr Bahadır Kaleağası

Brüksel, Eylül 2006. Avrupa Dostları Kulübü toplantısı. Konuk, büyük ülke Fransa’nın Cumhurbaşkanı adayı Nicholas Sarkozy. İç siyasette kendisine oy kazandırdığını düşündüğü “Türkiye için ayrıcalıklı ortaklık” önerisini ortaya atıyor. AB hukuku açısından geçersiz bir “gel AB’nin uydusu ol” önerisi. Sonrasında aramızda kısa bir konuşma fırsatı doğuyor: - "Türk insanlarını daha iyi tanımalısınız. Türkiye derin köklerle ve ekonomik gelişmeleriyle Avrupa'dadır." - Sarkozy: "Ben Türkiye'nin dostuyum. Önerilerim sizin de yararınıza. Haklısınız sizi daha iyi tanımalıyım. Fakat siz de Avrupalılığınızı daha iyi anlatmalı ve göstermelisiniz." - "Müzakere süreci, mevcut sorunların çözülmesine yönelik. Sonunda Türkiye hazır olduğunda bu yalnızca Türkiye değil, Avrupa ve Dünya için de önemli bir kazanç olacak. " - Sarkozy: "Fakat bizim için öncelik AB'nin siyasal ve kurumsal yapısının güçlenmesidir." - "Bizim için de durum aynı. Biz ancak küresel düzende güçlü olacak bir AB'nin üyesi olmak istiyoruz. Türkiye'ye üyelik yolunu De Gaulle, Adenauer, Schuman gibi AB'nin kurucu babalarının açtığını unutmuyoruz. Umarız yeni kuşak Avrupa siyasetçileri de aynı bilgelik ve uzak görüşlülük içinde olurlar”. Biraz daha hukuk Uluslararası hukukta yaptırım istisna. Bir anlaşmanın hukuksal etki doğurması tarafların taahhütlerine saygı göstermeleri ile olası. Bu nedenle, 1969 Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin ‘Pacta sunt servanda’ (ahde vefa) başlıklı 26. maddesi çok açık: "Yürürlükteki her antlaşma tarafları bağlar ve iyi niyetle uygulanmak zorundadır”. ‘İyi niyet’ diğer önemli bir ilke. Tarafların bir anlaşmayı amacından saptırmadan uygulamaları gerekir. Bunların karşısında başka bir ilke var: ‘rebus sic stantibus’. Anlaşma yapıldıktan sonra taraflar arasında başta var olan denge, sonradan biri aleyhine ileri derecede bozulabilir. Örneğin savaş, ülkeyi sarsan ekonomik krizler, aşırı yüksek enflasyon, ani devalüasyon... Bu durumda ‘sözleşmeye bağlılık’ ile ‘sözleşme adaleti’ ilkeleri arasında bir çelişki oluşur. Türkiye-AB ilişkilerinde buna benzer bir durum olmasa gerek ki, tam üyelik hedefi defalarca teyit edildi. Bu sürecin yol haritası olan Türkiye için Katılım Ortaklığı Belgesi’nin yenilenmiş hali son olarak AB Bakanlar Konseyi Kararı olarak 26 Şubat 2008 tarih ve L 51 sayılı Avrupa Birliği Resmi Gazetesi’nde yayımlandı. Yirmiyedi AB ülkesinin onayı ve imzasıyla. Fransa ve Almanya dâhil. “Pacta sunt servanda”. Biraz ekonomi : G20 ekseni 23 Ekim 2008, www.euractiv.com.tr: “Avrupa İş Dünyası Konfederasyonu BUSINESSEUROPE'un bugün Brüksel'deki merkezinde toplanan İcra Kurulu, krizden çıkış stratejisi için önceliklerini kararlaştırdı. Yeni bir küresel mali düzen, Avrupa iç pazarının daha esnek ve girişimciliğe açık olması, yeni teknolojilere yatırım gibi alanlarda somut politika önerileri arasında AB'nin genişlemeye Türkiye’yi de içine alacak şekilde devam etmesi de var. Aynı toplantıda G-20 girişimine Avrupa iş dünyasından destek kararı çıkarken, bu grupta Türkiye’nin yer almasının Avrupa açısından önemi vurgulandı. Türk özel sektörünün de üyesi olduğu BUSINESSEUROPE, tüm Avrupa iş dünyasının temsil kuruluşu olarak AB tarafından resmen tanınıyor ve karar alma sürecinde çok etkili bir rol oynuyor”.

- 163 -


Dr Bahadır Kaleağası

Ve siyaset AB ülkelerinin karşılaştıkları sorunlar sınırlar ötesi. Çözümleri de öyle. Uluslararası ticaret, teknolojik altyapı, salgın hastalıklar ve güvenlik gibi farklı alanlarda Avrupa ülkeleri Birlik içinde daha fazla küresel güç sahibiler. AB üyeliği sayesinde ne İngiltere, Fransa, İspanya gibi büyük ülkeler, ne de Yunanistan, Macaristan, Finlandiya gibi küçük ülkeler egemenlik kaybetti. Hatta 2010-2011 Euro Bölgesi kriz dalgalanmalarında anlaşıldı ki AB sayesinde kötü yönetilmiş ekonomiler iflastan kurtuluyor, fakat AB’nin daha da güçlü ekonomik yönetim araçlarına ihtiyaç var. Türkiye’nin de içinde bulunduğu uluslararası dengelerde AB en etkili ekonomik ve siyasal güç odağı. Türkiye dışında kalacağı bir AB’nin uydusu konumuna gelebilir. Asıl o zaman ulusal egemenlik erir. Çünkü coğrafyamızdaki ülkeler AB’nin politikaları ve standartlarına uyum alanı içindeler. İran’a sattığımız ürünler, Kore’den çekmeye çalıştığımız yatırımlar, limanlarımız için yaptığımız planlar, temiz enerji teknolojileri, iletişim altyapımız, turizm gibi çok sayıda alanda AB standartları etkili. AB politikalarının manyetik alanı içindeyiz. Üye olarak bu politikaların karar sürecine katılmalıyız. Aksi takdirde her şeyden önce bir demokratik meşruiyet sorunu oluşur. Ayrıca bir ulusal egemenlik kaybı yaratır. Hal böyleyken, Türkiye’ye “ayrıcalıklı ortaklık” önermek AB değerleri ve hukuku ile çelişiyor. Gerek hükümet gerekse muhalefetin açıklamaları yönde. Ankara’dan Paris ve Berlin’e mesaj açık: Türkiye partiler üstü bir anlayışla bu öneriyi reddediyor. Bir siyasal güç odağı olarak AB etkili olmaya devam ettiği müddetçe, Türkiye’nin dışında kalması ulusal çıkarlarına aykırıdır. Eğer AB kendi içinde kalıcı bir çöküş yaşarsa, ki bu tüm dünya ekonomisini derinden sarsar, ancak o zaman üyelik sürecinde fren yapılabilinir. Buna rağmen, Avrupa’da bazı çevreler Türkiye’nin AB üyeliği sürecinden kendi kendini tasfiye edeceğini sanıyorlar. Umutları “demokratik eksiklikler, toplumsal duygusallık, siyasal özgüvensizlik, hantal devlet mekanizması ve analiz hataları”. Amaçları Türkiye’yi siyasal karar sistemine ortak almadan, özel bir statü ile AB’nin etki alanı içinde tutmak. Bunu da mümkünse “Türkiye dostu” edası ve “Türkiye büyük ülkedir”, “AB zaten zorda, siz bölgesel güçsünüz”, “Rusya gibi özel ortaksınız” gibi söylemlerle süslemek. Ya da Türk kamuoyunu kışkırtmak, karamsarlaştırmak. Bu tuzağa dikkat!

VİZE : DIŞ POLİTİKA ÖNCELİĞİ Avrupa’ya yetmişli yıllardaki ailecek seyahatlerimizde vize sorunu yoktu. Türk plakalı otomobilimiz tüm sınır kapılarını rahatça aşardı. Yalnızca Doğu Bloğu ülkelerinde iş biraz uzardı. Batı’dan geliyor muamelesi görürdük. Zamanla asıl sorun döviz sıkıntısı çeken Türkiye’den çıkış izni almak oldu. Sonra seksenli yıllarda pasaportlarımız yoğun bir vize taarruzuna maruz kaldı. Pasaportlar 12 Eylül askeri darbesinin ve ekonomik kalkınma sorunlarının Türkiye’nin uluslararası onuruna etkisinin barometresine dönüştü. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmak kolay değil. Örneğin bir Avrupa ülkesi veya ABD’ye havaalanından giriş yapıyorsanız, pasaport kontrolü kuyruğunuz uzun sürebilir. Bazen olmadık sorulara muhatap kalabilirisiniz. AB veya ABD’lilerin kendi sınırlarından geçişi daha rahat olur doğal olarak. Daha da kötüsü var. Türkiye’ye de giriş yaparken, Türklerin kuyruğu daha ağır

- 164 -


Dr Bahadır Kaleağası

ilerler. İşlemler uzun sürer. Kader böyle çizilmiştir T.C. vatandaşları için. Yabancı ülkeye de kendi ülkesine de girişi çıkışı sorunludur. Her devletin gözünde şüpheli şahıs muamelesi görür. Üstelik bazen yurtdışına çıkış harcı olarak Dede Korkut’un Deli Dumrul öyküsünü anımsatan uygulama vardırlar da oldu. Bir Fransız veya Alman kendi ülkesine yalnızca kimlik kartı ile giriş-çıkış yapabilir. Türkiye’ye de pasaportla gelmesine gerek yoktur. Bir kimlik kartı yeter. Hatta süresi son beş yıldan daha önce bitmemiş olmak kaydıyla eski bir pasaport bile işini görür. Bazı durumlarda sınır kapısında simgesel bir vize alma işlemi vardır. Yabancıların Türkiye’ye girişinde zorluk çıkartmamak doğal. Ülkenin ekonomik çıkarları bunu gerektiriyor. Fakat diğer taraftan, Türkiye’nin kendi vatandaşlarına daha etkin bir hizmet sunamaması çok çok ayıp. Türkler 2011 yılına kadar Birleşmiş Milletler üyesi ülkelerden 133 tanesine ancak vize ile gidebiliyordu. Geriye kalan 59 ülke arasında kalkınmış dünyadan yalnızca Japonya, Güney Kore ve geçici özel statülü Çin toprağı Hong Kong bulunuyordu. Hızla kalkınan ülkeler arasında Arjantin, Brezilya ve Şili gibi Latin Amerika ülkeleri, , Tayland, Malezya ve Filipinler dikkat çekiyor. İslam âleminden komşumuz İran’ın yanı sıra turizm ülkeleri Fas, Tunus ve Maldivler de listede. Bunlara Libya, Suriye, Ürdün Kuveyt, Ukrayna, Rusya ve Güney Afrika eklendi. Orta Asya cumhuriyetlerinden Kırgızistan ve Kazakistan Türklerin vizesiz yolculuk ülkeleri. Avrupa’dan ise yalnızca henüz AB dışında olan bazı eski Osmanlı dünyası ülkeleri var: Hırvatistan, Bosna Hersek, Arnavutluk, Makedonya ve Gürcistan. Bir de Vatikan var resmi olarak. Fakat fiziksel olarak İtalya’dan geçmeden Roma’nın merkezindeki bu semt-devlete ulaşmak neredeyse olanaksız. Geriye kalanlar ise çoğunlukla okyanus aşırı ada ülkeleri. Ülkelerin vize uygulamasının arkasında değişik nedenler olabilmekte. Kimisi kendini dışarıya, kimisi içeriye, bazıları da herkese karşı korumaya çalışıyor. Batı ülkelerinin Türk vatandaşlarına vize uygulamasının birçok nedeni var: kaçak işçilere, sahte evliliklere, siyasal sığınmacılara, örgütlü suç şebekelerine ve terörizme karşı korunma. Bu çerçevede nispeten meşru bir vize politikası gerekçesi var denilebilir. Haksızlık nerede? Fakat uygulamaya baktığınızda, bir seri trajik komiklikten, bariz ırkçılığa uzanan bir davranış yelpazesi açılıyor. Örnekleyelim. Bir Avrupa ülkesi Türklere vize koyuyor, fakat X ülkesi için istemiyor. Çünkü Türkiye’den gelişleri denetim altında tutmak istiyor. Kaçak göç veya örgütlü suç odaklarından kaygı duyuyor. Dolayısıyla bu noktada bir X ülkesi vatandaşı ile bir Türk bu devletin gözünde eşit değil. Eldeki verilere göre Türk’e farklı muamele yapması meşru olabilir. Buraya kadar sorun başka bir boyutta. Bir sonraki noktada, bir Türk’ün bu ülke başkonsolosluğuna vize başvurusu yaptığı aşamaya gelelim. Bu Türk’ün o ülke tarafından istenmeyen gruptan olduğuna dair bir kanıt yokken, neredeyse suçlu muamelesi görmesi doğru değil. Kendisinden istenen belgeler saçmalık sınırlarını zorlamakta. İş yaşamına yeni atılmış bir gencin, bir emekli memurun, herhangi bir kişinin üzerine kayıtlı tapusu olmayabilir. Gezmek istediği ülkede bir tanıdığı olmayabilir. Bankadaki parası mahrem bir bilgidir. Daha sonraki aşamada ise durum vahimleşiyor. Diyelim ki vize verildi. Artık bu kişi o ülkenin gözünde potansiyel suçlu değil demektir. Dolayısıyla bu noktada vizesiz gelinen bir X ülkesinin vatandaşına göre çok daha güvenli bir kişi olarak görülmelidir. Madem artık bu kişinin o ülkeye gelmesinde bir sorun yoktur, o halde neden vizenin süresi kısıtlıdır? Bazen bir fuarın, gezi

- 165 -


Dr Bahadır Kaleağası

turunun veya konferansın başlangıcından bitimine üç-beş gün, bazen yalnızca birkaç aydır? Bir X ülkesi insanı ile bir Türk eşit mi, değil mi? Sonuçta verilen vize Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına açıkça “vizeyi aldın fakat yine de sen ikinci sınıf bir insansın” duygusunu vermektedir. Ulusal onur ve maddi çıkar meselesi Tüm konsolosluklar kötü muamele yapıyor veya her zaman yapıyor demek haksızlık olur. Fakat genelde çok ciddi bir sorun ile karşı karşıyayız. Türkler turizm, iş veya eğitim amaçlı olarak Avrupa’ya gittiklerinde, bu ülkelerin ekonomisine katkıda bulunmaktalar. Yalnızca orada harcadıkları para ile değil. Ziyaret edilen ülkeyi ve toplumu daha iyi tanımak bu ülkenin mallarına ve kültürüne karşı sempatiyi de arttırır. Aynı şeklide, Türkiye’yi ziyaret eden Avrupalıların da büyük çoğunluğu iş ve sosyal yaşamlarında Türklere karşı daha açık olur, Türkiye’nin AB üyeliğini desteklerler. Vize sorununa kızarak seyahatten vazgeçmek de Türkiye’nin çıkarına değil. Dışa açık bir toplum olmak, Avrupa’yı ve dünyayı tanımak ve Türkiye’yi tanıtmak bir küresel rekabet gücü meselesidir. Diğer ülkelerdeki yeni ekonomik, sosyal ve kültürel eğilimleri gözlemlemek gerek. Ticaret, teknoloji, yatırım, bilim, sanat, moda, eğlence, kentçilik, mimari, müzeler, tarihsel mekânlar, spor gibi farklı alanlarda Avrupa ve gezegen üzerinde hareketlilik gerek. Bilimden, gençliğe, sanattan turizme bir çok alanda olduğu gibi doğrudan iş dünyasını ilgilendiren bir yaklaşımda da vize uygulamasının bilançosu Türkiye açısından son derece olumsuz. Türkiye ile AB arasındaki Gümrük Birliği Ortak Komitesi’ne her fırsatta ilettiğimiz görüşler de bu yönde: “AB’nin vize uygulaması gümrük birliğinin işleyişi ve özel sektör mensupları açısından çok somut bir engel ve haksız rekabet etkeni teşkil etmektedir. İşlemler çok uzun, verilen vizeler çok kısa sürelidir. Kısa vadede oluşan iş fırsatlarını değerlendirmek, etkinliklere katılmak veya son anda çıkabilen sorunlar yüzünden bir başka kişinin seyahatini sağlamak çok zor veya imkânsız olmaktadır. Vize uygulaması gerek büyük şirketlerin gerekse kobilerin AB’de girişimci potansiyellerini değerlendirmelerinin önünde mutlak bir engel oluşturmaktadır. Ortaklık Konseyi kararları ile çelişen bir durum vardır. Diğer aday ülkeler lehine olan yeni yaklaşıma Türkiye’nin de dâhil edilmesi gerekir. En az üç yıllık Schengen vizesi makul bir başvuru dosyası sonucunda hemen verilmelidir.” AB Komisyonu bu konuyu sürekli gündeme getiren Türk yetkililere hak vermekte ve üye devletlere bu konuda telkinde bulunmaktadır. Vize konusu bir ulusal politika ve hükümetler arası işbirliği alanı olduğu için Komisyon daha öteye gidememektedir. Nihai çözüm adresi Avrupa başkentleridir. Fakat çözümün başlangıç adresi Ankara’dır. Peki ne yapmalı? Her demokraside olduğu gibi Türkiye’de de sorunların çözümünde öncelikli sorumluluk bu ülkenin seçimle topluma hizmet görevine gelmiş siyasetçileri ve toplumun vergileri ile işleyen devletinindir. Türkiye’nin uluslararası onuruna hiçbir sorunun olmadığı kadar darbe vuran vize uygulamaları karşısında Türkiye uzun yıllar kadar etkisiz kalmıştır. Artık konuya iyi niyetle eğilen

- 166 -


Dr Bahadır Kaleağası

diplomat, bürokrat ve bakanlar var. Fakat Batı dünyasında ciddiye alınacak ağırlıkta bir baskı gerekiyor. En azından üç aşamalı bir strateji faydalı olabilir: 1. Söylem: Vize uygulamasına neden olan sorunlara sahip çıkmalı, karşı tarafı anlamalı. Maddi sonuçlar iyi analiz edilmeli. Somut konuşmalı. Avrupa demokrasi, barış, insan hakları, toplumlar arası, kültürler arası işbirliği, güvenlik ve ekonomik ilişkiler temelinde, hukuka ve Avrupalı değerlere dayalı bir söylem geliştirmeli. 2. Çözüm: Somut öneriler geliştirmeli. Türkiye de AB ile arasındaki mevcut iç güvenlik işbirliğini bu çözüme uyarlamalı. Örneğin Türkiye üzerinden AB’ye kaçak geçen üçüncü ülke vatandaşlarının geri dönüşünü ilgilendiren anlaşmanın AB ile yapılması olumlu bir adım Tabii karşılığında AB Türkler için AB’nin “vize kolaylığı” ve sonra da “vize serbestliği” politikaları girmeli devreye. Eşzamanlı olarak da AB-Türkiye Ortaklık rejimi çerçevesinde AB ülkeleri mahkemelerinin önüne gelen davalara destek olmak, bunları ortak bir hukuk mücadelesi stratejisine dönüştürmek olası. 3. Eylem: Başbakan veya Dışişleri bakanı münhasıran bu konuyu gündemine alarak önde gelen on kadar başkenti ziyaret etmeli. Resmi görüşmeler, medya, akademik kurumlar ve sivil toplum nezdinde bu konu, yalnızca bu konu işlenmeli. Sonra ikinci tur, üçüncü tur... Tüm bunlar kapsamlı bir siyasal iletişim planı çerçevesinde. Sonuç? Kestirmek zor. Çünkü şimdiye kadar bu yönde bir strateji uygulanmamıştır. Bir yerden başlamak, yapılması gerekeni yapmak gerek. Unutmalıyım, Türkiye’nin uluslararası onuruna hakaret eden bir sorundur söz konusu olan. Batı dünyasının yükselişi ile Avrupalı seyyahların, tacirlerin ve kâşiflerin başta Şark olmak üzere dünyanın diğer bölgelerine artan ilgisi eşzamanlıdır. İmmanuel Kant’ın (1724-1804) “Kalıcı Barış Düzeni Projesi”nin üç koşulu arasında ülkeler arasında eşitlik ve ülkelerin hukuk devleti özelliğinin yanı sıra, insanların seyahat özgürlüğü vardır. Dışarıya açık bir toplum olmak Türkiye’nin küresel rekabet, milli güvenlik ve istikbal meselesidir.

TÜRKİYE DOSTLUĞU Alessandro Missir di Lusignano (1967-2006). AB Komisyonu’nun Fas’taki temsilciliğinde yeni başladığı görevi vesilesiyle yerleştiği Rabat’ta yaşamını yitirdi. Gece evine giren hırsız ve katillerle mücadele ederken Belçikalı eşi Ariane ile birlikte yaşamlarını kaybettiler. Geride dört çocuk ve birçoğu Brüksel’deki cenaze töreninde tarihi Sablon Kilisesi’ni dolduran geniş bir dost kitlesi bıraktı. Brüksel’de Türkiye’yi bilenler Alessandro İtalyan’dı. Derin inanç sahibi bir Katolik, koyu bir Avrupalı ve etkili bir Komisyon uzmanı ve yöneticisiydi. Alessandro aynı zamanda Brüksel’in fahri türkologlarındandı. Türkiye’yi yakından tanıyan, Türkiye’ye samimi bir sempati duyan, Türkiye’nin AB üyeliği dosyasının ilerlemesinin heyecan ve mutluluk verdiği bir gruba dâhildi. İsmi konmamış, varlığı ancak gözlemlerle hissedilen ve aslında somut bir varlığı olmayan fakat olumlu etkiler yayabilen metafizik bir grup bu. Yıllar içinde bu ‘Türkiye bilenleri’ hep var oldular. Türkiye’nin AB sürecine yapıcı, akılcı, olumlu katkıda bulundular.

- 167 -


Dr Bahadır Kaleağası

AB Komisyonu’nu Genel Sekreteri olduğu 1967- 1987 döneminde bir kurum olarak inşa eden İstanbul doğumlu Emil Noël’den, Gian Paolo Papa, Charles Caporalle, Livio Missir, Piero Pettovich ve daha gençlerden Alain Servantie’ye uzanan bir bilge kuşak var. Brüksel’in en eskilerinden, çok deneyimli bir Fransız gazetecinin dediği gibi: “Biz yetmişli yıllarda Türkiye’nin Avrupa için önemini ve Türk dostluğunu onlardan öğrendik. Şimdi bu rol bize düşüyor”. Bazıları Türk eşleri vesilesiyle, bazıları aile kökleriyle, bazıları dostluk bağlarıyla, bazıları ise tamamen kişisel veya mesleksel yönelimleriyle Türkiye konusunda özel ve de öncü bir ilgi sahibi birçok destek çemberi var Brüksel’de. Bir Levantenin kaderi Alessandro babası İzmir kökenli Livio Missir gibi Komisyon’da parlak bir kariyer sahibiydi. Fas’taki görevine kadar uzun yıllar Türkiye masasında çalıştı. Türkiye’nin Kopenhag siyasal kıstaslarına uyumunu takip eden uzman oldu. Her Komisyon raporunda Türkiye’nin demokratik sorunlarını nesnel şekilde, eleştiriden sakınmaksızın tespit etti. Aynı zamanda, bu alandaki ilerlemelerden sevinç duyan, ülkenin kaderini Avrupa’da gören bir çizgi izledi hep. Türkçeye, Türkiye tarihine ve kültürüne ve özellikle de İzmir’e hep özel bir yer verdi yaşamında. Vefat haberi üzerine AB Komisyonu’nda düzenlenen törende o zamanki genişlemeden sorumlu Komiser Olli Rehn onun kişiliğindeki bu boyutu da vurguladı: “Türkiye’ye ortak gezimizi iyi anımsıyorum. Ankara, Kayseri ve İstanbul’u ziyaret ettik. Bu sayede Alessandro’nun Türk tarihi ve kültürü konusundaki engin bilgisi ve zekâ kıvraklığını daha iyi anladık ve bundan çok yararlandık. Özellikle Kayseri’de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile iftar yemeğimiz unutulmaz bir deneyimdi. Bu dönem aynı zamanda Alessandro için önemli bir kişisel tatmin dönemiydi. Türkiye için ortak amacımız doğrultusunda çok emek vermişti. Onu çok çok özleyeceğiz.” Yine Alessandro anısına dostlarından yazılar derlenerek İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) tarafından yayınlanan kitabın başlığı da aynı yöndeydi: “Türkiye ve Avrupa için bir örnek”

Alessandro Türkiye’yi derinden tanırdı. Fakat her Türkiye uzmanının düştüğü şaşkınlıklardan da kendini alıkoyamazdı. Türkiye’yi iyi anlayan bir kişi olarak, “nasıl olur da bu ülke bazen kendi çıkarlarına bu kadar ters gelişmelere bu kadar çok saplanabilir?” diye merak ederdi. Türk tanıdıkları kendisine bu konuya çok takılmaması telkininde bulunurdu. Zaten bizzat Türklerin de ülkede olan biteni anlamakta çoğu zaman zorlandıklarını söylerlerdi. Fakat herkes bilirdi ki, aslında bu sorgulamanın arkasında Türkiye’nin mutlaka aşması gereken bazı temel çelişkileri vardır. Ne yazık ki, zaman zaman Brüksel’de Türkiye’yi bilen, anlayan ve sevenler aramızdan ayrılıyor. Yenileri de geliyor. Bu arada Türkiye değişiyor, fakat hala kendisini destekleyenleri şaşırtabiliyor. Hatta onların Türkiye’nin güçlü bir demokrasi, ekonomi ve toplum olarak AB’nin geleceğine katkısına olan inançlarını sarsabiliyor. Onları kendisine destek olmakta zor duruma sokarken, tam tersi eğilimdeki fanatik Türkiye karşıtlarını güçlendiriyor. Dostlarını değil düşmanlarını güçlendiren bir ülke olmak nasıl bir sorun olarak tanımlanmalı acaba? Yapısal, düşensel, yöntemsel, psikolojik ..? Her geçen gün Türkiye’nin AB de olan biteni daha iyi kavraması

- 168 -


Dr Bahadır Kaleağası

gerektiğine işaret eden örnekler gündeme geliyor. Alessandro Missir’ın acı kaybı ile bir kere daha anladık: AB sürecinin en önemli atılımlarından biri olan Türkiye’nin üyeliği süreci karşılıklı yaklaşımlarda ancak bazı temel etkenlerin bir araya gelmesi ile ilerler: bilgi, ilgi, sempati, akılcılık, soğukkanlılık, uzak görüşlülük ve heyecan.

