kaybolan defterler BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER
EDEBİYAT-KÜLTÜR-SANAT DERGİSİ YIL: 1 SAYI: 2
sınır
kaybolandefterler
1
O KARANLIKLAR. MÜHİMMAT DEPOSUDUR ASLINDA YERKÜRENİN.
2
2.SAYI SINIR
Görsel: ZORIAH MILLER
Dünya’nın en büyük kuru yük gemisi salıncak taşımaz. Dünya’nın en uzun treninde dönme dolap yoktur. Ve çocuk düşleri, vaad edilmemiş topraklarda, uzak çöllerde kuruludur. Bizler, yani biz insanoğlu; eser miktarda umutla yakalanırız her sınır kapısında... Hayat dediğiniz şey, solumak ve yaşamak rotasında bir gün, makas değiştirirken; abluka altına alınmış beton binaların kuytu köşelerinde, sarılıp sarmalanmış limon ağaçlarını dikeriz saksılara. Genellikle televizyon ekranları siyah beyazdır. Belki biraz kırmızı. Ama asla mavi değil. Sınırlar şehirleri böler, ülkeleri, nehirler ve jeopolitik önemleri. Kaburgalarının altında bir miktar infial taşıyan seyyahlar, kuş bakışı göçmektedirler. Alçı odalarında kahve kokusuna rastlanmaz buralarda pek ve barışmak eski bir ölme biçimidir. Serbest düşüş diye bir şey vardır buralarda sayın okuyucu ve yaşamamak özgürlüğün en nihai kaderidir. Memnun edilmiş bütün tanrılar, gücenmez genellikle kullarına ve buralarda öfke eski bir sanat biçimidir. Hep geceleri geçer tren ve gemiler şehirlerden. Daima gemiler ve trenler, geceleri. Mavi yoktur, umut yok ve buralarda Tango, eski bir ağıt biçimidir. Hadi bak, duy, dokun, say... Buralarda gece, eski bir kaçma biçimidir...
HIDIR MURAT DOĞAN Genel Yayın Yönetmeni
kaybolandefterler
3
DİKİŞTUTMAZ SENFONİ GİZEM ALTINORDU
10 Zine hakkında
semm ya da kate wınslet NECMETTİN TOPÇU
13
GENEL YAYIN YÖNETMENİ DİZGİ-TASARIM ÇEVİRİ HIDIR MURAT DOĞAN
BEN YAZMASINA YAZARIM DA, ZAMAN BUNA MÜSAİT DEĞİL
KAPAK GÖRSELİ GETTY IMAGES
EMRAH ATEŞ
14
YAYIN KURULU HIDIR MURAT DOĞAN FATİH AKÇA HATİCE TOSUN MELTEM DOĞAN DOĞAN ATEŞ EMRE YILDIRIM
YEVMÜ-N-NEKBET MELTEM DOĞAN
Tüm içeriğin hakları saklıdır.
16
İzinsiz kullanılamaz.
© Aralık 2015
BİR AŞIĞIN GÜNLÜK ÖDEVLERİ KAAN KOÇ
BELİRGİNİYDİM BİR OMZUN RIDVAN GÖKSU
6
20 yok olan rab
LORÎYE ZÎZ
GECE İŞARETİ
KÜBRA SIRMALI
9
22 İSİMSİZ
RENKSİZ TABLOLAR
TUĞBA TURAN
ALPEREN CAN SIRKINTI
5
25
AĞRIYA KEFARET
GÖÇ KUŞLARI
OĞULCAN KÜTÜK
ASLAN KOCAMAN
1
26 AMFETAMİN SULARI PAYANDA
RASKOLNİKOV VOLKAN DAĞYELİ
2
28 HİSAR
SINIRLAR, YIPRATICILAR
MUSTAFA AĞAOĞLU
ŞİRİN DÖĞÜŞ
3
30 SONLU BENLİKLER CEMAATİ EMRE YILDIRIM
JEAN JACQUES’iN İSTİKLAL GEZİSİ ERGE ÖZCAN
54
32 ERMENİSTAN SINIRI ULVİ KOÇU
DUVARDAN KALANLAR HIDIR MURAT DOĞAN
62
41 GÖĞSÜMDEKİ YAY FATİH AKÇA
44 BEŞTE BİR: HİSSETMEK DOĞAN ATEŞ
50
ÜFLESEN DAĞILACAK BİR ÜLKEDE BİR VAROLUŞ SAVAŞI OLARAK KARAHİNDİBA
69 KAÇIŞLARI RESİMLEMEK HANANE KAI
70
BU YIL KAYBETTİĞİMİZ DEĞERLİ USTALARIMIZA, SAYGIYLA...
« Halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. [...] Ben etle kemik nasıl biribirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. »
6
« Adı bilinen bilinmeyen her ülkede / İnsan bir gariptir bayım /Siz pek bilemezsiniz sanırım / İnsan hep aynıdır / Önce küser mavisiz ve ekmeksiz / Sonra kızar işsizliğe ve ölülere/ Yaşamaya mecbur değildir elbet / Ama yaşamaya mecbur olmasa bile /Yaşatmalıdır çocuklarını / İnsan düşünmeye başlar bayım /İnsan konuşmaya başlar/ Ve alışır direnmeye... »
« Herkesin bildiğini, çoğunluğun yaşadığını niye anlatmalı. Ezilenler, ağır baskılara uğrayanlar cinsleri, milliyetleri, inanışları dolayısıyla can derdine düşenler (özellikle savaşlarda), aç açık kalanlar. Alttaki çoğunluk şiirlerime girdi. Başka yol bilmiyordum, yazdım. »
2.SAYI SINIR
Göç Kuşları ASLAN KOCAMAN
acıyı göğüslüyorum sigaradan bi uçurumu tadarak ağzımda kireç gibi bi tatla dem tutan çay ocaklarında hazımsız duran kapitalizmi görüyorum bi çay daha istiyorum ve şiire konaklayan sonbahar telaşını karşılıyorum basına ve kamuoyuna suskunluğun haykırışıdır şiir eylemci bi yalnızlıktır sınırları bertaraf eden göç kuşlarıdır savaş: -ölümü kusturan katliamlar var okunan selalarda bi çığ gibi düştü içimize ölüm sınırları aştı vicdanla bölüşüldü kuşlar kuşlar kuşlar baharı kanatlayın gecikmeyin ideolojik öldürülüyoruz insanlıktan bahsedilirken sınırlara terk ediliyoruz
Görsel: chanan greenblatt
kaybolandefterler
1
2
2.SAYI SINIR
Görsel: ZORIAH MILLER
HİSAR
MUSTAFA AĞAOĞLU
Benim hisarım bu sınırlar değil alnı çizgili yurdumdur bu göç yorgunu kuşların kanadı değil benim hisarım göç yorgunu kuşların sürgünü ya bu neyin üzüntüsü ey kanadında yokluk taşıyan kuş sürüsü bu neyin döngüsü döner durur sınırlar üstünde Bilirim bir kavmin üstünedir bu göç yorgunu kuşların seferi medet umma bu sınırlardan dönüp durma bak sınırlarda patlıyor bu barbar hüzün gedikler açıyor bak divana taşıma bu yüzü Böyle başladı bir kentin uğultusu kanadı vurulan kuşlar dolu sınırlarında çocuklarından vurulan ay parçalarıyla teneşire yatmış günlerce oysa uykuya dalmış kartal yuvasıydı çöl yorgunuydu Şimdi dönsede bu meydanlarda bir başına kartal gibi kanadında yorgun günler olsada hatıran şimdi meydanlarda hürdür barut kokularına karışsada hürdür
kaybolandefterler
3
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
4
2.SAYI SINIR
renksiz tablolar.
ALPEREN CAN SIRKINTI
I.Ebedi Gece Karıştı dingin akıntısına gri bulutlar, Sularında göğü esir tutan yaşlı nehrin. Gece çöküverdi, birden kayboldu hudutlar. Buğulandı sefil manzarası yorgun şehrin. Korku, yüreklere bir salgın gibi yayılır, Korku, iner evlere bacalardan içeri. Üşüyen ağaçlar yelin sesiyle ayılır, Yoklamak için uyuklayan pencereleri. Bu vakitler kuyuya uzanan her el kesik, Ve kulaklar sağır dipsiz iniltilere. Yalnız sıkıntı ve hüzün, yalnızca delilik, Hükmeder bu terk edilmiş, bu lanetli şehre. Görsel: La Silla Observatory
kaybolandefterler
Karanlık sokaklar, cevapsız bir sual gibi, Sanki umut, melankoliyi hiç kovmayacak. Hisleri örttü duman, kara bir çuval gibi, Sanırsın güneş bir daha asla doğmayacak!
5
BİR AŞIĞIN GÜNLÜK ÖDEVLERİ KAAN KOÇ
Görsel: patrıck donnwlly
6
2.SAYI SINIR
her şeyin tanımı kısa ve net masada biraz ekmek dolapta azıcık gömlek yatakta iki lokma kedi boşluğu saran havanın çoğalttığı sancı dişlerimi yalayıp da genzime geldi ama neydi bana geceleyin havlayarak eğlenen köpeklerden benim miydi ki uzun gözlümün etini yırttığı kumaştan af dileyen bir terzi olarak arayan beden kısacık ve şurada evren; kara deliklerden kim nereye çıkacak nasıl bilirim nasıl bilemem ki ben; dolmuşta ineceği yere karar veremeyen o ben; koca şehirde tek durağa tutkun tek durakta tek kaldırım taşı çiğnemeden, izini sürer gibi önceki günün gölgesini yürüyen omuzlarımda eve götürdüğüm güzelim hep aynı evren; içine yer açmak için içimde dışladım herkesi içimden nasılsın peki kafesini çaldığın bir karganın tünek hayaline zımbalı ötüşünü dinlerken nasıldır sence özlem bence göğüs kemiklerini çıkarıp bırakmaktır çiğ etin altında yüreği her şeyin susması uzun ve muğlak; ağzımın yandibinde uykuya ikna edilmemiş bir çocuk cesedi bakıp tepeme ben de diyebilirim şimdi; ay kocamandı ve o beni seviyor ben onu severim ve ay dünyayı onaran bir silgiye benziyor fakat insanın rüyalarını giremediği nevresimlerin düşleri çalıyor öylece kısa ve net sayın uzungöz bu gece tepemde ay enseme balyoz olarak birtakım kokuların ve yanlış kalmışlığın donukluğuyla titreşimlerini omurgamda hissettiriyor diyebilirim ki şimdi ekmeği ellemedim gömleği giymedim kedileri sevdim sonra kara delikleri düşündüm salonda ayaklarımı bir atlantis derinliğine uzatırken toprak dedim artık çekmiyor beni ölüm çekmiyor - elmasını yesin o elma çekmiyor - yerine yıkılsın neyin suretini alarak çıkar ki yerçekimine bile dayanamayan biri neyin suretini bir adam düştüğü yokluktan sakalları batmaya başlamış, yarısı çocuk merdiveni evi havalandırdım bu da tamam saldım ağzıma kuyuyu çektim suyu büyüttüm çiçekleri
kaybolandefterler
7
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
8
2.SAYI SINIR
LorîyeZîz KÜBRA SIRMALI
gün, geceden devrildi. elim uzandı saçlarına, eteğim gövdene serildi. bak, her şey yerli yerince. duvarda devinip duran zaman, pencerede dalga dalga çiçekler.. yıllanmış sevinçler sarkıyor masadan ve soba sıcaklığında yayılıyor, çocukluğumuzdan kelimeler..
Görsel: João Silas
kaybolandefterler
sen, yıldızları sayıyorsun yoksulluğumuzdan kalma bu divanda ben, annemden hatıra ninniyi döküyorum alnına. dinginliğini pay ediyoruz içimizin, tek göz, tenha bir dünyada.
9
Gİ Z EM ALTI NOR D U
DİKİŞTUTMAZ SENFONİ
bırakın çalsın çanları acının, camilerin minarelerinde kıyılarına vursun avluların, acımasız suallerimiz. göğsümüzde bir hançer gibi taşırız yasemin çiçeklerini kardeşliğimizin yitiminde ve diriminde bütün sıkıntılı gece saatlerinin. bir düşün reberliğinde aşıyorum bütün okyanusları bir düşün rehberliğinde gebe kaldım gören göze elimdeki asayla böleceğim bütün yüreksiz coğrafyaları bırakın kalsın üstü, sıktığınız mermilerin bedenimizin üstüne cetvelle çiziktirdiği acı memelerimizde süt diye biriktiririz akacak kanı, bir otostopçunun geçemediği sınırı, zaralı halil’in okuduğu türküyle parelenen bir dimağı önce kendimizi böleriz biz bu coğrafyadan kendimizi bu haritadan taşırırız en dışarı onlara söyle bunu, bizim mezar taşımız bir kitabe gibi okunacaktır gelemeyecek zamanlarda parayla satın alınan taverna gecelerinden hecelerinden, okuyamadığımız dillerin okunur secereleri bütün yitmiş gönüllerin. onlara de ki, onların sevdaları bir sarhoşluk gecesi söylenmiş namuslu bir kelam koşarak geldik, bırakıp kendi yangınımızı ırmak. göğsün en dirimli yaradılışı külhaniler seccadesini at üstüne sererken at üstüne bir taş, tabiatın, tabi at zülfikardan bize kar kalanı onlara anlat
10
2.SAYI SINIR
perdeleri dikiştutmazla kesen o ince parmak elbet ince bir elin oyaladığı inceliği konfeksiyon atölyelerinde dada işçisinin ortaokuldan kalma bir cesarettir deliliği -iki mahalle arasına konulan bir köprü sırat mahallenin biri sürat, biri surat aramızdaki bu köprü körpe bir varoluş değil mi? değil mi iki ırmak arasında o savaşzade: toprak. içimizdeki göllerde taşlar gibi sektiririz evreni de onlara, insan insanın hem yarası, hem merhemi. -dikenlerle tellenmiş bir turna uçar göklerinden hamisidir sütyenin içinde taşınan yırtık bir fotoğrafın bir kadının velveleli hükmü sel olup basacaktır sevdalıklarla bileyecektir elbet bilekkesen kelepçeleri inlemesi duyulur kendi aynasında yiten simurg’un salsınlar otuz kuş, geçsin bu kaf dağını yitip gidilmek, artık türkülerin konusu yitip gidilmek, mezar başında körebe ağıtların
kulağımıza ismi fısıldanır acıların okunulan bütün kutsallar kovulduğumuz bir kapı geldi insanın bağbozumu geldi o anlatılan kıyım -gönül ki en incesidir uykuların.
kaybolandefterler
Görsel: TIM MARSHALL
karakolların evimizde kurulduğu çocukların geç saatlerde büyüdüğü yatak: başkenti barikatların.
11
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
12
2.SAYI SINIR
Semm ya da Kate Winslet NECM E T T İ N TO P Ç U
yaz bitti sevgilim; toplanıp gitti karpuz sergileri dövülmüş bir mendile yasladım yüzümü doğu dedim beni ilk kim öptü. yaz annemi dolanan nehir geri dönmüyor artık. portakalın tesellisi ayı oynatıcıları ve çocuk gözlerimle tülsüz pencerelerden uzun uzun bakıp sırtına hayat dedim beni ilk hangisi terk etti. senden kopan cam parçasıydı avucumda sevdiğim “gözlerime inan” yaz: yuvarlanır durur şuramda bir bıçak. kapımı çalan unutkanlık oysa incir ağacı oysa begonvile bağlı at. ayrılığa fısıldadığın sır yüzümmüş bildim. nar çiçekleriyle yıkanırken ayakların üflerken boynuna incinmiş leylakları sevgilim dedim damladaki sabır boynuma bağladığın bu taş üzerime giydirdiğin yas gömleği, sevgilim dedim
kaybolandefterler
Görsel: REDD ANGELO
yaz. bitti
13
Ben yazmasına yazarım da, zaman buna müsait değil. EM R A H A T E Ş
( Ali Lidar’a gönderme içermez ) Son günlerde en çok düşündüğüm şey çalışmanın edebiyat hayatındaki yeri. İlk kitabımı çıkardığım zamanı hayatımda bir milat sayarsam eğer ( malum en büyük hayalimi gerçekleştirdim ) milattan önce okuduğum kitapları yeniden okumaya başladım son günlerde. Çünkü o yaşlara ait olan düşüncelerim şimdikilerle bir değil. Kendi hayatımdaki büyük evrimi görmek için kitaplar yeterliymüş meğer. Bunun farkına vardım. Misal, Bundan 10 yıl önce okuduğumda en çok sevdiğim Sabahattin Ali eseri; Kürk Mantolu Madonna idi. İçimizdeki Şeytan’ı da okumuştum ama Kürk Mantolu Madonna ağır basmıştı o zamanlar. Şimdiyse durum bunun tam tersi. Kitap içeriklerine baktığım zaman kendimde şunu görüyorum; o zamanki algım daha duygusal şeylere meyilliymiş. Malum ergen çağlarım, kızlardan ve aşktan başka düşündüğüm pek bir şey yok. İş, güç para, pul, umurumda değil. Neticede sana bakan birileri var ailende. Zaten olmasa bile hayatın çok da büyütülecek bir şey olmadığını düşünüyorsun o vakitler. O yüzden de daha duygusal şeylere meyilli oluyorsun. Cinsel açlık ve duygusal açlık ağır basıyor insanda. Bu yüzden olsa gerek kazandığın paraları bile yeri geliyor tek gecelik ilişkilere harcıyorsun.
Görsel: Lukasz Kowalewski
14
2.SAYI SINIR
Şimdi ise hayatın ciddiyeti beynimin her hücresine oluk oluk işlenirken algılarımda daha ciddi şeylere yöneliyor. Bu yüzden İçimizdeki Şeytan kitabı daha ağır basmaya başlıyor. İçimizdeki Şeytan biz büyüdükçe yaşlanmıyor, aksine; uyanıyor… …. Kendi kitabımı bastırdığım dönemde insanlarla alakalı gözlemlediğim en büyük şey herkesin bir şeyler yazmış olduğu. En çok duyduğum cümle “Ben de bir şeyler yazıyorum aslında” cümlesi. Bu kadar az edebi eser okunurken bu kadar çok kitap yazılıyor olması iyi bir şey mi bilmem ama “kötü edebiyat iyi edebiyatı zamanla öldürür mü?” diye soruyor insan kendine. Öyle ya, şimdinin edebiyat ödülleri sahiplerine bile baktığınız zaman kafanız karışıyor. -Peki neden bu kadar çok kitap basılıyor? Cevabı çok basit; beğenilme arzusu ve maddi gelir. -Bastırmak çok mu kolay? Evet. Parayı verdiğinizde birçok yayınevi içeriğini önemsemeden basıyor. Edebiyatın endüstrileşmesi böyle bir şey işte. Fakat bunda en önemli şey okur faktörü. Bu yüzden okur, yazar seçme konusunda gaddar olmalı. Al sana bir soru daha; -Peki edebiyat para kazandırmalı mı? Bu işte çok mu para var? Cevabım net; evet! Para kazanılmalı çünkü. Bazı duygusal edebiyatsever yahut sanatsever kişiler, sanatın sanat için yapıldığını savunduğu için bunun yanlış olduğunu söyleseler bile kısmen haklılar. Sanat’ın ticari amaç ile kullanılması ne kadar yanlışsa, sanatçının açlık içinde ölmesine göz yummak da o kadar yanlıştır. Jack London’un Martin Eden kitabını bilenler bilir. Martin karakteri işini gücünü bırakır ve kendine iki yıl süre verir. Bu iki yıl içerisinde kendini tamamen kültürel anlamda geliştirip, öyküler yazıp gazetelerde yayınlatacaktır. Bu iş sandığı kadar kolay olmasa da kitaptaki karakterimiz kitap yazan kişilerin gereksinimlerini çok iyi şekilde özetler. Zaman, duygu ve kültür. Bu üçü olmadan insanın ortaya bir ürün koyamayacağını alttan alta vurguladığı gibi kapitalist sistemin sanatı ne kadar engellediğini de vurgular. Her kitapseverin okuması gereken bir koleksiyon kitabı olduğunu da söylemekte yarar var. Kendi açımdan kitap yazmak isteyen insanlara şu formülü öneriyorum, G.N.O. -Gözlemle -Not al -Oku Bu üç temeli yapmak için de en çok ihtiyaç olan şey zaman. Çok sevdiğim bir arkadaşım parlak bir fikir bulmuş gibi bir gün yanıma gelip şu cümleleri söylemiştir; “Oğlum düşünsene yazılan eserler kadar yazılmayan da var” Ne kadar da doğru bir tespit değil mi? Nitekim günde ortalama sekiz saat pantolon diken bir insan bile ortaya güzelim sanat eserleri çıkarırken bir de o insanın tüm gün sanatla uğraştığını düşünsenize. Tabi ki çalışılan iş “ilham tetiklemesi” anlamında önemli bir faktör olabilir ama kendimden örnek vermek gerekirse; 900 kişinin çalıştığı bir şirkette çalışıyorum ve saçma plaza dilimizle tüm gün iş konuşuyoruz. Tetiklemese de olur yani. Zaten yazmış olduğum kitap için bile müdürlerim “Çok boş duruyor demek ki kitap yazmış.” demiş arkamdan sağolsun. Ticarette ayıp yoktur arkadaşlar, şaşırmayın. Gelgelelim sanat ne yazık ki çoğu zaman karnınızı doyurmaz, size yalnızca övgü verir. Geçinmek isteyen insan köprüleri yakıp sanatla uğraşmaz, sanatı yakıp daha çok pantolon diker. Çünkü ev kirası ödemek bunu gerektirir… Dipnot: Şu yazıyı hazırlamam bile bir haftamı aldı be.
