Kaybolan Defterler / zine 6.Sayı: Öteki

Page 1

Zine Kaybolan Defterler / Edebiyat-Kültür-Sanat E-dergisi

Öteki Sayı: 6

Ocak 2017


Zine

hakkında GENEL YAYIN YÖNETMENİ DİZGİ-TASARIM HIDIR MURAT DOĞAN KAPAK GÖRSELİ Rene Silbernagel ARKA KAPAK GÖRSELİ GABRIEL ISAK YAYIN KURULU HIDIR MURAT DOĞAN FATİH AKÇA HATİCE TOSUN MELTEM DOĞAN Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz.

© Ocak 2017

6.Sayı Öteki


SONRA

2

BERF ya da SEN GÜZELSİN DÜNYA KÖTÜ

1

10

KIZILÇAM

BENDEN BİR EKSİK SENİNLE

4

THE OTHER

8

DON KİŞOT ÜÇLEMESİ-1

10

5

ÖTENGRİ

FONEM

100

DİLSİZ ÇOCUK

11

19

17

DÖNGEL

ÖTEKİ KITA:

21

AĞZIMDA UÇUŞAN SİNEKLER

AZ ÖTEDE

27

OYNA

26

ÇAMAŞIR TELİ

25

BEATMUCİT

İLMEĞİN ÇÖZÜLDÜĞÜ

32

CEYHUNİ

28

54

KANAT-MAK

22

AFRİKA

İŞİT-ME CİHAZI

MAHUR BESTE

44

6

14

12

DİLSİZ YALNIZLIK

SİYAH MİSALİ

DENİZ ÜSTÜ KÖPÜRÜR

FATİH EVLERİ

16

PEMBE TÜY

24

31 MAKAS

İKİ VAN GOGHLUK KULAKSIZ AĞABEY

33

CANSU’NUN CÜZDANI

ÖTEKİ ANLATICI:

KAMBUR

36

UZUN

42

BİR GÖLGE

GAYRİ AŞİNA SEYYAH

58

46

OFSAYT BİLEN KADINLAR

35


FOTOĞRAF: LAURA MAKABRESKU

Ben o zamanları hiç bitmeyecek sandım.

6.Sayı Öteki


Belki de en iyisini yine balinalar yaptı. Kıyıya vurdular. Hem de hep birden. Umarsızca. Ardına bakmaksızın. Toplandılar ve kıyıya vurdular. Bizim mizacımızda genellikle böyle şeyler yok. Korkağız çünkü. Çarpma pozisyonunda sırf korkumuzdan alırız kafamızı bacaklarımızın arasına. Bilimsel herhangi bir mevzudan ötürü değil. Yüzümüzde gülünce genişleyen gamzeler değil, bir sonraki katliam için hazırlanmış gözyaşı mezar boşlukları var. Kuşlar gibiyiz biraz. Bir yerden duymuştum. Yerküre üzerindeki bir çok kuş türü, göçten dönüp yuvasını bulamadığında hemen oracıkta ölürmüş. Eğer insanoğlu bir kuş olsaydı, ne çok ölürdü Tanrım… Zayi edilmiş yarın, şüphesiz geri dönmeyecek çocukluğu yendi. Apartmanın karşısındaki boş arsada üstelik. Kendi evinde mağlubiyet değilse ne bu? Nasıl da alışmış gibi yaptık? Nasıl da acımamış gibi...

Hıdır Murat Doğan Genel Yayın Yönetmeni


FOTOĞRAF: LAURA MAKABRESKU

“Neque porro quisquam est qui dolorem ipsum quia dolor sit amet, consectetur, adipisci velit...”

“Acıyı seven, arayan ve ona sahip olmak isteyen hiç kimse yoktur. Nedeni basit. Çünkü o acıdır...”

Marcus Tullius Cicero, M.Ö. 45, de Finibus Bonorum et Malorum, 1.10.32

6.Sayı Öteki


BERF ya da SEN GÜZELSİN DÜNYA KÖTÜ — NECMETTİN TOPÇU

Korkarım dünya güzel bazı adamlar kötü Herkesin kedisi kendine Ocağında yemekler pişirmeyi seviyorsundur, belki Şemsiyeler yüzüne çarpmadan anımsayamadığın güzü Kimsenin kol saatine sığmayan akşamlarda Bomboş odaları gezerken nazar kazaklarım çekilir, tırnaklarım uzar anmak, balkonlarda çiçek, dallarında bir çığ üzümü kim beni sorsa yokumdur ne benim ayaklarımdır çiçeklerini ezen Ne de o kedilerin ayakları inan Kırılan bütün dallar, kırılan bütün Bütün ev eşyaları Belki bir haziranım bahçende Belki bir baş dönmesinden gücünü alan o amansız dürtü

GÖRSEL: CHARLIE BOWATER

Sular yürüdükçe tahta pencerelerin eşiğine akşamları Bu şehrin bir adı olmalı diyorum Cebinde çiçeklerle kapıları çalan bazı yorgun babaları Seni şekerler kandırır bazı geceler, beni ise seni anmanın aroması Bir çift dudağı ziyarete gitmek, söyle hangi hacıyı öldürür? Toplayıp getirdiğim bütün kilit sesleri Omuzlar, yaralar ve diğerleri Belki de her şeyden önemlisi; anlamı düşmenin. Yürürüm tabanlarım ölü balıklarıyla sanki bir hüzün denizi Korkarım dünya güzel beni sana getirmeyen bazı arabalar kötü Hep sevmekle ilgili söyleyeyim diyorum dilimi ağzımın kilidinde çevirip Açılıyor gönlümdeki yara Çünkü açlık, çocuk parklarından görünüyor, banyolardan da. Bu mahcubiyet söyle hangimizi daha çabuk öldürür? Benim güvercin gölgem, serçe küçüğüm Sen güzelsin dünya kötü 30.05.2016

1


SONRA —

E M R AH AT E Ş

Doktor gelir, O’nun öldüğünü söyler. Ani bir şok geçirir ve ağlamaya başlarsın. Sonra etrafındaki kadınlar bayılmaya başlar, onlarla ilgilenirsin; Ailenin erkeği sen olduğun için (varsayım) önce birinci derece akrabaları arayıp tek tek telefonda O’nun ölüm haberini verirsin. Karşı taraftan fenalaşma sesleri, bazen de saçma sorular gelir. “Ciddi misin sen, şaka mı bu?” diye sorarlar, sanki ölümün şakası olurmuş gibi. İşte tam da o an anlarsın insanın içinde gizli kalan umudu. Kötü olan her şeyin bir şakanın ardında yok olacağını zannediyor insan böyle zamanlarda. Oysa her şakada bile bir gerçek payı varken, gerçekler nasıl bir şakaya bürünsün ki? Haber vereceğin kişiler nedense hiç bitmez. Elindeki telefonun rehberindeki isimlerin çokluğuna şaşırırsın. Bu kadar çok arkadaşın olduğuna, akraban olduğuna, O’nun çevresi olduğuna... Bir düğüne çağırılacak insandan daha çoktur genelde bir cenazeye çağırılacak insanlar. GÖRSEL: ROBERT LONGO

Senin telefonla aramaların sürerken, seni aramaya başlarlar. Kötü haber çabuk yayılmıştır. Seni arayana bütün süreci tek tek anlatırsın. O’nun nasıl hastalığa yakalandığından, hangi tedavileri-ilaçları kullandığından, psikolojik durumundan, aslında ölünce acılarından kurtulduğundan bahsedersin. Ölümünün üzerinden henüz birkaç saat geçmiştir ama sen o kadar çok anlatmışsındır ki, ölüm sıradanlaşmıştır. Hastaneye gelmek isteyenler olur, onlara yol tarifi yaparsın, kapıda karşılarsın.

2

6.Sayı Öteki


Telefonda aranmalar ve aramalar devam eder.

Ölüyü yıkatmaya götürürsün,

Doktor gelir, ölüm kâğıdını imzalamanı ister. İnsan hiç

Cenaze arabasını ayarlar evin önüne helallik için gel-

düşünmüyor bir gün böyle bir imza atacağını di mi?

mesini sağlarsın

İmzandan utanırsın. Hemşire, sana ölüden kalanları teslim eder. Bir poşetin içinde birkaç kıyafet ve takma

Bir akrabanı mezarlığa önceden göndermişsindir. Me-

diş bulursun. İlk kez o an, yaz da olsa, üşürsün.

zar siz gelmeden açılmış mıdır, onu kontrol ettirirsin

Morga inilecektir, cesaretin varsa inersin. Ama sen

Cenaze aracında mezarlığa gidersin, bu senin O’nunla

onu hep ölmemiş haliyle hatırlamak istersin, o yüzden

beraber aynı arabada yapacağın son yolculuktur.

kaçarsın bu durumdan. Ailenin kadınları ne hikmetse daha cesaretlidir buna ama bir anlam aramak için za-

Mezarlığın başına geldiğinde ölüyü kefeniyle mezarlığa

manın yoktur. Çünkü morgdan çıkanların sinir krizle-

indirir üzerine tahtaları koyarsın

rini atlatmasıyla uğraşırsın. Toprak atarsın, toprak atarsın, toprak atarsın, toprak Eğer akşam vakti öldüyse ertesi gün sabahına kadar

atarsın

morgda tutulmalıdır. Bunu bilirsin. Su dökersin Telefonuna mesajlar gelir. Arayıp sana hiçbir sözün kar etmeyeceğini bilen kişilerin mesajları…

Cenazeye gelen birinci derece yakınların bayılmamasını sağlamak için sarılırsın onlara. Sıkı sıkı sarılır ve

Sabah olmuştur, uyumamışsındır; bir önceki günden

teselli sözcüklerinde bulunursun,

kalan ağıt sesleri aklında dolanır durur. Mezarlıklar müdürlüğüne gidip defin işlemlerini başlatırsın. Yolda

Cenazeye gelenlerin taziyesini kabul eder ve en yakın

kimi görsen bir yakınını kaybetmiş sanırsın.

çevreyoluna nasıl çıkacaklarını tarif edersin

Belediyeye gidip cenazeye gelecekler için araç tahsis

Cenaze evine gidersin, gelenler olur. Ve gelenler sanki

edersin.

bir çay evine gelmiş gibi durmadan çay içer. Gözün gelen kişilerin çay bardaklarındadır. Biten bardağın dol-

Cenaze namazı için camiyi ayarlarsın. Geniş bir avlu-

ması için evin küçüğüne seslenirsin,

su olsun istersin ama eve en yakın caminin avlusu bile yoktur. Sahipsiz bir misafirmiş gibi sokakta kıldırmak

Telefon çalmaya devam eder, açarsın, dostlar sağ ol-

zorunda kalırsın

sundur.

3


BENDEN BİR EKSİK SENİNLE — A S L AN KO C AM AN

tenimdeki yara hayâllerinden kırılarak büyüyor: âh *** rüzgâra sarılan sesi uzakta yaşadığım coğrafya kadar sabahın artık ötekilerden biri olduğu orada, bir şehir kadar da insanla bir o ölür, bir ben duysa biri, o da ölür! kuyuyu büyür bir anne sesi kuşlar güneye isabet eden bir bahar olur bulutlar toprağa yağmur çiçeklerini eker; bir çiçek bir ölüyü yaşar habersizdir birbirinden tüm bu olup biten, birlikteliği yaşar iyice ezberlenmiş karanlığı üfler etrafa, genişleyen sancılarla da aydınlığı ölümlere gebe kadınlar doğurur kadınlar hürriyeti altın kelepçelerde sunulur bir imdat çığlığı gibi bir deli, bunu bas bas bağırır ben biraz daha ölürüm duysa biri, o da ölür! şimdi sapsarı bir şerit çekilir sonbahara; kış, yaz, ilkbahar ölür *** bunca olan bitenin içinde bir çocuk gülüyor orada, bir şehir kadar da insanca ve deniz kokuyor etraf

4

GÖRSEL: andre kohn

6.Sayı Öteki


GÖRSEL: GUY DENNING

ÖTENGRİ

PAYAN DA

Do ve re. Mi için bir komplo olabilir zaman zaman. Yetkin seslerle birleşen ağıtlar düşündürür kara bir akşamdan çalınan. Kimsenin beni görmediğini biliyorum. Herkesi kuyunun dibinde su var diye kandırmışlar. Oysa dünya kendi kanları üzerlerinde dönüyor! Bunu anlamak için büyük ufka ihtiyaç duymuyorum, önemli biri değilim, belki de olmamak için melek rolü yapmayı keyifli bulmuyorum. Saatim yok, Günleri bir sonraki anlamsız günlere erteliyorum. Kangren adında bir kuş büyüttü beni, histerik ve mistik her şeyden nem alıyor gözlerim. Kanatlarımı gizlediğimden beri, av niteliği taşıdığım sanılıyor! Verdiğim cevaplar içerleme, sözcüklerim karartı, sökük Ay’ı dikmek için uzanmışım bir kere? Yapma diyorum, ışığın beslediği anlam, hızlanmış raks değil. Bir kadınla seviştim diye, tutup onu bir mum diye anmıyorum. İnsân çekiyor beni, mıknatısın karanlık tarafıyla, h2o’ ile insan itiyor beni bu sonbuluşa. Gizemli kalmak tarafımı yıktım, asıl şimdi bilinmez ve görünmezim, yakarken genizlerini bir cigara dumanıyla. Çok sersem buluyorum kendimi, dâhi olarak anılmak, sözel sevdamın kanırtısı. Gingsberg kadar delilik sunma derdinde değilim, yaşadığım ânla uyutulmak istemiyorum. Ağzımın içindeki namluya, her gece, boş kovanlarla hislerimi yazıyorum. Bu kaos zihnimin her yerine dağılıyor. Alarmlar, ışıklar, ritmi uydurulmuş insan sesleri, hiçbir bilgiye hizmet etmeyen, yalnızca çürümeye ve kendi kıçını kurtarmanın erdemli olmak ve el açmamak için elleri kesmenin ahlâklı görüldüğü bir çağda, cinnet getirmiş gökyüzünün, şu ağlamasına bak! Rahmet bir kan adıdır Doğu’da, Batı’da tanrıların çizdiği silâh. Düşünce sistemini oluşturan iki ayrı element gibi, çok vaktimiz yok, hepimiz öleceğiz. Bu bok çukurunda fosil olmayı hak etmeyecek insanlarla, ortak amacı güdeceğiz ölerek. Ya yaşamak, sanılanın aksine bir dokunuş bırakmak, önemle, sanatla, kendini edinmekle. Ne tanrılara ne büyük patronlara hizmet etmediğim için gülümsemelerim hastalıklı, suyun maddesini bozduklarından beri üstüne daha çok düşünür oldum. Felsefenin başlangıcı su ise, kutsal olan bir kuraklıkta damla olmak; işte yüce ışık bu! İçindeki nehri takip et ve yokoluşunu adım adım izle. Sen gerçeğini yaratırken, gerçeklerin tasarlandığını gördüğünde, çocukluğuna dönüp yatağın altına gizlenmek isteyeceksin. Artık çok geç! Hepimiz bir gün mutluluk denen algı oyununa katılacağımıza inandık. Ses duydukça yineledik kendimizi, aynalarda ışık kırma ânına tanık olduk. Yüzümüzü acıyla sakladık, dumanların etrafında çıkarttığımız sözcükler üstüne bir tarih yazılırdı. Kanıyoruz! ve gerçeği yazmıyor gasteler.

5


fotoğraf: GABRIEL ISAK

DENİZ ÜSTÜ KÖPÜRÜR — MİMAR SİNAN TERCAN

Nasıl başlamalı bilemiyorum. Şubattı, çok soğuktu. Bursa feribotunda rüzgâr almayan bi’ köşeye sinmiş, dilimde bir Cem Karaca şarkısı, gözüme kestirdiğim bir kadını uzun uzun seyrediyordum. “Benim de bu cihana gelişim hey cânım rinna nay rinna rinna nay.” Kadın yorgun ama mağrur görünüyordu. Kahverengi paltosu ve kahverengi parlak kaliteli pabuçları, duruşundaki o garip sertlikle birleşince, görüntüsü adeta yenilmiş gururlu bir askeri andırıyordu. Kırk yaşlarındaydı. Belki otuz sekiz. Aslına bakarsanız sıradan bir gündü. Sadece bir deniz-üstü yalnızlığında güzel bir kadını seyredip zamanımı törpülüyordum. Biraz da merak denen illetin şehvetine kapılmıştım. Rüzgâr, bu baştan ayağa asalet kokan kadının saçlarının neredeyse bütün suratını sarmalamasını sağlayacak kadar kuvvetli esiyor, yalnızca arada bir yüzünün yarısını ve kulağından sarkan inci bir küpeyi görebiliyordum. İnsan böyledir; bir şey ondan saklandı mı mutlaka peşine düşer. Cebimden ezilmiş paketi çıkarıp bir sigara yaktım. Yüzünü daha net görmeye çalışırken, feribotun gürültüsüne kapılıp, dalıp gitmişim. Gözümün önüne gençliğini, hatta çocukluğunu getirmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Eski alışkanlığımdır. Gençliğimin ilk yıllarında daha çok olurdu böyle şeyler. Otobüste, şurda burda birine kafayı takar onun çocukluğunu hayal etmeye çalışırdım. Neredeyse yüzlerindeki çizgileri ezberleyecek kadar uzun bakardım. Genellikle zordur. Düşünmek, sebat etmek, adeta bir ressam gözüyle iyice incelemek gerekir. Çoğunun yüzü, yaşamanın kiline bulanmıştır. Ne kadar kazırsanız kazıyın altından sadece daha az gerçek bir şeyler çıkar. Kimilerininse çocukluğunun izleri hiç bozulmamıştır, yüzünde öylece durur. Biraz dikkatli baktığınızda, elinde bir parça ekmekle mahalle aralarında koşturduğu anı hemen görebilirsiniz. Ama onlara çok az rastlardım. Öyle ki; gördüğümde tatlı bir tebessüm belirirdi yüzümde, hatırlıyorum. Herhalde seviniyordum onlar için. Biliyorsunuz işte; insan birkaç güzel şey yaşadıysa mutlaka en iyileri büyümeden önce gerçekleşmiş oluyor. Büyük bir kısmının da üzeri kallavi bir vurgunla çoktan örtülmüş olunca, onlara hazine muamelesi yapmam çok da şaşılacak bir şey değil. Hatta, bir şey itiraf edeyim; otuzlarımı geçtiğim ilk birkaç yılda aynanın karşısına geçip uzun uzun kendi çocukluğumu arardım. Ne yazık ki bir süre sonra, neden orada olduğunu bile hatırlamadığım; kaşımın kazayaklarımla birleştiği yerde duran enine yarık izinden başka

6

6.Sayı Öteki


bir şeye rastlayamayınca, bu konuda pek fazla ısrarcı olamamıştım. Sanıyorum bu alışkanlığımı da bu yüzden yitirdim. Bir süre sonra bakışlarımı üzerinde hissettiğini hatırlıyorum. O iskele tarafında, arkası bana dönük şekilde ayakta duruyor, ben kıç tarafında, iskeleyi gören camdan ona doğru bakıyordum. Aniden döndü, biraz etrafına bakındı. Bir an göz göze geldik. O an kafamda çakan şimşekleri size anlatamam. Sanki yer gök her yer zifiri karanlığa bürünmüş, gök yüzünden yalız ikimizin üzerine doğru iki büyük projeksiyon ışığı yakılmıştı. İnanın, zaten artık yavaş yavaş teklemeye başlamış olan kalbimin, bu kez beni yarı yolda bırakacağını zannettim. O’ydu. Gençliğimi uğrunda seve seve heba etmeye hazır olduğum kadın, hayatımın en güzel yıllarında yediğim vurgunun sahibi, belki de ömrümün geri kalanını yalnız geçirmemin tek ve daimi müsebbibi, Şahika. Çok kısa bir an göz göze gelmemize rağmen O da beni tanımıştı. Beni fark ettiğini, adeta kaçarcasına topuklarını zemine vura vura baş tarafına doğru yürümesinden anladım. O iç gıcıklayan yürüyüşü hala değişmemişti. Gençliğimde o kadar çok seyrettim ki o adımları. Toyluk zamanları işte. Ama belli ki ikimizde eski cesaretimizi çoktan yitirmiştik. Sigaramdan derin bir nefes aldım. Peşinden ilk adımı attığımda; sanki bir harayı ateşe vermişler de bütün atlar korkudan tepişmeye başlamış gibi bir telaş sardı bedenimi. Sanıyorum bütün ömrümce yürüdüğüm yollar, beni o birkaç metre kadar yormamıştır. Önce gözden kaybolmasını bekledim. Sonra da adımlarımın hızlanmasını önlemeye çalışa çalışa peşinden yürüdüm. Yürürken, bir taraftan kalbimin gürültüsünü bastırmaya çalışıyor, bir taraftan da zihnimin bütün atlarını koşmuş olağanca hızıyla O’nu gördüğümde ne diyeceğimi hesap etmeye çalışıyordum. Omuzluk tarafından köşeyi döndüm. Bir banka oturmuş, İstanbul’un siluetini karşısına almış, her zaman yaptığı gibi dizlerini iki yana sallayarak sigara içiyordu. Teklifsiz yanına oturdum. Dönüp yüzüme bile bakmadı. Dayanamadım, konuşmaya başladım. “Niye kaçtın beni görünce?” Yine yüzünü dönmeden cevap verdi. “Kaç yıl oldu, on beş mi? Ne yapacağını bilemiyor ki insan.” Çok gergindim. Elim ayağım tir tir titriyor, kelimeler ağzımda birbirine

giriyor, bir türlü söylemek istediklerimi bir araya getirip yüksek sesle ifade edemiyordum. Güç bela “haklısın” diyebildim. Birden hiç beklemediğim kadar samimi bir ses tonuyla “yaşlanmışsın” dedi. “Yaşlandım Şahika” diye cevap verdim. Bu defa uzun süre hiçbir şey söylemedi. İnsan böyle zamanlarda fazladan bir söz söylemek ister, sessizliği bozacak bir şeyler arar ve bulduğunu zannettiğinde de her şey çok daha berbat bir hâl alıverir. Ve biz insanoğlunun bu kadim laneti yine devreye girmiş, bir anda “Benim için hiçbir şey çok kolay olmadı, hatırlarsın.” deyivermiştim. Neredeyse cümlemin ardından hiç boşluk bırakmadan sakince, “çekip gitmek dışında” dedi. Sesimi çıkaramadım. Büyülenmiş gibiydim. İnsanın dokunma arzusunun bu kadar güçlü olabileceğini daha önce hiç tecrübe etmemiştim. Elimi saçlarına götürdüm. Engel olmadı. Ortamı normalleştirmek isteyip alelade bir tavırla “nereye gidiyorsun?” diye sordum. “Kızımı görmeye gidiyorum. Ayda bir iki sefer giderim böyle.” dedi. Sorgulayan bakışlarımı görünce devam etti “Aldattı beni. Hem de birkaç defa.” Konuşmamızın başından beri ilk kez tam manasıyla yüzünü bana dönmüştü. Yıllarca hülyalarımda görmeye devam ettiğim bu ak benizli güzel kadının bakışlarında artık sadece umutsuzluk vardı. “ Yenikapı’ya yaklaşmaya başladığımızda cebimden sarı bir kâğıt parçası çıkardım. Üzerine telefon numaramı adresimi yazdım. Kâğıdı paltosunun cebine sıkıştırıp, “Mutlaka ara beni” dedim, “Mutlaka.” “Ben eşyalarımı alayım” diyerek doğruldu. “Burada bekliyorum” dedim. Gitti. İskeleye yanaşana kadar bir süre bekledim. Gelmeyince telaş ettim. Aşağı inip pruvaya doğru yürüdüm. Orada da yoktu. Kalabalığın arasında ne kadar aradımsa da göremedim. Feribot boşalana kadar bakabildiğim bütün araçların, yolcu otobüslerinin içine baktım. Yoktu. Kimse kalmayınca tayfalardan biri “hadi abicim hadi” diyerek beni itelemeye başladı. Bir adımımı iskeleye attım. Çocukluğumdan beri vapurdan inerken gözlerim, gayrı ihtiyari iskeleyle vapurun arasında kalan o boşluğa takılırdı. Yine öyle oldu. Başımı aşağı doğru eğdim. Sarı bir kâğıt parçası köpüklerin arasında kaybolmak üzereydi. Birkaç adım daha attım. Cebimden ezilmiş paketi çıkarıp bir sigara daha yaktım. “Deniz üstü köpürür, hey cânım rinna nay rinna rinna nay.”

7


8

6.Sayı Öteki


“The other” dessin au rotring, encre de chine, peinture acrylique

ŞİRİN DÖĞÜŞ

9


KIZILÇAM — D e rin Z or l u

“ yeni doğmuş ve ölmekte olan her şeyin tek güdüsüdür acı! mucizeyi hiçleştiren bu iki şey sevgili bu iki duygusuz, kanlı kaçığın açtığı oyukta bizimkisi erselik bir aşk! Bu ne şamata bu ne gürültü! daha bitmedi sözüm anlatıp duruyorum siyahın saydam duruluğunu suya daldırdıkça sen yüzündeki çilli arsızlığı İki çocuk kucaklıyorum sonra İki kızılçam yavrusu.