BANKA’NIN RAPORU OECD ve Dünya Bankası’nın yıllık Türkiye raporları önemli birer analiz aracıdırlar. Her yıl ülkenin ekonomik gidişatı ve yapısal sorunlarının birer katalogu, çözüm yollarının birer rehberi gibidirler. Türkiye’yi 2010 sonrası dönemde daha etkin bir G20 ülkesi haline getiren ekonomik sürecin sinyalleri için Dünya Bankası’nın 2008 raporu iyi bir belge. Ülkenin yapısal güç kaynakları ve 2010 sonrasına uzanan sorunları bu raporda toparlanıyor. Daha sonraki yıllarda, raporun yayınlanmasından hemen sonra başlayan küresel ekonomik krizlerin etkisi var doğal olarak. Bu nedenle G20 içinde Türkiye’nin yükselen ekonomik profilini ve AB sürecinin oynadığı olumlu rolü 2008 raporu ile özetlemek mümkün. Türkiye denince akla ekonomik dinamizmin geldiği “eski” günlerin iyimserliği 2008 yılında yeniden filizleniyordu. Bu eğilime Brüksel’deki bir etkinlik özellikle dikkat çekti. Dünya Bankası 2008 Türkiye raporunu açıkladı (www.worldbank.org.tr). Brüksel’in önde gelen düşünce kuruluşlarından The European Policy Center tarafından düzenlenen konferansa ilgi yüksek oldu. Hazine Müsteşarı İbrahim Çanakçı, Dünya Bankası Türkiye direktörü Ulrich Zachau, AB Komisyonu genişleme direktörü Christian Danielsson ve Ankara Üniversitesi’nden Prof. Ercan Uygur ile birlikte bu raporu yorumladık. Uluslararası siyasi ve ekonomik çevrelerden geniş bir meraklı dinleyici kitlesi vardı. Konuşmacılar olarak aramızda bundan belki de on yıl önce mümkün olamayacak bir görüş birliği ortaya çıktı. “Türk ekonomisi son yıllarda makro-ekonomik istikrar ve büyüme yönünde başarıyla ilerledi. Şimdi küresel rekabet çetin; daha da kapsamlı ve hızlı reforma ve etkin yönetime gerek var”. Buna özellikle eklemem gerekti ki, “insani kalkınmışlık göstergeleri açısından çok ileri düzeyde bir siyasi kararlılık ve atılım gerekiyor”. G20’ye doğru Türk ekonomisi O dönemde benzer görüşler Brüksel ve diğer AB başkentlerinde siyasal koridorlarda, şirket yönetim kurulu odalarında, akademik raporlarda ve medyada da yankılanmaya başlamıştı. O dönemin sonradan kısmen gerçekleşen öngörüleri şöyleydi: “Türkiye 2013 yılına kadar kişi, başına düşen ulusal gelirini ikiye katlamayı amaçlamakta. Ekonomi son 2001 krizinden sonra yılda yüzde 7,5 büyüdü. Ülke genelinde yoksulluk 2003–2006 yılları arasında halkın yüzde 28’inden yüzde 18’ine düştü. Bu 7 milyon kişinin yoksulluk eşiğinin üzerine çıkması demek. Dünya standartlarında günde 1 doların altında gelir sahibi ileri yoksulluk seviyesinin altında yaşayanların sayısı 10.000’den az (nüfusun %0.01’i). Türkiye AB’nin Maastricht para birliği kıstasından bütçe açığı ve kamu borçlarına yönelik olan ikisinde hedefe ulaştı (%1,5 ve %39), enflasyon ve faiz oranlarıyla ilgili diğer ikisinde de olumlu eğilimler içinde (%9 ve %18). Türk ekonomisi bu dönemde 2006 ve 2007 yazlarında uluslararası piyasalardan kaynaklanan dış şoklara ve iç siyasal çalkantılara karşı dayanıklılığını ispatladı. Son yedi yılda dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasındaki konumunu iyice pekiştirdi.” Bu başarıların temelinde çeşitli etkenler vardı:

- 169 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

Aynı dönemde küresel ekonominin geçmekte olduğu (ve de sonuna geldiği) uzun büyüme dönemi. Ecevit, Gül ve Erdoğan hükümetlerinin siyasal istikrar ve iradeleri, eşzamanlı olarak toplumun girişimcilik gücü. IMF ile etkin bir şekilde uygulanan ekonomik programın iç ve dış piyasalar üzerindeki olumlu etkisi. AB üyeliği hedefine yönelik demokratik, ekonomik ve sosyal reformların yarattığı “21. yüzyılda yükselen güçlü ülke” olgusu. AB ile müzakerelerin başlamasıyla tetiklenen dış sermaye girişi, turizm, ihracat ve teknoloji yatırımlarındaki önemli artış.

Fakat aynı günlerde 2008 yılında ABD’den yayılan mali kriz dalgalarıyla dünya ekonomisi artık yavaşlamaya başlamıştı. Dünya Bankası ise Türkiye için halen geçerli olan ve sonraki raporlarda da yer alan uyarıları sıralıyordu: -

-

-

-

Cari giderler açığı ve enflasyonda olumsuz eğilimler denetim altına alınmalı: daha iyi yatırım ortamı, vergi politikaları, kayıt dışı ekonomi ile mücadele, insan sermayesine yatırım, ülke imajı ve ihracat, turizm politikaları ve kamu giderleri disiplini gerekiyor. Verimlilik çok öncelikli bir hedef. Türkiye özellikle gümrük birliği sayesinde bu yönde çok ilerledi, fakat halen Avrupa ortalamasının yüzde 40’ı seviyesinde. İş gücünün esnek kullanımı, enerji, teknoloji ve kobilerin finansman olanakları alanlarında dolu bir siyaset gündemi olmalı. Kamu reformu gerekiyor; bürokrasi ve yargı sistemi daha iyi koşullarda çalışmalı; yolsuzluktaki azalma sürmeli; ekonomi yönetimi daha da etkinleşmeli. Nüfus ve iç göç hareketleri ülkenin geleceğini şekillendiriyor. İstihdam politikaları temel bir siyasal öncelik olmalı. Özellikle genç işsiz nüfus çok ciddi bir toplumsal çöküşü tetikleyebilir. Bölgesel kalkınma politikaları yalnızca bir yardım değil, daha ziyade ulusal kalkınmaya katkı olarak tasarlanmalı. Eğitim Türkiye’nin en önemli kamu politikası bahsidir. Teknolojik altyapı, eğitmenlerin koşulları, içeriğin 21. yüzyıla uyum sağlaması, kız çocukların okullaşması ve meslek eğitimi konularında Türkiye çağ atlamakta daha fazla gecikmemeli. Türkiye doğa zengini fakat kaynaklarını iyi kullanamıyor ve tüketiyor. Mevcut politikalar bu yönde bilinçli fakat daha fazla siyasal irade ve etkin uygulama gerek.

Bu çerçevede AB sürecinin daha iyi değerlendirilmesi için Dünya Bankası, sonraki yıllarda da vurgulamaya devam ettiği, üç konuya özellikle dikkat çekiyordu: 1. AB reformları Türkiye’de daha çok yatırım, bilgi, teknoloji, dış kaynak ve verimlilik yaratan bir mevzuat ve siyasal ortamına kavuşturuyor. 2. Türk tarımının acil gereksinimi olan reformlar, Avrupa pazarına ulaşım ve AB’nin Ortak Tarım Politikası ile etkili olacak. 3. Sosyal haklar, bölgesel kalkınma, doğal kaynaklar, eğitim koşulları, tüketici hakları gibi toplumsal kalkınma hedeflerine ulaşmada AB süreci en etkili araç. Kısaca ‘Banka’ olarak da tanımlanan Dünya Bankası bu konularda yalnızca uyarmıyor. Türkiye için 2008–2011 stratejisi kapsamında 6,2 milyar dolar tutarında proje finansmanı sağladı. Ayrıca

- 170 -


Dr Bahadır Kaleağası

bünyesindeki Uluslararası Finans Kurumu ve diğer ajanslarla ile özel sektöre ve sivil topluma büyük destek sağlıyor. Dünya Bankası bir Birleşmiş Milletler kurumu. Kamuoyunda genelde sanılanın aksine, ticari anlamda bir borç para kaynağı da değil. Üyeleri 184 ülke. Washington’daki merkezi ve 109 ülke ofisinde hemen hemen dünyanın dört bir yanından 10bin kadar yüksek nitelikli çalışana sahip bir kurum. Bir bilgi, deneyim, analiz ve çözüm bankası. Dünya Bankası Türkiye raporları çok önemli konulara değinir. Türk halkının refah ve güvenlik içinde bir geleceğe ulaşması için gerekli ilerlemelere işaret eder. Türk devlet birimlerinin analizleri de genelde aynı yönde olur. AB Komisyonu da bu yönde raporlar hazırlar, projeleri destekler. Sivil toplum ve özel sektör aynı hedeflere odaklı çalışır. Geriye çok önemli bir temel sorun kalır: Neden ülkenin siyasal gündemi bazen bambaşka tellerden çalar?

BRÜKS EL UÇAKLARININ YOLCULARI Türk Hava Yolları İstanbul ile Brüksel arasındaki uçuş sayısını 2009 yılında arttırdı. Haftada 17’den 21’e çıkardı. Her gün Avrupa başkenti ile eski imparatorluklar başkenti arasında üç uçuş devreye girdi. Ankara’dan da doğrudan uçuşlar başladı fakat henüz seyrekler. Ulaşım hatlarında Ankara-Brüksel ekseni esas olarak İstanbul’dan geçiyor. Belki simgesel bir anlamı da vardır bu durumun. Daha çok uçuşu gerekli kılan ticari nedenlere paralel olarak, 2009 yılının başından itibaren Brüksel’de Türkiye bağlantılı etkinlikler artıştaydı. Hâlbuki bu dönemde AB gündeminde öncelikli olarak Türkiye yoktu. Küresel ekonomik kriz, iklim değişikliği ve enerji politikaları, yaklaşan Avrupa Parlamentosu seçimleri, Lizbon Antlaşması’nın İrlanda’da tekrar referanduma sunulması gibi konular ön plandaydı. Türkiye’de derin Avrupa Türkiye Brüksel gündeminde çeşitli nedenlerden dolayı her zaman ön sıralarda olmayabiliyor. Fakat siyaset, ekonomi, teknoloji gibi farklı alanlarda Brüksel Türk etkinliği kaynıyor. Bu durum simetrik olarak Türkiye için de geçerli. Gündem yerel seçimler, yolsuzluklar, kriz, IMF, Ergenekon, televizyon magazini ve değişmez madde futbol ile dolu olabiliyor. Diğer yandan, toplumun farklı katmanlarında AB bağlantılı çalışmalar yayılmakta. Sivil toplum platformları akademik dünya, yerel yönetimler, özel sektör ve bürokrasi gibi her kesimde dikkat çeken bir değişim var. AB konusu olması gereken niteliğe doğru bir evrim içinde: kendi başına bir alan değil, çalışma ortamının ve toplumsal yaşamın her alanda içselleştirdiği bir boyut. Bir mucize veya tuzak arayışı değil, küresel ve yerel gerçekler ışığında bir kalkınma projesi. Bu çerçevede örnekler çoğaldıkça çoğalıyor: Kagider kadın girişimcilik projelerini Avrupa ufkuna taşıyor. Türkcell yayınladığı yeni AB bülteni ile de bilgi toplumuna önemli bir hizmet veriyor, Vodafon Avrupa’da Digital Gündem konferansı düzenliyor, Türk Telekom Brüksel’deki sektör platformlarında yoğun etkinlik içine giriyor. Veteriner Hekim Platformu internette önemli bir AB bilgi akışını başarıyor. Her ilde belediyelerde, vilayetlerde, güvenlik, ulaştırma, sağlık, sanayi, turizm ve tarım ile ilgili kurumlarda AB çalışmaları çoğalıyor. Üniversiteler AB’nin eğitim ve öğrenci değişim programlarıyla dünyaya açılıyor. Teknoloji projeleri, altyapı yatırımları, kadın hakları, kültürel miras, doğa veya kamu sağlığını koruma amaçlı girişimler AB sürecinde destek buluyor. Odalar, AB bilgi büroları, dernekler ve belediyeler çalışıyor. Toplum çalışıyor, somut işlerle uğraşıyor, ilerliyor. Bu hareketlilik yavaş yavaş Brüksel’e yansıyor.

- 171 -


Dr Bahadır Kaleağası

AB başkentindeki Türkiye trafiğinin siyasal çerçevesi de 2009 başından itibaren daha iyi belirginleşmişti. AK Parti hükümeti AB’ye uyum için Ulusal Program’ı meclisten geçirirken, anamuhalefet CHP de AB’ye tam üyeliğe daha ayrıntılı destek veren yeni bir program kabul etmiş ve Brüksel’de etkin bir temsilcilik açmıştı. 2099 yılının başında AB için ayrı bir devlet bakanlığı tesis edildi. Yeni başmüzakereci Egemen Bağış ve AB Genel Sekreterliği tazelenmiş bir siyasal irade desteği ile dosyalar üzerinde çalışmaya başladı. Başbakan Brüksel’e dört yıl aradan sonra geldi. Uluslararası iletişimin çağdaş gerekleri açısından eksikleri olan bir ziyaret de olsa, sonuçta mevcut duruma göre ilerleme kaydedildi. Bu arada CHP’ye AB çevrelerinden açılımlar, davetler ve ziyaretler çoğaldı. AB hedefinin siyasal partiler arası bir rekabet alanı olarak daha nitelikli politikalara kavuşması fırsatı yeşerdi. 2011 Seçimlerinden sonra ise, hükümet artık güçlendirilmiş bir AB Bakanlığı sahibi, CHP ise AB konusunda reform baskısı yapar konumdaydı. Siyasetin kendi mantığına dayalı gri tonlar paletinin ötesinde, son yıllarda her boyutta etkinlikler artmaya başladı. İstanbul-Brüksel uçakları, kalabalıklaştı. AB başkentinde Türk yüzler çeşitlendi. Hâlihazırda Brüksel’de yerleşik Türk temsil mevcudiyeti iyi bir seviyede: AB, NATO ve Belçika nezdinde büyükelçilikler, Başkonsolosluk, medya, Yunus Emre Kültür Merkezi, CHP, BDP, İKV, TUSKON, TR+, Tösed, Arı, Kagider, ABHaber.net, Tur&Bo, Eurochambres nezdinde TOBB, ETUC nezdinde Türk-İş, DİSK ve Hak-İş, Euratex’de İTKİB, YES’de TÜGİAD ve BUSINESSEUROPE nezdinde TÜSİAD ve TİSK temsilcilikleri... (Daha bir çok örnek var, bazıları ileride, “Lobicilik” bölümünde) Bazen resmi kurumlar, sivil toplum, iş dünyası veya akademisyenlerin ötesinde ziyaretçileri de oluyor Brüksel’in. Adana, Edirne, Gaziantep veya Antalya’dan lise öğrencileri çıkıveriyor karşınıza. İzlenimlerini paylaşıyorlar ilk AB gezilerinin: - ‘Daha soğuk bekliyorduk, hâlbuki herkes sıcak yaklaştı bize’. - ‘Kentler düzenli, temiz, uygar’ - ‘Çocuk az sokaklarda’. - ‘Önyargılar var fakat tartışmaya ve öğrenmeye açıklar’. - ‘AB üyesi olmak için çok çalışmalıyız’. - ‘Genciz, başarırız’... Anadolu’ya geziler her zaman ufuk açıcıdır. Aynı deneyimle Brüksel’de karşılaşmak daha da etkileyici. Bir kere daha anlaşılıyor ki, İstanbul aktarmalı Ankara-Brüksel uçuşlarının çok ötesinde bir Avrupalı Türkiye var.

KIBRIS’TA BİTMEYEN TANGO Kıbrıs diplomasi tarihinde ömür törpüsüdür. Bir ara çözüme bu kadar yaklaşılmışken kaçan fırsat ise hazindir. Bir muammadır Kıbrıs. Türkiye’nin AB yoluna açılan bir kapı mıdır? Yoksa içeride ve dışarıda Türkiye’yi bu yolda istemeyenlerin son kalesi midir? Kıbrıs’ta siyaset dansı çoğu zaman tangodur. İki partner gerekir. Fakat dansçıları piste aynı anda çıkarmak zordur. Çıksalar da ne birbirlerine uyarlar, ne de müziğe. Bazen ise bir çiftetelli başlar, herkes fırlar piste, ritim giderek hızlanır, halay coşar biraz, dağılır sonra yorgun düşerek. G - 120 üyesi Dünya’ya bu kadar büyük ölçekte dönüşüm fırtınası hâkimken, Kıbrıs’ta kriz esintileri asimetrik bir durum yaratıyor. Bir tarafta Şanghay, Mumbai, São Paulo, İstanbul gibi hızla büyüyen

- 172 -


Dr Bahadır Kaleağası

ekonomilerin on-yirmi milyonluk megapolleri. Diğer tarafta bir milyonluk Kıbrıs adası. Londra, Tokyo, New York, Dubai gibi merkezlerde dönen sermaye, gezegeni saran internet çağı, temiz enerji devrimi arayışları… Diğer tarafta Doğu Akdeniz’de dünyanın “en büyük” 118. ekonomisi. Ancak G120’ye girer. Uluslararası gündem G20 etrafında, finans, çevre, terör, yoksulluk gibi farklı frekanslarda çok temel sorunlara odaklı. Kıbrıs dosyası ise başka işlerle meşgul. Sonuç? Dünyanın halen en büyük ekonomik alanı olan Avrupa Birliği’nin, en önemli komşusu, resmen müstakbel üyesi ve 21. yüzyılın yükselen gücü olan Türkiye ile ilişkileri tıkalı. Küresel gündem, Avrupa demokrasisi ülküsü, tarafların ortak çıkarları ve de sağduyu tam aksi yönde olsa da. Tabii ki Kıbrıs sorunu da kendi içinde ilgili her taraf için çok önemlidir. Her şeyden önce bir milyon insanın yaşamıdır söz konusu olan. Ömürleri ötekileştirmenin depresif duyguları ile geçmiş yaşlı kuşakların, dünyadaki hızlı değişimden giderek kopan toplumların ve de Avrupa aidiyeti hala bulanık olan gençlerin sorunudur, yıllara meydan okuyan bu bölünmüşlük durumu. Sorun uzadıkça, çok taraflı bir kazanç formülü devreye giremedi: -

Türkiye açısından AB üyeliği küresel boyutta bir ulusal çıkar ve egemenlik konusu. Demokrasi, ekonomi, teknoloji, vatandaşların yaşam standartları ve ülkenin güvenliği gibi her alanda Türkiye’yi etkileyen AB siyaset sistemine dâhil olmak hedefi bu. Kıbrıs’ta çözüm bu nedenle daha da önem kazanıyor.

-

AB açısından da, 21. yüzyılda rekabet gücü ve demokratik etki alanı daha güçlü bir aktör olmak için Türkiye bir öncelik.

-

Yunanistan için ise, “AB koşulları ile uyumlu Türkiye” olumlu bir senaryo. Avrupa sınırlarının Ege adalarından ziyade, Anadolu’nun kıtasal derinliğinde şekillenmesi Atina için daha makul bir seçenek. Euro krizinde girdiği girdapta Yunanistan’ın çok daha iyi algıladığı bir ulusal çıkarı söz konusu.

-

Kıbrıs ise, hızla değişen uluslararası ekonomide AB üyesi bir barış, istikrar ve refah adası olarak parlayabilirdi.

“Kıbrıs’ta Barış’ın Kâr Payı” başlıklı rapor bu yönde somut bir analiz sunuyor. Kıbrıslı Türk, Kıbrıslı Rum ve İngiliz üç araştırmacı tarafından 2010 yılında hazırlandı (Özlem Oğuz Çilsal, Praxoula Antoniadou Kyriacou ve Fiona Mullen). Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’nda da sunuldu. Rapora göre, savunma giderlerinde düşüş, yabancı sermaye girişi, turizm ve finans gibi bir çok alanda Kıbrıs, Yunanistan ve Türkiye için barış eşittir daha çok refah. Eski ülke, yapay devlet Kıbrıs eski bir ülke fakat yeni bir devlet girişimi. Adanın 12bin yıllık neolitik çağa uzanan tarihinde Hitit, Asur, Mısır, Grek, Pers, Emevi, Bizans, Venedik ve 1571’de başlayan Osmanlı dönemleri ile zengin bir uygarlık bileşkesi var. Adanın o devirlerdeki stratejik önemi Shakspeare tarafından oyunlaştırılan Othello öyküsüne de konu olacak kadar bariz. Ondokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında petrol ile belirlenmeye başlayan uluslararası siyaset

- 173 -


Dr Bahadır Kaleağası

Kıbrıs’a İngiliz egemenliğini getirdi. Bu dönemin mirası olan İngiliz askeri üsleri halen adada özel bir alan olmaya devam ediyor. Kuzey ve Güney Kıbrıs’taki sohbetlerde, her iki taraf halkının da bu konudaki tepkisel görüş birliğini gözlemlemek ilginç oluyor. Sonuçta iki ayrı ülkeye aidiyet duygusu olan, iki farklı etnik grup arasında 1960 yılında başlayan yapay bir bağımsız devlet kurma denemesi tutmadı. Kıbrıs Barış Harekâtı 1974’de ülkede kanlı bir etnik temizlik girişimini engelledi. Belki en baştan adanın Türkiye ve Yunanistan arasında paylaşımı en doğrusu olurdu. Çözümsüzlük taksim seçeneğini her zaman gündeme getirebiliyor. Geçmiş hatalar, gelecek fırsatlar Türkiye’nin hatası, 1974 müdahalesi sonrasında Yunanistan’ın AB’ye doğru ilerlediği yıllarda Brüksel’e mesafe alması oldu. Sonra AB üyesi Yunanistan karşısında, demokrasi sicili bozuk bir Türkiye haklı olduğu davayı iyi savunamadı. Zaman aleyhimize işledi. Türkiye 2002 ve 2003’de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Annan’ın önerilerini değerlendiremedi. Bu sayede G. Kıbrıs 2004’teki referanduma AB üyeliğini güvenceye almış olarak girdi. Türkler Annan planına “evet”, Rumlar “hayır” dedi. Ne var ki, böylece elde ettiğimiz siyasi hareket alanını bir iletişim artı değerine dönüştüremedik. Bu arada G. Kıbrıs AB ülkelerinin hakkı olan veto yetkisini istismar etti. Bir dizi müzakere başlığı askıya alındı. Bu durum Türkiye’de AB karşıtı akımları güçlendirdi. Çıkış yolu hep KKTC ile Kıbrıs Rum yönetimi arasındaki görüşmelerin olumlu ilerlemesi oldu. O noktada AB içinde resmi bir Türk varlığı da gelişiyor: Türkçenin AB resmi dillerine eklenmesi ve Kıbrıslı Türklerin AB kurumlarına katılımı. Bu zamanın Türkiye lehine akması durumudur. Türkiye gibi ekonomisi dinamik büyük bir ülke Kıbrıs’ı etki alanı içine alır. Olumlu, barışçı ve ortaklık anlayışında bir etki. Ortak çıkarlara, enerjiden, ticarete yayılan ekonomik işbirliğine dayalı mantıksal bir iyi komşuluk ilişkisi. Bu arada Türkiye 2011 öncesinde hava ve deniz limanlarını G. Kıbrıs’a koşullu olarak açabilirdi. AB ile müzakerelerin ilerlemesi ve de KKTC üzerindeki ekonomik yalıtımın son bulması gerekir. Koşul ve tarih koyan taraf Ankara da olabilir. Ayrıca Almanya, Fransa gibi ülkelerde AB vatandaşı milyonlarca Türk var. Bunların az bir kısmı bile emeklilik veya iş kurmak için Güney Kıbrıs’a yerleşebilir. Belki ortalık karışır fakat iyi olur. “Ortak Avrupa ruhu” açısından sorun yok. Önlerinde engel de yok. Birer AB vatandaşı olarak Kıbrıs vatandaşları ile aynı statüye sahipler. Türkçe resmi dilli, anavatanın yanı başında, üstelik de AB güvencesinde bir ülke cazip olacaktır. Asıl önemli olan, 21. yüzyılda uluslararası ilişkilerin gerektirdiği çok boyutlu yönetimi iyi yapabilmek. Ondokuzuncu yüzyılın “Kral’a ait özel alan” dış politika anlayışı tamamen yok oldu. İç ve dış politika iç içe. Ekonomi, enerji, sosyal kalkınma gibi alanlar demokrasilerde ulusal çıkarları belirleyen esas etkenler. Bilgi çağında diplomasinin hareket alanı daha geniş fakat aynı zamanda daha saydam. Taktiksel sertleşmeler her zaman gerekli fakat sonra “geri adım attı” eleştirisi diplomatik pazarlıkları zorlayabiliyor. Kırmızı çizgilere dikkat! Çizilirken 360 derece dönerek ortasına hapsedebiliyorlar ülkeleri.