kaybolandefterler
15
MELTEM DOĞAN
Yevmü-n-Nekbet
ةبكنلا موي
Görsel: DARIA
16
2.SAYI SINIR
Takvim yapraklarını kalbinde saklayan kadınları koruyun… Bazı rüyalar vardır, bir kez daha görebilmek için tüm yaşamınızı uykuya vermek isterseniz. Nur, o rüyalardan birini görüyordu o gece. Hâla köyü vardı. Bir kurşun sesi yırtmamıştı kulak zarını. Annesiyle topladıkları zeytinleri ayıklıyorlardı. Ablası kekikleri ayırıyordu. Hep birlikte dua edip uyumuşlardı o gece… Aynı sesle uyandı Nur. Kapıymış çalan. Gözlüğünü taktı, saati yaklaştırdı kendine, sabah beşti. -Nur anne, Nur anne aç! Benim Eylül! Nur anne ölüyorum. Nur, bu sesle irkildi, hemen krem rengi kenarları ince güpür sabahlığını sırtına geçirdi. Açtı kapıyı, elinde peruk duruyor, burnundan kan damlıyordu Eylül’ün. Eylül kadındı. Nur’un kiralık evine bakmaya geldiğinde öyle demişti,. “Ben de bir kadınım, anlarım yalnızlık ne demek.” Garipsememişti Nur. İnsan olmak yeterliydi yaşamak için. Hem kime neydi, kime hesap vermeliydi. Bir gün hesap günü gelecek diye haykıranlar, o gün geldiğinde hesap vermeye hazır mıydı? Köyünden bir gecede ayrılmak zorunda kalmıştı Nur. Geride kalanlar tüm dünyanın oturup izlediği, tüm Müslümanların sadece dua ettiği, otuz altı katlı gökdelenlerde altın yaldızlı masalarda iftar saatini bekleyen, aynı peygamberin soyundan olanların umrunda olmadığı bir acıyı haykırıyordu. Gazze şeridi, her Filistinli çocuğun alın yazısı olmuştu ve tüm Dünya öylece susuyordu. Eylül de köyünden kovulmak zorundaydı. Önceki hayatında bozulacak bir zarı yoktu. Doğal olarak hesap vermeye gerek yoktu. Nasıl anlaşılacaktı ki, amcası ona tecavüz etse... Kızlığının bozulduğu nasıl anlaşılacaktı. Yalvarmıştı Eylül, kimse duymamıştı. Yatmıştı Nur’un dizine ve “sen bana anne oldun” demişti. - Kızım! Kollarına sarıp elindeki peruğu yere atarak içeri aldı Eylül’ü. Hemen salondaki kanepeye yatırdı. Koşarak gitti mutfağa. Duvardaki tahta ecza dolabından gazlı bezi, tentürdiyotu aldı. Ağlıyordu Eylül. -Ne oldu kızım, gene mi parkı bastılar? O hainlerin sesi, dumanı da yoktu ama, bu sefer başka bir şey mi denediler? Kahkaha attı Eylül, sildi gözlerinin yaşını. Yırtık parlak eteğine sürdü elini. Askısı kopmuş mor bluzunun ucunu, eliyle ters çevirerek sildi burnunu. -Anam beni bu halde bile güldürüyorsun ya, kız gel öpücem. Nur şaşkın halde Eylül’e bakıyordu. Tam sırnaşıp öpmeye çalışırken suratını buruşturup geri itti Eylül’ü. – Dur deli, suratımı boya edeceksin. Ne oldu, sen onu anlat bakalım. Suratına hüzün yerleşti, gözleri buğulandı yavaşça gülümsedi. Nur’un elinden havluyu alıp burnunu sildi. Anlatacakları bir geceden değildi, insan acıyı anlatamıyordu. Kanayan burna havlu basılıyordu, peki ya kalbe?… Hangi modern tıp tekniği çare olabilirdi ki? Susmak en iyisiydi. – Boşver be anam. Hadi uyuyalım, hepsi geçer. Uzattı bacaklarını safran rengi kanepeye, döndü yüzünü zeytin yeşili duvara. Nur battaniye getirdi, gün ışıyordu, uykuya daldı Eylül. Mutfaktan gelen kokuyla uyandı. Dere otlu, peynirli poğaça her şeyi unutturabilirdi. Kalktı kanepeden cama doğru yürüdü. Ahşap pencerenin önünden dünyayı seyrediyordu Eylül. Döndü sırtını dünyaya, baktı Nur’un dünyasına. Duvardaki asılı duran eski resme baktı. Nur’un doğum gününde çekilmişti. Henüz beş yaşındaydı; ablası, annesi babası ve altı aylık kardeşi yaşıyordu. Mutluydular, tarih on mayıs bin dokuz yüz kırk sekizdi. Felakete sadece beş gün vardı. Nur o günü anlatırken “Kalbim hep o günde atıyor, ailemden bana kalan tek şey bu resim. Sığamıyorum çerçeveye, annemin rahmine, bu dünyaya sığamıyorum…” demişti. Duvarların zeytin yeşili Nur’un gözlerinin rengindendi. Şişhane’nin ucra bir sokağında, henüz belediyeye yem olmayan bu ev, Nur’la onun dünyasıydı. Köy çok uzaktı, geçmiş ise imkansız. -Sana en sevdiğin poğaçayı yaptım. Ancak o zaman görebildi Eylül kapıda duran Nur’u. Hemen masa örtüsünü Nur’un elinden alıp duvar dibindeki masanın üzerine serdi. Nur elinde tepsiyle içeri girdi. Tepsinin üstünde duran küçük yeşil zeytinlerin olduğu kasenin içine, domates üzerine zeytinyağı dökülüp kekik serpilmişti. –Allah be, ulan ben bir daha mı dayak yesem ne yapsam. Hemen kuruldu sandalyeye. – Olur ben döverim seni. Önce eşeğin ayağına taşına bağlarım, o zavallı hayvanı göle bırakırım. Sonra onun gelme vaktine kadar ben seni döverim.
kaybolandefterler
17
Gülüştüler, çaylarını doldurup kahvaltılarını ettiler. Eylül iç çekti. – Tel örgüler var ya ana. Ben onları hiç sevmiyorum. İnsanı sevdiğinden, toprağından uzak tutuyor. Biri çıkıp diyor ki, biz bu vatan için kan akıttık. Toprakta kanın ne işi var? Toprağa yaraşan tohumdur. Bizim köyde vardı bir ağaç. Kurak bizim oralar, dağlar yara kabuğu gibi. Devlet kötü, ama tüm devletler kötü. Çocukları unutuyorlar ana. Baktı Nur önündeki zeytine, bahçelerindeki zeytin ağacı geldi aklına, kardeşinin ağlaması, ablasının toprak rengi saçları. O gün askerler babasını öldürmüştü. Annesini kardeşi kucağındayken öldürmüşlerdi. Ablası “Kaç” demişti. Koşmuştu Nur, yollar aşmıştı. Giden insanları görüp sığınmıştı. Lübnan çok mu uzaktı. Ailesinin olmadığı her yer uzaktı ona. On yaşındayken sığındığı insanlarla gelmişti İstanbul’a. Zorla evlendirmişler Nur’u. Hiç çocuğu olmamış. Kocası da yaşlıymış zaten. Kalp krizi geçirmiş bir gece. Nur hemen giyinmiş üzerini, birileri gelince çıplak görünmek olmazmış çünkü. Yıllar geçmiş, çok çabuk fakat çok derin geçmiş. - Ne oldu yine? Hangi silah bir çocuğun yüreğini buldu? dedi Nur acıyla… - Ana Suriye’de iç savaş çıkmış. Kaçabilenler çocuklarıyla bizim sınıra, yani benim köyümün dibine kadar gelmişler. Ama geçiş izni vermemişler. Hangi toprak insandan daha değerli, üfürükten bir hoca vardı bizim köyde. O anlatmıştı, biz topraktan yapılmışız. Madem öyle neden kanımızı tekrar ona akıtıyoruz. Ana o çocuklara yazık. Bir süre sustular. Eylül kalktı masadan, öptü Nur’u yanağından çıkıp gitti alt kattaki evine. O gece çok düşündü Nur. Köyünü, ablasını, evini… Babası geldi aklına “Nur susma kızım... Eğer bir gün acı düşerse yūreğine, sakın susma. Eğer bağıramıyorsan mutlaka yaz.” Kalktı kapıya doğru yürüdü. Mavi ahşap üzerinde kuş deseni olan anahtarlıktaki iki anahtarı da aldı. Apartmanın bodrum katına indi. Geçen yaz temizliğinden kalma zeytin yeşili duvar boyasını ve fırçayı aldı. Dışarı çıktığında hafif bir esinti vurdu yüzüne, kafasını gökyüzüne kaldırıp “Susmayacağım baba” dedi. Köşedeki pilavcıya görünmemek için sokağın aşağısından dolanıp caddeye çıktı. Sarı Bakırköy dolmuşlarının yanından hızla geçti. Parka geldiğinde kuşlar uyumuştu, bankın üstünde bir kedi patisini yalıyordu. Fırçayı çıkarıp harfleri yere özenle iliştirdi. “HİÇBİR ÇOCUK, BİZİM ÇOCUKLUĞUMUZDAN DAHA UZAK DEĞİL...” Tam fırçayı kovaya koyarken, ensesinde bir namlu hissetti. - Eller yukarı! Telsizden sesler geliyordu. Nur yavaşça kovayı yere bıraktı. Anladı, hainlerden biri gelmişti. - Sakın yanlış bir şey yapayım deme! Nur döndü, karşısında torunu olabilecek yaşlarda bir delikanlı vardı. Delikanlının suratında dünya barışı sağlansa, bir insanı ancak o kadar mutlu edebilecek düzeyde bir gülümseme vardı. - Amirim şahsı yakaladım tamam. Merkeze geliyoruz tamam. Nur’un ellerini arkasına çekip, ters kelepçe yaparken bir yandan da söyleniyordu - Ne istiyorsunuz bilmem ki, cennet gibi ülke. Yaşından başından da utanmıyorsun. Susuyordu Nur. Omuzundan iterek, caddeye park edilmiş siyah bir arabaya götürdü onu. Arabanın şoför koltuğunda irice bir adam “Günlerdir seni izliyoruz. Yakayı ele vermeni bekliyoruz.” dedi. O an anladı Nur... Gerçekler bu ülkenin kârı değildi. Yüreğinde umut olan herkesin mutlaka düşleri vurulmalıydı. İnsan omzunu geniş tutmalıydı bu ülkede. Geldiği yerlerden çok da farklı değildi. Hem zeytin ağaçları gavurun değil insaındı. Ve hâla bir yerlerde çocuklar ağlıyordu. O günden sonra Nur’dan haber alınamadı. Eylül’ün, Nur’un arabaya bildirildiğini gören arkadaşları, Eylül’le birlikte şehrin muhtelif duvarlarına zeytin yeşili boyayla yazdılar: “HİÇBİR ÇOCUK, BİZİM ÇOCUKLUĞUMUZDAN DAHA UZAK DEĞİL...”
18
2.SAYI SINIR
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN kaybolandefterler
19
belirginiydim bir omzun. RI D VA N Gร KS U
Gรถrsel: Jocelyn Maloney
20
2.SAYI SINIR
gölgemdeki hatayı onarmıştın bunu unutmuyorum ağzında onaltı renkle o yakılmış medresede o yanılmış ağustos takvimi ki ben gölgemden başlardım devrilmeye o zamanlar gözlerimden dağılan kırgınlığı çok önemli bir adresi not eder gibi bir çocuğu giydirir gibi özenle toparlamış alıp saçlarıma iliştirmiştin fütursuzca beklemeyi yeniden bunu hep hatırlıyorum satırbaşlarını paragrafları sürmüştün dilime cümlelerimi yarıda bırakmamayı tembihlemiş korkmamayı öğretmiştin bana söyleyeceklerimden şiirimi çağırmıştın bunu hiç unutmuyorum sonra çok döndüm oraya aynı yerde durdum o aynı ağızla baktım taşlara sordum buralarda bir bekleyişim olacaktı benim buralarda bir yerde işlenmişti kaburgalarım şuralarda bir avuçta bir leylâ türküsü ezberlemiştim hanane hanane diye diye şu eşikte unuzak ellerimle belirginiydim bir omzun ben tam şurada bir zamanlar seviliyordum seviliyordum seviliyordum bakın tütün tabakamda ellerinin buğusu var hâlâ onun baktılar döneduranlardan iki kişi tütün tabakama ve özel karışık ellerime benim üzüldüler bilmez misin ki taş unutkandır dediler ve daima döner durur burada yenilenler
kaybolandefterler
21
GECE İŞARETİ
YOK OLAN RAB Adımlarımı sayamaz oldum Mutsuzluğumun bu kadehlerle bir ilgisi olmak zorunda değil Adımı her duyduğumda, farklı bir sesten Sanki faça atılmış gibi kolum Önce aklımın bana duyurduğu kelimeler değişti Sonra göğsüm bir taşa yaslandı da Su çarptı yüzüne, deniz kızı uzandı üstüne Kalbim, eşsiz bir blues ritminde ritme eşlik ederek Söylediklerimin bir düşkünden daha değer yanı yok Ve hangi yana baksam, kör pencere Perde çekilmiş bir çift göz Bu kınalar gökten inmedi Her ağladığında üstüme çullanan birikinti Bir ikindi vakti elinden düşürdüğün rujla bitiverdi. Kuyuya düştüm, kellem alındı, omurgalarım ortadan ikiye ayrıldı hepsinin adını İbrahim koydum bütün bunları ben uydurdum İpekten sevgiler ördüm, yeniden söktüm. Bir acı aramadım, acıma sarıldım bir döngüden ibaretti bütün yaşamım kulaklarında hiç açılmamış bir şarap şişesi gibi kaldım Düştüğümde bile hep kendime tutunmak zorundaydım.
22
2.SAYI SINIR
Gรถrsel: GREG RAKOZY
kaybolandefterler
23
Görsel: cem talu
[
]
Nasıl alışsın, her yer başka başka, her yerin her insanı başka başka. Remzi Bey tanımadığı insandan, tanımadığı yerden korkardı. Kim bilir, bir insanın iyilik mi kötülük mü, dostluk mu düşmanlık mı düşündüğünü şöyle yüzüne bakınca, kim bilir? Tanışmadan, konuşup görüşmeden bir insan korkuludur, başka bir şeydir. Yani herhangi bir şeydir. Konuşup görüşüncedir ki işte o zaman insan insan olur. (...) Tanışmadan görüşmeden bir insan bir ıssız ada gibidir. Tehlikelerle doludur.
24
2.SAYI SINIR
- isimsiz TUÄžBA TURAN
kaybolandefterler
25
AĞRIYA KEFARET OĞULCAN KÜTÜK
Görsel: DANIEL SANTALLA
26
2.SAYI SINIR
dünyayı kucağımda sanıyordum eşiğine oturunca boynunun hâlbuki seyrinde duvarların her şey, tek şeydi tek şey ve ani. bir kuş sonra ne zaman alnının çatını yırtıp da yükseldiyse göğe yumurtasını hep göğsüme çatlattı yeni telaş gibi bir şeydi ama ben inadına samimiydim illa ters gidecek bir şeyler bulunurdu yağmur mutlaka aksilik getirecekti kardeşim abimi diyecekti, özledim onu kuş ağzınla. vallahi bu bir benzetme değil o kuşun kaybettiği irtifa o kuşun tersten çığlığı o kuşun alçaktan kanatları öğretecekti düşmenin yalnızken daha da acıttığını bazı sözleri sadece söylemiyordun hem bir bellek kazısı oluyordu ağzından döktüğün mühür de diyebilirdim. sustum ev üstüne ev, odalarda bir kış korkusu üst üste her saat ve eşya ağrısı yine yaşardık inanmasa da annem şehrin girişinde her taşın ayrı kokusu evet bütün taşlara ısındım, suyunu eskittim yüzümün içimden boşalttım denizleri de asla kirletmedim ama kirlenmedim de. sonra nasıl oldu anlamadım, otlar sıyrıldı dibimden mevsimler açmış ağzın, bana düştü güz tarafı.
kaybolandefterler
27
AMFETAMİN SULARI P AYANDA
Görsel: Alicja Colon
28
2.SAYI SINIR
I. kaslanan sadece düşüncelerim oldu, yılların korunmasız üzerimden geçtiği vakitler, gece ilâhları odama toplar, çıplakça konuşurdum. görevim olduğunu düşündükçe acının da bir peygamberin tanrıya âh ettiğine kanaât getirdim. insanlardan çok, yıldızlara inandım. sarhoş ve gezgindim, oturduğum yer dünyanın kötü bir tekrarı olsa da, pencerenin yönünü içimde değiştirdim. eksiksiz bir vücutta en çok renk önemlidir, melekler beyaz giyer, işi bitince siyaha dönerler. kuyunun çektiği silüet, yanılgının ilk işaretidir. ebeveynler sevgiden korkar, ucuz otellere sığınır akılları, ötekini belirler ve uzak durmanı tembihler. Sana saati sormalarına izin verme! kırık bir fincandan çok güzel küvet konyağı olabilir, çamura girmeden esnemenin güzelliğini bilemezsin. ölçülere hizmet etme. alınan haberler, satılan haberleri gözardı etmene sebep olabilir, fermuarını iyi aç ve dinle! II. Şey’lerin etkisinde ölümü ilikle. Borsadan başka bir sorunu olmayan patronların kıçını ilk fırsatta kalplerine doğru tekmele. İlk rush gibidir kadınsızlıktan sonra gelen titreme, dopamin dolusu bir yalnızlığın haritada yeri yoktur, coğrafya yalandır, din tetikleyici, bilim çapraz kültür. Narkolepsi centilmenliğinde davranmaz hayat. Hizaya sokar, direkt sokar! Kelimeleri silâh yapmayan, gider bir başkasına vurulur. İçteki kuşkudur üstünü her gece örten. Kara seslerle, irinle, kanla, dövüşmelerle. Tövbe etmeyi bilmemek kişiyi ya çok yanlışa, ya çok doğruya götürür. Tövbe etmeyi bilmek ise günahı kullanmaktır. Yapmadan önce düşün, düşününce yap ve pişman olma! Takılacağını düşünerek atladığın bu dünya seni yere serecektir. Düşmanlarına ait ol, dostlarına sarıl. Kutsadığın sevgiler, sözcüklere ihanet edince yaranı gözetle. III. Kılıç mı kın mı diye sorunca aynadan dostum, sileceklerini kaldır ve gökyüzünü işaretle dedim Kındır aslolan! Yıkılmadan söylediklerin, ayaktayken uydurduklarındır. Eşyaya minnet İnsanın yalnızlığına dair en büyük argümandır. Polisleri övme, suçluları içerleme Bağrındaki kanamayı kesintisiz iç, sana acımalarına izin verme. Tom Waits dinlerken yakana taktığın bu sessizlik sinirlerini bozabilir Ânlık söylediğim şarkılar, dokunarak tuşlara İçimdeki kuvvetsiz gözlerle, sevişerek Durmadan Hırpanî Şeytânın Kırılgan Yalnızlığıma Değdiğinde Sen uzak gemi Acıyla kıvrandın mı hiç Rahleleri uçuran yazıları gördün mü Dedim ve dedim İşim bitince tatlı uyuşturucum Sen kimsenin bilmediği uzaktaki bir tanrı gibisin Korkma eğil.
kaybolandefterler
29
ŞİRİN DÖĞÜŞ “SINIRLAR, YIPRATICILAR” Rotring drawing, collage. Paris nov. 2015
30
2.SAYI SINIR
kaybolandefterler
31
SONLU BENLİKLER CEMAATİ EM RE YILD IR IM
GÖRSEL: CESAR QUINTERO
32
2.SAYI SINIR
Yasemin Hanım’ı aklımdan çıkartamıyorum. Paramparça ettiği hisleri bir arada tutabilmek uğruna gergin bir zincire döndüm, sadık bir budalaya. Benim gibi hayattan tecrit edilmiş münzevilerin dışarıdan fark edilmeyen acayip huyları vardır. Ara sıra semaverin dibine oturur, pencereyi örten üçüncü sayfa haberlerini okurken onu düşünürüm. Günüm yaşama azmini yitirmiş insanlar gibi üretmeden, kuruntuyla geçer. Ertesi sabah kalktığımda –ki kalkabilirsem- yapacaklarım için bir ön hazırlık olarak görürüm bu süreci. Bir plana saatler bağlamak, dikkat, iyimserlik, ve sessizlik, ve kafayı toplamak, ve sabır, ve beklemek, ve sessizlik… Derken bir cızırtı yükselir; zil çalar, biri dürter ve bardakları doldurup servise çıkarım. Düşünceler duman olur dağılır; her şey, ama her şey, çayların dökülüp dökülmemesine bağlıdır. Kırk dokuz numara ayaklarla emeklediğim koridor, olur sana kapkara bir tünel; içinde ben ufalır, utanır, dışa kapanırım. Çay ocağına bir masa konmuştur zamanında. Meryem abla onun başında dinlenir, ufak Cemal manitasıyla onun başında mesajlaşır, ikizler Sezai ile Zekai’nin münakaşaları bu masanın başında başlar ve son bulur. Yuvarlak masa derim ona, halbuki karedir. Haliyle kimse anlamaz. O basit, formika dörtgenin etrafında tükenir ömrüm. Bunu bile bile, Allah’ın emri gibi yapışırım görevime; hem ne büyük özveri, ne üstün bir çaba sergilerim bilen bilir; yani kimse bilmez. Anlatmayı da beceremem ki. Beklerim; güneş batar ay çıkar, anlayan çıkmaz. İstifa edeyim derim, bırakayım burayı, başka iş bulayım. Ne olacak sanki çekip gitsem? İyi akşamlar dilemeden kapıdan çıksam –ki bir kişi hariç kimsenin akşamı umurumda değildir- sırtımı dönsem şu lanet binaya ve içindekilere. Ne diyecekler soran olursa; en son dün akşam gördüklerini öterler, hatırlarına gelişim verdikleri cevabın kısalığını geçmez, yatıya kalacak değildim zaten. Sonra? Sonrası aynı işte, hemen unutuverirler adamı. Eve gidip yemek yer, eşiyle çocuğuyla lak lak eder, birbirinden yaka silkmiş fakat sevişmeye mecbur çiftlere mahsus acınası bir gece geçirir, uyur ve başa sararlar. Ertesi gün, ‘Ne oldu bu adama yahu?’ diye düşünürler mi, “Bir boşluk var, fark ettin mi?” derler mi birbirlerine? Hiç demezler, bilmez miyim onları. Varsa yoksa işlerini yapsınlar, aman hatasız olsunlar, sonra ne cevap verirler. Hem şefin gözüne girmek var, yükselmek, zam, itibar, rahatlık var sonunda; nah var. Nah verirler sana o mevkiyi. Verseler de ne olacak sanıyorsun, çakacaklar mı seni oraya, o mevkiye dikecekler mi seni? Titrini alnına yazıp öyle mi yollayacaklar namazdan sonra? Yok, hiç öyle değil. Alay eder gibi ayaklarından ellerinden tutarlar, hadi çoluk çocuk hayırlı çıktı diyelim iner kabre, kirlenmemeye gayret ederek kucaklar seni, hafif yan çevirir, kafanı yerleştirir; selametle şefim. Demem o ki, unutulmayacak işler yapmak lazım. Ben biraz da bunun peşindeyim! Hoş benden pek de bir şey olmaz ya, bakalım.