DON KİŞOT ÜÇLEMESİ- 1 —

U LV İ KO Ç U

Yorgunum Don Kişot yorgunum Serüvenlerinden daha yorgun Çıplak ayaklı çocuklar Feryat içinde analar gibi Yorgunum Don Kişot yorgunum Ne yel değirmeniyle savaştım Ne şövalye olabildim Yasak şarkılarla İşgal duvarlarda yankılandım Sabahı kaçıran gözlerle Daha çocukken yaralandım Yorgunum Don Kişot, yorgunum Halimi anlayabilir misin sen Benzemem öykülerine Anlatılmam dilden dile Gecenin seherinde Günlerin ertesinde Koşuşurum dere tepe… İki dilim ekmek, bir baş soğan sahipsiz aşımla, aşsız tasımla sisli bir dağ başında vurulurum yine kendi masalımda

10

FOTOĞRAFlar: ULVİ KOÇU

6.Sayı Öteki


DİLSİZ ÇOCUK, DİLSİZ YALNIZLIK — U LV İ KO Ç U

önce çocuktum bir köy sabahında önce yalnız ve mağrur babam, haritalarda dahi bulamadığım ülkelere çalışmaya giderdi mektuplarına iliştirdiği resimleriyle tanırdım O’nu birde yolladığı oyuncaklarla tanışmak mühim değildi varlığına dair hikayeler yeterliydi ara ara gelirdi de garipserdim anamın koynuna girdiğinde önce ağlardım, sonra ‘baban’ derlerdi, susardım içten içe sevinir, don kişot’a yardıma koşardım sonra giderdi babam, yitip giderdim bende bir köy sabahında… önce çocuktum; annemin kucağında düşlere daldığım önce çelimsiz, sıska ve cılız bir şarkı ne bir oyuncağımı

sakladım hayattan ne düşlerimi sırayla ödünç verdim hepsini sırayla dağıttım çocuklara masallar söyledim, ninniler dinledim fakat geri gelmedi hiçbir oyuncağım geri dönmedi hiçbir düşüm ağladım, günlerce ağladım, anamın avuntularıyla, dipsiz kuyulara saklandım… önce çocuktum bir köy sabahında kahvaltı ertesinde yumurta kokan ağzımla söylediğim tek şiir annemeydi nerden baksan karmaşıktı sözcüklerim hiçbir dil kurumuna ait değildi bir annem anlardı sanki birde başımızdan eksik olmayan garip serçe kuşu koşsam, uçsam,

yakalasam gökteki tüm kuşları tüm kuşlara anlatsam çocuk düşlerimi tüm kuşlar anlatsa düşlerini olmadı, hiçbir kuş gelmedi yanıma ağlarken de gelmedi, susarken de gelmedi küstüm, dünyanın tüm kuşlarına kendi çocuk şarkılarıma sığındım ve hep ağladım, gecelerce ağladım günlerce ağladım… önce çocuktum bir köy sabahında ağlamalarımı hiç söylemedim anneme uzaktaki babama da, gelmek bilmeyen kuşlara da, hiç kimse bilmedi, hiç kimse duymadı köy sabahlarında, nehirlerin akışında kaybolup gitti gözyaşlarım… büyüdüm…

11


FOTOĞRAF: GABRIEL ISAK

100 —

OĞULCAN KÜTÜK

Eteklerinde gezen rüzgârın vardığı yer burası Burada büyüyen annenin susturduğu çukur Gözaltlarımın nişanı diye en sonunda eve dönüşlerin bu Bıçağın aynasında çoğalttığın bütün turnalar. Eve gelen bir kediyi eskitmiştik bilirsin, çocukluk Hani bıraksalar gökte bir şeyleri düzelteceğiz gibi Sabırla ismini parlattığımız gece yarıları Gece yarıları böldüğümüz mürekkepler, çoğu gidiş tekrarları Ne gamdır. Ağlayarak avcuma doldurduğum klarnet sesleri bitti Okula gidişlerim, gelişlerim okuldan, bıraktığım bütün dersler bitti Bir şiir yazmışım, taşraya göndereceğim ellerimle, bitti Tam saatinde yetiştiğim iki nefes bir soluk peronlar, bitti Ne zaman üzülsem gelir mavi bileğini kırardı Pera Yeşil bakmayı öğrenecektim, bitti. Beni gözyaşımla kabul eden doktor, içinde uyuttuğu lak tabletler, Dışımda klor kokusu, bitti. Elimle bir kitapla üç gün gezdim, ucunda ölüm var, -bir kadın kara eteğini yırtar yıllar sonra, bitti Unutmuyorum hiç, bir kere uyanmadın da Mutlak bir hiç oldu her şey bitti … boylu boyunca yatırıldığın yer ömründe ilk dinlenceydi* Yürüdüğüm ikindiüstleri kendi evim kadar sıcak, Zaten annem ağlayana kadardı gittiğim Dönmek, şu gölgeye kalmış yüzün En büyük anısıdır dedim yerkürenin, bitti. Öğrettiler, taşı göğsüne sürenin Olmuyor yolunca lekesi. Sevgilim Herkesin gecesi kendine ama İyiliğini çok özledim.

12

6.Sayı Öteki


FOTOĞRAF: INES REHBERGER

İnsan masumiyetini bazen bir başkasının günahıyla kaybeder

Murathan Mungan

13


FONEM

TUĞBA TURAN

14

6.Sayı Öteki


15


FATİH EVLERİ — FAT İ H AKÇ A

sivrilen bir şeyler taşıyorum zarif yerlerinde derimin eşyalar ve boşluktan sonra bir fatih oluyorum bazen binlerce fatih’in başları yuvarlanıyor içimde derimi derine örteceğim ki eskisin organlarımın içi yergimi sıkıştırarak patlatmaya çalıştığım göğsümdeki uç akacak gövdemde sivrilenleri süzerek bir cevher olacak yargılar ki cellatların bin bangı zihnimin duvarında suç kainatıyla tabutlara açıyorum ağzımı tabutlar ki ağaçların kargışı baltalar taşıyor gelen günler keskin ve ağır acını koru! hatırla çaldığında sefer borusu kalk yüzünü kendinle yıka sivrilen bir fotoğraf taşı, kalbin için fatih ol! istanbul elbet bulunur ol karada yüzen akça bir gemi

16

GÖRSEL: IGOR SAVA

6.Sayı Öteki


DÖNGEL —

A H M E T GE C E

‘döngel’e ve onun sarhoşlarına Ben bu kapılardaki askılar ben bu kapılardaki askılar gibi ucuz ve ben bu kapılardaki askılara asılmış buruşuk bir gömlek gibi sağırım. Hangi bedene sokulsam iğreti hangi dişil sancıya asılsam yaşlı ve yorgun kayda geçilsin bunlar da dizimin dermanını kaybedeli çok oldu. Çok eski bir tarihim vardı, bıyıklı ve saçları kır ilk o anladı kalenderilerin şarap içtiğini ilk o gördü dilsizliği ilk o gördü bendeki saklı harfi eski bir şehre ayak basmıştım herkesin battığı kulaçlarım kısadır benim, kulaklarım keskin duydumdu filikanın gitar sesini dümende Turgut Reis. Düşman bildim, kin güttüm nefese yaşadıkça toprakdan da tiksindim çehremi kendine çağırdıkça sonra sonra etimde, aklımda blue bellsler yetişti bir busenin arz-ı endamıyla bütün bunlar olmadan önce çok uykuluydum, uykulu koyu bir boya gibi kabuslarla dolu göğsümdeki pür dehşet tecelli ettiğinden beri tanrı ruhumu üflerken öksürmüş olmalı deyip durdum

GÖRSEL: TOM HAUGOMAT

körüm ben. Bir alköl bulanıklığında dolapdereden aşağı inerken saf gerçekle muhabbet ettim acemi bir direnişte iki dostu oynarken veya bir kadından diğerine koşarken ki koşmak vaad edilmiş bir eylemdi koşmak, durmamak, sabit kalmamak beklemek koşmaktı beklemek, kaybetmek yolda, eski tayfalardan biriyle bile karşılaştım tek bir aynada, sonramız ve öncemiz hırslarını odanın dışında bıraktığı bir akşam da babacan tavrıyla ağız dolusu bir gülüş gibi sızdı yanıbaşımızda saçlarımı uzattım, sakallarımı da elime bir gitar bile aldım daha durdum, ben daha durdum mutluluğu hak eden bir melodi çaldım Hazmedemedik hiçbirimiz yenilgiyi. Caddeleri mezar taşlarımıza açamadık bir çiçek olmak istedik, bir kadın çiçek olun dedi diye. Mezar taşlarının dibinde bittik bittik. Hazmedemedik hiçbirimiz yenilgiyi.

17


FOTOĞRAF: TATIANA ZHUKOVA

Şimdi o kente bilet kesmek seni sevmekten zordur…

Hicri İzgören

18

6.Sayı Öteki


GÖRSEL : PIXABAY

SİYAH MİSALİ

AY N U R K I Z

Adeta ruhlarına birer mıknatıs olmuşum, zira aklımdan geçirdiğim kim varsa beni aramıştı. Kıymet bildiğim, fakat hiçbirine değer biçemediğim sonsuzlukta sevmiştim. Sevgi önemliydi. Işığın kör edici parlaklığını göz ardı edip, bütün renkleri hafızamla emmiş olacağım ki, elimde bir tek siyahın matemi kalmıştı. Sanki içimde seni bekleyen başka bir insan daha vardı tanımadığım. Aynaya baktığımda, ara sıra görünen bu yabancıya alışamamıştım evet. Ama sırf seni bulurum umuduyla katlanmıştım tüm yorgunluklara. Çok fazla bunaldığım zamanlarda, kendi kapımı yüzüme çarpmışlığım epeyce olmuştu. Kendimi geceyle ödüllendirişim, kara kalem büyüsündendi. Böyle zamanlarda, hikayelere sözlükler yazmıştım, kelimeleri ayraç yapıp. Kaderin oyuncak olduğu bir bilmecede, tek cevap anahtarım siyahtı şüphesiz. Görebildiğim en net, en sonsuz ve en değişmeyen şeydi. ‘Şey’di diyorum; cinsiyetsiz, kimliksiz, kinsiz, hatta dinsiz olduğu için. Evrenin işleyen kusursuz çarkına kafa tutan da, sadece siyahtı. Naiflikten nasibini almış, egosuz yücelikte, üstelik tolere edebilen asillikteydi. Ben tüm bunlara şahitlik etmişken, artık seni beklemeye mecalim kalmamıştı. Bir dolunay vakti, aklımdaki mıknatısı söküp atmış, içimdeki yabancıyada veda etmiştim. Derken peşim sıra gelen, siyah bir şey görmüştüm. ”Benim” demişti. ”Bu siyah sen… Seni hiç yalnız bırakmayacak ve sana başkasını aratmayacak gölgen…”

19


GÖRSEL: STOCK

“ Üzüc ü bi r ş eydi yaptığı n ; Üzücü bir ş eydi. A ma, birl ikte çu b u k tü tt ür üy or uz şi mdi , D um an birikip b irleş ece k i ç i mi zde . ” E S K İ B İ R kızı l d e ri l i Ş İ İ R İ

20

6.Sayı Öteki


İŞİT-ME CİHAZI

HALİT SERDAR SANER Kendimi bilmeye başladığımdan beri hep isyan ettim, kulağımda ömür boyu taşımak zorunda olduğum, herkes için küçük görünen ama benim için büyük bir yük olan cihaza. İlk ne zaman taktığımı hatırlamıyorum tabii, ama ilk ne zaman varlığından rahatsız olduğum dün gibi aklımda. Yeni taşındığımız sitenin çocuklarıyla tanışmam için annem elimden tutup aşağı indirmişti, yaşım daha 5 ya da 6. Benden biraz büyükçe duran Ahmet görür görmez “Uzaylı geliyor uzaylı, kulağına bakın şunun!” diye diğer çocuklara seslendi bağırarak. Onlar da Ahmet’in liderliğinde önce şaşkınlıkla sonra dalga geçip kahkahalar atarak karşıladılar beni. Annemin elinden kurtulup geldiğimiz yolu koşarak eve kaçtım ben de. Çocuklar her duyguyu çok kolay belli eder bilirsiniz; çok çabuk mutlu olurlar, çok çabuk sinirlenir, en ufak bir şeyde ağlarlar ve dalga geçmek onlar için günlük rutinlerden biridir. Ondan sonra tek başıma dışarı çıkmadım, annemle ya da babamla çıktığım zamanlarda ise mutlaka uzaylı geliyor diye sesler duydum. Annem yattığım zamanlar hariç cihazı çıkartmamı istemiyordu, cihazın beni seslere alıştırdığını, sürekli takmazsam kulağımın iyice tembelleşeceğini söylüyordu. Bazı zamanlar ise hep birlikte otururken beni odama götürüp cihazı çıkartarak yanına alırdı, ne olduğunu anlamadığım yüksek sesler duyardım annem ve babam arasında. Sonra odama gelip ağlayarak cihazı tekrar takıp sarılırdı bana. Tartıştıklarını duymamam için beni normal insan sınıfına sokardı kısa süre de olsa. O zamanlarda duymamanın o kadar da kötü bir şey olmadığını anlamaya başladım. Okulun başlarında, herkesin hiçbir yardım almadan duyduğu sesleri benim duymam için kulağımda bi cihaz olması gerekliliği tekrar canımı sıktı. Sınıf arkadaşlarım da başta çok dalga geçtiler, ama zamanla hem onlar benim durumuma alıştı hem de ben onların dalga geçmelerine alıştım. Büyüdükçe işitme kaybım artıyordu bu nedenle cihaz da büyüyordu, tam öncekinin varlığına alışmışken yeni ve daha büyük cihazla sil baştan başlıyorduk. Liseye geldiğimde cihazım dikkat çekmemeye başladı, büyümek güzel şey diye düşündüm. Hem artık istediğim zaman takıp istediğim zaman çıkartabiliyordum cihazı, bu konuda özgür bırakmışlardı beni. Küçük radyoların, mp3 çalarların yeni yeni moda olduğu zamanlarda kulaklıkla müzik dinlemek popüler olmuştu arkadaşlarım arasında. Artık herkesin benim gibi kulağında cihazla geziyor olması beni iyice rahatlatmıştı. Zamanla cep telefonları yayıldı, müzik uygulamaları aldı başını gitti ve neredeyse sokakta kulağında cihaz olmadan yürüyen kimse kalmadı. İnsanların büyüdükçe duymaktan yorulduğunu anlamaya başladım. Kulaklıkların giderek yayılmasının sebebi buydu. Herkes son ses istediği şarkıları dinleyerek; şehrin karmaşasından, otobüste tanımadığı insanların konuşmalarından, serviste akşama kadar kontrol altında kalıp enerjisini atamamış çocukların bağırışlarından, evde küçük kardeşinin yaramazlıklarından, izlemese de denk geldiği haberlerdeki savaş çığlıklarından, savaş çığırtkanlarından, cinayetlerden, tecavüzlerden, bunlara pişkin pişkin destek olanlardan, koltuk ve mevki hırslarından, açlıktan, adaletsizlikten, kavgadan ve daha nicelerinden uzak olmayı tercih ediyordu. İşte o zaman fark ettim ki çok şanslıyım; herkes duymamak için cihaz takmak zorundayken ben kulaklığımı çıkartıp özgürce sessizliği dinliyorum.

21


ÖTEKİ KITA: AFRİKA — E M İ R YAK AMO Z

“Afrika dediğin bir garip kıta” Cemal Süreya

2. Yeni şiirinin en önemli temsilcilerinden biri olan Cemal Süreya’nın Afrika’ya karşı büyük bir ilgisi vardır. Süreya’nın bu ilgisinin altında kültürel ve politik sebepler yatar. İlk bakıldığında bireysel gözüken şiiri, anlam katmanlarına ayrıldığında hem toplumsal hem de siyasî konuların ortaya çıkması söz konusudur. Toplumcu gerçekçi; şair, yazar ve gazeteci Ahmet Oktay “Hoş Geldin Üvercinka” başlıklı yazısında bireysel davranışların gölgesine saklanan utangaç bir toplumculuğun ortaya çıktığını söylemiştir. Süreya’nın politik ve kültürel ilgisinin ilk kaynağı; kendini Ortadoğulu bir şair olarak görmesidir. Bu düşüncesi, onun Anadolu’yu Ortadoğu’nun natürel bir uzantısı olarak ele aldığını kanıtlar. Nitekim, 1973’teki “Beni Öp sonra Doğur Beni” şiir kitabının en uzun manzumesi de “Ortadoğu” başlığı altındadır. “Başladı Afrikası uzun bir gece -Afrika dediğin bir garip kıta-“ Bu satırların yer aldığı “Hamza Süiti” adlı şiirini “Ortadoğu”dan tam yirmi yıl önce yayımlayan Süreya, Afrika’ya ve Afrika’nın tarihten günümüze dek gelen ve hep öteki olarak kalacak şeklini okuyucusuna aktarmayı hedeflemiştir. “Sıfırıncı katta Cihangir’deki Şehrin altında, şarkıların altında, ayranların. Yarım kafiyenin hatırı için Akşam akşam yarım somun sahibi Hamza’nın karısı bir, Hamza iki.” Cemal Süreya, Hamza ve karısını Afrika’daki açlık ve yoksulluk ile ilişkilendirir. Afrika da ikisi kadar aç ve ötelenmiştir. Üstüne üstlük “garip bir kıta”dır. Hamza ve karısının hayatta kalmaya çalıştığı “sıfırıncı kat” ise şüphesiz bir ötekileştirmenin, ayrımın ve sınıfsal farklılığın işaretidir. Malum, Afrika da yeryüzünün sıfırıncı katıdır. -Tam buraya bir dipnot iliştirelim. Cemal Süreya “Şiir Evreni Değiştirir” adlı bir makale yazmıştır. Burada şi-

22

6.Sayı Öteki


irdeki her mısraın evreni değiştireceğini savunur. Ona göre mısra yazılmadan önce evren başkadır, yazıldıktan sonra başka. Şiir, bir eşyayı ya da eşyadaki bir durumu zaten öteden beri belli olan bir şekilde kavrar. Şiirin güzelliğinin de somutluğunun da sandığımız kadar gerçekle uzaktan yakına ilgisi olmadığını vurgular. Hayatın gerçeğiyle sanatın gerçeğinin farklı şeyler olduğunu söyleyen Süreya’ya göre, sanat gerçeklik örneğini hayattan alır. Onu değiştirir, bozar, süsler, yeniden tanımlar ve sanatın imkânları içinde yeni gerçeklik olarak sunar.Afrika mefhumuna devam edelim. Şairin “Afrika” şiiri beş mısralık kısa bir şiirdir: “Afrika dediğin bir garip kıta El bilir âlem bilir Ki şekli bozulmasın diye Akdeniz’in Hâlâ eskisi gibi çizilir Haritalarda” Cemal Süreya, şiirinde hem tarihsel hem de bölgesel nitelikleri temel alır. Bu özellikleri hüzünlü bir ironiyle ötekiliğin üzerine giydirir. Şaire göre Afrika’nın garipliği bugünle sınırlı değil, tarihin başlangıcından itibaren sahipsiz, yalnız ve ötekileştirilmiş bir kıta olmasındandır. Afrika, üzerinde sürekli mutlak güçler olan, kölelik esasına dayanan devletlere gebe kalmıştır. Nitekim, haritalarda devamlı eskisi gibi çizilen Afrika da öteki olarak algılanmaktan ileriye gidemez. Gelelim “Üvercinka”ya; Şiire konu olmuş olan işçi kızın çeşitli zamanlardaki görünüşlerini aktaran Süreya, aktardığı her özellik sonunda “Afrika dâhil” mısraı ile okurundan sürekli öteki duygularını da yanında saklamasını ister. Çünkü ona göre Afrika, yok sayılmanın ve ötekileştirilmenin büyük acılarını yaşayan bir coğrafyadan başka bir şey değildir. Süreya’nın sevgiliye ait özellikleri Afrika ile bağdaştırması Afrika’yı ötekilikten kurtarma amacıdır. Sevgilinin saçlarının her bir telinde Afrika’nın da dâhil olduğu göstergesi de bunun kanıtıdır. Çünkü Süreya’ya göre, ötekileştirilmiş Afrika’yı tek bir insanın bile düşünmüş olması büyük bir şeydir. Sonuç olarak, Cemal Süreya’nın Afrika’sı öteki düşünceler bağlamında yer almaktadır. Bu coğrafyaya simgesel ve gerçek anlamlar yükleyen şair, öteki bir kimlik ve benlik meselesi olarak ele almıştır. Kendilerini ve düşüncelerini Afrika’nın bir parçası olarak görmüştür. Kendini bu coğrafyanın bir ferdi hisseden Süreya’ya göre şiirin birimi nasıl sözcüklerse, ötekiliğinin başkenti de şüphesiz Afrika’dır.

23


PEMBE TÜY

İ B R A H İ M A D I G Ü Z EL

“Peki, ya pencerenin karşı tarafındaki; o inanır mıydı aslında kendisinin öteki olduğuna!” Gölgesizler, Hasan Ali Toptaş, Sayfa 156

“Muhaciriz” desek de mahallecek, şehirde herkes bilir aslen Roman olduğumuzu. Mübadele zamanı Balkan’dan gelmiş, bizden önce giden Rumların terk ettiği evlere yerleşmişiz. Ocağın etrafında kandil koydukları oyuntularla badanalar döküldükçe ortaya çıkan kalem işi duvar resimleri hâlâ durur. Romanız dediysek de hani, yerleşik hayata geçmişiz; çoğu âdetimiz göçerliğimiz Balkan’da kalmış. Mahallelinin çoğu pazarcılık yapar, ülkeyi baştan sona dolaşır. Sermayeyi kumarda yiyene kadar ben de pazarcılık yaptım. Şimdilerdeyse kolumda sepet köy köy dolaşıp çorap satıyorum. Müdür Bey ile büyükşehre giden otobüsün arka koltuğunun iki cam kenarında rastlaşırdık. Hep okur, az konuşurdu. Hakir mi görürdü bilmem de ben sormadan anlatmazdı. Görevine gider gelirmiş çoluğunu çocuğunu bırakıp ardında, bense daha ucuza çorap alıp satmaya dönerdim şehrime. Kış gelip yollar kapanmaya başlayalı çorap işi de yalan oldu. Dededen kalma boya tezgâhını adam edip kuruldum hükümet konağının köşe başına. Müdür Bey değil mi o gelen? Boynunda da bir fotoğraf makinesi. Kar manzarası çekiyor, eski evlere de meraklıymış. Çağırdım mahalleye “gel bizim oraları da çek istersen” diyerek. Atladık gittik, içlerini de görsün diye bizim eve de soktum. Duvarda Balkan’dan ilk gelen kafilenin resmi var. Görür görmez o da anladı Roman olduğumuzu. Çıkardı çantasının içinden dedemin de şapkasına taktığı Çingene pembesi tüylerden; “biz de Romanız rahat ol” dedi. O anda anladım yoktu aslında bir farkı hiçbirimizin, hepimiz ötekiydik…

24

FOTOĞRAF: İBRAHİM ADIGÜZEL

6.Sayı Öteki


ÇAMAŞIR TELİ —

BE Y Z A N U R B A L A

artık kağıt kokusunu almıyordum tenim teknolojilere yapışıyordu beynimin etrafında koruma kalkanları ne kadar postformal bakılırsa bu şehre bu şehir bir o kadar kovar içinden susuz yürümeye aç balkonları bir anda kısalan şiir tek içimlik zifiri sert sigara bir yanımda opus magn mu provaları diğer yanımda sayfalardan rezerve edilmiş ismet özel propagandaları içine düşülmüş bu yeni düzenin yontusunda kıvrılmış bir demir gibiydi ruhum artık kalem kokusunu almıyordum saçım makinelere karışıyordu beynim orada yıkanıyordu ve kurutmak için de alternatif akımlar gerekiyordu gerek yoktu çamaşır teline çamaşır teli güruhsuz göçebe kuşların kanatlarının yakılması vakti gelir her gece aklıma bunca samimiyetin ilhakı yine berkitiliyordu bazı şeyler bazı şeyler elimden tutup ölüme götürüyordu artık toprak kokusunu almıyordum o denli alışılmıştı yoksulluğum onca zevkten sonra bir tırtıl olabilmek için duaya durmak hayır, pragmalarım için esas duruşa geçmek jüpiter kadar tersti bana yürünecek yol kalmamıştı tükenmişliğinin içinde yalnızca, yalnızların mekanı olmuştu dünya yalnız ve yalnızlıkla zalimleşmiş kişilikler onlar kağıt kalem kokusuyla propaganda yapıp düşlerimizi ilhak etmenin sınırlarından geçtikten sonra tüm bu kuş göçlerinin alımsızlığının yanı sıra bir baharı közlüyorlar midemde dumanı toprağa tütüyor onlar böyledir çamaşır telinde kuş kanatlarını kurutup kan sıçratırlar barışın orta yerine ki barışın en orta yeri düşselliğimizin kalbinde yine seviyoruz, sevişiyoruz bunca savaşa karşın yine bahçelerimizde elmalardan dökülmüş kırlangıç çiçekleri hissetmeye çalıştım ve seslerden yutkundum devrimi düşündüm çamaşır telini toprağı anlamazlar diyordun bizi anlayamazlar boşver diyordum tıngırdatmalarına bir sigara çakıp damnant quod non intelligunt

25


AZ ÖTEDE OYNA —

S E R H AT AK DAĞ Okuyacaklarınız bir “öteki” tarafından yazılmakta olup; kah zor bir yazı, kah bildik şeyleri kelimeye dökmek şeklinde ifade edebilirim. Nefes almayla başlayan zor süreçti hayat henüz karşılaştığım “mobbing” söz konusu değildi. Henüz çevreyi, hayatı anlamaya dair bebeklik ve çocukluk yılları. Eğitimin korkunç sistemiyle acımasız çocukluk hallerine maruz kalarak kendimi tanımayla büyüme yolunda ilerledim. Ben öteki idi farklı ama bir o kadar zor çünkü ülkem de bana yer yoktu ve bu yüzden maske tanınıp hayatta ki çifte rolüme girdim; ikili oynadım tam sizlerin olmasını istediğim gibi; iyi bir evlat, bir kardeş, bir çalışan… Ama yalana dolandım denizci düğümüyle kendimi bağladım her yalanımda biraz daha düğümlendim, dönüp baktığımda ben olmaktan çıkmıştım bambaşka ama öteki biriydim ki bu yalanı sürdürmeye acı çekmeye kendimden öte biri olmaya devam ettim. Cinsellik, cinsel tercih ya da mavi ile pembe arasında ki ilişkiden çok insan,adam sıfatlarını arar oldum ayrımcılığa ötekileştirmeye razı gelmeden kendimi unutup başkalarının mutluluğuna dem vurarak. Ben bir ötekiyim, tasvip etmediğiniz, çocuklarınıza kötü örnek teşkil edecek, arkasından konuşacak, üzülecek vah vah diyeceğiniz bir ötekiyim ve mutluyum bu hislerinizi adım gibi içimde hissederek, inadına aranıza katılarak, farklı olarak sizlerden olmadığım için mutluyum. Tanrı bizden nefret ediyorsa neden bizi bu kadar renkli yarattı?