- 174 -


Dr Bahadır Kaleağası

KARADENİZ EKSENİ

Karadeniz bir iç deniz mi? Uç deniz mi? Yoksa uluslararası bir deniz mi? Karadeniz bir Asya geçişi mi? Bir Avrupa yolu mu? Avrasya koridoru mu? Akdeniz uzantısı mı? Karadeniz bir bölge mi? Kıtalararası bir sınır mı? Merkez mi? Kavşak mı? Bunlar bir coğrafya sorusu mu? Yoksa tarihsel, siyasal veya ekonomik bir yaklaşım mı içeriyorlar? Ya da jeo-stratejik açılımlara göre mi değerlendirilmeliler? Yanıtlar soruların hangi açıdan ifade edildiğine göre değişebilir. Belki de hiç fark etmez. Karadeniz alışılagelmiş anlamıyla bir siyasi bölge olmayabilir. Fakat sorunları ve fırsatlarıyla bölgesel işbirliğini ve sinerjiyi verimli ve kaçınılmaz kılan özellikleri var. İşbirliği 1992’de Türkiye’nin uzak görüşlü girişimiyle başladı. Soğuk savaşın tasfiye olduğu yıllarda Büyükelçi Şükrü Elekdağ’ın geliştirdiği ve Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın başlattığı ve Başbakan Demirel’in sonuçlandırdığı Karadeniz Ekonomik İşbirliği (KEİB) 1992’de kuruldu.

KEİB üyeleri : Arnavutluk, Azerbaycan, Bulgaristan, Ermenistan, Gürcistan, Moldavya, Romanya, Rusya, Sırbistan, Türkiye, Ukrayna, Yunanistan. Gözlemci üyeler : ABD, AB Komisyonu, Almanya, Avusturya, Beyaz Rusya, Çek Cumhuriyeti, Fransa, Hırvatistan, İsrail, İtalya, Polonya, Slovakya, Tunus.

Sinerji ise, uzun sessizlik ve küçük ölçekli projeler döneminden sonra ufukta göründü; küreselleşme, güvenlik politikaları, çevre sorunları ve enerji hatlarıyla ile belirginleşti. Bulgaristan ve Romanya’ya doğru genişleyen AB’nin artık bir Karadeniz siyasal aktörü olmasıyla kaçınılmazlaştı. AB Komisyonu 2007’de “Karadeniz Sinerjisi” belgesiyle kurumsal çerçeveyi oluşturmaya başladı. Coğrafya bir şey mi ima ediyor? Fay hatları hareketli bir havza olan Karadeniz, güneybatısında Türkiye ile Yunanistan topraklarının her yıl çok yavaşça birbirine yaklaştığı dinamik bir coğrafya. Karadeniz dünya haritasına bakınca dikkat çeken bir konumda. Kıta kütleleri arasındaki geçişlerin birbiriyle en yoğunlaştığı merkezi noktada, okyanuslara göre en içeride ve uçtaki deniz. İki karşı yakadan ziyade, kıyı ülkeleri adeta bir yuvarlak masa etrafında toplayan çemberimsi bir deniz; ülkeler arası bir göl. Karadeniz’in coğrafyası ile zengin tarihi birbirine göz kırpıyor: -

Yüzyıllar önce 1680 yılında İstanbul’da bir boğaz sabahı. Luigi Marsigli adında bir İtalyan denizci teknesinde bir deneyim yapar. Kendi geliştirdiği oltadan bozma bir aleti Karadeniz’den Marmara’ya doğru akan sulara batırır. Sonuç bazı Türk balıkçıların söylediği gibidir. Dipten başka bir su akımı aksi yönde Karadeniz’e doğru akmaktadır. İstanbul Boğazı birbirine aksi yönde akan, üst üste fakat birbirine karışmayan iki ırmak

- 175 -

Karadeniz ve İstanbul Boğazı, 1764, Fransa Ulusal Kitaplığı


Dr Bahadır Kaleağası

gibidir. Karadeniz’in sularının uyandırdığı merak Marsigli’nin Güney Fransa’da Cassis’de Avrupa’nın ilk deniz bilimi (Oşinografi) araştırmaları merkezini kurmasına neden olacaktır. -

Bu suları besleyen beş büyük nehir var: Tuna, Don, Dinyeper, Dinister ve Kuban. Ayrıca Türkiye’den çıkan dört nehir: Kızılırmak, Sakarya, Yeşilırmak ve Çoruh. (Çok daha büyük olan Akdeniz’e yalnızca üç önemli nehir akar: Nil, Rhône ve Po). Yalnızca Tuna yılda 203 km 3 hacminde tatlı suyu Karadeniz’e ulaştırmakta. Muazzam bir bereket, bir ölçüde de yabancı organizmalar ve kirlilik kaynağı. Birbirine kanallarla bağlanan Tuna ve Ren havzaları sayesinde, bugün Karadeniz’den tüm Avrupa’yı aşarak Kuzey Denizi’ne ulaşan bir suyolu var.

-

Gezegenin en genç denizi, derin ve oksijensiz bir su kuyusunun üzerinde yayılan canlı bir su birikintisi görünümünde. Üst tarafta Karadeniz’in bereketli kıyıları ve sularından oluşan geniş bir kütle; ortalara doğru 150–200 metreden itibaren aniden 2.000 metreye inen soğuk, karanlık ve yaşamsız bir derinlik. Dünyanın en büyük hidrojen sülfür (H 2S) deposu. Bu ölümcül bir maddedir. Solununca hemen koku alma duygusunu imha eden ve daha fazla içine çekmemek için uyarılmayı engelleyen bir gaz. Nostradamus’un bazı kehanetlerinin Karadeniz’in bir gün patlayacağı olarak yorumlanması askeri anlamda da olabilir, fiziksel de.

-

Bizans’ta XIV. yüzyılda yoksulların gıdası havyarmış. Mersin balığı, somon, tekir ve kalkanla dolup taşan Karadeniz’den bolluk akarmış Akdeniz’e. Palamut neredeyse elle toplanırmış Haliç’te. Tabii her yaz Kuzey’de Odessa’dan başlayarak kıyılar boyunca saatin tersi yönde hareket ederek ve büyüyerek yılsonuna doğru Trabzon civarlarına ulaşan hamsi kafileleri her zaman Karadeniz’in en önemli ürünü olmuş; XX. yüzyıl sonu insanlarının imhacılığı baskın çıkana kadar.

-

Karadeniz coğrafyasında sular kadar çevredeki topraklar da her zaman bir bereket yaymış. Batı’dan Kuzey’e uzanan eksende nehirlerle beslenen topraklar ve Pontik stepler tarım ve hayvancılık için engin bir alan oluşturuyor. Güney’deki Anadolu ve özellikle Doğu Karadeniz ise doğal zenginlik fışkıran bir bio-çeşitlilik hazinesi. Endemik bitki türlerinden, doğal ormanlarına, arıcılıktan, yeraltı madenlerine Avrupa ve dünya açısından önemli bir ekosistem söz konusu. Dünyanın da en önemli biosferlerinden Macahel, Türkiye’de Artvin’de.

Bu özellikleri sayesinde bölge en eski çağlardan beri insanların yerleşim, hayvancılık ve ilk tarım noktaları arasında yer almış. Bilimsel araştırmalara göre Karadeniz bir zamanlar Hazar ve Aral ile birlikte büyük bir tatlı su gölüymüş. Sonra kopup Akdeniz’e bağlanmış. Buzul çağının sonunda, 12 bin yıl önce başlayan kurak dönemde tekrar göl olmuş. Yaklaşık 7 bin yıl önce belirleyici afet gerçekleşmiş. Okyanusların yükselmiş. Akdeniz şimdi İstanbul Boğazı’nın olduğu noktada açılan gedikten Karadeniz’e taşmış; Niagara şelalesinin 200 katı bir hız ve güçle. Karadeniz etrafındaki tarım ve yerleşim alanları sular altında kalmış. Tarihin mesajları Coğrafya ile tarih bu noktada birleşiyor Karadeniz’de. Bugün denizin sular altındaki eski kıyı şeridini araştıranlar yalnızca denizbilimciler değil aynı zamanda arkeologlar. Örneğin Sinop açıklarında denizin göl olduğu dönemlerin izleri sürülüyor. İncil ve Kuran’da yer alan Nuh’un gemisi ile simgeselleşen bir tarih aranıyor. Babil’in Gılgamış destanının, antik Yunan, Keltik İrlanda ve hatta Kuzey Amerika Kızılderilileri öykülerinin bahsettiği “büyük tufan” efsanesine en

- 176 -


Dr Bahadır Kaleağası

uygun yer olarak Karadeniz beliriyor. Mitolojideki Jason’u altın postun peşinde Boğaz’dan geçerek bugünkü Gürcistan kıyılarına ulaştıran suyolu. Bugünün Avrupa uygarlığının köklerindeki ilk “öteki” ile karşılaşarak toplumsal bir düzen oluşturma deneyimi de Karadeniz’de gerçekleşiyor. MÖ VIII. yüzyılda İyonyalılar Pontus Euxinus’a (Konuksever Deniz) açılarak ilk kolonileri kuruyor, yerel halkla balık ve tarım ticaretine başlıyorlar. İnsanlık tarihinde “uygarlık”, “barbarlık”, “kimlik” gibi kavramlar yeşeriyor böylece. İlk çağların göçebeleri, Sitler, Yunanlılar, Sarmatinler ve kadınları Amazonlar, Romalılar, Venedikliler, Cenevizliler, Gotlar, Slavlar, Hunlar, Musevi Türk Hazarlar, Tatarlar, Lehler, Türkler ve Kafkas halklarıyla zenginleşiyor Lazcası ile Uça Zuğa bölgesi.

Karadeniz tarihinin dalgaları, bugünün jeo-politik analizlerinin kıyılarına ulaşıyor: -

MÖ 850: Kuzey steplerinde ilk Sitler MÖ 700: Olbia’da ilk İyon kolonisi MÖ 450: Herodot Olbia’yı ziyaret ediyor, ‘Tarih’ini yazmaya başlıyor. MÖ 63 : Romalılar Karadeniz’e hâkim. MS 330 : Roma İmparatorluğu’nun Boğaz kıyısında yeni bir başkenti: Konstantinopolis MS 882 : Rus-Viking devleti başkenti Kiev 1071 : Malazgirt’te Bizans’a karşı Selçuklu zaferi. 1024 : IV. Haçlı seferinin Bizans’ı işgali; kaçan İmparator Komnenus’un Trabzon’da devlet kurması. 1204 : Kırım’da Venedik kolonisi 1240 : Aşağı Volga’da Batu Han’ın Altınordu Devleti 1241 : Moğol istilası 1280 : Kırım’da Ceneviz kolonisi 1347 : Büyük veba salgını Asya’dan Kırım’a ulaşarak Avrupa’ya yayılıyor 1440 : Giray’ın Kırım Hanlığı 1453 : İstanbul Osmanlı başkenti. 1461 : Trabzon Osmanlı’nın. 1693 : Rus Çarı Deli Petro Karadeniz’de donanma inşa ediyor. 1774 : Küçük Kaynarca Anlaşması. Ruslar Osmanlı’ya üstünlük sağlıyor. 1793 : Çariçe II. Katerina Kırım Hanlığı’nı Rusya’ya bağlıyor. 1829 : Yunanistan’ın bağımsızlığı 1854 : Kırım savaşı ve Avrupa siyaseti: Osmanlı, İngiltere, Fransa ve Piyemonte-Sardinya Rusya’ya karşı. 1864 : Kuzey Kafkasya Rus denetiminde. 1914 : I. Dünya Savaşı. Karadeniz’de Rus limanlarını bombalayan Osmanlı bayraklı Alman gemileri 1917 : Rusya’da Bolşevik devrimi 1919 : Mustafa Kemal İstanbul’dan Karadeniz’e açılıyor, istikamet Samsun. 1923 : Türkiye Cumhuriyeti 1941 : II Dünya Savaşı. Alman ordusu Karadeniz kıyılarında. 1944 : Rus ordusu Kırım’ı geri alıyor. Kırım Türkleri, Çeçen ve İnguşların tehciri. 1945 : Karadeniz kıyısında Yalta’da savaşı kazanan müttefiklerin yeni Avrupa düzeni anlaşması 1947 : Stalin’in Türkiye’den toprak talebi, ABD’nin Truman doktrini ve soğuk savaş. 1986 : Çernobil nükleer santralinin patlaması 1991 : Sovyetler Birliği’nin dağılması, yeni bağımsız devletler: Ukrayna, Gürcistan, Moldavya, Azerbaycan, Ermenistan. 1992 : Gürcistan’da Abhazya savaşı 1992 : Karadeniz Ekonomik İşbirliği 1994 : Çeçenya’da savaş 2001 : Türkiye’nin girişimi ile ülkeler arası güven artırıcı önlemler geliştiren Blackseafor Anlaşması

- 177 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

2007 2008

: Bulgaristan ve Romanya AB üyesi : AB’nin ‘Karadeniz Sinerjisi’ politikası, ilk bakanlar düzeyinde toplantı.

Geleceğin coğrafyası ve tarihi Bir zamanlar Avrupa’da ‘Karadeniz’ deyince, Sovyet elitlerinin tatil yaptığı mavi-gri kıyılar akla gelirdi yalnızca. Coğrafya-tarih-jeo-politik bağlantısı akademik düzeyden siyaset alanına zamanla geçebildi. Soğuk savaş sonrasında, AB’nin Orta ve Doğu Avrupa’ya genişleme önceliği içinde, Bulgaristan ve Romanya son solukta bir ileri adım olarak algılandı. Bu ülkelerin doğusundaki uluslararası deniz ufukta kaldı. Bölgenin devi Rusya’ya yönelik olarak ise AB içinde üye ülkelerin çok farklı yaklaşımları oldu her zaman. Ayrıca Brüksel’de Baltık ve Akdeniz bölgelerine yönelik bir ilgi lobisi her zaman etkili olurken, Karadeniz konusu öksüz sayılırdı. Sonra, Karadeniz’in Avrupa’nın güncel tarihi ve coğrafyasına geri dönüşü başladı. Önce enerji jeo-politiği sayesinde hatırlandı ‘yaşlı’ kıtanın ‘genç’ denizi. Orta Doğu ve Hazar’dan Batı Avrupa’ya, Rusya’dan Güney Avrupa’ya uzanan petrol ve doğal gaz boru hatları haritasında bir kavşak olarak beliriverdi. Artık uçta değildi. AB Doğuya doğru genişleyince, bir sabah güne bir Karadenizli olarak da başladı Brüksel. Bu arada Türkiye’nin adaylığıyla gündeme gelen Karadeniz, Ukrayna ile daha da belirginleşti Avrupa’nın geleceği veya sınırları tartışmalarında. Geçmişte olduğu gibi, bugün de yalnızca ekonomik ve siyasal artı değer değil, aynı zamanda çatışma, göç, salgın hastalık (veba yok ama kuş gribi var) ve çevre kirliliği sorunlarında da Karadeniz’in mutlak bir Avrupa sınırı olmadığı anlaşıldı. Bu çerçevede düşünce kuruluşları daha fazla araştırma yapmaya başladı ve bunları teşvik eden AB Komisyonu “Karadeniz Sinerjisi” politikasını başlattı. Yetersiz fakat umut verici adımlar atılmakta. Enerji, çevre, eğitim, ulaştırma, ar-ge, güvenlik gibi çok önemli alanlarda bölge ülkeleri arasında ve bu ülkelerle AB arasında işbirliği ve somut projeler gündemde. Finansman kaynakları olarak AB fonları, Avrupa Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası (EBRD), Avrupa Yatırım Bankası ve Karadeniz Ticaret ve Kalkınma Bankası devrede. Bakanlar, parlamentolar, özel sektörler ve sivil toplumlar arası iletişim de güçlenecek. Karadeniz Türkiye açısında AB sürecinde çok önemli. Bölgede güçlü bir Türkiye’nin Avrupa’daki etkisi artıyor. AB sürecinde kararlılıkla ilerleyebilen bir Türkiye’nin de, bölgede gücü pekişiyor. Verimli bir tamamlayıcılık, bir sinerji söz konusu. Türkiye’nin veya herhangi bir Avrupalı ülkenin dünyanın diğer ülkeleri ve bölgeleriyle olan ilişkileri için olduğu gibi. Karadenizliliğini iyi kullanabilen bir Türkiye, Karadenizliliğini yeni kavramaya başlayan bir Avrupa’da yükselecek. AB Komisyonu Başkanı Barroso daha yıllar önce bir Türk özel sektör heyetini kabulünde uzak görüşlü ve akılcı bir açıklama yapmıştı: “Türkiye’nin üyeliği ile AB’nin aşırı genişleyeceği korkusunda olanları anlayamıyorum. Dünya haritasına baktığımda genişleyen bir küresel ortamda daralan bir Avrupa var. Elbette AB Türkiye’ye doğru genişleyecek. Ukrayna’ya da ve hatta belki ötesine de. Karadeniz’in bir gün neredeyse bir Avrupa içdenizi olması gerekiyor”. Kaynaklar: Neal Ascherson “Black Sea”, Londra 1995; Ahmet Kideys, Karadeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması Komisyonu; National Geographic Society; ASAM-Ankara; CEPS-Brussels; Institut Egmont-Bruxelles; Südosteuropa Gesellschaft-Berlin; TEMA Vakfı ve UBCCE (Karadeniz ve Hazar İş Dünyası Konfederasyonu)

BAŞBAKANIN BRÜKSEL KONUŞMASI

- 178 -


Dr Bahadır Kaleağası

G20 gezegeninin önde gelen bir ülkesi olarak artık AB ile ikili ilişkiler mantığını aşmak daha da gecikmemeli. Avrupalı bir söylem ve uluslararası bir lider kimliği ile dünya kamuoyuna özgüvenli bir Türkiye yansıtmak önem kazanıyor. Başbakan olsaydım bir gün Brüksel’de bu yönde bir konuşma yapardım: Yeni Bir AB Söylemi << Değerli konuklar, AB Komisyonu Üyeleri, Avrupa Parlamenterleri, Ekselanslar, Bayanlar ve Baylar, Gezegenimizin insanlık uygarlığı zor bir dönemden geçiyor. Doğamızın dengelerini bozuyor, enerji kaynaklarımızı etkin kullanamıyor, ekonomik sistemimizi sürdürülebilir kılamıyor, yoksulluk ve savaşlardan kurtulamıyoruz. Sorunlar çok. Çözüm yolları dünyada daha çok demokrasi, eğitim, bilimsel yenilikçilik, girişimcilik, sosyal adalet, bilgi toplumu ve uluslararası dayanışmaya işaret etmekte. Yirminci yüzyılın aşırı tüketim toplumu ve çatışmacı dünya düzeni yerini doğa ve insan ile barışık yeni bir uygarlık anlayışına bırakmalı. Bu yönde, Avrupa Birliği projesinin başarısı en önemli belirleyici etkenlerinden birisidir. Dünyanın daha güçlü, demokratik ve uygarlıklar çatışması mantığını aşan bir Avrupa Birliği’ne gereksinimi var. Daha iyi işleyen ve daha geniş bir Avrupa iç pazarı gerekiyor. Daha etkin bir sosyal model ve siyasal birlik gerekiyor. AB’nin Türkiye’ye genişlemesi de bu vizyon içinde anlamını buluyor. Bugüne göre çok daha iyi bir demokrasi, ekonomi ve sosyal yapıya sahip bir Türkiye’dir söz konusu olan. AB’ye üyelik koşullarını yerine getirmiş bir Türkiye her alanda Avrupa’nın küresel gücü için önemli bir artı değerdir. Bunu AB halkları ve Türk kamuoyuna anlatmak ise, en başta AB’li ve Türk siyasetçilerin görevidir. AB’nin Türkiye’ye doğru genişlemesi hedefi Avrupa’nın ortak değerleri ve çıkarlarıyla örtüşmektedir. Bu Türkler dâhil tüm Avrupalı siyasetçilerin tarihsel sorumluluğudur. Değerli konuklar, Türkiye Avrupa Birliği’nin müstakbel üyesidir. Türkiye’ye AB üyeliği yolunu bizzat Adenauer, Spaak ve De Gaulle gibi Avrupa’nın kurucu babaları açtı. Yıllar içinde bu hedef defalarca resmen teyit edildi. 3 Ekim 2005’de yirmibeş AB üyesi ülke müzakerelerin başlaması kararına oybirliği ile imza attı. Müzakere sürecimiz AB’nin Türkiye için Katılım Ortaklığı Belgesi ve Türkiye’nin AB’ye Uyum İçin Ulusal Programı’na dayalı sağlam bir kurumsal zemine sahiptir. Bu belgelerin yenilenmiş hali de AB Bakanlar Konseyi ve Türk hükümeti tarafından 2008 yılı içinde onaylanmış ve AB ve Türk resmi gazetelerinde yayınlanmıştır. Geçtiğimiz dönemde Türkiye AB sürecinde birçok başarılı adım attı. Bu yıla daha da hızlanarak girdik. Devlet içinde uyum çalışmalarında hedefe kilitlendik. Kararlılık ve toplumumuza karşı saydamlık içinde AB’ye üyelik yolunda hızla ilerleyeceğiz. Tam üyelik dışında farklı statü önerileri ise, bizim açımızdan Avrupa değerleri ile çelişen, anti-demokratik, kurumsal açıdan işlevsiz, etik dışı formüllerdir.