kaybolandefterler
En iyisi ayrılmak. Aslında hayalini kursam da yeter. Mesela güvenlik görevlisi olup şöyle güzel bir üniforma giysem; omuzlar dik, kafada kep, sivri sivri baksam giren çıkana. Belimde Azrail’i görünce tüyleri ürperse önümden geçenin. “Burada,” desem “özgürlüğünüz benden sorulur beyefendi. Lütfen konuşmanıza dikkat ediniz.” Döner kapıdan girmeden önce biri baksa yüzüme. Göz ucuyla da olsa görse beni. Biraz süzse, irkilse, saygı duysa, sevse ya da nefret etse ama bir şeyler hissetse bana, bir şeyler düşünse hakkımda. Amma da boş hayaller! Bilmez miyim ne olacağını! Gelen geçen fark eder diye kıyafetlerimi ütüleyeceğim her akşam. Sabah evden çıkana kadar sigara üstüne sigara; kalbim gün içinde güzel şeyler yaşanabilme ihtimaliyle öyle hızlı çarpacak ki başım dehşetle dönecek. Öğleye doğru kavrayacağım; ne yaparsam yapayım kimse umursamıyor, hatta büyük görüyor beni. Sadece biraz daha fazla sevileyim diye her işi yapmaya kalkacağım. Dayanamayıp bir tanesi yaklaşacak yanıma, karşımda dikilip imalı imalı bakacak dingil. Diyecek: “Arkadaşım sen kendi işinle ilgilen tamam mı? İşgüzarlık yapıp durma, insanlar rahatsız oluyor!” Oysa bir tebessümdü istediğim, merhametten arınmış bir tebessüm. Şu kısacık hayatınızda gün aşırı karşılaştığınız biriyim, hatırladınız mı beni; iri cüsseli, semiz, dev gibi bir adam ya da tam tersi, ne fark eder. Gören çocuklar kaçacak yer arar, bazısı da aval aval bakar ne bu diye? Benim ben: Adım insan, kaderim insan, lanetim insan. Bir şeyler, adını koyamadığım bir şeyler, beni böyle, işte böyle yaptı: Ufacık masanın altına bacaklarım sığmaz, kıçım tabureden taşar, kapıdan geçmek için eğilmem gerekir sanırlar, ki çalışanlara boyun bükerim. Kalem, kitap, bıçak, bardak…Ne varsa elime küçük gelir; beklerim ki bu el, dev yürekli birinin küçük avucunda kayboluversin. Senelerdir ne zaman bir söz etsem ocaktakiler şöyle bir kaş kaldırır, ‘Ne oldu?’ dercesine etrafa bakar, suratlarında sahte bir tebessüm, içlerinden kahkaha atarlar. Hadi onlar genç ve cühela! Kaba saba şakalar yapıp milletin tasasıyla eğlenir, birinin eksiğini görseler üzerine varıp matrak geçerler. Peki kümeslenmiş eğitimli sürüye ne demeli. Sirk değil de ne bu? En okumamışı bile lise mezunu bunların. Mezun olmasına mezunlar da, kendini profesör sanıyor hepsi. Sesim davudi imiş. Konuştuğumda duvarlar titriyormuş. Öyle leş kargası tipler ki yüzüme söylemeye de cesaret edemezler. Bir şey yaparım diye ödleri kopuyor, oysa bana ne, elbet bir ara ödeşiriz hepsiyle. Dalga geçmemeleri bile kanıma dokunuyor benim. Hani biri gelip “Ne var ne yok deve?” dese samimiyetinden ve dürüstlüğünden ötürü mutlu olacağım. Ama nerede! Bir alaya bel bağlayacak kadar yalnızım. Perşembe günü kahve götürdüğümde bir görmeliydiniz Yasemin Hanım’ı. Onun sayesinde katlanıyorum bu işkenceye. Meryem abla sarma getirmiş,
33
beş-altı tane attım ağzıma. Fazla yersem laf ederler diye çekiniyorum. İkizlerden Zekai “Necat abi doydun mu? Alsana biraz daha,” dedi. Cemal ile Sezai kıkırdadılar. Meryem abla ters bakınca ikisi de sustu. Eğlenmek istiyor çocuklar, kırılıp kırılmadığımı önemsemiyorlar. Alıştığımdan olsa gerek sorun etmiyor, kınamıyorum hiçbirini. Bardakları sıcak suyla ısıtırken düşünüyorum bazen: ‘Acaba onların yerinde olsaydım, ben de benimle dalga geçer miydim?’ diye. Belki de problem budur. Kendimi matah bir şey sanıyorumdur. Ufakken annem zar zor uzanıp “Güçlü kuvvetli yavrum, küçük devim benim,” diye okşardı saçımı. Bu yüzden midir bilmem, biraz irice olmamın iyi bir şey olduğuna inandım yıllarca. Şimdi bu kemiği nasıl törpüler insan, kök saldığı topraktan fikri nasıl söküp atar. Ne diyeyim kendime: “Kabul et Necat, onların arasında olmayı hak etmiyorsun. Şimdi alışırsan ilerde rahat edersin. Hep yaşanan şeyler bunlar; çok küçük ya da çok büyüksen, biraz değişiksen, biraz eksiksen dışarıda kalırsın. E normal Necat! İtiraz edilecek bir şey yok. Bu dünyada durumu iyi olan öte tarafta kötü olur, kötü olan da iyi; orta olan orada da ortadır. Sıkma canını, kendine bir bak hele. Sen yolda seni görsen ürkmez misin? Bir çift laf etmeye kalksan akşama kadar kulağında yankılanmaz mı sesin? Ulan gece rüyanda kendini görsen sıçrayarak uyanırsın be dümbük.” Neyse. Kafası çalışıyor bizim Zekai’nin. Aklında bin bir fıkra, bilmece var. Susmak nedir bilmez, anlatır durur. Merak ettim; niye okumadığını, buraya nasıl düştüğünü sordum. “Babam yüzündendir,” dedi. “Sezai’ye kızar beni döverdi. ‘Her şeye cevap verme!’ der yapıştırırdı kemeri. Bende de keçi inadı var he, susmazdım. Ertesi gün bir daha, bir daha…Sonunda Sezai’ye dedim, ben gidiyorum. Bırakmadı beni. Borç harç geldik İstanbul’a.” “İyi yapmışsınız,” dedim. “Annen üzülmüştür.” “Annem mi? Oho, o biz küçükken öldü. Yaşasa üzülmez miydi...Yaşasa böyle olur muyduk biz? Korur saklardı hatırlarım. Onu da döverdi babam, kan kusardı her gece. Ama öldü işte ne gelir elden. O ölünce ben de herifin canına ot tıkadım iyi mi, kader işte.” Kalbim duracak sandım. Ben validemi on sekizimde kaybettim. Yanı başımda anne demeyiversinler; yelkenlerim suya iner, gözlerim taşar, fena olurum. Gene iyi
34
tuttum kendimi; bacağımı çimdikledim, yanağımı ısırdım, olur olmaz şeyler düşündüm ağlamamak için. Ağlasam şamatayı gör sen. İki metre on beş santim boyum var; yakıştıramazlar. Baktım Zekai’yi düşünceli bir hal aldı, suyuna gittim biraz. “E olan olmuş artık, kader. Hadi yok mu soracağın bir şey bugün? Başka bilmece kalmadı mı yoksa?” “Oho, olmaz mı abi!” deyip sordu bir tane. “Abi düşün hele, arkandan biri kovalıyor, sen de yolda kaçıyorsun tamam mı? Solun kapkara orman, içinde aslan var; sağın uçurum. Hangi tarafa gidersin?” Ne tarafa giderdim? Öyle birden sorulunca yutkunup kızardım. Sanki doğru cevabı bilmem gerekiyormuş, herkesten geri kalmışım gibi bir hummaya tutuldum. “Ormana giderim,” dedim. Ah nasıl pişman oldum hemen sonra! Cevap uçurumdur diye içim içimi yedi. Zekai kasılarak arkasına yaslandı. “Eyvah,” dedim, “geliyor!” “Abi iki ucu boklu değnek, ne diye düz gitmiyorsun?” ‘Düz mü? Düz demedi ki. Dedi de duymadım mı yoksa? Kendim mi anlamam gerekiyordu? Düz gidebilirsin deseydi, düz giderdim. Öyle ‘bu mu o mu?’ diye sorunca seçtim birini.’ Durmadı: “Köprüden atla desem atlayacak mısın Necat abi?” Kahkaha attılar. Şeker kutusunu yırtarken Meryem abla bile gülümsedi. İçimden “Hay Necat!” dedim. “Senden adam olmaz. Akıllanmazsın.” Neyse zil çaldı da Fen İşleri’ne iki orta, iki sade Türk kahvesi istendi. Servis sırası Sezai’de idi. Kalkarken omzundan tutup oturttum. “Ben giderim,” dedim. Meryem abla kahveleri askılı tepsiye yerleştirdi. “Bir tane çikolatalı lokum versene abla,” dedim. Çöpçatan gülüşü atıp lokumu sade kahvelerden birinin yanına yerleştirdi. “Dökme e mi!” diye tembihledi. Bahtıma, o gün şık giyinmiştim: El örgüsü, yeşil balıkçı kazağı; gri, kumaş pantolon; ceket niyetine de dar, mavi önlük. Koridoru arşınlayıp Fen İşleri’nin önünde durdum. Kapı açıktı. Çalışanlar koyu bir muhabbete dalmış söyleşiyor, melek uçlu kolyesi gözümü alan Yasemin Hanım bilgisayarla ilgileniyordu. Bir melekti o; değilse de bir gün olacaktı. İçeri girmeden önce biraz soluklandım, sonra biraz daha, biraz daha. Her defasında kapıya kadar geliyor, içeri girecekken onu görüp taş kesiliyordum. Bu sefer de sırtımı duvara yaslayıp ‘Nasıl olurdu?’ diye hayal kurarak iç çektim. ‘Sadece bir kez dokunabilsem, gözlerinde yaşadığımı görsem nasıl olurdu?’ Hemen sonra dönüp tekrar Yasemin Hanım’ı izlemeye koyuldum. İmar Müdürü Kasım Bey’in beni fark edeceğini, fark etse de dikkat kesileceğini bilemezdim elbet. “Necat Efendi!” dedi asabi ve hamhalat bir ses. Kahveleri taşırmadan dönüverdim arkamı: “Buyurun müdürüm!”
2.SAYI SINIR
“Ne yapıyorsun öyle?” Kafası mideme anca geliyordu; aklı ise oraya bile yetişemezdi. “Hiç müdürüm, müsaitler mi diye kontrol ediyordum.” “Hadi, hadi işine bak!” diye çemkirdi ve kafasını tehditkar bir ifadeyle sallayarak uzaklaştı. Tepsi zangır zangır titriyordu. “Sakin ol!” dedim. “Adam haklı.” Bölüme adım atar atmaz bir çığırtı koptu, alkışlar havada uçuştu. Ne olduğumu şaşırıp sendeledim, az kalsın yuvarlanıyordum. Gene de dökmedim kahveleri. Bir devin devrilişinin nasıl şaşaalı olacağını tahmin edersiniz. Neyse ki Yasemin Hanım “Aman yavaş Necat Efendi, sakin ol!” dedi de durulup ne olduğunu anlayabildim. Meğer doğum günü kutlamasıymış! Sıradan insanların genç kalma dürtüsüyle düzenledikleri avuntu ritüelleri ne olacak. Yok olacağını kabullenmeyenlerin bayağı, sefil, öngörüsüz tutunuşları anın caydırıcılığına. Ölmek istemiyorlar, ölmeyeceklerini sanıyorlar. Duyularının ötesine ulaşamayan, öğretilenden fazlasını bilemeyen sürüler gibi tıkınıyor, çiftleşiyor, sırra olan açlıklarını görmezden gelip gübreleşiyorlar. Arkalarında bir şey bıraktıkları da yok. Ufak mutlulukların hepsi şu ana yönelik, bir tanesi bile yarına kalmıyor. Sahte gülüşlerin geçiciliğine kanıyor, gerçeğin suratsız şaşmazlığından yüz çeviriyorlar, ya sonra? Sonra o gülüşlerin sahteliğinde acılar pişiyor ve hatırlanan her güzel anı örttüğü kederi getiriyor akla. Geçmişe sadık olsa insan, çevresini kucaklasa, üzerini bilgiyle örtse her gece, sürekli mutlu kalabilir belki de. Kahveleri dağıtırken sessiz kalmaya gayret gösterdim. Masa aralarına girip çıktım, kolumu bilgisayar üstlerinden aşırdım, iki parmağımın arasında kaybolan fincanları itinayla servis ettim. Yasemin Hanım’ın kahvesini önüne bıraktığımda teşekkür etti. Ben de iffetli bir melaikeye yakından bakmanın hazımsızlığıyla olur olmaz kıkırdadım. Aslında odadan çıkmam gerekirdi ama ben köşeye çekilip kör duyarsızlıklarına hayret ederek tüm heybetimle bekledim. Biri de çıkıp “Ne duruyorsun be adam, kalabalık etme!” demedi. Deselerdi bunca şamataya gerek kalmayacaktı zaten! Yasemin Hanım’a yaptığım lokum jestinin farkına sadece o değil, diğerleri de varmamıştı anlaşılan. Birbirlerine karşı böylesine ilgisiz olan insanların benim gibi bir çaycıyı görmezden gelmelerine şaşmamak lazımdı doğrusu. Daha da ilginci; gözlerini üzerimde şöyle bir gezdirip, abeslik yokmuşçasına gevezeliğe devam ediyorlardı. Koca belediyenin şunca küçük odasında, mermer heykeller gibi ölgün bir ruhla beklemek yeterliydi alçaklıklarını anlamak için. Civardakilerin hepsi eninde sonunda geberecekti. Yalnızca bedenleri değil; düşünceleri, düşleri, duyguları ve duyuları; zevkleri, kederleri, kibirleri ve huyları da ölecek, hatta yok olacaktı. Yasemin Hanım ise uzun ve güzel bir yaşam sürecek, çocuklarının mürüvve-
kaybolandefterler
tini görecek, sıhhatli ve asil bir hanımefendi olarak şahsına yaraşır biçimde uğurlanacaktı. Kalanlara güzel hatıralar bırakıp vicdanları yumuşatmak bir ruhun sonsuz olması için yeterli bir hayır değil de neydi? Diğerleri mi; onlar bir daha dirilmemek üzere sonlu benlikler cemaatinin unutulmuş ölümlülerine dönüşeceklerdi. Bekledim. “Bu lokum! Bu lokum, Necat Bey’in inceliği olsa gerek!” der diye bekledim ama demedi. Şekerlemenin önce çikolatasını emdi sonra dudaklarına dokundurup eliyle ağzına tıkıştırdı. Ne kendisi ne arkadaşları fark edemeden, o güzel ağzın içinde eridi gitti ümitlerim. Bu koca adam orada mıydı; neyi, niye beklemekteydi sormadılar. Meryem abla aniden kapıda belirip kaş göz yapınca çıt çıkarmadan sıvıştım odadan. Yürürken ‘vah vah’ dercesine kafa sallıyordu. Hızlı adımlarla ocağa döndük. Kimse yoktu içeride. Kendine çay alıp masa başına oturdu, bana gazoz açtı. Açarken de söylendi: “Çaycının çay içmediği de görülmüş şey değil Necat!” “Haklısın abla. Annem severdi çayı, ondan sonra içemedim.” “O kadar sene geçti üzerinden, alışamadın mı hala?” “Alışılmıyor abla, nasıl alışılsın. Baksana halime. Kaç yaşına kadar el bebek gül bebek, sonra birden öyle cıscıbıldak. Ne bileyim, alışamadık işte.” “Aman sen de, ne varmış halinde! Güçlü kuvvetli, dev gibi adamsın.” Onayladım: “Annem de öyle derdi.” “Ee,” dedi eliyle masaya vurup. “Anlat ne olup bitiyor, dök bakalım derdini.” “Ne olacak abla, bir şey yok. Gidip geliyoruz işte.” “Ama sürekli canın sıkkın Necat. Yıllar var güldüğünü görmedim. De bakayım hele, belki bir hal çaresini buluruz.” “Çaresi yok abla. Sevmiyorlar beni. Nasıl sevdirir insan kendini?” “A a, o nasıl söz öyle! Ne demek sevmiyorlar, biz seviyoruz ya. Duymayayım bir daha sakın.” “Ne bir zararım dokundu kimseye, ne başka bir şey. Yine de yaranamıyorum. Yüzüme bile bakmıyorlar. Senin dışında hal hatır soran da yok.” “İyi işte kuzum, milletin derdiyle uğraşmıyorsun. Boş ver gitsin, inan böylesi daha güzel.” “Güzel de işte…Kötü kötü şeyler geliyor aklıma. Sıkılıyorum abla.” “Neyse otur şuraya da anlat. Meraktan çatlayacağım. Yasemin’e mi yanıksın bakayım?” İsmini duyar duymaz kıpkırmızı kesildiğime eminim. Meryem abla duygularımdan haberdardı fakat daha önce ne bir şey sormuş ne de ima etmişti. Heveslendim. Annemden sonra sevdiğim ilk insandı Yasemin Hanım. Henüz bu acayipliğe alışamadan kavuşamamayı öğrenmiş, uzaktan seyretmenin hasretini tatmış, hepsine alışmış ama sevilmek için kendimi kanıtlamam gerekmesine alışamamıştım.
