kaybolan defterler BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER
EDEBİYAT-KÜLTÜR-SANAT DERGİSİ YIL: 2 SAYI: 5
GÜZ
kaybolandefterler
1
O hiรง.
2
5.SAYI Gร Z
Sonra bir tepenin burcuna oturduk. Bir sigara yaktım, akşam serinliğini içime çektim. “Ne yapacağız?” dedi. “Hiç” dedim “Durup fırtınanın dinmesini bekleyeceğiz” _________________________ Sevdiklerinize sarılın. Daha çok ve daha sıkı. Yarın artık yok çünkü.
HIDIR MURAT DOĞAN Genel Yayın Yönetmeni
kaybolandefterler
3
VERA ANNESİ —
Zine hakkında
NECMETTİN TOPÇU
KAPAK GÖRSELİ FLORENTINA AMON
—
OĞULCAN KÜTÜK
YAYIN KURULU HIDIR MURAT DOĞAN FATİH AKÇA HATİCE TOSUN MELTEM DOĞAN
—
6
MİMAR SİNAN TERCAN
—
TAHA SAVAŞ
TAHA SAVAŞ
© Eylül 2016
19 22
21
gelmiş geçmiş tüm GÜZ MASALLARI’na dair… — TUĞBA COŞKUNER
ASLAN KOCAMAN
21 28 26 ONUR CAYMAZ:
SONBAHARI ÖPER GİBİ —
EMİR YAKAMOZ
25
BİLDİRİ SOĞUK 4 ALPEREN CAN SIRKINTI
EŞİK
—
İzinsiz kullanılamaz.
—
EMRAH ATEŞ
Güzde Gidenler Güzle Dönerler, Derdi Annem
Tüm içeriğin hakları saklıdır.
—
—
16 17 HAYVAN RÜZGAR YANIĞI KARNAVALI
GENEL YAYIN YÖNETMENİ DİZGİ-TASARIM ÇEVİRİ HIDIR MURAT DOĞAN
KARANFİL BİR SABAHTIR UYANDIĞIMIZ
1 BABAMIN ELİ 2
—
FATİH AKÇA
Ne çok korkuyorum, ne de çok ümitvarım. Herkes kadar. Herkes gibi. — EMRAH ATEŞ
5.SAYI GÜZ
40
HOR —
ONUR BEHRAMOĞLU:
SALİH TURAN
54
Mayakovski’nin soyadında ‘deniz feneri’ anlamı saklı, deniz feneri olmalıdır şâir; fırtınaları sapasağlam atlatmaları için küçücük kayıklardan dev gemilere kadar seferde olan herkese ışığını göndererek.
—
NUR YÂREN NACAROĞLU
KARANLIK BİR HAFIZANIN SONU — EMRE YILDIRIM
64 TÜRBÜLANS —
HIDIR MURAT DOĞAN
58 CEVAHİR —
AYŞEGÜL TABAK
76 GİDEMEDİKLERİMİZ
—
HATİCE TOSUN
SU UYUR GECEYİM PAYANDA
72
derinden SÖKÜLMÜŞ İPEK AĞLA MARİANNE —
74
EKOİN KAJMER
GECE İŞARETİ
BİR ÜÇ MEVSİM ŞİİRİ —
RIDVAN GÖKSU
GÜZ ARŞİVİ —
NUR YÂREN NACAROĞLU
kaybolandefterler
79
—
BEN BU GÜZDE TASLAK GİBİYİM —
81
48
80 PORFİRİ —
İBRAHİM ADIGÜZEL
84 5
FOTOĞRAF: EVA CAROLLO
Audi, vide, tace, si vis vivere Dinle, gör, sus, eğer yaşamak istiyorsan
—
LATİNCE ÖZDEYİŞ
6
5.SAYI GÜZ
VERA ANNESİ —
NECMETTİN TOPÇU
Düşe gül indi Ten kokuya mağaradır artık — bir gül tarihi değil midir gövdeme işlediğin yusuf’un gömleğini diken ellerin ve odaların yüksekliğiyle kurban olduğum ayak parmakların dokunup tıka basa fakirlikten arda kalana uzak, çok uzak bir sarmaşığın ismiyle oynayan çocuklar biraz gürültü biraz karanfilin olmayışını düşürmüştür kapına bir güle dair ne varsa hatırlayıp elimi unutuyorum paslı bir merdiven korkuluğunda göl kenarları ve bitmeyi henüz öğrenememiş su yeşili büyür, büyür gözlerinde bütün renkleriyle yolunu şaşırmış bir sardunya iyi olmak ihtimallerden sadece biriyse kalp için ve yollar gitmek kadar, bir yere varmanın da anlamıysa savaşın ve açlığın darmadağın ettiği bu ülkede seni seviyorum; bilmenin müthiş gerçekliği ve gönlüme batan iğnenin ağrısıyla.
kaybolandefterler
1
bABAMIN ELİ —
EMRAH ATEŞ
2
5.SAYI GÜZ
Önce şu soruyu sormak istiyorum. Aslında soru değil, isyan bu! Kaçımız, ailemizin ağzından güzel hatıralar dinliyoruz. Güzel olmasa bile olur hatta. Kaçımız, kendi ailemizi tanıyabiliyoruz? Şimdikinden daha da parasız olduğumuz zamanlarda, belki de yapacak başka bir şey yok diyeydi ama olsundu, çokça sohbet edilirdi evimizde. Hayal meyal hatırladığım sohbetlerden biri de, babamın gençken bir filmde oynadığı üzerindeydi. O zamanlar oturduğu mahallede film çekimine gelmişler. Eh, zaten milletin Yeşilçam filminden başka bir keyfi yok o dönemlerde, herkes hastası, tüm mahalleli gibi babam da hemen gidip başlamış seti dikizlemeye. Şans bu ya, ocakcı rolünü oynayacak biri lazımmış, babam da atlamış hemen. Allem etmiş, kallem etmiş, kabul ettirmiş kendini role. O vesileyle de Fikret Hakan ile tanıştığından falan bahsederdi. Yıllar sonra da Tamer Yiğit ile beraber kız kaçıracaktı babam. Adından belki hiç bahsedilmeyecekti ama en azından aile içinde bir şan şöhret sahibi olacaktı (bir önceki sayıda bahsettim bu konudan) Filmin adı Fidan, kadrosu ise enfes. Talat Bulut, Nur Sürer, Fikret Hakan. Konusu bilindik; fakir ailenin oynak kızı Nur Sürer’in, ailenin alnına kara leke çalmasını anlatıyor film. Ama insanız işte, bu hikâyelere her ne kadar alışkın olsak da bir yerimizden tutup yaralayabiliyor bizi. Çekim bitmiş, günler geçmiş ve film gösterime girmiş. Ama hayat bu, bir şeyleri çok beklediğinizi anladığında mutlaka aksilik çıkarır. 80li yıllar, babam zaten o dönem en az her işçi kadar komünist, bulaşmış bir iki olaya (başka sayıda yazarım) kaçmakla uğraşmaktan gidememiş filmi izlemeye. Sonra da düşmemiş üstüne bir daha.
kaybolandefterler
Yıllar sonra bir gün evde otururken televizyonda görüyorlar filmin başladığını. Çekirdekler alınıyor, akrabalara haber salınıyor. Bizim Ateş sülalesi Allah gibi korktukları babamı (alın size bir hikâye daha) televizyonda görebilmek için merakla bekliyor. Sonuç, babam filmde yok. Hiç gözükmüyor. Derin bir sessizlik çöküyor aileye, bu konuyu bir daha kimse de açmıyor. Bizde hayal kırıklığı babadan oğula geçtiğinden olsa gerek; aynı durumu yıllar sonra ben yaşıyorum. Askerden önce bir ajansa yazılıyorum; elim yüzüm düzgün belki keşfeden olur diye, kameraya göz değdirmeden figüranlığın hasını yapıyorum gittiğim setlerde. Nitekim üç yerinde görüneceğim diye tüm mahalleyi toplayıp gittiğim sinema filminde yalnızca iki saniye tek bir yerinde gözüküyorum. Daha sonra da gitmiyorum setlere falan. Neyse, esas adama dönelim biz… Geçen gün uzak akrabalar köyden gelmişti. Salonda siyaset konuşmaları bittikten sonra çaylarla beraber acılarımızı tazelemeye geçti sıra. Öyledir ya, sanki birine kaybını hatırlatmazsak daha çok ayıp ederiz diye düşünen akrabalarla, eşlerle, dostlarla çevrilidir etrafımız. Sonra konu nasıl oluyorsa babamın film mevzusuna kadar uzanıyor. Filmin adını büyük bir sırrı açıklığa kavuşturabilmiş edasıyla kekeleyerek söylüyor ablam. Aklımın bir köşesine kazıyıp filmi araştırmaya başlıyorum. Çok sürmüyor ama ilk bakmam gereken yere en son bakıyorum. Filmi youtubeden kolayca bulup defalarca izliyorum. Bizimkilerin filmi izlediğinde gözünden kaçan bir şey var. Babam filmde görünüyor. Lakin yalnızca eli görünüyor. Kahveci Davud’a çayı uzatan el, babamın eli. Gururlanıyorum…
3
KARANFİL BİR SABAHTIR UYANDIĞIMIZ —
ASLAN KOCAMAN
uzakları çağıran yollar var gözlerimi taşıran gökyüzü acının öbekleşmiş yalnızlıkları bulutları soluğuma kadar alçalmakta silahta korkunç bir ses! vicdanda bıçağın resmedilişi âh; bir memlekettir her göz içinde yürümek bir çağı büyütmektir düşersen de uçurumları hatırla kuşlara sürgün et yüreğini göç türküsüdür yaşadığımız her güz çocukluğundan sakladığın umut hazinesidir gözlerinin kır yüzündeki aynaları gözyaşlarınla yıka soluğundaki kanı bahar gül tenindedir yaprak yaprak işler karanfili sokakların evsizliğine bir kuru ayaz içinde son olarak aklından çıkarma deliliği
4
5.SAYI GÜZ
Retorik Ziyaretlerine Genişleyen Keder Zorunluluğu —
CANAN YILDIRIM
uygunsuz bir adrese mızıka çalan itiraflar eşliğinde suya bakılan köprülerde konuşmadan geldim gülleri susmak iyi gelirdi gri gök denemelerine uzayan hasar aralıklarından geçip bir kıyamete yenilip gelmemiz gerek önce siz cümle traşları bize neyi öğretiyor, ayaklarım yer çekimine tohumlar bırakıp bırakıp elleri tanrısız ebelerden doğuyor günler az tarih çok freud itirazları toplamında düşünülmüyor güneş sistemi cetvelin tanımında ben bir genetik zinciri uzantısında kalabalığa beyin ölümü gerçekleşen kalbin bıçağını uzatıp beklemek ayıbıyla büyük sözleri çayı ertelenmiş kahvaltı masası üzüntüsüyle türkçeyi annem gibi ağlarken kullanamıyorum
GÖRSEL: RYO IWAI
insanlar tanıdım kağıttan tekneler gibi bildiğimiz eskilerden, buyrun bu yol bize katmanlar halinde çiçek soy soy bitmiyor gövdenin çekirdeğini görmek kaburgada şimdi tüm sanılanları doğrulamış gibi yapalım bir süre bir balık anında hatırlatan cesedi ve gözleri mimikleri, eşitleri, eksileri yalın barutlar inayetiyle öylece.. begonya sevmeyeli tam yirmi yıl oldu ikna karelerinde reçel kaynatamıyor kadınlar
kaybolandefterler
5
6
GÖRSEL: Lesley Oldaker
5.SAYI GÜZ
EŞİK —
MİMAR SİNAN TERCAN
Bu şehrin bir nefesi var. Şöyle uzunca bir soludumu üzerimize doğru anlarım ki; yaz o rengârenk bavulunu toplamaya başlamıştır artık. Yerine sonbaharın; yalnızca gidenlerin eline yakışan, kalın deri saplı, dikdörtgen, köşeleri hafif soyulmuş ve kim bilir yeşilinin bir kısmı hangi istasyonlarda unutulmuş o hüzünlü bavulu gelecektir. Bundan sonra sırasıyla yavaş yavaş gün yüzünü çevirecek ve gölgeler ağaçları küstüre küstüre caddelere dağılacaklar. Havada biriken uyumsuz yığıntılar parlak alınlarımızı daha sık tehdit edecek, kalabalıkların arasında dolaşan yalın ayaklı çocuklar; kudretli bir baba griliğiyle onları kollayan binaların kirişlerine sığınıp, fark etmeden de olsa hayatı bir yönetmenin gözüyle seyretmek zorunda kalacaklar. Yol kenarlarına ince bir işçilikle dizilmiş olan ve yer yer kaldırımlardaki su kanallarını silme doldurarak, yer yer de sokak ortalarında pıhtı pıhtı öbekleşerek bizi doğanın kanının renginin sarı olduğuna ikna eden kuru yapraklarsa; gidenlerin adımlarını daha bir cesaretlendirmeye başlayacaklar. Mevsimin yarı ölü tavrı bacaklarımızın ferini çekip alırken, inip çıktığımız sevda sisifosları yavaş yavaş yalnızca bilge ihtiyarların anlattığı yalan yanlış söylencelere dönüşmeye yüz tutacaklar. Bizse, yani seninle ben; üst üste yığılmış evlerimize kaçıp, kumandalarımızın “play” tuşuna abanacak, bir süredir terk ettiğimiz yalnızlığımızın kıyısına doğru bir sehpa yanaştırıp, ona kaldığımız yerden bir bardak çay daha koyacağız. Benim pencerelere, seninse perdelere olan düşkünlüğün; bizi bir sevdanın eşiğinde ayazda bırakmana iyi bir bahane olacak artık. Beraber izlediğimiz filmler, beraber izlediğimiz filmler olarak kalacak. Bundan sonra ayrı ayrı dalıp gideceğiz bizden başka kimsenin bilmediği o siyah beyaz Yeşilçam filmlerine. “Burada olsaydı bu sahnede kesin basardı kalayı” dediğinde olacak, “Şimdi burada olsaydı kesin çaktırmadan ağlardı” dediğimde... Film sonu kavgalarımızın yerini alelade bir sessizliğin almasına da alışacağız mecburen. Başkalarının yanında, birbirimizin yalanlarını ölesiye savunmamız bile pencereden sızan rüzgârla pervaz diplerine itilip beklemeye koyulacak. Ben yine bir gece yok yere celallenip “bireyin iradesi, türün iradesinden asla üstün olamasa da koklamak diye bir şey vardır” diye diretirken; yanımda bir başka kadın müthiş güzel yalan söyleyen gözleriyle -yarın ne giyeceğini düşünerek- beni haklılığıma inandırıp, sakince susturacak. Her akşam eve girdiğimizde gözümüze ilişen bir kitap, yalnız altı çizili bir cümleye iç geçirip mutfağa doğru yürüyüşümüz kadar kıymet bulacak. Saçların akşamları karşımda o sinsi boynunu tavaf etmek yerine, gözlerimin arkasında zihnimi yırta yırta dönüp duran bir otobüs tekerine dolanıp mevsim bitene kadar eriyip gidecekler. Ve bir süre sonra kış bastırdığında, üşümeyi hiç sevmeyen sen -soğuğun verdiği ürperti ve telaşla- her sabah uyku mahmuru bir kız çocuğunun adımlarını ayağına geçirip, sürekli rüyana giren o ürkütücü patikanın diğer ucuna doğru kayboluyor olacaksın. Akşamları eve döndüğünde sırtındaki küfede biriken hastane kokusunu odanın ortasına bırakıp soyunmaya koyulacak, sanki bir köşede seni izliyormuşum hissinden sıyrılamayınca da, tenini benden saklaya saklaya yatağının uzak köşesine çekilip, öylece kıvrılıp kalacaksın. Bense bütün kış bu debdebeli şehrin, soğuktan iyice hoyratlaşmış insanlarının üzerine doğru yürürken, bir sonraki mevsimin eşiğine varıncaya dek dilimdeki türküyü hep sen dinliyormuşsun gibi söylemeye devam edeceğim.
kaybolandefterler
7
“
“
dv
Aşk: Yazı kışa baglayan ara mevsim
8
9
5.SAYI GÜZ
AŞK —
ŞİRİN DÖĞÜŞ
kaybolandefterler
9
YUSUF, YAKUP, KADIN —
ULVİ KOÇU
şimdi Yusuf nasıl yakarır kör kuyularda dipsiz uçurumlar değil derin kuytularda yanmış evinin kapısında feryat içinde bir kadın Yusuf gibi çaresizdir, Yusuf gibi yalnız hangi Yakup anlar bilinmeyen dilini ovalarda vurulmuş yetim sesini karanlığa karışmış feryatlarda sahipsiz yakarıştır, hüviyet bulur nüfus cüzdanlarında Yusuf körpe bir çocuktu kuyuya düşende kadın -ha ölmüş- bir keklikti sürgüne gidende el pençe, akıl zıvana, yürek yaralı,dil lâl, göz âma, hiçbir kitapta yazmayacaktı Yusuf’un saltanatıyla yalnız Yakup avunacaktı kadın ağlayacaktı/ kadın hep ağlayacaktı ağladığı dille yangınlara karışacaktı...
FOTOĞRAF: ULVİ KOÇU
10
5.SAYI GÜZ
KAYIP ANNELER, KAYIP ÇOCUKLAR —
ULVİ KOÇU
Gülen gözlerinle sen, Alev almış bir sokak olunca Umarsız tedirginliklerle hoş geldin dedik, Yangınlardan kaçırdığın çehrene… Gülümsemelerinin ardına sakladığın, Koşar adım gizlediğin; Onarılmaz acıların Bulutunu kaybetmiş, bir yağmur tanesiydi… Hayatı anlamaya çalıştığında sen Yüreğinin feryatları annelerle çınlıyordu Ve yirmili yaşların, Annelere yollanmış bir, elveda… Geriye kalan, vatansever sözcükler Geriye kalan, Tutsak edilmiş diller, heceler… Biliyorum, sözcükleri çalınmış kız Hüzünlerin doruğunda bir ırmaksın sen Ne kadar kapılsan da hayat deryasına Yine sensin; rüzgar eken, fırtına biçen… Ve bir umut terk edince kapını Hemen kapılma düş kırgınlıklarının şehrine Açık tut kapını Yarınların tebessüm seherine… Düşün, yarınları çalınan kız Bir düşün; Sana benzeyen sayısız yüzleri Gelmeyen sabahlarda, gecede tutsak evleri Sonra savaşları düşün; Gözleri önünde annelerini kaybeden çocukları, Babaları vurulan çocukları, İşkence edilen, aç bırakılan, Tecavüz edilen çocukları…
kaybolandefterler
Kimbilir acıyı sıralamak ne de kolay, Onca unutulan basit mutluluklar arasından Ve senin çocuksu gülüşlerin; Öğrenci evimizin dostluk türküsü… Kiralanmış bakışlarınla sen, Dalgasız bir deniz olunca Yakamozlardan manzara çaldık Devrimci yüreğimize… İçinde biriken acıların Hesabına yetişemezken sayısal veriler, Sözel aldanışlarla geçiştirirdin Umarsız gerçekleri… Ve anneler hoşça kal dediğinde sana Üstelik alışmamışken yirmili yaşa Nehirler akmasa ne olur sanki, Yıldızlar parlamasa… Güneş doğmasa… Düşün çocukluğu olmayan kız Bir düşün; Açlıktan ölen anneleri, Yavrularını yitiren anneleri Türkçe bilmeyen, Sürgün edilen, Dilleri yasaklanan anneleri… Kayıptı çocukları Vatanları, evleri... düş görme sevdasına gittiler, yalın ayak sesszice bittiler...