- 179 -


Dr Bahadır Kaleağası

AB ile ilişkilerimiz yalnızca müzakerelerin kurumsal çerçevesi ile sınırlı değil elbette. Birçok somut bütünleşme etkeni var:  AB ile gümrük birliğimiz, tam üyeliğe giden bir geçiş dönemi olarak, onbeş yılı geride bıraktı.  Makro ekonomik göstergelerimiz Maastricht kıstaslarına uyum yolunda. Küresel ekonomik krizlerde Türkiye’nin performansını hepiniz izlediniz.  Ticaret, yatırımlar, teknolojik işbirliği ve turizmde Türkiye AB ile ileri derecede bir bütünleşme içinde.  Binlerce Türk genci AB’nin Erasmus, Leonardo ve Socrates gibi eğitim programlarına katılmakta, binlerce AB ülkesi genci de Türkiye’ye gelmekte.  Bilim, araştırma-geliştirme, kadın hakları, enerji, çevre gibi birçok alanda Türkiye AB programlarının üyesi.  Özel sektörümüz, sendikalarımız, birçok sivil toplum kuruluşumuz AB düzeyindeki konfederal yapıların üyesi. Avrupa İş Dünyası Konfederasyonu BUSINESSEUROPE, Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ETUC, Eurochambers ve önde gelen Avrupalı sivil toplum kuruluşları Türkiye’nin AB üyeliği sürecine destek veriyor.  Dış politika, güvenlik, uluslararası örgütlü suç ve terörle mücadelede bir NATO üyesi olarak Türkiye Avrupa düzeyindeki işbirliği sistemlerine dâhil.  Avrupa’nın enerji tedariki çeşitliliğinin güvencesi olan birçok petrol ve doğal gaz taşıma hattının kavşağında Türkiye var. Türkiye’yi daha iyi bir Avrupa ve dünya ülkesi olarak yükseltmek için her alanda kapsamlı stratejileri uygulamaya geçirmekteyiz. Gündemimizde bölgesel kalkınma, kadın hakları, iş piyasası reformu, eğitim reformu, bilgi toplumu devrimi ve yenilenebilir enerji kaynakları atılımı var. Muhalefet ile partiler üstü bir ulusal anlayış içinde bu hedefleri paylaşıyoruz; daha etkin politika önerileri için yarış halindeyiz. Türk kamuoyuna AB sürecini daha iyi anlatmak için geliştirdiğimiz kapsamlı iletişim politikamızın meyvelerini de yakında toplayacağız. Bu arada halen Batı Avrupa ülkelerinde Türk kökenli milyonlarca AB vatandaşı yaşamakta. Almanya, Belçika Avusturya, Hollanda ve Fransa’daki gezilerimde Türkiye kökenli topluluklar ile hep aynı dileğimizi paylaşıyorum. Diyorum ki: ‘Sizler iki kuşak önce Batı Avrupa’ya zor koşullarda çalışmak için göçtünüz. Emeğinizle ve anavatanınıza desteğinizle gurur ve minnet duyuyoruz. Bugün 21. yüzyılda yaşadığınız demokratik ülkelerin iyi entegre olmuş başarılı vatandaşları olmanız Türkiye için de çok önemlidir. Avrupa’nın geleceği için çalışıyorsunuz. Bu hepimizin ortak geleceğidir.’ Bu geleceğe giden yolda güvenlik konularına biraz daha değinmek istiyorum. Kafkasya’daki çatışmalar, Arap Baharı ve Orta Doğu’nun tekrar kan ve gözyaşına boğulması bize kıtamızın geçmiş savaşları ve yıkımlarını hatırlatıyor. Avrupa’da sağladığımız barışı çevremize yaymak, istikrar ve refah çemberlerimizi genişletmek zorundayız. Filistinliler, İsrailliler, Lübnanlılar, Iraklılar ve tüm diğer Orta Doğu halkları barışı, ekonomik kalkınmayı ve çocuklarının geleceğine güvenle bakabilmeyi hak ediyor. Sürmekte olan vahşeti durdurmak Türkiye için bir ulusal ve Avrupalı sorumluluktur. Türk diplomasisi bu yönde azimle çalışmaya devam ediyor. Kıbrıs konusuna da, Cumhuriyetimizin kurucusu Kemal Atatürk’ün ‘yurtta sulh, cihanda sulh’ vizyonu ile yaklaşıyoruz. Biliyorsunuz AB Birleşmiş Milletler’in Annan Planı’nı destekledi. Kıbrıslı Türkler barışa ve AB’ye ‘evet’ dediler. Ne yazık ki, AB’nin tarihsel yanılgısı sonucunda bölünmüş bir Kıbrıs AB’ye üye oldu. Bir ara çözüm Kuzey Kıbrıs üzerindeki ekonomik tecridin kalkması olabilirdi. Her iki AB destekli çözüme Türk tarafı olumlu yaklaştı, Güney Kıbrıs reddetti. Tekrar

- 180 -


Dr Bahadır Kaleağası

ediyorum, Kıbrıslı Türkler barışa ve AB’ye ‘evet’ demiştir. Kıbrıslı Türkleri cezalandırmak insancıl ve uygar bir davranış değildir. Avrupalı değerlerle çelişmektedir. Bugün Güney Kıbrıs’ın vetosu olmasa bu sorun çıkmayacaktı. AB içi bir tıkanma müzakere sürecimizi de etkiliyor. Gitsin veto, bitsin kriz. Tabii bu arada her iki tarafın hakkaniyet içinde anlaşması için Kuzey Kıbrıs'ın demokratik hükümetine verdiğimiz destek tamdır. Değerli konuklar, Türkiye’nin üyesi olduğu G20 aynı zamanda AB’nin küresel rolü için de bir fırsattır. Yakın bir zamanda üyesi olacağımız AB’nin her alanda daha güçlü bir küresel aktör olmasını arzuluyoruz. Etkin işleyen bir AB kurumsal yapısı içinde Türkiye sorunsuz yer alacaktır. Biz “çeşitlilik içinde birlik” ülküsüne inanıyoruz. Bu yönde, büyük olasılıkla 2016 yılı civarında AB üyeliğine hazır konuma gelen bir Türkiye, küresel gelişmeleri de dikkate alarak AB'yi sınayacaktır. Bugünkü gelişmeler ışığında, AB'ye tam üye olmayı kabul etmemiz için en az dört koşulumuz var: 1. AB'nin küresel ekonomik rekabet gücü daha yüksek olmalı 2. AB kurumları ve karar alma sistemi çok daha etkin işlemeli. 3. Dünya sahnesinde AB'nin siyasal bütünlüğü ve etkisi artmalı. 4. AB’nin demokratik değerleri ve uluslararası saygınlığı, bazı yabancı karşıtı, genişleme fobili, demagojik ve dar görüşlü siyasal söylem ve tutumlar yüzünden zedelenmemeli. Bu çerçevede Avrupa gündemi açısından özel duyarlılık gösterdiğimiz birçok alan var. Örneğin:  

      

Lizbon Antlaşması’nın uygulanması ve daha çok kurumsal reform. AB’de ekonomik bütünleşmenin tamamlanması, iç pazarın içindeki mevcut teknik engellerin kalkması, mevzuatların yalınlaştırılması, yatırım ortamının dünya çapında cazip bir hale gelmesi. Teknolojik yenilikçilik ve girişimciliğin AB2020 Stratejisi doğrultusunda dünyada en ileri düzeye çıkartılması. Avrupa’nın yaşlanan nüfus yapısının da dikkate alınarak yepyeni bir istihdam ve sosyal güvenlik politikasının tasarlanması. Dünya hızla değişir, başta Çin olmak üzere uluslararası rekabet çetinleşirken, Avrupa çapında bir “çalışma ve üretme kültürü” kampanyasının tasarlanması, Uygarlığımızın güvencesi olan güneş, rüzgâr ve dalgalara dayalı temiz enerji yatırımlarına desteğin artması. Amerika-Avrupa arasındaki ilişkilerde bir “Transatlantik Ekonomik Alan” tesisinin hızlanırken, teknolojik işbirliği boyutuna öncelik verilmesi. Uluslararası terörle mücadelede daha etkin yöntemler ve samimi bir dayanışma içinde olunması. Uluslararası mali sitemi yeniden yapılandıran, dünya ticaretini korumacılıktan koruyan ve Türkiye’nin de üyesi olduğu G-20 girişimini iyi değerlendiren bir AB’nin küreselleşmeye yön vermesi.

Geçtiğimiz akşam konutumda çalışıyorken AB’nin resmi Europa internet sitesindeki temel dosyalar dikkatimi çekti: Finansal Kriz, Yaratıcılık ve Yenilikçilik, Avrupa’nın Geleceği Tartışması, İklim ve Değişen Dünya İçin Enerji, Ekonomik Büyüme ve İstihdam. Bunların her biri aynı zamanda Türkiye’nin Avrupa’ya önemli artı değerler sağlayacağı alanlardır. AB üyeliğine hazır bir Türkiye’nin Avrupa için anlamı daha fazla ekonomik dinamizm, yaratıcılık, güvenlik, ekolojik zenginlik, tarihsel miras ve enerjidir.

- 181 -


Dr Bahadır Kaleağası

Mevcut krizler karşısında dünya bir G20 gezegeni kimliği ile yeni bir düzene kavuşmakta. Bu sürecin başarı anahtarlarından biri de AB’nin Türkiye’ye doğru genişlemeyi başarmasıdır. Ortada bariz bir üçlü kazan-kazan-kazan formülü var. Türkiye, AB ve de Dünya için tarihsel önemde atılımların arifendeyiz. Başaracağız. Hepinizi başarıya destek olmaya, başarının ortağı olmaya davet ediyor, beni dinleme nezaketiniz için teşekkürlerimi sunuyorum. >>

- 182 -


Dr Bahadır Kaleağası

VI - İLETİŞİM ÇAĞI Karıştırmamak gereken kavramlar var: lobicilik başka, tanıtım başka. İletişim ise her ikisini de kapsayabilen ve ötesine geçen daha genel bir kavram. Toplumsal tartışma gündeminde bu kavramların karıştığı bulanık bir alan vardır. Sık duyar, okur, konuşuruz: - “AB’ye kendimizi daha iyi tanıtmak için daha çok lobi yapmalıyız”. - “Bu lobi işini beceremiyoruz. Hâlbuki Yahudi, İtalyan, Yunan, Arap, Ermeni lobileri çok etkin”. - “Anlatamıyoruz kendimizi, tüm dünya bizi yanlış tanıyor”. Bu ve türevleri diğer görüşler kısmen doğrudur. Fakat yetersizler. Somut uluslararası politikalar tasarlayabilmek için, önce temel kavramların uluslararası ilişkilerdeki anlamı berraklaşmalı: 1. Lobicilik siyasal karar alma mekanizmalarını etkilemek demektir. Bunu da karar alıcıların seçmenleri ve vergi mükellefleri yapar. Bunun dışında, ortak çıkar alanlarda hareket, bilgilendirme ve sempati ilişkileri gibi bazı dolaylı araçlar vardır. 2. Tanıtım somut hedeflere yöneliktir. Yöntemleri, mesajları, bütçesi, eylem planları ile kapsamlı bir iletişim stratejisinin temel direğidir. 3. İletişim 21. yüzyılın en önemli uluslararası ilişkiler boyutudur. Birbirine bağlı birçok etkenin bileşkesidir: bilgilendirme, lobicilik, tanıtım, kamu diplomasisi, medya, bilgi teknolojileri, reklam, sosyal paylaşım ağları, pazarlama, markalaşma, kültür, edebiyat, müzik, sinema, turizm, insanlar arası ilişkiler...

LOBİCİLİK NEDİR? NE DEĞİLDİR? Lobi dendiğinde akla otel lobisi gelmesi, bu sözcüğün siyasal anlamından tamamen kopuk bir refleks değil. Rivayet şöyle: 1870’lerin ABD Başkanı Ulysses S. Grant Beyaz Saray’da geçirdiği işgününün stresinden, hemen yakındaki Willard otelinin şık lobisinde puro ve konyak ile uzaklaşmaya çalışırmış. Bu arada kendisine dertlerini anlatmak için etrafında dönenlere “lobiciler” adını takmış. Tarih kayıtlarına göre ise, Amerikan İngilizcesi’nde “lobi yapmak” fiili çok daha önce, 1850’de beliriyor. Kongre’nin geniş koridorlarında bazı yurttaşların milletvekili ve senatörlere “bir istirhamda” bulunma çabalarını tanımlıyor. Daha sonraki yıllarda ABD’de demokrasi ile birlikte lobicilik de evrim geçiriyor. Yaygınlaşıyor, çeşitleniyor, olağanlaşıyor, kurumsallaşıyor. Yasalarla düzenleniyor. Etik kodlara tabi oluyor. Öyle ki, ABD Başkanı bile kendisinden bağımsız olan yasama gücü Kongre nezdinde bir lobi ile etkili olmaya çalışabiliyor. Lobi ve demokrasi Bazı lobiler birer sivil toplum kuruluşu olarak çevre, kadın hakları, eğitim, tüketici hakları gibi belli bir alanda var olmaktalar. Bazıları toplumda sürmekte olan polemiklere odaklılar. Örneğin silah taşıma hürriyeti, kürtaj, dinsel eğitim taraftar veya karşıtları. Bazıları belli ortak özelliklere sahip seçmen gruplarını temsil ediyor: bir eyaletin, bölgenin, meslek grubunun veya etnik

- 183 -


Dr Bahadır Kaleağası

grubun lobileri. Bir diğer grupta ekonomik çıkarların önplanda olduğu kurumlar var: petrol, otomotiv, savunma sanayi, tarım vs... Sivil toplum kuruluşu olarak örgütlenenler dışında, bir de hizmet sektörüne ait ticari işletmeler var. Bunlar lobi şirketleri. Müşterileri ne isterse, o yönde Kongre ve hükümeti etkilemeye çalışıyorlar. Son yıllarda ABD’de bu şirketlere çok sayıda eski milletvekili ve senatörün katıldığı gözlemleniyor. Görevi sonrasında özel sektöre geçen Kongre üyelerinin yarıya yakını bu durumda. Bürokrasi ve bakanlar için ise, görevleri sonrasında iki yıllık bir zorunlu bekleme süresi var. Lobi siyasetin her seviyesinde mevcut bir aktör. Yalnızca başkentte değil, eyalet başkentlerinde, yerel yönetimlerde, uluslararası kuruluşlar nezdinde lobiler yaygın. Nerede toplumu etkileyen ve etkilenebilecek bir karar odağı var, orada lobiler etkin. Zaman zaman skandallar olsa da, genelde bu sistem LOBİCİLİĞİN ARAÇLARI demokrasilerde nispeten saydam kurallara göre işliyor. 1. OY. Seçmen-siyasetçi ilişkisi Demokrasi olmayan siyasal düzenlerde ise etki koridorları 2. PARA. Vergi mükellefi-devlet ilişkisi loş, dar ve kaygan oluyor. 3. BİLGİ. Saygın bilgi ve analiz kaynağı Lobi etkinliğinin amacı, gündemdeki konuları temsil edilen çıkar grubu açısından değerlendirmek. Araştırma yapmak, bilgi üretmek ve bunları tutum belgelerine ve eyleme dönüştürmek. Çoğu zaman bir yasa tasarısı veya uygulamanın belirli maddeleri veya tamamı hedeflenir. Savunulan görüşlerin siyasetçi veya bürokratlarla görüşme, yazılı bilgi sunma, toplantılarda söz alma gibi doğrudan yöntemlerle etkili olmasına çalışılır. Ayrıca dolaylı etki kanalları da devreye girebilir: medya, kamuoyu yaratma, konferanslar, mektup kampanyaları, diğer baskı grupları ile işbirliği...

olmak 4. DENEYİM. İlgili alanda deneyim birkimini etkiye dönüştürmek 5. ORTAK ÇIKAR. Siyaset üzerinde oy veya para etkisi olan çevrelerle ortak çıkar ve görüşleri paylaşmak. 6. SOSYAL İLİŞKİLER. Toplumsal ve mesleki yaşam bağları. Uluslararası platformlarda etkinlik. 7. İLETİŞİM GÜCÜ. Yerelden küresele farklı düzeylerde yayınlar, medya ve internet üzerinden sosyal paylaşım ağlarında etkili olmak.

Genelde bu etkinlikler demokratik sürecin bir gerçeği olarak olumlu görülürler. Karar alıcı ve uygulayıcıların toplumun değişik kesimlerinin bilgi ve görüşlerinden yararlanması, topluma karşı daha duyarlı olmalarını beraberinde getirir. Fakat bazen siyasal gücü olan gruplar lehine etki dengesizliği ortaya çıkabilir. Siyasetçi açısından kimin bilgi ve görüşlerine ne kadar açık olacağına, toplumsal çıkar dengesini nasıl sağlayacağına dikkat etmek önemli bir sorumluluktur. Gerçek demokrasilerde gönüllü üyeliğe tabi sivil toplum kurumları ile iletişime açık bir kamu düzeni vardır. Türkiye’de bazı siyasetçi veya bürokratların arzuladığının aksine, yasal düzenlemelerle belirlenen ve resmi kurumların tayin edildiği dar kalıplar demokrasinin doğasına aykırıdır. Siyasetçi ve bürokrat kimin temsil gücü veya bilgi birikimi ile önündeki karar sürecine katkıda bulunabileceğine karar verme sorumluluğunu almak zorunda. Siyaset ve devlet yönetmek ince iştir. AB lobiciliği karmaşık Avrupa ülkelerinde lobicilik son yirmi yılda gelişti. Her ülkede farklı bir evrim söz konusu. Örneğin Fransa’da “lobi” sözcüğü hala art niyetler çağrıştırabiliyor. AB düzeyinde ise, karar alma sisteminin karmaşıklığı kaçınılmaz olarak lobiciliğe de yansımakta. AB yasalarını AB Komisyonu

- 184 -


Dr Bahadır Kaleağası

öneri olarak hazırlıyor. Dolayısıyla lobilerin ilk hedefi Brüksel’de Komisyon. Son kararı ise ya Bakanlar Konseyi tek başına beliriliyor: bu durumda yirmisekiz başkentte ayrı ayrı etkinlik ve üzerine Brüksel’de müdahale gerekli. Ya da Avrupa Parlamentosu ile “ortak karar” mekanizması işliyor: her Avrupa parlamenteri siyasal grubuna ve ülkesine göre bir lobicilik odağına dönüşüyor. Birçok AB programı ve uygulaması için ise istikamet tekrar AB Komisyonu. Brüksel’de yirmibine yakın lobici konuşlanmış durumda. Çoğu AB kurumları nezdinde kayıtlı. Üçbine yakın etki, çıkar ve sivil toplum kurumunun Brüksel’de daimi temsilciliği var. Çoğunluk ekonomik nitelikli kurumlarda. Ulusal ekonomiler, sektörler, ABD, Japonya, Türkiye, G. Kore, Rusya, Çin, Brezilya gibi üçüncü ülkelerin özel sektörleri, uluslararası şirketlerin AB temsilcilikleri, AB ülkeleri veya diğer ülkelerin bölgeleri, eyaletleri ve büyük kentlerinin temsilcilikleri, sosyal, ekolojik, siyasal, kültürel, dinsel ve etnik nitelikli kurumlar, düşünce kuruluşları ve danışmanlık şirketleri... Genelde “lobi” yerine “temsilcilik”, “kamu ile ilişkiler”, “AB danışmanlığı” gibi tanımlamalar tercih ediliyor. Doğrusu da bu. Çünkü AB düzeyinde bu işler ABD’deki kadar doğrudan lobicilik sayılmaz. Genel iletişim etkinlikleri ön planda. AB kurumları da farklı toplumsal kesimlerle istişareye açık bir yaklaşım sergilemekte. Türk lobileri Tabii en doğrudan lobi kanalı olan seçmen gücü açısından Almanya, Bulgaristan, Belçika, İsveç Avusturya, Danimarka, İngiltere ve özellikle Hollanda’daki Türk kökenlilerin etkisi her seçimde artmakta. Fransa’daki 350 bini aşkın Türkün de bu yönde bir eğilime ilgi göstereceği umuluyor. Sonuçta hemen hemen AB ülkesinde Türk kökenli dernekler, internet grupları ve etkinlikler hızla yükseliyor. İçinde bulundukları toplumla bütünleştikçe ve demokratik sistemle yoğruldukça başarıları artacak. Aynı şekilde son ABD’de coğrafi ve sosyal olarak dağınık durumdaki Türkiye kökenlilerin son yıllarda birkaç sivil toplum girişimi etrafında yoğunlaşan etkinlikleri arttı. Yerel düzeydeki siyasete etkileri gözlemleniyor, bazı durumlarda Kongre’ye yönelik iletişim kampanyaları yankı bulabiliyor. Avustralya’da da artık bir Türk toplumu olgusu pekişti. Türkiye gibi AB dışındaki ülkelerin gerçek anlamda lobi gücüne sahip olması zor. ABD’de de Türk seçmen gücü sınırlı. Ancak Türk devletine hizmet veren profesyonel lobi şirketleri var ki, bu tamamen farklı bir alan. Asıl kilit etken de bu noktada belirmekte: seçmenler. Siyasetçinin patronu, müşterisi ve kaygısı. Ve bu nedenden dolayı, Hariçten gazel okumak yalnızca iyi bir müzik ile kalplere hitap edebilir. Ancak, AB hükümetleri ve kurumları için belirleyici olan kendi seçmenleridir; her ülke için olduğu gibi. Türkiye açısından ise, sivil toplum kurumları, siyasal partiler, meslek örgütleri ve akademik kurumlar ne kadar AB düzeyindeki muadil örgüt yapılarında mevcut ve etkin olurlarsa, Türkiye’nin doğrudan ve dolaylı lobi kanalları o kadar etkili olacak. Daha önce de bahsettiğimiz Brüksel uçaklarının yolcuları Avrupa’da Türkiye’nin çıkarları ve tanıtımı için büyük emek sarf ediyor. Hâlihazırda TOBB’un Eurochambres, DİSK, Türk-İş ve Hakİş’in Avrupa Sendikalar Konfederasyonu, CHP ve BDP’nin Avrupa Sosyalist Partisi, TÜGİAD’ın Yes for Europe, TÜBİTAK öncülüğündeki Turbo’nun Iglo, Kagider’in Avrupa Kadın Lobisi, İTKİB ve TGSD gibi birçok sektör kuruluşunun Avrupa düzeyindeki muadil örgütleri dâhilindeki üyelikleri ve TÜSİAD ve TİSK’in BUSINESSEUROPE üyelikleri büyük kazanç. TUSKON’nun düşünce kuruluşu The EPC ile düzenlediği seri konferanslar ve diğer etkinlikleri çok ilgi topluyor. Yunus Emre Kültür

- 185 -


Dr Bahadır Kaleağası

Merkezi de çok yararlı olacak bir girişim olarak Brüksel’de açıldı. Daha önce de İstanbul 2010 çerçevesinde açılan İstanbul Merkezi sergiler, konferanslar düzenledi. İstanbul Kültür AŞ’nin dış tanıtıma desteği sürüyor. Türkiye Kurumsal Sosyal Sorumluluk Derneği CSR-Europe üyesi. Türk telekom şirketleri ve TÜBİSAD Avrupa düzeyindeki ilgili platformlarda mevcut. Avrupa Öğrenciler Asamblesi AEGEE’nin Brüksel’deki yönetim kuruluna hemen hemen her dönem bir Türk genç seçiliyor Avrupalı öğrenciler tarafından. TEMA Brüksel’de de kuruldu, Avrupa Parlamentosu’nda etkinlikler düzenlendi, düzenli bir iletişim sistemi kuruldu. Ayrıca Tr+, TÖSED, Doğa Derneği, Tüketici Akademisi ve AÇEV gibi derneklerin Avrupa girişimlerinden ve JCI, Rotary, Lions, YPO gibi birçok uluslararası ağda Türkiye’den Avrupa’ya çok olumlu etki dalgaları yayılmakta. Belediyeler de sık sık Eurocities ve Avrupa Bölgeler Komitesi etkinlerine katılıyorlar. Bir bakıyorsunuz Bursa Belediyesi büyük bir çıkartma yapmış, bir başka gün İzmir Belediyesi yoğun etkinlik içinde. Bunlara lise ve üniversitelerin Brüksel’e AB gezileri, AB Komisyonu ziyaretçi programları ve şirketlerin özel girişimleri de eklendiğinde, Brüksel tüm yıl bir Türk etkinlikleri ablukası altında kalıyor. Türk yüzler, sesler ve değerleri çoğalıyor, Türkler Avrupa’nın inşasına katkı sağlıyor, lobiden öteye geçiliyor.