35
“Gel gel!” diye tekrar etti Meryem abla. Plastik sandalyeye oturup arkama yaslanmamla çatırtı kopması bir oldu; sandalyenin arka bacakları geriye doğru esneyip kırıldı. Buzdolabına tutunup zor ayakta kaldım. Az kalsın o da devrilecekti ya, bir iki sallanıp sükunete kavuştu. Meryem abla oralı olmayıp devam etmemi bekledi. “Var bir şeyler abla. İçimde, midemi kaynatıyor, soluğumu kesiyor. Düşününce bayılacak gibi oluyorum.” “Eyvah eyvah! Necat sen bal gibi aşık olmuşsun kuzum.” “Niye eyvah abla, güzel değil mi sevmek? İnsan kaç kere aşık olur ki hayatında?” “Neyse neyse boş ver, sen anlat bakayım ne düşünüyorsun onun hakkında. Kendi gözünden anlat ama. ‘Çok güzel’ diye geçiştirme. Güzellik geçer gider. Geçmeyecek neyi var bu kadının de bakalım.” Bir miktar düşündüm ve her gün kendime tekrarladığım kelimelerle anlattım onu: “O bakışları görmelisin abla! İliştiği yerde çiçekler açar, gözlerini yumsa ışıksız kalır hepsi. Nefesi su ve güneştir; konuştukça toprak sözlerinden beslenir. Saçları çirkinlikleri örten siyah bir tüldür, seyyal ve gizemli. Bir yüzü güler, son bulur beraberinde hayata düşmanlığım. Diğeri somurtur sebepsiz; peşi sıra yüreğim şişer, aklım bulanır. Fazlasını beklemem, orada olması yeter. Yılda on beş gün izni var. Çıkar da gelmez diye uykularım kaçar. Sahibine bağlılığında kusur etmeyecek bir köpek gibi kapısında beklemeye razıyımdır. Döndüğünü sabahtan anlarım onun. Uzaklardan gelen tatlı bir esinti dolar ciğerime; huzur, mutluluk, ümit kokar. Olmadığı günler erbaindir bana, her gördüğümde yeniden doğarım, tarihim onunla başlar. O bir gitse, bir kaybolsa kainat amaçsız kalır, kıyamet kopar. O neşelense, kahkaha atsa, şu ocağa kıyasla cennet sekara benzer.” Öylece bakakaldı. Gözlerinde bir ışıltı yakaladım. Sureti hem sıkıntıyla bunalmış hem de zevkle gevşemişti. Büzdüğü dudaklarından yayılan kaygılı ifade memnuniyetin şaşmaz çizgisi tarafından adeta infaz edilmiş, Meryem abla aşka boyun eğmişti. Bu boyun eğiş bükülme gerektirmeyen haz dolu bir teslimiyet, onurla dalgalanan beyaz bir bayraktı. Bir süre kaçamak kaçamak bakıştık. Sonunda kafasını toparlayıp “Konuşayım mı Yasemin ile, ister misin?” dedi. Telaşlandım. “Aman abla aman, ne konuşması. Ne diyeceksin onun gibi hanımefendiye? ‘Bizim çaycı size vurulmuş, kahve getirdiğinde sizi gözler, bir de güzel şeyler
36
söyledi hakkınızda duymayın gitsin’ mi? Hiç olur mu onun gibisi ile benim gibisi. Bir kere ne diyeceğimi bilemem yanında. Hem ben böyle sırık gibi, o ise öyle narin, tertemiz bir ay çiçeği…Ama sen konuşursan belki dinler kim bilir? Öyle ‘he’ deyince sevilir mi insan, ne dersin abla?” “Ben bir ağzını yoklarım. Varsa bir şey anlarım. Nereden bileceksin, mukadderat bu, olur mu olur. Belki onun da gönlü vardır.” “Ah abla! Olur mu dersin? Konuş o zaman sen, ben de hiç bilmem ki bu işleri.” “Merak etme hallerim ben. Olacağı varsa olur, olmazsa da üzülüp karalar bağlamak yok ama. Dünyanın sonu değil!” Ayaklanıp buzdolabına yöneldi. Artanlardan sakladığı bir tabak sarmayı önüme koydu. “Hadi afiyetle ye, senin için ayırmıştım. Başkaları bakarken yiyemiyorsun görüyorum kuzum.” Sarmaları silip süpürdüm. Her akşam yaptığım gibi ocaktan beş dakika erken çıkıp otoparkta dolandım. Palto cebimde taşıdığım usturayla, olur da Yasemin Hanım’a verebilirim diye biraz yasemin budadım. Eğip bükmeden cebe attım. Kötü bir insan sayılmam; doğaya, sanata, okumaya karşı bir düşkünlüğüm oldu hep. Gizlenmeme de gerek yoktu, nasılsa umursamayacaklardı. Görmezden gelinen biri olarak canlı sayılır mıydım, kararsızım. Zaman içinde şunu da öğrenmiştim; fark edilmeden her yere girip çıkabilecek sinsilikte bir cüce olsaydım insanlardan daha fazla ilgi görürdüm. Güven duygusu durgunluk demekti; onlar ise bir karabasan dehşetinden uyanmanın huzuruna aç, oburlardı. İnsan kavrayamadığının peşinden giderdi çünkü.Demem o ki benim gibi kendini daha iyiye yontamayan biri hayatlarında olsa da olurdu, olmasa da. Nasılsa zararsızdım; kim, niye bana ihtiyaç duyardı? Kendi halinde deyip geçiyorlardı ve haklıydılar. Bu durum işime gelmiyor da sayılmazdı aslında. Mucize beklentisi içinde olduğumu söyleyecek değilim. Arabasına uzak bir başka arabanın kaportasına dayanmış sigara içiyordum. Önce topukluların sesini duydum, sonra suretini gördüm. Dalgın ve hüzünlü izledim yürüyüşünü. Yanaşırken kilidi açtı, kulpu tuttu, kapıyı açmadan kesik bir çığlık attı. Bakışları ağlamaklı bir arayış içinde etrafı dolandı. Yakalandım. Belki ihtiyaçtan belki cüssemdendir bilmiyorum, ama gördü ya, bana yetti. Uzun adımlarla yanına vardım. “Necat Efendi tekerlek patlamış, gördün mü başıma geleni!” dedi. Konuşamadım, yutkunamadım, nefes alamadım. Ellerimi kavuşturup ovalamakla yetindim. “Sen anlar mısın bu işten Necat Efendi?” “Yok,” dedim. “Anlamam.” Ah, içimden nasıl lanet ettim beni bu şekilde yaratana. Bir hilkat garibesi, bir ucubeydim başka şey değil. “Tüh!” diye dertlendi ve otopark bekçisine doğru seğirtti. Bir şeyler konuştular. Adamın ‘hallederiz’ türü mimiklerini seçebildim. Gelip bagajı açtı, yedek
2.SAYI SINIR
lastiği çıkarttı, krikoyla arabayı kaldırdı, bijon anahtarı, cıvatalar derken tekerleği yerleştirdi; çevirdi, sıktı, indirdi. Yasemin Hanım teşekkür edip arabaya bindi, kornaya dokundu ve tekleyerek kalktı. Lastik değiştirebildiğimi o uzaklaşırken hatırladım. Eve gitmek için parkta keşfettiğim geniş patikalardan birini kullanmaya karar verdim. Sebeplerini tekrar etmeme gerek yok; ağaçların yanında iyi ve normal hissediyordum kendimi. Gidene kadar üç beş sigara tüttürdüm. Bir iki tane de evde içip dört kişilik yatağa erkenden uzandım. Perşembe gecesinin hikmetinden bahsettiğini hatırlıyorum annemin. “Dua et oğlum,” derdi sık sık. “Dua et ki kimse sana yük olmasın, kimse yoluna çıkmasın.” Ben de hep dua ettim; annem ölene kadar, her Perşembe gecesi bıkmadan. Dizlerimi kırarak oturamadığım için yattığım yerden ellerimi tavana açtım ve gözümde canlanan kuşkulu istikbalimi iyileştirmesi için tek tanrıya yalvardım. İşte o günlerden sonra yitirdim tek tanrı inancımı. Annemin ardından tanrım olan birçok mübarekin kulu, çok tanrılı toplumun da kölesi oldum; yönetildim, yöneltildim, itildim, sağıldım, yaftalandım, kalaylandım ve en acısı, artık insanlar arasında sevilmeyen bir masal olarak anlatılacaktım. Duaya elbet sığınmak isterdim ama hülyalı düşünceler, heyecanlı titreyişler ve derin iç çekişler yakamı bırakmadı. Uykuya daldığımda günün ağarmasına az kalmıştı. Birkaç saat sonra kalkıp tıraş oldum. Berber çıraklığı günlerimden kalma bir ustura kullanma becerim vardı. Elime de diğer şeylerden iyi oturuyordu hani. Paçaları kısa gelen siyah bir pantolon, yaka düğmesi iliklenmeyen beyaz bir gömlek ve ucuz bir kravat takındım. Dışarı çıktığımda dükkan camlarında yansımamı aradım; oradaydım, benden bir tane daha vardı işte, Yasemin Hanım’ı hak eden gerçek bir beyefendi, şık ve seçkindi. Belediye’ye yaklaştıkça bir miskinlik ve uyku hali çöktü üzerime; oluru var mıydı bu işin? Durduk yere canım yanmaya başladı. Sevilmek adına düştüğüm durum beni varlığımdan utandırdı. Birinin kalbine böyle yalvar yakar girmek, merhamet ile geçecek bir ömür, her gün şüphe ve istenmediğine dair berbat bir ruh hali. ‘Ne biçimsiz bir hayat be Necat! Özlüyor ama kavuşmak istemiyorsun.’ Öğle tatiline kadar servise çıkmadım. Ocaktakiler kafayı kılık kıyafetime taktı, sorup durdular. Bir ara Sezai ile baş başa kaldık. “Hayırdır abi?” dedi. “Anla işte Sezai! Gerekmese giyinecek değildim ya.” “Orası öyle de, şaşırdık abi. Ondan uzattık.” “Haklısınız Sezai, bir şey dediğim yok.” Bir sessizlik, hatta derin bir ıssızlık çöktü çay ocağına. Bir süre boş boş durup ellerimize baktık, tırnaklarımızı kanırttık, geçmişimize sarktık. Sonra neden bilmem, sorasım geldi: “Siz nereliydiniz Sezai?” Esneyerek cevapladı:
kaybolandefterler
“Kamanlıyız abi.” “Nerede ki Kaman?” “Kırşehir’de.” “Güzel mi oralar?” “Değil abi.” “Niye değil?” “Annemi aldı orası abi, daha da vermez. Buralar güzel ama.” “Nesi güzel be Sezai?” “Her şey var abi. Işıl ışıl, değişik...Sıkılmaz insan.” “Ben çok sıkılıyorum.” “Niye abi?” “Annemi aldı burası Sezai, daha da vermez.” Yemekten dönenlerle birlikte Meryem abla da ocağa geldi. Bir karış suratla masanın başına oturdu, bir bardak suyu üç yudumda içti. Nefeslendikten sonra Sezai’ye depodan oralet tozu getirmesini söyledi. “Daha dün getirdim abla, aha orada duruyor.” “O zaman git boşları topla Sezai!” dedi celallenip. Sezai cevap vermeden ocaktan sıvıştı. Bir şeyler döndüğü belliydi ve ben öğrenmek istemiyordum. Çünkü biliyordum ne anlatacağını. “Necat,” dedi abla. “Abla kötüyse hiç anlatma, lüzum yok. Aklımda kalır, çıkartamam. Benim için yaşamaya değer az bir şey var, o da solup gitmesin ablam.” “Necat!” diye sesini yükseltince kıramadım, dinlemeye koyuldum. “Ne oldu abla?” dedim. Kıvırmadan: “İstemiyormuş,” diye cevapladı. “Ne demek istemiyormuş abla, ister demiştin.” “Konuşurum demiştim Necat.” “E konuştun değil mi abla?” “Evet konuştum.” “Ne dedi peki?” “Olmazmış işte Necat.” “Ne demek olmazmış abla, olur demiştin.” “Ay olur dememiştim Necat konuşurum demiştim.” “E olmadıysa konuştun da ne oldu abla! Niyeymiş peki, niye istemiyormuş.” “Gittim yemekte yanına oturdum, hoş beş sohbet ettik. Orada çıtlattım mevzuyu. Bir bir anlattım. Neler düşündüğünü, onun da yaşının geldiğini falan. Ama Yasemin Aleviymiş Necat, söylemedin hiç bana.” “Alevi miymiş? Nereden bileyim abla ben, hem ne olmuş Alevi ise?” “Oğlum ne olmuşu mu var? Sen Sünnisin o Alevi, olur mu hiç. Evlilik düşmez size!” “Abla ben pek inanmam ama. Sünni mi sayılırım gene de?” “Ne biçim laf o Necat? Ne demek inanmam, duymayayım bir daha!” Oturduk öylece. Sonra sanki içime bir gölge düştü; büyüdükçe kararttı her yanı. Yıllardır gidip geldiğim bu ocak, bu bina, bu yer; ve bir de beni adamdan saymamalarının derin hüznü aydınlık bir hatıra gibi
37
kaldı yanında. Kendimden iri bir yük bindi sırtıma. Bir güzel söz duyamadan kaybetmenin, hem de böyle budalaca bir sebepten kaybetmenin acınası çaresizliği belimi büktü. Ne çözerdi bu düğümü, bu kederi bozacak ne vardı? Bu işin olmazlığını öğrenmeden önce güya çok yakındık da, bir anda uzaklaşmıştık; tam yokluğuna alışmışken yaramı deşmek için geri gelmişti sanki; bu zamana kadar benimleymiş gibi sözde, yüzünü esirgeyen bir başka tanrıya dönüştü Yasemin Hanım. Tuvalete gidip döndüm fakat ocağa girmedim. İkizler, Cemal ve Meryem abla konuşuyorlardı. İsmimi işittim ve kulak kesildim. “Kız alevi hakikaten,” diyordu Meryem abla. “Kız alevi ama iş oraya gelmedi ki. Ne diyeceğimi anlar anlamaz çığlığı kopardı hatun. Efendim, gidip de böyle bir teklifi ona nasıl getirirmişim. Öyle bir garibanla onun gibi birinin ne işi olurmuş, yok efendim adam çaycıymış da, bu çöpçatanlık da neyin nesiymiş…Kör şeytan erik hoşafını başından aşağı dök dedi.” “Meryem abla,” dedi Zekai. “Şeytan kör ise, erik hoşafı olduğunu nereden biliyormuş?” Kısık sesle güldüklerini duydum. “Buraya kadarmış Necat,” dedim, önlüğü atıp fırladım. Koşarken oraya buraya çarptım. Birkaç kişinin etrafa savrulduğunu gördüm. Ayaklı küllükler, çöp bidonları ve temizlik leğeni etrafa saçıldı, giren çıkanı yönlendirmek için çekilmiş emniyet bandını yırtıp kendimi otomatik kapıdan dışarı attım. Arkamdan kimse geldi mi bilmem, o ara umursadığımı da söyleyemem. Bir süre koştum insanlar arasında; ciğerim yanıp kaslarım uyuşana ve oksijensizlikten istifra edene dek koştum; geçtiğim yerlerin hepsinde bir yıkım yarattım, harabeler bıraktım ardımda. Kalbine tecavüz edebilir misiniz bir insanın? İçine zorla girip paramparça ettikten sonra hevesle çarpmak yerine titreyerek yaşamaya çalışan bir yürek bırakabilir misiniz ardınızda? Sizler bana bunu yaptınız. Bende bir neşe, bir ümit, gözün görüp ruhun hissettiği mutluluklara karşı bir beklenti oluşturdunuz; her şeyin güzel olabileceğine yönelik sözler edip kendimi sevmemi, yaşama tutunmamı öğütlediniz; eşitliğime, özgürlüğüme, insan oluşuma dair vaazlar verdiniz, sırtımı sıvazlayıp arkamdan güldünüz, yüzüme bakıp görmezden geldiniz; biriniz de çıkıp uslanmaz dilin tehditkar sivriliğini, sakınganların o bedbin tedbirciliğini öğretmedi bana. Savaşılmadan dünya, terbiye edilmeden insan güzel olurmuş gibi, iyimserliğinizle öldürüp merhameten gömdünüz, kurban ettiniz beni. Gece aynı gece, sigara aynı sigaraydı. Yalnız paket biraz hızlıca tükendi. Paltomu giyip kendimi dışarı attım. Gitmemem gereken yerlere gittim, çalmamam gereken kapılar çaldım. İzin almadan, içimden geldiği gibi hanelere daldım; itiraz ve çırpınışlara da aldırış etmedim. Cüssemin yıkıcı gücü karşısında çaresizce eridi direnişler. Geçtiğim her yeri kan, yaş ve uğursuzluğun kırk dokuz numara ayak izlerine boyadım. Artık varlığımı kabul edeceklerini biliyorum ve adam yerine konduğum sürece takip edilip yakalanmak umurumda bile değil. Karanlık çöktüğü vakitlerde ziyaretini alışkanlık haline getirdiğim son bir yer daha vardı: annemin kabri. Benim gibi hayattan tecrit edilmiş münzevilerin dışarıdan fark edilmeyen acayip huyları vardır. Varlıklarının en sade ve hür yanlarını bu yadırganan huylar sayesinde keşfeder, bu huyları sayesinde insanların aksine yalnızken de pürneşe kalabilirler. Siz bilmeyin diye kendilerini iyice kamufle eder, hayatlarının masum yüzünü size açar, diğer yüzünü ise itinayla gizlerler. Ne zamanki zekanızla böbürlenir, kibrinizin teşvikiyle kendinizi bir şey sanır ve karşınızdakini küçümsersiniz; işte o zaman anlayacağınız dilden bir ders vermek kaçınılmaz olur. Unutmayın, bir dışlanmışın ustaca gizlediği içlenmişlikleri vardır. Hem kötü bir insan sayılmam; doğaya, sanata, okumaya karşı bir düşkünlüğüm oldu hep. Bir şeyler, adını koyamadığım bir şeyler, beni böyle, işte böyle yaptı: Geceleri annesinin mezarı başında göz yaşı döken ve insanlardan kaçtıkça onlara nefreti artan bir alıngan. İsyan edip ardında lanet ile anılacak bir isim, kalabalık da bir protestocu ordusu bırakacak olan, sofistike bir cani. Sirenler, bağırışlar, çığlıklar ve bir hengameden yükselebilecek türlü sesin kulak yırtan gürültüsünü işittim. Annemin toprağını eşeleyip kabarttım. Evvelsi gün otoparkın bahçesinden koparttığım beyaz yaseminleri nemli toprağa serptim. Kuşların suluğunu doldurdum. Annemin güzel isminin anlamlandırdığı mezar taşına melek uçlu kolyeyi astım. Kalanlara güzel hatıralar bırakıp vicdanları yumuşatmak bir ruhun sonsuz olması için yeterli bir hayır değil de neydi? Mezarlıktan içeri akın eden jandarmanın sesi kulağımı yırttı: “Dağılın! Kıyı, köşe arayın bulun o şerefsizi. Gerekirse mezarları kazın!” Kimseyi rahatsız etmenin gereği yok; buradayım, burada bekliyorum; beni annemin mezarı başında, güzel hatıralara sarılmış halde, doğayla iç içe bulacaksınız. Ruhum ağaçların ruhu, soyum toprağın soyu, kalbim gecenin kalbi. Isıtalı çok oldu tükenmez kanımla mezar taşlarının ölümcül soğuğunu. Ölülerin bayat nefesini ensemde hissediyorum; bitmenin donuk titremesi kaplıyor gözlerimi. Ve ben, sonlu benlikler cemaatinin kadim hizmetçisi; leşim bulunmadan önce oturdum, anlayasınız diye size bunları yazıyorum.
38
2.SAYI SINIR
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN kaybolandefterler
39
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
40
2.SAYI SINIR
ERMENİSTAN SINIRI
ULVİ KOÇU
Ödülü Avrupa Seyahati olan bir yarışmada yirmi dört kazanandan biri olmuştu. Yüreğine sığdıramadığı sınırlara, ayakları da ulaşacaktı artık. Rüyalarında gezdiği şehirlere gidecek, düş yolculukları gerçeğe dönecekti. Bunun için bir öykü yazmıştı; içine coşkusunu ve hayallerine koştuğu bir öyküyü… Gecesini sabaha kattığı, tüten sobada anasının inlemeleri eşliğinde yazdığı bir öyküyü… Köyünün çok uzağına; bir zarf, bir vesikalık fotoğrafı eşliğinde yolculuk eden bir öyküyü... Seçici kurulun binlerce öykü içinden seçtiği, yirmi dört öyküden biri olan öyküyü... Şehirlerin, yolların ve dağların ardında kalmış bir sınır köyünü ancak haritalar anardı, ancak haritalar anlardı. Hasta anasıyla yaşlı babasının özlem ve gurur denizine dönmüş gözyaşları eşliğinde ülkenin başkentine, kazanan diğer genç yazarlarında olduğu ödül gecesine katılmak için son bir vedayla baktı, dağ eteklerine karışmış kayalıklara. Mağrur bir sevinç kapladı içini, sonra alaycı bir utanma. Sonra ilk yolculuk, yolculuk, yolculuk… Ülkenin başkentinde ışık kalabalığının işgal ettiği büyükçe bir salon, kravatlı ve papyonlu adamlar, makyajlı kızlar ve O, büyük seyahat öncesi verilen ödül töreninde anlaşılmaz dinginlikte çalan hafif müziğin içinde yüzmektelerdi sanki. Kazanan yirmi dört genç yazar, yan yana sıraya girmiş, geceye ve ödüllere dair yapılan konuşmaları dinlemekteydiler. Tek tek genç yazarlar tanıtılmıştı salondaki davetlilere. Bir tek O idi uzak diyarlardan gelen, bir tek O idi sınır köyünden başkente süzülen. Diğer genç yazarlar büyük şehirlerin, paralı üniversitelerin, sıfır model arabaların ve şehir ışıklarının kuşattığı yerlerden geliyordu. Ne önemi vardı ki tüm bunların, şimdi onlarla yan yana idi ve büyük seyahate birlikte gideceklerdi.
kaybolandefterler
GÖRSEL: GABRIELYAN
Papyonlu adamların, yüzü boyalı kadınların konuşmaları bitmişti. Sıra genç yazarlarla sohbete gelmişti. Daha önce Avrupa’ya gidip gitmedikleri soruldu. Her biri gittiği ülkelerden, şehirlerden bahsetti. Hayran duyduğu uzak şehir hikayelerini anlatmaya koyuldu. Her biri ne çok yer gezmişlerdi, ne çok yer görmüşlerdi; New York, Paris, Londra, Roma, Madrid, Münih… Dünyanın en gözde en büyük şehirlerine, ülkelerine gitmişlerdi. Şimdi konuş-
41
ma hakkı ondaydı. Aynı soruya onun cevap vermesi gerekiyordu. Duraksadı önce –bu duraksama utandığı ya da kendini kötü hissettiği için değil, gerçekten düşünmek için yapılan bir duraksama idi-, meraklı gözlerle onu süzen bakışlara yöneldi. Her bir çift göze bir bir ve kısa kısa bakışlar attı. “bende bir kez Ermenistan’a gittim.” dedi. Herkesin beklediğinden farklı bir yerdi Ermenistan. Papyonlu adam büyük ülkelerden, şehirlerden bir yer beklediğinden olacak ki şaşkınlığını gizleyemeden “Ermenistan demek, peki anlatır mısın bize bu seyahatini, nasıl gittin, nereleri gezdin?”. Hiçbir mahcubiyet, hiçbir söz, hiçbir aldanmışlık masumiyetin önüne geçemezdi. “Bizim köy”dedi. “bizim köy Ermenistan sınırında. Arkadaşlarla Aras Nehri’nde yüzmekteydik, fark etmeden Ermenistan sınırına geçmişiz. Yüzdükçe yüzüyorduk ki sınırda bekleyen Ermeni askerlerin sesleriyle durduk, meğer epey bir geçmişiz sınırı. Yaklaşık yirmi dakika kadar da Ermenistan ı gezmiş olduk. İşte ilk yurt dışı seyahatim böyle.” Salondakilerin alaycı gülüşlerine anlam verememişti o an. İyi niyetinin zemheri fırtınasıyla susuşturdu kalbinde büyüyen köy şarkılarını. Bir aya yakın çoğu yerini gezdi Avrupa’nın. Ülke ülke, şehir şehir dolaştı. Köyünde alkışlarla karşılandı. Hasta anasına, yaşlı babasına dağ gibi sarıldı. Aras Nehri’nin görkemli suyunda yaşadıklarını anımsadı ve kalbinin toprak evlerine, ilk yurt dışı seyahatinin Ermenistan olduğunu bir kez daha hatırlattı.
42
2.SAYI SINIR
“
Elim ateşten korkmuyor, Ülkemin bütün kadınları gibi tırnaklarım küt Ateşten sıcak bir tencereyi yanmadan alabilirim Köz basarım yüreğime. Yüreğim nasırlarıyla umudu koruyor, Bir küçük ışıltıyla baharı bekleyen Çekirdek ateşten korkmuyor.
“
kaybolandefterler
43
GÖĞSÜMDEKİ YAY FATİH AKÇA
GÖRSEL: Matthew Smith
44
2.SAYI SINIR
“Fazlı’dan bir kul geldi bedestanda sattılar” AŞIK DAİMİ
göğsümü yay gibi gererek fırlattım kalbimi vurdum acının çiçeklerini tohum ve karalar ayrılırken alnıma değen bumerangdı yazgım göğü çatlatmadan yırttım kozamı ve bir töreydi kanatlarını koparıp yaşamak kana karışan kuş ve su en karanlık mahzeni bitişirdi ellerimin yanına dünya, ey hiçbir yere gitmeyen sancı iskeletimden başka zeytin dalı kalmadı atların sesiyle su verdim acının çiçeğine kırıldıkça sakat bir yürüyüş kaldı kalbime yalçın yamaçlarda dolaşırken incinen bir ulumaydı bataklığa atılan ruhum kırkken yediye ve üçe indim göğe inandım toz ve sözle örtülüp tuza susuz sürüldüm içimde kişneyen zaman! kırbaçlanan ben
kaybolandefterler
45
Gün bu yediveren umuda karşılık gelmiyor Bir yerlerde bir ağustos kalmış olmalı.