11
İKİ NEHİR —
ULVİ KOÇU
gecenin sessizliği seni özlemektir biliyorsun her biri Fırat olur gözlerimin düşer peşine Dicle suyu teninin gecenin sessizliği ayrı kalan iki nehirdir biliyorsun ve yarım kalmış bir güneydoğu şarkısı özlemek, iki nehirden taşan iki haylaz su birikintisi gecenin suskunluğunda gizlice buluşan iki suyun hikayesi... biliyorsun, gün ışığına kalmaz karışırlar akıntıya sonra özlemek delice bir özlemek... Dicle haykırır durmadan Fırat dinler sessizce dinler sonra gece sonra suskunluk sonra kavuşma düşleri sorgusuz bir şarkıda özlemek sınır dışı ellerini öpmek kaçak dağ türkülerinde gülüşünü özlemek... gecenin sessizliği seni beklemektir biliyorsun biliyorum, sende Dicle olup Fırat’ını bekliyorsun... FOTOĞRAFLAR: ULVİ KOÇU
12
5.SAYI GÜZ
tavan arası —
TUĞBA TURAN
kaybolandefterler
13
arka bahçe —
TUĞBA TURAN
14
5.SAYI GÜZ
kaybolandefterler
15
RÜZGAR YANIĞI —
OĞULCAN KÜTÜK
Her ölen bir kimsem için bir pencereyi daha kapattım Daha gün sabahı eder etmez ve otuzuma henüz girmeden. Oturup önünde türküsünü soyduğum bir pencereyi daha sıkı sıkıya örttüm Ne türkü bildim susmaya, ne içinde ağıt tuttum. Görünen köye kılavuzla direnirken yalnızdım. Oysa birlikteyken sesimizde duran kelepçeyle konuşurduk hep Bu yüzden ağlayamazdık yerimizde. Bir çift kaşık yetmezdi artık, Bir mum rüzgâra daha ne kadar kırabilirdi kendini? Her şeyi görüyordum ağaç eğilir Dalından değil, türküsünden düşer yaprağı. Su katıktır, toprak hiç yalnız kalmamıştır. İnsan çağırmaktan yorgundur, Usanmıştır tohuma yuva olmaktan. İçimde başıbozuk bir yemin, Kabuğunu terk etmiş hayvanlar Posalı günlerden kalma taşra ağrısı, Şuramda illa ki yanlış dualar. -hayvanlarını avutamadık Minâ. son uykusundan bugün uyanıyorlar. Ayrılığın bir gün önce eteklerinle sildiği yollardan Ertesi gün ölüm yürürdü, diyoruz ve Biliyoruz ki sımsıkı özlemeden kimseyi Resimler yanarak inmeden duvarlardan Yani incelmeden ölümün urgana dönük ipi Tam manasıyla ağlayamıyordu insan. -denize takılıp eylüle düşer şimdi güz yıllar sonra ilk defa, yağmura katlar annem çamaşırları. Yani sebeptir ki gidişin incecik bir telaş bu rüzgâr yerinde Şimdi olmadığın her gün için sapasağlam bir dal çatlar çatlar durur yüzümde.
16
5.SAYI GÜZ
hayvan karnavalı —
TAHA SAVAŞ
kehanet gerçekleşti kümesin horozu artık bi’ anarşist. Orwell’ın isyancı domuzunu kümesin en taşaklı tavuğu kızartıp yedi. -tavuk Müslüman değilmişkedinin bu olayda bi’ rolü yok ama o da ‘’Allah’’ demiş. civcivler pek militarist tek sıra, aynı anda ‘’pata pat, pata pat, pata pat’’ eşeğin gözleri hâlâ çok güzel ah Tanrım eşek gözlü bi’ sevgilim olsa sevişmeye kıyamam -cennette seks günah değilmişgayda çalan bir İskoç’un köpeği kümesten kaçtı. atkestanesi bulup atom bombası yapmak istiyorum ama kümeste at yok. bombalar çocuklara yağar hiç ölen komutan yok. ve aynıydı gözyaşlarının rengi kümeste kurşuna dizilen bi’ siyahla kümeste kurşuna dizen bi’ beyazın.
GÖRSEL: GEORGE BUTLER
kaybolandefterler
17
SATILIK BEBEK AYA K K A B I L A R I / HİÇ GİYİLMEMİŞ FOR SALE: BABY SHOES, NEVER WORN
18
5.SAYI GÜZ
Güzde Gidenler Güzle Dönerler, Derdi Annem —
TAHA SAVAŞ
çapraz ateşe alındı göç yollarındaki vuslat şairleri güzü yakalayıp getireceklerdi bana bekledim, hep bekledim ve beklemek ihtiyar bir orospuya dönüştü bense güzden alacaklı bir aksak krala annem inandırmıştı beni güzde gidenler güzle dönerler diye anneme inanmasaydım çarpılırdım ben soğan doğruyordum o an anneme inandım ağladım şimdi o inanmanın lanetli, ekşi tadını hiçbir dua ve hiçbir şeftali kokan dudak geçirmiyor güzü beklemekten sıkılınca karahindibalara üflemekle geçen çocukluğum geceleri sağanak uyurdu bu meteorolojik travma hâli en çok babamı ıslatırdı, bilirim bir mezara sadece çeşme suyu dökülmezmiş, öğrendim.
GÖRSEL: GEORGE BUTLER
kaybolandefterler
19
“ağlama, ölmeyeceğim” E S K İ B İ R E S K İ M O Ş İ İ R İ / D Ü N YA’ N I N E N K I S A Ş İ İ R İ
20
5.SAYI GÜZ
SONBAHARI ÖPER GİBİ —
EMİR YAKAMOZ
Mevsim sonbahar; yelesine birkaç hatıra takılır çocukluğumun, ben en çok bu mevsimde yalnız başına otururum, içimdeki soğukluk yeryüzüyle doğru orantılı. Dört bir yanım mecazî yağmurlar evet bildiniz, mevsim sonbahar. Kimyası değişiyor gitgide renklerin, ben değişiyorum gidenlerin ardından. Bir insan doğuyor ülkemin şarkında ve aynı hızda çirkinleşiyor garba varmadan. Ah garip Eylül, boynu bükük Ekim; yağmurda ağzı açık gezen Kasım, izin verin bana olur mu verin ki mahcubiyetimin sınırlarına daha çabuk varayım. Mevsim sonbahar, bugünlerde gizli yazılmış bir şiir gibiyim, modern cinnetlerimi en çok bu mevsimde geçiririm. Bir yarımı şimdi yitiririm, ötekiyle canımı çekiştiririm. Kelimeleri sancıyla da doğursa ellerim, seni şiirlerin en güzel kadını ilan ederim, senin de sonbahardan bir farkın yok sevgilim. Ben bütün coğrafyalarda muhtaçken sana senin yerine sonbahar geldi, yüreğimin tam ortasına. Şimdi duamın tam ortasında sen, koynumda ise sünnetsiz güz; unutma ki ikimiz de çiçeklerin ölümünden üzülür ruhumuzdaki ortak soğuk havadan dolayı üşürüz. Günler ücretsiz cellat olur bizim için, sadece böyle bir hücrede yaşayabiliriz. Sen ellerin titreye titreye halat örersin, ben ise şiir yazarım. Söyle, bir şiire bağışlanır mı canımız? Evet, mevsim sonbahar ve birlikte bir ağaca yaslanmadan ölebiliriz.
GÖRSEL: GEORGE BUTLER
kaybolandefterler
21
gelmiş geçmiş tüm GÜZ MASALLARI’na dair… —
TUĞBA COŞKUNER
Bu yazı; ilahi pusulayı deterjan çağının kolalı gömleklerine muskalamayı adet edinmek ve okuyucuya bir iğde dalı uzatmak niyetiyle, bir an olsun ahvalden kuşkulanmayı becerebilmek için, reklamların sıcak su ekleyip 2 dk karıştırarak hazırlanan başarı formülleriyle dolu olduğu dönemin başının üzerine denk düşen her gökte ayrı ayrı cennetler konuşlandıran insanlarına ithaf edilmiştir. Avuçlarınıza nar ağaçları dikemeyeceğim ama saçlarınıza kestaneler atfedebileceğim bir mevsime koşarken ucundan kıyısından ya da tam ortasından sonbaharla alakalı veya sonbahara adanmış masallardan oluşan Feridun Oral tarafından şimdiye dek gördüğüm en iyi çizimlerle nakışlanmış ve derleyip toparlayanı, bir çeyizmişcesine bohçalayanı ve çevirmeni Tarık Demirkan olan kitaptır Güz Masalları. Bu yüzen de Yapı Kredi tarafından sadece üç baskısının yapılmış olmasının ayıbını hangi kilimin altına süpüreceğiz, bilemiyorum. Ya da 100 bilmem en iyi listelerinin birinde neden ismi yok, muamma. En iyisi mi biz vicdan azabımızı buraya bırakıp kitapla biraz daha içli dışlı olmaya, salıncak kurmaya ya da beş çayına gidelim. Rüyaları yiyip bitirecek düşkurdu yirmi iki güzel masaldan oluşuyor işbu deryadil kitap. Metinlerin her biri başka başka diyarlardan üflenmiş de kucağımıza konmuş gibi adeta. Aralarında Türk, Tatar, Macar masalları gibi anonimlerle beraber şahısların yazdıkları da mevcut. Ay’a aşık olan cırcır böceğinden eşyaların isyanına; ateş kızlardan korkutmayan korkuluklara; kargaların saymasını bilip bilmediği bahsinden kirpilere dek onlarca güzel düşünceye can suyu olan farklı farklı milletlerin kült eserleri var kitapta. Didaktiklerle birlikte lirik masalları da barındıran eseri, herhangi bir yaş sınırlamasına tabi tutmak haksızlık olur. İlkokul çocukları için çizimleri sayesinde daha cazip görünse de büyüklerin de ilgisini çekecek kadar albenili. Tatar ve Türk masalları, bu halkların yaşayış ve inançları itibariyle daha çok bilgelik hikâyelerini andırıyor. İngiliz edebiyatına ait olabilecek masallarsa efsunu, gizemi ve efsaneleri sırtlamış. La Fontaine’le akraba metinler de kitabın içeriğine dahil, ocak dışı değil. Bu kadar farklı kültürle bir araya gelmeyi ve gelsek bile beraberce kalabilmeyi beceremediğimiz düşünülürse böyle nazenin eserlerin ehemmiyeti daha da esaslı hale geliyor. Birçok kültürün aynı cilt içerisinde hemhal olması düş, kaygı, inançların da aynı demi almaları
22
5.SAYI GÜZ
için birebir. Zaten masallar da Sokrat semineri parantezinde yeni nesillerce konuşulacak düzeyde. Metinler; erdem, empati, yardımseverlik, kültür, saygı gibi değerler eğitimine dair unsurlarla mayalanmış. Sadece yaban ördeğine dair bir masalda insanın hayvanlara karşı bencilce bir tutumu var ki bu da insanın adaleti ve vicdanı üzerine düşünmek için bir fırsat olabilir. Kelime tacirliğine prim vermeyen ve çocuklar için steril edebiyat ürünlerinden biri sayılabilecek bu kitabın derisini yüzmek, masalların mahremine girmek istemiyorum. O yüzden biraz zahmet olacak ama kitabı okumanız, okutmanız konusunda ısrarcıyım. Eminim ki şekerrenk düşüncelerle kapağını kapatacaksınız. Bu kitapla Hasan Ali Toptaş’ın Ben Bir Gürgen Dalıyım isimli kitabı kan kardeşi olabilir ya da birbirinin ahretliği. Saçlarımızdaki güneş lekelerinin geçmeye başladığı bir mevsimden, gözlerimizin yavaştan ıhlamur gibi kokacağı bir mevsime geçmemizi sağlayan köprü mevsimden sursuz kentler inşa etmek isterseniz bu kitapları amentü gibi yazıp en çok düşündüğümüz düşlere iğnelemenizi tavsiye ederim bu sebeple. Canımıza ağırlık veren ne varsa masallar sayesinde kurtulacağımızı söylemiş büyükler. Ve o büyüklerden başka biri de, masal okumayanlar resim yaparken çiçekleri bile cetvelle çizer diye eklemiş. Boğmacaya tutulmuş ya da kafamızın içindeki kaldırım taşları sökülüyormuşcasına dünya ve insan telaşına kapıldığımız günlerde masal öyle arada sırada sığınacağımız bir liman değil başımızı sokacağımız bir ev olmalı. İşte bu yüzden… Normalde bulutlara menekşeler ekemez, Tanrı’dan onları sulaması için yağmur yağdırmasını bekleyemezsiniz. Ve yine hayatınız boyunca hiç pekmez kalpli insanlar da görmemişsinizdir. Uykuların ne renk olduğunu da bilemezsiniz. Kırlangıç kanatlarından dilek ağacı olup olmayacağını, onlara hayalleri kurdeleleyip kurdeleleyemeyeceğimizi de. Gözlerini mürdüm eriğinden alan bir kadınadamla da hiç tanımamışsınızdır. Şekerlerin de bir bayramı olduğunu ve bayramlarının ismini insan bayramı koyduğunu da hiç düşleyemezsınız mesela. Tabi bir masalda yaşamıyor ya da güzlere dair bir kaç masalı yaşatmıyorsanız. Dipçe: Kalbinizin üşümemesi ve çizgili pijamalı çocukların olmaması dileğiyle. İyi güzler.
kaybolandefterler
23
ADI ÖLÜM OLAN ŞİİR —
ALPEREN CAN SIRKINTI
Titreyen floresanlar ülkesinde Sana adı ölüm olan Bir şiir yazdım
Kinimden yaptığım kılıçlar
Getsemani bir bahçedir Kaç tanrıya ihanet ettin öperek
Ben
Kaosa trampetler çaldım Diken diken tüylerin arasında Şu gökyüzü şahit olsun Yırtık bir kazağın Ve yırtık bir tenin ardında Hep bir bıçak vardır
Ve yine kendi kanımda soluklanacağım
Lanetler okuyarak suladığın toprak Göğsüne bir çiçek bile açmadı Yutuldun Karanlıktasın Telaşlısın Bundan sonrası sadece anı
Kolsuz yumruklar bitti
Demir bilyeler sarsıldı yerin altında Ve soldu gözündeki renk Yaprak yaprak cinayettir bu Sonbahar
hesabı sorulmamış tam üç bıçak darbesi
Yağmur toz kaldırır mı şimdi Taze mezarlardan Ki göğsüm Taze bir mezar kadar bereketlidir Bir çiçek için
24
Kınında parçalandı Anladım ki kendi kendini bileyen bir bıçağım
Gökyüzünü delen her uçak Şafak kadar kızıl yaralar açtı içimde Suratımda
Dalgaların beşiğini salladığı bu şehir Ağıtı yakılmamış kaç ceset bıraktı ardında Benim göğsümde mesela
Getsemani bir bahçedir Kaç tanrıya ihanet ettin öperek Ve unutmadan Yaprak yaprak cinayettir bu Sonbahar.
5.SAYI GÜZ
BİLDİRİ —
ALPEREN CAN SIRKINTI
Saat gece yarısını çaldığında Bu da bir sabahtır aslında Yüz bin yıldızla aydınlanan Ve onun görkemi Baştan çıkarır beni Bir kadın gibi değil Para değil Özgürlük değil Şimşekler ve bulutsuz bir gökyüzü Cesetsiz bir mezar Tanrının hiç atmadığı o zar Gibi. Gösterişsiz bir bayrak gibi Dalgalanır ruhum Bu yapraksız bir ağaçtır Bu dumansız bir baca Sonra bu sokakları karış karış Ve dahası arşı bir bakış Gibi delen İşte bu bir sabahtır Yüz bin yıldız ışığıyla gelen Gözlerimde tam yüz bin uykusuz gece Sonra bu ceset tüküren toprak Utanma nedir bilmem Ve belki ahlaksızım da Ama Aydınlığa kavuşan bir sabahtır bu Yüz bin yıldız ışığıyla.
GÖRSEL: LITTLE OIL
kaybolandefterler
25
SOĞUK —
FATİH AKÇA
soğukluğu örtülsün diye dünyanın ölenlere ve doğanlara su ısıtılıyor durmadan daralıyor genişlikler bundan bir avuç kalıyor her şey küçük pencereler açıyorum gözlerime göğe ve yere doğru, mermiler görüyorum çiçeklerin hemen yanında mermiler namlu sıcak mermi sıcak kan sıcak soğukluk neyle saklanacak çünkü ölümle ekilmiştir insan rahimlere kendi divanında ölü bulunmuş bir şairin dizelerini tutuştum: şiirinde bir kalbi vardır kül olunca ekliyorum ve şair durdurur onu dünyayı böylece döndürüyorum her orağın hayali: büyüyünce tırpan olmak erimek gerekiyor bunun için ustaca dövülmek bir elde her hayal bedel istiyor çiçeklerin hemen yanında mermiler ölümle azalmış çocuk hayalleri baba bana bisiklet alma dağılmış bir çember dolaşıyor başımda divandan kaldırın ve gömün beni kalbimi asın yumruklarınıza ey
GÖRSEL: CLARA LIEU
26
5.SAYI GÜZ
Kimse “toz
konduramaz kesip attığımız tırnağa bile Ahmed Arif
”
SALİH TURAN
kaybolandefterler
27
ONUR CAYMAZ: Ne çok korkuyorum, ne de çok ümitvarım. Herkes kadar. Herkes gibi. — SÖYLEŞİ: EMRAH ATEŞ
Onur Caymaz’ı tanıyalı 10 yıl olmuştur sanırım. O zamandan beri tüm kitaplarını alır ve yazılarına da yetişmeye çalışırım. Böyle böyle takip edince aileden biri oluyor yazar dediğin. Malum, yazar en çok da yakın olmak için yazan değil midir zaten? Bu sayıda da yayınlayacağım hikayeye ek olarak bir de kendisiyle ufak bir söyleşi yapayım dedim. Benim için de farklı bir tecrübe olmuş oldu. Dergi ekibine teşekkür etmeden geçmeyeyim. Onur Bey merhaba, ben sizi uzun süredir tanıyor ve takip ediyorum ama Kaybolan Defterler okuyucuları için sizi biraz daha tanıyalım. Siz kendinize dışarıdan baktığınızda Onur Caymaz’ı nasıl görüyorsunuz? Pek sevmiyorum onu diyebilirim. Hatta niye kimi insanların kendilerini bunca sevdiğini de anlayamıyorum ona baktıkça Eksiklerini, hatalarını, kusurlarını görüyorum Onur Caymaz’ın. Yaptıklarını, yapamadıklarını. O da bana pek bir şey anlatmıyor... İyi adam bu aslında diyorum ama şunu yapması lazım, bunu etmesi lazım, şunu okumalı, şöyle yazmalı vs. Yine de o benim çok yakın bir arkadaşım. Onunla olmaktan mutluyum diyorum. Onunla barışıyorum, uzanıp yanaklarından öpüyorum.... Aynı zamanda öykü, şiir ve roman yazarısınız. Sanırım şimdi de yeni bir deneme kitabı çıkmak üzere. Bu kadar donanımlı birini yakalamışken yazar olma hevesi kuran arkadaşlar için bir iki tavsiye alalım sizden...