ÖZEL SEKTÖR, DEMOKRATİK TOPLUM AB Komisyonu Başkanı José-Manuel Barroso konuşuyor. Sözler veriyor, mesajlar iletiyor: “Krizden şirketlerimizin girişimciliği ve yaratıcılığı ile çıkacağız. Finans sistemi yeniden yapılanacak, bürokrasi azalacak, kurallar daha saydam olacak, daha etkin uygulanacak. Korumacılık değil küresel yaklaşımlar baskın çıkacak. Avrupa teknolojik ilerleme, sosyal sorumluluk ve doğayı koruma önceliklerinden taviz vermeyecek. Obama ile konuştum; ABD ile AB, G–8 ve G–20 grubu ülkelerle birlikte dayatma değil işbirliği ve dayanışma içinde olacak”. Aralık 2008. Paris’te barok bir salon. Duvarlardaki tablo ve heykellerden Avrupa’nın geçmiş ihtişamı, dev ekrandaki grafiklerden gelecek ihtirasları yansıyor. Tepedeki vitraylı kubbeden içeri süzülen gün ışığında iyimser ve kötümser düşüncelerin renkleri birbirine karışmakta. Basına kapalı bu üst düzey toplantıda Barroso Avrupa iş dünyasının temsilcileriyle derin bir görüş alışverişi gerçekleştiriyor. Protokol kasvetinden, şarklı siyasetçi kasıntılığından ve ekonomik güç gösterisinden uzak, akılcı ve samimi bir devlet-özel sektör istişaresi. Özel sektörünün sesi Aynı Avrupa iş dünyası heyeti Elysée Sarayı’nda Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ile de toplantıdaydı. Her altı ayda bir AB dönem başkanı ülkede benzer etkinlikler gerçekleşiyor. Berlin, Madrid, Roma, Londra, Stockholm, Varşova... Her AB başkentinde en üst düzey siyasi görüşmeler; Avrupa siyaset gündeminin ele alındığı toplantılar; Versailles, Buckingham, Alcazáres, Belvedere sarayları gibi mekânlarda ekonomi ve siyaset dünyasını bir araya getiren sosyal etkinlikler... Söz konusu olan Avrupa özel sektör camiasının kurduğu BUSINESSEUROPE isimli kuruluş. Avrupa Özel Sektör Konfederasyonu. Merkezi Brüksel’de. Ellinci yılını 2008’de doldurdu. Avrupa bütünleşme süreciyle yaşıt. AB kurumları ve hükümetleri tarafından resmen Avrupa özel sektörünün temsilcisi olarak tanınıyor. Kendisi ise resmi değil, gönüllü üyeliğe tabi bir sivil toplum kuruluşu. BUSINESSEUROPE bir çatı örgüt. Üyeleri ulusal özel sektör temsil kuruluşları.

- 186 -


Dr Bahadır Kaleağası

Arkalarında yirmi milyon civarında Avrupalı şirket ve 107 milyonu aşkın çalışan var. Üye kuruluşların ülkeleri AB’nin 27 üyesi artı Norveç, İsviçre, İzlanda ve Türkiye. Üyelik koşulları arasında Avrupa standartlarında sivil toplum nitelikleri öncelik oluşturmakta: gönüllü üyelik ilkesi, siyasi partilerden bağımsız konum, ulusal ekonomide yüzde otuz seviyesi üstünde bir artı değer temsili, gelişmiş kurumsal yapı, etik duyarlılık ve uluslararası saygınlık. Türkiye’den iki kuruluş, TÜSİAD ve TİSK 1987’den beri Avrupa iş dünyasının tam üyesi. Devlet sivil toplumun hizmetinde Özel sektör Avrupa’da demokrasinin gelişmesiyle eşzamanlı bir olgu. Magna Carta’dan Fransız Devrimi’ne ve AB projesine uzanan evrimde ekonomik büyüme, sosyal kalkınma ve demokratik gelişim arasındaki karşılıklı etkileşim önemli. Bazen çelişkiler ve çöküntüler üretebilen bu süreç, insanlık tarihinde şimdilik en iyi işleyen rejim olarak Batı demokrasisini 21. yüzyıla taşıdı. Gelişmiş demokrasilerde, arkasındaki insan, sermaye ve teknolojik yenilik gücü ile özel sektör toplumsal yaşamın özüne ait. Buna şirketlerin ve çalışanlarının ödediği vergilerle işleyen devlet sistemi de dâhil.

BUSINESSEUROPE Başkanlar Konseyi yılda iki kere toplanıyor (Maribor 2008)

Çağdaş demokrasilerde devlet hizmetkârı olduğu toplumu karar sürecine katarak kendisi için en güvenli yolu seçiyor. Alınacak kararlardan etkilenecek olan kesimlere danışılıyor. Kararlar onlardan gelen katkılarla oluşuyor. Her zaman toplumun farklı kesimleri arasında tam bir denge veya uzlaşma bulunamasa bile, çoğu zaman sorunlar daha saydam bir ortamda tartışılabiliniyor hiç olmazsa. Böylece bürokrat ve siyasetçi daha başarılı oluyor. “Ben devletim, siyasi güç bende” benzeri yaşamın faniliğinden kopuk siyasal hastalıklar giderek istisnalaşıyor. Bu noktada siyaset ve bürokrasiye çok önemli bir sorumluluk düşmekte. Konusuna göre paydaşları belirleme ve onlardan yararlanma görevi. Hangi dernek, sendika, konfederasyon, federasyon, oda, birlik, kulüp, akademik kurum, lobi, uzman veya vatandaş? Temsil yapısına, bilgi, gücüne, deneyim birikimine ve toplumsal etkisine göre karar vermek gerek. Yasalarla belirlenen bir düzen sivil toplumun doğasına aykırı. Siyasetçi veya bürokrat sivil toplumla iletişim ve işbirliğinde en dengeli ve verimli tutumu takınmak zorunda. Kolay bir sorumluk değil bu. Başaramayacak olan ne siyaset yapsın, ne de gözü üst düzey kamu görevinde olsun! Lobicilik ötesi BUSINESSEUROPE AB karar alma sürecini gözetliyor, yönlendiriyor, denetliyor. Lobi olmanın ötesinde bir konuma sahip. AB siyasal yapısında resmi olmayan bir temel direk rolü oynuyor. AB Komisyonu mevzuat ve politika önerilerini hazırlar; Avrupa Parlamentosu ve AB Bakanlar Konseyi ortak bir karar mekanizması ile yasama erkini üstlenir. Bu sistem içinde BUSINESSEUROPE bir süzgeç işlevine sahip. AB kurumlarıyla iletişim içinde çalışan altmış çalışma grubu var. Bunlara üyelerden gelen 1200 kadar uzman katılıyor. Vergi, çevre, ABD, Çin, Rusya,

- 187 -


Dr Bahadır Kaleağası

eğitim, yeni teknolojiler, enerji gibi farklı alanlarda Avrupa özel sektörünün ortak görüşü belirleniyor. Ayrıca Avrupa Sendikalar Konfederasyonu ve BUSINESSEUROPE sosyal politika alanında bir ortak mevzuat önerisi üzerinde uzlaşırsa, AB Bakanlar Konseyi Maastricht Antlaşması uyarınca bunu onaylayarak yasaya dönüştürüyor. Tabii Avrupa iş dünyası içinde ülkeler veya sektörler arasında bir konuda ortak görüş oluşamıyorsa, B USINESSEUROPE da sessiz kalıyor doğal olarak. Avrupa özel sektörü en teknik seviyeden en geniş kapsamlı siyasetlere uzanan bir yelpazede etkili olabilmekte. Örneğin AB’nin bu yüzyıldaki temel hedeflerini belirleyen Lizbon Stratejisi BUSINESSEUROPE’un bir başarısı olarak görülmekte. Küresel ekonomik kriz karşısında AB politikaları da bu yönde özel sektörün katkısıyla oluşuyor. BUSINESSEUROPE Avrupa özel sektörünün bir nevi NATO’su veya AB Bakanlar Konseyi. Çalışmaları Brüksel’deki genel merkezi ve üyelerinin AB nezdindeki temsilcilikleri tarafından yönetilmekte. Stratejik kararlar altı ayda bir toplanan Başkanlar Konseyi’nde ve genel sekreterlerin katıldığı icra komitesinde alınıyor. Son yirmi yıl içinde bu platformlarda birçok önde gelen Türk iş dünyası lideri etkinlik içinde oldu, Türkiye için çalıştı.

B20: İŞ DÜNYASI G20’DE Türk özel sektörünün BUSINESSEUROPE içinde tam üye olarak yer almasının sağladığı birçok artı değer var: 1.

Türkiye’nin AB sürecinde BUSINESSEUROPE üyeliği öncü bir kazanım. Bu kuruluş AB politikalarının kısa ve orta vadedeki yönelimlerinin oluştuğu sisteme dâhil. Türk iş dünyası da bu sisteme tam üye olarak katılıyor.

2.

AB içindeki herhangi bir şirketi ilgilendiren mevzuat ve politikaların yaklaşık yüzde 80’i ulusal değil AB düzeyinde kararlaştırılıyor. Gümrük birliği ve müzakere süreci ile birlikte Türk ekonomik yaşamı için de bu orana doğru bir evrim söz konusu. B USINESSEUROPE üyeliği bu çerçevede önemli ulusal çıkarlar içeren bir konum.

3.

BUSINESSEUROPE çalışma gruplarında Türk uzmanlar ayrıcalıklı bir bilgi ve etki ağına ulaşıyor. Bu sayede AB kurumlarına iletilen Avrupa özel sektörü görüşleri Türkiye açısından da olumlu talepler içeriyor. Örneğin Güney Kore gibi ülkelerle dış ticaret müzakerelerine yönelik AB Komisyonu-özel sektör istişare toplantılarında Türkiye’nin de öncelikleri savunuluyor.

4.

Türkiye’nin küresel düzende daha güçlü bir ülke olması için önerilen politikalarda Brüksel’de erişilen ayrıcalıklı bilgilerin katkısı sağlanıyor. Özel sektörün Ankara’da devlete aktardığı bilgi ve görüşlerin değeri pekişiyor. Avrupa iş dünyası çalışmalarına katılım Türkiye’ye olumlu yansıyor. Türkiye’de özel sektörün üretim kalitesi, çalışma koşulları, tüketici hakları ve çevreyi koruma gibi alanlarda Avrupa standartlarına uyumu destekleniyor.

5.

Avrupa içinde devlet başkanları, başbakanlar, bakanlar, medya ve kamuoyu karşısına çıkan Avrupa özel sektör heyetlerinde Türk temsilciler de yer alıyor. Hem içerik açısından, hem

- 188 -


Dr Bahadır Kaleağası

de simgesel olarak Türkiye’nin girişimci ve hızla kalkınan bir toplum olarak AB sürecindeki güçlü özellikleri vurgulanıyor böylece. 6.

BUSINESSEUROPE Dünya Ticaret Örgütü, Küresel İklim Değişikliği Konferansları ve G20 çerçevesinde Avrupa özel sektörünü temsilen çalışmalara katılıyor. Böylece Türk özel sektörü de hem temsil hem de bilgi kaynaklarını Türkiye için değerlendirebiliyor. Ayrıca G20 paralelinde B20 (Business-20) tesis edildi. Her G20 ülkesinden en önde gelen iş dünyası kuruluşunun katıldığı toplantılar ve siyasi liderle istişare sistemi kuruldu. Türkiye’den de BUSINESSEUROPE üyesi olarak TÜSİAD başkan düzeyinde heyetlerle bu etkinliklerde yer alıyor. G20 gezegeni doğal olarak özel sektör yörüngesinde de hareket ediyor.

7.

ABD, Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya gibi ülkelerle olan dış ilişkilerde Avrupa özel sektör heyetlerinde Türk temsilciler de yer alıyor. Bu ülkeler AB sürecinde ilerleyen bir Türkiye’ye daha fazla önem veriyor (Bu ülkelerle ilişkilerimiz geliştikçe de, AB nezdinde değerimiz artıyor).

8.

Türk özel sektörünün Avrupa iş dünyası ailesinin bir üyesi olması birçok alana olumlu etkiler yayıyor: uluslararası sermaye hareketlerinden alınan pay, dış ticaret, turizm, ülke markası, teknoloji transferi, sivil toplum kuruluşlarının uluslararası açılımları, teknolojik işbirliği, akademik çalışmalar ve kültürel etkinlikler…

9.

BUSINESSEUROPE’un üyesi olan kuruluşlar Türkiye adına kendi hükümetlerini olumlu etkiliyor, Türkiye’den gelen heyetlere evsahipliği yapıyor ve kendi toplumlarına karşı Türkiye ile ortak ekonomik çıkarları vurguluyor.

10.

Tüm bu etkenlerin bileşkesi olarak Avrupa özel sektörü Türkiye’nin AB üyeliği sürecini destekliyor. Bu destek 1995’te gümrük birliği, 1999’da adaylık statüsü ve 2004’de müzakerelerin açılması kararları yönünde somutlaştı. Son olarak küresel kriz karşısında yenilenen Avrupa özel sektörü önceliklerine de yansıdı. BUSINESSEUROPE AB’nin Türkiye ve Balkanlar’a başarılı bir şekilde genişlemesinin Avrupa’nın küresel rekabet gücü açısından gerekli olduğunu savunuyor. G20 içinde Türkiye’nin yer almasına da BUSINESSEUROPE destek oldu.

Batı demokrasilerinde özel sektör-devlet ilişkisi bazı sorunlara rağmen genelde saydam, akılcı ve verimli bir zeminde gelişmekte. Türk özel sektörü BUSINESSEUROPE üyesi olarak AB sürecinde ayrıcalıklı bir konuma sahip. Bunu Türkiye için artı değere dönüştürme çabası içinde. Geriye önemli bir soru kalıyor: Türkiye’de devlet-sivil toplum ve devlet-özel sektör ilişkisi hangi hızda gelişiyor?

TÜRKİYE MARKASI 21. yüzyıl küresel hareketlik ve iletişim çağı. Ürünler için olduğu gibi ülkeler, kentler ve toplumlar için de tanıtım önemli. Pazarlama, medya, marka ve imaj çağındayız. Yalnızca yüzeysel ve şekilsel olarak değil elbette. Gelişen bilgi toplumu sayesinde içerik ile görüntünün sinerji yaratması gerekiyor. Bu ortamda ülke imajı bir ulusal çıkar meselesi. Bir G20 gezegeni ülkesi olarak Türkiye’nin imajı küresel rekabet gücü açısından doğrudan bir çok alanı etkiliyor:

- 189 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

İhracat ürünleri, cari açık Uluslararası yatırımları çekim gücü Turizm Dış politika dosyaları (“soft power”) Terörle mücadele 2020 Olimpiyat adaylığı gibi girişimler Kültürel etki alanı AB üyeliği süreci Ve en önemlisi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, kurumlarının ve şirketlerinin dış dünya ile ekonomik, mesleki ve sosyal ilişkileri.

Her ülke açısından geçerli bir liste bu. İmaj konusu yalnızca bir “Dünyaya sevdirelim kendimizi!” refleksi olmamalı. Bunun karşıtı olan “onlar göstersin çaba!” veya “zaten Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur” yaklaşımları da sorunlu. “Biz bu işi beceremeyiz” karamsarlığı da. Unutmayalım ki ülkemizin bir çok şirketi, sivil toplum kuruluşları, sanatçıları, yazarları, tasarımcıları, sporcuları uluslararası iletişimde bir çok başarı sahibiler. O zaman devlet de köklü bir reformla orta vadede güçlü bir Türkiye markası hedefine ulaşabilir. Başarı etkenleri Dünyada bu alanda bir çok başarı ve başarısızlık örneği var. Kimi ülkeler “İnanılamaz Hindistan”, “İspanya Tutkudur” veya en yalın şekilde “Avustralya” gibi tekil bir markayı başarıyla yükseltiyor. Kimileriyse sıkıcı broşürler, gürültülü televizyon reklamları ve karmaşık görüntülerle kaynaklarını iyi değerlendiremiyor. Etkin bir ülke markasının temel özelliklerinden bazıları şunlar: ►

Siyasal saygınlık ve ekonomik dinamizm

Dünyaya açık, yatırım için cazip

Küresel değişime yön veren

Kaliteli eğitim, yaşam ve ürünler

Önyargı ve stereo tiplemeleri aşmış

Çok kültürlülük, dinsel özgürlük, sosyal rahatlık

Temel bir fikre odaklı marka (Örneğin: özgürlük ülkesi, teknolojik yenilikçilik, değişim kültürü ...) Bazı alanlarda dünyada rekabet gücü üstün (Örneğin: bilişim, moda, rüzgâr enerjisi, sağlık sektörü, doğa turizmi, mimari, mali sektör...)

Ülke markası alanında önde gelen uluslararası referansı olan Anholt Nation Brands Index son yıllarda Almanya’nın yükselişine dikkat çekiyor. Uluslararası imajında sanayi ve disiplin gibi olumlu ögeler bulunan Almanya, aynı zamanda bu özelliklerine fazla vurgudan rahatsız. Kendisi hakkındaki diğer önyargıları da dikkate alarak, 2004 yılından beri önemli bir tanıtım etkinliği içinde. Ana tema: “Almanya, fikirler diyarı”. Daha iyi, renkli ve yaratıcı bir dünya için sanattan,

- 190 -


Dr Bahadır Kaleağası

sağlığa, temiz enerjiden, modaya her alanda iyi fikirler, yenilikler. Tüm iletişim araçlarıyla yoğun bir seferberlik. Tokyo metrosundan, Berlin meydanlarına, İngiliz gazetelerinden, Amerikan televizyonlarına, dünya fuarlarına ve siyasal söylemlere yayılan bir kampanya. Görüntüler bizzat Cumhurbaşkanı Köhler'in “fikirler diyarına hoş geldiniz” mesajı ile başlıyor. Köhler yanında bilimsel araştırmacılar ile, beyaz steril laboratuar giysileri içinde ileri teknolojik araştırma enstitüsünden gülümsüyor. Diğer görüntülerde de bilimsel ve sanatsal yaratıcılık ile mizah iç içe. Claudia Schiffer, Aspirin, Addidas, yıkılan Berlin duvarı üzerindeki halk ve Başbakan Merkel’in aralarında bir Türk kökenlinin de bulunduğu mesleklerinde başarılı on Alman ile uçuk bir dekordaki fotoğrafları... Türkiye Tanıtım Stratejisi Bu yönde bir atılım için en az beş belirleyici etken var: 1. Halk desteği Tanıtım işi okyanusta bir buzdağı gibidir. Asıl kütlesi görünmüyor, suyun altında. İşin doğası gereği, tanıtımın görünen, buzdağının suyun üzerinde kalan bölümünün özel sektör, sivil toplum, akademi ve medya gibi kaynaklardan doğrudan yapılması her zaman daha etkili. Tabii, devlet buzdağının asıl kütlesini oluşturan derin kısmını üstlenebildiyse. Aksi takdirde devlet dışında kalan kaynaklardan yapılan giderler suda eriyor. Görünmüyor. Diğer ülkelere göre rekabet gücü kaybı oluşuyor. Ayrıca tanıtıma vakfedilen finansman ve insan kaynakları hızla yukarı çıkan bir eğri izler. Ancak belli bir miktarda kaynak kullanımından sonra verim katlanarak artar. Bu durumda önemli ölçüde kamu kaynağı aktarımı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının ve kurumlarının ödedikleri verginin harcanması demek. Bu nedenle tanıtımın neden bir ulusal çıkar meselesi olduğunun, harcanan paraların karşılığının çok daha fazla ve bugüne kadarki kaybın vahim olduğunun iyi anlatılması gerekiyor. Kaldı ki sanıldığından çok daha az miktarlarla önemli etkiler yaratmak olası. Örneğin uluslararası iletişimin AB boyutunda sorunlu olan Fransa ve Almanya gibi ülkelerde yılda yalnızca beşer milyon euro tutarında bir bütçelerle somut başarılar olası. Tabii profesyonel, sonuç odaklı ve hesap verebilir bir anlayışla çalışmak kaydıyla. 2. Değişim cüreti Sorun Türkiye’nin tanıtımının ötesinde, çok boyutlu bir değişim gerektiriyor. Daha stratejik bir yaklaşım benimsenebilir: -

Önce ülke içi iletişim. Olmak istediğin gibi olmak. Aynadan yansıması istenen görüntüyü benimsemek. Türkiye çağdaş bir demokrasi ve özgür bir toplum olacaksa, neyse gereği yapmak gerekiyor: insan hakları, eğitim, kadın hakları, temiz enerjiler, sanat, teknoloji... Topluma ülkenin bu yönde ilerlediği anlayışı ve heyecanını vermek, partiler üstü bir ulusal mutabakat ve iç iletişim enerjisi gerektiriyor.

-

Sonra ülke markası yaratılması aşaması geliyor. Dünyada farklı örnekler var. Genelde kamu ve özel sektör işbirliğinde ve uzmanların da katkısıyla bir konsey veya vakıf oluşturuluyor.

- 191 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

Eşzamanlı olarak kamu reformu. Devletin genetik yapısında değişim gerekiyor. Vatandaşıyla ve dünya ile iletişime açık bir kamu yönetimi anlayışı, teknolojik altyapı ve her bakanlıkta sorumlu birimler oluşturulmalı. Başbakanlık Yatırım Ajansı gibi çok başarılı bir modelden hareketle bir Tanıtım Ajansı kurulabilir. Fakat bu yetmez. Tüm devlet birimlerinde uluslararası iletişim anlayışı gelişmeli.

3. Yaratıcı takım. Ankara’da yeni bir devlet dairesi kurarak, 21. yüzyılda tanıtım sorununu çözmek zor. Artık yeni bir şeyler söylemek zamanı: -

Bu konuda görevli takımın içinde deneyimli diplomatlar, gazeteciler, reklamcılar, özel sektör temsilcileri, sivil toplum gönülleri, sanatçılar, tasarımcılar birlikte yer almalı.

-

Kulaklarında mp3 müzik çalarlar, rahat kıyafetler ve internet âleminde hızlı hareketler içinde bir genç grup dâhil olmalı takıma.

-

Seyahat, sanat, tasarım, arkeoloji, mimarlık, yaşam kültürü, bilim, ekonomi, moda, teknoloji, spor, tarih, gastronomi ve mizah yayınları okuyanlar, ülkesini iyi bilen, fikrilerini dünyaya açık tutanlardan oluşmalı yeni yapı.

-

Ortama yaratıcılık ve girişimcilik hâkim olmalı. Sonuç odaklı çalışmalı.

-

Dünyadaki çağdaş sanatın gelişimi, sinema sanayinin etkisini, organik gıda, doğal kozmetik ürünler ve etik üretim koşulları gibi yeni tüketim eğilimleri, Facebook, Twitter ve Youtube gibi internet ortamları, mobil teknoloji devrimi, elektrikli otomobil, ekolojik binalar, güneş ve rüzgâr enerjisi gibi temiz enerji girişimleri, değişen kent kültürü ve küresel sorunlar ile ülke tanıtımı arasındaki bağlantıyı düşünce ve kişilik yapısında özümsemiş bir takım kurulmalı.

-

AB konusu bir süre asıl etkinlik ekseni olacağından, işin başında Avrupa toplumları geçmişleri ve bugünleriyle iyi bilen yöneticiler olmalı. Kadınlar çoğunlukta olmalı. Her biri Türkiye’nin dünyadaki yeni yüzleri olmalı, toplum içinden de çok daha fazla yeni yüzler, sesler ulaşmalı Avrupa’ya.

4. Çoksesli orkestra, uyumlu müzik Dünya kamuoyunda resmi kanallara mesafeli yaklaşılır. Propaganda sevilmez. Tanıtımın asıl etkisi devletin sağladığı zemin üzerinde özel sektör ve sivil toplum ile yükselebilir. Bu noktada tabii ki eşgüdüm için kurullar ve iletişim ağlarına gereksinim var. Fakat bu merkeziyetçi ve tek sesliliği teşvik edici olmamalı. Türk toplumunun muazzam bir yaratıcı ve sonuca gidici gücü var. Önü açılmalı. 5. Ortak akıl Beşinci, altıncı ve diğer etkenler de çok önemli. Farklı bakış açıları, bilgi birikimleri ve deneyimlerden süzülecek diğer önemli etkenler.

- 192 -


Dr Bahadır Kaleağası

Türkiye 21. yüzyılın en etkili uluslararası iletişim stratejisini yaratabilecek, zengin insan sermayesi, doğa, kültür ve ekonomiye fazlasıyla sahip. Artık yeni bir şeyler başarmak zamanı.