46
2.SAYI SINIR
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN kaybolandefterler
47
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
48
2.SAYI SINIR
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
kaybolandefterler
49
BEŞTE BİR: HİSSETMEK DOĞAN ATEŞ
görsel: HDWYN
50
2.SAYI SINIR
Dağların ardında görülen gökkuşağı artık görülmez oldu. Kararsızlar’ı artık İstiklâl Caddesi’nde dinleyemez oldu. Annesinin üç yıl evvel üzerine örttüğü toprağı koklayamaz oldu. Yatmadan önce içtiği sütün tadı yok artık ve gece başını yastığa koyduğu an ‘’Bu yorgan çok ağır,’’ diyerek dert yanamadı. Mayıs’tı. Artık ağaçlara çiçek olan kar taneleri yerini suya bırakmıştı. Toprağa düşüp yerini ağaçların ilk meyvelerine devretmişti. Kaldırım kenarından akan sular derelere, oradan denizlere ve oradan da okyanuslara gidiyordu artık. Bir damlanın sınırsızlığı. Annesinin kucağına verdiklerinde isminin Bahar olmasını istemişti. Eve geçtiklerinde ise değişti tabii. Çünkü aile büyükleri söz alma hakkına erişmişti. Dedesinin kucağına verdiler, mutluluktan gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Yanaklarından, yanaklarındaki sakallarının arasından sıyrıldı. Düştü. Eylül olsun, dedi. Herkes herkesin gözünün içine baktı. Böyle olur zaten çoğu zaman, eğer evin büyüğü bir şey diyorsa kimse ilk etapta itiraz edemez. Büyüdü. Mevsimler geçti. Bahar geldi. Eylül geldi. Gökkuşağını tanıdı. Kararsızlar’ı dinledi, yağmurdan sonra toprak kokusunu içine çekti, anneannesinin hazırladığı ballı sütü hep içti ve üzerindeki yorganın ağırlığından hep şikâyet etti. On sekizinden gün almaya başladığı günlerden bir gündü. Eve birçok insan gelmiş tanıdığı tanımadığı. Okuldan gelir gelmez odasına geçti. Anlamıştı zaten kapının önündeki ayakkabılardan annesinin altın günü yaptığını. Eğer bir mahallede çalışmayan üç kadın varsa ve eklenecek olan üç kadın daha bulunabilecekse annelerin bu telaşesi kaçınılmaz oluyordu. Yatağına uzandı. Sabah yediye çeyrek kala uyanmış yarım saat sonra evden çıkmış ve fakültenin servisi ile bir saatlik yolcuğu başlamıştı. Başını cama yaslayıp uyuyarak gitse de cam bir yastık değildi ve üzerinde çiçekler yerine anlamsız şeyler mevcuttu: kir, pas, toz. Odanın kapısını çaldı. Cevap gelmeden kapının hemen yanındaki masanın önünde duran sandalyeye oturdu. -Hadi kızım salona gel de misafirlere görün, ayıp olmasın. ‘’Tamam annecim,’’ dedikten sonra ayağa kalktı. Annesi o sırada çoktan salona geçmiş ‘’Bizim kız da büyüdü de üniversitelere gider oldu. Sabah gün doğmadan uyanıyor, hazırlanıyor, kahvaltı bile etmeden servise gidiyor. Bugün Perşembe diye erken geldi, dersi az. Diğer günler böyle değil, saat altı dedi mi anca bitiyor, bir saat de o trafiği çekiyor. İnsan bazen hayret ediyor o ilk anı hatırladıkça.’’ -Hoş geldin Bahar, nasılsın? (İyi değilim.) -İyiyim Şükran teyze, sen nasılsın? -Eh işte iyi olmaya çalışıyoruz, bizim adamla uğraşmaktan yıldım ama işte bilirsin sen de, okumuş görmüş kızsın, dövse de sevse de kocam. Şükran teyze böyledir, hep şikayet eder. Şikayetlerinin sınırı yoktur. Aklınıza gelebilecek her şeyden şikayet eder. Şükran teyze gözlerimin yeşilini Utrillo yeşiline benzetmese de bu geni dedemden aldığıma inanır. Nerede görse nerede olsa anlatır. Annesinin anlattıklarına göre ilk günden başlamış ‘’Bu kızın gözleri, gözlerinin yeşili aynı dedesi.’’ Elleri dizlerinde, bir ayağını sürekli sallıyor. Salladıkça konuşmaların ardı arkası kesilmiyor. Şükran teyze bir kere konuyu açtı artık. Alt katta yaşayan Ayten, genç yaşta dul kalan diğeri değil, altta kalır mı hiç? Kalmaz. ‘’Hatırlamaz mısınız Bahar’ın nasıl piyano çaldığını? Daha beş yaşındayken o sesi duyduğumuz an işimizi, aşımızı bırakır balkonlara çıkar ondan habersiz dinlerdik. Annesini hepiniz bilmezsiniz ama gençken belediyenin konservatuarında piyano çalardı. Bahar’daki o
kaybolandefterler
51
kulak, o müzik duyma yetisi aynı annesi. Bu ayrıntıyı nasıl fark etmezsiniz?’’ Bahar cümlenin sonunda annesiyle göz göze geldi. Kalkacak oldu ama havaya kalkan kaşlar oturması gerektiğine işaretti. Ayıp olurdu. Pamuk geldi yanına. Sandalyenin önce altından geçti. Zıpladı. Bahar’ın kucağına oturdu. ‘’Hadi kızım çayları tazele,’’ dedi. Pamuk’u aldı kucağından, odasına bıraktı. Mutfağa geçti. O sırada kapıyı tırmalaya başladı Pamuk. Huysuzdu. Hatice, Bahar’ın annesi, bacak bacak üstüne attı. Sırtını yasladı. ‘’Benzetmelerinizde haklısınız da şunu pek fazla kimse bilmez: Bizim kızda tuhaf bir şey var. Anne sütünü bıraktıktan sonra her şeyi seçer oldu. Şehir dışına çıktığımız zamanlar açlıktan ölecek diye korkardık. Büyüdükçe bu sorunu aştık ama ondaki tat alma duyusu çoğu insanda yoktur. Bir şeyi ağzına attıktan sonra eğer onu sevdiyse aynı şeyi başka bir yerde yemez. İlla o olacak. Bir keresinde köyden gelen sütü de bu yüzden içmemişti. Aradık sorduk her zaman sütünü içtiği inek ölmüş. Tuhaf bir kız. Kime çekti bilmiyorum da bizlere de çok çektirdi.’’ Salonun kapısından girer girmez konuya girdi Bahar: ‘’Hatırlar mısın anne çocukluğumda kimin kucağına gitsem ağlardım. Bir dedemin kucağında bir de senin kucağında ağlamazdım. İnsan ilk aldığı kokuyu hep arıyormuş meğer. Büyüdükçe başka kokulara alışsak da aslında o kokuyu içten içe arıyoruz. Ağlayamıyoruz. Bu yaşta bunun için ağladığımı görseler tuhaf tuhaf bakarlar.’’ Dumanı üzerinde tutan çayları dağıttıktan sonra sandalyesine oturdu. Dizinin üzerinde tuttuğu çay bardağını iki eliyle sarmış gözleri annesinin üzerinde aralıksız bakıyordu. Annesi ise kaşlarını kaldırarak tekrar hayır diyordu. Yarım saat kadar kim kimin evine temizliğe gitmiş, kimin kızı kimin oğluyla çarşıda görülmüş hepsini öğrendiğinde çayını tazelemişti. Uyandığında Pamuk yanı başındaydı. Yastığının hemen yanına uzanmış mavi gözleriyle izliyordu. Eylül ter içindeydi. ‘’Baba,’’ dedi, ‘’Odaya gelir misin?’’ diye seslendi hemen ardından. Sesi az çıkmıştı ki gelen olmadı. Tekrar seslendi, biraz daha yüksek bir ses tonu ile. Kapıyı çalmadan içeri girdi. Pamuk yerindeydi. Kıpırdamadı hiç. Yatağın ucuna oturdu annesi. ‘’Ne oldu kızım, kan ter içinde kalmışsın? Dur, ben sana bir bardak su getireyim de rahatla,’’ dedi, ama Eylül hayır anlamında başını salladı. ‘’Baba,’’ dedi, bir süre sustuktan sonra ‘’İnsan parçalardan oluşuyor. Bu parçaların birbiri ile sınırları da mevcut. Gözlerim, kulaklarım, burnum, dudaklarım, dişlerim, parmaklarım, boyum, saçlarımın rengi… Her ayrıntı bir kişiye aitse eğer bana ait olan şey ne?’’ Babası, Eylül’ün rüyasında ne gördüğünü bilmiyordu. Pamuk’a baktı. Bir eliyle başını okşadı. Olduğu yerde döndü. Kediler böyledir, hissederler. Sonra kapıya gitti, odadan çıkmak için kapıyı tırmalaya başladı. Gıcık bir ses odayı kaplamıştı. Onun eşliğinde konuştu: ‘’Hissetmek, kızım. Hissetmek. İnsanın kendisine ait olan tek şey. Hissetmek.’’ Kapıyı açtı, Pamuk odadan koşarak salondaki camın kenarına çıktı. Uzun uzun dağların ardındaki gökkuşağını, yağmur sonrası salona dolan toprak kokusunu ve cd’de çalan Kararsızlar’ı dinledi. Ballı sütünü parkeye döktü. Koşarak mutfağa geçti. Ne hissettiğini kimse bilemedi.
52
2.SAYI SINIR
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
kaybolandefterler
53
ILLUSTRASYON: HIDIR MURAT DOĞAN
ERGE ÖZCAN
JEAN JACQUES’İN İSTİKLAL GEZİSİ
‘Yalnız Gezenin Düşgenleri’ eserinde 10 tane gezisini anlatan ünlü Fransız düşünür, filozof ve yazar Jean- Jacques Rousseau, 230 sene sonra uyanıp günümüz İstiklal Caddesi’nde gezseydi düşünceleri ve izlenimleri neler olurdu?
54
2.SAYI SINIR
230, tam 230 sene sonra nerede olduğumu bilmeden, dışarıda nasıl bir yaşamın akıp gittiği konusunda en ufacık fikre dahi sahip olmadan, hangi dilde evirildiğini bilmediğim meçhul bir coğrafyada sonunda uyandım. Terk edilmiş bir laboratuarda, terk edilmiş eşyaların ve deney malzemelerinin yanında uyandım. Uyandığım yerin perdeleri kapalı ama yaşadığım hayatın kırgın geçen son 20 senesi boyunca ruhum ilk defa perdelere inat bir aydınlık içinde. Çiçekleri incelerken, doğayla bütünleşirken ya da yalnız gezen olarak toplumdaki onca kirli yüz ve ruha inat bir temizlikte düşler kurarkenki heyecan var içimde ve uyuduğum 230 seneyi kapsayan 230 adet çuval dolusu umut… Dediklerimi takip edemiyorsunuz sanırım… Suç benim! 11. gezimi, belki de nihai gezimi gerçekleştirmeden önce içinde bulunduğum durumu size kısaca anlatmak istiyorum. Yanlış anlaşıldığım yahut anlaşılıp da bazı menfaatlere ters düşebilecek noktalara değindiğim için dışlandığım bir çağa olan küskünlük ve çıkarların, asla hedefini şaşırmayan bozuk niyetlerin ortasında kalan ben, yalnız gezen olarak yaptığım onca gezinin ardından aklıma çılgınca bir fikir düşmesine izin verdim. On birinci gezimi, nihai gezimi; başka bir çağda, beni anlamayan çağdaşlarımın aksine, asırlar sonra yazdıklarımı okuyup anlattıklarımı anlayabilmiş ve modern dünyanın çıkmazlarından kopup doğayla ve kendi özüyle bütünleşebilmiş, gerçek anlamda bilen ve öğretmekten ziyade önce kendi anlayabilme ilkesini felsefe edinen insanlarla dolu olduğunu ümit ettiğim 21. yüzyılda gerçekleştirmek hayali ile çılgınca bir girişimde bulundum. Anlaştığım çok nadir çağdaşlarımdan bir bilim adamının sonuçları belirsiz bir deneyine ortak olmayı ve kendisinin geliştirdiği bir aletle 230 sene kadar dondurulup fani ömre inat, çağlar sonra uyanıp 21. yüzyılda gördüklerimi 18. yüzyılın insanı olarak son bir gezi yazısında ifade etmeyi kabul ettim. Nerede uyanacağım konusunda bana bir şey söylenmemesini özellikle istedim. Çağdaşlarıma inat yeni gelen çağlardaki insanların dünyanın neresinde olursa olsun 18. yüzyıldakilere oranla çok daha gelişmiş, çıkarlardan aranmış ve ruhani yönden ilerlemiş olduğunun getirdiği büyük bir umut ile bilim adamı çağdaşımın beni 230 senelik uykumdan uyandığım yer konusunda şaşırtmasını ondan bizzat ben rica ettim. Evet, işte 11. gezim öncesinde durumum bu… Size on gezim boyunca kendimi ve yaşadığım dönemin insanları ve sistemi hakkındaki serzenişlerimi anlatan ben, 11. gezimde yeni doğmuş bir çocuk yahut derisini yeni değiştirmiş bir yılan tazeliği ve heyecanıyla, yaşadıklarımı aktaracak ve beni bekleyen belirsizlik içinde yürürken on gezime inat dağa bayıra kaçmadan, kalabalıklarda yürüyerek dönüşüm ve değişim gösterdiğini ümit ettiğim gelişmeleri aktarmaya çaba göstereceğim. Uyandığım laboratuarın içine kısaca göz gezdirdikten sonra kim bilir kaç senelik olan saksılarda artık fosil haline gelmiş çiçekleri görerek içimin sızlamasına yüreğimdeki umuda rağmen engel
kaybolandefterler
olamadığımı itiraf etmeliyim. 230 sene kadar uyutulmadan önceki yaşamımın son senelerinde botanikle son derece ilgilenen yalnız gezen biri olarak, bana dost olan çiçeklerin ölüsünü tüm çıplaklığıyla gözlemlemenin ruhumu acıtması sanırım oldukça doğal. Ama yok, bu sefer incinmelerimin beni kalabalıklardan soyutlamasına ve yalnız gezen bir düşçü yapmasına izin vermeyeceğim. Neticede 200 küsür sene sonra dışarıda bir şeyler değişmiş ve çağdaşlarımın aksine bu çağın insanlarının ruhunda ve zihninde bir şeyler gelişmiş olmalı, öyle değil mi? Uyandığım laboratuarın kapısını aralıyor ve taş merdivenlerden hayatımda ilk defa insanların arasına çıkarken, adeta koşar adımlarla ilerliyorum. Dış kapıya yaklaşırken baş döndürücü bir uğultu ve insan kalabalığının boğuk sesleri kulağımı doldurmaya ve insan tınıları bozuk bir senfoni gibi içeri dolmaya başlıyor. Nelerle karşılaşacağımı, hangi ülkenin hangi insanlarıyla karşılaşacağımı bilmememin ve beni bunca yıl kendinden uzaklaştıran insan kalabalığın ürküten atmosferine çıkacak olmanın tedirginliğinden ötürü; bir an gözlerimi kapatıp caymak ve 230 yıl yarı uyuyup yarı hayal kurduğum laboratuarın içine geri dönme ve beni yıllarca ayakta tutan düşlemlerime saklanma arzusuna kapılacak oluyorum ama hemen eski kararlılığıma geri dönüp derin bir nefes alarak gözlerimi aralıyor ve kendimi dış dünyaya atıyorum. Ara bir sokakta olduğumu tahmin ederek yürümeye başlıyorum. Hava soğuk, kar serpiştiriyor. Enteresandır, yüzyıllar geçmesine rağmen doğa hep aynı kalıyor anlaşılan. 18. yüzyılda yukarıdan yağan kar yeniçağda aşağıdan yağmıyor. Bu fikrime içimden gülerek dış dünyaya sonunda adım atmanın ve iki asrı aşan bir aradan sonra karşılaşacağım dünyada beni nelerin beklediğini kestirememenin ürküntüsü ile fakat umuda yüzümü dönerek adım atmaya, rüzgara inat yürümeye devam ediyorum. Ara sokakta insanlar karşıma çıkmaya başlıyor. Ne garip, ne komik giysiler kuşanmış insanlar bunlar… Kendi garip giysilerine bakmaksızın bana garipseyen hatta dalga geçercesine süzen bir tavırda gözlerini dikip bakıyorlar. Kırılacak ve vazgeçecek gibi oluyorum ama sonra yeni bir çağda insanların ruhunun ve gelişmişliğinin değişmesini umut ediyorsam, giyinişlerinin de değişmesine ses çıkarmamam ve garipsemem gerektiğini anlayarak kafamdaki peruğuma ve onlara göre çağ dışı kalmış giysilerime şaşkın ve alaycı süzüşlerle bakan insanlara gülümsüyor ve ara sokakta kararlı adımlarla yürümeye devam ediyorum. Ara sokağı aşarak yukarı doğru yürümeye başlıyorum. Ben yürümeye devam ettikçe sesler ve ayak sesleri de artmaya devam ediyor. Anlaşılan sonunda kalabalıkların bulunduğu ve gelişmiş çağın gelişmiş tüm o kalabalıkları ile karşılaşacağım mevkiye giderek daha yaklaşıyorum. Sonunda sesler dayanılmaz bir hale geliyor ve vücudum bana ardı ardına çarpmaya başlayan gövdelerden sonbaharda çaresizce savrulan yaprak misali bir
55
o yana bir bu yana savrulmaya başlıyor. Sanırım nihayet kalabalıkların bulunduğu, aktığı caddedeyim. 11. gezimi çağları aşan bir düzlemde gerçekleştireceğim caddeye bakmadan önce, bana çarpmaya devam eden gövdelerin arasında gözlerimi kapatıyor ve umudu ciğerlerime çekerek derin bir nefes alıyorum ve gözlerimi açıyorum. Aman tanrım! Ben neredeyim böyle? Tüm bu kalabalık, tüm bu baş döndürücü gürültü, tüm bu yazılar, ışıklı tabelalar, tüm bu üzerime dikilmiş gözler, tüm bu garip tipler… Yoksa 230 sene uyuduğumu sanan ben, gelişmiş bir çağın özlemi ile uyuduğumu sandığım o süreçte ölü müydüm yahut geldiğim bu yer Kalvenist son bulan hayatımın Katolik sürecinde oldukça sert bir şekilde dile getirilen ve sürekli korku salınarak anlatılan cehennemin kendisi mi? Ama hayır, kar hala tenime dokunduğuna ve en önemlisi dokunacak bir ten mevcut olduğuna göre demek ki hala yaşıyorum. O zaman bu kabus dolu yer de neyin nesi? Ben nerde uyandım ve çevremde gördüğüm tüm bu değişimler de ne? Bu caddeden çıkmalıyım, evet adını bile bilmediğim bu caddeden çıkmalı; daha sakin bir yer, mesela bir çayır filan bulmalıyım. Caddenin başını görebiliyorum. Eğer oraya ulaşabilirsem sanırım her şey için bir umut olabilir. Etrafıma bakmaksızın hızlı adımlarla oraya yürüyeceğim ve daha sakin bir yer bulacağım. Evet, bunu yapacağım. Caddenin başı olduğunu düşündüğüm yere doğru yürüyorum. Aman tanrım tüm bu makinelerde ne? Atlar, at arabaları nerede? Süratli metal şeyler, adını bilmediğim hızlı şeyler, anıt gibi bir şeyin ilerisindeki caddelerin her yerinden bir çağlayan gibi akıp geçiyor. Hiç at yok, at arabası yok… Tanrım bu nasıl bir çağ? Anlaşılan o ki caddeden kurtulup anıtın etrafında akıp giden metal taşıma aletlerine doğru gitmemin imkanı olmadığına göre, sanırım burada kalmak ve nihayetinde de boylu boyunca uzanan bu caddeye girmekten başka bir seçeneğim yok. Derin bir soluk alıp her şey son derece normalmiş gibi davranmaya ve o çağın insanları için çok normal olan bu hayatı 60 senedir tanıyan bir insanın sakinliğine bürünmeye çalışıp yürümeye, etrafıma bakınmaya ve ellerimi cebime güven almak istercesine sokarak sakin adımlarla yürümeye başlıyorum. Öncelikle yuvarlak bir alan içerisinde bulunan bir anıt gözüme çarpıyor. Anıt güzel ve göz doldurucu… Çevresinde de bir sürü insan var. Sanırım insanlar tüm korkunçluğuna rağmen bu yeniçağda, sanat eserlerine gereken değeri veriyorlar. Baksanıza çevresindeki kalabalığa… Ama bir süre sonra sanata ve esere değer veren bir çağın yeni üyesi olarak, artık ‘‘çağdaşım’’ sayabileceğim insanlara saygıyla bakacakken ve umutlarımı yeşertecekken bir şeyi fark ediyorum. Ne mi fark ediyorum? Kimsenin çevresinde toplandıkları anıta aslında dikkatlerini yöneltmediğini, hak ettiği ilgiyi göstererek bakmadıklarını… Herkes orada anıt dışında her şeye bakışını gezdirerek ya etrafına bakınıyor, ya birini bekliyor yahut da ellerindeki ne olduğunu anlayamadığım ve minik bir şimşeği andıran anlık bir ışık demeti yayan garip bir makinenin karşısına geçip anıt önünde durup garip pozlar veriyor. Kimileri ellerinde yine adını bilmediğim ve ne olduğu konusunda hiçbir fikrimin olmadığı minik bir aleti kulaklarına götürüp kendi kendilerine sohbet eder gibi konuşuyor. Tanrım bu ne garip bir çağ böyle! İnsanlar anıtı çevreleyen yuvarlak alanda ya ayakta duruyor ya da birbirinden güzel çiçekleri