26

GÖRSEL: achmad kurniawan

6.Sayı Öteki


AĞZIMDA UÇUŞAN SİNEKLER — Z E K İ BE R K G Ü N D Ü Z

En büyük hayal kırıklığımdır her sabah uyanmak. Aynı yaraları kanatıyor artık hayallerin keskin uçları. Sadece daha yaşanabilir kılmaya çalışırken evreni, her seferinde başıma daha sert bir darbe almaktan bıkmıştım. Her adımda parçalanan ve parçaları benden uzaklaşan umutlarımı görmekten dolayı içimin acısını dindiremeyecek hale gelmiştim. Mevsim döndü. Her şeyin üzerini kar kapladı. Benim de. Sanki bir önceki mevsim de kıştı da sadece kar biraz geç kaldı. Çünkü ben yine üşüyorum. Sensiz her mevsim zor ama kışı anlatmak konusunda çok çaresiz kalıyorum. Ve kışlar anlatılmak istenir. Mesela sen olmadan deniz kenarına gidip, kışın sert rüzgarının savurduğu damlaların yüzüme çarpmasının beni nasıl üşüttüğünü nasıl söyleyebilirim pek bilmiyorum, ne acı. Kelimeler dağınık ve donmuş. Ayrıca tüm bedenim de uyuşuk. Acılarım taze hala. Bu acıları kaybetmekten bile korkuyorum. Olmayan şeyleri, olanların tam tersi olarak anlatamazsınız. Olmayanlar, olanlardan her zaman fazladır. İç içe geçmiş parçalar ayrılırken, bağlandığı bir diğerini de ufalar. Ve ufalanmış halde, eksilmiş halde toplum içinde yaşamayı öğrenmemiz gerektiği kadar, toplum dışında yaşamayı da öğrenmeliyiz. Hayat, dağılan parçalarının herkes tarafından tekmelenip, parçalarının birbirinden uzaklaşmasından çok, onların ne olursa olsun birbirinin bütünleyeni olarak kalması, hep aynı boşlukları doldurmasından ibaret. Gün geliyor, bir toplum senin katilin oluyor. Ve senin koşmaktan başka çaren kalmıyor. O yüzden, bütün halinde koşmak, arkanda en az parçanı bırakma şeklidir. Onca insanın acı çektiği ve düşüncelerin buharının nefes diye üflendiği bir gökyüzünün altında yaşıyor ve mutlu olmak için aynı gökyüzüne bakıyoruz. Akıllarının içine hapsolmuş insanlar. Görmüyor ve duymuyorlar. Yarattıkları dünyada figüran olacak yetenekte bile değilken, kendilerine başrol yazıyorlar. Ve ödül almayı bekliyorlar. Gülünç. Bir diğerinin gözlerine bile bakamazken, göğe bakıp medet umması insanların, tamamıyla güldürüyor beni. Hayatı korkak sokak hayvanları gibi duvar diplerinden yürüyerek yaşayanlar var. İnsanlar tarafından itilmiş, yolu boş bırakanlar. Sadece sokağın değil, dünyanın da kenarlarında yaşayanlar. Yaşamın kıyısında, ölüme ramak kala. Ancak bir toz parçacığı, bir köşeyi nitelendirebildiği gibi, bir ötekileştirilmiş de bir duvar dibini anlamlandırabilir. Hislerine zincir vurmamaya niyetli insanlar daima hor görüldü bu dünyada. Ve ölme hakkı kazandı sadece bu yüzden. Gerek yoktu önceden buna lakin artık var. Acı dayanılmaz ve yaşamak mecburi değil. Asıl hazin durum:Ölemeyenler için. Cesaret lazım her şeye bu hayatta. Neden? Çünkü, hayat yaşayabilenlere değil, yaşayamayanlara göre hazırlanmış bir parkur. Öteki tarafta kalmanın cezası:Bu dünya bitene kadar buraya hapsolmak. Bedbaht ve çaresiz. Tüm bunlardan ötürü ufak bir parça da olsam yaşamaya çalışıyorum. Memur çocuğu olmak bunu gerektirir:Elindeki her zaman en iyisidir diye öğretildi bize. Çok açılmayacaksın. Gözünün gördüğü yere gideceksin. Eğer böyle yaşayabiliyorsan, Allah bundan geriye koymasın diyerek büyütüldük. Hava soğuk. Bir balıkçıda otururken, içimden bunları düşünüyorum. Önümde bir kadeh rakı, bir de su. Tabi bir de “Neşet” var. Bu üçünden geri kalmazsam, tamamdır. Bir daha bahar gelir mi bilmem ancak, bir daha umutlanmayacağımı biliyorum. Geniş bozkırın ortasında ordusunun tamamı öldürülmüş komutan gibi hissediyorum kendimi:Arkama baktığımda, yüzlerce hikaye yerde öylece uzanmış duruyor ve hepsi sadece yok sayılmaya karşı verilmiş savaşın şehitleri. Ben ise rehin alındım. İstenmediğim ve istemediğim bir yerde bana bir yaşam alanı verildi ve buna “toplum” denildi. Tüm gün ölmeyi düşünüp, yalnızca kurtarılmayı bekledim. Umut bunu gerektirirdi. Eskiden bir günün özeti “umut” iken, gün gelip hepsi bir dalgayla devrildi, yerle bir oldu. O dalga sendin. Artık günlerin özeti “unut”. Bir harf bu kadar değiştirir her şeyi. Ve bir harf bile bu kadar değerliyken, terk edilen insanların alfabeleri değişir. Ve bir cümle bile devrilince anlamını kaybediyorken, beni aynı bulmayı bekleme. Ama sev devrik halimi de.

27


BEATMUCİT CEYHUNİ

İnsan en büyük balon, havalanamıyor. Havası kaçıyor falan. Sonunda patlıyor zaten.

S Ö Y LE Ş İ : M EL T E M D O Ğ A N

Saat sabahın beşi, kalkmışım, İstanbul’un en iyi ortaokullarından birine gidiyordum. Neden?Çünkü ailem atomu parçalayıp ellerine vermemi ümit ediyordu. Ben kaderime lanet okuyordum . Abim metal okumasın diye babam onu haydarpaşadaki okula yazdırmadı. Makine okuması şarttı. Neden? Çünkü zaman makinesi icat edecekti, hatta tek kurşunla kapitalizm canavarını öldüren makine icat edecekti. Olmadı tabi. Ne ben atomu ellerimle parçalayabildim, ne abim makine icat etti. Peki ne yaptık? Anlatayım efendim, herkesin parmakla gösterdiği deliler olduğumuzu anladık. Ciddiyim. Bizi nerde görseniz tanırsınız, körüklü otobüste direğin en tepesine kim oturdu sizce. Yahu hatırlamadın mı teyzeciğim, ayıplamıştın ya. Bak kesin sen tanırsın doktor amca, hani burun deliğinin hacmini merak edip silgi sokan, kısa saçlı kız çocuğu vardı ya çipil gözlü, evet işte o benim. Legodan otobüs yapıp, şeffaf parçalara ampül takanda benim abim. Sonra koptum ben, dünyadan bağlardan, hatta kılcal damarlardan. Kaldırım çizgilerine basmadan yürürken dinlerdim, Ceyhun Abi’yi. Çantamda abimden arakladığım “kötü kedi Şerafettin” kitabı. Kedi gördüğümde, İstanbul’un en işlek caddesine kendimi atlamışlığım vardır bu aramızda kalsın. Yirmi dört yaşımdaydım, barlar sokağında yanımda, elimi keserek kan kardeş ilan ettiğim Arzumcum vardı. Ancak öyle sevebildim, ilk kediyi, sarışındı.İşte öyle zamanlarda, yanımda Ceyhun abi vardı. Hollanda doğumlu olduğunu, iki çocuk babası olduğunu, orijinal bir adam olduğu gerçeğini bilenleriniz vardır. Bilmeyenleriniz için söylüyorum; o sulara tek başına dalınız… Ceyhun Abi’yi dinlemek, belgesel izlemeye benzemez.

28

Yanınızda söylüyormuş gibi hissettiğiniz adamlarla öyle salt söyleşi yapamazsınız. Hayal edin, biz Ceyhun abiyle çizgili pijamalarla, elimizde çekirdek çitliyormuşuz siz de bizi dinliyormuşsunuz gibi. Korkmayın, biz varız…

6.Sayı Öteki


Abi bana soruyorlar ne tarz söylüyor diye, rap diyeceğimde, bol pantolonlu, kalın altın kolyeli, bandanalı kliplerin yok. Sahi abi niye yok? Bol pantolonum yok. Keramet orada değil. Kendisine yakıştıran giyebilmeli o ayrı. Şalvar severim ama. Klipler de oynayacağım. Zamanla olacak. Ne tarz diye soranları boşver. *O sırada Civan oynadığı topu kafama atıyor. (Civan Ceyhun abi’nin çocuğu. Ya dağılmayın hayal kuruyoruz şurada.)Avucumda biriktirdiğim çekirdek içleri gazetenin üstüne dağılıyor, hazine kaybetmiş gibi can hıraş topluyorum. Jiletsiz arabeski tam olarak nasıl sevdirdin bize anlatır mısın? Arabeskin jiletli olması gerektiği… Çok yanlış bir cümle.Ama burada materyalin nasıl işlendiği önemli. Her tornacı aynı şekilde işliyor diye malzeme sıradanlaşmaz. Sıradanlaşmamalı. Sıradanlaştıysa, tornacının yeteneksizliği. Demi ama *Verilen ayar karşısında çayımı höpürdetiyor. Nermin ablaya eline sağlık gülümsemesi fırlatıyorum. Alıyor sağolsun. Ceyhun abi için ben her kaba damlayan, ama asla kimsenin kabına uymayan diyorum. Senin için her kaba damlayan dedim. Yanılıyor muyum? Her kaba damlamam pek ama her kaptan bir damla alabilirim. Huni olurum. Hunios. Gerçi damlayabilirim. Elimde olan bir şey değil bu. Olur yani tamam. *Evet balataları hafif kızartıncaya kadar beklettikten sonra, kaburgalarımıza asıyoruz. Her türk misafirinin ebedi sorumluluğunu üstlenip, yapmış olduğu geyiğe girişip, aile albümündeki, hiç tanımadığım, hatta tanıyamayacağım, Ceyhun abi’nin annesinin dayısının baldızının mahalle bakkalının oğlunun sünnet fotoğraflarına bakarken soruyorum bu soruyu… Peki oralarda Türk, buralarda “alamancı” olmaya mı borçluyuz biz bu ahengi? Tabi ki ilgisi var. Bu durumdan şikayetçi falanda değilim ama çok sorgulatır adamı. Ben tam olarak ikisi de olamadım. Olmak istemedim değil. Olmadı… Olamadı. *Şimdiki soru edebiyat ortamlarına, bomba gibi düşüp, ağızlardaki pipoları düşürten, boyunlardaki fularları uçurtan cinsten bir soru.

Okuduğun kitabın sonunu getiremediğin, izlediğin filmin sonunu bekleyemediğini biliyorum. Ama yine de çok etkilendiğin kitap ve yazarları sormak zorundayım. Malum edebiyat dergisi. Roman sevmem. Yabancı isimleri şişirme heveslisi de değilim. Çok uzağa gitmeden yine de bir isim vereceksek eğer, Aziz Nesin ile Rıfat Ilgaz’ı anabiliriz. *Andık biz. O sırada bu ayki konu geldi aklıma, öteki. Bizim bu sayıdaki konumuz öteki, Nedir senin öteki’lerin? Ötekiler bahane. Looking for a günah keçisi. Vicdanın beraat etmesi gibi. Şuan bunlar aklıma gelen. *Kaburgalarımıza yel girdi, balatalarımız sallanıyor kopmadan sormam gerekenler var. Aklıma Ceyhun Abi’nin şarkılarından mısralar geliyor. Sen insanı severdin, insan sana neyledi? İnsan en büyük balon,havalanamıyor. Havası kaçıyor falan. Sonunda patlıyor zaten. Neden mutlu değil kimse gerçek hayatında, neden gerçek değil kimse mutlu hayatında? Bunları açıklamak zorunda bırakmasın Allah hiç. Bu burada ne diyor diyen, direk club’a lütfen. Abi bize pr prrr dan taverna etnik hiphop tekniğe evrilme sürecini anlatır mısın? Ruh olarak değişen bir şey olmadı Meltem. Yol aldık sadece. Aldıklarımızı verebilmek için işledik. Yeni şeyler olsun yeterki. Allah kimseyi kendine tekrar ettirmesin. Hep yeni şeyler olacak, taverna bir konsept. Tarz falan değil. *Saate bakıyorum vakit geç. Artık kalkma vakti, avucumda biriktiğim çekirdek içlerini bir hamlede ağzıma atıyorum. Aklıma son olarak sormam gereken soru geliyor. Puhalayarak soruyorum. Bana kalsa sorulacak soru çok, lakin sona geldik. Kendi adıma söylüyorum iyi ki varsın, vakit ayırdığın için teşekkürler. Sen ne söylemek istersin bizlere? Sor birkaç tane daha ya. Uzun zamandır takipte olman ayrı güzel. Varol! Sizlere teşekkür edebilirim. O kadar insanın içinden beni seçtiğiniz için. Başarılar dilerim ekibe selam ederim selamos!

29


İnsanlar bütün ömürlerince kördürler. Johann Wolfgang von Goethe

30

6.Sayı Öteki


MAKAS —

MİZGİN BULUT Sağ elinin sigaradan sararan, baş ve işaret parmağına uzun uzun baktı. Elini bıyıklarına götürdü, burnunun bitip bıyıklarının başladığı yere... Ağzının iki yanından sarkan hafiften ağarmaya başlamış ama ucuz tütün kullanmaktan uçları sararmış bıyıklarına... Birazdan, çok mühim bir kararın eşiğine varması gerektiğinden hızlı hızlı yürüyormuşçasına sıvazlayıp, bir düşünceyi sakallarına sürterek eritmeye çalıştıysa da nafile. Gün; tutkala bulanıp sonra da Bedri’nin ellerinden tutmuş gibiydi, büyük bir bunalmışlık ve buhranlı bir yapışkanlıkla duruyordu. Bir eli hızla, üzerinde renk barındıran tek şey olan, sarı kehribar tespihini çevirirken, öteki eli sırtında bir vaziyette birkaç kez çömeldiği duvar dibinden kalkıp kapıya kadar ilerleyip, nihayet yorulduğunu anladığında duvar dibine geri dönmüştü. Bedri; cılız, esmer bir adamdı. Giydiği baba paltosu üzerinden düşmesin diye ara ara omuzlarını yukarı doğru hareket ettiriyordu. Daha çok bekleyecek gibiydi, karşısında beş kat uzanıp duran binayı seyretmeye zorladı kendini. Yıkık dökük mahallelere özgü patlak renklerle boyanmış balkonlar, belinden sarkmış cılız bir çocuk gibi dokunsan düşecek telaşıyla bakıyordu. Sigarayı bırakmaya karar verince her şey efkâr konusu olabiliyormuş bir binanın duruşu bile... Bu ara sigarayı azalttığına seviniyordu. İnsan bazı alışkanlıklarını terk edebileceğini sanıyor. İnsan, zaten çok şeyleri sanmaktan öteye geçemiyor. Ceplerini yokladı. Çakmak yok. Her gün çakmak kaybetmek de marifetti nasıl oluyordu bilmiyordu ama bu da marifetti. Yazık ki çakmak; kaybolan ya da çalınan bir şeydir. En az hislerimiz kadar. İnsanların hislerini arayıp da bulamadığınız vakit çakmak aramaya başlıyorsunuz. Çelimsiz, esmer bedenini çömeldiği yerden kaldırıp, çakmağını ceketinin iç cebinde buluyor. Hızla sigarasını yaktığı anda içeriden, beyaz önlüklü, alnı parlak, orta yaş adamların durmadan övündü-

ğü göbek boyutuyla bir adam beliriyor kapıda, kaba ve tok sesiyle. Dişlerini sıkarak fısıldar gibi küfredip sigarayı bir taşın üzerine bırakıyor Bedri. Çıktığında çoktan sönmemiş olarak bulmayı temenni ediyor. Yeni yakılan sigarayı, mecburiyetten söndürmenin, küfrü ve azabı büyüktü. Sigara vefa isteyen bir alışkanlıktı. Kapı eşiğindeki adam, emir veren bir tonda ve daha yüksek bir ses aralığından ikinci kez sesleniyor. Adımlarını hızlandırarak yürüyor Bedri. Kapıya yaklaşınca adam yüzünü içeriye dönüp ilerliyor Bedri de sessizce arkasından gidiyor, bir yandan da babasının arkasından suçlu suçlu yürüdüğü vakitleri anımsıyor. Mahallede top koştururken babasının balkondan yarı sarkmış vaziyette adını seslenmesini kulak ardı ederdi. Babası iner önce kulağını büker, hızlı adımlarla eve ilerlerdi. O bükmek, arkamdan gel, demekti. Sonunda dayak yiyeceğini de bilse giderdi. Çok sonraları kulağını büken el kaybolmuş yerini hem kulak hem de boyun büken cümleler almıştı. Yine gidiyordu, kırk günü aşkın bir süredir uğramadığı mekânın, yabancılaşmışlığına şaşırarak ilerliyordu. Siyah, diz içlerine denk gelen kısımları yıpranmış sandalyeye bıraktı kendini. Elinde makası ve ince dişli berber tarağıyla duran, onca yıl ahbaplığını yaptığı adamdı, Dedi; “Ağabey, başın sağ olsun bitti mi yas?” Yüzü dağıldı Bedri’nin, topladıkları, aynada baba silueti oldu. Her baba biraz yüktür omzuna evladın, giden babalar daha çok... Son anda fark ettiği virajla birlikte, aniden kırdığı direksiyon gibi kırmıştı hissettiklerini. Öyle, dedi Bedri. Dedi ama içinden, çok içinden ayrı şeyler söyledi: “Hiç, kırk gündür uzattığım saçı sakalı keseceksin diye, biter mi yas?”

31


İLMEĞİN ÇÖZÜLDÜĞÜ — O Z A N Ö Z T ELL İ

bağıracakken karanlığa uzanıyor ip cümlenin boynuna bir ilmek dolanacak her yeni gelenle kendi tekmeliyor su altındaki toprağı kuyu dediğin tutunamamış kovaların mezarı bir kitabın alnı açılacak darbenle darbenle öykünün kahramanı yara izi sahibi yalnızca ilk sayfalardan tutmadık diyecekler saçı saçından kopardığın her tel diken sahibi komşu krallar kalelerinden konfetiler atıyor üzerine sen sokakta sokak lağım içinde keşke taşa ilk uzanan eli tutsaydın çiçek çocuk toprağa tutununca soytarılarını kapıştıran krallar duraksadı birden koca koca yapıların kapıları sürgülendi aman dediler dışarıdan iyilik gelecek içeriye kızartma yağlarını lavaboya dökmeden saçak altında zili çalanların üzerine boca ettiler zıpladı zamanın kullanışlı aptalı dedi, en azından su kirlenmedi bağıracakken bir mezarın kapatılma hızıyla eşdeğer sen ağzını bir çukur san diye yalanlarla doldurdular ama iyimserlik ya kefenin güzel marka çaputtu her çağda kandın aynı teraneye bu insanın demirbaşı fiyakalı yaşama diye fiyakalı ölümle doldurdular aklını başka bir öykünün yedek oyuncusu kitabın kanına tampon değiştirelim olanı, kahraman ölür ama hatırlar mı taşı atanı? kuyuya düşen kovanın söylemeyip hep içine attığı su kirlendi su kirlendi su kirlendi ne kadar kıymığın varsa gözyaşına battı yarın bir son gelecek yakın zamanlar için buna başlangıç diyecekler betonları yarıp yaya geçitleri ve mucizeler bu sefer kanma diyeceğim bu sefer kanmayacağım kovanın, kitabın ve suyun hatrına kıymıklarına değen ama bir ihtimal ilmek çözülürse diye bir ihtimal ipe baktığı yalnız kovanın bir ihtimal krallar soytarı olunca ve duvarlar dümdüz kabuğunu kaldırıp son sözü yazacağım dünya için -belki şiirim bitmiştir-

GÖRSEL: RENE SILBERNAGEL

32

6.Sayı Öteki


İKİ VAN GOGHLUK KULAKSIZ HALİL AĞABEY — FAHRİ KÜÇÜK

Kırk yıllık harabeydi Halil abi şaraba bandırdığımız bol acılı gecelerde Tek heceli kelimeler sürerdi tüfeğinin namlusuna sonları hep üç noktalı nefretlenme payı Yittiğimiz karanlık muhabbetlerde aşk ve gam arasına örülü ibretlik bir öyküydü o Virgülden sonra bir yudum daha çekerdi hayat şişeden kan kırmızı yüzümüzü İlk siyah yalanını görücü usulü evliliğin nikah masasına bir ‘evet’lik tükürdüğü gün Bir ebetlik bataklık sarılmış ruhunun ayakcıklarına ‘’Bir defa aldandın mı yılan dilli yalana Yolların yılların ecelin olur Cehennem yatağı olur sıcacık döşek, olamazsan koyun koyuna arzuladığın kadınla Evine kaçak eşine zulüm kendine harp olursun Sonra giden ömürden gidiyor. İçiyorsun kemire kemire boynunu önümüze bir parça bayat ekmek gibi atılan hayatın Bir vakit bakmışsın ki derin bir kuyu içi gibi göğe bakmak olmuş tek zanaatın Gün doğuyor ben görmüyorum gün batıyor sanki benim karnım deşiliyor Rüzgar esiyor beni es geçiyor kar yağıyor bir ben titriyorum Allah diyorum sesim inadına ağzımda kalıyor sonra halsiz halim’in büfede açıyorum gözlerimi Dahası önümde hep Kızılırmak, elimde kızıl şarap, kafamda kızıl öfkem, kızıl bir hatalar silsilesi Her gece anamın rahmine sığınmak istiyorum o bile istemiyor tükürdüğünü yalamayı’’ Kırk kırık yıllı bir kadehti Halil abi fıçı fıçı susmak dolu gecelerde Zayıf bir bedeni vardı cümle alemi kusacak kadar Öyle çok yutkunmuştu ki bu kasaba yavrusu coğrafyanın ucuz dedikodularını İçine yetmediği yerde kulaklarını kesmişti fakat anlamak istemedi elin Van Gogh’unu dahi anlayan bu illet sürüsü ‘’Önümü görmeyeyim diye sönen sokak lambaları kadar kaba diller de tanıdım Ağızları bir domuzun ağzı kadar uzun, mideleri bir timsahın ki kadar doymak bilmez Kırk kere söylenmeden önce değildim ben de deli İler tutar bir yanım vardı, tutup attılar aralarından Aşık oldum dedim berduş dediler Olmuyor ulan! bu araba bu yakıtla gitmiyor dedim sarhoş dediler Tıka basa doldurdular içime örflerini adetlerini batasıca geleneklerini Sonra ben öyle doldum ki çöktüm hiçbir baskı altında kalmadan kendi rızamla’’ Kırkı hiç çıkmayacak bir ölürgezerdi Halil abi gecenin zifiri karanlık zihnine hapsolmuş Sonu mutsuz biten kumdan masallarını ansıtırdı babaannemin Yazdıkları okunamadan silinen bir plaj şairine benzerdi biraz da Melekleri koruyan insanlar vardır ya herkesin ılık uykusuna çekildiği vakitlerde... Evdeki hesabın hiç uymamasından ötürü çarşıya Pazar tezgahlarına bıraktığımız hata payıydı birazda rahmetli Halil abi Şaman ateşi yakar şişeleri sürterdik zihnimize, kışın soğuğuyla savaşmak kolay uğraş Soğuk siyahlar süründü mü gözlerine aşık, bini bir para etmez onca afili sözün Tüysüz birer hayvan kalırdık yanı başında , insanlığı piyano tınısında dinleyenin Sen erdiğinden beri muradına, kekre bir tadı kaldı avuçlarımda, geçen bütün mevsimlerin Aşkın şad olsun, ilk adımlarına erişen çocuklar gibi