TÜRKİYE @ AVRUPA . NET Brüksel. Paris. Berlin. 3, 4 ve 5 Ekim 2006. Avrupa’da Türkiye haftası, ya da jenerik ismi ile: Turkey@Europe-week Türkiye’nin AB güzergâhında en ilginç dönemlerden biri yaşanıyordu. Bir tarafta kurumsal yapısı iyi işleyen bir üyelik süreci: müzakereler başlamış, bir başlık, Bilim ve Araştırma geride kalmıştı. Diğerlerinde görüşülecek konuları veya öncelikli ‘eşik’ sorunları belirleyen tarama süreci bitmek üzereydi. AB ülkelerinin dünya ölçeğinde daha güçlü var olmalarını hedefleyen işbirliği programlarına, Türkiye eğitimden, bilime, çevreyi korumadan, kadın haklarına bir çok alanda katılmaya başlamıştı. AB Komisyonu aday ülkeler için hazırladığı planlara Türkiye’yi de dâhil ediyordu. Türkiye artık AB’nin resmi haritalarında müstakbel üye ülke olarak yer almaya başlamıştı. Aynı zamanda AB ile olan ekonomik bütünleşmede, ticaret, yatırımlar, turizm, sermaye hareketleri ve markaların yayılmasında çok büyük bir sıçrama kaydediliyordu. Dünyanın diğer ülkeleri de artık müstakbel bir AB üyesi olarak Türkiye’ye daha fazla önem vermeye başlamıştı. Bu arada Orta Doğu, enerji, uluslararası örgütlü suç ve terörle mücadele gibi alanlarda Türkiye’nin Avrupa için öneminin bilinci her AB başkentinde pekişmeye başlamıştı. Fakat diğer tarafta, bu kadar somut ve uzun vadeli olumluluk etkenine rağmen, siyasal kriz dalgaları AB ile Türkiye arasında eksik olmuyordu. AB karşıtlığı, küreselleşme kaygıları, yabancı korkusu ve Türkiye dosyasının istismarı bazı ülkelerdeki iktidar dışı politikacıların popülist söylemlerinde yumaklaşıyordu. Kıbrıs sorunun çözümünde AB’nin karar mekanizmaları Papadopulos yönetiminin veto hakkı yüzünden tıkanıyordu. Papa dinler arası yanlış ve doğru anlaşılma kazanını daha da karıştırıyordu. Fransa’da nifakçı, sansürcü, hukuksal dayanaktan yoksun ve zavallı bir siyasal popülizmin atığı bir yasa tasarısı ile Ermeni diasporasının oyları avlanmaya çalışılıyordu... Türkiye ise, TCK’nın 301. maddesine dayalı soruşturma ve davalar yüzünden PKK uzantısı veya fanatik Ermeni ve Rum çevreleri bağlantılı lobilere siyasal hareket alanı yaratmak ile meşguldü. Böylece güya “Türklüğü korumak” adına ulusal çıkarlar ihlal edilmekteydi. Orhan Pamuk’un cumhuriyet tarihi için çok önemli bir olay olan Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmasına doyasıya sevinemiyor, Avrupa’daki Türk karşıtlarının oyununa geliyor, sorunları fırsata çevirme zekâsını yeterince devreye sokamıyordu. Hâlbuki zaman, Türkler dâhil Avrupa halklarının istikbalini belirleyen somut konulara odaklanma zamanıydı? Neyin kutlaması? İşte 2006 yılındaki Türkiye haftasının temel bir amacı AB-Türkiye ilişkilerinde hem güncel sorunları tartışmak, hem de bunları aşmaktı. Orta vadede bu ilişkilerin somut zeminini oluşturan temel konulara odaklanmaktı. Güncel konuların ötesinde tartışabilmek, iletişime ve kültüre de yer vermekti. Bu etkinlikler her şeyden önce bir kutlama geleneğinin başlangıcı olarak tasarlandı. Bir zafer veya ruhanilik kutlaması değil. Anımsama, değerlendirme, olumlulukları vurgulama, geleceğe güven yansıtma amaçlı bir kutlama. Bir evsahipliği yapma fırsatı. Toplumsal hafızalar bakım ister. Kutlamalar bu görevi üstlenir.

- 193 -


Dr Bahadır Kaleağası

3 Ekim 2005 tarihinde, Türkiye ve AB’nin 21. yüzyıl tarihine damga vuracak bir dönemeç geride kaldı. Müzakerelerin başlaması hem simgesel, hem de sonuçları açısından gerçek anlamda bir tarihsel olay. Çok uzaklardan geldi bu noktaya her iki taraf. Son ana kadar zorlandılar. Yalnızca ortak çıkarlar, sağduyu ve hukuk yeterli olamadı. Bilgelik ve liderlik gerekti her iki tarafta da. Kader gecesine dönüşüverdi bir anda Lüksemburg’ta 3 Ekim günün son saatleri. Türkiye’nin AB üyeliğinin en belirleyici dönemi fizik kurallarına göre 4 Ekim sabahı, AB Dönem Başkanı olarak İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw’un resmen durdurduğu AB saatine göre 3 Ekim gecesi başladı sonunda. Bir “üçbuçuk Ekim tarihi” düştü Türkiye-AB ilişkilerinin seyir defterine. Üç gün, üç kent, üçer etkinlik Bir yerden başlamak gerekiyordu kutlayarak anımsamaya. Artıları ve eksileriyle bir ilk adım 2006 yılında atılmalıydı. Gelecek yıllarda bir hafta dışında genelleşecek etkinliklere örnek olacak bir girişim. Avrupa’da düşünce önderlerine, etkili çevrelere ulaşmak hedeflendi. Arka arkaya üç günde, üç kentte, üçer ana etkinlikten oluşan program böyle doğdu. Birer konferans, sergi ve konser. Ayrıca eşzamanlı olarak yoğun bir medya ile görüşmeler ve siyasal temaslar programı. Önce Brüksel’de, AB’nin başkentinde. Tüm Avrupa medyasının, siyasal ve ekonomik temsilcilerinin, sivil toplum merkezlerinin konuşlandığı kentte. Sonra Paris ve Berlin’de. Avrupa bütünleşme sürecinin motoru olarak tanımlanan bir siyasal işbirliği ekseninde. AB’nin İngiltere ile birlikte en çok oy ve siyaset gücüne sahip üyelerinde. Türkiye konusunun iç siyasette farklı nedenlerden de olsa, en çok istismar edildiği iki ülkede. Tesadüf eseri olmayarak, aynı zamanda Türkiye’den en çok göç almış yerlerde. Konferanslar, Brüksel’de bizzat müzakerelere başlama döneminin İngiltere dışişleri bakanı Jack Straw’un da katılımı ile, önde gelen düşünce kuruluşu The EPC tarafından düzenlendi. Paris’te Fondation Innovation Politique isimli etkili siyasal yenilikçilik vakfı ve sonradan IMF Başkanı olacak olan Dış Ticaret Bakanı Christine Lagarde devreye girdi. Berlin’de ise Almanya’nın TÜSİAD’ı BDI ve German Marshall Fund’un katkılarıyla oluşan panelde Almanya’nın en popüler politikacılarından Berlin Başbakanı Klaus Wowereit vardı. Ayrıca her birinde başka AB’li politikacılar, Ankara’dan bakanlar, tanınmış akademisyenler, uzmanlar ve Türk ve AB’li özel sektör temsilcileri Türkiye’nin AB üyeliği sürecini Avrupa ve dünyanın somut gündemi bağlamında tartıştılar (www.turkey-europeweek.org). Bu ülkelerde Türkiye karşıtlığı zaman zaman kabarmakta. Fransa’da bazen çığırından çıkmakta. Fakat Türkiye konusunda akılcı ve uzak görüşlülük sahibi geniş çevreler de var. Bu kitleleri bilgisiz, Türkiye’yi iletişimsiz, meydanı boş bırakmamak gerek. Gözlere, kulaklara, kalplere Avrupa’da iyi tasarlanmış sergiler her Türk kültürel etkinliğinde olduğu gibi ayrı bir etki yaratıyorlar. Bu sefer gelen yorumlar da bu yönde olumlu oldu. Brüksel’de AB Komisyonu mekânında Ara Güler’in İstanbul fotoğrafları sergisi, sanatsal değerinin paralelinde bir simgesellik yüklüydü. Fransa’da karikatürleriyle Le Monde gazetesinin fiilen başyazarı olan karikatürist Plantu ile Radikal çizeri Piyale Madra’nın ortak sergisi Danimarka kökenli dinsel karikatürler krizi sonrasında özellikle etkili bir barış, mizah ve umut mesajı oldu. Berlin’de, bu

- 194 -


Dr Bahadır Kaleağası

mimari yaratıcılık kentini iyi yansıtan bir mekânda ise, geleneksel ile 21.yüzyıl yaratıcılığını sentezlediği seramik eserleriyle Mehveş Demiren merhaba dedi Almanya’nın başkentine. Konserler Brüksel’de Gürer Aykal yönetiminde Borusan Filarmoni ile başladı. Büyük çoğunluğu AB Komisyonu, Avrupa Parlamentosu, Bakanlar Konseyi, diplomatik çevreler, medya ve sivil toplum temsilcileri ile eşlerinden oluşan binüçyüz kadar davetli için yalnızca bir Türk sanat akşamı olmadı 3 Ekim gecesi. Aynı zamanda AB işlerinin karmaşık ritminde bunalan bu çevreler için yılın hoş klasik müzik ile terapi fırsatlarından biri gerçekleşti. Programda Ferit Tüzün ile Anadolu esintileri, Mozart ile ‘a la turca’, Schubert ile duygu yüklü bir yolculuk. Paris ve Berlin’de ise Tekfen Filarmoni-Üç Denizin Sesi Orkestrası Saim Akçıl yönetiminde sahnedeydi. Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Hazar’ın birbiriyle sorunlarını çözememiş ülkelerinden müzisyenlerle, ney, kemençe, kanun gibi klasik batı müziği ile senfonik uyumu yakalayan çalgılarla, sanatsal yaratıcılıkla, barış mesajlarıyla ve coşkuyla büyülendi konuklar. Nihat Gökyiğit’in konser öncesindeki TEMA Vakfı’nın Türkiye’nin ekolojik zenginliğini anlatan sunumları da bambaşka bir boyut kattı. Sonuçta, medyaya yansıyan haberler, söyleşiler ve görüntülerle bir ölçüde geniş halk kitlelerine de ulaşıldı. Daha fazla etki için televizyon, edebiyat, sinema, pop müzik ve turizm gibi başka boyutlarda iletişim kanalları da devrede olmalıydı. Daha sonraki yıllarda özellikle Fransa ve Almanya odaklı tanıtım çalışmalarımız çok sayıda gazete, dergi ve televizyon yayını konusu doğurdu. Artık 2010’lu yıllara gelindiğinde Avrupa medyasında Türkiye manşetleri daha dengeli atılabiliyor, konferanslarda hamaset geri plana düşüyor, ekonomik ve siyasi Süddeutche Zeitung, “Yeni Türkiye”, 11 Haziran 2011 toplantılarda esas konuya gelebilmek için aşılması gerek önyargı duvarları iyice alçalıyordu. İletişim buzdağının suyun üzerinde yükselen bölümüne her resmi, özel, akademik ve sivil toplumsal her kurumun katkısı meyvelerini vermeye başlıyordu.

G20 MEGAPOLÜ İSTANBUL İstanbul. Eski Grek dilinde ‘kente doğru’ anlamına geliyormuş. Altyapısı, nüfusu ve ihtişamı ile bir zamanlar gezegenin tek gerçek kenti. Roma’nın mirasçısı. Keltler, Vikingler, Hunlar, Avarlar, Slavlar, Araplar, Persler, Haçlılar gibi nice fetih akımının düşü. Fatih Sultan Mehmet’in ihtirası, kozmopolit bir imparatorluk vizyonun merkezi. Geçmiş zamanların bir imparatorluklar başkenti. Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyaya açılan penceresi. Yirmibirinci yüzyılda bir Avrasya merkezi, G20 megapolü. İstanbul bir Türkiye aynası, harmanı, laboratuarı ve vitrini. Ülkenin kökleri ve kaderi, zenginliği ve yoklukları, gücü ve çelişkileri, hüznü ve neşesi İstanbul’da yoğunlaşıyor. İstanbul bir simgeler ve imgeler hazinesi.

- 195 -


Dr Bahadır Kaleağası

İstanbul aynı zamanda bir Avrupa projesi. Başarılı bir girişim sonucunda AB tarafından 2010 Avrupa Kültür Başkenti olarak seçilmesi tesadüf olmamıştı. Türkiye’nin AB üyeliği sürecinin tartışıldığı her boyutta İstanbul etkeni her zaman olmuştur. En azından, hem kısmen doğru, hem de yanlış olan ‘Türkiye İstanbul’dan ibaret değil; öyle olsaydı sorun kalmazdı’ yargısı açıkça veya zımnen öne sürülür. ‘İstanbul bir gün hiç kuşkusuz Avrupa’nın en büyük kentlerinden olacak. Trafik, minareler, boğaz, balıkçılar ve diğer onbeş milyon yaşayanı ile hiç bitmeyen etkileyici bir bale bu kent’. Yedi Avrupa dilinde yayın yapan önde gelen haber kanalı Euronews’de Türkiye hakkında bir haber-analiz bu sözlerle başlıyordu. Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde ‘imaj’ sorunu irdeleniyordu. Bu konuda siyasetçilerin ve özel sektör temsilcilerinin İstanbul ve Brüksel’deki etkinliklerine ve görüşlerine yer verilirken fona İstanbul hâkimdi. Geleneksel kubbeli ve minareli siluet, çevre yolları, Haliç’ten Boğaz’a ve 4.Levent-Maslak gökdelenlerine uzanan manzaralar, modern alışveriş mekânları, kentin insan coğrafyası renkliliği gibi görüntüler geçti haber boyunca. Bu örnek aslında Türkiye haberlerinde kullanılan alışılagelmiş görüntülerden farklı. Genelde Türkiye hakkında bir televizyon haberi için Batı medyasının görsel tercihleri bizzat ‘imaj’ sorunun önemli bir etkenidir. Konu ekonomi, terör, enerji, siyaset olabilir. Fakat ilk görüntüler genelde camilerde ibadet sahneleri, muhafazakârlık derecesi toplumsal yelpazenin ucundaki insan kitleleri, asker ve polisler ve kentin en bakımsız sokaklarıdır. Bazen İstanbul’un ana alışveriş caddesi olarak Mahmutpaşa yokuşu belirir. Sosyal yaşama ait görüntüler nargile, gri kalabalıklı caddeler veya turistlerin tıkıldığı üçüncü sınıf mekânların dansözlü köhnelikleridir. Halbuki bir Washington haberinde arka planda Beyaz Saray veya Kongre, Fransa’da Eiffel, Londra’da Big Ben, Pekin’de Yasak Kent, Moskova’da Kızıl Meydan belirir. Görsel malzeme konuya göredir. Bir Brezilya, İrlanda, İsveç veya İtalya haberine kilise çanlarıyla veya toplumun en fakir veya muhafazakâr taraflarıyla giriş yapılmaz. Her kentin bir marka olarak ülkesiyle özdeşleşmiş görüntüleri, o ülke hakkındaki siyasal, ekonomik ve sosyal analizlere simge ve imgeleriyle yön verir. İstanbul’un Türkiye’nin uluslararası ilişkilerinde ve özellikle AB sürecindeki etkisi de bu nedenle çok önemli. Son yıllarda medyada daha dengeli bir görsel boyut gelişmekte fakat çok daha iyisi hedeflenmeli. Avrupa Yakası Konu doğrudan İstanbul olduğunda da, bu sefer AB boyutu dünya medyasının ilgi odağı oluveriyor. Özellikle 2005 yılıyla birlikte İstanbul’a artan bir ilgi var. Paris Match, Newsweek, Observer, Madame Figaro, Expansión, Conda Nest Travel, Wall Paper, Financial Times ve Monocle gibi geniş kitlelere ulaşan bir çok yayında İstanbul konusunda renkli ve övgü dolu sayfalar yer aldı. Her seferinde bu yayınların okuyucuları sandıkları, umdukları ve hatta daha önceki olası ziyaretlerinde buldukları kentten çok farklı bir İstanbul ile tanıştılar. Muazzam tarihsel mirasın ve eşsiz coğrafi konumun üzerine eklenen yeni boyutları öğrendiler: küresel ekonominin nabız noktalarından

- 196 -


Dr Bahadır Kaleağası

biri, hızla yükselen bir sanayi ve bilgi toplumu, 21. yüzyılın sanat, tasarım, sosyal yaşam ve turizm eğilimlerinde önde giden bir kentsel şenlik. Hızla gelişen, ekonomik ve sosyal çelişkilerini değişim ve kalkınma çarklarında öğütmeye çalışan bir kent her zaman çekicidir. İstanbul bu açıdan dergi sayfaları ve televizyon ekranlarında cazip bir konu. Diğer yandan, hemen hemen her yayında İstanbul konusu ile Türkiye’nin AB süreci arasında köprü kurulmakta. Newsweek’in bir gece kulübünde seksi bir gösteriye yer veren İstanbul konulu kapağında “Avrupa’nın en hip (kendine has özellikler sahibi, yeni eğilimlerde öncü) kenti, sonunda Avrupa’ya muhtaç olmayabilir’’ yazıyordu. Türkiye hakkındaki önyargıların patolojik sınırları zorladığı ülke Fransa’nın kamuoyu üzerinde en geniş etki çemberine sahip dergisi Paris Match ise, İstanbul hakkındaki bölümüne heyecanla şöyle giriş yapıyordu. ‘‘İstanbul, Avrupa’nın muhteşem kapısı: 3 Ekim’de Türkiye’nin AB’ye giriş müzakereleri başlıyor. Bu vesileyle İstanbul’a gittik ve hala kendimize gelemedik. Bu harika kentsiz bir geleceği nasıl öngörebiliriz?’’ Arkasından İstanbul’un dinamik sosyal yaşamına, özel sektörüne, gençliğine, medyasına, tarihine ve doğasına sayfalar dolusu övgüler. Son olarak ise bir mülakat. Sayfayı kaplayan çekici görüntüsü ve tatlı bir alaycılık içindeki gülümsemesiyle Gülse Birsel: ‘‘Avrupa bize evet dedi diye bir sabah uyandığımızda kendimizi sarışın bulmayacağız’’. İstanbul 2011 İstanbul 2010 yılında Avrupa Kültür Başkenti oldu. Hazırlık dönemi, dış merkezlerde tanıtım, uluslararası medyatik rüzgâr ve sivil toplumsal katılım açısından yetersizlikler dikkat çekse de, kervan yolda iyi dizildi. Bilançosu olumlu bir yoğun emek ve etkinlik yılı geride kaldı. Katkısı olan herkese tebrikler, teşekkürler. Bu sürecin başında “asıl hedef İstanbul 2011” demiştik. 2010 enerjisinden kentin 21. yüzyıl sinerjisine ulaşmak gerekiyor. Her ülkenin en uluslararası kenti, aynı zamanda o ülkenin genel imajının da itici gücü oluyor. Bu da dış politika ve dış ekonomik ilişkileri etkiliyor. Küreselleşme kentleri markalaşmaya yönlendirmekte. Bu marka değerini ölçen kuruluşlar birçok etkeni dikkate alıyor: Kentin:  dünya kültürüne, bilime, teknolojiye, sanata katkısı,  mimariye ve kent yönetimi uygulamalarına getirdiği artı değer,  insan sermayesi,  altyapı kalitesi, trafik akışkanlığı, açık hava alanları,  çevreyi koruma başarısı,  uluslararası kurumlara, şirketlere, yöneticilerine ve ailelerine sunduğu olanaklar,  girişimci göçmenlere açıklığı,

- 197 -


Dr Bahadır Kaleağası

  

uluslararası takdir sahibi üniversiteleri, kent yaşamının gastronomik ve estetik titreşimleri, gece yaşamı, sokak yaşamı.

Ayrıca:  Kente gitme isteği  Kentte aradığına ulaşma kolaylığı,  Kenti yaşama keyfi... Özetle, her açıdan, kentin cazibesi. İstanbul markası İstanbul markası için 2010 kapsamında önemli bir başlangıç yapıldı. İşte bu çerçevede 2011 ve ötesi için eksik bir öneri listesi: 1. İstanbul kültürü kampanyası. Okullar, sivil toplum, medya ve iş yerlerinin ittifakıyla gerçekleşebilir. Olimpiyatlar öncesinde Pekinlilere yerlere tükürmemeyi öğreten kampanyadan çok daha iyisi mümkün. Kentin esas dokusu insanlarıdır. Nazik, yabancılara önyargısız, kadınerkek eşitliğini içselleştirmiş, yeterli İngilizce iletişim sahibi insanlar. Kentinin geçmişi ve geleceğinin heyecanını yaşayan yurttaşlar. 2. İstanbul’un simgesi. Bu kentin bir kule, meydan, opera binası veya gökdelen gibi tek başına belirgin bir yapısı yok. Tarihi yarımadanın silueti ve Boğaz olabilir bu simge. Boğaz’da deniz gezintisi tılsımlıdır. Turizmin ötesinde, nice yabancı yatırımcı veya siyasetçinin derin Türkiye sempatisi bir Boğaz turunda başlamıştır. 3. Kentin renkleri: türkuaz, erguvan... Her markada dış görüntü önemli. Taksiler, toplu taşıma araçları, kent mobilyaları ve logoda kentin renkleri hâkim olmalı. Hong Kong’un kırmızı-turuncu renk paletinde şekillenen ejderhalı logosu için yapılan ayrıntılı çalışma iyi bir örnek. İstanbul’a da türkuaz ve erguvan renkleri özellik katabilir. Türkuazda Boğaz ve titreşim, erguvanda boğaz tepelerinin baharı, Doğu Roma’nın imparatorluk moru ve Osmanlı kaftanlarının tonları çağdaş bir tasarımla yakalanabilir. Türkuaz taksiler, erguvan otobüsler... İstanbul Belediyesi’nin otobüslerini 2011’deki bir halka açık oylama sonucunda tonu biraz farklı olsa da erguvana dönüştürme kararı çok sevindirici oldu. (Yıllardır tekrarladığım bu önerimi televizyonda ve basında hatırlatan Ferhat Boratav’a çok teşekkürler). 4. Kentin ürünleri 

Bizans-Osmanlı-Cumhuriyet. Güzergâhları, eserleri ve hatıra eşyalarıyla İstanbul’un üç dönemi daha iyi belirginleşebilir.

Alt markalar. İstanbul büyük. Turistik alt bölgeleri olabilir. Venedik, Paris, New York’ta olduğu gibi. Rehber kitaplarda, haritalarda her biri ayrı renk ve özelliklerle tanıtılan, ziyaretçilerin göremeden ayrılırlarsa eksiklik duyacakları, yabancı dillerde telaffuzu kolay bölgeler: -

Topkapı : tarihi yarımada, imparatorluklar beşiği.

- 198 -


Dr Bahadır Kaleağası

-

Pera : Galata’dan Taksim’e kozmopolit ve nostaljik kent Maçka : Nişantaşı-Beşiktaş, alışveriş, tarih ve keyifli yaşam Moda : Anadolu yakası, dünya çapında bir yaşam ekseni Bağdat Caddesi ve kıyılar Bosforus : Boğaz ve Karadeniz’e ulaşma heyecanın ürünleşmesi, gece yaşamı Prens Adaları : bir uluslararası havalimanına ve dünya kentine bu kadar yakın otomobilsiz bir cennet, muazzam bir doğa, tarih ve yaşam kültürü potansiyeli

Alışveriş ve eğlence. Her kentin imajı için revaçta olan bu etkenler İstanbul açısından hak ettikleri etkiye sahip değiller. Kapalıçarşı’dan Nişantaşı üzerinden Kanyon ve İstinye’ye uzanan bir alışveriş yörüngesinin daha da çok tanıtımı ve ulaşım kolaylığı sağlanabilir. Gece hayatı ise tüm tanıtım araçlarının seferber edilmesini gerektirecek cazibede.

Yenilikçi mimari. Eiffel kulesinden, Louvre’un cam piramitlerine Paris defalarca mimari yaratıcıkla da dünya kültürüne katkıda bulunmuştur. Sydney Opera binası kent ile özdeş mimaride klasikleşmiş bir örnektir. Son yıllarda Gehry, Hadid, Andreu, Foster gibi mimarlar tasarladıkları binalarla birçok kenti uluslararası kültürde öne plana çıkardılar. İstanbul’da da 21. yüzyılı yansıtacak yeniliklere doğru ilk adımlar atılmakta. Brükselli Şefik Birkiye gibi yurtdışındaki ünlü Türk mimarların da tarihsel dokuyla uyumlu, estetik, teknolojik ve ekolojik değerleri bir araya getiren projeleri var. En önemli hedef ise, İstanbullu deneyimli mimarlar ve genç yetenekler için kentin uluslararası bir vitrin olabilmesidir.

Müzeler vapuru. Haliç’in ucunda Silahtarağa’da Santral-İstanbul’dan başlayan, Rahmi Koç Müzesi, Süleymaniye, Feshane, Zeyrekhane/Pantakrator, Galata Kulesi, Topkapı Sarayı, İstanbul Modern, Dolmabahçe, Hisar ve Sabancı Müzesi’ne uzanan bir turistik müze vapuru hattı. Ayrıca İstanbul’un simgesi bir ürün olarak pazarlanacak olan “vapur”. Venedik’te vaperetto, Hong Kong’ta Star Ferry, Paris’te bateaux-mouches, Amsterdam’da kanal tekneleri gibi.

Teknoloji ve ekoloji. Sokaklarda kablosuz internet, mobil uygulamalar, e-devlet, elektrikli araçlar, temiz enerji, organik ürünler, çevre dostu binalar, alanlar, insanlar. İstanbul en ileri yaşam teknolojisinin küresel önderlerinden olabilir.