çevreleyen demirlerin üstünde, çiçeklerin güzelliğinden habersiz bir şekilde oturup ya beklemekten ötürü homurdanıyor ya da garip pozlar verip adını bilmediğim o aletin önünde şekilden şekle giriyorlar. Garip, çok garip… ‘‘ Bu çağın insanları anıta neden gereken önemi vermiyor? Yoksa çağlar geçmesine rağmen idrak düzeyinde bir değişim olmadı mı?’’ diye düşünecek olurken, bu insanların benim gibi çağlar sonra uyanıp bu anıtı ilk defa görmediklerini hatırlıyor ve anıtı yüzlerce defa gördükleri için artık alışmanın getirdiği bir vurdumduymazlık gösterdiklerine kendimi ikna ederek umutlarımı yeniden yeşertip gülümsüyorum. İnsanlar ben anıtın olduğu yere doğru yürürken kıyafetlerime, saçımı çevreleyen peruğuma bakıp önce şaşırıp sonra kendi aralarında hınzırca gülüşüyorlar. Daha önce düşündüklerimi hatırlayıp aldırmıyor, sadece bu yeniçağın gelişmiş insanlarına gülümseyerek heykele doğru ilerliyorum. Anıt çok güzel fakat anıta bir ben bir de Çinli ya da Japon olduklarını çekik göz yapılarından tahmin ettiğim birkaç kişi inceleyerek ve hayranlık dolu gözlerle süzerek bakıp duruyoruz. Ardından gözüm anıtı çevreleyen yeşilliklere ve yeşillik üzerindeki birbirinden güzel çiçeklere takılıyor. Demirlerle kuşatılmış alanın üstünden atlayarak çiçeklere dokunmaya, uzun zaman boyunca sevdiğe kıza dokunmaktan mahrum kalmış bir genç adamın şefkati ve özlemi ile yapraklarını okşamaya başlıyorum. Bitki bilimiyle ilgili olduğum yıllardan öğrendiğim tüm o bilgiler sayesinde tüm çiçeklerin adlarını, türlerini hemen kavrıyor ve sevinçle gülüyorum. Anıtın çevresindeki insanlar ve anıtın çevresinden hızlı adımlara geçen tüm o yüzler bana şaşkın ve eleştiren hatta kınayan gözlerle bakmaya başlıyor. Bunun sebebini anlayamıyorum. Çevrelerindeki şu güzelliği nasıl takdir etmez ve binalarla dolmuş bu meydanda, caddede her şeye inat nefes alan bu çiçeklere nasıl sevgi duymazlar? Bir süre sonra formalı bir adam bana kızgın bir şekilde bir şeyler bağırıyor. Konuşulan bu dili bilmiyorum ama vücudun evrensel lugatındaki kızgınlığı hemen anlayıp üniformalı adamın çiçeklerin bulunduğu yerden uzaklaşmamı istediğini hatta emrettiğini tahmin edebiliyorum. Kalbim kırılmıyor değil, ama yine de bu çağı anlamadan, yapılan hareketleri değerlendirmemede kararlı bir şekilde, bana gülen insanlara ve bana kızgın sözler sarf eden adama gülümseyerek anıtın bulunduğu yeri terk etmeye başlıyorum. Güzeller güzeli bir anıtın görkemini ve çiçeklerin büyüsünü görmeyecek kadar gözlerine perde inmiş insan kalabalığını geride bırakarak tüm cesaretimi toplayıp caddeye doğru yürümeye
56
2.SAYI SINIR
karar veriyorum. Acaba nerdeyim? Burası hangi ülke? Konuşulan bu dil de nesi? Başımı döndüren bir sıklıkta etrafımı kuşatmış, caddeyi sarmalamış olan dükkanlarda İngilizce bir sürü isim yazdığını fark ediyorum. Burger King, Starbucks… ‘‘Sanırım İngiltere’deyim!’’ diye düşünüyorum ya da İngiltere’ye bağlı bir ülkecikte. Ya da bu çağın insanları kültürel bakımdan o kadar gelişmişler ki artık tüm dilleri evrensel bir dil gibi konuşabiliyorlar diye düşünüyorum ve bunun getirdiği cesaret ile yanımdan geçen genç adama Fransızca yani kendi ana dilimde ‘‘Affedersiniz genç arkadaşım. Burası neresi?’’ diye soruyorum. Çocuk önce kıyafetlerimden ve peruğumdan ötürü afallıyor sonra yavaş yavaş yüzüne yayılan tedbirli bir gülümseme ile ‘‘No French. Do you speak English? English?Yes?’’ diye cevap veriyor. Evet, şimdi eminim, burası ya İngiltere ya da İngiltere’nin egemenliğine aldığı bir ülkecik. Bu sefer genç adamı onaylayarak İngilizce olarak burası neresi diye soruyorum. Genç adam önce şaşırarak bana bakıyor sonra gülümseyerek ‘’İstiklal Caddesi’’ cevabını veriyor. ‘‘Peki, hangi ülkedeyim?’’ diyen ikinci sorumu sorduğumda çocuk önce dalga geçtiğimi düşünerek kahkaha atıyor, ciddi tavrımı fark eder fark etmez gülümsemesi donuyor ve beni tedirgin bakışlarla süzerek ‘’Tabii ki Türkiye’’ cevabını veriyor. Türkiye… Türkiye’de neresi? Çocuğa soru yöneltmeye devam ediyor ve ‘‘Burası İngiltere’nin yeni adımı yoksa İngiltere’ye bağlı yeni bir devletçik mi?’’ diye soruyorum. Çocuk şahsına bir hakaret etmişçesine bana sertçe ‘’Hayır, tabii ki de değil. Kamera şakası mı bu?’’ diye etrafına bakınıyor. Kamera? Şaka? Bu genç adam neden bahsediyor? Bahsettiği şeyin, kamera şakası dediği şeyin gerçekleşmediğini anladıktan sonra aynı tedirgin tavırda ‘’Bakın bunu ilk ve son kez söylüyorum. Burası İngiltere değil ya da İngiltere’nin yeni uzantısı hiç değil. Burası bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’dir. Eğer eski bir tarih arıyorsunuz Türkiye’nin tarihini İngiltere’de aramayın, illa arayacaksanız önceki devletimiz olan Osmanlı İmparatorluğu’nda arayınız ‘’ diyerek kızgın tavırlarla ve adımlarla yanımdan uzaklaşıyor. Aman Tanrım Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı mı? Uyuduğum süre boyunca neler olmuş böyle, inanması güç. Çevreme bakınmaya başlıyorum ve hep yabancı dilde yazılmış dükkan adlarına, kafelere rast gelmeye devam ediyor gözlerim. Evet, İngilizce isimlerle dolu her yer; gerçi bazı Fransızca ya da İspanyolca isimler de var sanki… Belki Fransızca bilen birileri vardır düşünceme yeniden sarılıp yanımdan geçen kişilere deli gibi bir şeyler mırıldanıp Fransızca sualler yöneltiyorum. Bilmediklerini belli eden mimiklerle yanımdan seri adımlarla geçip gidiyorlar, benden uzaklaşıyorlar. Bir süre sonra suallerim iyice mırıldanmaya dönüyor ve çevremden nehir edasında akan kalabalığın arasında komik ve çağ dışı giysilerim ve peruğumla adeta deli gibi bir oyana bir bu yana dönüp durduğumdan habersiz devinip duruyorum. Bir süre sonra insanlarım yanıma metal ve kâğıttan bir şeyler, görünen o ki bu çağın parasını bıraktıklarını ve farkında olmadan komediye dönen tavırlarımı bir tiyatro gösterisi sanarak kahkahalar atarak bana bahşiş bıraktıklarını görüyorum. Durmaları için elimle işaretler yapıyor ve bahşişlerini istemediğimi, sadece kendi dilimde anlaşılmak istediğimi söyleme çabasına giriyorum ama anlaşılan tüm çabalarım sözde tiyatromu daha da gülünç bir hale sokuyor ki kahkahalar ve çevreme atılan paralar da artmaya başlıyor. Sonunda çabamdan vazgeçiyorum. Hatta durumu kabulleniyorum, çünkü her ne kadar tüm bu yaşananlar, tüm bu sadakayı andıran kaba para atışlar kalbimi ve ruhumu incitse de çağın parasının işime yarayabileceğini, en azından son gezimde beni güvenle ayakta tutabileceğini düşünüp kırgın bir halde parayı cebime sokuyorum. Tam caddenin yanındaki bir ara sokağa girme düşüncesi içindeyken üstümdekileri süzerek fakat gülümseyerek yanıma birinin yaklaştığını görüyorum. ‘’Fransız mısınız?’’ diye soruyor Fransızca. ‘’Evet’’ diyorum umut ve neşeyle. ‘‘Size yardımcı olabilirim. Ben Fransızca eğitim yapan bir lise olan Galatasaray’da öğretmenlik yapıyorum.’’ diye konuşmasını sürdürüyor otuzlu yaşlarının başında olduğunu anladığım, yuvarlak gözlükleri ile bilgin görüntüsü çizen ve düzgün sakalları ile hoş sayılabilecek bu adam. Aslında İngilizceyi de iyi bildiğimi fakat birden kendi dilimi konuşmanın getirdiği güven duygusunu tatmak için Fransızca konuşabilen, ama en önemlisi benimle aynı dili konuşabilen birilerine ihtiyaç duyduğumu söylüyorum genç adama. Adının Tayfun olduğunu söyleyen adam gülümseyerek beni anladığını söylüyor. ‘’Üzerinizdeki kıyafetler’’…diyor, ‘’Sanırım tiyatro oyuncusunuz!’’ ‘’Hayır diyorum, bunlar benim normal kıyafetlerim’’ Önce şaşırıyor sonra ise gülmeye başlayıp ‘‘Siz ya bu çağın dışında kalmış bir insansınız ya da benimle dalga geçiyorsunuz.’’ diyor Tayfun. Bana olan bakışlardan bunalmış bir halde gülümseyip genç adama dönerek ‘’Evet, bu ikisinden biri’’ diyorum. Üzerimize üzerimize yürüyen kalabalıkları yararak İstiklal Caddesinde yürümeye ve sohbet etmeye devam ediyoruz. Tayfun gülümsüyor ve adımı soruyor’’ Jean Jacques’’ diyorum. ‘’Roussaeu mu yoksa?’’ diyerek kahkahayı basıyor. Aman tanrım diyorum içimden sevinçle, beni tanıyorlar. Bu çağın insanları beni tanıyorlar ve anlaşılan o ki çağdaşlarıma inat benim düşüncelerimi kavrayabiliyorlar. Tam onu onaylamaya yeltenirken Tayfun sözümü keserek ‘’ Ahh ne bayık bir adam. Yıllarca Fransız Dil ve Edebiyatı okurken o adamı okutup durdular. Entelektüellikse ben de entelektüelim ama adam cidden tam bir sosyal hayat ve toplumsal yaşam düşmanı. Ezilmiş bir adamın biri sadece. Kalemi güçlü tamam ama niye bu adamın yazdıkları bu tarihe kadar gelebilmiş kavrayabilmiş ve bu adam bazı kişilerce niye bu kadar tutuluyor anlamış değilim’’ diyor ve bu sözleri ile kalbimi çıplak elleriyle açıp içine hançer darbeleri sokuyor. Tam yanından yardımı ve sohbeti için teşekkür edip uzaklaşacakken ‘’Hayır dur bakalım’’ diyorum kendime. ‘’Eğer bu adam seni anlamadıysa onun seni anlamasına engel olan bu çağda bizzat bu adamla yürüyüşünü gerçekleştirecek ve 11. gezini yalnız değil, bu adamı çevreleyen ve düşüncelerine çevreleyen atmosferi bizzat onunla geçirip onu anlamaya çabalayacaksın. Hem baksana bu çağ ko-
kaybolandefterler
57
nusunda bu kadar karamsar olmayı da bırak! Demek ki yazılarım bu çağa kadar gelebilmiş ve anlaşılan yazdıklarımı sıkı bir şekilde takip edebilmiş ve algılayabilmiş kuşaklar var karşımda. Umutsuzluğa kapılma ve ne olursa olsun sana yardım etmeye çabalayan ve belki de yazdıklarını zoraki bir ders kitabı olarak okumak zorunda bırakıldığı için ön yargı ile okuyan bu genç adama küsüp gitme ve onu anlamaya çabalayarak bu nihai yürüyüşünü, gezini yine onunla tamamla.’’ diye geçiriyorum. Tüm bu düşüncelerden sonra Tayfun’a gülümsüyor ve onun anlattıklarını dinlemeye koyuluyorum. Korkutucu kalabalıkta ilerledikçe gözüme yol kenarında mendil satan yüzleri kirli çocuklar takılıyor. Cebimde utanç verici tiyatro oyunumda atılan paralar olduğunu hatırlayarak çocuklardan ikisine metal para uzatarak mendil alıyorum. İki çocuktan alınca beş çocuk daha bana bir şeyler söyleyerek mendillerinden almam için ellerimden tutup beni çekiştirmeye, beni zorlamaya başlıyorlar. Tayfun’a beni kurtarmasını isteyen gözlerle bakıyorum ve çocuklara bir şeyler bağıran Tayfun, beni onların ablukasından kurtarmaya çalışıp bir yandan da ‘’Bunlar böyledir işte. Siz tabii alışık değilsiniz böyle medeniyet dışı hareketlere. Bunlara elinizi verseniz kolunuzu gitti bilin.’’ diye bana dert yanarak beni oradan uzaklaştırmaya çalışıyor. Onlardan kurtuldukça benim para verdiğimi gören diğer bir çocuk grubu yanıma yaklaşıyorlar. Onların arasından Tayfun’un manevralarını izleyerek uzaklaşmayı başarıyorum. ‘‘İşte bunu sevmiyorum.’’ diyorum Tayfun’a. ‘’Evet, sefaletin iğrenç yüzünü öyle değil mi?’’ diyor Tayfun. ‘’Hayır diyorum sefalette utanılacak hiç bir şey yok ama sefil davranışları sevmiyorum. En önemlisi de görev haline getirilen iyilikleri sevmiyorum. Bir iyiliği ben istediğim zaman yapmalıyım genç adam. Ama bu iyilik artık karşı taraf cephesinden adeta doğal bir hak gibi alınmaya başlarsa, işte o zaman bu zoraki iyilik yapma zorunluluğundan hiç sevinç duymuyorum. Bu da beni insanlardan kaçmaya, yalnız gezen bir düşçü olmaya itiyor.’’ diyorum. Tayfun bana edalı bir biçimde gülümsüyor ve ‘’İşte şimdi adaşınız, Rousseau gibi konuştunuz’’ diyor. ‘’Yalnız Gezenin Düşgenleri’nden alıntı mıydı bu?’’ diyor gülerek. Yazdıklarımı az da olsa hatırlayabilmesi hoşuma gidiyor ve ‘’ Öyle de diyebilirsin genç adam. ‘’ diyorum gülerek ve durumu çaktırmamaya çabalayarak. Sonra ona dönerek, ‘’Aslında bu anlattıklarımı size de yorumlayabiliriz.’’ diyorum. ‘’Nasıl yani?’’ diyor anlayamayarak. ‘‘Siz de benim gibi zoraki olan şeylerden hoşlanmıyorsunuz. Jean Jacques Rouesseau’yu zorunlu olarak, bir ders kitabı olarak okumak zorunda bırakıldığınız için sevmiyorsunuz belki de o yazar ve düşünürü.’’ diyorum. Bir süre düşündükten sonra ‘’Belki de haklısınız…’’ diyor. ‘‘Bu gerçekten doğruluk payı olan bir tespit sanırım. Ama yine de bu kadar küskün ve bu kadar yanlış anlaşıldığını söyleyen biriyle özdeşleşirsem bu çağda ayakta kalamam, 21. yüzyıl bu biliyorsunuz, rekabet, atak ve etkiye tepkiyle karşılık verme çağı. Boşa duracak, yalnız gezecek yahut düş kuracak hiç zaman yok. Çünkü zaman para, para ise iyi bir hayat demek.’’ diyor bana. İçim sızlıyor bu söylediklerine ama yine de bana bu kadar açık bir şekilde savunduklarını söylemesi hoşuma gidiyor. ‘‘Öyle diyorsanız öyledir genç arkadaşım.’’ diyorum. Kar yağmaya, rüzgar yüzümüzü jilet gibi kesmeye devam ediyor. Hava kararmaya başlıyor. Kalabalıklar ise vücuduma çarpmayı sürdürüyor. Sanırım kolum morarmaya başladı. Hava çok soğuk, insanların sürekli üstümdeki çağ dışı giysilere ve peruğuma bakması daha da soğuk bir havanın tüm vücudumda esmesine sebep oluyor. Titremeye başlıyorum. Tayfun bunu fark ederek ‘’Bay Jean’’ diyor ‘’Üstünüzdekiler mevsime göre son derece ince ve peruğunuzun da kafanızı ısıttığından emin değilim, kıyafetlerinizle çağ dışı gözükmeniz ve herkesin size bakması da cabası. Madem bir tiyatrocu değilsiniz ve madem bu üstünüze zimmetli bir tiyatro kostümü de değil ve madem ki soğuktan titremeye başladınız, gelin sizi cadde üzerindeki mağazalardan birine sokayım ve size bütçeniz yettiği kadar yeni ve kalın bir şeyler alalım.’’ Önce itiraz edecek oluyor ve çağımı gizlemenin-çağımla gurur duyduğumdan değilüşümemi gizlememden belki de daha büyük bir onursuzluk olduğuna inanarak mırın kırın ediyorum ama sonra içimden ‘’ Eğer 21. yüzyılın içinde nihai gezini gerçekleştirmek ve bu çağın insanlarını dikkat çekmeden ve daha sağlıklı bir biçimde gözlemlemek istiyorsan Jean, bu genç adamı dinlemeli ve üstüne bu çağın kıyafetlerinden ortalama bir kaçını geçirmelisin’’diye düşünüyorum. İstiklal Caddesinde yürürken, gözüme sürekli renkli tabelalar ve afiş benzeri bir sürü görüntü kirliliği, bir sürü şekil ve simge takılıyor. ‘‘Tüm bunlar da ne?’’ diye sorduğum zaman, bana üzerlerinde yazan şeylerin ismini okuyor Tayfun. ‘‘Hayır, tüm bunlara ne deniyor ve bunların amacı nedir?’’ diye sualimi daha net bir biçimde yöneltiyorum Tayfun’a. Tayfun bana inanmaz gözlerle bakarak ‘’Sizin bu çağdan olmadığınıza inanmaya başlamak üzereyim Bay Jean’’ diyip kendi esprisine gülüyor. Kendi esprisine gülmenin 18. yüzyıla ait bir hastalık olmadığını anlayarak içimi geçiriyorum. Tayfun şaka yapmadığımı anlayarak ‘’Siz cidden izole bir kasabada ya da ne biliyim Afrika kabilesinde yaşamıyorsunuz di mi? ‘’ diye soruyor. Ben gülümseyince Tayfun içini çekerek ‘’Hala ciddi olarak bana bunu sorduğunuza inanmıyorum ama madem bu esprinizde ısrarcısınız o zaman söyleyeyim. Tüm bu mesaj ve görüntü karmaşasına reklam deniyor. Yani çağımızın efendisi olan sermaye sahiplerinin en sadık hizmetçisi sektörün yani reklamcılığın ürünü… Bir malı marka yapmak -ki mal değersiz, marka olan değerlidir- için ve bu markanın satışını arttırmak ya da daha fazla hatırlanmasını sağlamak için firmaların reklamlarını yaratmaları için bizzat çalıştıkları reklam ajansları
58
2.SAYI SINIR