33


34

6.Sayı Öteki


OFSAYT BİLEN KADINLAR — M EL T E M D O Ğ A N

“Bizim işimiz belki de, Nilüfer çiçeği ve çağımız arasında, Hakikat şarkısının peşinde koşmaktır.“ demiş Sepehri, Suyun Ayak Sesi şiirinde… Hayat bazen yaşadığımıza dair deliller ister. Kağıdı boş verme olasılığını silin aklınızdan. Düşündünüz biliyorum. Hatta bazılarınız yaptığını sanıyor, susup oturarak. Gördüğümüz rüyalar, sayıkladığımız düşler, göğsümüze çektiğimiz dizlerimiz hepsi birer delildir. İranlı yönetmen Cafer Penahi biraz fazlasını yapmış, kör gözlere ışık tutmuş. Bazılarını kamaştırmayı başarmış olmalı ki göze batmış. İnsan bazen aynayı gördüğünde korkar, yansımayı başkaları da görür diye. Ve gözleri kamaşanlar Panehi’ye 20 yıl hapsi hak görmüşlerdir. Penahi, tüm kısıtlamalara boyun eğmemiş, sınırlarını zorlamış ender yönetmenlerden sadece biri. Zira filmini ağız tadıyla çekmiş, galasını yapmış o festival senin bu davet benim diye gezememiş. Fakat sesini , bir kekin içine usb gizleyerek Fransa’ya kadar duyurmayı başarmıştır. Kendisinin penceresinden bu seferlik Offside filmini görelim istedim ben. Futbol erkek işidir, kadın ne anlar futboldan, ofsayt biliyor musun kızım sen? Sorularını bir kenara bırakıp, öteki tarafa geçelim. Yeni onanan kanunlardan sonra bizim de yavaş yavaş dönüşeceğimiz boyuta bir selam verelim. İran… Herkesin hemen hemen birkaç cümleyle anlatabileceği o medeniyet toprakları. Bir zamanlar sanatın, bilimin ışığından sıyrılıp ay tutulması yaşayan ülke. Offside 2006 yapımı, bir grup kadının stadda maç izleme isteğiyle başlayıp, trajikomik anlatımıyla altın ayı ödülüne layık görülmüş yok artık dedirten filimdir. Kamuflaj yaparken bile baş örtüsünü çıkaramayan, ama ofsayt ve forvet bilen kadınların öyküsü. Tüm kısıtlanmalarına rağmen, hala ülkelerinin takımı için riski göze alan cesur kadınlar. Onları küçük yaşta zevce ilan edebilir, istediğinizde üzerine kuma getirebilir, dövebilir, cinsel ilişkide zevk almasın diye sünnet edebilir, hapse atabilir ve hatta tecavüz edebilir, şehrin stadında belden aşağısını gömüp taşlayabilirsiniz. Çünkü orası İran.(Saydıklarımın bir kısmını kendi ülkemizde de yaşıyor olmamız sizi şaşırtmasın. Hala tecavüzcülerimizle evlendirilecek olmamız, bir kısım kadınlarımızın vicdanlarına değmedi. Hiç değmeyeceğinden dolayı başımıza tüm bunların gelmesi için biraz daha beklememiz gerekecek)Fakat erkeklerle bir arada maç izlemesi mümkün değil. Erkekler küfür eder, zaten nefisleri de mevcut. Peki ne yapacak bu kadınlar? İşte Panehi bize bu gerçeği gösteriyor. Asker üniforması giyen, suratına takım renklerine süren, saçlarını erkek gibi kestirip, bol kıyafet giymelerine rağmen yakalanan kadınlar… Hemen akıllara erkek fatma yaftası gelicektir bazı merciler tarafından, öyle değil efendim . Yaşama delil sunmaya çalışan bir avuç insanın hikayesidir Offside. Bir tarafa sürekli bakarken ıskaladığımız hayatları düşünüyor muyuz gerçekten? Başımıza gelmesi gerekiyor değil mi? Çünkü biz hala formalarımız giyip sokaklarda bağırabilen kadınlarız… “fazla uzatmayayım: yürek bu kurak çölde başka bir tasavvuru arzuluyor.” Ahmed Şamlu - ‫ولماش دمحا‬

35


GÖRSEL: STOCK

cansu’nun cüzdanı — EZGİ ÜSTÜNDAĞ

Geçenlerde—aradan bir hafta bile geçmemiştir—telefonum önceden hiç çalmadığı bir saatte titreyip aydınlandı. Ne kadar şaşırdığımı tahmin edebilirsiniz. Mesajı yollayan kızı en son kütüphaneden mühendislik fakültesine koştururken merhabalaştığımızda görmüştüm. Numaramı nereden bulduğunu düşünerek SMS’i açıp okudum. Merhaba Serpil!, sonra İngilizce bir şeyler. Şöyle özetleyebilirim: erkek arkadaşıyla İstanbul’dalarmış, buluşabilir miymişiz. İşle güçle çok meşgul değilsem tabii. Ve daha önce söylemesi gerekirdi elbette ama yeni aklına gelmiş, kusura bakmasaymışım, ancak yarın buluşabilirlermiş. Hay Allah, çok son ana bırakmış, tekrar benden özür diledi. Ufak kiralık dairemde tek başıma televizyonun karşısında oturup art arda gelen bu dört ufak metni incelerken bir yandan da krem peynirli ekmek yiyordum. Haftalardır Ümraniye’den Kadıköy’e döndükten sonra ancak bunları yemeye enerjim kalıyordu. Yarın da benzer bir manzarayı yaşayacağımı ön görerek fazla beklemeden Cansu’ya mesaj çektim. Of course Cansucum. Buluşacağımız yeri ve saati kararlaştırdıktan sonra televizyonu kapatmadan iyice sesini kıstım (bulaşıkları yıkadıktan sonra aynı prefabrik şarkıların prefabrik kliplerini seyretmeye devam edecektim). Mutfak lavabosuna tabağımı götürürken tuhaf bir heyecana kapıldım. Yemekte ne yediğimiz benim için hiç mühim değildi, ancak bulaşık deterjanını süngere damlatırken bir haftadır uğramaya fırsat bulamadığım Beyaz Fırın ve Alman pastasını aklımdan çıkaramıyordum. Ev sahibi olarak görevim ertesi gün kokoreççide başladı. Cansu Amerika’da yemeklerini her ne kadar seçse de kokoreçe bayılırdı, zaten dairemdeki mutfak bir mikrodalga ve buzdolabından ibaretti. Çarşıda buluştuğumuzda öpüşmeden sarıldık, Davis’in elini sıktım, Cansu bir merhaba’nın ardından İngilizceye geçiş yaptı, ben bir süre daha Türkçe devam ettim. İki aydır staj yaptığım şehirde ev sahipliği yapma fırsatı yakalamıştım, anadilimi kısa da olsa bir süre konuşmakta kararlıydım. Sonra Davis’in kaldırım taşlarını sessizce incelediğini fark ettim ve ayıp olmasın diye Cansu’ya uydum: “Please, sit down. We have a table.” Sıcak ekmeği, yumuşacık et parçalarını çiğneyip birbirimize hatır sorarken arkadaşlığımız on aylık değil on yıllıktı sanki. Bu kadar iyi dostlarım, yakınımda bu kadar güzel mekanlar varken haftalardır o dairede yalnız başıma oturuşumu hayretle aklımdan geçirdim.

36

6.Sayı Öteki


Davis ancak ekmeğin yarısını hapır hupur yedikten sonra koyun bağırsağı yediğini fark etti. Cansu’ya ona söylememesini tembih etmiştim ama Davis’in tepkisinin komik olacağını düşündüğünden açıklamadan duramadı. Bu ufak krize rağmen huzurluyduk, hatta gülmemizi sağlamıştı. Sonra Beyaz Fırın’a geçtik. Heyecanlıydım. Yurtdışından gelen misafirlerime bu tarihi mekanın meşhur Alman pastasını tattıracaktım. Çocuğu kanım pek almamış olsa da Beyaz Fırın’ı överken gözlerimi Davis’ten ayıramıyordum. İlla İstanbul’u hiç bilmeyen birine “Kadıköy güzelmiş!” dedirtecektim. Kokoreçten tiksinmesine rağmen genç adam bu dar sokakları düşleyecekti. Düşleye düşleye üçümüz Amerika’da yeni İstanbullar yaratacaktık. Beyaz Fırın’ın içinde oturulmuyordu. Belki gittiğimden beri farklı bir düzen kurmuşlardır ama pek sanmıyorum. Çarşının eski mekanlarındandı. Dört köşeli turuncu masalardan birine işaret ederek “Wait here” dedim. Davis kokoreçin ne olduğunu öğrendiğinden beri sağ elini karnından ayırmıyordu. “Don’t get me anything. Still a little queasy from dinner.” Amerikalı arkadaşımın talebini fazla takmayarak ona bir çay, bir de un kurabiyesi ısmarladım. Cansu’yla birer Alman pastası yiyecektik. Ödemeyi yapıp siparişleri tepsiye koyduktan sonra dışarı çıktım. O arada masaya bir kişi daha oturmuştu. Yanakları yer yer kararmıştı, artık is miydi toprak mıydı bilemeyeceğim. Saçı yağlı, giysilerinin rengi soluk, elleri çizikler içindeydi. Cansu masaya döndüğüme çok sevindi. Kız Türkçeyi hiç sıkıntı çekmeden anlayabiliyordu ama iki lafı bir araya getirebilecek kadar bir konuşma kabiliyetine sahip değildi. “He’s been here since you went inside. He doesn’t speak English” dedi. Ne olur bir de ben onunla iletişim kurmayı deneyebilir miymişim? Davis’in sağ eli artık karnında değildi. Telefonunu karıştırmaya koyulmuştu. Kafasını kaldırıp ne bana ne de irkilmiş kız arkadaşına bakmaya tenezzül etmedi.

Çocuğun lekeli, topraklı tişörtüne elimi hafifçe değdirerek onunla konuşmaya başladım. “Adın ne senin küçük bey?” dedim. Dönüp dükkanın içine iki-üç saniye baktı. Sonra gözlerini tekrar masanın turuncu plastiğine yöneltti. Güldü. “Sana diyorum” dedim. Yapmacık sevecenlikle olmayacaktı bu iş. “İsmini söylesene.” Cevap yerine çocuğun seyrek dişli ağzından yine bir gülme sesi yükseldi. “Maybe he doesn’t understand you” dedi Cansu. Ben de (elbette haksız olarak) bu yorumu kendi üstüme alındım. Türkiye’deyiz, Türkçe konuşuyorum! “Dediklerimi anlayamayıp da neyi anlayacak” dedim. “On yıldır yurtdışında yaşıyor olsam da anadilimi hala unutmadım çok şükür!” “What? I didn’t say anything about that” dedi kızcağız. Dilenci çocuğun sınırsız cesaretinden sonra bir de benim sert karşılığımdan ürkmüştü. “I meant to say that he doesn’t seem well.” “Sorry” dedim. Kız haklıydı, çocuğun durumu iyi değildi. “I’ll try again.” “Abla sen de mi İngilizce biliyorsun?” (Asıl bu çocuk hangi ara İngilizceyi diğer yabancı dillerden ayırt etmeyi öğrenmişti?) “Evet” dedim. “Şimdi sen de bana adını söyleyecek misin? Hadi üzme ablanı.” Bu zavallının adını en son kimler sormuştu ki? Kadıköy çarşısını dolanan bir dilenci de olsa, Türkiye’deki tatillerinden akıllarında kalmayacak evsizin biri de olsa Amerikalıların ona “boy” ya da “kid” olarak hitap etmelerine müsaade etmeyecektim. Elbette zamanında bu çocuğa bir isim verilmiştir; o ismi çocuğun kendi ağzından duyacaktım. “Sounds like she’s getting somewhere” dedi Davis. Tabii ki bu işi çözecektim. Esas konuya tekrar odaklandım. Çocuk bu sefer Davis’e gülüyordu. “O da İngilizce konuşuyor!” dedi. “Evet canım, hepimiz konuşuyoruz” dedim. “Ne olur

37


artık adını söyle. Niçin masamıza oturdun? Annen nerede?” Annesini bulup direkt ona çocuğun ismini sormanın hayalini daha henüz kurmaya başlamamışken böyle bir buluşmanın hiç gerçekleşmeyeceğinden emindim. Karşımda yıllardır anne görmemiş, kendi başının çaresine bakmaya çoktan alışmış iki göz vardı. “Açım” dedi. Cansu Davis’e fısıldayarak birşeyler söylüyordu. Muhtemelen konuşmamızı çevirmiştir. Bilemeyeceğim. Çocuk açlığını tekrar vurguladı. Cansu sabırsız gözlerini bana dikti. Davis de her rahatsız olduğunda yaptığı gibi kaldırım taşlarını inceliyordu. “You should get him something” dedi Cansu. Cevaplamadım. Çocuk yine güldü. Neden annesini sorduysam; aklım hep o ana dönüyor, döndükçe de kendi saçmalığımdan rahatsız oluyordum. Belki de çocuk bu halime gülüyordu. “Ne dedi?” diye sordu çocuk. Gözümün içine yine baktı. Göz kapakları sarı çapakla çevriliydi. Doğruyu söylemek gerekirse çocuğun gözlerine bakınca acıdan çok tiksinti hissettim. Tiksinti ve hemen ardından henüz yakamı bırakmamış olan bir suçluluk. “Sana bir şeyler alalım diyor abla” dedim. “Ne alayım sana? Poğaça varmış fırında, bir tane getireyim. Taze taze yersin!” “İstemem!” dedi. “What did he say?” dedi Davis. “He doesn’t want the poğa—pastry...He doesn’t want it even though Serpil said she’d buy it for him” dedi Cansu. Bu sefer İngilizce konuşmalarını komik bulmadı. “İstemem!” dedi, gülmeden, gözlerini Cansu’yla Davis’ten ayırmadan. Onun bakışlarını seyrederken dondum kaldım. Sonra kendime geldim. “Poğaça iyi gelir. Tok tutar.” “Pasta” dedi. “Hemen acıkırsın yine canım. Pasta hiç tutmaz ki!” dedim. “Pasta!” Sesini yükseltmişti. Çocuğu boydan boya süzdüm, yağlı başından delinmiş ayakkabısına kadar her ayrıntısını inceledim. Çok da küçük değildi. Boyumun yarısını geçmişti. Gözlerini benden hiç ayırmamıştı. O iki kara gözün derinlerinde deli bir ışıltıyı fark ettim. Orman yangını gibiydi. Her şeyi yok edecek, çarşıyı, hatta İstanbul’u yerle bir edecek kuvvete sahipti.

38

Fırına girdim ve kasadaki çırağa pasta siparişi verdim. “Alman pastası mı vereyim abla?” “Yok. Bu sefer çilekli olsun. Yalnız tek dilim istiyorum” dedim. Ustası arka odadan çıktı. “Kızım sen o evsiz çocuğa bu güzelim pastadan ısmarlamıyorsun değil mi? Hep gelir müşterilerimi rahatsız eder. Tinerci! Yüz verme, ne olur güzel kızım. Sonra kurtulamam.” Çocuk tekrar minik duruyordu gözüme. Sanki içeri girdiğimden beri saçları daha da yağlanmıştı. Korkumdan vazgeçmiştim ama az önceki içgüdüsel tiksintinin yol açtığı suçluluktan hala kurtulamamıştım. Hem belki pastayı yedikten sonra biraz kendine gelirdi, bana ismini de söylerdi. Israr ettim. “Yok arkadaşıma ısmarlıyorum. Demin midesi bulanıyordu, şimdi daha iyiyim dedi bana. Canı çilekli pastanızı çekmiş” dedim. Ustanın bakışından bana pek de inanmadığını anladım. Kendimi tutamayıp konuşmaya devam ettim. “Yabancı o. Amerika’dan geldi. Kız da öyle. İkisi de misafirim. Fırınınızı çok sevdiğim için onları buraya getirdim. Ne olur pastayı dışarı götürmeme izin verin” dedim. Bu yabancı müşterilere ev sahipliği ederek ustanın gözüne bir İstanbullu olarak girdiğimi düşünüyordum. Saçma sapan bir mutluluk duydum. “Peki kızım. Mehmet! Müsteriye çilekli pastasını ver oğlum” dedi. Dışarı çıktığımda Cansu’nun ağlaması an meselesiydi. Çocuk da yok olmuştu. Ne olduğunu sorarken pasta tabağını masaya bıraktım, hiç yenilmeyeceğini bile bile. “He took my wallet!” dedi. Çantasının fermuarını açmış, içinde cüzdansız kalan zavallı ruj ve kağıt mendillerini bana gösteriyordu. Davis kız arkadaşından da telaşlıydı. Ayağa kalkarken az kalsın uyduruk turuncu masayı deviriyordu. Yanıma geldi. Boyu neredeyse iki katımmış, maşallah. Kolları ağaç gövdesi kalınlığındaydı (bunu da elini omzuma koyduğunda fark ettim). O minicik çocuktan neden o kadar korkmuştum ki? İnanın Davis’e bakarken ben de hatırlayamıyordum. “Cansu’s passport was in there” dedi. “He took it!” “He” dedikleri kişinin kim olduğunu sordum, aslında ben de kimi kastettiklerini gayet iyi biliyordum. Bir ismini söyleyiverseydi ya—“he” diyeceğimize doğru

6.Sayı Öteki


düzgün adını kullanırdık. Çocuk bizlere bir dilim çilekli pastayla “he” zamirini bırakıp gitmişti.

dedim. Memur dediklerime pek inanmış gibi değildi. Zaten ben de biraz abartmıştım.

Davis, kız arkadaşına alçak yankesicinin yanında otururken çantasını niçin daha sıkı gözlemediğini sorup durdu. Hava da hala aydınlıktı. Neden daha tedbirli davranmamıştı? Kesin el çantasının fermuarını da açık bırakmıştır—çocuk hemen elini içeri daldırıp pasaportu çıkarıvermiştir. Zaten yankesici (artık “he”den vazgeçmişti, çocuk “yankesici” unvanıyla kalmıştı) salak salak masanın etrafında dönüp dolanıyordu deminden beri, Cansu ne diye gözünü ondan ayırmıştı? Pasaportunu ne diye oteldeki kasada bırakmamıştı? İstanbul sokaklarında her türlü insanın dolandığını bilmiyor muydu?

Memur, homurdanarak konuşan bıyıklı orta yaşlı bir adamdı. Nöbetteki arkadaşlara bildireceğine söz verdi. Çarşıda dolanıyorlarmış, bulurlarsa bu gece bulurlarmış. Ama bulunma ihtimali yine de oldukça düşükmüş. Hanımefendi bir an önce Amerikan başkonsolosluğuyla irtibata geçerse iyi edermiş.

Cansu’nun nüfus cüzdanı yoktu ki—ya birileri kızcağızdan kimlik isteseydi? Davis kimliğini yanında taşımayı şiddetle reddetmişti. Kız ne yapabilirdi? Tabii bunların hiçbiri Davis’in aklına gelmiyordu! Peki yankesicilerin, kapkaçların, mültecilerin hakim olduğu bu şehre gelirken Cansu ne diye yanına daha sağlam bir el çantası almayı akıl edememişti? (Bu son yorum beni incitti ama o anda uygun bir yanıt aklıma gelmedi bir türlü.) Cansu’nun anne-babalarımızın vatanını savunan bir cevap vermesini çok istedim ama ne yazık ki ağlamaya başladığı an o çiğ mavi gözlü oğlana sokuldu. Davis, kocaman kollarıyla Cansu’ya sarılırken bana sert bir bakış attı. “Cansu’cuğum cüzdanını buluruz şimdi” dedim. O yabancı delikanlının dilini konuşmak içimden gelmedi. “How?” diye sordu Cansu. Göz yaşları kurumuştu ama o şişkinlik daha epey sürecekti. “There’s a police station nearby” dedim. “Maybe they can help.” Rıhtım Caddesi’ne doğru yürümeye başladım. İskele Polis Merkezi’ne inerken arkadaşlarımın telaşlı ayak seslerini dinledim. Kalın plastik tabanlı spor ayakkabıları kaldırım taşlarına vurdukça pıtır pat pıtır pat pıtır pat diye hoş bir ritim Boğaz semalarına yükseliyordu. Ritim kesildi. Parkede aynı ezgiyi duyamazsınız. Durumu karakoldaki polis memuruna açıkladım. Arkadaşımın Amerikan pasaportunun çalındığını tekrar tekrar vurguladım. Bu devirde o çalınmış pasaportlara neler neler yapıyorlar, hepsini anlattım. Allah korusun, bir teröristin eline geçerse kızcağız bir daha hiç uçağa binemez, Amerika’ya adımını attırmazlar

Cansu tekrar ağlamaya başladı. Davis’e de bir kere daha çıldırmak için fırsat çıktı. “What did he say?” dedi. Polis memurunun çatık kaşlarını fark ettim. Yabancı turistlerin dan dan konuşmalarından rahatsız olan Sultanahmet tramvay yolcuları gibi bir elindeki belgelere bir bize bakıyordu. Misafirlerimi karakolun önündeki kaldırıma çıkardım ve durumu anlattım. “We need to keep looking” dedi Davis. Bulamayacağımızı söyledim. Çarşının ne kadar büyük ve karışık olduğunu hatırlattım. Ben bile çoğu pasajını, arka sokağını bilmiyorum dedim. “I’m not sure you know much of anything about Istanbul.” Bu sert sözler Davis’in değil Cansu’nun ağzından çıkmıştı. İstanbul hakkında bir şey bilmediğim gayet açıkmış demek ki. Misafirim konuştukça öfkeleniyordu. Cevap vermeme fırsat tanımadan beni azarlamaya devam etti: “You were surprised when the homeless kid showed up, you bought him a piece of fucking cake and then you were just as surprised when he walked off with my passport! Geri zekalı!” O son iki sözcüğü ne kadar duraksayarak telaffuz etmiş olsa da kırıcıydı. “Geri zekalı”nın her hecesi kafama çekiç gibi inmişti. Fakat o anda beni asıl üzen Cansu’nun sesinde, duruşundaki çaresizlikti. Benim ev sahipliğime güvenerek bu çarşıya gelmişti. Bu şehri ve halkını tanıdığıma güvenerek. Kızın sesinde ne bana ne de bu şehre güven kalmıştı. Dersarası ve gürültülü üniversite partilerindeki konuşmalarımızdan ibaret arkadaşlığımızın eriyip gittiğini hissettim. Her zamanki gibi ilk önce kendimi suçladım. (O anda Cansu’yla Davis’in İstanbul’a akraba ziyaretine gelmiş olduklarını unutmuştuk veya söylemeye utanıyorduk. Hepimiz masum Amerikalıların bu tehlikeli ülkenin sınırlarının dışına kendilerini nasıl atacaklarını düşünüyorduk. Ben bile bu şekilde düşünüyordum, stajım bitse de evime dönsem artık diye içimden geçiriyordum.)