5. Yurtdışında İstanbul. Dünyanın önemli kentlerinde halkın erişimi kolay İstanbul noktaları tasarlanabilir. Turizm tanıtım ofisi veya sergi alanı gibi değil. Bir “Gateway to Istanbul” yaklaşımı. Çağdaş yaşamın eğilimlerini yakalayan bir kahve, kitapçı, tasarım ürünler, teknoloji, sosyal etkinlik ve çocuk mekânı olabilir. Münhasıran İstanbul odaklı değil. İstanbul sözcüğünün özgün “kente doğru” anlamından esinlenen. Dünya kent kültürünü de yansıtan, gelenleri seyyahlaştıran kozmopolit mekânlar. Belki kamu-özel sektör işbirliği içinde, belki de bayilik sistemi ile çoğalacak girişimler. İstanbul’un 21. yüzyıl arayışları Fatih Akın’ın kentin müzik titreşimleri peşindeki filmi “İstanbul Hatırası-Köprüyü Geçmek”de tınlıyor : “Başka yerlerde olmayan bir özellik var burada. Dünyanın tüm ezgileri erişiyor kulaklarımıza. İstemesek de”.

- 199 -


Dr Bahadır Kaleağası

TURİSTİK SİYASET Havaalanından kente, İstanbul’a giderken takside sohbet. Aracının emniyet kemerleri eksiksiz, müşterisini ‘hoş geldiniz’ diye karşılayan bir sürücü. Konu olağan siyaset veya geçim sorunları değil bu sefer. Estetik konuşuyoruz. Türkuaz Taksiler -

Sizin bu taksileri sarı yerine başka bir renge boyamak zor olur mu?

-

Hiç olmaz bir gecede hepsi boyanır; 600 ile 1000 lira arasında bir şey tutar. Neden sordunuz?

-

Meraktan. Radikal gazetesindeki bir yazımda ‘Taksilerin de kendine has bir rengi olsa çok iyi olur’ demiştim.

-

Valla bazen biz de şoför arkadaşlarla bu konuda laflıyoruz. Fakat galiba bu sarı renk tüm dünyada bir standart.

-

Hayır. Bizdeki yalnızca bir özenti. Yaratıcılık yoksunluğu. Bu sarı esas olarak New York’un bir simgesi. Turistler fotoğraflarını çeker, hatıra eşyalarını satın alır. Londra’da taksilere özgü bir model ve kırmızı otobüsler var. Hong-Kong’da taksiler kırmızı gri, Almanya’da bej.

-

Peki İstanbul’da ne olur? Eskiden siyah beyaz bir şerit varmış. Çok şıkmış.

-

Evet benim önerim de yeniden tasarlanmış bir damalı şerit ve trafikteki diğer araçlarda olmayan bir renk. Örneğin türkuaz. Tanıtım açısından da bir anlamı olur. Türkiye’yi iyi anlatan bir renk. Beğenir mi sizin arkadaşlar?

-

Valla bence çoğu şahane bulur. Hem biz taksicilerin de memleketin reklamına katkısı olur. Turistler hep bizden çekiniyor. Gelmeden önce uyarılıyorlarmış. Hâlbuki İstanbul’un bir sembolü olsak inanın her şoför daha bilinçli olur.

-

Yani bu iş turizmi aşar.

-

Abi bence siz bu meseleyi bir daha yazın.

Gerçekten de tanıtım, turizm ve siyaset arasında bariz bir karşılıklı etkileşim var. Taksi sürücüleri dâhil her meslekten yurttaşın bu konuda daha duyarlı ve yeniliklere açık olması çok iyi olur. Bu bir küresel rekabet meselesi. Her ülke daha çok takdir edilen, beğenilen, sevilen olmaya çalışıyor. Bu sayede yalnızca ulusal gururlar okşanmıyor. Aynı zamanda ekonomik artı değerler pekişiyor. Daha renkli, yaratıcı ve özgün bir Türkiye, aynı zamanda daha güçlü bir Türkiye için en etkili çağrışım kaynağı olur. Yalnızca turizm açısından bir değerlendirmede bile ortaya önemli bir siyasal tablo çıkmakta. Turizm Türkiye’nin en önemli ekonomik sektörlerinin başında gelmekte. Hızla büyüyen bir ekonominin denetleyemediği dış ticaret açığını cari giderler dengesinde telafi edebilecek önemli bir etken. Türk turizm sektörünün bir çok sorunu, dolayısıyla yeni atılımlarla değerlendirilecek fırsat pencereleri var: kârlılık, yabancı sermaye, pazarlama ağları, bölgesel planlar, insan sermayesi,

- 200 -


Dr Bahadır Kaleağası

standartlar, doğal kaynakların kullanımı, sektör ile devlet ilişkileri, ülke markası, Likya, Kapadokya, Black Sea, Konya, Troya, Karya, Mardin gibi yeni alt markalar, ... Turizmin stratejik önemi Bunların da ötesinde, turizm etrafında gelişen etki alanı Türkiye’nin uluslararası çıkarlarına uzanıyor. Bu açıdan bir çok etkene dikkat çekmekte fayda var: 1. Küresel rekabet gücü : Diğer bir deyişle, ekonomik büyüme, insan sermayesi, istihdam, girişimcilik, teknolojik yenilikçilik ve ekoloji. Genelde tanıtım ve ülke markası için geçerli olan her artı değerde turizmin katkısı var: ihracat, uluslararası sermaye yatırımları, teknoloji, eğitim, enerji ve diğer alanlarda işbirliği, ... 2. Siyasal güç : Turizm dış siyaset ortamında iletişim gücü daha yüksek bir Türkiye için etkili bir araç. Dünyaya tarihsel birikimi, kültürel zenginliği, doğal hazineleri, lojistik ve teknolojik altyapısı ve yaratıcı kent yaşamı ile rekabet gücü yüksek bir turizm hizmeti satabilen bir Türkiye, siyasal olarak da güçlenir. 3. Ekonomik kalkınma : Turizm sektörünün olumlu ekonomik etkileri bir çok farklı alana yayılıyor: bilgi teknolojileri, bölgesel kalkınma, çevre, eğitim, el sanatları, elektronik sanayi, enerji, hazır giyim, inşaat, kamu sağlığı, kuyumculuk, mali hizmetler, müzeler, sanat etkinlikleri, ulaştırma, tarım, telekomünikasyon, yayıncılık, ... 4.

AB süreci : AB ile müzakere sürecinde turizm ve olumlu etkilediği tüm diğer alanlar uyum, dönüşüm ve değişim yolunun taşlarını döşemekte. Ayrıca bu dönemde Türkiye’nin artan siyasal istikrarı, ekonomik güveni ve düzelen görüntüsü, turizm sektörünü son derece olumlu etkiliyor. Daha da önemlisi, bunların çoğu bizzat AB’nin küresel düzende rekabet gücünü yükseltmek için reforma tabi tuttuğu anahtar alanlar. Önümüzdeki yıllarda artan üretkenlik ve yaşlanan nüfuslarıyla AB ülkelerinde turizme daha çok talep olacak. Bunu iyi değerlendiren ülkelerde turizm ülkenin kaderine yön verecek; büyüme ve istihdamın itici gücü olacak.

Turizmden siyasete yansımalar Daha estetik kentler, daha doğru değerlendirilen doğal hazine, daha akıllı bir turizm stratejisi ve daha etkin bir tanıtım sonucunda daha güçlü bir Türkiye markası oluşur. Türkiye’yi ziyaret edenlerin doğası, tarihi, sanatı, estetiği, yenilikçiliği, simgeleri ve en önemlisi insanları ile tanıdıkları ülke hakkında takdir ve sempati geliştirmesi bir çok açıdan çok önemli. Bu ziyaretçiler aynı zamanda birer “Made in Turkey” müşterisi. Çoğu tam üyelik yolunda ilerlediğimiz AB’nin yurttaş ve seçmenleri. Belki Türk şirketlerle müstakbel iş ortaklığı adayları. Ya da akademik, sivil toplumsal, kültürel veya teknolojik işbirliği ile ilgili konumlardaki insanlar. Bazen de bu ziyaretçiler birer siyasetçi. Türkiye konusunda önemli kararlarda etkili kişiler. Tabii ki bu kararlarını kendi ulusal çıkarları süzgecinde bir siyasal analizle belirliyorlar. Fakat kişisel deneyimlerin de siyasetçiler üzerindeki etkisi yadsınamaz. Türkiye’de siyaset dışı turistik, sosyal ve insani deneyimleri olmayan siyasetçiler var örneğin. Bir zamanlar, Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy ve Almanya Başbakanı Merkel gibi. Aksine, bu yönde olumlu anı sahipleri de var. İtalya Başbakanı Romano Prodi, daha önce AB Komisyonu başkanıyken bir görüşmemizde önce

- 201 -


Dr Bahadır Kaleağası

gençliğindeki Ege kıyısı anılarından bahsetmişti. Sarkozy ise, daha önce bakanken Brüksel’de bir konuşmamızda hiç tanımadığı Türkiye’yi Arap âlemi ile karıştırmıştı. Bir desteğin çağrışımları Bazı Avrupalı siyasetçileri Türkiye konusundaki olumlu düşüncelerini sık sık kamuoyuna açıklarlar. Örneğin geçmişte, İsveç Dışişleri Bakanı Carl Bildt ve İtalya Dışişleri Bakanı Massimo D’Alema ortak bir makale yayınladılar (International Herald Tribune, 1 Eylül 2007). Bu metin bir çok açıdan önem taşıyordu:  Her iki dışişleri bakanı, aynı zamanda eski birer başbakan olarak Avrupa siyasetinde etkili kişilerdi.  Türkiye konusunda her genişleme dosyasında rastlanmayan bir "Kuzey-Güney destek ekseni" ortaya çıktı. Avrupa çıkarları açısından konunun siyasal, jeo-politik, sosyal ve enerji güvenliği boyutları vurgulandı.  Ayrıca, Türkiye'nin AB üyeliği konusunda her iki taraftaki kamuoyu tepkilerine ve dolayısıyla iletişim boyutuna dikkat çekiliyordu.  Türkiye'de yenilenen siyasal iradeye çok açık ve çok acil olarak reform icraatı öneriliyordu. Hedef: AB içindeki Türkiye taraftarları güçlenmeli, Türkiye karşıtları kaybetmeli.  G.Kıbrıs’a Kuzey üzerindeki kısıtlamaların kalkması için mevcut AB girişimlerini veto etmeme uyarısı yapılıyordu.  Genel olarak AB siyaset çevrelerine şu mesaj da verilmekteydi: AB büyük olasılıkla 21. yüzyılda tüm kıtayı kapsayan ve esnek bir kurumsal yapıda olacak. Federal bir birlik olmayacak. Türkiye'nin tam üyeliği mevcut AB ortamına göre değil, bu gelecek perspektifinde orta vadede değerlendirilmeli (Dolayısıyla Fransa tarafından dayatılmaya çalışılan ‘sınırlar’ ve ‘özel statü’ tartışmaları zamansız ve gereksizdir). Carl Bildt Türkiye’yi ve Türkleri iyi tanır. Yakın bir zamanda bir Boğaz gezisi sırasında Türkiye’nin AB üyeliğini destekleyen görüşlerini konuşmuştuk. Verdiği örnekleri çevrede gördüklerinden seçiyordu. Boğazın her iki yakasındaki ihtişam, karşıda Doğu Roma ve Osmanlı imparatorluklarının başkenti, arka tepelerden yükselen gökdelenler, kıyıdaki gezintiler, lokantalar, çay bahçeleri, balıkçılar, gemiler, tankerler, muazzam bir hareketlilik ve bu mavi suların Avrupa için önemi. Massimo D’Alema ile de, bir mavi tur sırasında yelkenlisiyle yanaştığı Kekova’nın Üçağız köyünde karşılaşınca konuştuğumuz siyaset aynı zamanda doğa, tarih ve turizmin tılsımıyla yoğrulmaktaydı. Daha önce, başbakanlığı döneminde Türk kamuoyunun “Apo” krizi ile tanıdığından çok farklı bir yaklaşım içindeydi artık. Her iki etkili siyasetçi de akılcı bir analiz sonucunda ülkelerinin Türkiye’nin AB üyeliğine desteğini açıklıyordu. Her ikisinde de ‘türkuaz çağrışımlar’ güçlüydü.

- 202 -


Dr Bahadır Kaleağası

FUTBOL GEZEGENİ Uzay kıyılarından dünyaya bakış: <<Galaksimizin gelişmekte olan gezegenlerini inceleme üssünden son bilgiler: Güneş olarak adlandırılan yıldızın çevresinde yörüngedeki üçüncü gezegende futbol denilen bir hadise var. Bu gezegenin en ileri yaşam biçimine sahip canlıları olan insanlar, sık sık kitlesel bir eylem gerçekleştiriyor. Takriben bir buçuk milyar çift göz, aynı anda, aynı yuvarlak cismin hareketlerini, aynı algılama sistemi içinde izleyebiliyor. Refah, yönetim, millet, din, cinsiyet ve kültür temelinde ileri derecede bölünmüş olan insanları, eşzamanlı olarak bu derecede birlikte kılan başka bir sosyal vaka ile henüz karşılaşmadık>>. Doksan dakika ötesi Dünyamız evrenin uzak köşelerinden nasıl algılanıyor bilmek olanaksız; şimdilik. Diğer taraftan, futbolun en belirgin küresel gösterge haline geldiğini gözlemlemek için atmosferin dışına çıkmaya gerek yok. Futbolun ruhumuzda yaratabildiği duygusal dalgalar ve toplumsal iletişimde kapsadığı alan abartılı olabilir. Özünde, savaşları kansızca ikame eden militarist bir boyut da hissedile bilinir. Fakat sonuçta 21. yüzyılda insanlık uygarlığının belki de en önemli kültürel paydaşlığı söz konusu. Aslında insanlar arasındaki tüm farklılıklara rağmen, ortak noktalar ağır basmakta. Yaşamın doğum-düğün-cenaze çizgisinde, insan olmanın temel duyguları paylaşılmakta. Ekonominin esas kurallarından, siyasi iktidarların doğasına, bir çok alanda sosyal işleyiş ve davranış biçimleri arasında benzerlikler çoğunlukta. Dinler insanları bölerken, bir taraftan da cemaatleriyle küresel etki alanları yaratabilmekteler. Bayram namazı veya Noel gecesi gibi anlarda, gezegen dışına ortak beyin dalgaları yayabilecek eşzamanlı bir eylem ve düşünce birlikteliği söz konusu. Dünya veya Avrupa futbol turnuvaları da, teknolojinin ve yoğun pazarlamanın desteğiyle, geleneksel ve coğrafi mesafeleri aşan bir insanlık uygarlığı ayini. Örneğin, Ronaldo’nun ayağından çıkan top filelerle buluştuğu anda en az bir buçuk milyar beyinde aynı kavram düşünceye dönüşüyor: “goool!”(sevinçli, üzüntülü, şaşkın veya keyifli tonlarda okunabilir). Evler, işyerleri, lokantalar, barlar, kahveler ve meydanlarda yaygınlaşan televizyon ekranları, bilgisayar ve cep telefonuna ulaşan teknoloji ve de izleme zevkini artıran çekim teknikleri sayesinde, uluslararası futbol her yaş, cinsiyet ve sosyo-ekonomik kesimden insana erişebiliyor. Fetiş nesnesi top gibi küresel bir olay ile karşı karşıyayız. Avrupa Kupası 2008’in iletişim açısından analizi Avrupa Kupası 2008 de bu atmosferde ilerlemişti. Avrupalılar ve Dünya halklarının önemli bir kesimi televizyon ekranlarındaki beyaz noktanın, beyaz direklerle girdiği ilişkiye odaklandı haftalar boyu. Kıtanın ve gezegenin dört bir tarafında turnuvaya katılan takımların renkleri, yüzleri, hareketleri, isimleri, sevinçleri, hüzünleri, geçmişleri ve geleceklerine aşina olundu. Halklar birbirine yakınlaştı. Turnuvaya katılan ülkeler arasında, bilinç altı bir iletişim ağı örüldü. Maçların oynandığı kentlerde bu iletişim daha bilinçli ve somut, bazen dostça bazen sertçe oldu. Türk Milli Takımı’nın 2002 Dünya Kupası’nda gösterdiği üçüncülük başarısını da bu açıdan irdelemek olası. Dünyanın sahne ışıkları altında, alkışlanan bir performans sergilenmişti.

- 203 -


Dr Bahadır Kaleağası

Öncelikle ev sahibi Japonya ve Güney Kore toplumları ile ilişkiler gelişmişti. Turnuvaya katılamayan Azerbaycan ve Makedonya gibi bazı ülkelerin Türkiye’ye karşı duydukları yakınlık, sevinç ortaklığına dönüşmüş, bir çok uzak ülke insanının kafasındaki dünya haritasında Türkiye yerini bulmuştu. Galatasaray’ın 2000 yılında Avrupa’da Süper Kupa zaferi ve Fenerbahçe’nin 2008 Avrupa Şampiyonlar ligindeki başarılı performansı da, spor ötesi olumlu etki dalgaları yaydılar. Bu sayededir ki, aradan geçen yıllar içinde Şanghay’da bir toplantı öncesi tanışma faslından, New York’ta bir uluslararası konferansın kahve arasında Afrikalı katılımcılarla sohbete, Londra’da bir taksi sürücüsüyle laflamaktan, Berlin’de bir iş yemeğinde Alman, Rus ve Araplarla ortak bir sosyal konu bulmaya uzanan yelpazede, futbolun bıraktığı Türkiye çağrışımları her zaman yararlı olmuştur. Avrupa medyasındaki yorumlar, internetten gelen bilgiler ve kişisel deneyimler ışığında, Euro 2008’in Türkiye’nin AB ile ilişkilerine etkisi açısından ortaya şu tablo çıkmakta: 1. Önyargılar zayıfladı, imaj olumlu etkilendi, siyasal ve ekonomik artı değer oluştu. 2. Fakat çok etkin bir uluslararası iletişim fırsatı vardı; ustaca değerlendirmek iyi olurdu. 3. Bu kazançlar geçici olmamalı. Türkiye daha güçlü bir demokrasi ve sosyo-ekonomik kalkınma gündemi ile Avrupalı gollerine devam etmeli. Türkiye hakkında Avrupa halklarının bazı kesimlerinde, değişik derecelerde eskiden beri var olup da, Avrupa Kupası sayesinde zayıflayan, görecelik kazanan önyargılar önemli: - “Türk toplumu Avrupa’dan kopuktur”. - “Türkiye içine kapanıktır, muhafazakârdır, mutaassıptır”. - “Türk kadını sosyal yaşamın dışındadır”. - “Türkler gergindir, şiddete meyillidir”. - “Türkiye uluslararası başarılara uzaktır” - “AB ülkelerindeki Türkler uyumsuzdur”. - “Türkler disiplinsiz, sistemsiz, özgüvensizdir. Şarklıdır” - “Türkler farklıdır”. Ve bazı bilinçaltlarındaki temel önyargı: - “Türkler ötekidir” Ve de artık geçerliliği daha fazla sorgulanan soru: - “Türkiye Avrupa’da mı?” Bu yönde olumlu evrimin somut göstergelerinden biri, aşırı uçlardaki bazı Avusturyalı ve Fransız siyasetçilerin görüşleri oldu: - “ Ne yani, Avrupa Kupası kazanırsa, Türkiye AB’ye üye mi olacak?” - “ Türkiye Orta Doğu’da değil miydi, gitsin orada oynasın”. Bu görüşler tersten okunduğunda, Türkiye hakkındaki olumlu etkiler ifade buluyor. Bir zamanlar “Türkiye Avrupa’da olsaydı, herkes bilirdi” diyen Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’ye ise yanıt kendi ülkesinden geldi. Türkiye Almanya’ya gol atınca kahvelerde sevinen Fransızlar, televizyonda maç anlatırken, dayanamayıp “haydi Sabri, bravo Semih” diyen yorumcular, Avrupa’nın yeni futbol gücünü alkışlayan basın...

- 204 -


Dr Bahadır Kaleağası

Avrupa medyasına ve sokaklarına yansıyan, her biri yazılara, yorumlara ve hafızalara kaydolan önplandaki Türk görüntüleri de olumluydu: 

Milli Takım: İyi taktik, kolektif girişim yeteneği, karizmatik sporcular, hedefe odaklılık, özgüven. 

Tribün seyircisi: kadın-erkek bir arada, neşeli, yaratıcı, barışçıl, tutkulu. Avrupalı. Çağdaş. 

Kutlamalar: Genç kızlar ve erkekler, Türkiye’den bir Avrupa kenti ve halkı görüntüleri, sportif coşku, AB kentlerinde uyumlu sevinç gösterileri. Bunun sonucunda, 2002 Dünya Kupası sonrasında olduğu gibi, Avrupa Birliği’nde Türkiye’ye karşı üç konuda kısmen olumlu gelişme gözlemlenmekteydi: 1. İlgi: Türkiye hakkında klişeler dışında yansıyan görüntüler, AB vatandaşlarının bu ülkeyi daha iyi tanıma gereksinimini pekiştirdi. Sanılandan farklı bir ülke ve halkın varlığı hissedildi. 2. Bilgi: Türkçe isimler ve okunuşları, Türkiye’nin Avrupa futbolundaki yeri, futbolcular ve kulüpler, Almanya’dan gelenlerin katkısı, AB ülkelerinde oynayanlar ve ülkenin başlıca kentleri gibi bir çok bilgi hafızalarda yer edindi. 3. Sempati: Önyargılar sarsıldıkça, ilgi ve bilgi yükseldikçe, Türkiye’ye karşı sempati de arttı. Oynadığı maçlarda bir Avrupa takımı olarak AB vatandaşlarınca da tutuldu. İşyerlerinde, mahallede, bankada, fırında, barda, sanal âlemde ve dost ortamlarında Türklerin AB’li çevreleriyle ilişkilerine de yansıdı bu sempati. Türkiye’ye karşı AB toplumlarında artan ilgi, bilgi ve sempatinin dış ekonomik etkileri de var: daha fazla turist, yatırım, “Made in Turkey” etiketine daha olumlu yaklaşım ve Türklerle iş yapmaya daha fazla açılım. Siyasi planda da, Avrupalılığı daha barizleşmiş bir ülke olarak belirdik. Tabii, bu kazanımlar göreceli. Ülke diğer alanlarda ilerlemezse geçici bir durum söz konusu. Ayrıca, bu kadar önemli bir uluslararası kamuoyu penceresi aynı zamanda neredeyse bedava bir iletişim fırsatıydı. Maç kentlerine doluşan medyadan, dünya ekranlarına yansıyan görüntülere ustaca ve zarafetle Türkiye hakkında olumlu mesajlar zerk etmek olasıydı. Bilgilendirmek ve imaj parlatmak için değerlendirilebilecek çok fırsat vardı. İleride de olacak. Siyaset kupası Fransız TF1 televizyonu kupanın bilançosunu yaparken Türkiye için ‘mucize’ başlığını öne çıkardı (Fransa için ise ‘hüsran’ tanımlamasını uygun gördü). Türkiye’nin Avrupa’daki genel algılanışı da aynı ‘mucize ülke’ profiline uygun. Beklenmedik zamanlarda kötü gidişatı iyiye çevirebilme yeteneği; en olmadık zamanlarda beklenmedik hatalar ve sorunlar üretebilme zafiyeti. Yeşil sahada mucizeleri olağanlaştırmak, Türk siyaset dünyası için ancak bir kıskançlık kaynağı olmalı. Futbolda mevcut en iyi onbiri sahaya sürerek kazanılan açılımlar, şirketlerimizin uluslararası standartları yakalayan girişimleri ve bir çok sanatçımızın uluslararası başarıları şaşırtıcı değil

- 205 -


Dr Bahadır Kaleağası

artık. Her biri arkasında azim, inanç, insan sermayesi, yaratıcılık, bilgi, deneyim, küresel geniş görüşlülük ve de en önemlisi iç ve dış rekabet baskısı olan atılımlar. Siyasette de artık Türk halkına ve dünya kamuoyuna yeni bir Türkiye sunmak gerekiyor. Kayıp zaman telafi edilmeli. Avrupalı, sivil, özgürlükçü, laik bir demokrasi ve yaratıcı bir hoşgörü toplumu olarak yükselmek hiç bitmeyen bir mücadeledir; uzatmaları yok. Hiç olmadık zamanlarda kendi kalesine gol atmak ise gülünç oluyor. Eğer evrenin başka gezegenlerinden dünyayı gözlemleyenler var ise, herhalde Türkiye’yi bu açıdan ilginç bir vaka olarak incelemektedirler. Türk halkı çağdaş bir ülkeye, en yüksek standartlarda bir yaşama ve küresel rekabetin getireceği başarılara layıktır. Maalesef bazı siyasal tartışmalar özgüvensizlik edebiyatına iyi bir katkı sağlamanın ötesine geçememekte. Siyaset meydanına çıkan bir oda başkanı, televizyon programında tartışırken korumacı, içine kapanmacı, bilgi saptırmacı, korku yaymacı ve gençliği kışkırtmacı sözlerini şöyle özetlemişti: “Ne gerek var Avrupa liginde oynayıp gol yemeye. Tahran Spor’a karşı oynarız, gol atarız, kazanırız; AB üyeliğinden vazgeçelim”. Avrupa’daki Türkiye karşıtlarıyla eşsesli olan bu görüşlere aynı yıl milli takımımızın genç, çılgın ve Avrupalı Türkleri hak ettiği yanıtı verdiler.