FOTOĞRAFLAR: Artful Living (ALINTI)
28
İltifat sayayım bunu. Hiçbir zaman donanım sahibi olduğumu düşünmedim. Yazıya gelince benim için kazı kelimesine kafiyelidir, hep kazımaya çalıştım, kendimi onunla inşa etmeye çabaladım. Çok türe dağılmış olmamın sebebi bu olabilir. Bir de zaten dağılmış bir 5.SAYI GÜZ
ONUR CAYMAZ 1977 yılında İstanbul’da doğdu. Marmara Üniversitesi Elektronik- Bilgisayar Bölümü’nü bitirdi. Yazdıklarıyla Adam Sanat, Adam Öykü, E, Varlık, Öküz, Virgül, Eşik Cini, Sarnıç, Notos Öykü, Express ve benzeri dergilerde göründü. Yanı sıra Radikal, Cumhuriyet Kitap, Yurt gazetelerinde yazıları; Birgün gazetesinde köşe yazıları yayımlandı. Şiir, öykü, roman kitapları yazdı, kitaplardaki yaşa geldi. Şiirleri İngilizce, Arnavutça, Bulgarca, Ermenice gibi çeşitli dillere çevrilen Caymaz, yurtdışında da birçok festivale katıldı. Öğretmenlik, bilgisayar programcılığı vs işlerden sonra son sekiz yıldır editörlük, bağımsız yazarlık ve reklam ajanslarında düzeltmenlik yapmaktadır. “Bağımsız”ı özenle vurgular. Bunun dışında son birkaç yıldır kendi hazırlamış olduğu Yaratıcı Okurluk atölyesiyle genç – yaşlı birçok okura ulaşmış, “iyi okurun kötü yazardan iyi olduğunu”, “büyük yazarları ancak büyük okurların okuyabileceği” düşüncesini yaygınlaştırmaya çalışmıştır. (onurcaymaz.com)
insanım, bu da olabilir... Ama kendim için şiar bildiğim her şeyi, benden daha genç dostlarımla paylaşmayı isterim tabii: 1. Yazacaksan okumayı çok sev. Her şey yazıldı daha önce, bütün edebiyat bir yeniden hatırlamadır, unutma. 2. İyi kelimeler seç, cümle dediğin şey bir tür ev, kullandığın dil her şeyin, ona iyi bak, iyi cümleler kur ki yarı yolda evin başına yıkılmasın. 3. Hiçbir şeyin yok yazıdan başka, en azından çalışırken hep böyle düşün, işin bittikten sonra gerekiyorsa başka şeyleri sahiplenirsin. 4. Bir derdin olsun lütfen, yazı yazarken kalemden önce derdini eline alıp bak. “Bir derdim var bin dermana değişmem…” 5. Dil iletişim aracıdır, başkaları olmadan var olamaz. Bir gece önce kustuğun şeyi cilalayıp başkasının önüne yemek diye koyma. Yazdığın şey senin nerenden çıkıyorsa okurun da orasına girecek unutma. İnanmadığın şeyi, başkasına da anlatma. 6. Bilmediğini yazma. Yazarken yalan söyleme. İnternetsiz ortamda çalış. Güzel kahveler iç. Yazdığını ilk önce çok seveceksin, sonra ara ver ki onu sevme. Sonra tekrar yaz ki sev. Buna aşk diyoruz işte; derviş gönüllü olmayı gitgide öğreneceksin. 7. Yazar erken kalkar, satranç oynar, yazarın edebiyat grubu vardır, yazar çapkındır, çok içer, yazar şudur budur tarzındaki yargılara gülüp geç; her kışlada, rütbesi erle onbaşı arasında değişen bir sürü orgeneral bulunur. Oysa mutsuzluğun kendine özgü bir tarzı vardır. 8. Toz olduğunu unutma! Yazarlık demişken, bir “yaratıcı yazarlık” furyası dolaşıyor ortalıkta. Siz de bu duruma “yaratıcı okurluk“ atölyenizi kurarak karşılık verdiniz. Ben de sizin kursunuza katılmış ve çok keyif almıştım. Ama bilmeyenler için bahsedelim mi biraz? Neler dönüyor o atölyede? kaybolandefterler
Neler dönmüyor ki... Benim bu atölyede milleti toplayıp kitap okuttuğumu düşünen eş dosta bile rastladım. Bir edebiyat kültürü oluşturmaya çalışıyorum. Asıl derdim bu. İki tür edebiyat var, iyi ve kötü edebiyat. Bu da göreceli bir şey değil. O kadar da göreceli değil yani. İyi edebiyatı dolaşıma sokmaya çabası. Bunun yanında edebiyata, dünya çapında edebiyata diyelim, yaratıcı yazarlık denen tuhaf şeyin yaptığı kötülüğü anlatmak. Kredi kartına taksitle yazar olunmuyor maalesef. Yazarlık bir arıza. Bunu bir atölyede edinemezsin. Ama bir edebi metni, nasıl incelemen gerektiğini, edebiyata nasıl bakman gerektiğini öğrenebilirsin. Bunu yaparken de harflerden başlayıp kelimeler, kelimelerden cümlelere, cümlelerden kitaplara uzanıyoruz. Hepsinin tarihinden, evvelinden bahsediyoruz... Karışık ve zevkli bir iş. Bugüne dek 250 kişiden fazla katılımcı gelip dinledi. Birçok insana yararı dokunduğunu sonradan duydum, yazdılar bana. Birçok insan yazı yazmaktan vazgeçti. Bu bile bir başarı. Biz atölyemizde yazdığıyla değil, okuduğuyla övünen insanları ağırlıyoruz. Daha ne olsun. Hangi şehirlerde devam ediyor. Aklınızda yeni şehirler var mı? Şu an İstanbul. Ama öncesinde Antalya, İzmir ve Ankara’da yaptık. Önümüzdeki bahar yine başka şehirler düşünülecek. Fakat kış boyu İstanbul’dayız. Durmadan edebiyat dergilerinin kapandığı ve yeni edebiyat dergilerinin çıktığı bir ortamda, sizin takip ettiğiniz dergiler var mı? Dergi dediğin çok uzun zaman gitmemeli zaten.
29
Bir yerde bitmeli bence. Ama biliyorsun beni, uzun dergilerin kaliteli bir edebiyat refleksi taşıdığını düşünmüyorum. Yani Ot dergisi, Tezer Özlü yerine Sevim Burak’ı; Oğuz Atay yerine Feyyaz Kayacan’ı kapak yaptığında belki yavaş yavaş anlaşmaya başlayabiliriz. Ayrıca bu dergi furyası maalesef edebiyatta kötü ve yanlış alıntı dönemini de başlattı. Âşık Veysel’in “çay var içersen, ben var seversen” diye dize yazdığını düşünen şairler türedi ne yazık ki! Siz bu dergi konusunda ciddi çıkışları olan birisiniz. Magma’nın da Türkçe bölümünden sorumlusunuz. İleride yalnızca edebiyatla dolu olacak bir dergi çıkarmayı düşünüyor musunuz? Çok isterdim. Fakat Magma kalitesindeki bir edebiyat dergisi çıkarmanın maliyeti, getirisi götürüsü karşılayabilecek bir edebi kurum bulabilmek maalesef zor. Kastettiğim şey, eski Argos’ların, Gergedanların kalitesi. İçerikten söz etmiyorum sadece. İçeriği kaliteli edebiyat dergilerimiz var. Demeye çalıştığım şey biçimin kalitesi. Dağıtım, kâğıt, fotoğraf vs...
anladım. Anneliği ve kadınlığın yüceliğini onun doğumuyla öğrendim. Hayatım eskisi gibi devam etmiyor tabii. Kimse ana baba olduktan sonra hayatı eskisi gibi devam etmiyordur herhalde. Akşam olduğunda sokaklarda olmak yerine, beni evde bekleyen bir cevher olduğunu fark etmiyorum. En azından böyle bir değişiklik var. Onun dışında da birçok şey değişiyor. Vicdani hesaplaşmaların, kendi ana babana bakışın, gençliğe, yetişkinliğe bakışın... Başka bir duygu. Klişe olacak ama tam da doğru olduğu için klişedir zaten: Evlat sahibi olmadan bilmek mümkün değil. Türkiye’de uzun zamandır yaşanan problemler ortada. Böyle bir ülkede çocuk yetiştirmek sizi korkutuyor mu? Ne çok korkuyorum, ne de çok ümitvarım. Herkes kadar. Herkes gibi. Ama böyle bir ülkeye çocuk getirmemcilerden değilim. Çocuğum böyle bir ülkeye gelsin ki bu ülkeye düzeltecek, daha da iyi bir yer yapacak eller arasına katılsın elleri. Türkiye’de iyi ve namuslu insanların temiz çocuklarına her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
E-dergi ve e-kitap konusunda düşünceleriniz neledir? İyi bir e-kitap koleksiyonunuz var diye duymuştum.
Son olarak sizden bir iki yazar ve kitap tavsiyesi alalım. “Okumasaydım böyle olmazdım,” diyebileceğiniz kitaplar ve isimler var mı?
Kitapla ilgili her şeye varım ben! Teknolojinin nimetlerinden, orijinal kitabın ne kadar şiirli bir malzeme olduğunu unutmadan faydalanmak çok önemli. Tüm kütüphanenen tablet veya okuyucuyla yanında, düşünsene!
Çok var. Hangisini söylesem, söylemediklerime ayıp olacak. Ama birkaçını sıralayayım. -Homeros – İlyada, Nâzım Hikmet – Memleketimden İnsan Manzaraları, Marcel Proust – Kayıp Zamanın İzinde, William Faulkner – Ses ve Öfke, Romain Gary – Kadının Işığı, Vladimir Nabokov – Solgun Ateş, Yaşar Kemal – Al Gözüm Seyreyle Salih, Jorge Luis Borges – Alef, Sait Faik Abasıyanık – Alemdağ’da Var Bir Yılan, Marguerite Yourcenar – Hadrianus’un Anıları
Kızına çok düşkün bir baba olduğunuzu biliyorum. Baba olmak değiştirdi mi sizi? Yani ne bileyim, önceden şöyle yapıyordum ama kızımdan sonra bıraktım, diyebileceğiniz bir şey var mı? Neler kattı Nar size? Evladına düşkün olmayan ana baba var mıdır? Sanmam ki olsun. Nar beni değiştirdi tabii. İnsan olmayı, çocuk olmayı onun sayesinde daha çok
30
Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederim. Ben teşekkür ederim. 5.SAYI GÜZ
Ve ben bütün yapraklarımı döküyorken şimdi Eylül diyorsun, tam da orda başlıyor ayrılık
Ahmet Telli
kaybolandefterler
31
LACİVERT UÇURMA MANİFESTOSU
—
MUSTAFA OZAN SEYFİ
gök mavi, kendimi serseri bir gemici sanıyorum şimdi gök mavi, maviliğin ortasında bir uçurtma lacivert uçurtmanın ucunda kumral bir çocuk gözleri doygun, yüzü mahmur, gülüşü mert umutlu ve temiz beyni belki çözemeyecek nice matematiğini dünyanın, belki yetmeyecek kimyasına, simyasına, dalaveresine filan... fakat şimdi temiz elleri ve lacivert uçurtması var, hayat denen kargaşanın gövdesine indirivermiş tekmeyi. ve artık belkisi yok, üşüse bile kendi buz rengi düşlerinde boyun eğmeyecek yalancı baharlarınıza, öpmeyecek kirli ellerinizi tiranlığınıza biat edip. belkisi yok, muhakkak... göğün ortasında bir uçurtma lacivert, uçurtmanın ucunda kumral bir çocuk daha yenilmemiş hayata, kalbinde bir yusufçuk. gök mavi, kendimi gemici sayıyorum bir nevi
GÖRSEL: Maja Lindberg
32
5.SAYI GÜZ
EYLÜL KAPIDA —
NEVAL SAVAK
-arada yaşamak da gelir belki aklımızaönce bulut geçti üstümüzden saçlarımızı okşayarak sonra eylül çaldı kapıyı tuzlu bir maviye kapanan yüzüyle aklımızda yazdan kalmışlık kuşlar seslerini alıp gitti şimdi yorma kendini hükmü verilmiş tüm sözcüklerin kızıl bir nehir yüreğim bu sonyaz gecesinde bir zindan gibi eski küfürler gibi göğsümde deniz ve sonra penceremi örten solgun bir çingene eylül eylül kaderinden kaderime baklalar saçan saçılır bahçemize kederler tenimize geçen tırnaklarımızda uzar her özlem ardınca ayrılığın bir bulut geçer üstümüzden bir bulut bir de yoksulluğun türküsü arada yaşamak da gelir belki aklımıza
kaybolandefterler
33
İNSANI GÖRMEK —
J oris I vens / L a N ouvelle Ç eviren : N ijat Ö Z Ö N
34
G riti q ue , Ş ubat 1 9 5 6
5.SAYI GÜZ
Günlük yaşayışımda ve belgeci çalışmalarım sırasında seyirciler bana sık sık,insanı yurdunun günlük yaşamında göstermek sorunluluğunu hatırlattılar.1930’a doğru, kendi yurdumda,Hollanda’da yapı işçilerinin çalışmaları ve mücadeleleri üzerine uzun bir belge-film çevirdiğimi hatırlıyorum. Amsterdam’daki gösterimlerden birinin sonunda, kadın işçilerden biri bana büyük bir heyecanla şunları söylemişti: “Bana büyük bir yardımda bulundunuz..Kocam duvarcı ustasıdır.Bazı geceler,işinden döndüğü vakit,gündüzün ne yaptığını bana anlatmak ister,ama şimdiye kadar anlattıklarını anlamıyordum;iyi bir şey değildi bu.Bu gece filminizi gördükten sonra daha iyi anlayacağım onu. Teşekkür ederim.” Ne görmüştü bu kadın ? Alıcımla birlikte, yapılmakta olan bu konutun onuncu katına çıkmıştım; ustalardan birinin yanına (bu kadının kocası) yerleşmiş ve yalnız onun çalışmasını, tuğlaları yerleştirme tarzını değil, fakat aynı zamanda duygusunu, yararlı ve yapıcı bir işi tamamlamak duygusunu, mesleğinden duyduğu övüncü, bir kenti kurmaktan duyduğu coşkunluğu da göstermeye çalışmıştım. Usta, ta aşağıda, çalışan ellerinin ötesinde, sokaktaki yaşama, insanların hareketine, Amsterdam’ın tartımına bakıyordu. Tabiatıyla bütün bunları karısına anlatabilmeyi istemişti. Gelecek sefer buna çalıştığı vakit, karısı kendisini anlayacaktı. Çünkü seyirci yalnız öykülü filmlerde değil, belgeci filmlerde de insanı görmek istemektedir. Hem de yalnızca insanların fotoğraflarını değil, canlı insanları… “Sinema, halklar arasındaki anlayışa ve dostluğa yardım ediyor” dedikten sonra sık sık konuyla ilgisi olmayan sözlere geçilmektedir.Bu cümle büyük bir gerçeklik taşır, ama bunun anlamını, genel olayları tutkuyla derinleştiren ve böylelikle dostluk gibi büyük amaca varan insancıl, bireysel ve basit değerlere çevirmek gerekir. Hollandalı duvarcı ustasının karısına rastladıktan az sonra, ilk filmlerimin Paris ve Berlin’de başarı kazanmasından büyük bir övünç duyarak Moskova’da bulunuyordum.Bu filmleri , metroyu yapmaya başlayan Sovyet işçilerine göstermiştim.Filmlerim arasında De Brug (Köprü) adını taşıyan bir filmde vardı.Rotterdam’daki asansörlü bir köprü üzerine deneysel bir filmdi bu.Eleştirmenlerin Paris’te niteledikleri gibi bir “hareketler senfonisi”. Ama Moskova’lı işçiler bana sordular: “Bu köprüyü işleten adam nerede ? Paris’e gitmek için köprüyü geçen renlerde kim seyehat ediyor ? Hep, seyircinin belge-filmde insanı görme isteği. (…) Gerçek belge-filmler çevrildiği vakit kahramanlara her adımda rastlanır.Öykülü bir filmin kahramanının adı şöyleydi: Üçüncü adam.Bizim içinse, kahramanımız birinci adamdır, kendi halkının hayatına etkinlikle katılan, mutlu bir geleceğe güvenen basit adamdır. Belge-filmlerimizde insanı çok ihmal ettiğimizi, bu insanların çok kez aşırı yansız (neutre), betimsel (descriptif), kuru ya da ansiklopedik kaldığını söylemek gerekir. Belge-filmin tanımlanması , çok dar tutulmuştu. İnsanın, kahramanın, belgeci sinemanın değil öykülü filmin işi olduğu ileri sürülmüştü. Oysa belgeci sinemada insana yer vardır, hem de nasıl! (…)Bir belgeci, filmine başladığında, ortaklaşa bir kahramanı göstermeyi başarıp başaramayacağını, filminin ortaklaşa bir işe girişmiş bir halkın, bir topluluğun gerçek yüzünü göstermeğe gerekli soluğa ulaşıp ulaşamayacağını önceden bilemez. Kuru ve donuk bir görüntü vermek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Canlı ve derin bir filmi gerçekleştirebilmek için bu filme tek başına insanı sokmak, kişisel hayatını göstermek gerekir. Belgeci film ile öykülü filmdeki kahramanın işlenişindeki başkalık nerededir? Belgeci filmde kahramanımızın iç dünyasını ortaya koymağa ne fazla zamanımız vardır, ne de fazla yerimiz; demek ki, ruhbilimsel gelişme öykülü bir filmdeki dramatik çizgiyi izleyemez.Belgeci bunu yapmak istedi mi, doğallıktan yoksun mekanik ya da sembolik bir yapıta ulaşacaktır. Belge-filmde, ucuz ya da sembolik tipleri değil, insanları, dipdiri insanları yaratacak deyiş ve yöntemi bulmak gerekir. Türün kendine özgü araç ve yöntemlerinden faydalanmak gerekir. Bizim senaryo anlayışımız, öykülü filminkinden bütün bütüne başkadır. Uzayı ve zamanı, öykülü filmdekinden çok daha özgürce
kaybolandefterler
35
aşmak olanağımız vardır. Bir bireysel sorunu bir çırpıda ulusal ya da evrensel bir sorunun çapına ulaştırabiliriz. Bin yıl eski olaylara yapılacak bir araştırma (allusion) kahramanımızı daha belginlikle nitelememize yardım eder. Yaratma aracı olarak kurguya, öykülü filmdekinden daha daha esnek bir kurguya sahibiz. Kurgu, konunun gelişmesinde bir kısa devre yaratmamıza yardım eder. Kurguyla yaratılan mozaik, konumuzun işlenişini güçlendirir; kahramanımızı çevresine oturtur, insanın nasıl çevresini ve çevrenin nasıl insanı değiştirdiğini gösterir. Kurgu hareket durumundaki gerçek güçleri, ulusların ekonomik ve toplumsal hayatını göstermelidir. Ne yazık ki, kurgunun belge-filmdeki rolü henüz çok küçümsenmektedir. Bu noktada, büyük Sovyet sinemacılarının, Pudovkin ile Eisenstein’ın derslerini incelemeyi unutmamalıyız. Yine bunun gibi, belge-filmi yaratmak için,güçlü bir araca sahip olduğumuzu da unutmamalıyız. Bu araç, açıklamadır. Görüntü, sözcüklerin, cümlelerin değerini değiştirir, zenginleştirir. Buna karşılık açıklamanın sözcük ve cümleleri de, görüntünün anlatımını daha yüksek bir noktaya ulaştırır.Bileşenlerden her biri tek tek alındığındaki düzeyden daha yüksek düzeyde, yeni bir nitelik ortaya çıkar. Belgeci, açıklamayı iyi kullanmakla gerçeği daha derinden kavrar. En önemlisi belge-filmin daha başlangıcından gerçek hayata doğrudan doğruya bağlı olmasıdır.Belge-filmin kaynakları, güçleri, daha iyi bir hayat için çalışan insanlardan doğar. Bunlardan uzaklaşan belgeci yitmiş demektir.(…)
JORIS IVENS Joris Ivens, (d. 18 Kasım 1898 Hollanda - ö. 28 Haziran 1989) Enternasyonalist bir sinemacı. Avrupa’nın en büyük uluslararası film festivali olan Paris Film Festivali adına ödül dağıtmaktadır. Joris Ivens, Hollandalı Enternasyonalist Devrimci Sinema Yönetmenidir. I. Dünya Savaşı’nda Hollanda ordusunda savaşmıştır. Joris Ivens; İspanya İç Savaşı’nda Uluslararası Tugay saflarında, Endonezya, Kamboçya, Vietnam ve Çin Devrimine katılıp savaşmış bir enternasyonalist devrimci sinema yönetmenidir. En bilinen ve ses getiren filmleri; Borinage, Yeni Toprak, İspanya Toprağı, Endonezya Çağrısı ve Çin Devrimini anlattığı 400 milyon adlı filmleridir. Joris Ivens, 1974 yılında Doğu Almanya’da Dünyanın birçok ülkesinden Aydınlarında katıldığı katıldığı bir kültür konferansında Gazetecilerin ve Aydınların sorularını cevaplandırdı. (wikipedia.org)
36
5.SAYI GÜZ
GÜZ BAHAR —
EMRE GÜÇLÜ
Sürüklenince en kırgın yerinde yaşam Güz sancılarını doğurur bu bahar. İçim ılık bir mevsime döküldüğünde Soğuk içer Tanrı günlerini Her bir dalında Ayrılır yaram. Doğumdur benim için bu zemheri. Memlekette ölüm en çok haziran sıcağına yansır. Ve büyük ölür heybetli kelimeleri. Roman kahramanları mezarlığında Başucuna konur Güz çiçekleri.