39


Bir ara yürümeye başladık. Ben mi ilk adımı attım yoksa Davis’le Cansu’nun peşinden mi gittim hatırlamıyorum. Rıhtım’ı arkamıza alarak çarşıya tekrar girdik. Yürüdük de yürüdük. Çarşının dar pasajlarına girdik, çıktık. Apayrı bir semte gelmiş olabilir miydik? Esnafların hepsini ilk defa görüyordum. Sık sık uğradığım şarküteri normalde olduğu yerde durmuyordu. Belki de başka bir şehirdeydik artık. Kimseyi tanımadan, tanıyamadan her şey alt üst olmuştu. Yürürken birileri konuşuyordu (yoksa kendi konuşmamı mı hatırlıyorum?). Ara sıra Davis’le Cansu’ya dönüp bakıyordum (döndüğüme göre önlerinden gidiyordum; demek ki ilk adımı ben atmışım). Davis’in kaşları her zamanki gibi çatıktı. Cansu ise telaşlıydı. Gözlerinde pişmanlık da algılar gibi oldum. Çok hızlı yürüyorlardı. Başım dönmeye başladı. O kadar döndü ki bir Vodafone mağazasının cam kapısına tutundum ve misafirlerimden bir saniye durmalarını rica ettim. Aradan birkaç dakika geçti. Bu bitmek bilmeyen anlarda hiç kimsenin sesi çıkmadı. Daha ne başımıza gelecek diye düşünürken bir süre kalakaldık. Kaldırım taşlarının çalkalanması kesildi, asker gibi sıraya girdiler. Mağazalar caddenin iki yanına dizildiler. Gök yükselip durgunlaştı. Gözlerimi kapadım. Açtığımda evsiz çocuk karşımdaydı. Cüzdan elindeydi, deri sapını sağ bileğine bağlamıştı. Sol elinde de bir beton parçası tutuyordu. Kaldırım taşına benzettim. Taşı mağazanın yanındaki rengarenk harflerle kaplı duvara attı. Parçalandı. Her bir tarafa ufacık kaldırım taşı kırıntıları savruldu. Dizimin altına biri isabet etti. Kanatmadı ama çizdi, muhtemelen yine de iz bırakacak. Cüzdanı elinden alırken hiç zorlanmadık. Çocuk duvardaki grafitiyi inceliyordu. Taşı o kadar hızlı fırlatmış olmasına rağmen sprey boya harflerin cafcaflı morlarını, sarılarını, yeşillerini açmayı becerememişti.

40

“Ask him why he took it!” dedi Cansu. Kızın istediğini yaptım. “Neden ablanın cüzdanını çaldın? Bizi çok üzdün” dedim. Çocuk uzun uzun bana baktı. Gözleri artık öfkeli değildi. Bulanmışlardı. Çapakları iyice sararmıştı. Neye baktığının farkında olmadan bakıyordu. “Is he okay?” Davis bile çocuğun boş bakışlarını görünce endişelenmişti. “I don’t know” dedi Cansu. “Let’s go, Serpil.” Çocuğun yanından az kalsın koşarak ayrılacaklardı. Ne de olsa yankesicinin, tinercinin tekiydi. Kim bilir bize daha neler yapacaktı. Ben de istemeden sürâtle oradan uzaklaştım. Güneş batıyordu, misafirlerimi Marmaray’a bindirecektim. Elalemin tincerci çocuğundan bana ne? Saldırganlaşır, bir şey yapar. Onları da düşünmek lazım elbette. Cansu, Davis’i yanağından öpüp cüzdanını yankesicinin elinden almaya cesaret ettiği için teşekkür etti. Sana çok minnettarım dedi. Tabii bunların hepsi İngilizce sözcüklerle ifade edilmişti ama sınıf arkadaşımın tam olarak ne dediğini hatırlamıyorum, beni bağışlayın. O anda zayıf ve yalnız bir sese odaklanmıştım. Çok geride kalmıştı ama duymamak mümkün değildi. Cansu’yla Davis’in de duyduğuna eminim. Onlar dinlememek için kendilerini teşekkürlere, “iyi ki”lere, “çok şükür”lere boğuyorlardı. Ben ise o çarşıdan iskeleye kendimizi atana kadar o ufak sese tutundum. Ezberlemek ister gibi o ismi kulağıma misafir ettim. Buraya sığınabilirsin dedim. Duyduğumu tekrarlamaya kıyamıyorum, yabancı topraklarda anadilim gibi o isim de ufalanır, sonra kırıntıları uçar gider diye ödüm kopuyor. İskeleye indiğimizde sesi kesilmişti. Yine de dinlemekten vazgeçmedim.

6.Sayı Öteki


FOTOĞRAF: RENE SILBERNAGEL

ha

n ı t ya

z, i b uz y u l du

m ü öl

-

l. i g e ç d i r a h RHAN ET E

- AHM

41


ÖTEKİ ANLATICI:

KAMBUR

H AT İC E T O S U N

“öteki: 1. zamir; Diğeri, öbürü 2. sıfat; Sözü edilen veya benzer iki nesneden önem ve konum bakımından uzakta olan 3. sıfat; Öbür, diğer 4. sıfat, toplum bilimi; mevcut kültürün içinde dışlanmış olan” Türk Dil Kurumu İki yanı dünya ile sarmalanmış bir yol düşünün ve bu yolu adımlayan bir kambur. Dünyaya karşı değil; dünyaya rağmen sergilenen bir duruş. Mevcut bedenler yığınına önem ve konum bakımından uzakta olan bir beden. Zamanın sarkacına asılı bir kız çocuğu; Şule Gürbüz. Çocukluğu ile gençliği arasındaki çizgide zihnini dolduranları taşırmaya başlıyor. Omzuna yük ettikleri sırtına kambur oldukça dilinden dökülenleri okuruna akreple yelkovan eyliyor. Kambur; üslubu, kurgusu ve yazarı bakımından edebiyatın “öteki”lerinden olmayı başarıyor. İlk kitaplar bir yanları ile otobiyografik bir takım izler taşır. Kambur da yazarı Şule Gürbüz’ün henüz on sekiz yaşında irdelemeye başladığı yaşam hakkındaki izlenimlerini taşıyor. Tablonun bütününe bakıldığında hayata katlanmak için kontrbasına sarılmış bir kambur görülürken tablo parçalarına ayrıldığında, zamanı içeriden dışarıya anlatan ve tekrar içeri dönen bir anlatı çıkıyor karşımıza. Şule Gürbüz, öncesiz bir karakter çiziyor okuru için; yabanıl, algıları açık, içgüdüsel bir varlık. Bunu, salt bulunduğu zamanı yansıtan bir anlatım ile de destekliyor. Ve yol boyunca sırtına kambur olanları okura da sorgulatıyor. İlk dönemeçte okura ve yazara döndürüyor yönünü. İdeale varamayan aklın hicve varma sancılarını döküyor ortaya. Ve okuduğu kitapta satır altı çizmek için iştahla bekleyen okura bu hicivden bir parmak bal çalıyor, akıl hiçbir yere varamayınca duvara yazı olur, diye. “Bir cümle söyleyebilmek için - o da çoğu kez yalan- koca kitaplar yazılıyordu. En azından kapaklarına “Bu kitap bilmemkaçıncı sayfadaki o sarsakça cümleyi söyleyebilmek için yazılmıştır.” diye bir not düşülebilirdi.” Altı çizilecek cümleler kitabı mantığını hem kuran hem de yıkan bir yapı hazırlıyor Şule Gürbüz. Anlattıklarının; keşfi az önce gerçekleşmiş durumlar olmadığını, aslında

42

6.Sayı Öteki


insanın varış noktasını bildiği bir yolu ilk kez yürürmüş gibi adımladığını hatırlatıyor. Körü körüne bağlanan umut ve bile isteye düşülen umutsuzluk… “Hani olur ya günün birinde deniz kıyısında kayalık bir yere gitmişsinizdir; elinizde bir şarap şişesi vardır; ayaklarınız çıplaktır; dalgaları seyretmişsinizdir. Ya da böyle bir şeyi hayal etmişsinizdir. Boş bulunup birine anlatırsanız –ki başka türlü bir şey anlatılmaz- en geç iki, üç gün sonra “Gel!” der, “Sana bir sürprizim var.” Hala alık alık bakarsınız, hala bir şeyler bekler, sürpriz bir şey olacak sanırsınız; tüm sürprizlerin sizden çalınanlarla gerçekleştiğini ve yeni bir şey gibi sunulduğunu unutup. Sizi, sizin kayalığınızdan daha alçak bir kayalığa götürür; elinize daha aşağılık bir şarap verir ve “Hadi!” der, “Hadi mutlu ol!” Şule Gürbüz, birbirinden zamansal ve mekânsal olarak ayrık olan olayları hesaplı bir rastgelelik ile bir araya getirerek kübik bir portre oluşturuyor. Okura da anlatıya yaklaşması ve metaforları çözmesi için muzip tuzaklar hazırlıyor. Bu yolculuk sırasında kullandığı bilinç akımı, metne kara mizah sızdıran keskin zekâsı sayesinde okurunu laf kalabalıklığından da kurtarmış oluyor. Ve anlatım sırasında beyaz alanlar bırakıyor okura. Bu beyaz alanlar anlamın kayboluşunu, düşüncelerin arasındaki ilgisizliği, Kambur’un içinde hissettiği boşluğu, sessizliği, yalnızlığı anlatıyor. Misal; kendi dış görünüşünü tasvir ettikten sonra eklediği “Çirkin insanlardan iğrendiğim kadar güzellerden de iğrenirim.” cümlesi ile artık yaşam biçimimizi esir almaya başlamış estetik kaygımıza atıfta bulunuyor. Ya da “Yeni birine kahveyi şekersiz içtiğinizi ezberletene kadar kaç şekerli kahve içeceksinizdir, kim bilir. Kırmamak için pek bir şey söylemeyecek, katlanacaksınız. Bir gün dayanamayıp yine sade kahve isteyip onu sevdiğinizi söylediğinizde, hadi hadi, diyecek, seni tanıdığımdan beri şekerli içiyorsun. Kinlenecek, sırf bu yüzden kinlenecek, kolay kolay da içinizden atamayacaksınız.” cümleleri ile giderek kalıplaştırılan ve esnekliğini kaybeden insan ilişkilerini eleştiriyor. Yola insanların daha çok kendilerini nasıl gösterdiği ile ilgilendiği o aynaları kırarak devam ediyor. Dünyayı panayıra, yaşamı susasan da sıkılsan da hiç ara veremediğin bir filme benzetiyor. İnsanların yaş aldıkça olgunlaşmadığını sadece değişen ihtiyaçlarına göre şekillenen benciller olduğunu iddia ediyor. Hayal kırıklığına uğrama korkusunun nasıl da hayalleri sınırlandırdığını vurguluyor. Ve yaşam hangisine değiyor? Uzun vadeli koşuşturmalara mı yoksa anlık zevklere mi? Peki ya bizim o büyük, çaresiz mükemmeliyetçiliğimiz?

“Birine, bir çocuğa “Ne akıllısın!” demek korkunç bir şey. İnsanı ömrü billâh sersem etmenin en etkili yolu… Böylece rahat ve sıradan şeyler yapabilme şansı tümüyle elinden alınmış olur.” Kambur, son dönemecinde ise yazarının içinden geçtiği zamanın yansımalarını içeriyor. Olayların çetelesini tutmaktansa, olayları yaşanan zamanın içine dönük bakışla yansıtıyor. Tutunamama, iğretilik, olamama hali… Ve bir günlüğün sayfalarını aralamaya başlıyor. Tarihlerinin rast gele atıldığı bu sayfalar insanların günlere, aylara ve yıllara yüklediği anlamları küçümsüyor. “Bugün 3 Eylül. Yarın, 27 Haziran olacak. Dün, 5 Eylül idi. Bugünü ileride hatırlamasam iyi ederim. Baksanıza şu anda bile söyleyecek hiçbir şeyim yok. Yıllar önce okuduğum bir çocuk kitabında, 3 Eylül tarihini heyecanla bekleyenler vardı. Geldi işte, n’ oldu? Bir şey mi varmış?” İçten dışa doğru başlayan anlatımı yeniden içe dönerek sonlandırıyor. Oluşumundan anne ve babasını sorumlu tuttuğu varlığını tanımakla görevlendiriyor kendini. Devreden günlerin anlamını sorguluyor ya da anlamsızlığını. Bir şeylerin hele ki insan soyunun devamı olmaktan yakınıyor. Korunaklı yaşamlarına sığınan insanları; salt okuma üzerine kurulu, eyleme geçmeyen, sığ hayatları eleştiriyor. Kaderin kurgusallığı karşısında inanç ile şüphenin aynı noktada birleştiğini, insanın eşyaya olan bağımlılığını ve yığınlar için yaşadığını hatırlatıyor. Sonra da kendi için bir çiçek sipariş edip kendi cenazesini omuzluyor. “Sanki oldum olası büyük bir odayı arşınlıyor; ara sıra elimi muma uzatıp yakıyor ve haykırışımı hep sonraya saklıyorum. Bana en uzak yerdeyim çoğu zaman; sonsuz yaşamın içindeki düzelmeyen kambur… Benim gökyüzüm delinmedi; delinen, anlar ve zihnimin saydamlığı. Ve hiçbir şeye şaşmıyorum. Her şey bildik diyordum ya; bu da doğru değil. Ben dünyaya olup biteni hayretle izlemeye ve şaşırmaya gelmişim. Durmadan şaşırmaya. Şu kontrbası bıçaklama zamanım geldi artık. Evet, çiçeğim de geldi; cenazeme yetişmeliyim. Aslında şunu söylemem gerekiyor: Hani bazı filmlerde kadın oyuncu beyaz, ipek bir sabahlık giyer ve erkek yaklaşınca o sabahlık sessizce görevini tamamlayıp yere düşer ya, işte ben o kadın değil; o sabahlık olmak istiyorum.”

43


GÖRSEL: ARDILLAS

MAHUR BESTE —

T U Ğ BE R K B A H A D I R T Ü R K Ah ulan Müjgan.. Harbi kaç para ediyordu aşkımız? Yağmur damlaları vuruyordu camlara, perdeyi açtım; sonra da camı. Sonra kokusunu doldurdum yağan her bir su damlacığının, ciğerlerime. Mis gibi toprak, biraz da karbon monoksit kokusu vardı havada. Ocakta kaynamakta olan suyun altını kapattım, kahvemi yine her zaman ki gibi hazırladım. Mis gibi kahve kokusu ve Türk Sanat Müziği havası hakimiyeti ele geçirdi yeniden. Kitaplığın raflarındaki kitaplarda dolaştı parmaklarım ilk önce, sonra emektar daktiloya dokundum biraz. Tuşlarındaki tozları parmaklarımla aldım, adını oluşturan harflere dokunmadan. Gözlüklerimi masaya bırakıp camdan şehri izlemeye koyuldum. İşe yetişmeye çalışan babalar, çocuklarını servislerine bindirmeye çalışan anneler, gökyüzünden yeryüzüne amansız bir yarış içindeki yağmur damlacıkları. Çocukluktan kalma bir alışkanlık; yağmur yağarken camda yağmur damlası yarıştırmaca. “İki hidrojen bir oksijen nihayetinde.” diyemiyor, izliyorsun. Yarışı yine kaybedip, daktilonun başına geri döndüm.

Anlamasına anlayamadım, affetmek ise anlayamamaktan çok daha zor geldi. “Tarhana çorbası içmekten, soba yakmaktan yorulmuş elleri ile yazmış olsa gerek dedim,” anlamak için kendimi kandırmakla uğraşırken. Oysa iki oda, bir göz kurmuştuk yuvamızı. Sıvaları dökülen duvarlarımızda geceleri sobadan yansıyan ışıkları fon yapıp da Mahur Besteler söylerdik, Müjgan’la ben; şenlikli yuvamızda ağlardık birbirimize belli etmeden. “Şenlik dağıldı, bir acı yel kaldı bahçede yalnız.” cümlesi ögelerine ayrılsa; en edat tümleci olarak nasıl kalınırsa “yalnız” öyle kalakaldım; yalnız, kederli, sıralı yalnızlığımda; sıralı ama çok da sırasız. Sobayı yakmadım tüm o koca kış boyunca. Bir kestane gibi çizdim de gönlümü, bırakmadım ateşe. Her sabah altıyı otuz iki geçe uyandım. Her gece uyumamak için sokaklarda gezdim. Her gece damlayan musluğun melodisinde teselliler aradım. Akmasa da damlayan bir şekilde nefes aldım; ne eski heyecan, ne de hız..

Adını oluşturan harflere olan kızgınlığımdan olsa gerek bu yazıyı pek çok kez yarıda bırakmak zorunda kaldım. Çayı bardakta, uykuyu gittiği gecede bıraktım. “Ulan!” dedim kendi kendime; “bir Müjgan kaç ömür eder?” Müjgan’a endeksli bir hayal kırıklığı yaşadım. Yedi gece üst üste uyumadım. Gittiği yolları ters ters adımladım, bir integral hesabı; Müjgan’ı sıfıra eşledim, hayaller sonsuza gitti. Yaptığım hesabın neresinden dönersem döneyim mutlak bir zarardayım anlayacağınız. Müjgan ise aldığı tiyolarla, aşkımızı bir altılı kuponu gibi yatırdı ve gitti. Cv’sine referans ekler gibi, beni geçmişine ekledi. Gitti.

Müjgan; gençliğimin en mahur bestesi, hoyrat gülüşleri sefil ruhumu aydınlatan bir yanılgı. Fakir ama umut dolu evimizin dökülmüş sıvalarını, altın varak işlemeli duvar kağıtları olan 6+1 soğukluğa tercih edip gitti. Soba yakmak yerine, hizmetçilerine kaloriferi yakmalarını tembih etmeyi tercih edermiş meğerse. Pazar alışverişine gitmek pazar arabasıyla değil, özel şoför ile fiyakalıymış. En afili hayallerimizin üstünü devlet grisi ile boyamış; altında yazanların bir anlamı yokmuş gibi. Neşati’den alıntılar kalmış sadece boyadığı duvarda, hasret siyahı ile kazınmış olduğundan olsa gerek; “Gittin emma ki kodun hasret ile canı bile. İstemem sensiz geçen sohbet-i yâranı bile.”

Beş cümle, kırk yedi kelime bıraktı gerisinde soğukkanlı bir katilin tetiği çekerken elleri nasıl titremezse öyle titremeden yazdığı. “Beni anla lütfen,” ile başlayıp; “beni affet!” ile sonlanan.

Müjgan; soğuk bir kış günü gerisinde beş cümle, kırk yedi kelimelik bir mektup bırakıp gitti abiler, ablalar. O “Mahur Beste” hep çaldı; Müjgan’la biz hep ağlaştık..

44

6.Sayı Öteki


FOTOĞRAF: LAURA MAKABRESKU

Sevgi, acının içinden geçme yolarından yalnızca biri, bazen yanılıp ıskalayabilir. Acı hiçbir zaman ıskalamaz. -

Ursula Krober Le Guin Bedap, (Metis Yayınları, 2008. Sayfa 57)

45


uzun bir gölge— H I DI R M U R AT D O Ğ AN

GÖRSEL: STOCK

46

6.Sayı Öteki


[Quo fata ferunt / Kader nereye götürürse] Bu onun hikâyesi. Bir hiçken hiç doğanın, yoktan yok olanın hikâyesi. Fotoğraflarda parmak ardında kalmış adamların, aynı akvaryumda diğerince parçalanmış balıkların, kitap aralarında unutulmuş uzak ülke kartlarının, naif kokusu çoktan gitmiş yazık-atılası denizel kabukların, balkon köşelerinde el değmemiş karıncaların ve hatırlaması zor öğretisi imkânsız düş kırıklarının hikâyesi. Bu, Çayko’nun hikâyesi. Bu bizim hikayemiz. O yıl Ocak ayı, altı ay falan sürmüştü sanırım. Sıcak ve kuru bir yazdan sonra gelen, anlamsız endamsız hatta belki de lüzumsuz tuhaf bir kış. Sizce de hiç gerek yok muydu o denli çok soğuğa? Okulun aşağısında kalan futbol sahası tek kelimeyle buz tutmuştu. Şehrin ileri gelen okullarından biriyle yapılacak bir çeşit unvan maçı haftalardır erteleniyordu. Okul müdürü göbeğinden arta kalan boşluğa yanlış iliklediği ceketini saçarak, soğuk diye içeride, spor salonunda düzenlenen o son bayrak töreninde okulu bin beş yüzüncü kez boyatmak için velilerimizden beş milyon Türk lirası istediğini haykırıyordu. Eski parayla tabii. O gün dışarıda donuyorduk. Çarşamba Çarşamba bu neyin töreniydi? Buz tutmuş arkadaşlıkların, kaybolmuş kutup ayılarının mı? Sonra bir helikopter sesi duyuldu. Sahanın hemen diğer yanındaydık. Ortalık beyaza bulandı. Pervane gürültülerinin kulakları sağır eder noktaya gelişi ile sahayı kaplayan karın havaya saçılması aynı anda olmuştu. Delirmiş gibi bağıran makine tüm bu hengâmeyle zemine oturdu. Önce kapıdan bir el uzandı. İki subay indi. Sonra, buradan buraya rütbeleri olan başka bir adam… Kallavi bir duruşu vardı. Anladım. 9-E’deki şu Adanalı artistin babası. Onur’muydu neydi? Ha işte onun babası. Kolordu komutanı. Helikopterle oğlunun durumunu sormaya gelmiş. Havalıdır böyle şeyler bilirsiniz. İnanın benim de helikopterim olsa, bizzat oğlumun durumunu sormaya onunla giderim. “Hoca hanım” derim “bizim oğlan nasıl?” derim “emeklerimizin” derim “karşılığını” derim “alabilecek miyiz?” derim “bu helikopterin” derim “yakıtı şusu busu kolay mı bulunuyor sanıyorsunuz?” derim “bakın” derim “atlayıp geldim” derim “onca işin gücün arasında” derim “siz bu çocuğun matematiğini beş düşürün” derim “böylece” derim “vatanımız size minnettar kalacaktır” derim. Müdür ceketini ilikledi. Hatta o kadar çok ilikledi ki, ceket bir anda bebek kundağına, deli gömleğine dönüştü. Kafası ufacık kaldı adamın. “Opel Astra’ya binen adamın haline bak.” dedim Çayko’ya dönüp “Çekmecesinde üçü bir arada tutan, odasına klozet yaptırmış adamın düşüşüne bak…” Gülüştük. Helikopter pilotunun motoru stop ettirmeye niyeti yoktu. Kulak zarlarımız hem o keskin ayaza hem de bu gürültüye dayanamayacaktı. Biraz geriye çekildik. Müdür mikrofona üfledi. “Ses” dedi “Deneme” dedi. Okul mutemetine dönüp uzaktan “Çekiyor değil mi buradan Hüseyin?” dedi. “Evet, çekiyor şerefsizin çocuğu.” dedim kısık sesle.