AVRUPA AŞKINA AB Komisyonu’nun resmi internet sitesinden Avrupa’yı Avrupalılar için tanıtım filmi başlıkları: - Neşe - Hüzün - Sevgi - Aşk Ve değişik dillerdeki çevirileri farklı sözcük oyunları içeren mesajlar: - “Keyifle” - “Yalnız değilsiniz” - “Her şey bir öneriyle başlar”. - “Birleşelim; birlikte zevkine varalım”. Başka konularda da klipler var: yenilenebilir enerji, küresel ısınma, kalkınmakta olan ülkelere yardım, insan hakları, transatlantik ilişkiler, göçmenler, yol güvenliği, nano-teknolojilerin kanser araştırmalarında kullanılması, ... AB’nin farklı alanlardaki politika ve etkinlikleri kamuoyuna anlatılıyor. Klipler genelde öğretici, eğlenceli ve kısa. Tutkulu tanıtım Bunlar arasında bir grup klip Avrupa sinema sanayisine destek veren Media programından esinlenmekte. Bu program tarafından finansman sağlanan filmlerden kısa kesitler ve pop müzikle kurgulanmışlar. Neşe, hüzün, sevgi ve aşk başlıklı dört tema insanların günlük yaşamda çok sık karşı karşıya kaldıkları duygu ve tutkulara hitap ediyor. Böylece AB Komisyonu yalnızca beyinlere değil, kalplere de ulaşmaya çabalıyor. Dolayısıyla, Avrupa yurttaşları tarafından anlaşılmamak ve sevilmemekten muzdarip olan AB bu sefer farklı bir yöntem deniyor. İçerik

- 206 -


Dr Bahadır Kaleağası

olarak özellikle gençlere sıkıcı gelebilecek siyaset dosyası konularından uzaklaşmayı ve internetin erişim nimetlerinden daha iyi yararlanmayı umuyor. AB klipleri ilk olarak Şubat 2007’de Berlin Film Festivali’nde kamuoyuna sunuldu. AB’nin o zamanki 27 üye ülkesinin kültür bakanlarına, ilgili bürokrasilerine, iletişimden sorumlu kurum ve şirketlere ve basına dvd olarak dağıtıldı. Daha sonra Mayıs ayında Cannes Film Festivali’nde tekrar gösterildiler. Sonra Komisyon, kimlerine göre kendini aşan bir yenilikçi yaklaşımla, klipler için dünyanın önder video sitesi You Tube dahilinde bir ‘EU Tube’ bölümü yarattı. Özellikle, “sinema sevenler bunu sevecek” başlığı ile sunulan aşk konulu klip aynı yılın Temmuz ortasında 3 milyon izleyiciyi geçmekteydi. İnternet arama sitesi Google’da “Eutube love” anahtar sözcüklerine karşılık yaklaşık yarım milyon sonuca ulaşılması da dikkat çekmekteydi. Tutkulu tepkiler Yalnızca dikkat değil, aynı zamanda bir çok yorum da peşi sıra geldi. İşte birkaç örnek: -

-

-

-

-

“Bu girişim Komisyon’un AB ülkeleri yurttaşlarını ilgilendiren konularda uygulanan politikaları anlatmak hedefiyle tasarladığı bir kamuoyu iletişim sorumluluğudur. Tabii bu hedef doğrultusunda mevcut tüm olanakları kullanacağız” (Margot Wallström-AB Komisyonu Başkan Yardımcısı). “Ucuz, zevksiz, adi”. (Godfrey Brown, AB karşıtı İngiliz Bağımsızlık Partisi sözcüsü; kliplerin ilk olarak İngilizce dilinde İngiliz kamuoyuna yönelik olarak yayınlanmasına özellikle bozulmuş.). “Komisyon ahlaksız yöntemler kullanıyor”. (M. Giertych, Avrupa Parlamenteri, Katolikmuhafazakâr, Polonya Aileleri Ligi üyesi) “Avrupa Birliği İncil Kuşağı bölgesinde değildir”. (M. Selmayr, AB Komisyonu sözcüsü. ABD’nin Güneydoğusundan merkezine uzanan Evanjelist muhafazakârlığın yoğun olduğu coğrafi eksene atıfta bulunuyor). “Sanatsal, yaratıcı, dikkatleri tetikleyici”. (Bazı İngiliz ve diğer AB gazeteleri) “Pornografi”. (Bazı İngiliz bulvar gazeteleri) “Çıplak kadın fotoğrafları basmaya meraklı bazı gazetelerin nedense mahremiyet duyarlılığı patlamasına rağmen, kliplerin sanatsal değerini anlayacak olgunluktaki İngiliz halkının dikkati AB konularına çekilmiş oldu.” (R. Kemppinen, AB Komisyonu Londra Temsilcisi) “Bir düşünsenize Brüksel’deki iktidar koridorları nasıl bir heyecanla titremiştir”. (Alan Riding, International Herald Tribune’de köşe yazarı; AB Komisyonu’nun sonunda gençlere erişebilecek bir pazarlama önerisine olumu yaklaşmış olmasını takdir ediyor) “Bu klipler Avrupa’daki sanatsal yaratıcılığı önplana getirmektedir. Söz konusu sahnelerin her biri uluslararası ödül sahibi tanınmış sinema eserlerinden alınmıştır”. (AB Komisyonu’nun resmi açıklaması).

‘Çeşitlilikte birlik’ Gerçekten de her dört tema için seçilen yaklaşık onar adet film Avrupa sinemasının son yıllarda en fazla küresel takdir toplayan ürünleriydi. İşte bazıları:  Girl with a pearl earring (İnci Küpeli Kız) - Peter Webber  Goodbye Lenin (Elveda Lenin) - Wolfgang Becker  The Man Without a Past (Geçmişi Olmayan Adam) - Aki Kaurismäki  Breaking the waves (Dalgaları Aşmak) Lars von Trier  The Pianist - Roman Polanski

- 207 -


Dr Bahadır Kaleağası

 Amélie Poulain - Jean-Pierre Jeunet  La vita è bella (Hayat Güzeldir) - Roberto Benigni  La mala educacion (Kötü Eğitim)- Pedro Almodóvar Ve her dört klipte de sahneleri yer alan bir film:  Gegen die Wand (Duvara Karşı) – Fatih Akın Avrupa içinde bazı muhafazakâr tepkilere neden olan “aşk” konulu tanıtım klipi bu filmlerden alınan sahnelerden oluşuyordu. Yalnızca 44 saniyede, ritmi giderek artan bir müzik eşliğinde 18 farklı çiftin, değişik ortamlar, yaklaşımlar ve eğilimler içindeki sevişme sahneleri bir mesajla son buluyordu: “Let’s come together”.

AB tanıtım klipleri için: www.youtube.com/eutube

Avrupa’da bir araya gelmeye, Avrupa’da çeşitliliğe, Avrupa’da sevgiye çağrı mesajları hedeflenmekteydi hiç kuşkusuz! Sonuçta, ilk defa bu kadar kamuoyu etkisine ulaşan bir AB iletişim girişimi olarak bu klipler bir başarı olarak değerlendirildi. Hatta sonrakiler aynı ilgiyi yakalayamadı. AB’nin temel siyasal mesajı bir süredir “Çeşitlilikte Birlik”. Her Avrupa ülkesinin kendi içinde birbirine göre etnik, kültürel, ekonomik, toplumsal ve siyasal farklılıkları var. Her şeyin ötesinde Batı kültüründe bireysel özgürlük, hak ve farklılıklara saygı siyasal bir kutsallığa sahip. Çeşitlilik toplumları ve Avrupa’yı zenginleştiren bir güç kaynağı olarak algılanıyor. Avrupa Birliği ise, bu zenginliği küresel düzende korumak ve geliştirmek için gerekli bir ekonomik ve siyasal proje olarak sunulmakta. AB Komisyonu’nun bu girişimi özellikle gençliğe bir Avrupa düşüncesi aktarmakta etkili olabilir. Fakat AB’nin kamuoyu iletişim açığının kimyası çok karışık. AB dosyalarının teknikliği, yerel gündem ile Avrupa gündemi arasındaki uçurum, dil sorunu, terminolojik bulanıklık, kurumsal yapının karmaşıklığı, ekonomik sorunlar veya küreselleşme dalgaları karşısında artan içine kapanmacılık gibi bir çok etkeni dikkate almak gerekir. Bunların da ötesinde, nesnel bir bilgi açığı var. Geniş halk kesimleri AB’yi kim yönetiyor, hangi sorunların çözüm birimi AB kurumları, hangilerinde ulusal yetkiler söz konusu, yeni mevzuatlar veya üyeler hangi ekonomik veya siyasal çıkarlar doğrultusunda planlanıyor gibi temel soruların yanıtlarını oluşturan somut bilgilerden yoksun. Ekonomik kalkınma, eğitim, bilgi teknolojileri ve demokrasi kültürü sayesinde halkların siyasal bilgi ve bilinci her ülkede zamanla yükseliyor. Yükseliyor fakat yine de bugün en çağdaş toplumlarda bile önemli bilgi boşluğu katmanları var. Örneğin ABD’de orta öğretim mezunları arasında boş bir haritada başkent Washington DC için Kuzey Amerika kıtasının Doğu ile Batı kıyıları arasında tereddüt edenlerin çokluğu artık klasikleşmiş bir örnektir. ABD yurttaşlarının bilgi düzeyi konusunda Pew Araştırma Merkezi’nin çalışmaları önemli bir referans oluşturur. Örneğin, ABD Başkan Yardımcısı’nın ismini bilmeyen ABD’lilerin oranı 19892007 yılları arasında yüzde 26’dan yüzde 31’e çıkmış. Rusya Başkanı’nın adı için ise yüzde 53’den yüzde 64’e yükselen bir bilgisizlik oranı saptanmakta. Bilgi çağı ilerlese de, toplumun bir kesimini siyasetle ilgili kılmak AB ve ABD gibi en ileri demokrasilerde bile zor bir hedef olarak beliriyor.

- 208 -


Dr Bahadır Kaleağası

Türkler de bu gezegende Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından yıllar sonra bile Anadolu’nun coğrafyasının ücralıklarında ülkeyi kimin yönettiği iyi bilinmezmiş. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban romanında irdelediği kırsal kesimlerdeki siyasal cehalet, Osmanlı devletiyle birlikte hemen yok olmamıştı. Lise okumaya daha büyükçe yerleşim merkezlerine gidenler veya askerden dönenlerle giderek anlaşılmaya başlanmış ki artık İstanbul’da bir padişah yok, Ankara’da bir Cumhurbaşkanı var. Devlet var, hak, hukuk var. Tabii bir çok yerde bu tür bilgiler ağalık düzenin şiddet duvarlarına çarpa çarpa zamanla yayılabilmiş. Bugünün Türkiye’sinde de benzer sorunlar 21. yüzyıla uyum sağlıyor. Eğitim sisteminin 20. yüzyılı atlamış olmasının vahim yaralarının da ötesinde bir durum var ki, ancak bir televizyon programında çarpıcılık kazanabilmekte. Lise mezunu veya üniversite öğrencisi gençler arasında Cumhurbaşkanı Gül, Angela Merkel, Kenan Evren, Bülent Ecevit, Picasso, Bush, Hitler, Elvis Presley gibi isimlerin kim olduklarını bilmeyen kitlenin toplum içinde salınmakta olduğu gerçeği ekranlarda eğlence konusu olmakta. Fakat ‘siyasal sistem hakkında temel bilgilerden yoksunluk kıstası’ için bile AB ile uyum çabası gerekiyor. Yalnızca AB üyeliği için değil. Her şeyden önemlisi, Türkiye’nin küresel rekabet gücü yüksek bir toplum olabilmesi için. AB Komisyonu’nun kullanmayı denediği iletişim araçlarında, bilgi olmasa da ilgi düzeyini yakalama başarısı için ipuçları var. Ne var ki sonuçta resmi kannlarla yapılan bu tür iletişim sınırlı etki yaratıyor. Ancak işin işine aşk ve tutkulu toplumsal tepkiler girerse yankı buluyor. İnternet kuşkusuz artık bir bilgi galaksisi. Aynı zamanda yanlış bilgi kara deliklerinin de yer aldığı bir sanal evren. Mobil teknolojilerle internetin sarmallaşacağı, araçların daha da etkinleşeceği, bilgi birikimi ve yönetimi ile ekonomik, kültürel veya siyasal amaçlı iletişimin yeni bir çağa gireceği yüzyıldayız. Ancak bilgimize aklımıza, duygularımıza ve çeşitliliğimize güvenerek Avrupa’da var olabiliriz. G20 Gezegeni’nde rekabet gücümüzü yükseltebiliriz. Bu da resmi kurumlarla değil, ancak özgür toplum, yaratıcı gençlerle mümkün.. AB’nin bir iletişim ortamı denemesi olan EU Tube’da Avrupa halkları bir araya gelmeye devam ediyor. En büyük başarıyı yakaladığında orada neşelenen, hüzünlenen, aşk yaşayan, sevişen Türkler de vardı. Belki de bir gün orada: “bir deniz ki aşk dolu, dalgalar vardı”.

- 209 -


Dr Bahadır Kaleağası

BİR YAZ GECESİ RÜYALARI Dünyanın dört bir yanını görmüş nice ülkeden gezginin ortak görüşüdür: Kekova ve özellikle Kaleköy-Simena gezegenin en güzel yerlerinden biridir. Mavi, yeşil ve tarih Anadolu kıyılarında buluşur. Güneş nar kırmızısı batar, yerini büyüleyici bir dolunaya bırakır, üstelik o gece ay tutulması olur ve aynı anda yıldız kaymaları başlarsa, dilek tutmamak, düşler galaksisine açılmamak olanaksızdır. Uzayın derinliklerinde kaybolmadan, kendi güneş sistemimizde, kendi atmosferimizde keşfetsek yeniden, küçük, mavi, narin gezegeni: ~ ~ ~ ~

Üzerinde doğa ile barışık bir uygarlık yeşerse. Savaş, yoksulluk, adaletsizlik olağan olmasa. Çocuklar hür doğsa, eşit büyüse, sağlıklı yaşasalar. Üretkenlik, yaratıcılık ve iyilik rekabetiyle geçse ömürleri. İnançların dogmalara, siyasetin kibire, ekonominin arsızlığa, teknolojinin tükenişe dönüşmediği bir küresel düzenle övünse uygarlığı. Her kayan yıldız başka düşleri tetikliyor. Sık sık geride bırakılan, her gidilen yerde peşimizden gelen eden, hep geri dönülen kent beliriyor bir yıldızın düştüğü noktada.

“Dünya’da tek bir devlet olsa, başkenti İstanbul olurdu” demiş mi gerçekten Napolyon? Hayale gerek kalmasa. Gerçekten İstanbul gezegenin başkentlerinden biri olsa. Öyle dünyaya egemen, siyasetin odağı, devlet dairelerinin saltanatı altında bir yer değil. İstanbul o deneyimi geçmiş imparatorluklar tarihinde doya doya yaşadı. Bir siyaset ve askeri güç merkezi olmanın şan, şöhret, birikim ve tahribatını kültürel hazinesine yeterince ekledi. İstanbul artık dünya kentleri boyutunda bir öncü olsa. Uygarlıklar, coğrafyalar, ekonomik eksenler arasında bir Avrupa kenti, bir G20 megapolü. Gökyüzündeki en parlaklar yıldızlardan biri gibi ışıldasa, çok daha iyi değerlendirilmiş tarihsel dokusu ve etkileyici bir 21. yüzyıl mimarisiyle; En ileri teknoloji ve estetik kaygılarla yenilenen altyapısıyla; Dünya müziklerinin, sanatçılarının, mutfaklarının, seyyahlarının, mucitlerinin, edebiyatçılarının, girişimcilerinin, tasarımcılarının, her ulustan öğrencilerin ve akademisyenlerin buluştuğu, etkileşim içinde olduğu, çoğaldığı bir küresel başkent olsa İstanbul. En önemlisi, yaşayanlarının gelişmiş kent kültürüyle, temiz, nazik, konuksever bir yaşam merkezi olsa İstanbul. Hayaller giderek serpiliyorlar hem mor, hem de lacivert gecenin siyahlığında başka yıldızların yörüngesine kayıyor, başka özlemlerle buluşuyor; gerçeklerin çekim alanına kapılıyorlar.

- 210 -


Dr Bahadır Kaleağası

Yükselen her yıldızda gülümsesek, Türkiye’yi ansak. Geçmişi anımsadıkça bugünlere şükran duysak, gurur duysak. Bir ülke ki, insan sermayesi en önemli varlığı olsa. Yılların eğitim seferberliğinin hasadını toplayan bir toplum. Gençleri artık küresel rekabet gücüne sahip bir ülke: ~

~ ~ ~ ~

Türkçe sözlü ve yazılı iletişime hâkim, matematik zekâsı gelişmiş, teknoloji ve yaratıcılık odaklı, genel kültürü ulusal ve uluslararası boyutlarıyla engin, İngilizceyi anaokulundan itibaren çok ileri düzeyde öğrenmiş, başka bir dili daha çok iyi bilen öğrenciler. Temel konular dışında öğrencilere seçenekler sunan, kendilerini daha istekli ve yetenekli gördükleri alanlarda yoğunlaşmalarını teşvik eden bir okul düzeni. Ekonomik yaşamın gereksinimlerine göre şekillenen ve toplumsal yaşamda saygınlık anahtarına dönüşmüş bir mesleki eğitim sistemi. Dogmalardan uzak, ezbere değil, bilgiye ulaşmaya, sorgulamaya, kullanmaya ve geliştirmeye odaklı özgürlükçü bir eğitim anlayışı. Maddi ve manevi koşullarıyla yüceltilmiş bir eğitimcilik mesleği.

Bir ülke ki, temel değerleri üzerinde toplumsal uzlaşmayla yükselse. Anayasası dünyaya örnek olsa, 21. yüzyılın en yenilikçi unsurlarını içerse, ülkenin önünü açsa, insan odaklı olsa. ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~ ~

Kısa, öz ve yalın; İnsanların doğuştan sahip oldukları bireysel ve kültürel hak ve özgürlükleri güvence altına alan; Ülkenin tüm doğal canlı varlığını ve ekolojik hazinesini koruyan; Devleti vatandaşa hizmet odaklı olarak kurgulayan; Cumhuriyet’in Atatürkçü kuruluş ülküsünü zorlamadan, zorlanmadan temel alan; Demokrasiyi, insan hakları, düşünce özgürlüğü, sosyal hukuk devleti ve laiklik temelinde yücelten; Cinsiyetler arası fırsat eşitliği politikalarını en ilerici şekilde vurgulayan; Güçler ayrılığı ilkesini en berrak şekilde düzenleyen; Siyaset ve kamu kurumlarını topluma karşı saydam ve hesap veren kılan; Siyasal partiler içi demokrasiyi destekleyen; Sosyal haklar ve bölgesel kalkınma politikalarına önem veren; Küresel ekonomik rekabet gücünü hedefleyen; Ekonomik büyüme, dengeli bütçe ve istihdamı anayasal hedefler olarak saptayan; Dış politikaya barışçı bir yön veren; etnik şiddete, soykırımlara, insan hakları ihlallerine karşı tutum belirleyen; Bilgi çağına, yeni teknolojilere, girişimciliğe, eğitime ve araştırma-geliştirmeye karşı yaratıcı, atılımcı ve ufuk açıcı bir yaklaşım sergileyen 21. yüzyılın çağdaş toplum anayasası.

Siyaset dünyası da ilerici Anayasa ile yeni bir çağa açılsa. Ekonomide ve meslek yaşamında olduğu gibi, siyasette de rekabetin tılsımı devreye girse; niteliği, yaratıcılığı ve verimliliği tetiklese. Siyasal partiler Türkiye’yi G20 gezegeninin rekabet ortamında yükselten kaldıraçlara dönüşseler: ~ ~

Partiler ülkenin insan sermayesi vitrini olsa. En değerli uzman kadroları bir araya getirmekle övünseler. Dar kadroculuk bir zavallılık göstergesi olarak dışlansa. Her parti, her lider şu şekilde konuşabilse; samimiyetle; özgüvenle; seçmenlerin gözünün içine bakarak: “sevgili dostlar size iktidar programımızı dört farklı alanda açıklayacağım.

- 211 -


Dr Bahadır Kaleağası

~

~

~ ~

~

~ ~

Birincisi ülkemizin acil gereksinimi olan yenilikler. İkincisi geçmiş iktidarların bizce de doğru yaptığı ve devam ettireceğimiz, daha güçlendireceğimiz politikalar. Üçüncüsü geçmiş iktidarların eksik veya hatalı uyguladığı bizim düzelteceğimiz politikalar. Dördüncü olarak üzerinde geniş toplumsal uzlaşma gerektiren, toplumun ilgili kesimleriyle istişare içinde şekillendireceğimiz politikalar. Tabii bunlar birer vaat değil. İşte hedefleri, kaynakları, takvimi…” Milletvekillerinin “halka yakın” olması gereksiz bir tartışma olsa. Zaten halktan olsalar. Ait oldukları halkı anlayan, iletişim sorunu olmayan, halkın kendi içinden yasama görevi için seçtiği yetenekli ve nitelikli yurttaşlar olsalar. Belediye başkanları, bakanlar ve Başbakan da aynı yurttaş doğallığının uygar birer örneği olsalar. Koruma ordularıyla dolaşmasa, sosyal yaşamdan kopmasalar. Eşi veya sevgilisi ile sinemaya gitmekte, çocuklarıyla spor yapmakta, bir kentin sokaklarında, müzelerinde turizm yapmakta veya eski sınıf arkadaşlarıyla internet grubunda şakalaşmakta zorlanmayan normal insanlar olsalar. Hükümet ile meclis, icraat ve yasama olarak ayrı güçler olarak benimsense. Birçok ülkede olduğu gibi, bakanların her seferinde milletvekili olması bir gelenek olmaktan çıksa. Meclisin demokratik onayı ve denetimine tabi olan bakanlar meclisten olabilecekleri gibi, meclis dışından kendi alanlarında başarılı kişiler arasından da seçilebilse. Hükümet saydamlık içinde çalışsa: AB süreci gibi yol haritası belli ve disiplin gerektiren alanlarda Başbakan her hafta bakanlara hesap sorsa, halka hesap verse. Başta Başbakan ve her bakan öncelikli birçok alanda önde gelen Türk ve uluslararası uzmanlara danışabilse sık sık. Başbakanlık ülkenin ve uluslararası gelişmelerin 24 saat izlendiği bir komuta merkezi gibi tasarlansa. Küresel ekonomik, siyasal, teknolojik ve ekolojik gelişmeler karşısında, bilgi, ortak akıl ve somut çözüm odaklı işlese siyaset dünyası. Devlet yapısı ülkeyi 22. yüzyıla taşısa. Bilgi saklama, farklı devlet kurumları arasında yatay bilgi akışını köstekleme, memurlarda başarı ve liyakate dayalı terfi mekanizması işletememe, maddi koşulları iyi bir seviyede tutamama, kurumsal milliyetçiliğin sığlığında ulusal çıkarlara ve küresel analizlere uzak düşme, teknolojiyi lüks görme, girişimciliği, yaratıcılığı, iş yapmayı cezasız bırakmama, sivil toplumun önemini kavrayamama, vatandaşa hizmet görevini algılayamama gibi devletin geniş kesimlerini saran hastalıklardan kurtulsa artık Türkiye. Halk devletten değil, devlet halktan çekinse. Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları hep daha iyi bir ülkeyi, daha iyi bir gezegeni hak etmek için çalışsa, tartışsa, oy verseler. Ve hep daha mutlu olabilseler uzun vadede herkesin terk ettiği yaşam muammasında. Dolunay tutuluyor. Uydusu ile yaşam kaynağı Güneş’in arasında, Gezegenin gölgesini izliyor yüzeyindeki insanlar. Evrenin sonsuzluğu, mavi gezegenin narinliği ve ergen uygarlığın geleceğinde kesişiyor hayallerle gerçeklerlerin yörüngeleri. Geride kalan bir yazın düş yıldızları kırpılıyor, gelecek baharların umutlarına dönüşüyor.

- 212 -


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.