Bu düzen nereye varır kim bilir? Beni kandırır yaprağın hazin sesi. Köyümü talan etmiş doğaya bilenen zalim Uzak sınır boylarında Yalnızdır tarihi. Gel özüme düşen yücelik. Al beni al da dinsin üşüyen yanlarım. Süpürsün peşinden dağılan gerçek Sokaklarında dökülmüşleri. Kırgın bir çağ anlayacağın bu sona doğru evrilen Kırgın bir dönemeç Dallarında ölmüşleri.
Yoğrulduk tüm varoluşun çıkmaz sabahlarında. Mahmurluğun yüzüne vuran yağmur taneleri. O çarptıkça diğer yanımı döndüm sana. Sert savurdu toprağa hakim zaman Köşelerimden dağıldı Yaşam emareleri.
GÖRSEL: Shari Blaukopf
kaybolandefterler
37
BOYUNDURUK —
AYNUR KIZ
Irk diyorlar ya hani; gülüyorum işte iskeletimle Israrla görmüyorlar, duymuyorlar, susmuyorlar Gelinlik, damatlık yaşamlara aldanıyorlar Vardan yokluk yaratıyorlar Henüz taze kemiklerimiz Hiç terlememiş üstelik dilimiz Ruhumuz yakmamış rengimizi Vicdanımız; en güzel gören yerimiz Kimseye ait olmamış, kimseye eğilmemiş eklem yerlerimiz Toprağa sadık bir çürümüşlük bu insandaki Yüreğimiz kapalıyken kararan dertlerimiz Algımızın oyuncağı bir kapak; açıp kaparız nihai
38
GÖRSEL: GEORGE BUTLER
5.SAYI GÜZ
ANILAR DOLU BARETTA —
MAHİR TAŞYURT
22 calibrelik baretta’nın namlusunda biriktirdim bölünmüş yorgun cümlelerimi bir fare filin kalbini kırmıştı uzattığı çiçekleri yemişti yıkıklarıyla meşhur ütopyada birkaç ağustosun ağlamaklı hali oturmuşlar kaldırım kıyılarına ve dillerinde sevdanın kurşuni renginde türküleri zamanın son hafriyatını ellerimizde karanfillerle geçirdik orkide tarlalarına serdiğim kadın uyandı yıpranmış ojelerini sildi asetonladığı hüznün mendiliyle sonrası uyku, insanlardan kaçmanın en lekesiz yoluydu nezih alkolikler meyhaneleri terk edince bekçi şairler şiirlerine dokunan kırmızı kirpiyi öptüler
GÖRSEL: Brett Jubinville
kaybolandefterler
39
ONUR BEHRAMOĞLU:
Mayakovski’nin soyadında ‘deniz feneri’ anlamı saklı, deniz feneri olmalıdır şâir; fırtınaları sapasağlam atlatmaları için küçücük kayıklardan dev gemilere kadar seferde olan herkese ışığını göndererek. —
SÖYLEŞİ: NUR YÂREN NACAROĞLU
FOTOĞRAFLAR: BEHRAMOGLU.COM
40
5.SAYI GÜZ
Onur Behramoğlu şâir ceketini gün gibi üzerinde taşıyan, modern şiir geleneğini en üst seviyeye taşımak üzere şiirleri ve çevirileriyle evrensele uzanan bir şâir. Halkın öfkesinden, çocuğun tebessümünden, ölümün ardındaki izden beslenen şâir, şiirini her defasında kaleminin ahlakına yaslıyor. Şiiri, aşkı ve hayatı bir başkaldırı olarak gören Behramoğlu; ideolojik tavrını şiirlerinde ve denemelerinde ince bir sitem, yüksek tansiyonlu bir aykırılık olarak bizlere sunuyor. Yine ne desem az kalacak, “Yegâne Şâir Onur Behramoğlu” başlığıyla şâir kimliğinden bahsetmiş olduğum Onur ile bir sohbet şansımız oldu. Hassasiyetle cevapladı sorularımızı Onur, o hâlde sözü okura bırakalım, buyurun… Diken üzerinde, tedirgin zamanlar geçiriyor, acı içinde soluyoruz vatanı. Ses çıksa, yüreğimiz irkiliyor. Siz nasılsınız? Var olan hâl sizi ve yazdıklarınızı nasıl etkiliyor? Sevgili Yâren, her zaman nasılsam öyleyim: Haksızlıklara meydan okuma duygusuyla dolu, dövüşe dövüşe yürüme kararlılığında. Yaşananlar mücadele tarihinin yeni bir sayfası da olsa kitap aynı kitap, bizim yerimiz de ezilenlerin yanı. Kendi aile tarihimden ülke ve dünya devrimcilerinin tarihine, nereye baksam mahkeme / hapis / işkence / sürgün / ölüm ama baş eğmeyen bir sürekli dikleniş görüyorum. Hayatımda ilk kez sanık sıfatıyla devletin mahkemeleriyle tanıştım 6 Eylül 2016’da, elbette dikenli bir duyguydu, insanın kanına dokunan. İfade verirken, Neruda’nın “Taşıdığı taştan bilinir ırmağın ırmak olduğu” dizesi kendiliğinden tekrarlanıyordu içimde bir yerde. Bizim ırmağımızın taşı da Said’in Filistinlilerle birlikte tanklara fırlattığı taş, Che’nin çantasında şiirleri bulunan Leon Felipe’nin şiirindeki taş (meraklıları arayıp bulur) ya da Suriyeli şâir Nizar Kabbani’nin taşı olsun: “Bilir misiniz ben kimim? Kontrolistan devletinde oturan bir yurttaş / Kahvede oturmaktan korkan bir yurttaş / Fincanın karanlığından devlet çıkarsa diye / Bu acaip devleti tanıyor musunuz? / Orada güneşin doğması karara muhtaç / Horozun ötmesi karara muhtaç / Çiftlerin çocuk doğurma isteği / Karara muhtaç / Durum öyle pespaye ki Kontrolistan devletinde / Toprak tiksinir tohumdan / Her kuş korkar öbür kuşlardan / Karar sahibi de karara muhtaç / İşte böyle bir devlet Kontrolistan.” kaybolandefterler
Bir şâir için zor bir soru mu olur bilmiyorum; şiir nedir? Şiir nerededir? Şiir salt bir dil olayı mıdır? Şâir, insan olmaya çabalayan, ama sahiden çabalayan kişidir. Şiir de günün yirmi dört saatinde, her yerdedir, hayatın parçalanmaz akışıdır. Şiir salt bir dil olayı olsa idi, sadece şiir söylediklerinde şâir kesilip sonra hırslı, kibirli, zalim, bencil, kötü olmaya devam edenleri şâirden sayardım, saymıyorum. Şiir, varoluş ürpertisini sorumluluk bilinciyle sırtlanma, bize bir armağan gibi sunulmuş hayata anlamlı bir karşılık verme meselesidir. “Sorumluluğunu sırtına yükleniyor biri / Sırtlar gibi çocuklara dağıtılacak bir çuval portakalı” diyor Ritsos, şâirin tanımıdır bu. “Benim şiire duyduğum saygı, inanmış bir insanın dine karşı duyduğu saygı gibidir. İyi şiir söylemek, bilimsel bir buluşun gerektirdiği özen, çaba ve emek kadar zordur” diyor Furuğ, öyledir. Onur Behramoğlu muhalif kimliğini her zaman hissettiğimiz bir şâir, bunu biliyoruz. Peki sizce böyle zamanlarda şâirin, şâir olarak toplum içindeki tavrı ne olmalıdır? Kaçmamalı, başını kuma gömmemeli, caddelere çıkmalıdır, alanlara, meydanlara. Halkın arasına karışmalıdır, pazar yerlerine, otobüs duraklarına. Dolmalı, alabildiğine dolmalıdır seslerle, görüntülerle, kıyıya köşeye atılmış ve çok sonra değeri anlaşılabilecek şeylerle. Okumalı, çok okumalıdır, fizikten felsefeye, tarihten matematiğe, romandan gökbilime. Düşünmeli, düşünmeli, düşünmelidir; kendini inşa etmeye, yetkinleştirmeye devam etmeli, sonra da kendinden çıkıp taşmalıdır. “Kendinden çıkıcı ve taşıcı olur insan aşkta” der Metin Altıok, öyle değil mi? Mayakovski’nin soyadında ‘deniz feneri’ anlamı saklı, deniz feneri olmalıdır şâir; fırtınaları sapasağlam atlatmaları için küçücük kayıklardan dev gemilere kadar seferde olan herkese ışığını göndererek. Dört ay evvel Modern İsrail şirinin en büyük ismi olan Yehuda Amihay’dan çevirdiğiniz şiirlerin yer aldığı “Tanrı Belki Esirger Aşkı” kitabı yayınlandı. Çevirinin, bir şiiri başka bir dilde yeniden söylemek, yaratmak olduğu öne sürülür. Amihay şiiri oldukça ağır ve belleğin acısını sırtlanan bir şiir. Siz Amihay şiirini yeniden söylerken nasıl bir his içerisindeydiniz? Niçin Yehuda Amihay?
41
İsrail’e iki kez konuk oldum; ilkinde sosyalist bir kibbutzda şiir çalıştık, birbirimizin şiirlerini çevirdik karşılıklı; ikincisinde Hayfa’daki Uluslararası Şiir Festivali’nin konuğuydum. Amihay’a dair duygularımı, düşüncelerimi çeviri kitabımın önsözünde şöyle yazmıştım: Bir dili yaşatanlar, herkesten önce şâirlerdir. İnsanların “seni seviyorum” düzyazısıyla yetindiği bir dünyada, “ve yalnızlık, seninle hiç birlikte bulunmadığımız / bir yerde bulunmaktır” diyen Yehuda Amihay (19242000), aşkın İbranicesi ‘ahava’ sözcüğüne can katmaktadır dizeleriyle. “Bir insanın kendinden vermesi” anlamını da yüklenen ‘ahava’, onun asıl adıdır. Tüm gerçek şâirler gibi o da aldığı her nefesin karşılığında, varlığının tüm zerreleriyle adanmıştır hayata, şiire, aşka… Hem Kudüs’tür o, mübarek, bilge; hem de acılar içinde Gazze. Onun yaşamına dair kısacık bilgi vermek için de şunları söylemişim: ‘Laik dualar’ olarak nitelenen şiirleriyle modern İsrail şiirinin en büyük şâiri sayılan Amihay, günlük hayatın küçük ayrıntılarında somutlaşan canlı bir tarih bilinci, güngörmüş duyarlılık, peygamberce söyleyişle birleşen yalın dil, mutlu bir okul çocuğunun inançlı sevgisiyle çarpan kalp, tanımlanması zor olanı birkaç sözcükle ifade etme ustalığı, yerelle evrenseli doğallıkla buluşturan sıcak-içten-şefkatli edadır. Laik dua, evet. Şiir benim için budur, o yüzden Amihay! (Dua derken, dinsel bir şiirin bile sadece Tanrı’ya seslenmediğini, dilin kendisine seslendiğini hatırlatalım.) Şiirlerinizde dinmeyen bir heyecan var. Bu BirGün Gazetesinde yazdığınız güncel denemelerinizde de uslanmayan bir heves olarak kendini gösteriyor. Hatta Haydar Ergülen “bayramyeri!” demişti şiirlerinize dair. Yıllardır şiirle, insanla ve hayatla iç içe olup hâlâ belki o ilk gün taşıdığınız heyecanı taşıyorsunuz. Bu okura onurlu bir hassasiyet veriyor. Her alanda heyecanınızı dindirmeyen nedir? Umudunuzu hâlâ canlı, diri ve soluksuz tutan şey… ne olabilir? Heyecanımı hissettirebiliyorsam ne mutlu, çok teşekkür ederim. Bebekler hayata merhaba derken, hayvanlar yavrularken, ağaçlar çiçek açarken, dalgalar en sert kayaları aşındırırken, aşk varken umutsuzluğu suç sayarım. Yağmur yağıyor, beyaz ipek gibi kar yağacak, ansızın rüzgâr esip sevdiğimiz kadının eteğini belli belirsiz havalandıracak, belki iyi bir haber alacağız yarın ya da yardımımıza ihtiyaç duyan bir el var şuralarda bir yerde. Umutsuzluk yasak!
42
Umudun dayandığı uç nokta herkesin kafasında şekillenen bir ütopyadır sanırım. Öyleyse sizin elinizde dünyayı yahut başka bir deyişle kitleleri harekete geçirebilecek bir güç olsaydı, nasıl kullanırdınız? Neyi değiştirir; neleri, nasıl baştan yazardınız? Açlığa karşı tek çarenin hayvanları öldürmek olduğu on bin kuşaklık bir zaman dilimini silip yeniden yazabilir miyiz? Hayır. O halde şimdiye ve geleceğe odaklanalım. Şimdi, şu anda Diyarbakır’dan gelen bir okur mektubunu paylaşıyorum: “Eşim otuz yıllık sınıf öğretmeni, idealist bir eğitimci. Eğitim-Sen’li olduğu için iki gün önce Meb’den atıldı. Bölgede interneti de kestiler. Bugün yazınız olduğu için Dağkapı’ya gidip Birgün gazetesi aldı.” Kitleleri harekete geçirmek güç, çoğu zaman da tehlikelidir, ‘Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı’ kitabına iyi çalışmalıyız. Yaşam mücadelesini dipdiri tutan insanlar var ama, işte onlara, tek tek her birinin kalbine dokunmayı, dokunabilmeyi isterim. Elimde güç değil esneklik, açık bir ele uzanabilecek duyarlılık, şefkat olsun; Tarkovski’nin ‘Stalker – İz Sürücü’ filmini izlemiş olanlar meramımı anlayacaklardır. Biz bunu yine de güç olarak tanımlayacaksak, insanları güzelliklerin ayırdına varacakları biçimde dönüştürebilmeyi, böyle bir gücüm olmasını isterdim. Şiirde yapmaya çalıştığım biraz da budur zira nasıl karşılaşırsak karşılaşalım güzellik daima bir şeylere rağmen vardır ve faydacılığın, dolayısıyla kapitalist algının ötesindedir. Hiçbir şeyinden yararlanmadığımız kelebeğin, uğurböceğinin, dağ doruğunun, çağlayanın güzelliği bizi varlığın derinlikleriyle irtibatlandırır. Varoluşun bu bölünmez bütünlüğüne çağrıdır şiir… Çok karışık bir sanat topluluğunun içindeyiz. Ciddi bir bireyselleşme var sanatçılar arasında. Gelişmeyen, geliştirmeyen, kendi çizgilerinde var güçleriyle var olmaya çalışan ancak kat’î sûrette el ele vermeyen bir sanat camiası okurun penceresinden görünen. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Bu bariz bireyselleşmenin sebebi nedir ve sonu nereye gidiyordur? Çalışma odamda yüzlerce sanatçıyla bir aradayım, sinemacı dostum Özcan Alper’in son filminde danışmanlık yaptım, müzisyen-besteci dostlarımla buluşup ortak çalışmalar üzerinde düşünceler üretebiliyoruz, uluslararası şiir festivallerinin düzenleme komitelerinde yer alıp şâirlerimizin dünyanın iyi şâirleriyle iletişimine katkıda bulunmaya çalışıyorum. Takip edenler bilirler,
5.SAYI GÜZ
sosyal medyada da genç arkadaşların dergilerini duyurmayı, başka yazarların yapıtlarını tanıtmayı, kültür-sanat dünyasında önemsediğim gelişmelere dair paylaşımlarda bulunmayı severim. Bunun ötesindeki birlikteliklere belki hayat da izin vermiyor, özellikle de bir canavar-kente dönüşmüş İstanbul. Bizden önceki sanatçılara yakından baktığımızda da, bohem savrulmalar içerisinde kalabalık arkadaş çevrelerine girip çıkanlar da dahil olmak üzere kalıcılığa ulaşabilenlerin kendi kozalarını örmeyi başaranlar olduğunu görürüz. Benim eksikliğini duyduğum, bilimdir, bilim insanlarıdır. Fen bilimleri alanında çalışmalar yapan insanlarla sanatçıların bir araya gelmelerini sağlayan yapılar üzerinde düşünmeliyiz. Bir yazınızda şöyle diyorsunuz; “Elimizdeki kalemin kendi ahlakı vardır, avcumuzu dinlemez, söz kaçırır.” Safsatalı günlerden geçtiğimiz şu zamanlarda şâir diye anılan pek çok kişinin muhalif kimliğini terk ederek usulca sindiğini, sustuğunu görüyoruz. Bahsettiğiniz kalemin ahlakı sizin şiirinizde nereye dayanıyor? Neler karşısında dinmeyen bir öfkeyle mürekkep kağıdı buluyor? O sözü bana Fazıl Hüsnü Dağlarca söyledi, evinde ziyaret ettiğim unutulmaz günde. “Güçsüzken dikilme, güçlenmeyi bekle” diyen de oydu lakin benim her tür otoriteye başkaldırmaya dönük bir mizacım var, bir insanın kişiliği de onun yazgısıdır. Zamanında söylenmesi gereken sözü iş işten geçtikten sonra söylersem gözüme uyku girmez, aynalara bakamam, böyleyim. Tüm hayatını haksızlıkla mücadeleye adayan on kaplan gücündeki Kızılmaske’nin tutkunu bir çocuktum!.. Adı ‘Fantom’dur, ‘Ölümsüz Ruh’tur, ormanın derinliklerinde yaşar. Birisine yumruk attığı zaman, yüzüğü, kötü adamın yüzünde kuru kafa izi bırakır; bir bölgede bu işaret varsa, orası Kızılmaske’nin koruması altındadır. Ona öykünüyorum belki, ya da sadık kalmaya çalışıyorum Pal Sokağı Çocukları’nın Nemeçek’i gibi çocukluk kahramanlarıma. Behramoğlu şiiri bir annenin acısına çoğu vakit tanıklık eden bir şiir. Mesela “anne kırmızıdır bazen, kalbimizi kanatır” diyorsunuz ve ekliyorsunuz; “çember kırılır bazen… ve herkes bağışlanır” Şiirlerinizde genel olarak çocuk, anne ve sessizlik imgelerine böylesine çok ve dokunaklı rastlamamız niçin? Sizin için bu üç kavram ne ifade ediyor?