Zaten mutemet Hüseyin de müdüre dönüp ufak bir kafa hareketiyle bizzat bu cümlemi onayladı. Müdür önce kolordu komutanını yağlayıp balladı. Sonra uzun uzun okulumuza yapılan yardımlardan ama o kentin o zamanki tek Anadolu Lisesi olarak çok daha iyi yerlere gelebilmemiz için yapılması gereken yatırımların ne çok olduğundan filan bahsetti. “Vectra alacak pezevenk” dedim “Bak gör!” “Oğlum bir dur lan sen de!” dedi Çayko “Güldürme. Ömer bakıyor…” Ömer kim mi? O da müdür baş yardımcısı. Müdürümüzün gerçekten yardımcısıydı. Bence “baş”takısı tam da buradan geliyordu. Çünkü ikisi bir arada bir adam etmezdi, kafayı birlikte kullanıyorlardı. Resmen müdürün mikro hali gibi, çırağı gibi bir şeydi adam. Eğer yerküre üzerinde bizim müdür kadar yavşak bir adam varsa, o da bu paragrafta bahsi geçen baş yardımcısı olmalıydı. Milli Eğitim Bakanlığı set halinde atamıştı sanırım bunları. Ya da ne bileyim, yabancı polisiye dizilerdeki gibi ortak falandı bunlar. Birlikte aynı ekipte görevlendiriliyorlar, operasyondan operasyona birlikte koşuyorlar, velilerden beş milyon toplayarak kendilerine emanet edilmiş bu körpe ama seçkin zihinlere sonuna kadar sahip çıkıyorlardı. Ömer, sonradan milletvekili eşi olmuş İngilizcecinin bacaklarına alt kat merdivenlerinden uzun uzun bakmasa, her şey çok daha iyi olabilirdi belki ama, aman yahu, o kadar kusur okul müdüründe de var. O saçma sapan konuşmayı “Ve çocuklar” diye sürdürdü müdür. “Biliyorsunuz kış artık yerini bahara bırakacak, diğer okullarla da görüştük, futbol turnuvalarına sömestr tatilinden sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz.” dedi “İlk maçımız iki hafta sonra. Umarım efsane takımımız yine harikalar yaratacak. Ben evlatlarıma sonuna kadar güveniyorum. Hadi bakalım, 2003 yılı yine başarılarımızın yılı olsun…” “Yemin ediyorum mal bu herif” dedim “Beş milyon için düştüğü hale bak…” *** Hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay olmuyor yani hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte. Çayko’yla ilkokulda tanıştık biz esasen. Evimizin hemen karşısında başka bir okul olduğu halde, bizim iki alt sokaktaki okula torpille morpille yazdırıldığım gün görmüştüm onu. Müdür odasının kapısında. Annesinin elini tutmuştu. Öylece susuyordu. İtiraz etmiyordu. Ve bekliyordu. Mizacı bu. Onu tanıdım tanıyalı öylece susuyor, itiraz etmiyor ve bekliyor. O yıllarda Anadolu Lisesi sınavları ilkokul beşinci sınıfta yapılırdı. Çok az seçenek vardı zaten. Bugünkü gibi köşe başları Anadolu Liseleri’yle tutulmamıştı

47


yani. Hele küçük şehirlerde belki bir en fazla iki okul bulunurdu. Sancılı yıllar. Sırt çantasıyla jokey arasında pek fazla fark yoktur aslında buralarda. Bizim ilkokul öğretmeni başarılı bir kadınmış. Bu sebeple ona yazdırılmalıymışım. İnsanların çocuklarının öğretmeni o kadın olsun diye kavga ettiklerini bile gördüm o gün. Annem ve babamın evrakları heyecanla ellerinde tutuşunu da unutmadım, o öğretmenin sınıfına alınmam için araya giren SHP’li milletvekilinin adını da... Çayko annesiyle sessizce gelmişti. Elini tutmuştu. İtiraz etmemişti. Ve beklemişti. Sonradan sonraya her şeyin aynen bu biçimde olduğunu anlattı bana. Hiç uğraşmamışlar o gün. Tamamen tesadüf eseri o sınıfa düşmüş. Diğerleri gibi değil. Şansı o gün yaver gitmiş. Zaten belki o günden sonra hiç öyle olmadı. Bizzat ben şahidim. Günbegün. Sene doksan ikiden bugüne... Bizzat ben. Zaten öyle oluyor, Hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay olmuyor yani hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte. Benden bir yaş büyüktü Çayko. Neredeyse tam bir yaş. Aslında ikinci sınıf olması gerekirdi belki. Bir önceki yıl okula başlamış. Aşağı yukarı bir ay gitmiş gelmiş. Sonra bir gün dersteyken gelip almış akrabaları. Tekel fabrikasında çalışan babası gece vardiyasına gitmek için çevreyolunda karşıdan karşıya geçmeye çalışırken bir tırın altında kalmış çünkü. Paramparça olmuş yahu adam. Tır işte, son sürat, öylece… Üzerine son sürat gelen tırlardan kaçamazsın sayın okuyucu. Hayat dar bir sokak arasıdır aslında çünkü… *** Okula başladığımız ilk günlerde Çayko hiç konuşmadı. Tüm çocuklar ağlıyordu anne babalarının arkalarından. O ağlamadı da… Öylece bekledi. Yine kapı çalınır da alır götürülürüm diye bekledi. Yine alır götürülürüm de canım acır diye bekledi. Korkaklık insanlar için sayın okuyucu. Bir keresinde yine demiştim: Korkağız çünkü. Çarpma pozisyonunda sırf korkumuzdan alırız kafamızı bacaklarımızın arasına… Ama beklenen haber aşağı yukarı bir yıl sonra geldi. Yine bir dersteydik. Sanırım çıkarma işlemi işleniyordu. Ya da ben o günü bu lanet kafama öyle kodladım. Kapı çaldı. Nöbetçi öğrenci girdi. Çayko’nun adını söyledi. Sınıfa derin bir sessizlik çöktü. Çıktılar. Günler sonra annemi zorlayıp SSK hastanesine gittik. Çayko koridorun bir köşesindeydi. Öylece duruyordu. Sessizce. İtirazsız. Hıncahınç dolu koridordan geçirdi bizi. Ben o zamanlar annem ya da babam olmadan tek başıma hiç bir yere gidemezdim. Çayko bizi iki kanatlı bir kapıdan geçirdi. İçerisi leş gibi hastane kokuyordu. O eşsiz, umutsuzluk kokusu... Camlı bir bölmenin önünde durduk. İçeride saçları kazınmış gözleri kapalı duran kadını gösterdi. Tanıyamadım. Yutkundum. Anneme baktım. Çayko’ya baktım. Boşluğa baktım. Yutkundum. Durmadan yutkundum. Tanıyamadım çünkü annesinin okula kayıt gününde gördüğüm haline hiç benzemiyordu. Hiç benzemiyordu ama lanet olsun!

48

Ertesi gün şehir mezarlığına yağmur yağıyordu. Saçma sapan bir toprak kokusu vardı havada. O an gereksizdi işte bu. Öyle zamanlarda koklamamalı insan. Öyle zamanlarda yitirmeli bütün duyularını. Dönüş yolunda annem döner ısmarlamak istedi. “Hayır!” dedim “Boş ver anne…” elini daha sıkı tuttum, tekrarladım: “Boş ver…” *** Sonra Çayko’yu dedesinin yanına verdiler. Dedesi öldü. Küçük halası aldı bir süre. O da bakamayacağını söyleyip amcasına vermiş. O da yine aynı bahaneyle dayısına. Bir süre böyle gidip geldi arada Çayko. Ama hep sustu, öylece bekledi. Bir başkası olsa belki çoktan delirirdi. Sevgisiz bir çocuk değildi. Hiç parası olmazdı belki ama -ki zaten nereden olsun- bunu dillendirmezdi, simit bulursa simit, umut bulursa umut bölüşürdü. Aslında güzel bir gülüşü vardı. Ama bu gülüşü sanki filmin en güzel yerinde kopan bir makara gibi olurdu. Perdede asılı duran kült bir sahne gibi… Öylece yarım. Sessiz. Donuk. Bir gün okulun tarihi kapısının hemen yanında uzanan duvarın üstünde gördüm onu. O sıralar teyzesinin yanında kalıyordu. Teyzesi Maliye’de mi çalışıyordu neydi? Kadının zaten dört çocuğu var, çoğu zaman Çayko’yu dövdükleri bile olmuştu piçlerin. Duyup duyup hırslanmıştım. Ama bizden büyüklerdi. Dövemezdik. On beş dakika önceye kadar yağmur boşalıyordu kentin üstüne. O an güneş bir görünüp bir kayboluyordu. Sırtında eskimiş çantası, öylece oturuyordu. Arkasından dolandım, önüne geçtim. Durdum. “Ne yapıyorsun burada?” dedim. Kafasını kaldırdı. Gözlerini bana dikip “Hiç” dedi “Ağlıyorum…” “Oğlum ne demek ağlıyorum ya?” dedim “Bak ben yanımdayım…” “Yok” dedi “Durma yanımda, bak durunca herkes ölüyor, yaşasın istiyorum ama yaşamıyor. Bu şekilde bir insan olduğum sürece yaşamayacaklarmış da…” *** Dördüncü ve beşinci sınıfta dershaneye gittim. O gitmedi. Gidemedi ki. Nasıl gitsin? Neyseki kentin en başarılı öğretmeninin sınıfındaydık. Tüm sınıf hırslıydı. Anne babalar daha da hırslı. Çayko öylece susup izlerdi. Ama hep dersleri iyiydi. O yıl kentte rekor kırdık. Kırk kişilik sınıftan tam otuz altımız aynı okulu kazandık. Ama inanın Çayko en başarılımızdı. Hiç unutmam, okulu kazandığımı Afyon otogarında öğrenmiştim. İzmir’e tatile gidiyorduk. Babam otobüs perona girince, gidip bir gazete almıştı, hızlıca sayfalarını çevirip uzun uzun yazılmış listede adımı bulmuştuk. Otobüsün içinde kahkahalarla güldüğümüzü hatırlıyorum. İnternet icat olunmamıştı çünkü henüz. Uzun uzun bakmak gerekiyordu. Sonra Çayko’nun adını gördüm hemen yukarıda. Annemle göz göze geldik. Gülümsedik.

6.Sayı Öteki


*** Yedi yıl daha birlikteydik artık. Sadece Çayko’yla değil, bizim ilkokul sınıfının neredeyse tümüyle bir arada ve iyiydik. Ayrı ayrı sınıflara düşsek de bir aradaydık. İlkokul zamanı sınıfta altına yapan arkadaşımın, ilk ergenlik sivilcesini de gördüm orada. Ne büyük şans… Her neyse uzatmayalım, orta son muydu neydi? Kendimizi futbola vermiştik. Çayko hâla sessizdi, o yoktu futbol işinde. Sadece ev okul arasında mekik dokumaktan başka bir şey yapmıyordu. Her şeyden biraz daha eksikti. Gerekmedikçe konuşmuyor, yaptığımız şeylere katılma cesareti gösteremiyordu belli ki. Sessizdi evet ve ben nedense bu sessizlikten haz alan bir başka ruh hastasıydım sanırım. Bazen uzaktan izliyordum. Öylece susuyordu. Bekliyordu. Liseye geçtiğimiz zamanlar bir gün, yani sanırım müdür başyardımcısı Ömer’in okul bahçesine hepimizi toplayıp okul aile birliği başkanıyla konuşma yaptığı ve spor salonunun duvarına Atatürk’ün sigara içerken çekilmiş bilindik fotoğrafını çizdireceklerini anlattığı gün, Çayko hemen arkamda duruyordu. Müdür yardımcısı Ömer, konuşmasını sonlandırırken sınıf takımlarından yeni bir okul takımı oluşturacaklarını, bunun için seçmelerin yakın zamanda başlayacağını, başvurmak isteyenlerin sınıf takımı kaptanlarına isimlerini bildirmelerini, kaptanların da bu isimleri mutemet Hüseyin’e teslim etmeleri gerektiğini söyledi. Birincisi mutemetle futbol takımının ne ilgisi var? İkincisi spor salonunun duvarında sigaralı resmin işi ne? Çayko uzun yıllar sonra ilk kez cesurca kolumdan tuttu. “Beni de alsanıza lan” dedi.

Biz mi? Bizi yedek yaptı bedenci. Adi herif. Uzun uzun bekledik. Hadi beni geç, bu Çayko nasıl oynar biliyor musun sayın okuyucu? Brezilyalı dersin. Sanki Barcelona’nın alt yapısında yetiştiğini düşünürsün. Ben de bunu o sıralar öğrendim. Oynatmadı puşt herif Çayko’yu... As kadronun çoğu bizden daha üst sınıflardandı. Bizden büyüklerdi, dövemezdik. Bu yüzden bekliyorduk belki de. Bekliyorduk evet ama orada beklemek bile iyi gelmişti Çayko’ya. Kramponunu, çantasını falan okul aile birliği başkanı tedarik etmişti. Onları alırken ne çok utandığını hatırlıyorum Çayko’nun. Bir kenarda oturuyorduk belki ama, bir gün nasılsa oynarım hayali ona iyi geliyordu. En saçma umut da tıpkı en kötüleri gibi umutsuz olmaktan iyiydi... Güzel çalımları vardı, güzel şutları… Ona Hagi diyorduk. Yedek kulübesinde bekleyen Hagi… Ben Beşiktaş’lıydım belki ama, Sezar’ın hakkı Sezar’a, Hagi’ninki Hagi’ye… Hatta o denli iyi çalımları vardı ki, tüm yaşadıklarına gösterdiği sabır, neresinden bakarsanız bakın, muhteşem bir çalım… Sonra bir gün, bir antrenmanda Çayko dizliklerini çıkardı. Yere fırlattı. Okula doğru yürümeye başladı. Peşinden koştum. “Ne yapıyorsun lan, nereye?” dedim. Arkasından dolanıp önüne geçtim. Yürümeye devam ediyorduk. Kafasını kaldırdı “Aylardır yedek kulübesindeyim ama almıyor, almayacakmış da…” dedi. “Yok lan” dedim. “Olur mu öyle şey? Niye almasın hoca seni, bak ben de yanındayım. Ben de yedeğim ya sonuçta. Misal Roberto Carlos’u düşün, şimdi Real Madrid’de harikalar yaratıyor ama bakma sen, o adam da yıllarca yedekti.”

“Nereye?” dedim.

“Saçmalama lan…” dedi “Yok oğlum, benim öyle bir şansım yok, kulübede çürüyeceğim…”

“Takıma…” dedi.

“Oğlum nasıl insansın ya?” dedim “Bir sabret…”

Gülümsedim. “Tamam” dedim “Tamam alacağım…”

Öylece sustu. Bekledi.

Hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay olmuyor yani hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte.

“Ya yürü git işine lan…” dedi “Sen sabret…”

Yıllar sonra ilk kez Çayko hayata bağlanmaya çalışıyordu. Ve aslında ben ne yapacağımı bilmiyordum. Boynuzunu boya kovasına sokmuş bir gergedan kadar tuhaftım artık. *** İlk zamanlar her şey iyiydi. Okul takımı için birçok sınıftan oyuncu toplanmıştı. Burak ayağının dışını çok güzel kullanıyor, Bekir uzaktan sert şutlarıyla ün salıyordu. Utku’nun hızına kimse yetişemiyor, Kemal’in defansından kimse geçemiyordu. Genellikle kızlar beğensin diye oynuyorlardı. Her biri sevgililer edinmişlerdi. Yakışıklı heriflerdi. Şehirde düzenlenen turnuvalarda birer birer başarı kazanılıyordu.

Formasını çıkarıp elime tutuşturdu, yırtık atletini gere gere yürüdü. Formanın arkasındaki sponsor ismiyle öylece kalakaldım, okul aile birliği başkanının sahibi olduğu oto galerisinin adı yazıyordu: Katmercioğlu Otomotiv. *** Sonradan sonraya takım darmaduman olmaya başladı. Ve fark ettim ki, takımdaki as oyuncuların tamamı müdürün ve baş yardımcısının eliyle belirleniyordu. Daha çok okula yardımda bulunan ailelerin çocukları takımda as oyuncuydu. Olmayacaktı da. İlk günlerde havalı havalı oynayan bu kadro, sonradan turnuva işleri büyüyünce her şeyi berbat etmişti. Hatta Gazi Lisesi’ne on dörde bir yenilmişliğimiz var inanır mısınız? O bir golü de nasıl attılar, açıkçası ben de bilmiyorum, yedek kulübesinde pet şişeme bakıyordum o sıra. ***

49


Hep derim. Hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay olmuyor yani hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte. Gel zaman git zaman, bizim Çayko o eski haline geri döndü. Hatta ben takımda kalmaya devam ettim diye, benimle de bozuşmuştu sanki. Gerekmedikçe selam vermiyor, içten sorular sormuyor gibiydi. Ya da ben öyle düşünüyorum. En arka sırada yan yana oturuyorduk ama, eskiden çok fazla gülüp eğlenmese de en azından can ciğerdik. İlkokulda çocukça içimin cız ettiği adamla, artık kardeş gibiydik. İki enteresan tek çocuk silüeti… “Kırıldın mı?” dedi, şizofren matematikçinin dersinde bir gün “Bana kırıldın mı lan?” “Yok” dedim “Niye kırılayım ya? Ama yani o kadar şey yapmasaydın daha iyi olurdu sanki…”

“Oluyo mu hocam şimdi bu?” Hepimiz durduk. Ben ellerim dizimde nefes alıp verdim. Hoca da durdu. Düdük ağzında öylece bekledi. “Oluyo mu yani bu?” dedi “Bu heriflerden bu iş oluyor mu? Takım ruhu yok. Bir şey yok.” Belli etmeden gülümsedim. “Oha lan…” dedim içimden “Bunca yıl sustu sustu, sonunda patladı…” “Ne diyorsun oğlum sen?” dedi hoca. “Burada bir şey yapmaya çalışıyoruz…” Çayko sahanın kenarındaki yamaçtan aşağı doğru yürüdü. Hepimiz nefesimizi tuttuk, bekledik: “Bok yaparsınız!” ***

“Oğlum sen gerçek bir sığırsın ya…” dedi “Üst sınıflar evet ama senin bildiğin manada değil…”

Aslında tüm anılar ebedi istirahatgahında uyuyor sevgili okuyucu. Sonra birden çocukluğunu hatırlıyorsun. Yağmur dolu ders çıkışlarını... Şimdikinden daha az gelip geçen otomobilleri. Eski tür vitrinleri. Soğuk dağlardan kent merkezine inip ağaçlara sığınmış kuşları… Hatırlıyorsun ve bir daha unutamıyorsun. Bir keresinde okul çıkışı onunla o dar sokaklarda yürümüştük. Dinmek üzere olan yağmur tek tük tıpırdıyordu. Çayko çok konuşmasa da gülüyordu, gülse de konuşmuyordu. Sonra bir kenarda bulduğu tahtayı aldı eline. “Dıkşın, dıkşın” diye ses çıkarmaya başladı. Gülümsedim. Sabah annemin elime tutuşturduğu ama o gün hiç kullanmadığım şemsiyeyi ona doğrulttum. Ben de seslendim:

Şizofren matematikçi tahtanın önünden bağırdı o an.

“Dıkşın, dıkşın!”

“Saçmalama lan!” dedi “Ne yapmasaydım? Görmüyor musun, Utku’nun babası okul kantinine espresso makinesi almış…” “Eee ne var bunda, ne güzel…” dedim. “Lan sen gerizekalı mısın nesin?” dedi “Kız meslek lisesi önüne çevirdiler okulu, ne beklediğini bilmeyen adamlar var…” “Yok ya…” dedim “Oğlum bunlar bizden büyükler, üst sınıflar… Bir bekle, bize de sıra gelir…”

“Oğlum bir sussanıza…” *** Bu onun hikâyesi. Bir hiçken hiç doğanın, yoktan yok olanın hikâyesi. Fotoğraflarda parmak ardında kalmış adamların, aynı akvaryumda diğerince parçalanmış balıkların, kitap aralarında unutulmuş uzak ülke kartlarının, naif kokusu çoktan gitmiş yazık-atılası denizel kabukların, balkon köşelerinde el değmemiş karıncaların ve hatırlaması zor öğretisi imkânsız düş kırıklarının hikâyesi. Bu, Çayko’nun hikâyesi. Bu bizim hikâyemiz. Ertesi hafta sonu antrenman için okula gittim. Hafta içi kalabalık ve gürültülerle donanmış okul bahçesi hafta sonu kuş cıvıltılarıyla dolup taşmıştı. Okul, kente karasal televizyon ve radyo yayını veren antenlerin yerleştirildiği bir tepenin hemen dibine kurulmuştu. Şehrin hayhuyundan uzak denir ya hani, tam da öyle… Toprak futbol sahasının etrafında yaklaşık on beş dakikadır koşuyorduk. Sırtımdan aşağı terler süzülüyor, formam üzerime yapışıyordu. Hocanın düdüğünden başka duyabileceğim tek ses kendi hırıltımdı. Bir bağırtı koptu o an:

50

Sonra o an şemsiyenin düğmesine bastım heyecanla. Şemsiye elimden fırladı. Ucu gidip Çayko’nun kafasının sol köşesine çarptı. Kanadı alnının sol köşesi. Şemsiyeyi kenara fırlattım. “Çayko!” dedim “Özür dilerim… Bunu yapmak istemedim…” *** O gün hoca Çayko’yu dövdü. Hem de evire çevire. Dizliklerimi fırlatıp koştum. Diğerleri de toplandı. Hoca arkasını dönüp söylene söylene yürüdü. Çayko küfretmeye başladı. Ağzını kapattım. “Oğlum yapma lan!” dedim “Yeter…” *** Birkaç ay sonra kentte yenilebilecek en çamur takıma bile yenilmiştik. Aslında o kadar çok yenilmiştik ki, Fen Lisesi’ndekiler bile bizimle dalga geçmeye başlamıştı. Hatta içlerinden biri “Ooo, pi sayısını bulmuşlar” demiş. Adamların espirisi bile bilimsel. Yani şimdi kendi evimizde üçe on dört yenildik diye bu kadar da olur mu yahu?

6.Sayı Öteki


Maç sonrası, Ayı Aykut söze girişti. Evet adı bu. Ben koydum. İnsanların fiziksel özellikleriyle dalga geçmekten haz etmem. O yüzden değil bu isim. Herifin ruhu ayı.

“Oğlum yapmasana lan!” dedim Çayko’ya dönüp “Seni üzerler bak…”

“Bizi özel hayatımız bitirdi hocam!” dedi.

Kutucuları bilir misiniz sayın okuyucu? Hani şu Lunaparklarda falan hediye dağıtan dolandırıcıları… Daha çok para verip, daha çok şey kazandıracağını söyleyen soytarıları… Her adımda kutu açtırarak sizden para alan “Ya bir fırın vereyim…” diyerek insanları kandıranları…

Ona dönüp “Ne özel hayatı lan?” dedim “Her akşam dış kapıya bırakılmış eski anne terliğiyle fırına gönderilen adamlarız. Ne özel hayatı?” *** Biliyorsunuz ki, hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay olmuyor yani hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte. Ertesi sene, yani lisenin son yılı, müdür Eğitim-Öğretim yılı açılış töreni için sıraya dizilmemizi istemişti. Artık okulun en rütbeli öğrencileriydik. Hep sözümüz geçecekti. Takım artık bizimdi. Diğerleri mezun olmuştu. Kesin her şey harikulade olacaktı. Kafaya koymuştum, hocayla da konuşacaktım, Çayko’yla onu barıştırıp takımı ayağa kaldıracaktım. Belki de sadece sınıf takımının değil okul takımının da kaptanı olurdum böylece. Sonra buradan Büyükşehir Belediyesi, oradan Beşiktaş, oradan da Real Madrid… Bence çok mantıklıydı bu. Kalabalığın ortasında yürüdüm. Çayko’yu gördüm bir aralıktan. Ona doğru ilerledim. Kolundan tuttum. Sarıldı. Şaşırdım. Hatta “Ne oluyor lan?” dedim kendi kendime. Hiç onu öyle görmemiştim. Çayko. Asıl adı Çağatay Arslan. Ama ben ona Çayko diyorum. Hatta bu ismi bugünlere ben getirdim. Hatta Çayko belirli bir dönem adını unuttu. Kimlikte “Çayko” yazdığını zannettiği dönemler oldu. Hatta onun adının Çağatay olduğunu ben de bizzat şimdi hatırladım. “İyiyim ya ben de işte…” dedi kafasıyla karşımızda kalan kalabalığı “Onu boşver de şimdi, ya şu kız kimdi?” *** Bazı kadınları sevmek şüphesiz bir akciğer kanseri belirtisidir. Bunu ben de bizzat yaşayarak öğrendim. Bazı kadınları sevmek, bir çeşit yaşarken organ bağışı, bir çeşit ötenazidir. Adı Derya. Müdürün kızı. Çayko yedi yılın sonunda, kızın sınıfta olduğunu fark etmiş. Gerçekten büyük başarı... Kızın okulda çıkmadığı ve okul içinde boynuzlanmadık üst sınıf erkeği kalmadı. Zaten üstümüzde sınıf da kalmamıştı ya artık... Tüm bunlara rağmen, ben kızın fazlasıyla salak olduğunu düşünüyordum. Derslerde zekâ gerektirmeyen sorular sorardı. Hatta bizzat kendimin, biyoloji hocasına asla sapkınca bir şey düşünmeden, tamamen meraktan “Anne sütünden yoğurt olur mu?” diye sormamdan daha aptalca bir soru sorma stili varsa, o da Derya’nın sorularıydı.