aracılığıyla yapılan tüm bu reklamlar günün modasının belirlediği trendleri yayan markaları yaymak ve sermaye sahiplerinin işine yarayacak şekide tüketimi gıdıklamak için işte böyle tüm etrafımızı yıllardır kuşatıyor.’’ diyor. ‘’Hepsi doğru mu bu reklam dediğin şeylerin? Yani reklamlarda tüm söylenenler doğru mu?’’ diye sorunca ‘’Tabii ki değil!’’ diyor kahkaha ile. ‘‘Doğru olması değil, çok sattırması yetmekte zaten. Denildiği üzere; reklamın iyisi kötüsü yoktur, reklam olması yeterlidir.’’ diye ekliyor Tayfun. Ben şaşırarak itiraz ediyorum. ‘‘Ama bu çok yanlış bir düşünce değil mi Tayfun? Yani o zaman düşünceler de bu tehlikeli sulara girmez mi?’’ ‘‘Aynen öyle Bay Jean. Zaten artık bir filmde de denildiği gibi ‘Doğru ya da yanlış diye bir şey yok, sadece popüler fikirler var!’ Reklamı bol olsun, sana olan talebi çoğaltsın ve seni marka haline getirsin yeter. ‘’ Bu söylenenler ruhumu boğuyor ve kalbimi acıtıyor. Tanrım diyorum içimden, cidden nasıl bir çağa geldim ben böyle. Ama yok, her şey bu kadar kötü olmamalı. Baksana, hala gülen insanlar da var. Evet, evet çevremde gülen neşeli yüzler var. Bir süre sonra bu gülenlerin kıyafetimle dalga geçmek için güldüklerini yahut bana gülmeyenlerin çoğunun da yanındakini dinlemeden yanlarından geçtikleri dükkanların camından izledikleri kendi yansımalarından hoşnut olmaktan ötürü kibirli bir biçimde sırıttıklarını görüyorum. ‘‘Yok yok, ben yanılıyorum. Her şey bu kadar sahte, her şey bu kadar kötü olamaz öyle değil mi? Ben sadece kötü bir talih sonucu olumsuzlukları deneyimledim ama bir süre sonra çağın gelişmişliğini gözlerimin önünen serecek bir sürü olumlu değişimde göreceğim.’’ düşüncesine sarılarak umudumu canlandırıp Tayfunla yürümeye devam ediyorum. Artık hava iyice karardı. Kararan havaya rağmen kalabalık hiç azalmadı, hatta artıyor. Bana ve kıyafetlerime gülerek geçen kalabalıklara bakıyorum… Kendi üstlerindeki kıyafetlere, kalçalarından düşecek gibi bol gibi duran pantolonlarına, Rusya’da geziyorlarmış gibi sahte kürkten yapılmış kar botlarına, yüzlerinin her tarafına metal araçlar takılmış-ki Tayfundan öğrendiğime göre bu metal delgeçlerin adı piercingmiş ve bu çağın bir aksesuarıymış. Tanrım bu nasıl bir yüzyıl…- çehrelerine, garip şekillerde kesilmiş ve adeta bir kirpiyi andıran dik saçlarına yahut kızlardan uzun olan saçlarına, birbirinin aynı olan ayakkabılarına ve kıyafetlerine bakmadan benimle dalga geçiyorlar… Bu kadar birbirinin aynı giyinen insanlarla karşılaşmak ilgimi çekiyor ve Tayfun’a dönerek ‘’Tayfun bugün Christmas mı yoksa? Bu insanlar bir kıyafet balosuna katılacakları için mi böylesine gülünç ve böylesine aynı giyinmişler?’’ diye soruyorum. Tayfun ‘’Ömürsüzünüz Jean’’ diyor ve ekliyor ‘’Hayır bugün yeni yıl değil ya da bu insanlar bir kıyafet balosu içinde giyinmiş değil. Bu birbirinin aynı akımlar yaratan ve insanları işte tüm bu reklamlar vesaire ile ağına düşüren modanın standartlaştırıcı etkisinin kıyafete yansıyışı.’’ diyor. ‘‘Peki’’, diyorum ‘’aynı giyinmek insanları kızdırmıyor mu?’’ Tayfun gülüyor ve ‘’Şakasına ve benimle dalga geçişine devam eden dostum, her ne kadar dalga geçildiğimin farkında olduğumu bilsem de sorularına cevap vermeyi sürdüreceğim. Sualinin yanıtı hayır. İnsanlar aynı giyinmekten genel anlamda şikayetçi filan değiller, çünkü moda dışında kalırlarsa ve farklı olurlarsa dışlanmaktan korktukları ve modanın dışında giyinmenin tedavülden kalkan bir kişiliğin de yansıması olmasından korkarak, aynı zamanda da düşündüklerini yahut sosyal statülerini sözcük dahi söylemeden herkese göstermek için; tercih ettikleri, kabul ettikleri bir şey bu standartlaşma.’’ diyor. Şaşırıyorum. Zaten 230 senelik uykumdan uyandığımdan beri şaşırmak dışında ne yaptım ki? Tayfun’un beni giysi almak için götüreceği yere hem yanımdaki genç adamın beni şaşkınlığa sokan laflarını takip ederek hem de çevreme bakınmaya devam ederek ilerlemeye devam ediyorum. Kafelerin, mağazaların ışıklı levhaları gözümü almaya ve başımı döndürüp midemi bulandırmaya başlıyor. Yağan karın yüzüme vuran tanelerinin yüzümü ıslatması da cabası. Bedenim yorgunluk ve üşümekten infilak edecek gibi hale geliyor. Hemen beşinci gezimde kendimin dile getirdiği ‘’Yürek, bedenden daha çok gözetilirse, ufak mahrumiyetlere daha kolay katlanılır.’’ sözünü kendime hatırlatarak hala umut kırıntıları kalan yüreğime yaslanıyorum. Tam bu durumdayken karşı istikametten bize doğru yaklaşan iki hoş, uzun boylu genç bayan gözüme çarpıyor. Hoş ve bakımlı bu genç baylara tebessüm ederek bakarken bir şeyi fark ediyorum. Bayanların vücutlarının duruşundaki tedirginliği ve omuzlarındaki çantalara sıkı sıkı tuturak adeta sessiz bir savunma pozisyonu aldıklarını fark ediyorum. Bu gergin duruşun sebebini algılamaya çalışırken, çevrelerinden geçen kalabalığın gözünü dikip bu genç ve hoş bayana kendi aralarında dalga geçercesine güldüklerini, lafla saldırıda bulunduklarını görüyorum. Bakışları ve lafları ile rahatsız edenlerin çoğunluğunu erkekler oluşturmaktayken, bayanların bile zor durumda olan ve tacize uğrayan hem cinsilerine dalga geçercesine süzmeyi ihmal etmediklerini anlayarak üzüntüyle Tayfun’a dönüyor ve deneyimlediğim bu kötü manzaranın sebebini ve bu iki uzun, güzel bayana yöneltilen kaba tavırların nedenini soruyorum. Tayfun iç çekerek ‘’ İki güzel bayan değdiniz aslında önceden erkek olan şimdi ise kadın gibi giyinen yahut ameliyatla bayan olan travesti yahut transseksüellerdir. ‘’diyor. Ağzım açık kalıyor bu açıklamalara. Önce bana söylenenleri düşündükten sonra ‘‘Peki diyorum neden bu kadar kötü davranılıyor ve neden bu kadar aşağılanmaya maruz kalıyor bu insanlar? Tamam, bahsettikleriniz yani erkeğin kadın olması garip bir şey ama bu kadar kötü bir muameleyi kim hak eder söyler misiniz? Kendi komik ve standart giysi ve davranışlarına bakmayarak masum iki insana bu kadar kötü davranmanın gerekçesi ne olabilir?’’ diye soruyorum kızgınlık ve kırgınlıkla. ‘‘Yaşlı dostum, beni çağ dışı olduğun konusunda şu konuşmayı yapmasaydın inandırabilirdiniz ama bu söylediklerinizden sonra çağın dışında olanların sizin değil tüm o modern giysileri altındaki o kalabalıklar olduğu çok açık.’’ diyor bana iç çekerek. Ben de hüzünle iç çekiyorum. Tayfun konuşmasına devam ediyor ‘‘Bay Jean, bu ne yazık ki ahlak denen mefhumun ikiyüzlü, yanardöner tabiatından başka bir şey değil. Kendileri her türlü ahlaksızlığı yapan tüm bu kalabalıklar kendi
kaybolandefterler
59
ahlaklarını yüceltecek ve başkalarınınkini eleştirecek her türlü durumda saldırma fırsatını kaçırmazlar. O olmazsa, mahalle baskısıyla sustururlar. Alsana 21. yüzyıl ve 21. yüzyılda Türkiye.’’ Tayfun’un bu söyledikleri içimin daha da acımasına neden oluyor. Cidden hiçbir şey geçen onca asra rağmen değişmemiş ve gelişmesini beklediğim insanlar benden çok daha çağın dışında kalmış diye iç geçiriyorum ve Tayfun’a gülümseyerek ‘‘Jean Jacques Rousseau’ya benzemediğin konusunda emin misin genç adam? Kimsenin kalbine ve ruhuna girmese de romanlarda ve tiyatrolarda boy boy sergilenen köksüz ahlakı ve maske görevi üstlenen, sadece saldırmak amacıyla gerçekleştirilen ve savunmaya yaramayan ahlakı eleştirir Rousseau da. Ve bence sandığınızdan daha çok benzer yanlarınız var yazarla.’’ diyorum Tayfun’a gülümseyerek. Tayfun gülerek ‘’Her neyse… Size yeni şeyler alacağımız mağaza hemen üç bina yanda.’’ diyerek beni geçiştiriyor. Gülümsüyorum. Üç bina yanda dediği mağazaya gidene kadar karşıma beni şaşkınlığa uğratan neler çıkmıyor ki; konuşan kantarlar, sinema olduğunu öğrendiğim bir eğlence şeklinin-ki fazlasıyla önemli bir iletişim ve eğlence aracıymış bu sinema dedikleri- afişleri, her adım başı karşına çıkan biletçi adamlar-demek ki bu çağın insanının mutluluğu da şansa kalmıştı- , yayadan başka bir şey olmayan caddede bir ara sokaktan-Tayfun’un öğretmenlik yaptığını söylediği heybetli lisenin yanındaki ara sokakmış bu- karşımıza aniden çıkan yine o aynı korkunç görünüşlü, metalden yapılma sürat araçları, … Sonunda sadece yol değil aynı zamanda da çağ rehberim olan genç dostumla bahsettiği mağazaya geliyoruz. Dükkan önünde beni durdurup ‘‘Bay Jean ne kadar paranız var? Nasıl bir şey bakalım?’’ diye soruyor bana. Zoraki tiyatro güldürümden kazandığım tüm paraları cebimden çıkarıp eline veriyorum. Bana inanmayan gözlerle bakıyor, ‘‘Ciddi olamazsınız? Sadece bu kadarınız m var? Fena bir para değil ama kıyafet almaya yetmeyeceği de kesin. Siz cidden bir hayalet ya da geçmişten gelen bir ruh musunuz yoksa?’’ diyor bana iç çekerek. ‘‘Neyse’’ diyor ‘’benim de yanımda yetecek param yok ama bir fikrim var.’’ diyip beni mağazanın içine doğru çekiyor. Mağazaya o şekilde girince insanların bazıları dalga geçerek gülmeye bazısı da beni aşağılarcasına baştan aşağı süzmeye başlıyor hemen. İlk önce mağazanın sahibini olduğum sandığım bir bayan, ukala ve kibirli tavırlarla sanki her an bizi defetmeye hazırmışçasına yanımıza yaklaşıyor. Tayfun hemen kendinden emin ve kararlı bir tavırda kadınla Türkçe dedikleri dilde konuşmaya başlıyor. Snop kadın beni süzerek sözleri dinlemeye devam ederken bir süre sonra kafasını onaylarcasına sallıyor. Tam Tayfun bana konuşmaları açıklayacakken, hemen genç adama dönüp ‘’Bu bayan’’ diyorum ‘’Bu zengin görünüşlü bayan, mağazanın sahibi mi?’’Tayfun gülerek ‘‘ Hayır, yalnızca mağaza müdürü.’’ diyor. ‘‘Peki’’ diyorum ‘‘Türkiye’nin bir krallık değil de cumhuriyet olduğuna emin misiniz?’’ Bana şaşkın ve anlamayan gözlerle bakınca gülümseyerek açıklıyorum, ‘’ Kraldan çok kralcı olmak… Mağaza müdürü dediğin bayanın sadece görevli olduğu bir mağazanın sahibiymişçesine mağaza müşterisi profilinden farklı görünüşe sahip insanları aşağılaması…İşte bu ancak kraldan çok kralcı olmakla açıklanır.’’ diyorum. Tayfun bana bakıp önce bir kalakalıyor sonra ise kahkahayı basıp ‘’Sizi cidden sevdim Bay Jean’’ diyerek bana kadınla olan konuşmalarının içeriğini aktarıyor. ‘’ Bay Jean, sizin Fransa’da profesyonel bir gösteri sanatçısı olduğunuzu Necla Hanım’a söyleyip, son moda kıyafetlerden oluşturulmuş bir iki kombinasyonunda iki adet-size ve bana- parasız vermeyi kabul ederlerse sizin, mağazanın önüne daha çok müşteri çekmek için gösteri yapacağınızı söyledim’’ diyor. Ben tam itiraz edecekken, Tayfun ‘’ Reklamı sormuştunuz yaşlı dostum, işte artık siz de reklam dünyasına giriyorsun. Hemen itiraz etmeyin, bunu insanları ve çağı daha iyi anlamak için bir oyun gibi düşünün Bay Jean. Tek yapmanız gereken mağazadaki tezgahtarlardan biri sizi ve giydiğiniz çağdışı kıyafetleri gösterip ‘’Çağdışı giyinmek istemiyorsanız bizim markamızla çağın ötesini yakalayın!’’ diye bağırarak mağazaya müşteri toplarken gülümseyip kendi etrafınızda dönmek.Hem itiraf etmek gerekirse, benim için de bu önemli Bay Jean. Ben de ne zamandır bu markanın son moda kazaklarından ve paltosundan satın almayı arzu ediyordum. Hem bakın, iki adet vermeyi kabul ettiklerine göre hem siz bu dikkatleri üzerinize çeken demode kıyafetlerden kurtulacak hem de şu genç arkadaşınızı mutlu edeceksiniz. Bir taşla iki kuş diyoruz biz buna Bay Jean.’’ diye konuşmasını sonlandırıyor Tayfun. İçimden, ‘’Yine zoraki bir iyilik’’ diye geçirip iç çekerken, bu dikkat çeken kıyafetlerden kurtulmak ve yine de bu genç arkadaşımı mutlu edebilmek için bu aşağılayacağı teklifi kabul ediyorum. Bir saat kadar süren aşağılayıcı, ayaklı reklam panosu halinde oradan oraya dönerek gerçekleştirdiğim gösterimden sonra, tüm insanlık onurumu kaybettiğimi hisseden mutsuz ve bitkin bir halde, çağa uyumlu yeni giysilerimle-Tayfun da hemen üstüne yeni kazağını geçiriyor- mağazadan çıkarak genç adamı takip etmeyi sürdürüyorum. Birden Tayfun duruyor ve ‘’ Bakın sizi nereye götüreceğim…’’ diyerek beni çekiştirmeye ve lisesinin olduğu ara sokağa doğru beni itelemeye balıyor. Telefon kulübesi olduğunu öğrendiğim-ki telefon benden sonra olan yeni bir icatmış. Telefon önce kordonlu sonra ise cep telefonu olarak iletişime ve haberleşmeye büyük bir hizmet vermekteymiş. Üstelik artık görüntülü konuşma ile uzaktaki bir yerdeki insanla anında telefonla yüzyüze görüşme mümkün olmuş. Hatta bu durum eşlerini aldatan pek çok kişi için de yarardan çok zarar getirmiş. Tanrım ne çağ!- metal kulübe, mukavvadan evlerinde kardan titreyerek öylece duran sokakta yaşayan insanların yürek dağla-
60
2.SAYI SINIR
yan hali, adının uyuşturucu olduğunu öğrendiğim insana anlık zevk fakat ardından binlerce acı veren bağımlılık yaratan bir madde kullanan pek çok genç… ‘’Bu nasıl bir çağ? Ben nerdeyim? ‘’ düşünceleri ile zihnim meşgul olurken Tayfun beni bir yerde durduruyor. Bana dönüp gülümsüyor ve ‘’Bakınız Fransız dostum, burası Fransız sokağı, daha doğrusu yeni adıyla Cezayir Sokağı ama hala Fransız Sokağı olarak da adı geçmektedir.Ha Fransa, ha Cezayir, keyfimize bakalım yaşlı dostum!’ diyor. Dediklerinden bir şey anlamıyorum ama merdivenlerle kaplı, dar bir sokağın içine giren genç adamı takip ediyorum. Fransızca şarkılar kulağımı doldurmaya başlıyor. Herkesin huşu içinde dinlediği açık olduğuna göre demek ki hoş sayılan müzikler bunlar. Oysa ki bana o kadar anlamsız ve garip geliyor ki bu ezgiler… Az önce girdiğimiz mağazanın içinde kulağı delercesine çınlayan ve Tayfundan öğrendiğime göre adları pop müzik, rock müzik ve r&b olan müziklerden daha hoş bu sokaktaki ezgiler ama yine de çok garip ve çok tek düzeler. Bir süre dar ve merdivenle örülü sokakta ilerledikten sonra, Tayfun’un tanıdığı simalara rast gelmemiz sonucu, bu üç adamdan oluşan grubun yanına doğru gidiyoruz ve Tayfun’un coşkuyla bu adamlarla tokalaşıp sarıldığını görerek ben de tanımadığım fakat davranışlarındaki kibir ve gözlüklerinin duruşundan bu çağın entelektüelleri olduklarını farz ettiğim bu adamların masalarına oturuyorum. Tayfun hemen beni adamlara tanıtıyor ve Jean Jacques adını duyan üç adam da gülüp kibirlice ‘’Yoksa ‘Roussoe mu?’’ esprisini tekrarlıyor. Keçi sakalları, yuvarlak gözlük camları, ellerindeki şarap bardağı ile entelektüelliklerini tescillemek istediklerini hemen algılıyorum . Bu tekrarlanan espriden sonra birisi çok güzel olduğunu sandığı fakat sürekli gramer hatası işleyen Fransızcasıyla bana dönerek, ukalaca ‘’Jean Jacques Rousseau’yu bilirsiniz üstad, öyle değil mi? ‘’diye küçümsercesine bir laf atıyor. Gülümseyerek ve Tayfun’un gözüne bakarak ‘’Elbette, biraz bilirim tabii’’ diyorum. ‘’Biraz’’ sözcüğünü de duyunca bu sözde entel, üç adam başlıyorlar aslında bana ait olan düşünceleri anlatmaya, bahsettiklerinin ben olduğumu bilmeden beni övmeye ve beni pohpohlamaya. Ve benim felsefelerimi bana anlatmaya çalışırken öylesine komik ve öylesine yapmacık ve temelsiz bir hal içine giriyorlar ki, içimden bu çağın insanına en az 18. yüzyıl insana güldüğüm gibi gülüyorum. Bilmem hatırlar mısınız önceki gezilerimden birinde kendilerine ait olamayan felsefeleri kendilerinin gibi aktarma çabasında olan ve sırf üzerinde bilgiççe konuşabilmek için bir şeyleri inceleyen insanları ve kendilerini aydınlatmak için değil de başkalarına öğretmek için çalışan insanları eleştirmiştim… İşte 230 sene sonra, nihai gezimi gerçekleştirirken karşıma çıkan bu yapma entel grubunun durumu da aynen bu oluyor. Artık bu konuşmalara ve bu çağın yapmacık, hoyrat, temelsiz ve aydınlanmadan bir haber haline daha fazla tahammül edemeyeceğimi kavrayarak müsaade istiyorum. Tayfun ‘’Dostum, hey Bay Jean nereye gidiyorsunuz? Sohbet ve gece daha yeni başlıyordu oysa ki…’’ diyip beni vazgeçirmeye çalışsa da genç adama gülümseyip elini sıkıyor ve yaptığı her şey için teşekkürlerimi sunuyorum. Tam dönüp gidecekken Tayfun yanıma yaklaşıyor ve ‘’Şey Bay Jean, acaba bana biraz borç verir misiniz? Sanırım cebimdekiler beni idare etmeye bu gecelik yetmeyecek. Hem bunu bu minik gezimizde size yaptığım dostane rehberliğe sayarız; değil mi?’’ diyor. İçime bir kez daha büyük bir hançer darbesi iniyor ve cebimde zoraki tiyatro güldürümde kazandığım paraları çıkarıp Tayfun’un eline tutuşturuyorum ve genç adamın gözlerinin içine bakarak, ‘’Darbe bazen ıskalayabilir, ama niyet asla hedefini şaşırmaz.’’ diyip buruk bir gülümsemeyle genç adamın yüzüne bakıyor ve ‘’Yalnız Gezenin Düşgenleri-Dördüncü Gezi!’’ diye ekleyerek, şaşkın halde bana bakan Tayfun’u geride bırakıp oradan uzaklaşıyorum. Bu gezi artık bitmeli… ‘‘Yalanlar, çıkarlar, sahtelikle 18. yüzyılı çoktan geçmiş olan bu çağdaki ilk ve son gezim, hayatımdaki nihai gezim sona ermeli!’’ diye içimden sayıklayarak, sabah oldukça sakin olan ama şimdi ışıklı levhalı ve üzerlerinde ‘‘pavyon’’ yazan mekanların yanından geçerek, 230 sene sonra uyandığım laboratuarın bulunduğu sokak boyunca yürüyorum. Şansıma açık olan dış kapıdan hemen giriyor ve koşar adımlarla laboratuarın bulunduğu 2. kata doğru yürüyorum. Tüm o şanssızlıklarıma rağmen laboratuarın olduğu evin kapısının da açık olduğunu fark ederek-iyi ki açık bırakmışım- adeta karabasandan kaçan bir rüyazede gibi içeri dalıyorum. Derin nefes alıyor, laboratuarın perdelerini daha sıkı kapatıyor ve 230 sene uyuduğum aletin içine girerek aletin zaman ayarını ‘sonsuz’ a getiriyorum. Böylelikle sonsuza kadar yalnız bir adam olarak düş kurabileceğim düşselim içine adım atıyorum. Uyutulanın 230 sene uyuyan ben değil, yüzyıllar boyunca ayakta uyuyan çağlar, nesiller olduğunu düşünerek son bir kez iç geçiriyor ve sonsuz düş âlemime yol alıyorum. Hepsi bu… Ötesi yok…
kaybolandefterler
61
görsel: das leben der anderen / başkalarının hayatı - 2006 - almanya
KARAKUTUYU AÇMAK: SİNEMA SANATI GÖZÜYLE DOĞU ALMANYA
DUVARDAN KALANLAR H I D I R M U R AT D O Ğ A N
Yerküre pek garip. İnsanoğlu da öyle. Bir yerlerde duvarlar yıkılırken, diğer tarafta yenileri örülüyor. Bambaşka bir coğrafyada herhangi bir caddede yürüyüp başka bir ülkeye geçerken, Dünya’nın bambaşka bir yerinde tel örgüler çekiliyor bütün iyi şeylerin üstüne. Doğu Almanya, Demokratik Almanya ya da resmî adıyla Alman Demokratik Cumhuriyeti, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet kontrolü altındaki bölgede kurulan sosyalist cumhuriyet’ti. 1952 yılında Almanya’nın yeniden birleştirilmesini öneren Stalin Notası’nın ABD tarafından reddedilmesinin ardından Sovyet etkisindeki Doğu Almanya, 1954 yılında tam egemenliğini ilan etti. Doğu Almanya, Varşova Paktı üyesi ülkeler arasında yer almaktaydı. Hatta Çekoslovakya’yı işgal eden 5 devletten biriydi. 18 Ekim 1990’daki seçimlerde yönetimdeki Sovyet yanlısı Sosyalist Birlik Partisi, Volkskammer adı verilen ulusal parlamentosundaki çoğunluğunu kaybetti. 3 Ekim 1990’da Volkskammer, Doğu Alman toprağında Federal Alman Cumhuriyeti yasalarının geçerliliğini kabul etti. İki cumhuriyetin birleşmesiyle 1990 yılı içinde Alman Demokratik Cumhuriyeti’nin varlığı sona erdi.