kaybolandefterler
Çocuk, anne, sessizlik… Öyle güzel tespit etmiş, duymuş, hissetmişsin ki, yanlarına ‘baba’yı, ‘aşk’ı ve sessizlik kadar güzel bir müziği ekleyerek, “Kuş sesleri, re minör adagio, Kenzaburo” başlıklı yazımı paylaşmak isterdim burada… ve susmak. Birçok şiiriniz her insana farklı bir tınıda dokunabiliyor. Ben şiirinizi kendi acıma yorabiliyorken, annem sevincine rastlayabiliyor aynı şiirde, bir başkası bir başka hâline… Bu nasıl mümkün olabiliyor? “Asıl şiir bunu sağlayan o gizdir işte.” demek doğru olur mu? Şiir, kalbe dokunur, kalpten kalbe giden yollar da sayısızdır. Bir annenin ve kızının kalbine ayrı ayrı dokunabiliyorsam, onların kederbilir, aşkperver, şâir kalplerinin hakkını teslim etmeliyiz önce. Bu büyülü temasın başlangıç ânına, şiirin söylendiği-yazıldığı âna dönüp gizin bir parçasını da orada arayacaksak, şiirdeki her bir sözcüğün çokanlamlılığında, çağrışım gücünde, sessel titreşimlerinde bulabiliriz bazı ipuçlarını. Ve elbette yaşanmışlıklarda, duygudaşlıkta, hemhal olmakta. Hepimiz biliriz ki anlam sözcükte değil, bağlamdadır, sözdiziminde. Sözcüklerle dile getirilmesi mümkün olmayan ne varsa onlara yer açan büyük bir olanaktır şiir. Sevginin sürece indirgendiği, insanın yoz bir ‘ben’ çukuruna düştüğü ve bir çocuğun dahi nefretle büyüdüğü bir zamanda umutla âşk üzerine yazıyor; âşkı da bir başkaldırı olarak görüyorsunuz. Hatta ben bunu şöyle ifade ettiğinizi düşünmüştüm; “aşk mı: aramak / aramak mı: yaratmak / ben mi: en’el hak * açlar ordusu/ hüzünlü generaller/kabaran deniz” Sizce bu çağdan nasıl sıyrılabilir insan? Çıkar yolu nedir, ‘karanlıkta beyaz gölge’ diyorsunuz, o nedir? Siyahla beyazın farkı renk farkı değil, yansıttıkları ışık farkıdır. Işığı farklı renklerde neredeyse eşit olarak yansıtan nesne bize beyaz görünür. “Karanlıkta beyaz gölge” olur, rengâhenkliğimizi koruyup geliştirirsek hiçbir şey yenemez bizi, mağrur ölüm bile. Aşk şiirleri, aşka dair yazılar yazdım, kendimden alıntılama pahasına aktarayım: Arzuda, karşımızdakini nesneleştirip fethetme-soğurma-tüketme, aşkta ise ruhumuzun elimizden kaçıp gitmesi, köklerinden kopup sevdiğimizin kökleriyle bütünleşmesi, “görülmemiş bir çiçek açma” vardır. Tam burada, Freud’u selamlamanın vaktidir zira aşkta sevgiliden beslenerek yaşamak,
43
çocuğun rahimde anneden beslenerek yaşamasına benzer. Anneyle birliğin yeniden oluşturulmasına yönelik çocuksu-nevrotik bir yanılsama, ruhsal sorunlarımı bunlarla ilgisi olmayan büyülü bir varlık vasıtasıyla çözme ya da bunları ona ödetme durumu, insanın yaradılışından gelen bir derde -faniliğine- geçici deva, hayalgücümüzü karanlık biçimde zorlayan ölüme aynı hayalgücünün efsunlayıp yücelttiği bir karşılık vermek, melalin (bırakılmışlığın, sütten kesilmişliğin, ayrı düşmüşlüğün) sızlayıp duran yarasına merhemdir aşk. Kişinin yaşamı boyunca deneyimleyeceği iki veya üç büyük dönüşüme, birkaç sarsıcı fay kırılmasına eşlik ederek, “eksenimiz çevresinde sanki birkaç derece dönüp evrenin başka bir çeyreğine doğru kaydığımız esnada” elimizden tutan o tanımsız şeydir. “Aşk insana güç veren tek özgürlük yitimidir” der Aragon. Başka hiçbir koşulda özgürlüğümüzden ödün vermeden yaşayarak, makamla-mevkiyle-çıkarcı ilişkilerle değil sadece aşkla güçlenerek sıyrılacağız karanlıktan. “bir yanılgı ki sonsuzluğu / daha büyüktür gerçeğin sonsuzluğundan” diyor Yehuda Amihay çevirdiğiniz bir şiirinde. Bu iki satır beni oldukça düşündürmüş ve sarsmıştı. Üzerine birkaç şey söylemenizi istersek… Sadece o dizeler için bile çevirmek isteyeceğim bir şiir… Düzyazıyla söylemeye çalışırsak şiir kaybolur, sığ sularda boğuluruz. Şiir tam da bu adını koyamadığımız derin düşünce, tarifsiz sarsıntı değil mi? John Berger’i hatırlamanın sırasıdır: “On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllarda toplumsal haksızlıklara karşı yazılan yazılar düzyazı olarak kaleme alınmıştı. Bunlar mantıklı bir dille konuyu ortaya koyan ve zamanla insanların akıl yoluyla doğruyu göreceklerine, çünkü tarihin akıldan yana olduğuna inanan yaklaşımlardı. Bugün artık her şey o kadar açık seçik değil. Kötülük değişmez bir gerçeklik olarak her zaman karşımızda. Giderek de bu gerçeği kavrayan düzyazı değil, şiir olacaktır. Düzyazı şiirden daha çok işi zamana bırakır. Şiir ise kanayan yaraya seslenir.” (Gizi giz olarak saklamayı amaçlayan Marquez ya da Bunuel soyundan sanatçılara bir selam vermiş sayalım kendimizi.) Bu sorumuz sizden içeri birine… “Senden Öğrendiğim Şarkılar” kitabınızın ithaf edildiği ve ikinci bölümünde şiirlerinizle doğumuna, hat-
44
ta büyümesine tanıklık ettiğimiz oğlunuz Aras Behramoğlu’nun gözünde babası Onur Behramoğlu nasıl biri? Soruyu ona yönelttiğimde, “Onlara neymiş? Bu ikimizin arasında…” dedi ☺ Kitap kurdu, oyun arkadaşı, güvenilir liman olarak gördüğünü söyleyebilirim ama bu aramızdaki şeyi tanımlamakta son derece yetersiz kalır. Bana özel bir sevgisi, hassasiyeti, adeta beni düşünen bir kalbi daha var, öyle hissediyorum. Sohbetin sonuna yaklaşırken; Onur Behramoğlu şu an ne yapıyor? Ne yapmak istiyor? Her yazımı, günler-geceler boyu süren araştırmaların sonucunda yazıyorum. Bir buçuk-iki sayfalık bir yazı için çok farklı alanlardan kitaplar okuduğum, filmler izlediğim, müzikler dinlediğim, bazen uzun uzun resimlere baktığım ya da seyahat ettiğim oluyor. Elbette bellekten de alıntı yapar yazarlar; belleği daima dopdolu tutmak, yenilemek, tazelemek gerekir. Birgün gazetesinde kendi belirlediğim sıklıkta yazdığım yazılara devam ediyorum, bilimsel bir çalışmaya devam etme duygusu, heyecanıyla. Kasım ayında, ‘Zaten Herkes Bir Denizdir Doğuştan’ın yanına eklenecek ikinci deneme kitabım geliyor, edebi-politik yazılarım. Deneme türünün değeri bilinmiyor bizde, anlaşılmıyor. ‘Araştırma, Düşünsel Sıçrayışlar, Arı Hareketleri’ demeliyiz belki onlara, anlaşılacakları gün gelene kadar. Cemil Meriç’i analım: “Çağımız insanı vakitsizdir ama tecessüsü vardır. Tecessüsü daha az ise roman okur, daha çok ise deneme okur.” Tecessüsü çok okurlara ulaşabilmeyi dilerim. ‘Boşluk’ kavramı üzerine bir kitap yazıyorum. Her gün adım adım ilerlediğim, evrenin tüm bilgisiyle –elbette olanaksız olduğunu bilerek- zihnimi doldurmaya çalışırken gördüğüm, duyduğum, sezdiğim boşluklara dair bir çalışma. 2017 sonlarında yayımlayabileceğimi düşünüyorum. Ekim 2016’dan itibaren ‘7’den 70’e’ adlı edebiyat-kültür-çocuk dergisinde yazmaya başlıyorum, Haydar Ergülen’in davetiyle. İlk yazımı gönderdim, yayımlandıktan sonra çocuklardan geleceğini umduğum yankıları içim içime sığmaz halde bekliyorum. Cemal Süreya’nın ‘Aritmetik İyi, Kuşlar Pekiyi’sinin yanında yer alabilecek bir kitap yapmayı düşünüyorum yazacağım yazılardan.
5.SAYI GÜZ
Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını genç okurların derli toplu tek bir kitapta bulmalarının yararlı-anlamlı olabileceği düşüncesiyle bir çalışma yaptım. Yayımlama kararını henüz vermedim ama böyle bir işe kalkıştığım için mutluyum; konuyla ilgili yüzden fazla kitap okumamı, bilgiyle donanmamı sağladı. Üçüncü şiir kitabım gelir belki birdenbire, şiirdir, ne yapacağı belli olmaz. Sevdiğim şâirlerden şiir çevirmeye devam ediyorum. Tek bir şâir üzerinde yoğunlaşırsam bir, belki iki yeni çeviri şiir kitabı yayımlayabilirim önümüzdeki yıllar içerisinde. Kasım ayında Halide Edib üzerine bir konuşma yapacağım İzmir’de, ona hazırlanıyorum. 14 Şubat’ta ‘Onur Behramoğlu ile Paris’ gezisi düzenlemek isteyen bir turizm şirketi var, Fransa’ya-Paris’e ilişkin düşünsel hazırlıklar yapıyorum. ‘Türk ve Dünya Şiirinin Müziği’, ‘Modern Türk Şiirinin Müzikli Tarihi’, ‘Edebiyat ve Şiir’ başlıklı atölyelerim, çeşitli söyleşi programlarım var akademilerde-kültür merkezlerinde. Vakit ayırabilirsem birkaç program yapabilirim sonbahardan ilkbahara. Dünya yazarlarını ve şâirlerini takip ediyorsunuz. Çeşitli etkinliklerle bizim şiirlerimizi onlara tanıtıyor, onların şiirlerini ise bizlere sunuyorsunuz. Kaybolan Defterler Dergi okurlarına sizin şiirlerinizi de etkilediğini düşündüğünüz birkaç dünya şâiri önerir misiniz? Yunus Emre, Nâzım Hikmet, Turgut Uyar… Tek tek saymayalım, Türk diline emek vermiş, şiirimizin tüm değerli şâirlerini öneririm. Her biri az veya çok etkilemiştir beni. Rus edebiyatını çok sever, Rus şiirinden Puşkin, Pasternak, Mayakovski, Yesenin’i severek oku-
rum. Dostoyevski, Tolstoy, Turgenyev, Platonov, Çehov, Gorki’nin de şâirce söyleyişleri vardır, her biri iz bırakmıştır bende. Fransız şiiri üzerine çok düşünmüşümdür. Baudelaire’den başlayıp Aragon’a, Prévert’e, Michaux’ya kadar. Yunan şiirinin dört büyüğü Kavafis, Seferis, Ritsos, Elitis yıllardır okuduğum, çalıştığım şâirlerdir. (Cevat Çapan’ın YKY’den çıkan Seferis profili hazine değerindedir örneğin, kitapçılarda ara ki bulasın! Sartre’ın Baudelaire üzerine düşündüğü kadar herhangi bir şâirimize dikkatle bakmış düşünürümüz-filozofumuz var mıdır? Kendimizi, dili, dünyayı, evreni merak ediyor muyuz sahiden?) İran’da Hâfız’dan Furuğ’a, Ahmed Şamlu’ya, Rıza Beraheni’ye uzanan geleneği önemser, İsrail’den (ikisi de Amihay ödüllü) sevgili dostlarım Agi Mishol’a, Yonatan Berg’e değer veririm. Romanya’da kısa bir süre yaşadığım dönemde keşfedip birkaç şiirini çevirdiğim Marin Sorescu, Polonya’da Ewa Lipska, sırasıyla Hintli-İtalyan-İspanyol-Makedonyalı şâir dostlarım Rati Saxena, Davide Rondoni, Raquel Lanseros, İgor İsakovski… Ve elbette Shakespeare, Dante, Heine, Neruda, Vallejo, Lorca, Paz, Rilke, Ted Hughes, Philip Larkin, Mahmut Derviş, Pentti Saarikoski, Tomas Tranströmer, Henrik Nordbrandt, (İstanbul’da tanışma onuruna eriştiğim) Knuts Skujenieks, (Berlin Uluslararası Şiir Festivali’nde tanışma onuruna eriştiğim) Ko Un, Joseph Brodsky, Ferlinghetti, Gregory Corso, Bukowski, Lıuise Glück, yakın zamanda keşfettiğim Billy Collins… Öyle iyi şâirler var ki dünyada, hiç değilse bir yabancı dil biliyorsak öyle şanslıyız ki… Bize zaman ayırdığınız için çok teşekkürler. Acıya tanıklık etmediğimiz günlere sevgiyle uyanmak dileğiyle. Ben de çok teşekkür ederim.
ONUR BEHRAMOĞLU Marmara Üniversitesi siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümünden mezun olduktan sonra Yeditepe Üniversitesi’nde işletme üzerine yüksek lisans yaptı. İlk şiirleri Yasakmeyve dergisinde yayımlandı. [1] 2003-2006 arasında kaleme aldığı şiirlerini 2006 yılında Asit ya da İksir adlı ilk şiir kitabında bir araya getirdi.[1] İkinci kitabı, “Senden Öğrendiğim Şarkılar” 2013 yılında yayımlandı. Şiirleri İngilizce, İbranice, Bulgarca, Rusça, Azerice, Hollandacaya çevrildi. Şalom gazetesinde Zapatista, Remzi Kitap Gazetesi’nde Benim Şairlerim adlı köşelerde aylık yazılar yazmakta,www.aykiriakademi.com internet sitesine yazılarıyla katkıda bulunmakta, şiiri edebiyat değil başkaldırı saydığından hiçbir ödüle katılmamaktadır. Namık Kemal Behramoğlu’nun oğlu, Ataol Behramoğlu ile Nihat Behram’ın yeğenidir (wikipedia.org)
kaybolandefterler
45
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya, Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına Sonbahar -ki doyumsuz bir aşkın sonudur.
d Metin ALTIOK
46
5.SAYI GÜZ
KABURGA —
MERT CAN FIRAT
ve kaburgama ve kaburgama bir paslı bıçak sıyrığı gibi sığınman neden? neden ki bu sıyrık bir can evi olur içimde ah neden dünya ile aramda bir uçurum fark olur dünya ile denk düştüğüm günden beri asfalt yolları kan ter içinde kalan tırnakları yalnızca düz kesilen her duaya amin dedim ve kaburgama ve kaburgama saplanan dikenleri koparmadım neden? neden dikenler huy, batıklar inanç burası neden henüz açılmamış incir yarası oysa kireçlenen gövdemde bir kelebek yitirdim kanatları yalnızca irin akıtmasın diye bir düşe bilinsin diye yitirilmeden özümü, acıyla biledim.