***

Bir keresinde bir Ağustos ayı Gümüldür’de, memur babamın sırf ben mutlu olayım diye bütün yıl biriktirdiği paralarla yaz tatilindeydik. Oraya henüz o gün gelmiştik. Akşama kadar, babamın kiraladığı eski püskü bir evde dinlenmiştik. O akşam babam “Hadi seni gezdireyim, annen yorgun…” demişti. Babamın elinden tuttum. Akşamın karanlığında Lunapark’a doğru yürüdük. Oracıktaydı, sahilde. Sonra nedendir bilmem, herhalde babam beni eğlendireceğini düşünerek, kutucunun karşısına geçmişti. Para bastıkça kazanıyordun. Eğleniyorduk. Gitgide büyüyordu hayallerin. Çocuktum ama babamın çocuksu gülümsemesini hatırlıyorum. Bir koyuyordun, daha büyük kutulara gidiyordun. Sonra gitgide insanlar çekilmeye başladılar. Adamın karşısında bir ben, bir de babam vardık artık. Babamın cüzdanında tek kuruş kalmamıştı. Babam boynunu eğdi. Ertesi gün ne yaptı biz o tatili nasıl geçirdik bilmiyorum. Sanırım Seferihisar’a kredi almaya gitmişti. Ama o gece tüm tatil parası orada kutucuyla uçup gitti. Babam eve dönüş yolunda elimden tuttu “Boşver!” dedi. Babama baktım. Adama baktım. Boşluğa baktım. Yutkundum. Bir yumruğumu sıktım, diğeriyle babamın eline sıkıca yapıştım “Sen de boşver baba, gidelim!” dedim. Karanlığa doğru yürüdük. *** Gitgide büyüyen hayaller, daha çok acıtır sevgili okuyucu. İnanın bana daha çok. Kutulardan hiçbir şey çıkmaz. İnanın bana sonu bellidir bazı şeylerin… “Oğlum öyle deme çok güzel kız” dedi Çayko “Baksana şuna, oğlum ben daha önce bunu nasıl sevmedim?” Evet. Daha önce kimseyi sevmemişti çünkü. Libidosu mu yükseldi o sıra, yoksa saflıktan mıydı tüm bunlar bilmiyorum. Ama her seferinde kafasına şemsiye değmesin istiyordum. Değmesin ve kanamasın artık bir yeri. “Güzel bacakları var, ama beyni yok” dedim. “Bak yarın öbür gün başına bir iş açar, boş versene…” “Ne iş açar lan?” dedi “Hem bana baksana sen” dedi “Sen bana yakıştırmıyor musun oğlum bu kızı? Yazıklar olsun!” “Yahu oğlum, yemin ediyorum katalitikte bile daha çok beyin var…” dedim “Nasıl insansın? Bunun kimleri kimleri aldattığını görmedin mi? Hem ayrıca müdürün kızı lan bu, ağzımıza sıçacaklar yemin ediyorum…”

51


“Bunlar hep üst sınıfların uydurması” dedi. “Senin bildiğin manada üst sınıfların…” *** Hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay olmuyor yani hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte. “Sevmiyormuş” dedi “Sevmeyecekmiş de… Bu aylaklıklarıma devam ettiğim sürece beni beğenmeyecekmiş…” Kız Çayko’ya bakmamazlık yapmadı. Baktı. Zaten genel olarak herkese bakmıştı. Ama prensip olarak aldatıyordu. Sinemaya götürtmek için ya da kendisine “güzel” desinler diye… Bacaklarına baksınlar, boş bakan gözlerini görmesinler diye… Çayko’yu da aldattı. Ayı Aykut’la üstelik. Ulan bari bir kriterin olsun. Bari bir standarda göre yap şu işi. Ayrıca yani kantinde döner ekmek yiyen adamlarız hepimiz, bir başkasından beklentin nedir, ketçap değil de wasabi sosu mu? “Oldu mu lan bu şimdi?” dedi Çayko “Söylesene abi, yani bu kız bu hanzoyla oldu mu?” *** O gün o törende o saçma sapan konuşmayı “Ve çocuklar” diye sürdürdü müdür. “Biliyorsunuz kış artık yerini bahara bırakacak, diğer okullarla da görüştük, futbol turnuvalarına sömestr tatilinden sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz.” dedi “İlk maçımız iki hafta sonra. Umarım efsane takımımız yine harikalar yaratacak. Ben evlatlarıma sonuna kadar güveniyorum. Hadi bakalım, 2003 yılı yine başarılarımızın yılı olsun…” Ertesi gün Çayko müdürün arabasını yaktı. Okul bahçesinde kenarda duran o gıcır gıcır Astra’yı… Ben görmedim ama arkadaşlar anlatıyorlar. Derya’nın karşısına geçmiş, susmuş, bir şey dememiş, ama tokatı geçirmiş en sonunda suratına. Sonra müdür çağırmış bunu. O da Çayko’ya geçirmiş. Çayko yumruğunu sıkmış. Susmuş. Beklemiş. “Ne yaptın gerizekalı?” dedim “Niye yaptın lan bunu, şimdi ne olacak?”

*** Hayat Alman kale maçlara benzemiyor. Öyle kolay yani olmuyor hiçbir şey. Öyle yakından gol atamıyorsun mesela. Öyle kolay paslaşamıyorsun. Öyle kolay sevinemiyorsun yani. Öyle kolay yenemiyorsun. Bir acı uzaktan bir degaj yapıyor. Kimin önüne düşerse düşüyor işte. Sonra onu Ankara’da buldum. Batıkent’te. Metro durağının hemen oradaki marketten makarna almıştı. Kasa sırasında öylece duruyordu. Sessizce. İtirazsız. Kalabalığın ortasında ona doğru yürüdüm. Kolundan tuttum. Sarıldı. Şaşırdım. Hoparlörlerden indirim reyonu reklamları yankılanırken “Ne yapıyorsun?” dedim “Ne yapıyorsun burada ya, hiç değişmemişsin…” Baktı, gülümsedi. “Evet” dedi “Hiç değişmedim…” *** Bu onun hikâyesi. Bir hiçken hiç doğanın, yoktan yok olanın hikâyesi. Fotoğraflarda parmak ardında kalmış adamların, aynı akvaryumda diğerince parçalanmış balıkların, kitap aralarında unutulmuş uzak ülke kartlarının, naif kokusu çoktan gitmiş yazık-atılası denizel kabukların, balkon köşelerinde el değmemiş karıncaların ve hatırlaması zor öğretisi imkânsız düş kırıklarının hikâyesi. Bu, Çayko’nun hikâyesi. Bu bizim hikâyemiz. Korkaklık insanlar içindir sayın okuyucu. Bir keresinde yine demiştim: Korkağız çünkü. Çarpma pozisyonunda sırf korkumuzdan alırız kafamızı bacaklarımızın arasına… Bir başkası olsa belki çoktan delirmişti. Sevgisiz bir çocuk değildi. Hiç parası olmazdı belki ama -ki zaten nereden olsun- bunu dillendirmezdi, simit bulursa simit, umut bulursa umut bölüşürdü. Aslında güzel bir gülüşü vardı. Ama bu gülüşü sanki filmin en güzel yerinde kopan bir makara gibi olurdu. Perdede asılı duran kült bir sahne gibi… Öylece yarım. Sessiz. Donuk.

“Herife bak” dedi “Bize ayar veriyor, pezevenge bak…”

***

“Neyse zaten olmazdı” dedim “Boş versene…”

Apartman leş gibi yalnızlık kokuyordu. O eşsiz, umutsuzluk kokusu. Kapısının önünde kocaman bir saksı duruyordu. Ortasında büyükçe bir gül fidanı vardı. Sadece yeşil yaprakları üzerindeydi. Kapı kilidini çevirirken diğer eliyle onu gösterdi. Gülümsedi.

*** Böyle bir şey ilk kez yapılıyordu. Çayko’yu okuldan jet hızıyla attılar. Hatta o kadar hızlı attılar ki, Milli Eğitim Bakanlığı bile bunu kayıtlara böyle bir başarı olarak geçirmiştir emin olun… O yılı hiç bitmeyecek sandım… Bizi onunla Talim-Terbiye Kurulu ayırdı sevgili okuyucu. Sonra ona ne oldu bilmiyorum. Ne biçim seneydi lan bu?

52

“Aylardır suluyorum ama açmıyor.” dedi “Açmayacakmış da… Bu aylaklıklarıma devam ettiğim sürece bir kez dahi açmayacakmış.”

6.Sayı Öteki


FOTOĞRAF: Viktoria Hall-Waldhauser

KALBE DOKUNMASINI BİLİYORLAR. AMA KIRARAK. Füruğ Ferruhzad, ‫دازخرف غورف‬

53


GÖRSEL: HENRY MOORE

KANAT-MAK —

A Y Ş EG Ü L T A B A K

- Tunca Öğreten’e – Daracık bir odanın zemininde başını kollarının arasına almış, yere kapanıp dizlerini içine çekmiş duruyordu. Kıvranma belirtisi yoktu, ancak titrediği belliydi. Bu fiziksel bir acıdan fazlasıydı, daha çok bir sinir sistemi sarsıntısı, evet bir sarsıntı, bir depremdi. Çaresizlik, tükenmişlik, öteki’ye düşmüşlük alametiydi. Birden elleriyle başına baskı uygulamaya başladı. Titremesi gittikçe artıyor, acıdan mı ağrıdan mı bilinmeyen bir inlemeyle sızlıyor, ısı ve ter her yerini sarıyordu. O ufacık, karanlık ve pis odada bulunan tek ve küçük pencereden sızan günışığı attıkça o daha da kasılıyordu. Kasılmaktan taşa dönen omuzları titremesini boğdukça dişlerini sıka sıka hırıltıyla inledi bir süre daha, sonra… Sonra bir anda, ne olduğunu bile anlayamadan patladı pürüzsüz sırtı! Omurgasının iki yanında boydan boya iki yarık açıldı. Canı yanıyor, dişlerini daha bir sıkıyor, ter içinde korkudan ağlıyordu. Sırtından bir çift kanat çıkıyordu. Bir zaman sonra yere serili kaldı. Orada. Öylece. Yüzüstü. Kolları küçük bir çocuğunki gibi uzanmış, bacaklarındaki kasılma yerini hareketsizliğe bırakmış. Yığılmış. Sırtından etrafa yayılan, kocaman, beyazlı grili, belki on binlerce hafif tüyle bezenmiş iki zarif kanatla uzanmış hâlde. Sessizce. Pencereye benzer delikten sızan ışık hûzmeleri kanatlarına vuruyordu. Uzun, çok uzun zaman uyudu. Çok yorgundu. Yıllar süren bir uykudan uyanır gibi uyandı. Uzanmış ellerini kapayan kanatlara dokununca irkilerek dizleri üstüne zıpladı. Rüya içinde rüya, kim bilir bir kâbus mu anlaması imkânsızdı artık. Neden sonra kalktı, tarif edemediği çocuksu bir iç sevinç görkemli kanatlarına, evet evet kanatlarına dokundu, okşadı yumuşacık kuş zarifliğindeki tüylerini. Uçabilir miydi? Uçardı. Deneyebilirdi. Ne kaybedecekti ki? Hayatını mı! Biri görse ne olacaktı peki? Görse? Keşke görse. Biri. Çatıya çıkmalıydı, o da çıktı. Zor geçtiği dar kapıdan beton düzlüğe ulaştı. Kenara yaklaştı. Aşağıda insanlar böcekler gibi kıpırdanıyor, oraya buraya dağılıyor, bağırışıyordu yine, ama ötede bir yerlerde deniz vardı. Mavi, dingin, ılık deniz. Yutkunup, cesaretini topladı, ha ölecek ya yaşayacak, fakat bu şansı kaçırmayacaktı.

54

6.Sayı Öteki


Kanatlarını nasıl olduğunu bilemediği bir şekilde kaldırıyor, esnetiyor, açıyordu artık, heyecandan kalbi duracak gibiydi, bir nefes çekti derine ve çırptı yumuşacık tüylerle kaplı güçlü kanatlarını, çırptı, çırptı, çırp-tı ve tanrım! Havalandı! Korkuyordu, ama uçuyordu, kalbi ve ruhu da uçuyordu, başka bir âleme, bir başka evrene uçuyordu.

inildiyor, o kadar… Sırtı yarıldı demir çubuklarla döverken, bir şey olmazsa iyi, başımız belaya girmesin. -Hak etmiş! Hak etmiş de konuşturamazsak bizim işimiz zora girer, ayıltın, gerekirse önce tedavi ettirin, toparlansın, sonra yine konuşmazsa geberene kadar ezeceksiniz bu sefer, acımayın. -Baş üstüne.

Durmadan yükselerek bir süre sessizliğin içinde izledi yerin bin bir çeşitteki yüzünü. Rüzgâr yüzüne vuruyor, dağları ormanları geçiyor, bulutların arasına dalıyordu. Sonunda denizi gördü aşağıda. Bıraktı kanat çırpmayı. Gerçek kuşlar gibi, kartallar, leylekler gibi iki yana açtı dünyanın en güzel kanatlarını, rüzgârı aldı koynuna, süzülmeye başladı. Suya iniyordu. Suya. Masmavi denizin hemen üzerinden uçuyordu. İyot kokusunu ciğerlerine çekerek, yüzüne sıçrayan tuzlu damlaları hissederek, daha evvel böyle bir kuşu görmemiş hafızasız balıkları korkudan denizin dibine kaçırarak süzülüyordu. Sonra birden, aniden. Karnını ve göğsünü vurdu suya ve kalktı, müthişti bu duygu, serindi. Kanatlarını ıslatmaktan korkuyordu, ama deneyecekti. Biraz yükseldi. Sonra hızla aşağıya saptı yönü ve suya daldı! Birkaç metre ileriden, ışıkla yıkanan mavi denizin yüzünü yarıp geçermişçesine su yüzüne havalandı… Bu kartal kanatlarından büyük, eşi benzeri olmayacak kadar yumuşak ve parlak kanatlar, su kuşlarınınkiler kadar da su geçirmezdi işte. Yorulana kadar daldı, çıktı. Havalandı, düştü, uçtu, süzüldü. Yükseldi ve nihayet bir düzlüğe indi. Ne yapacağını bilmiyordu. Beklemeliydi. Bu bir rüyaysa eğer, uyanmayı bekleyecekti. *** -N’aptınız? Konuşturdunuz mu? -Tek kelime etmedi amirim. Çok ezdik konuşsun diye ama tık yok. Yalnız biraz fazla dövdük sanki… Kendine gelemiyor… -Gebersin it! Bir şey olmaz. Tuzlu su dökün tepesine de ayılsın, daha çok işimiz var bu köpekle. -Döktük amirim. Birkaç kere döktük hem de. Arada

*** Gece çöktü, deniz kudurdu. Rüzgâr soğuk esiyordu şimdi. Beklediği yerde hem üşüdüğünü, hem yandığını hissediyor, fakat ne yapacağını hâlâ bilemediğinden kımıldayamıyordu yine. Fırtına yükseldikçe güzel kuş tüyleri havalanıyor, titriyor, karman çorman oluyordu. Rüya kâbusa dönmeden uyanmalıydı, çünkü bir kâbustan diğerine geçerse aklının kaçacak hiç odası kalmaz, delirir, unuturdu. Unutmamalıydı; insanca yaşamayı, sevdiği insanların gülüşlerini, sokak kedilerini, komşu teyzeye alacağı ekmeği, kız kardeşinin yaklaşan doğumunu, bu ülkenin güzel günlerinin de geleceğini, çocukların kahkahasını, bir dolu şeyi unutmamalıydı işte! Bunları düşünerek silkindi, etrafa baktı. Uzakta mağaraya benzer bir oyuk gördü, fırtınada uçamazdı, ama dayanırsa yürürdü. Sert esintiye göğüs gere gere, kanatlarını kasarak adımlar atarken soğuk artıyor, yağmaya başlayan kar tipiye dönüyor, her adımda mızrak gibi tenine saplanıyordu. Rüya hızla kâbusa evriliyordu. *** -Biz bunu burada çözemeyiz komiserim, adamın sırtındaki yaralar derin, iltihap başlamış ateşi çok. Hemen tedaviye başlanması lazım iyileşmesi için. -N’olacak peki? -Hastaneye sevkini yapalım. -Hay ağzına tüküreyim… Yapın tamam, ama ismi geçmeyecek bir yolunu bulun. -Tamam. *** Soğuktan ölmek üzereyken vardı oyuğa. İçeri sığındı, en dibe gitti, kanatlarını kendine kalkan edip çöktü köşeye. Öyle üşüyordu ki yaprak gibi titriyordu tüy-

55


leri. Sonra nereden çıktıysa bir ateş yandı oyuğun öbür yanında, yaklaştı. Gözünü ateşe dikip kıvılcımların bir biri üzerinden atlayışına baktı uzun uzun, gözlerinden sicim gibi yaşlar aktı. Isındıkça güzelim kanatları sızım sızım ağrımaya başladı. Öyle acıyordu ki canı, hani kesip atsa da rahatlasa istiyordu artık. Yüzü üstüne boylu boyunca uzandı, çaresizce gözlerini yumup bir başka rüya için dua etmeye başladı.

**

***

-Ne biçim adam ya, rüyası bile saçma sapan.

-Yoğun bakıma aldık, bağışıklığı zayıflamış, o yüzden vücudu iltihaplı yarayı kaldıracak halde değildi, ciddi bir tedaviye ihtiyacı var.

-Ayılınca size haber veririz.

-Tamam tamam. Sivil adamlarımız olacak hastanede kuş uçmayacak yakınında, bilginiz olsun da! -Anladım. Biz elimizden geleni yapacağız iyileşmesi için. ** -Bu hasta işkenceden gelmiş, baksana sırtına yarılmış iki yandan. Çok ateşi vardı, zor düşürdüler üç günde. -Ne fena! Ne yapmış ki bu kadar eziyet etmişler acaba? -Bilmem. Gazeteciymiş galiba. - Kesin çok kötü bir şeye bulaşmıştır bu. Yoksa ne diye işkence falan yapsınlar ki! Şu sargı bezini uzatsana. -Al canım… Valla hiç bilmiyorum ne yazdığını, ama tekrar geri dönecek iyileşince. Siviller bekliyor koridorlarda. Kendine gelince geri götürecekler. Muhakkak konuşturacakları bir mesele vardır. Daha çok dayak yer bu. -Yazık, ama tabii hak ettiyse bilemem. ** Kanatlarında bir sıcaklıkla uyandı. Ağrısı dinmiş, üşümesi geçmişti, yalnız biraz sızısı vardı artık. Başını şöyle geri çevirince birden kocaman bir vaşakla karşılaştı. Bu kediden büyük, kaplandan küçük çevik yaratık nereden bulmuştu onu! İrkildi, kalbi gümbürdedi birden. Öyle ya ilk kez vaşak görmüştü hem de gelip tüylerini yalarken! Hayvan irkilmedi. İki adım geriledi gözünü gözüne dikip baktı. Sönmüş ateşin yanında iki yavru vaşak oynaşıyor, yuvarlanıp duruyordu. Sessizce başını yeniden toprağa koydu. Vaşak da gelip tüylerini yalamaya devam etti.

56

-Nasıl durum? -İyi. Zor da olsa toparladı. Arada kendine geliyor, ama kanatlar, vaşaklar diye bir şeyler söyleyip tekrar uyuyor. Bugün yarın ayılır tamamen.

** Gözünü açtı, rüya bitti. Hastane odasında olduğunu idrak edince aklı gitti birden! Tüm o dayaklar, tacizler, işkenceler aktı gözünden. Buz gibi oldu nefesi. Kesildi. Tek kelime etmemişti, ama daha fazla işkenceye nasıl yetecekti gücü, nasıl dayanacaktı! Ne anlatacaktı bu heriflere, gizli saklı yoktu. Her şey ortadaydı. Ortada olanı yazmıştı, herkesin bildiğini fotoğraflamıştı. Neyi itiraf edecekti? Kime çalıştığını sorup durmuşlardı, kendime dedikçe demir çubuklarla yürümüştü üzerine o sıska, sevimsiz herif. Gücünü elindeki sopadan alanlar ordusu! Aklının mahsulü değildi hiçbiri belgeli, kanıtlı işlerdi. Akıllarınca bir itiraf alacak, başkaları için menfaat karşılığında yalan haber, belge yayınladığını söyletip sıyrılacaklardı. Kimbilir belki gerçekten başka şeyler bildiğini sanıyorlardı. ** -Bugün ayılır muhakkak. -Doktor ayılsa da ayılmasa da taburcu edecek bugün. Yeter artık, demişler. -Aklı varsa konuşur. -Öyle… Hemşirelerin yaklaştığını duyunca gözünü yumdu; iki yavru vaşak sönen ateşin kıyısında annelerinin koynunda uyukluyordu. Kanatları, aklını orada terk edip kurumuştu. #İtirafEdiyorumBenGazeteciyim

6.Sayı Öteki


Dünya herkese yetecek büyükIükte. Onun için, başkasının yerini kapmaktansa, çaIışarak gerçek yerinizi buIun. -

Charlie Chaplin

57


GÖRSEL: STOCK

Gayri Aşina seyyah —

EMRE YILDIRIM

Uzun zamandır kendim de değildim. Görünüşte bir işten diğerine atıldığımı reddetmiyorum ama bunları yapmayı ben istemedim. Curcunanın içinde hiçbir şeye aldırış etmeden tükenmeyi de fısıldamış değildim kulağıma. Maddeler halinde sürüp giden bir yapılacaklar listesi vardı önümde. Hepsine zamanımın yeteceğini, hepsini eksiksizce yerine getirebileceğimi düşünüyor, bu düşünceler ruhumu doyurmaya yetiyordu. Hal böyleyken, hayat tarafından keşfedilmeyi beklediğim hissiz ve sessiz dönemler düşüyordu ömrümden. Önceleri beklemek iyi gelirdi. Ardından, beklemiş olduğum zaman boşa gitmesin diye biraz daha beklerdim. Düşlerimin karşılığını alamayacağımı anladığımda ise bu beklemelerin neye yaradığını görmek için gene beklemek zorunda kalıyordum. Dev bir istemsizlik ağına dolanmış gibiydim. Çözmeye kalksam işler karışıyor ve kötü bir hal alıyor; hareket etmesem işler karışmıyor ama daha iyi bir hal de almıyordu. Kendini bilme kaygısı içerisinde metanet gösterdiğim ruhsal işkencelerin, sonu gelmez gecelerin ve devamlı sıçrayarak uyandığım kabusların ardından aslında hiç uyumadığımı anlıyor, sadece delirdiğimi düşünebildiğim zamanlarda aklımın yerinde olduğuna inanıyordum. Darmadağın bir süreçti benim için. Zekama güveniyordum. Çünkü ruhumun tamiri imkansız karmaşasından deli olduğum sonucunu çıkartan oydu. Deliydim, ve deli olduğumu anlayabilecek kadar akıllıydım. Deliliğim beni akıllı kılıyordu bir bakıma ve aklım beni delirtiyordu. Baygın bir halde yatıyordum sanki. Gözümün önünde bazı görüntüler canlanıyor, bu görüntüler benliğimin izdüşümleri gibi yaşantıma nüfuz edip beni peşinden sürüklüyordu. Önceden belirlenmiş bir takım yasalarca toplumun içine salınıyordum resmen. Ben herkes için, herkes benim için tehlikeliydi. Tehlikenin farkında olmamızdan ötürü de birbirimize yanaşmaktan korkuyor ve belirlenen sınırları aşmamaya gayret gösteriyorduk. Bizi birbirimizden ayırıp düşman eden, getirildiğimiz bu yerde diğerleri tarafından istenmediğimiz yanılgısıydı. Bu gibi yanılgılar, müthiş yargılar içermekteydi. Ama alışıyordu bedenler. Akıllar sorgulamaya yetmesine rağmen onlar da bir süre sonra uyuşuyor, ara sıra yüzeye çıkan sualler de benim yaşadığım türde epidemik problemlere sebep oluyordu. Kafanın içini sessizce kemiren bir tümör gibi sinsi, tüm buyruklara karşı gelecek kadar da yaygaracı bir salgındı bu. Bende olanı insanlara da bulaştırmak istiyordum böyle zamanlarda. Uykularım kaçıyorsa onlarınki de kaçsın, karanlık çöktüğü vakit boş sokaklara bakarak çektiğim çileyi onlar da çeksin, onların da benim gibi anlatılmaz bazı yanları olsun ve bu kaos içerisinde eridikçe erisinler istiyordum. Anlaşılmamın başka yolu yoktu. Bir rüyanın içinde sıkıştığıma ihtimal verip hesap soracak birilerini arardım. Gördüğüm rüyadan dolayı suçlayabileceğim kim vardı, benden başka? ‘Ben’ dediğim kimsenin, bilhassa çocukluğuma eşlik eden insanlar ta-

58

6.Sayı Öteki


rafından oluşturulan bir zeka kusuru olduğunu kavramaya başlamıştım. İnsan hoş bir varlıktı belli ki. Benlik ise, başka benliklerin ellerinde kabiliyetsizce yoğrulan ayıplı bir karmaşaydı sadece. Ruhundaki karışıklığın farkına varan benim gibi birisi, bu karışıklığı anlayıp gidermek için uğraştıkça ayrı düşmeye başlıyordu diğerlerinden. Bu, kaçınılmazdı. Ben ve diğerleri olmaktaydık yavaş yavaş. Sokaktan geçen adam anlamayacaktı beni biliyorum. Ona benliğimin zedelenmiş yönlerinden bahsedemez, hayatın yaşanılası olmadığını kanıtlayacak farklı gerekçeleri ona anlatamaz, sırtımı döndüğüm anda itkilerinden tiksineceğim birinin yüzüne gülemezdim. Kim olduğu fark etmezdi diğerinin. Bakkal olabilirdi, çocuk olabilirdi, eşim olabilirdi, kardeşim veya profesör olabilirdi; onaylanmış yahut tecrit edilmiş bir karakter olabilir, kitlelerce sevilip göndere çekilen tapılası bir mevcudiyet haydi haydi olabilirdi. Diğerleri herkesti, diğerleri hepinizdiniz.

nizde diğerlerinin vaatlerine olan düşkünlüğünüz ve bu düşkünlük neticesinde ortaya çıkan şuursuz haz yanlılığınız artık kangren olmuştur. Öz benliğiniz de cıscıbıldaktır. Kurumlu ve doygun budalaların arasında kayıpsınızdır. Bildiklerinizi bilmedikleri için onlara acır, hedefi ıskalayan kibirli bakışlarını ve budalaca kurgulanmış incelikli lakırtılarını görmezden gelirsiniz.