62
2.SAYI SINIR
Alman Demokratik Cumhuriyeti, yani klasik tabirle Doğu Almanya, yaşamını sürdürdüğü onlarca yıl boyunca, Batı Almanya yani Almanya Federal Cumhuriyeti ile arasında kurulan duvar ve bu duvarın arkasında yaşanan baskı ve keskin kurallarla tanındı. Bu kurallar öylesine keskindi ki, Doğu Alman ürünleri kullanma zorunluluğundan tutun da, herhangi bir Batı Alman ile gerçekleştirilebilecek iletişimin büyük bir işkence ve tecritle karşı karşıya bırakan baskılara kadar giden boyutlardaydı. Doğu Almanya halkı bu baskılardan o denli bıkmıştı ki, ülkeden kaçış toplumun en büyük hayali olmuştu. Öyle ki Berlin Duvarı, yakın tarihimizin bir utanç anıtıydı artık. Duvarın yıkılmasının ardından, onlarca yıl gizli kalmış hikayeler de bir bir açığa çıkmaktaydı. Ancak tüm bu yaşananlardan önce, Doğu Almanya’yı anlatan filmler yapılmaya başlanmıştı. Helmut Käutner’in 1955 yapımı “Yıldızsız Gökyüzü” isimli filminde, oğlunu Batı Almanya’dan Doğu Almanya’ya kaçıran fabrika işçisi bir kadın ve ona yardımcı olan Batı Alman sınır memurunun ilişkisi konu edinmekteydi. Film genel anlamda Berlin Duvarı’nın anlamsız yönünü konu edinerek, insani eksende baskı sonucu dağılan hayatları anlatmaktadır. 1966 yılında Alexander Kluge’un yönetip oynadığı Abschied Von Gestern “Geçmişe Veda” filmi de Doğu-Batı açmazını anlatmaktaydı. Geçmişe Veda filminde, Doğu Alman bir kadının Batı Almanya’ya yerleşmesinin ardından yaşadığı uyum problemlerini anlatmaktaydı. Wim Wenders’in Cannes Film Festivali ve Avrupa Film Akademisi’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kazandığı 1987 yapımı Der Himmel Über Berlin “Berlin Üzerinde Gökyüzü” filmi, Doğu Almanya’nın son dönemlerine denk gelmekteydi. Bir meleğin insan olabilmek için dünyevi bir aşkın içinde yer almasını konu edinen film, anarşist bir anlatıma sahip olmakla birlikte bir çeşit müzikal dil kullanmaktaydı. 2007 yapımı televizyon filmi Die Frau Vom Checkpoint Charlie “Charlie Kontrol Noktasındaki Kadın” filmi, Soğuk Savaş yıllarında önemli insanlar için geçiş noktası olarak kullanılan ve şu an sembolik olarak Berlin’de hâla yer alan Checkpoint Charlie’yi konu almaktaydı. 2000 yapımı olan “Rita’nın Kimlikleri” isimli film, Volker Schlöndorff tarafından yönetilmişti. Anarşi ve isyanla damgalanmış bir dönemi anlatan filmde, 18 yaşındaki Rita Vogt’un, adalet duygusunun ve örgüt lideri Andi’ye olan aşkının etkisiyle, bir terörist hareketin içine çekilmesi anlatılmaktaydı. Doğu Almanya’da saklanmaya çalışan Rita’nın, duvarın yıkılışıyla bu sırrı yeniden açığa çıkmaktadır. 2003 yapımı Das Wunder Von “Berlin Mucizesi” isimli ve Roland Suso Richter’in yönettiği film, Doğu Almanya’nın son dönemlerinde rejime sıkı sıkıya bağlı bir polis ve onun punk’çı oğlunun hikayesi anlatılmaktaydı. 2011 yapımı “Sistem” filmi Marc Bauder tarafından çekilmiştir. Film, çalıntı mal ticareti yapan Mike ve içerisine girdiği Doğu Alman çetenin hikayesini konu edinmekteydi. 2012 yapımı “Burası Kaliforniya Değil” isimli film, bir Marten Persiel filmiydi ve daha çok belgesel niteliği taşıyan bir anlatıma sahipti. 80’li yılların Doğu Almanyası’nda yaşayan bir grup genç kaykaycının öyküsünü anlatan Burası Kaliforniya Değil filmi, bu grubun 1989’da Berlin Duvarı yıkılıncaya ve arkadaş grupları dağılıncaya kadar kaykaylarının ve eğlencelerinin ellerinden alınmasına karşı mücadele etmelerini anlatır. Tüm bu filmlerin yanında, 1985 yapımı Gotcha! (ABD), 1988 yapımı Polizei (Türkiye/B.Almanya) ve 2009 yapımı Hilde (Almanya) filmlerinde Berlin Duvarı’ndan özgün görüntüler yer almaktaydı. Bu filmlerin yanında en çok ses getiren dört önemli film ise şunlardı:
kaybolandefterler
63
BARBARA 2012 yılı yapımı “Barbara” filmi, Christian Petzold tarafından yönetildi. Nina Hoss, Alicia Von Rittberg, Kirsten Block, Susanne Bormann ve Jannik Schümann’ın oynadığı filmin senaryosu; Christian Petzold, Harun Farocki tarafından yazılmıştı. 80’li yıllarda, Doğu Almanya’da geçen filmde, rejimle yaşadığı sorunlar nedeniyle önce tutuklanan, sonra da taşraya sürgüne gönderilen doktor Barbara, her hareketi gözlenmesine rağmen Batı’ya kaçmakta kararlıdır. Fakat sürüldüğü küçük kasabada tanıştığı meslektaşı André, değer yargılarını gözden geçirmesine neden olur. Yakın dönem Alman sinemasından soğukkanlı bir dram.
ELVEDA LENİN! 2003 yapımı ve bir Wolfgang Becker filmi olan “Elveda Lenin!” hüzünlü bir veda filmi. Doğu Almanya yıkılmadan önce kalp krizi geçiren ve 8 ay komada kalan anne, dışarda olup bitenlerden habersizdir. Doktor en ufak bir şokta annenin ölebileceğini söyler. Bunun üzerine oğlu ona yapay bir dünya oluşturur. Hatta bunun için arkadaşıyla birlikte çektiği haber bültenlerini annesine izletir. Doğu Almanya’nın yıkılması ile sosyalizme inanan insanların hayallerinin yıkılışına dikkat çeken film dünyadaki politik sistemleri de eleştirmektedir. Daniel Brühl, Florian Lukas, Chulpan Khamatova, Maria Simon ve Katrin Sass’ın oynadığı filmin müziklerini ünlü Fransız müzisyen Yann Tiersen yapmıştır.
64
2.SAYI SINIR
BATI FREKANSI 2011 yılı yapımı olan “Batı Frekansı” bir Robert Thalheim filmi. Franz Dinda, Hannes Wegener, Volker Bruch, Friederike Becht ve Luise Heyer’in yer aldığı film dram ve romantik komedi ağırlıklı bir hikayeye sahip. Gerçek bir hayat hikâyesinden ilham alan Batı Frekansı, tıpkı Barbara gibi Doğu’dan Batı’ya kaçış hikayesi. 17 yaşındaki ikiz kardeşler Isabel ve Doreen gelecek vaat eden iki sporcudur. Genç kızlar ülkeleri Doğu Almanya’yı kürek yarışlarında temsil etmeyi amaçlar. Hazırlık için Macaristan’daki bir yaz kampına giderler ama yolda tanıştıkları üç Batı Alman genç, akıllarını çeler. Doreen’in çocuklardan birine âşık olup birlikte Batı’ya kaçmaya karar vermesi, o güne kadar hiç ayrılmamış kardeşlerin arasındaki bağı sarsar. Batı Frekansı, gençlik filmlerinden tanıdık yaz aşklarını, dostluğu ve kardeşliği işlerken, geçtiği dönemin ruhunu yansıtmak için Depeche Mode, The Cure, Camouflage gibi grupların şarkılarına da yer veriyor.
TÜNEL Gerçek bir hikayeden yola çıkan Tünel, aslında soğuk savaş süresince insanlık dışı bir şekilde ikiye bölünen bir halkın dramını arka planına yerleştiren ve Roland Suso Richter’in yönettiği heyecan dolu bir film. Tek amacı, aynı ırktan oldukları halde Almanların komünist Doğu Almanya’dan özgür Batı’ya kaçmasını engellemek olan Berlin Duvarı’nın inşasının başladığı yıllardayız. Su sporları şampiyonu Harry Melchior, konumundan ötürü kolayca diğer tarafa kaçabilecek durumdadır ama sevgili kızkardeşi Lotte’yi ardında bırakmayı içine sindiremez. Sonunda dayanamaz ve sahte belgelerle sınırı geçer ama geride kalan Lotte’yi de kurtaracağına yemin eder.Genç adam, bir mühendis olan en iyi arkadaşı Matthis ile birlikte bir plan yapar: Lotta’yı kurtarmak için duvarın altından bir tünel kazacaklardır. Matthis de kaçarken yakalanıp Doğu’da kalan sevgilisi Carola’yı bulmayı hayal etmektedir. Gruba annesini kurtarmak için katılan Fred ile tek amacı özgürlüğe hizmet etmek olan idealist Vic de dahil olduğunda harekete geçerler...
kaybolandefterler
65
Düşünmeye bir sınır çizmek için, bu sınırın iki yanını da düşünebilmemiz gerekirdi. (yani düşünülmeye elvermeyeni düşünebilmemiz gerekirdi.)
Sınır, öyleyse, yalnızca dilin içinde çizilebilecektir
ve sınırın ötesinde kalan, düpedüz saçma olacaktır.
66
2.SAYI SINIR
Ludwig Wittgenstein.
kaybolandefterler
67
NESLİHAN KARAHAN
NESLİHAN KARAHAN
68
2.SAYI SINIR
ÜFLESEN DAĞILACAK BİR ÜLKEDE BİR VAROLUŞ SAVAŞI OLARAK:
KARAHİNDİBA
Onların söylemi bu. Ve sanırım haksız da değiller. Üflesen dağılacak bir ülkenin, üflesen dağılacak yanları vardır. Ve bilirsiniz; rüzgarlara karşı durabilen pek fazla karahindiba çiçeği bulunmaz. Ancak görülen o ki, bütün yenik çiçeklere rağmen Karahindiba dergi burada, ayakta. Ne yazık ki, Endüstrileşen Dünya, renkli paketlerle sunduğu her hediyenin içinde güzel şeyler getirmiyor. Hele de buralara...
Ne yazık ki, okumayan toplum, Edebiyat, Kültür ve Sanat’a dair emek veren herkesin ve her şeyin bir varoluş savaşı içerisinde yok olmasına neden oluyor. Sermaye denilen o şey, daha çok popüler kültüre yaşam hakkı veriyor. Karahindiba, bu savaş içerisinde tam da oralarda bir yerde. Kaliteli Edebiyat anlayışıyla yola yayınlanan ve yayınlanması için büyük emek verilen dergilerin arasında ilk sayısıyla yerini alan Karahindiba, ikinci sayısıyla raflarda yerini aldı. Karahindiba’nın busayısında Ferhan Şaylıman’ın “Aslında Benim Tek “Ümit”imdi Mujica” isimli yazısının yanında; Handan Yıldırım, Ahmet Mücahit Bülbül, Cengizhan Genç, Ahmet Keskinkılıç, Kübra Sırmalı, Sadık Kılıç, Umut Erdoğan, 2015 yılı Yaşar Nabi Nayır şiir ödülüne layık görülen şair Mehmet Karaca ve 2015 yılı Ali Rıza Ertan şiir ödülü sahibi Fatih Akça birbirinden eşsiz şiirleriyle yer alıyor. Melike Uzun “50’lerden Günümüze Öykünün Yürüyüşü” isimli yazısıyla, günümüz öyküsünün temellerini çok güzel bir biçimde işlerken; Ercan Dansuk, “Yaratıcılık ve Yazarlık” bağlamında iyi bir incelemeyi okuyucuya sunuyor. Cihan Çınkı’nın “Yabancı ve Aylak Adam’da anlamsızlık”, Hatice Tosun’un “Latife Tekin’de Yoksulluk Üçlemesi”, Muhammed Taha Tunç’un “Aşkın Felsefesinde İki Uç: Badiou ve Schopenhaur”, Meral Bahar’ın “Popüler Kültür ve Kitle Kültürü”, Ceyda Kömürcü’nün “Şair gözüyle şiir dünyası” isimli incelemeleri dergiyi eşsiz bir arşivlik hale getirmiş. İbrahim Adıgüzel’in Behçet Çelik röportajının yanında, Çelik’in son kitabı “Kaldığımız Yerden”den “Yıldız Ormanında” isimli öyküsü de yer alıyor. Sanem Küçükarzuman, Ezgi Polat, Erhan Genç, Şeyma Sarıkaya, Meltem Gökçe, Uğur Uçkıran, Veli Bayrak, Tunç Toker, Anıl Mert Özsoy, Ata Egemen Çakıl, Müzeyyen Ülker, Yasin Özdil, Hazal Ünal, Barış Erdoğan, Esra Karagöz ise öykü ve denemeleriyle 2. sayıya eşsiz bir tat katmış. Karahindiba raflarda. Üfleyin... Yaşam katın...
kaybolandefterler
69
KAÇIŞLARI RESİMLEMEK
HANANE KAI ÇEVİRİ: HIDIR MURAT DOĞAN
www.facebook.com/hananekai hanane.me/
70
F D
2.SAYI SINIR
Dünya üzerindeki yoksulluk ve hak ihlalleri üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Concern Worldwide isimli oluşum, 2014 yılında Kuzey Lübnan’a giderek hayatlarından endişe ederek evlerinden kaçan Suriyeli kadınların hikayelerini dinledi. Bu uzun görüşmeler devam ederken, Lübnanlı sanatçı Hanane Kai, bu mülteci kadınların hikayelerini resimledi. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Suriye’den kaçan mültecilerin yüzde 50,5’inin kadınlardan oluştuğunu bildirirken, yanlarında yeni doğan bebeklerini bile taşımak zorunda kaldıklarını görebilmekteyiz. Hanane Kai tarafından resmedilen altı kadının bölünmüş hayat hikayeleri eşsiz bir biçimde anlatılmış.
FEDA
İki kız annesi. Eşinden ayrılmış. Ağırlık yapmasın diye yanına kıyafet bile almadı. Sadece boş bir Kent paketi vardı. Paket çocukluğundan beri en yakını olan kardeşi Mustafa’ya aitti. Birlikte tavuk kovalar ve oyun oynarlardı. Rejim tarafından bombalanan insanları birlikte kurtardılar. O havan saldırısında Mustafa öldü. Mezarı tehlikeli bir bölgede olduğundan yanına gidemedi. Sigara paketini göstererek bunu hayal ettiğini söylüyor.
AMİNA
Köyünü isyancılar bombaladı. Oysa iki gün önce sezeryanla doğum yapmıştı. Köydeki erkeklerin çoğu kaçmıştı. Amina kaçan kadınları izledi. Engelli çocuğu Taghrid, yeni doğmuş bebek ve diğer dört çocuğuyla kaçtı. Olanların bir kısmını hatırlamıyor. Yolda Taghrid’i bırakmış. Sonra dayanamayıp geri dönmüş. Bombalanmayı göze alarak gitmiş. Ertesi sabah kardeşi yeniden kaçmalarına yardım etmiş.
FARAH
Kocası Lübnan’a kaçmış. Kendisi kaçmak istememiş. Daha sonra ineklerini vuran bir asker evine girip her yeri dağıtınca, kızı korkudan dilsiz olmuş. Bir sabaha karşı, güzel bir elbise giyerek çocuklarıyla yola çıktı. Tüm yolu yürüyeceğini tahmin bile edemedi. 25 saat Lübnan sınırında bekledi. Vardığında ayakkabıları ve elbisesi paramparçaydı. Susan kızı başlarında bekleyen askere dönüp: “Annemi vuracaksan, beni vur!” dedi.
kaybolandefterler
71
ALAA
Köyü bombalandıktan sonra, kocasının da içinde bulunduğu köy erkekleri, ailelerini taşımak için mağaralar kazmaya gitti. Çocuklar silahlar ve savaş dışında hiç bir şeyden konuşmuyorlardı artık. Köy erkekleri buğday ve su getirdiler. Ama sonra gıda tükenmeye başladı. Alaa ve çocuklarI, ot yemek zorunda kaldılar. Her şeylerini 2000 dolara satarak kaçtılar.
fawda
Sakat doğmuştu. Kangrenli bir bacağı olan bir öğrenciydi. Ailesi kendisi için üzülmemesi gerektiğini öğretmişlerdi ona. Evleneceğini, iyi bir eğitim alacağını ve iyi bir işi olacağını düşünemedi hiç bir zaman. Kuzeninin düğününde birisiyle tanıştı. Yıllarca internet yoluyla konuştular. İyi arkadaşlardı. Evlerinin yıkıldığı bir gün arkadaşının önerisiyle çok sevdiği ailesini bırakarak kaçtı. Şimdi iki çocuğu var. Mülteci olmanın engelli olmaktan daha zor olduğunu söylüyor.
ASIA
Kocası ile bir gün marketten eve koşturuyorlardı. Akıllarında sadece çocuk bakmak ve yemek pişirmek vardı. Karlı bir Mart günüydü. Hoparlörlerden köyün işgal edildiği söyleniyordu. Yoğurt yapacaktı. İnsanlar karınca sürüsü gibi kaçmaya başladılar. O gece 20 kilometre ötedeki bir camide uyudular. Orada geçirdikleri dördüncü gecenin sonunda, evine geri döndü. Bu çok zordu. İki katlı evleri bir yıkıntıydı artık. Neredeyse hiç bir şeyleri kalmamıştı. Bir düğün hediyesi olan duvar saati sağlamdı sadece. Geriye dönüp son kez bakarken koltuğunun altına saati sıkıştırdı. Şimdi sığınma evindeki odasında asılı.
72
2.SAYI SINIR
NE DİNLEMELİ? 2003 yılında kendi bestelerinden oluşan “Tohum” adlı ilk albüm çalışmasıyla dikkatleri üzerine çeken Barış Güney bu kez de “Farımaz” adını verdiği üçüncü albümünü dinleyicileriyle buluşturdu. Barış Güney’den yeni albüm Uzun yıllardır müziğin içinde olan Barış Güney Farımaz albümüyle geleneksel müziğin en seçkin örneklerini sunuyor. Tüm albümlerini arşiv niteliğinde hazırlamayı hedefleyen sanatçı üçüncü albümünün ismini de “eskimez, durulmaz” anlamı olan “Farımaz”ı verdi. “Tohum” (2003), Düşlere Yolculuk (2009) albümleriyle dikkatleri üzerine çeken Güney, Farımaz’la da yine halk müziğinin en seçkin örneklerini dinleyicisiyle yeniden buluşturuyor.
BARIŞ GÜNEY
Albüm, konuk sanatçılarla bir bütünlük çerçevesinde kayıt edildi. Eski usül bant kaydının kullanıldığı Farımaz, digital sistemin getirisinin yanı sıra sanatçılardan götürdüklerini de bu ‘eski’ kayıtla ilk kez dile getiriyor.
TÜRK HALK MÜZİĞİ
Kardeş Türküler grubu ile konserler veren “Bahar” ve “Çocuk Haklı” albümlerinde düzenlemeler yapan Barış Güney, Arif Sağ ve Erdal Erzincan gibi bağlama ustaları ile de ortak çalışmalara imza attı.
FARIMAZ RED PRODUCTION
Arto Tunçboyaciyan ve Ara Dinkjiyan ile Avrupa’da ve Türkiye’de konserler veren sanatçı, yönetmenlik ve aranjörlükle de adından söz ettirdi. Farımaz albümünde, her biri enstrumanlarında kendilerini kanıtlamış olan usta isimlerden; Hüsnü Şenlendirici, Derya Türkan, Sezai Kocabıyık gibi isimler çalışmaya ayrı bir renk katarken, Barış Güney’in Bağlamada ve halk Müziğinde gelecek vaat ettiğini söyleyen Usta isim Arif Sağ’da Güney’in yeni albümünde bazı türkülere sanatıyla destek verenlerden.
Zazaca Kurmancî) müziğin bilinen isimleri arasında yer alan Ahmet Aslan, yeni albümü “Na- Mükemmel” ile müzikseverlerin karşısına çıkacak. “Wa û Waxt /Rüzgar ve Zaman” (2003), “Veyvê Mılaketu /Melek’lerin Dansı” (2008) adlı albümlerin ardından üçüncü albümü “Na-Mükemmel” 18 Aralık’ta dinleyicileriyle buluşuyor. Aslan’ın albümü Kalan Müzik etiketiyle raflarındaki yerini alacak. Dersim coğrafyasında geleneksel şarkıları kendine has tarzıyla yorumlayarak müzikseverlerin beğenisi kazanan Aslan, Anadolu müziğini Batı enstrümanlarıyla icra ediyor. Son dönemlerde repertuvbarına türküleri ekleyen Aslan; Türkçe, Kurmancî ve Kirmackî şarkıları seslendiriyor. Aslan, şarkılarında Dersim bölgesinin inanç, antropolojik ve psikolojik yapısını yansıtıyor.
AHMET ASLAN NA-MÜKEMMEL KALAN TÜRK HALK MÜZİĞİ
kaybolandefterler
NÂZIM HİKMET VE CEMAL SÜREYA ETKİSİ Aslan, seslendirdiği yeni ve geleneksel eserlerin yanı sıra “Na-Mükemmel” albümü için Türkçe edebiyatın önemli isimlerinden Nâzım Hikmet Ran ve Cemal Süreya’nın şiirlerini de besteledi. Ahmet Aslan, uzun yıllar üzerinde çalıştığı “La-Tar” adlı sazından ahenk, koral ve sadelikle armonize edilmiş düzenlemelerle oldukça renkli bir albüm olan “Na-Mükemmel”de yer alan şarkılarını 18 Aralık’ta Kadıköy Halk Eğitim Merkezinde ve 19 Aralık’ta ise Şişli Kent Merkezinde seslendirecek. Aslan’a Kemal Dinç’in eşlik edeceği her iki konserin de başlama saati 20.30 olarak belirlendi.
73
Görsel CEM TALU
{
Önüme gelen adamın yakasına sarılıp, “Beri bak ağam, ben kaçakçı, Adanalı Hasanım. Seninle iş yapmak istiyorum. Ortak olmak istiyorum. Olur musun?” diyemem ya. Meğer desem de olurmuş. Bunu neden sonra kaçakçıların içine girip kaçakçı olduktan sonra öğrendim. Neden sonra öğrendim ki bu kahvede oturanların yarısı, öbür kahvede oturanların tümü ve bu Antep şehrinin yüzde otuzu kaçakçıymış. Bu yüzde otuz, tarafımdan şişirilmiş değildir. Öyle bir şeyi kabul edemem. Bizler kaçakçı milletiyiz. Yalan bizden ırak olsun.
74
2.SAYI SINIR
Dergimizin yeni sayısından hemen önce, bir yenilik de web sayfamızdan gelsin istedik. Daha modüler tasarım, içerikleri ön plana çıkaran ayrıntılar, zamanın ritmine uygun görseller ve her zamanki gibi muhteşem kadromuzdan muhteşem eserler... Kaybolan Defterler Site... Yeniden yayında... kaybolandefterler.com ___________________
Eğer siz de Kaybolan Defterler ekibinde yer almak istiyorsanız, lütfen birden fazla eserinizi ve kısa bir öz geçmişinizi iletişim bilgileriniz ile birlikte mail@kaybolandefterler.com adresine değerlendirilmek üzere yollayınız. İyi günler dileriz.
kaybolandefterler
BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER!
kaybolandefterler
75
b a z x r
fb.com/kaybolandefterler twitter.com/kaybolandefter kaybolandefterler.tumblr.com instagram.com/kaybolandefterler youtube.com/KaybolanDefterler
kaybolan defterler BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER
KAYBOLANDEFTERLER
76
kaybolandefterler.com 2.SAYI SINIR