GÖRSEL: ELLE WILLS
kaybolandefterler
47
hor —
SALİH TURAN
Kendimi sadece kendi savaşımda vurabilirim başkası adına sadece üzülüyorum çünkü kendine fedakarların cehennemindeyim İnsanın kendisiyle dövüşü yüzyıllık bir cenknamenin adıdır. yorgunluğu sıradan bir rindane doğmak,doğmak tekrar doğmak diyorum doğmak elzemdir. bir kadının karnını gayet deşebilirsin bu bir cinayet değil ibadettir doğmak farzdır doğdum ellerimin bir acıyı sıkılmadan çektiğini, sonra mutluluğu çizdiğini gördüm ayaklarım ellerimi kıskanmakta ellerim mahçup mağlup.. gün bitiyor insan eskiyor suya bakınca bardak çatlamıyor artık kadınlar son acıları süpürüyor kapılarından çiçekler yol ağzında çiğnenmekten sıkıldı su belki bakmalardan ısınıyor kapılar kilitli kalmaktan.. GÖRSEL: peter sheeler
48
5.SAYI GÜZ
SALÄ°H TURAN
kaybolandefterler
49
her güz, biraz sarı biraz mavi — ZOZAN ÇETİN
Hiç de öyle düşündükleri gibi değil aslında. Güz bir var oluş anı, küllerinden doğmak misali. Rönesans gibi ya da, yeniye meyilli. En nihayetinde dökülen yapraklar, hep hüznün habercisi değil ya, birgün yeniden tomurcuklanacak o dallar. Güze hüznü yakıştıran kalem ehlinin de elbet var bir bildiği fakat ben hazan denilen günlerin birinde doğdum. Güzde doğuracağım sözcüklerimi, tüm mağlubiyetlerimi toplayıp güzde yeniden doğuracağım kendimi… Yine de tamamen silinmiyor acılar, unutulmuyor yüreğin orta yerine, bir kaya gibi oturan sancılar. Nitekim herkesin bir güz ağrısı var. Benim de bittabi. Güzdü hayatımda eksilmeler başladığında ve yine güzdü sevdiğim birini kaybetmenin acısını tattığımda. Büyüten bir vakitti aslında. Zamanlardan bireysel acıların ortasında kaldığım, kalp kırıklıklarıma isimler verdiğim bir zamandı. Bundan ibaret değildi üstelik. Tam da o sırada başlamıştım tarih sayfalarının arasında kaybolmaya. Güzün tarihi, acıların tarihiydi, herkeste bir yara bırakmıştı. Belki de bu yüzdendi herkesin sonbaharı, hüznü ruha ortak eden şiirlerle karşılayışı. Günlere kendinden bir parça keder bırakanların vaktiydi şimdi. Tüm bunlara rağmen ilginç de bir inanç vardı ama. Yepyeni mısralar, o mısralardan taşan öyküler hayat bulmanın heyecanını taşıyor, doğa ve insan yeni bir soluk alıyordu. En azından ben öyle düşünüyordum. Heybemde birikmiş kelamlarım mevcutken yenilgi ve hüzün değil, yeni bir öykünün başlangıcıdır güz benim için zira. Eylül olur acılarımı, ekim olur ideallerimi, kasım gelir, kalp kırıklıklarımı düşerim sayfalara. Hâsılı bırakmam kalemi ve de küsmem Hazan’a. Dahası söz verdim kendime, gelse de acılar üst üste ben hep maviyi savunacağım, kalemden sayfalara gökkuşağı çizen kelimeler akacak. Acıların büyüttüğünü aklımdan çıkarmamam gerektiğini de hatırlatıyorum tabi ruhuma. İçimin karaya boyanmasını engellemekle birlikte yüreğimi büyüten, cesaretlendiren acıları da yabana atmıyorum. Yani acılara esir olmuyorum ama sonbahara yazılan dizeleri de hayatımın dışına itmiyorum. Nitekim bazen ortak oluyorum o hüzün kokan satırlara, kendi hüznümü çıkartıyorum sakladığım derinlerden. Bazen o dizelerden yeni bir dünya kuruyorum kendime yazının sonsuz evreninde. Bir de sarı var tabi. Çok önce keşfetmiştim renklerin hayatıma dair bir anlam meydana getirdiğini. Sarı da bambaşka bir açıdan değiyor hayatıma. İnce bir sızının rengi belki sarı, unutuşun ve de kahroluşun. Fakat evvela kişinin kendi olma yolundaki evreninin rengi olabilir. Değil mi ki her ayrılık, her acı ruhta bir iz bırakıyor ve o izler büyütüyor insanı. Büyüdükçe kelam, kelam oluyor, düş de düş. Bu işte benim için hazana ve hüzne yakıştırılan sarının ehemmiyeti. Acıları tattım, büyüdüm, kelimelerim büyüdü, ortasında kaldığım cenderelerden dimdik çıktım. O yüzden acılarla, hüzünle gelen güzün iyileştirici yanını görmeye çalıştım ya da olmasını istediğimi gördüm. Doğdum kederlerin içinden yeniden, bir Anka kuşu gibi küllerimden, şarkıdaki gibi… Ki sahiden de içimdeki ses fısıldıyor bana yeniden doğma hususuna inanmam noktasında. Ben de inanmıyor değilim hani. Zira insan yeniden doğurabilir kendini, köhne zamanların bıraktığı yılgınlıktan kurtulmak için. Darbelerden yara almış kalbini onarmak için de aynı zamanda. Tüm bunlardan mütevellit güze ait olan renklerin her tonuna inandım. Ve kendimi zamanın karasına bıraktığım günler telkinde bulundum ruhumun derinliklerine, yitip gitmesin diye acıların kuytusunda. Söz sözdür, bir kez dillenir neticede. Bilhassa insanın kendine verdikleri, tutulmazsa eğer kemirir durur içi. Ama ben kararlıyım, tutacağım sözleri. Kederin yakıcılığında, zamanın karasında kaybetmeyeceğim kendimi. Hüznüm dağ olsa, dayanak olacak bana evvela. Öyle bir güze dalacağım ki mavilikler saracak her yanı. Benim güzüm bir başka, düş kırıklıklarından fazla tasvir edecek sevinçleri. Ve ben bilirim ki yol uzun, yenik düşmemeli insan yaralarına. Dökülen her yaprak habercisi, gelecek yeşil dalların.
50
5.SAYI GÜZ
BEKLEMEK —
H. NİLSU ELMAS
21.42, Hastane Duvarları beyaz, bir ev salonu büyüklüğünde soğuk ve ruhsuz “bekleme” salonundayım. Neyi bekliyoruz kimi bekliyoruz ve neden bekliyoruz… Bu tarz şeyleri hatta hiç bir şeyi düşünemediğimiz bu yerde dikkatimi karşımda duran iki tane tekli koltuk çekiyor. İnceliyorum uzun uzun. Refakatçiler için düşünülmüş olsa gerek ki aynı zamanda açıldığında yatak olabiliyor. Aklımdan yatak olsa ne fayda diye geçiriyorum. Sevdiğin, yakının tanıdığın veya tanımadığın her kim varsa o hastanede canıyla sınanan; insan nasıl uyuyabilir ki… Uyumayı bırakın, o koltuklar ne kadar rahat olursa olsun üzerinde oturmak bile işkencedir. Oturamazsınız. Biraz vakit geçiyor ve “bekleme” salonuna kızı hasta bir amca geliyor. Hemşire kendisine orada oturup dinlenmesi gerektiğini söylüyor. Kızını ameliyata almışlar onun için kızına kanını vermiş. Hemşire tekli koltuklardan birine oturtuyor amcayı. Amca dizlerine vura vura söyleniyor: “Keşke canımı da verebilsem ona yaşatabilsem onu…” Hemşire amcaya beklemesi gerektiğini söylüyor. “Bekleme” salonu adı üstünde beklememiz gerekiyor… O “bekleme” salonunda daima çareyi, umudu ve yaşamı “bekler” insan; o hastaneden “Oh şükürler olsun bunu da atlattık…” diyerek çıkabilmeyi ister. Yıllar sürse dahi beklemek, eğer sonunda o cümleyi kurmak varsa beklenir. Dışarı çıkıp biraz hava aldıktan sonra “bekleme” salonuna geri dönüyorum. Amca koltukta oturuyor ve ellerini açıp hıçkıra hıçkıra ağlayarak dua ediyor: “Yavrumu bana bağışla…” diyor. Oturduğu yerden kalkmaya çalışıyor ama sendeleyerek geri oturuyor koltuğa. Beni görüyor o sırada ve anlatmaya başlıyor: “Üç tane evladım vardı. Karımı ve büyük oğlumu depremde kaybettim. Diğer oğlum inşaatta çalışırken düştü onu da kaybettim. Şimdi kızımın yavrumun acısına hiç dayanamam. Bizim birbirimizden başka kimsemiz yok, ben yavrumu her şeyden sakınırdım, ah ah aptal kafam…” diyerek dövünüyor. Soran gözlerle bakmış olmalıyım ki amca, kızının başına gelenleri anlatmaya başlıyor: “Ben geçimimi nohut pilav satarak sağlıyorum. Kızım lisede okuyor. Okulu bir gezi düzenlemiş ben de durumumuzun olmadığını ve gönderemeyeceğimi söyledim. Kızım da arkadaşlarıyla o geziye gidebilmek için benden gizli bir işe girmiş bir markette, iş çıkışı ben eve gelmeden eve yetişmeye çalışıyormuş geç kaldım diye panikleyerek yola atlamış bir araba da yavruma…” cümlenin sonunu getiremeden tekrar gözlerinden yaş gelmeye ve hıçkırıklarla ağlamaya başlıyor amca. “Keşke ben daha çok çalışsaydım durumumuz yok demeseydim de tamam kızım gönderirim ben seni diyebilseydim” diye dövünüyor. Aradan birkaç saat geçiyor ve gün aydınlanmaya başlıyor. Bu geçen saatler içinde amcanın ameliyathanenin kapısına gidip gelişlerini sayamadım bile. O koltuklarda oturup “beklemek” öyle zor ki… Ah o soğuk ruhsuz “bekleme” salonunun, o koltukların bir dili olsa da konuşsa… Kim bilir orada bekleyenlerin kaçı ölümle tanıştı, kaçı kaybetmenin ne olduğunu anladı, kaçının canı yandı, kaçı acıyı öğrendi, kaçı hayatın ne demek olduğunu anladı, kaçı hatalarından ders çıkarıp pişman oldu ya da kaç kişi oradan “Bunu da atlattık” diyebildi, kaç kişi gülümseyerek çıktı, kaç kişi güzel haberlerle ayrıldı oradan… kaybolandefterler
51
Beklemek… Ne uçsuz bucaksız, ne sonu olmayan bir kelime… Hele ki neyi beklediğini ve sonunda iyi mi kötü mü ne olacağını bilmeden, çaresizce umut ettiğin şeyi beklemek… Amca ameliyathanenin kapısına tekrar bir gidip geliyor ve tam koltuğa oturacağı sırada kızını ameliyat eden doktor geliyor: “Ameliyat iyi geçti fakat durumu kritik, bundan sonra bekleyeceğiz.” diyor. Altıncı günün ardından hemşire “bekleme” salonundaki amcaya mutlu haberi veriyor: “Kızınız uyandı ve iyileşmeye başlıyor.” O donuk ve ifadesiz “bekleme” salonuna amca için bir anda sımsıcak bir güneş doğuyor sanki. Dizlerinin üzerine çöküyor ve ellerini açarak: “Şükürler olsun yavrumu bana bağışladın.” diyor. En nihayetinde amca ve kızı için sevindirici haber geliyor günlerce beklemenin ardından… Esasında biz insanlar beklemeyi çok iyi biliyoruz. Hayat bize biz beklemeyi istemesek de öğretiyor beklemeyi… Çok güzel özetlemiş Bülent Ortaçgil: “Beklemek bizim yaşamımız Vapur beklemek Gün beklemek İnsan beklemek Çiçeklerin açmasını Gecelerin geçmesini Sayfaların dolmasını beklemek Beklemek ayrılığa dönüşmesin Yönetmesin bizi beklemek Kardeşleri var çok güçlü Ümit etmek ve ertelemek Gelişini beklemek Uyanmanı beklemek Çözülmeni beklemek Başka bir yerde yaşamayı beklemek Anlaşılmayı beklemek Onbeşinde beklemek Kırkında beklemek Beklemek mi bizim yaşamımız ...” Evet. Aslında yaşamımız “beklemek” gerçekten. Kimi zaman bu günlük şeylerde bile beklemeden işleri halletmenin yollarına bakarız, sabredemeyiz bir türlü, “beklemek” insana nasıl zulüm gelir. Bir de hastanedeki “bekleme” salonunda beklediğinizi düşünsenize…
52
GÖRSEL: george butler
5.SAYI GÜZ
GÖRSEL: george butler
ÖTEKİ ÇOCUK —
CANER SÜNEÇLİ
Burası her çeşit insanı tektipleştiren bir şehir. Burası memleketten öte bir yuva. Burada herkesin arasında tek bir sınır vardır, para. Acımasız şehrin acımasız insanlarıydık ama paramız oldukça umursamazdık. Bu şehrin meydanları, şehirde paranı harcayacağın yerler kadar ünlüdür. Bu şehirde heykellerle süslenmiş bir alan her zaman insanlarla doludur. Durmadan akıp giden acımasız insan seline katıldıktan sonra sende bu şehrin insanı olursun. Taşeron devletin taşeron şehrinde taşeron hayatlarımızda taşeron ilişkilerimizle mutlu mesut yaşayan bizler bu şehrin kurucularının kim bilir kaçıncı soyunun ferdiydik. Ben, bu durumun farkında olan biri olarak, çocuklarımın bizden farklı yetişmesi için uğraşmayı amaç edinmiştim. Bir günümü oğluma ayırmıştım. Elinde oyuncak arabası semtimizin en büyük meydanının kuytusundaki bir heykelin gölgesinde oturmuştuk. Seyyar satıcıdan çay ve gazete almış heykelin altında bir nevi keyif çatıyordum. Oğlum Cemal ise oyuncağını heykelin arkasındaki eğimli düz yerden salıp aşağı inene kadar bekliyor sonra bir heves koşup alıp tekrar tekrar aynı oyunu oynuyordu. Bir süre devam etti bu oyun. Spor sayfasından sıkılmış kontrol etmek için Cemal’e bakmıştım. Sokakta mendil satan çocuklardan birisiyle oynamaya başlamıştı. Göz ucuyla izlemeye devam ettim. Oyuncak eğimli alanın en üstünden sırayla salınıyor ve gittiği yere kadar sevinç çığlıklarıyla izleniyordu. Bir Cemal bırakıyor arabayı bir öteki çocuk. Ama hep arabayı gittiği yerden alan öteki çocuk oluyordu. Sessiz sessiz izliyordum. Sıra öteki çocuktaydı. Serbestçe bırakmak yerine hızlıca fırlatmıştı arabayı. Bir süre havada uçuşunu gördüğüm araba çalılığın arkasına tam çamurlu alanın ortasına saplanmıştı. O an düğün dernek, savaş alanına dönmüş, Cemal hiç huyu olmadığı halde çocuğa bağırmış, kızmış, hatta arabasını oradan almasını emretmişti. Şaşkına dönmüştüm. Benim çocuğum muydu bu acımasız velet? Mendil satan çocuğun yüzü kızarmış koşa koşa çamur içinden arabayı almıştı. Araba çamur olmuştu. Üstüne sildi temizleyebildiği kadarıyla da Cemal’in önüne gururunu atar gibi attı ve kaçtı. Bu şehir bizi yeterince yormuştu. Bizi pençelerine almış iyice bezdirmişti. Ama çocuklara gücü yetmez diye düşünürdüm. Günün sonunda Cemal annesine ağlaya ağlaya oyuncağının hikayesini anlatırken, diğer çocuk ne yapıyordu kim bilir? Cemal annesine sarıldığında o çocuk şehrin hangi kaldırımlarında gözyaşını tutuyor olacaktı? Biz bu şehrin acımasız insanlarıydık. Elimizde hayatı değiştirmek imkanı varken vurdumduymazlığı seçmiştik. İnsanlığımızı yitirirken tek övüncümüz şehrimizin refahı olmuştu.