İşler planlanmış gibi ilerliyor ve beni her nasılsa içine çekiyordu. Düşünecek vakit yoktu. Olayların bir yerinde –bu en durgun veya hareketli yeri olabilir- “Ne yapıyorum ben?” diye soruyordum kendime. Yaptığım şuydu: İşleyen, didinen, yırtınan ve yıpranan insanlara; makine, sokak ve şehirlere; doğaya, topluma ve zamanın bir kısmına uslu gölgeler misali yayılıyor, karartmak niyetiyle değil de kimseyle görüşüp yüzleşmemek adına karanlığıma esir oluyordum. Düzenin karşısında değil merkezindeydim. Bu da beni daha tehlikeli bir vatandaş yapıyordu. Sistemin çarklıları ifşa olmuştu. Kaidelerin aksine hareket etme lüksüne sahip olmasam bile, ruhumun derinliklerinden fışkıran arıtıcı bir kaynak bu cesarete sahipti. Nitekim döngüye sekte vurmaya yeminli bir muhalife, bükülmez bir engele dönmüştüm.

Düşünsenize, birgün gözlerimi açtım ve gözlerimi çoktandır açık buldum. Gözlerimi açtığım iddiası böylece tutarsızlaştı. Önceki yaşantımda güvenilmez biri olsam gerek. Diğer yandan, gözlerinin açıldığı iddiasında bulunan biri olarak onların aslında uzun zamandır açık olduğunu belirtmem ve bunun bir tutarsızlık barındırdığını itiraf etmem iddiama ne denli güvendiğimi ve hakikati sindirebilen biri olduğumu gösteriyor olmalı. Serzenişlerinizi duyar gibiyim, hayır serzenmeyin.

O sıralar kendimin ne olduğunu bilmeden yaşıyordum ben. Bu düşünceler benim miydi? Yoksa insani dürtülerin, başkası tarafından tasarlanmış imgelerin ve hafızama inşa edilmiş çok katlı şablonların diktesiyle mi sürükleniyordum? Siz olsanız ne yapardınız? Sahibi olmadığınız düşünceler tarafından dürtüldüğünüzde başkasının ektiği fikirleri biçmenin peşinde mi koşardınız? Öyleyse benim gibisiniz demektir. Öyleyse hepimiz birbirimiz gibiyiz demektir. Hatta öyleyse, birbirimizden pek farkımız yok demektir ve bu kıstırılmışlığın habercisidir. Ümidi öldürmemeliydim. Mücadeleyi sürdürmeli, çoğaltıp işe yarar kılmalıydım. Bunun için savaştım, didindim, yırtındım ve bilinç cevherine uzanan ebedi bir yolculukla uyumlandı akıbetim, uyandım. Öyleyse siz de günün birinde bu kımıltısız komadan uyanabilir ve o vakte dek işaret edilen maksatların gayri aşinalığı ile yüzleşebilirsiniz. Mazide kalan davranışlarınızdan utanacağınızı, hatta bazılarını düşmanca bulacağınızı söylemeliyim. Kullanıldığınızı da hissedeceksinizdir bir miktar. Coşkun duyguların dinmesinden sonra ise an gelir, kendinizle barışırsınız. Ne yazık ki kendiyle dahi barış imzalamak kendi özünden vermeyi, yani özveriyi gerektirir. Uyumluluk gafleti içindeki benliğinizi besleyen damarları düğümlediği-

Bir yandan direnişinize alkış tutulmasını bekleyip öte taraftan alkış tutanların beğenilerine düşman kesilmek, komadan yeni uyanmış her benliğin öncül handikaplarındandır. O esnada hangi koşulda olursanız olun, kreşendo şahlanacakken araya giren es komutu gibi akışı aksatacağınız kesin. Nasıl bunca emin konuştuğumu merak ediyorsanız söyleyeyim; oradaydım ve yaşadım, yaşamadığım hiçbir deneyimin sözcüsü olmadım ben. Oysa yaşamama rağmen anlatamadığım öyle çok şey var ki.

Usturupsuz çıkışım sizi bana karşı sakıngan kılacak, belki de beni küçümsemenize neden olacaktır. Okuduklarınızın ukalalık olduğunu, satırlarda ortalık karıştıracak agresif bir üslup takınıldığını söyleyip burun kıvırmanız da büyük olasılık. Buna benzer düşüncelerin kafanızı karıştıracağını bildiğim için o düşüncelerin sizin olmadığını ve aklınıza gelen her fikre, kalbinizde doğan her hisse güvenmemeniz gerektiğini birkaç paragraf yukarıda vurguladım. İçime düşen tümörün alelade yargılarla tanımlanabilecek kadar iyi huylu olmadığını bilmelisiniz. Hakikatin sıkıcı fakat şaşmaz sürekliliğinden çok kez bahsetmişimdir. Oysa insan, onun anlaşılır biçimde dile getirilmesini bekler. Hakikat ise nasıl ve kim tarafından olduğu fark etmeksizin insan zihninde dolanıp kabul görmeyi beklemektedir. Hakikat ve siz, karşılıklı bekleşmektesiniz. Bir zamanlar ben de çok beklemiştim. O günlerden pek fotoğraf kalmadı elimde. Ara sıra iç çekmeme neden olan hoş ama alçaltıcı hatıralardan imtiyazlı seçkiler belki. Gerisi silinip gitti. Halbuki hakikat kalıcıdır. Sadece doğru hamleler yapıp sizi köşe sıkıştırmamdan dolayı değil; sizi köşeye sıkıştırmak gibi hastalıklı bir düşünceye kapıldığımı itiraf etmemden dolayı da sözlerimi ciddiye almanızı dilerim. Ancak önce kendimi ciddiye alsam iyi olacak. Çünkü bir süredir gözlerimi hakikatin sıra dışı parlaklığıyla imtihan ediyorum. Gelişme kaydettiğimi kabullenmeliyim. Baktıklarımız aynı olabilir ama gördüklerimiz artık oldukça farklı.

59


“Bunu onlara nasıl kanıtlayabilirim?” diye epeyce düşünüp durdum. Size bunu kanıtlamamın neme lazım olduğunu da çokça sorguladım. Açıkçası doğru dürüst bir cevap veremedim kendime. Ayrıca bilinsin ki artık kendime ‘kendim’ diyebiliyorsam bu, sahihliğini içten içe bildiğim bir kendilik vasfının kelimenin gündelik ve bayağı kullanımına galebe çalmış olmasındandır.Uğraştım durdum. Kararlarımda devamlılık sağlayacak bir kanıta erişince yanıt da kendiliğinden önüme düştü. Ben görmezden evvel kördüm. Bakan ve gören bir kördüm. Kabul etmeliyim ki bu biçim bir körlük oldukça eğlenceliydi. Yaşantımın sunduğu şatafatlı ne varsa benimsiyor, adına ‘kendim’ dediğim melez benliği bunlarla besliyordum. O dönemler fark etmediğimden olsa gerek, melez benliğimin kuvveti güvenimi yerine getiriyor, döngünün merak uyandıran yanlarını keşfetmek yerine başkalarının deneyimlediği tatları arayışım beni oyalıyordu. O ben, farklı bir bendi. Onun hakikat dediği şey bir şebeke hakikati, gerçek sandığı şey çelimsiz bir inaktı. Dışarıdan bakanların kaçınacağı ölçüde açık göz olan ben, süslü bir anlam karmaşasının içinde doyasıya şımarmaktaydım. Öyle günler olurdu ki, aceleyle bir işe koyulmaya karar verir, yarısına gelmeden pes ederdim. Pes edişim, yıkıntım ve kayıplarım; içinde bulunduğum azami imkanlar göz önüne alındığında öğretici değil, kısıtlayıcıydı. Mağlubiyeti hazmetmeme kalmadan taze ve tumturaklı başka bir anlam çıkardı karşıma. Böyle böyle öğrendim ki anlam çoğul, mana tekildi. Anlam, kişiden kişiye değişen görüşlerin hakikate isnat edilmesi; mana ise aynı hakikatin barındırdığı bozulmamış cevherdi. Size bunun olağanüstü bir yöntem olduğunu söylemeliyim. Yerdesiniz. Karanlık bir dehlizde kapana kısılmış hissediyorsunuz. Duvarlar varlıklarının farkına varabileceğiniz kadar yakın ve gittikçe üzerinize gelmekteler. Hareketlerinizi sınırlayıp, ölmediğinize şükrettirecek bir azimle sizi sıkıştırmak istiyorlar. Ciğerlerinize yeterli nefes çekemiyorsunuz; boğulmanın, ezilmenin, yalvarmanın, pişmanlığın ve çaresizliğin mevcudiyetiniz üzerine çullandığını hissediyorsunuz. Her şeyin bittiğine inandırıyor sizi duvarlar. Duvarlar çeşitli ölçü, kalınlık ve sağlamlıkta. Tüm çıkışlar, ümit etmenin ne denli tehlikeli olduğunu kanıtlayacak tuzak ve hüsranlarla dolu. Özgürlüğü biliyor, tadını özlüyorsunuz ama kafes dışında bir hayatı tanımanın canlandırdığı ummalar kızgın mızrak uçları gibi delmekte sizi. Delinmek mi acıtıyor yanmak mı; bu bilmelerin acıdan gayri bir katkısı olmuyor size. Kaçmanın da kabullenmenin de namümkün olduğu distopik bir tabutta kıstırılmış mahrumlarsınız. Pes etmemeniz olanaksız, pes etmek istiyorsunuz. Sosyal diyet niyet olarak pekala hoşunuza gidiyor ama bu kadarı fazla; hatırladığınız anlamların özlemi ve endişesiyle yasaklı bir mahluk olarak nefes almak yerine…Nefes almak yerine ne, ölmek mi? Ölmeyi kim istemez. Ben defalarca istedim kendimi öldürmeyi. Sonunda, adına ‘kendim’ dediğim acayip şeye kıyamadım fakat melez benliğim doğa üstü bir

60

dokunuşla gafil avlanıp tüm anlamlardan arındırıldı. Bu sayede kendimden geçtim ve kendim kendiliğinden ölüverdi. Fakat herkesin işi benim kadar kolay olmayabilir. Bugün sizi mahrum bırakan, yarın size ne sunsa kendinizi ödüllendirilmiş hissedersiniz. En azına muhtaç bırakıldıktan sonra kahraman pelerinini kim giyerse giysin, sizin kurtarıcınız odur. Açlığınıza son verene tapmak, benim gibi sizin de soyunuza nakşedilmiş nankörlük mührüdür. Dedim ya, karşı konulmaz bir yöntem; ömrünün kalanını hipnoz altındaki asalaklar olarak geçirmek isteyenlere. Tekrar soruyorum, böyle bir durumdayken, adınıza özenle hazırlanmış en sığ anlamlar bile vaatlerin en kıymetlisi, bunu layık gören sistem merhametlilerin en merhametlisi değil midir? Ben, doğru ifade etmek gerekirse, dört dörtlük bir fahişeydim. İnsanı mahveden tamahların her birine zaafım vardı. İflah olmaz iyimserliğin bir sonucu olarak yaşantımı bu anlamların eline bırakıyordum. Sanıyordum ki, bu hengameye olan sadakatimin karşılığı bir biçimde ödenecek, diğerlerine üstünlüğüm kabul edilecekti. Döngüden payıma düşen işe yarar şeyler başım üstüneydi. Hediye edilen sosyal ambalajları açmaya cüret edemez olmuştum. Arkadaş, sevgili, akraba; hepsi esnaftı. Birbirimizi destekleyip sosyal pazarımızı genişletiyor, davranışlarımıza arka çıkıp saplandığımız batağa methiyeler düzüyorduk. Dışa dönük bu mukavemetsizliği düzenin değiştirilmesinin imkansızlığıyla açıklamak işime geliyordu. Esasen ben, çıkarı zedelenmesin diye herkesle iyi geçinen, ona açılan her kapıdan sorgusuzca giren, damağına değen her tada ağzı şapurdayan, ödül avcısı bir fuzuliydim. İnsan kötüye olduğu kadar iyiye; çirkine olduğu kadar güzele; yanlışa olduğu kadar doğruya da karşı durmalı. Hatta iyi, güzel ve doğruya daha itinalı bir tereddütle yaklaşmalı ki kolayca aldanmasın. Bunlara dair özlemleriniz olduğu bilen herkes size nasıl erişeceğini, nasıl kendine çekeceğini ve nasıl ikna edeceğini bilir. Doğruya, iyiye ve güzele karşı verilmeyen savaş, pes ediştir. Bu tehlikeli koyveriş günümüzde ‘teslimiyet’ türevi yumuşatıcı kelimelerle kamufle edilir olsa da, hileli kelimeleri temel prensipleriniz haline getirmemeniz benim için önemli. Kovanın dışına çıkmak belki mümkün değil ama en azından bir kovanın içinde olduğunuzu kabul edebilirsiniz sanırım. Kovanın içinde ne olduğunuz ona yüklediğiniz anlama bağlı olarak değişecektir. Bir balık da olabilirsiniz, arı da. Ama değişmeyen kovanın sınırlandırıcı manasıdır. İşte ben, teferruatlı bir öğüt değil miyim size? Sıradan bir misal olarak, ‘kendim’ dediğim melez benliğin kovada yüzen bir balık olduğunu pekala söyleyebilirim. Onu gözleyen gözlerden, onunla alay eden vicdanlardan habersiz; kayıp bir memo unutkanlığında dönüp duran, hafıza kartından daha hatırsız bir balıktım ben. Hem de kör bir balıktım. Bir de fahişeydim. Ben, kovasında memnuniyetle fahişeleşen melez benlikli nankör bir balıktım. Zarafetle işlenmiş yazgımı kabullenmek konusunda ikilemim de yoktu. Çünkü ayılacağımı bilmiyordum. Baygın olduğumdan bihaberdim çünkü. Etrafınızda olanları içten içe kınayışınız, küçük görüşünüz ve karar

6.Sayı Öteki


vermekte bocalamanız o dönem neye benzediğimi anlamanıza yardımcı olacaktır. Kendim de değildim, dediğim buydu işte, ama iyileştim ve şeylerin gerçekliğinden emin kalamadığım bir hakikat algısıyla çevrelendim. Elbette esaretin ne demek olduğunu bilen biri olarak bu hakikatin beni ele geçirmesine öyle hemen izin vermedim. Direndim. Hakikate direndim! Şimdi fark ediyorum ki, beni izleyen gözleri ve sadelikle muhafaza eden vicdanları güldürmüş olmalıyım reddime. Direnişim esnasında ikna olup olmamayı umursamadan inkar ettiğim hakikatin kendisine, yani kendime, yani beni çevreleyen içrek benliğe ya çok yakındım ya da o idim ben. Öyleyse ben hakikat idim. Öyleyse beni çevreleyen ben, haliyle beni esir eden ben ama sınırın hem içinde hem dışında olan da ben; dolayısıyla bağımsız bir bendim ben. Bu şartlar altında Kendime –artık kendim benim sahicimdir- varmasına varmıştım da, bağımsızlığa mahkum kılınmış mı sayılıyordum yoksa mahkumiyeti seçenek haline getirip özgürlüğü pekiştiriyor ve hakikat alemini sultasına alan yeni bir körlük seviyesine mi iniyordum? Düşünmediğimde iyi hissederdim Kendimi. Mensubu olduğum idrak düzeyi nedeniyle işe yaramaz bir koçana dönüşen bedenim, yemişi bol ayçiçeklerinin iştahlı yordam arayışına bıraktı yerini. Tatlılıkla sürükleniyordum. Aklımda az miktarda fikir, kalbimde hasar yaratmayan az miktarda hissediş kalmıştı. Kendimin Kendimle yaşadığı namahrem giriftlikten irfanlı bir esas doğmuştu sonunda. Zikredilen tüm vaazların ötesinden sesleniyordu. Aslımı bulmuş gibiydim. Bu esas benim evladımdı; ben bu evladın tohumlayıcısı, doğurucusu, efendisi ve kölesi sayılırdım. “Kimseyi yalana erdiremezsin ve kimseyi hakikat ile kandıramazsın!” diyordu. Olsa olsa bir teşvik iletisidir bu, diye düşünmüştüm. Açık göz ahali hakikatin yansıması olan gerçeğe şahitlik ederken, onları ikna etmek yerine geri adım atmayı seçen bir hakikat fazlaca hakiki olamazdı. Kendi esasıma kendimce anlam yükledim. Öyle olunca, benden doğan bu esas, kelimelerin naklettiğinin yanı sıra farklı bir manaya daha gelir oldu. Artık çift nitelikli bir esasa dönmüştü. Benden doğanı kavramaya çalışırken, ona isnat ettiğim ikincil bir ifadeden de onu sorumlu tutmuş, saflığında yararlı bir bozulmaya hükmetmiştim. Daha güzel göründüğünü söylemeliyim. “Kimseyi yalana erdiremezsin, kimseyi hakikat ile kandıramazsın” esası, “Denemeden kimseyi yalana erdiremezsin, denemeden kimseyi hakikat ile kandıramazsın” yasasına dönüşmüştü. Bu dönüşümden memnundum. Artık bir amacım vardı. Buraya kadar gelip geçmişimden ve geleceğimden, bu ikisi arasında yaşadığım git gellerden bahsedecektim. Hakikatin yansımasına aldanan kaşalotlar olarak kalmayı seçebilirdiniz elbette. Sizin gerçek dediğiniz, kanıtlanmaya gereksinim duyan görüngülerden ibaretti. Ben ise hakikatin mutlak idrakına çağırmak için dönmüştüm aranıza. Beklentim önce idrak etmeniz, sonra isterseniz inkar etmeniz yönündeydi. Yasanın üçüncü boyutu bu şekilde görünür oldu:

“Önce idrak, sonra inkar” İnsanın sorgusuz inanmaya yönelik direnişinin elbette farkındaydım. Bu önemli ve kıymetli bir karşı duruştu. Ama bir şeyin daha farkındaydım; insan hakikatin denetimine burun kıvırıp bunu özgürlüğe yoruyor, kendi inkarını ise idrak edip sorgulamayarak bir öz bağnazlık silsilesiyle tıkanışa ilerliyordu. Çırpındığım mevzu buydu işte. O açık gözler öyle lanet bir körlükle ödüllendirilmişti ki; görmemeye değil, her şeyi istedikleri gibi görmeye yönelik bir fenalık içindeydiler. Savundukları fikirler benliklerine soktukları truva atları misali özlerini gagalıyor, değişmeye cüret edemedikleri için düşmanla savaşmak yerine düşmanın varlığını meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Neticede zorbayla anlaşmaya varan çulsuz, çaresiz, sistem yanlısı biçarelere devşiriliyorlardı. Heyhat, bildiğini kendine ölçü tutan insana. Bu satırlara kadar bana yaşattığınız tüm recim vakaları, kinaye dolu iç çekişleriniz ve söze dökemediğiniz niyetleriniz adına size acıdığımı belirtmek istiyorum. Ben benimle çiftleşerek zina yaptığımı ve hakikati doğurup Kendine kavuşan anneler gibi taşlanarak ölmeyi hak ettiğimi kabul ediyorum. Ya siz, siz topluluk olarak neleri hak ediyorsunuz? Sonrasızca kirlenmeyi gözünüz kesiyor madem, sahihliğin cüzzamlı bir taklidi olan dünya temaşasında kalıcı bir sürgünü hak ediyor musunuz? Yoksa siz, hepiniz, teker teker, şaşmaz bir bütünlük içerisinde mahkum değil himaye edildiğinizi sanacak kadar bedbaht mısınız? Belki de Kendimi kendimden peydahlayan benden öte bir mucizenin muhatabısınızdır. Belki de siz makinelerin, uyuşmanın, oburluğun, menfaatin, seksin ve kargaşanın peygamberisinizdir. Kimseye olmayan size olmuştur da küstahlığınızı haklı çıkartacak mukaddes bir meziyete vakıf hale gelmişsinizdir. Bilmem hatırlar mısınız, asıl amacım size baktıklarımızın aynı, gördüklerimizin farklı olduğunu ispat etmekti. Ama bunu yapamam. Ben de işi buraya kadar dolandırıp cevap vermemek adına türlü numara çevirdim. Fakat iddialı olmadığım bir mevzuyu size önce unutturup, ardından tekrar hatırlattığım ve savımı müdafaa edemeyeceğimi de böylece itiraf ettiğim için bana güvenebilirsiniz. Bu da belki çoğunluğun aksine, az bulunan bir yaşam formu, bir yaratık olduğum konusunda sizi ikna eder. Etmez ise bu az bilmişliğinizdendir. Hiddetlenmeyin, az bilmişlik sizin değil, sistemin bir hatasıdır. Bana çıkışmanızın lüzumu yok; ciddi şeyler konuşmak istemiyorum. Birçok şeyi takip ediyorum. Hal ve hareketler hafızama kazınıyor. Bunlardan bazı izlenimler ediniyor ve geçmişte yaşanan bazı başka olaylara bağlıyorum. Ortaya çıkan ihtimale saygı duyuyorum sonunda.Komadan uyandığınızda önceki düşünce ve duygularınızın yabancılığı ile yüzleşeceğinizi daha başlarken belirtmiştim. Böylesine dobra olduğum için, bunun için bile dinlemelisiniz sözümü.

61


“Kardeşler,” dedi, “bu iş bizim başımıza nasıl olsa gelecekti. Biz uzun yıllar çalışkanlığımız, mutluluğumuz, mutlu ülkelerimizle övünmekten başka bir şey yapmadık. Böyle mutlu yaşarken, başımıza gelecek böyle bir bela için hiçbir önlem düşünmedik. Oysaki çok vaktimiz oldu, yan gelip yattığımız günler oldu, başımıza gelecek belalara karşı önlemler düşünebilirdik, sellere, yağmurlara, dolulara, karlara, depremlere karşı nasıl önlemler düşünmüşsek, fillere karşı da bir umarını bulabilirdik, olmadı, işte köle, işte tutsak olduk.”

Yaşar Kemal

Filler Sultanı ile Kırmızı Sakallı Topal Karınca - Sayfa:30

62

6.Sayı Öteki


Ön çalışmasını 2013 yılının son çeyreğinde yapmaya başladığımız, yaratıcı ve popülizme bulaşmamış Sanat ve Edebiyat düşüyle harmanlanmış Kaybolan Defterler, 2015 yılı Ocak ayının yoğun kar yağışlı bir gününde Yayın Hayatına başladı… Günümüz Sanat ve Edebiyat çevrelerinin gitgide ticari odaklı birer mezbahaya dönüştüğü şu günlerde, çürük kokan kelimelere karşı yeni ve temiz bir sayfa açmak istedik… Seçkin eserler yaratan bir ekiple birlikte; Öykü’ye, Şiir’e ve Deneme’ye yeni bir anlam ve biçim katarken, sıkça karşı karşıya kaldığımız “kopyala yapıştır” kültür anlayışından ziyade, kendinden “Türkiye’de ilk kez” cümlesiyle bahsettirecek Sanat ve Edebiyat yapmak, siz değerli okuyucularımıza haberler ulaştırmak; Yeni kalemler ve yeni zihinlerle “Biz de buradayız!” demek istiyoruz… Okuyucu ile birebir iletişimi kendimize bir kural olarak belirlerken, sizlerden alacağımız dönütlerle daha çok gelişim, daha çok üretimi amaçlamaktayız… Günümüz teknoloji çağında, modüler web sayfamızda eserlerimize kolaylıkla ulaşabileceğiniz bir tasarım planladık. Süreç içerisinde sayfamızı Radyo, Kişisel profiller gibi ayrıntılarla zenginleştirmeyi planlamakla birlikte, okuyucularımıza daha çok kaynaktan ulaşabilmek için, sosyal ağları da en doğru biçimde sıralanan paylaşımlarla süslemeyi düşünmekteyiz… Kaybolan Defterler’in asıl ve en önemli düşü ise, zaman içerisinde raflarda yerini alacak ve arşiv niteliğinde sayılabilecek bir Sanat-Edebiyat Bülteni oluşturma isteğidir. Her birinin kendince kült birer eser niteliği taşımasını istediğimiz Kaybolan Defterler Dergisi için ön hazırlıklar yapılmaktadır. Dergi ile ilgili de ayrıntılı bilgileri kısa bir süre içerisinde paylaşmayı planlıyoruz… Bizler, defter kenarlarına düşlerini çizmiş o çocuklar işte evet; “Biz de Buradayız, geliyoruz…” *** Eğer siz de Kaybolan Defterler ekibinde yer almak istiyorsanız, lütfen birden fazla eserinizi ve kısa bir öz geçmişinizi iletişim bilgileriniz ile birlikte mail@kaybolandefterler. com adresine değerlendirilmek üzere yollayınız. İyi günler dileriz.


b a z x r

fb.com/kaybolandefterler twitter.com/kaybolandefter kaybolandefterler.tumblr.com instagram.com/kaybolandefterler youtube.com/KaybolanDefterler

KAYBOLANDEFTERLER kaybolandefterler.com


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.