kaybolandefterler
53
GÖRSEL: Lucas Aguirre
CEVAHİR —
AYŞEGÜL TABAK
54
5.SAYI GÜZ
Bölüm 1: İNTİKAM Yer ayaklar altından kaydı. İmran’ın oğlu Süleyman’ın yeni yaptığı evden gayrı hepsi yerle bir oldu. Ocaklar söndü, zelzele bütün köyü tersle yüz etti. Hava ayaza kesmiş. Sabaha karşı, gün hemen doğmadan az evvel salladı koca öküz başını. Oy kurban olduğum Yaradan, ne günahı vardı bunca çoluk çocuğun. Elik Geyiğe1 gün doğdu! İntikam vakti tamamdır. Daha da koruyamaz Memed Ağa ne Cevahir’i ne kendini. Geyik gelecek. Geyik, Cevahiri alacak. Memed Ağa’nın ondan çaldığını geri koyacak. ** Memed sıkışmış. Birbiri üzerine yıkılan çamdan kesme tahtalar, iri taşlar ezmiş bacaklarını. İki kış evveli aldığı sarı Hatice’ye bakıyor, bir tek saçlarının ucu görünüyor Hatçe’nin, güzelim sarı saçları kan olmuş, ses soluk yok. Yine anasız kaldı Cevahir. Bir de babasız kalırsa diye gözünden sicim gibi yaş iniyor Memed’in. Göz ucuyla ağlayan Cevahir’e bakıyor. Cevahir küçücük. Ya dörttür ya beş. Kızıl kahve saçlarına bakıyor yavrucağın: -Korkma yavrum, guzum korkma. Ben iyiyim ya. Çıkarırlar beni. Sen de iyisin, a yavrum git de amcanı bul, Süleyman’ı bul. Bul da beni çıkarsın. Bul. İçine içine ağlayan Cevahir’in kahve gözlerinden sicim gibi yaşlar inerken kapandı babasının göğsüne. -Babam, babam ölme, nolusun ölme! Babam koma beni nolusun babam! -Git yavrum, a gızım git de bul amcanı! Cevahir çarpa çurpa çıktı yıkıntıların arasından, gün ağarırken kırağ çalmış ovanın ortasındaki köyde ayakta duran ocak kalmamıştı. İniltilerden iyice korktu çocuk. İmdat edenler, feryat edenler, inildeyenler. Bir de susanlar. Lâl olanlar vardı yıkıntıların arasında. Ağzı yüzü kir içinde, gözleri kan çanağı. Yıkılmayan tek evin, amcası Süleyman’ın evi olduğunu görünce deliye döndü yavru! Koşa koşa vardı. -Amcaa! Amcaaa! Yetiş babam ölüya! Taze avrat Cemile, yüzü bembeyaz çıktı dışarı. 1- Kızıl Geyik
kaybolandefterler
-Cevarük abıcan yok! Ava çıktı da dönmedi, oyy ben nedeyin şindi oy kurban olduğum oyy! Dizlerini döve döve ağlayan Cemile 14 yaşında. Daha düğünleri olalı üç ay olmamış. Gebe de değil. Süleyman ava gidiyor 10 günde bir, tavşana gider, kekliğe gider, domuza gider, ama geyik avına gitmez. Tövbeler tövbesi. Günahtır. Hem zaten Elik Geyik düşman bellemiş onları, en aslan yürekli adam bile düşemez sürüsünün peşine. Dallara bölünmüş, ağır, kocaman, ağaç gibi boynuzlarıyla karşısına çıkanı paramparça eder diye korkar herkes. Hem de asıl düşmanı ağabeyi; Memed Çavuş. Hep onun yüzünden bu başlarına gelenler! Geyikleri o sardı bu köyün başına. Cevahir, Cemile’nin eteğine tutunmuş. Ağlaya ağlaya dolanıp duruyorlar. Kurtulanlar kendi canlarının derdine düşmüş, yıkıntı altında kalan anasını, babasını, çocuğunu, avradını kurtarma derdinde. Ölüsü olanlar, malları, hayvanları telef olanların feryadı göğü tutmuş, mahşer yeri gibi Taşhanlar. Biri bağırıyor. -Geyikler! Geyikler indi köye! Memed Çavuş’un evine yürüdüler! Cevahir ne olduğunu anlamıyor. Cemile korkunca, Cevahir’i bırakıp kaçıyor. ** Gürültüyle tahtaların üzerinden atlıyor bir gölge. Memed Çavuş’un canı çekilmeye başlamış, hayal mi gerçek mi ayıramıyor artık gözüne geleni. Elik Geyik burnundan soluyarak dikilmiş başına. Esas mı değil mi bilemiyor bir türlü. Koca hayvan birden arka ayakları üzerine kalkıp çift toynaklarını vuruyor taşlara! Kulaklarına vuran sesten kalbi kütleyen Memed ayılıyor, esas ya, esas bu. Elik Geyik sonunda yakaladı Memed’i. Geyik koca boynuzlu başını eğiyor Memed’e, gözleri alev alev; -Kurbanın olayım etme. Aldığım geri verilmez, verilse de artık işine yaramaz. Etme nolusun! Kıyma yavruma! Güzle birlik, boynunu saran gürleşmiş, kızıl yelesini savurdu geyik. Boğurdu. O boğurunca köyde
55
sağ kalmış kim varsa nefesini tuttu korkusundan. Gözü Cevahir’i gören yoktu. Yüzü kirece çalmış yavru usulcana ocağına yürümeye başlamıştı, göğsü öyle çok vuruyordu ki sanki patlasa, yüreği cam gibi çatlayacak. Geyik ayakları üzerine kalkıp tahtaları tekmeliyor, boynuzlarıyla yıkıntıları oraya buraya savurup emanetini arıyor. Tam o ara Süleyman atının üzerinde yetişiyor, geyiğin Memed’i tutmaya gittiğini diyor köylü ona. Yıldırım gibi varıyor Cevahir’e, yolda savrula savrula evine giden yavruyu kaptığı gibi atın terkisine atıp dönüyor Cemile’ye teslim etmeye. Cemile boş boş bakıyor, Süleyman omuzlarından sarsıyor yeni gelini; -Yavruyu al sakla, saklanın Cemilem! Süleyman tüfeğini doldurup atı eve sürerken Elik Geyik hepten deliye dönmüş, tepiniyor! -Cevahir’e dokunma, kulun kurbanın olayım! Benim canımı al, el kadar bebeyi bırak, senden bir can emanet ona. Al canımı, intikamını al! Ben ettim, sen etme, al canımı nolusun kurban olduğum, al da boynuzunda gezdir cansız Memed’i! Süleyman viran olmuş haneye gelince atından atlamadan havaya bir el sıkıyor! Kurşun, ağarmış göğü delip geçiyor, gök gürültüsü gibi çatırdıyor ovada. Geyik çocuğu alamayacağını hepten anlayınca üç yüz kilodan ağır gövdesini arka ayakları üzerine kaldırıp, var gücüyle, tüm hıncıyla Memed’in göğsü üzerine vuruyor. Öyle bir vuruş ki bu, Süleyman, ağabeyinin geniş göğsünde kırılan kemiklerin sancısını kendi göğsünde duyuveriyor. Donakalıyor gencecik Süleyman. Atının üzerinde nefesi göğsünde sıkışmış bekleyeduruyor; ne atından inebiliyor, ne geri gidiyor, biliyor ki ağabeyi gitti. O, öylece at üstünde bakar, buz gibi kış etrafını sararken bir zamanlar Memed’in hanesi olan yıkıntıdan korkunç gürültüler yükseliyor. Tahtalar, taşlar birbirine vuruyor, yankılanıyor dümdüz köyde. Sonra sesler duruluyor. Geyiğin çift toynaklarının sesleri değiyor kulağına Süleyman’ın, yüreği endişeden, korkudan kuş gibi pırpır ediyor da bir türlü kımıldayamıyor. Eve yakın köylüler kendi yitirdiklerine mi yansın, geyiğin korkusuyla mı baş etsin bilemiyor, görünmeden Süleyman’ın baktığı yere bakıyorlar. Az sonra bakanları dehşete düşüren heybetiyle ortaya çıkıyor kızılca deyyus. Ağaç gibi dev boynuzlarının iki koca dalında serilmiş duran Memed Çavuş var. Boynuzlar öyle güçlü, öylesine büyük ki, geniş göğüslü, güçlü kuvvetli Memed’in cansız postunu asmış da yıkıntıdan çıkıyor!
56
Süleyman düşüp bayılacak zaar! Üzüntüsünden, hırsından, korkusundan onu bile yapamıyor gayrı. Elik Geyik korkusuz, koca boynuzlarında Memed’i taşıyarak yaklaşıyor Süleyman’ın burnu dibine. Bir zamanların namuslu, korkusuz, pehlivanca yiğidi Memed Çavuş, taşların altında ezilmiş, kan olmuş bacaklarının cansız haliyle, içine göçmüş kırık iman tahtasıyla serilmiş o iki lanet boynuz çatalına. Parçalanmış ciğerlerinin kanı ağzından akıyor, gözlerinin yanları ıslak. Belli ki Cevahir için ağlamış ağabeyi. Geyik göstere göstere Süleyman’ın burnu ucunda tutup gezdiriyor Memed’i. Yıkıntıdan buraya kan izleri, o dolandıkça yere düşen iri kan damlaları var zelzeleyle sarsılmış kuru toprakta. O kanlar sanki Memed’den değil de Süleyman’ın ciğerinden kopuyor. İçi yanıyor, alev alıyor Süleyman’ın! Öyle hırslanıyor, öyle parçalanıyor ki yüreği, çekip tüfengini vuracağı geliyor geyiği! Tam yutkunup elini tüfeğe hazırlariken Geyik boynuzlu başını eğiyor. Memed’i, kardeşinin önüne usuldan seriyor, sonra burnunu göğsüne koyuyor cansız insan postunun. Boğuk, içli bir ses hırıltılanıyor kızıl yeleli göğsünden. Bir damla yaş iniyor Geyiğin sürmeli gözünden de inanamıyor Süleyman. Gözünde billur yaşlar, eli öylece kalıp kalıyor, hiçbir şeycik yapamıyor gördüğüne olan hayretinden. Kısa bir vakit daha öylece duruyor geyik. Memed’in kenarı ıslak yarı açık gözleri, yaklaşan Zemherî2 ayının soğuk, kar kokan göğüne takılı duruyor. Kan dolmuş ağzının kenarları yukarı kıvrılmış. Süleyman ağabeyinin acısını gözünde kalan yaşlardan, huzrunu yavrusunu kurtarmış olduğuna inandığı belli gülüşünden anlıyor. Neden sonra geyik, heybetinden sual olunmayan dev boynuzlu başını kaldırıyor. Süleyman’a hiç bakmadan öbür yana dönüp, ağır ağır köyden ayrılıyor. Geyik giderken etrafta görünmeyen sürüsünün kalanı üçer beşer çıkıyor. Ardına düşen yüzden fazla geyikle ormana doğru yol alıyor Elik Geyik. Memed’in yarı açık ela gözleri, kar atıştırmaya başlayan göğe duralanmış, solgun, sakallı yüzündeki kanlı gülüş, çocukların ilk kar sevinci gibi öyle kalakalıyor. 2- 19 Aralık ile 31 Ocak arasında yaşanan soğuk kış dönemi
5.SAYI GÜZ
GÖRSEL: GARY PULLIN
Feri sönmüş, karanlık ve sessiz bir sonbahar gününde cennetin bulutları çok alçakta salınıyordu ve ben de at sırtında taşranın kasvetli arazisinde, bir başıma yol aldığım sırada akşam gölgesinin üzerine vurmasıyla birlikte Gözcü Evi’nin boynu bükük manzarasıyla karşılaştım.
-
kaybolandefterler
57
GÖRSEL: Levi Hastings
karanlık bir hafızanın sonu —
EMRE YILDIRIM
58
5.SAYI GÜZ
Firas yürüdüğü yoldan oflar poflar içerisinde geri döndüğünde, buna sebep Ben’dim. Kol saati 15:55’ten geri sayıyordu. Apartmanın karşısındaki hurda arabanın kaportasına yaslanıp beklemeye başladı; neyi, niye bilmeden. Az sonra tepeden uzanan bir baş, bir kadın başı; güzel gözlere, bukleli saçlara ve tatlı gülüşe sahip bir kadın başı Firas’ı imalı biçimde selamladı. O, bu imayı önce anlamadı, sonra etrafa bakıp kimsecikler olmadığını görünce apartmana yöneldi. Beş katlı binanın beşinci katına çıktı. Gün, tüm miskinliğiyle zemine yayılmıştı. Firas son basamağı aşınca yorgunluğunu atmak için derin derin soludu ama sağındaki kapılardan birinin hafifçe aralandığını gördü ve nefesini sürgün etmekten vazgeçti. Aralıktan Firas’ı gözleyen güzel başlı kadın, temkinli bir tavırla “Hadi, hadi! Durma git artık!” demez mi, ciğerinin himayesindeki soluğu dışarı üflemek zorunda kaldı. O ara Firas, orada ne aradığını sordu kendine. Yanıt alabilmesi için hatırlaması gerekiyordu ve tek hatırladığı, ne yazık ki bir şey hatırlayamadığıydı. Omuz silkti; çağrıya kulak verecek, duruma ayak uydurup, sürüklenecekti. Hem, akıl yürütmeye inanan biri için talihli bir hayatı olduğu da söylenemezdi. Her ne vakit mantığıyla bir şeyleri çözmeye çalışsa tökezlemiş, kafayı iyi kullanayım derken pratikleşen aklı iyice tembelleşmişti. Niye hatırlamadığını tekrar merak etti? Neleri hatırlamıyordu, neleri reddediyor, neleri beğenmeyip eliyor, bildiklerini neden erteliyor ve gün yüzüne çıkartmak yerine saklıyordu. Suratını anımsadı. Alnında kendini belli eden birkaç ince çizgi vardı. Göz kenarlarında fazlalaşan kırışıklar burun ve ağız çevresinde derinleşiyordu. O iki derin vadi göz yaşlarıyla aşınmadıysa eğer, Firas kendisinin çokça gülen biri olduğunu düşünmekteydi. Öyleyse olgun suratında gülümsemelere yol açan bir hayli mutlu deneyim yaşamış olmalıydı. Haniydi onlar, neredeydiler şimdi? Firas, onu bu kata çıkaran merdivenlerin başında durmuş açık kapıya bakarken, o kapıdan uzanan bir başın, bir kadın başının; güzel gözlere, bukleli saçlara ve tatlı gülüşe sahip bir kadın başının ona seslendiğini unuttu. Sadece bir düşünce onu merdivenlerden gerisin geri inmekten alıkoydu: Belki bir şeyleri unutmuşumdur. Bekledi. Hem biraz da yorgun sayılırdı. Öyleyse akıllı bir insan olan Firas’tan, aklı başında kimselerin gerekçeleri olmadan onca yolu kat etmeyeceğini ve kendisinin de basamakları tırmanarak oraya geldiğini hesap etmesi beklenirdi. Aklı Firas’ı yanıltmadı ve hatıralarına olan saygısızlığının
kaybolandefterler
üzerini fikir yürütmedeki kabiliyetiyle kapatıverdi. Firas bunca düşüncenin çelişkili enerjisi nedeniyle kıpırtısızca durdu. Fakat bu duruş, sanılanın aksine öyle dakikalarca değil, herhangi bir kişinin dikkatini çekmeyecek ölçüde kısa, belki saniyelerce sürdü. Bir sağa, bir sola, sonra tekrar sağa ve gene sola; sonra arkaya ve merdivenden aşağı; ardından çılgın ve ürpertici bir tekrarla bir anda öne ve peşinden yine arkaya; sanki biri tarafından kovalanıyormuşçasına bir hezeyan ve endişe içinde tekrar sağa, sola ve sağa bakıp, aralık kapıya tam anlamıyla dikkat kesildi Firas. Tanrı cezası kapıya sebebini bilmediği bir eylemsizlik, gittikçe artan bir heyecan ve antipatiyle odaklandı. Vakit tersine akıyormuş gibi yavaşladıkça gözlerini kapıdan alamamaya başladı. Ara sıra kafasını başka yöne çevirse de bakışları girişin üzerinde sabit kalıyor, tek bir noktaya mı yoksa kapının bütününe mi baktığını kendi dahi bilmeyen Firas, infazını bekleyen bir alık misali donuk ve kaygısız görünüyordu. Onun gibi hassas karakterler için riskli bir karar olabilirdi ama aklı Firas’a kapıya doğru yürümesini salık verdi. O da, aklının anımsadığı niteliklerini nimetten sayıp kısa adımlarla yola koyuldu. Fazlaca dikkatli yürüğünden olsa gerek adımını olabildiğince uzun atıyor, yere bastıktan sonra öne doğru kaydırıyor, destek ayağını ise katiyen kıpırdatmıyordu. Yürüyen bir insandan ziyade, bacaklarının temel işlevini öğrenme aşamasındaki bir ifrite benzediği söylenebilirdi. Pergel gibi açılan vücuduna bakıp yürümekte olduğunu; yani bir yere gittiğini, yani bir yerden geldiğini ve geldiği yerin o merdivenlerin aşağısında olduğunu kestirebiliyordu. Neden kapıya doğru yeltenmek yerine merdivenlerden inmediğini merak etti? Kapıyı pekala kendisi açık bırakmış olabilir; birini kovaladığı için, fenası, birinden kaçtığı için nefes nefese kalmış olabilirdi. Soluksuzluğu ve girişin yarı kapalı izahsızlığı güncel olamayacak bir telaşın izlerindedi belki de. Ancak unutmak, unutmayı doğuruyordu. Sebebini unuttuğu durum, hareket ya da seçimin kendisi de anlamsızlaşıp Firas’ın tembel beyni tarafından öteleniyor, olan biten hakkında kafa çalıştırıp bir şeyler bilmeye gayret etse de başaramıyordu. Zaten bilmek de hatırladıkça mümkündü. Firas binbir canbazlıkla kapının eşiğine vardığında saati 15:54’ü gösteriyordu. Duraksadı, bu anı önceden yaşadığını anımsamış gibiydi. Eminsizliği yüzünden onu yöneten dış güce sitemli bir bakış attı. Bu bakışlar dünyanın neresinden yöneltilmiş olursa olsun muhattabını bulabilecek denli keskin fakat
59
işlerin sonucuna etki etmesi yönünden faydasızdı. O da farkına varmış olacak, geldiğini sandığı yöne baktı, kapıya baktı, diğer kapılara baktı ve ayaklarına baktı son olarak. Ayaklarının hemen önünde ona dönük başka bir çift ayak daha olduğu fark etti. Sanıyordu ki o ayaklar onun değildi, onun olmamalıydı. Hatırlayamadığı için kafasını kaldırdı ve bir çığlık düellosu başladı. Önce Firas bağırdı, gerisin geri gidip diğer dairelerden birinin kapısına toslarken; peşinden kapıda aniden beliren kadın kopardı yaygarayı, Firas’ın çığlığından korkup. Çığlığın çığlığı tetiklediği o ilkel ortam da Firas’ın ne yaptığını unutmasıyla son buldu. Eli halen kapının kulbuna yapışık olan kadın bu sayede sakinleşip: “Hadi Firas, git artık!” dedi. İçeri belki girmeli, belki girmemeliydi Firas ama iki şey arasında karar verebilmek için bazı nedenlere ihtiyaç duyuyordu insan. Hatta sadece nedenlere de değil; kendi hakkında, hayat hakkında, seçenekler ve o seçeneklere karşı geliştirdiği hatırlı bağlar hakkında kişisel bir görüşe ihtiyaç duyuyor, muhtaç olduğu karar verme kudretini damarlarında ne yazık ki bulamıyordu. Firas’ta bunlar hep eksikti. Akıl yürütme yoluyla bir seçim yapması da olanaksızdı çünkü her seçenek hem akla yatkın, hem değildi. Firas hatırlamıyor, hatırlamadıkça düşünemiyor, düşünemedikçe hissedemiyordu. Kadın bir kez daha gitmesini söyleyip kayboldu. Firas kapıdaki kadının kim olduğunu merak etmekten alıkoyamıyordu kendini. Önce kapı aralığı, şimdi ona gitmesini söyleyen bu kadın… Git, söylemesi kolay bir kelime olabilirdi fakat kolay yapılası bir eylem değildi; hele karşısınızdaki sizi istemediğini söylemeyiversin, ona doğru kalasınız gelirdi. Bir bakıma korku dolu bir an sayılabilirdi kadının kaybolması. Bir o kadar da cazip, tahrik edici fakat riskli de, yine fakat çoğu erkeğin hesapsızca kabulleneceği derecede ümit dolu ancak kuşkulandırıcı bir an olduğu da pekala söylenebilirdi. Söylenebilirdi çünkü unutmak kalbin değil aklın bir eksikliği, bazen de lütfuydu. Ve unutkan birinden hisseden bir kalp, dolayısıyla vaziyete uygun duygusal reaksiyonlar beklemek abartılı bir iyimserlik olurdu. Firas korkmadı; umutlanmadı da. Az önce kapıda beliren bir başın, bir kadın başının, güzel gözlere, bukleli saçlara ve tatlı gülüşe sahip bir kadın başının onunla konuştuğunu unuttu. Açık buldukları her delikten girmeyi kar sayan çıkar meraklıları gibi
60
içeri sızdı. Bir el kapıyı arkasından kabaca örttü ve ortalık sessizliğe gömüldü. Kimindi o el? Kendinin mi, kadının mı yoksa orada ne aradığı bilinmeyen bir başkasının mı, Firas bunu da hatırlayamadı. Gençliğinde uzattığı siyah saçları sık, tombul ağaçlar gibi kabarıp kıvrılan Firas, annesinin neşeli ısrarlarına dayanamayıp saçlarını kestirmeyi kabul etmiş, kara suratı üzerinde tatlılıkla parlayan kavruk yanakları, koyu kahverengi gözleri, biçimli burnu ve kalın dudakları bu vesileyle ortaya çıkmıştı. Tanısı konulamayan bir hastalıkla savrulduğu buhranlı dönem onu ve ailesini iyice yıpratınca, herhangi bir günün herhangi bir vakti, planlanmamış bir yolculuğa çıkmaya kısmen karar vermişti genç Firas. Hatırlasa, hayatının en zor dönemi olduğunu kabul ederdi. Yolculuğu esnasında hastalığı ilerledi; hassas, çekilmez ve asla uzlaşılmaz bir tip olup çıktı. Unutkanlaştığı vakitler insanlar onu anlamaya gayret edip üzerine titriyor, hatta masraflarını karşılıyorlardı. Aklı ona oyun oynamayı bıraktığında ise hemen her şeyi sorguluyor, beğenmiyor, durumunu, konumunu ve gerekçelerini anlamakta ısrar ettikçe yalnızlaşıyordu. İnsanın en büyük bağnazlığıydı beynine olan körlemesine biatı. Bir konuda fikir sahibi olan kişi, bu fikrin kendisine ait olmasının tekeliyle hem kibirleniyor, hem de insanların onu anlamayacağı güvesizliğiyle sinsileşiyordu. Bu sinsiliktendi ki, insanın insana galebe çalma arzusu, kurnazlığa müsait akıllara yerleşen en vahim mikroplardandı. İşte bahsi geçen süre içerisinde Firas’ın yolu son olarak Ulus’un pırıltılı sokaklarıyla kesişti. İki haftalık İstanbul tatilinin altıncı senesinde hiç kirlenmemiş, hiç yıpranmamış, hiçbir meseleden şartlanmamış zihni ile caddelerde dolaşıyor, avarelik yapıyor, an be an yeniden doğuyor, dolayısıyla sürekli ölmek zorunda kalıyor ve ezeli bir anın kumpasında itilafsız sürükleniyordu. Kapıdan da benzer bir vehimsizlikle girmişti. Oysa hemen sonra kapıdan öncekiler yokoluverdi. Yalnızca gözünün gördüğü geniş oda ve oraya yerleştirilmiş büyük bir yatak…Hemen sonra orası da yok oldu ve görüyordu ki Firas büyük, yumuşak bir yatak, bir tavan, genişçe bir oda ve bir baş, bir kadın başı, güzel gözlere, bukleli saçlara ve tatlı gülüşe sahip bir kadın başı ona doğru eğilmiş, cazibeli bakışlarla kendisini süzüyordu. Şehvetin anlık idrakından yıpranan aklı, saniyeler sonra aynı bakışlarda bir hüsnüniyet, hikmet ve tevazu sezdi.
5.SAYI GÜZ
Firas için konuşmalar başka odalardan gelen fısıltılara benziyordu. Duyduklarını birleştirmesi bir oyundan ibaretti artık. Her unutuşun ardından hastalığını hatırlıyor ve “Unuttum ama kafam çalışıyor. Yetişebildiğim kadarını dinleyip bir sonuca varmaya çalışacağım,” diyerek konuşmaya kulak kabartıyordu. Kelimelerden akla yatkın bir anlam türetmek için çırpındı. Sadece anlam kalıcı olabilirdi zihninde. Başkalarının kullandığı kelimeler ise çölde bardağı hatırlamak kadar gereksiz ve unutulmaya değerdi. Son olarak şu tür bir münazaranın ortasında kalmış olabileceğini kavradı.
dına uzattılar. Nasıl mümkün oldu bilinmez ancak kadınlar ona yaklaşırken Firas vücudunda bir karıncalanma hissetti. Bacaklarından ve göğsünden, uzayıp kıvrılmış saç diplerinden ve güçlü pazularından sağlıklı bir kuvvet kasıklarına akın etti. Bu sirkülasyonun etkisiyle değişen coğrafyası, kadınların hayret ve tahrik çığlıklarıyla karşılandı. Firas, çoğu şeyin yanında, neden orada olduğunu ve ne yaptığını da anlamıyor; karşı konulmaz ve esrarengiz duygunun doyurucu hiddetiyle çarşafa sarılıyor, utanmak bilmez suratı kızarıyordu.
“Tülin, bu kadarı gerçekten fazla. Başımıza iş almayalım.” “Saçmalama Esmer, bu güne kadar nasılsa aynı.”
O esnada Firas parayı alan kadından şunları işitti: “Hanımefendiler! Biliyorsunuz kahramanımıza temas etmek yasak. Ama sizin için bir istisna yapabiliriz, ne dersiniz?”
“İyi de, beş kişi birden diyorsun. Ya fazla gelirse. Bu da insan sonuçta. Güçlü, kuvvetli bir de, beni bile bir çırpıda yere serer!”
Esmer, parmak uçlarından destek alıp havalanarak endişeyle kıpırdandı. Tülay’ın mesaj dolu, sahte gülüşüyle yüzleşince davranışını sonlandırdı.
“Güçlü, kuvvetli, bir o kadar da saf.”
Kadınlardan bazısı yutkundu, biri içini çekti, bir diğeri mahçup ifadesini eliyle gizledi. Firas, garip grubun vücudunda yarattığı yabancı titreşimden bazı izlenimler edindi, anlamlar çıkarttı. Zihninde kısa süre dolanan düşünceleri bu sayede yakalamayı başardık. Şöyle diyorlardı:
“Orası öyle de ne bileyim…Şuna baksana çok sağlam görünüyor. Dev gibi.” “Evet dev gibi…” -GülüşmelerFiras’ın Tülin olduğunu varsaydığı kadın devam etti: “Hadi Esmer, uzatma. Misafirlerimiz yan odada. Çağır da gelsinler.” “Tamam tamam.” Tülin tekrar “Esmer!” diye seslendi, “Kibar ol!” Esmer, boynunu eğerek anladığını belirtti. Firas saate baktığında 15:53’tü. Kolunu gövdesinin yanına yatırdı. Orada ne kadar uzandığını bilmemiz mümkün değil; Firas’ın bilmediklerini biz de bilemeyiz. Ama anlaşılıyor ki, bizim çalışkan beyinlerimiz Firas’ın o yatakta önceden de bulunduğunun farkında. Öyleyse Firas’ın da bilip gözden kaçırdığı bir şeyler olmalıydı. Şimdi Tülin’in etrafında fazladan üç beş kadın daha vardı. Yüzlerinde, şahit olduklarından etkilenen kişilere mahsus bir heyecanın izleri görülüyordu. Beraberce kıkırdıyor, bir şeyleri kendilerince yorumluyorlardı. Önce biri, peşi sıra diğerleri cüzdanlarına uzanıp bir miktar nakit çıkarttılar ve Firas’ın az önce bakışlarında anaç sıcaklıklara rastladığı ka-
kaybolandefterler
“Şu baştaki kadın tahminen elli yaşın üzerinde. Ağzı, yüzü, kolları ve memeleri oldukça yıpranmış. Yine de engel olamadığı bir dürtünün yakıcılığı hakim gözlerine. Buna sebep ben gibiyim. Onun yanındaki daha da yaşlı. Sürekli sırıtıyor. Gülen insanlardan oldum olası hoşlanmışımdır ama bu kadında beni korkutan, şeytani bir taraf var. Sanki beni yemek, benimle bir olmak istiyor. Şuna bak, diğerleri laflarken o, kolay ele geçmeyecek bir fırsatmış gibi vücudumu seyrediyor. Ortadaki daha genç. Bu kadar süslenmese ona güzel bile diyebilirdim. Güzellik! Onun güzel olabileceğini bana düşündüren ne? Güzel, güzel; ne demekti bu ‘güzel’? Anlıyorum; bu bir samimiyet göstergesi olmalı. Çünkü bu kadın küçükken kaybettiğim yakın mı yakın teyzeme benziyor. Ama teyzem bana baktığında böyle derin solumazdı. Eğer birine ‘gudubet’ sıfatını yakıştıracak kadar kaba biri olsaydım, şu ruhsuz kadın bunu hak eden ilk kişi olurdu. Ne bakışları, ne kemikli ve ölgün suratı, ne de dar ve ketum ağzı. Göz yuvalarında iki alüminyum top, cildimi yakarak üzerinde yuvarla-
61
nıyor resmen. Sıcak değil, soğuk değil; izleyişinde çürük, ölü, oturaksız bir niyet var. Bu kadına bir şey hissedemiyorum. Diğerlerinin yarattığı titreşimi çalacak neredeyse. Elinden gelse beni parmaklıklar ardına kapatıp kimseye göstermezdi, buna eminim. Bu da ne! Aklıma ve kalbime mukayyet olmam lazım! Buruşuk suratları tarih sayfalarına benzeyen bu süslülerin yanında bu çiçek de neyin nesi? ‘Neden’ diye soran aklıma, kalbim cevap olabilir mi? Düşüncelerle kıvama erdirilmiş bir suale, kalpten gelen salt bir his yanıt olabilir mi? Hayır! Hızımı kaybetmemeliyim; akla cevap yine akıldan gelir; kalbin beklentisine karşılık vermek de yine aklın karar vermesiyle mümkün. Aklımı kullanmalıyım, nasıl olsa birazdan hiçbirini hatırlamayacağım. Gözlerim gözleriyle kesişti. O utangaç, ben çaresiz; bakışıyoruz. Suriye’de büyüdüğüm kasaba geldi hatrıma. Bataklığın ortasında renklenen bir çiçek vardı. Neydi adı? Lotus! Bu kız, bataklıkta açan bir Lotus çiçeği gibi renklendiriyor ruhumu. Az sonra ne olduğunu unutacağım, birazdan olacakları da bilmiyorum. Eğer geçmişe dair bir hatıraya ve geleceğe yürümenizi sağlayacak bir ümide sahip değilseniz, hangi zaman diliminde yaşadığınızın bir önemi yok. Geçmiş ve gelecek bana hiç uğramadı. Ben birilerinin geçmişi, ben birilerinin geleceği; oysa kimse benim zamanım içinde bir anlam değil. Ama böylesi kutlu bir anı unutmamalı. Aklım benim olmaktan çıktığında bile onun neye benzediğini bilir yüreğim. Hatıralarıma, şu anıma ve geleceğime açan bir Lotus çiçeği. Hiçliğin içinde bir can, canın içinde hiçlik; yaşamak, asla kavrayamadığın bir hayatı yaşamak! O ve ben, ne kadar benziyoruz birbirimize.” Kadınlar Firas’ın heybetli vücuduna, kaslı kollarına, kıvırcık ve gür sakallarına ve dahi başkalaşmış kayalar misali şekil değiştiren kimi bölgelerine bakarlarken Lotus, onun çatılı kaşlarının altında çeşitli manalarla didinen gözlerine dalıp gitmişti. Tülin sorusunu tekrarladı:
Güzel olan kadın, Firas’ın koktuğunu ve üstüne para verilse böyle bir şey yapmayacağını isteksizce belirtti. Tüy gibi havalanan göğsünün külçe gibi devrilmesinden söylediklerinin aksini düşündüğü anlaşılıyordu. Sıra Firas’a korku salan kadına geldi. Az bir süre hinlikle hesap yaptıktan sonra yüzünü ekşitip tek kaşını kaldırdı ve Firas’ın bulaşıcı bir hastalığı olabileceğini, ayrıca kendilerinin namuslu kadınlar olduklarını ve evde onları bekleyen kocalarını sevdiklerini; bunun ise sadece bir, sadece bir… eğlence olduğunu vurguladı. Diğerleri bu çıkışı onayladı ve akladıkları vicdanladıyla kara adamdan faydalanmayı sürdürdüler. Duydukları karşısında aklı bulanmadı Firas’ın, kalbi de sızlamadı. Saati 15:53’ü gösteriyordu. Merakla Lotus’un ne diyeceğini bekledi. Tülin imalı imalı süzünce, kızcağız söze başladı: “Ben…” Yazıklar olsun Firas’ın aklına ki bizi böylesi bir konuşmaya tanıklık etmekten mahrum kıldı. Çok geçmedi. Firas burnunun ucunda bir burun, o burnun kondurulduğu bir baş, bir kadın başı; fönlü saçlara, yaralara merhem bakışlara ve kinayesiz gülüşe sahip bir kadın başı gördü. Kapkara kafası yastığa endişeyle gömüldü. Boş odada çıt çıkmıyordu. Kız eliyle sakin olmasını işaret edip: “Korkmana gerek yok, benim!” dedi. “Sen kimsin?” diye sordu Firas. “Hatırlamıyorsun değil mi?” “Hayır, böyle bir problemim var.” “Az önce bana baktın.” “Şimdi de bakıyorum.”
“Hanımefendiler bir karara vardılar mı acaba?”
“Ve birazdan bunu da hatırlamayacaksın.”
“Ayy! Hayır ben bu şeye dokunmam! O kadar da değil!” dedi ve bir kahkaha patlattı ellili yaşlardaki kadın. Daha ihtiyar olan ona katılarak:
“Bu doğru. Saat kaç?”
“Asla! Sadece seyretmesi keyifli. Şuna baksana sen hele, ne yapacağı belli olmaz bunun. Vahşi hayvanlara benziyor.”
“On beş elli yedi. Niye sordun?”
Ne hazindir ki Firas bunları duyuverdi ve aksak aklının unutabilme kabiliyetine şükranlarını sundu.
62
Lotus telefonunu çıkartıp saati söyledi.
Firas bir tuhaflık sezmiş gibi kendininkini kontrol etti: 15:54 “Neden sordun?” diye tekrarladı kız.
5.SAYI GÜZ
“Alışkanlık,” diyerek cevapladı Firas eski bir anıyı hatırlayarak. “Sürekli saatine bak, derdi teyzem. Unutkanlığım yüzünden ancak saati ölçtükçe mümkünmüş yaşadığımı anlamam. Ve hayatın iyi-kötü devam ettiğinin farkına ancak böyle varabilirmişim. “Nasıl yani? Son baktığında saatin kaç olduğunu unutmuyor musun?”
nızca geçmişe dönük sürgününü değil, onun geleceği şekillendiren yazgısallığını da fethettiler.
“Bu saatin kaç olduğunu unutmuyorum. Başka saatim yok zaten.”
“O zaman her şey daha mı güzel olur?”
Lotus, Firas’ın iri çehresini avuçları arasına sığdırdı. Gözlerini onun gözlerine hizalayıp burada ne aradığından haberi olup olmadığını sordu. Firas: “Neler olduğunu bilmiyorum ama iyi şeyler olmadığı kesin,” dedi. “Evet. Bundan nasıl emin olabiliyorsun peki?” “İşler iyi gitmediğinde saatin zamanı geri akıyor.” Firas bu sırrı kimseye söyleyip söylemediğini hatırlamıyordu. Lotus’un şifalı elleri arasında dinlenirken ipuçlarını birleştirerek değil, içinden, adını koyamadığı bir yerden gelen sese kulak vererek konuşmuş; yaşantısına dair saklı bir hakikati ifşa etmişti. Pişman sayılmazdı. Nasılsa hepsini unutacak, irdeleyeceği bir hatıra kalmayınca pişmanlık da hissetmeyecekti. Lotus’a gelince; o, kalbe güvenmekteydi. Aklın sorulara çözüm üretmesi gibi kalbin de böyle bir işlevi olduğuna inanıyor, iyi niyetli bir dokunuşun, kendini hiçe sayan bir kucaklamanın veya kalpten bir öpücüğün iyileştirici etkilerine resmen iman ediyordu. Yalnızca içten olmak önemliydi. İçtenlik de ancak kendiliğinden içten olabilenlerin bir kabiliyeti sayılacağından, sıradan birinin çabalayarak içtenleşmesini ummak naiflik sayılırdı. Samimi türden bir yüreği vardı Lotus’un. Evrenin tüm yumuşak hallerini tanıyan ve onlar için tasalanan yeis içinde bir yürekti bu. Ayrıca Firas’ın dillere destan çekiciliğinden değil, siyah derisinin, kalın kollarının ve biçimli suratının kamufle ettiği çocuksu ruha merhametinden gelmişti bilmem kaçıncı kez oraya. Çizgi gibi dudaklarını Firas’ın dolgun dudaklarına yaklaştırdığında onun kaçıngan ifadesine şahit oldu. “Korkma,” dedi sitem ederek. “Saatini test ediyoruz.” Öpüşmekden çok iletişime benzeyen kısacık bir anda; yaşamları, ümitleri ve idealleri zamanın itaatsiz mandalları arasında çırpınırken, hafızanın yal-
kaybolandefterler
Firas kolunu kaldırdı. Dudaklarını ayırmadan saati gözlediler: 15:55 Lotus “Bunu sabaha kadar yapabiliriz,” dedi.
“Sence?” “Bilmiyorum. Ben güzeli değil doğruyu istiyorum.” “Anladım,” dedi Lotus, dudaklarını Firas’ın dudaklarına amacından şaşmış bir bağlılıkla bastırırken. Saate baktılar: 15:57’ydi. Lotus’un geri çekilmesiyle Firas ihtişamlı bir gölge misali ayaklandı. Kız ona bükülmez bir iyimserlik ve her şeyin daha iyi olacağına dair tatlandırıcı bir işveyle tekrar görüşeceklerini söyledi. Firas kalbinin aklına galebe çalan kıpırtısını hissetti. Uzlaşılabilir tüm düşüncelerin önüne geçen, mantık kabul etmez bir duyguyla yüzleşti. “Gitme,” diyebilmek isterdi ama yola koyulmuş birine “Gitme!” demenin onun gidişini hızlandıracağını kavrayabildi. Bu işler hep aklın tersine işlemekteydi. Esmer ve Tülin içeri girdiklerinde kızcağız gitmiş, Firas da gitmek üzereydi. Tülin’in “Al bakalım, senin hakkın bu,” diyerek uzattığı parayı geri çevirdi. Esmer’in “Hergele!” demesiyle Firas’ın onun yakasına yapışması bir oldu. Devamı gelmeyen arbedenin ardından Esmer Firas’ı iterek dışarı çıkartmaya çalıştı. Kapının önünde inatçı bir ısrarla Esmer’e diklenen Firas, kendininkilerin önünde bir çift ayak gördü. Bu ayakları takip edince bir başa, bir kadın başına; açık gözlere, yılandan saçlara ve oyalayıcı gülüşe sahip bir kadın başına erişti. Esmer’in onu itmesine izin verse, gerisin geri tökezleyip duvara toslayacaktı. Oysa o, bileğinden kavradığı avucu kendi avucunun arasına aldı ve samimiyetle sıktı. Siyah ve düşsel mizacında mütevazi bir söylem, beyaz ve sağlam dişlerini meydana çıkartan manidar da bir bağışlama vardı. Firas artık unutmuyordu. İlk unutamadığı da Lotus olmuştu. İkisinin kıt bakışları altında, arkasını bir kez bile kontrol etmeden koridoru geçti. Merdivenlerden indi ve sokağa kavuştu. Yürürken bir ara durup göğe, bana, yazgısına baktı ve “Bir daha bana bunu yapma!” dedi. Sağ bileği tam dördü gösteriyordu. Meydandaki saat kulesinin sesini işitti.
63
türbülans —
HIDIR MURAT DOĞAN
“STOCKHOLM SENDROMU” geldiğini sormuyor nedense hiç kimse. . . Bunc a uzay ve gökyüzü mera kımın nereden VE ina nın ba na Ka fa sına vurulup ekmeği a lına n BİR ÇOCUK OLMA KTA N öteye gidememiş sa çma sa pa n b ir ruha sa hib im.
İNA NIN BUNUN CEVA BINI A SLINDA BEN DE BİLMİYORUM. . .
A, L E S ME
b eni bir a raca bindirip cinayet işletebilir,
64
A ma hep stratosfere a sılı dura n b ir uydu olma k istemişimdir.
olmaya n ma lımı mülkümü üzerinize ya ptıra bilir,
Ve b en bunu büyük bir dinginlikle ka rşıla rım. size a lınma m ...
ve bir şehri bir a nda terk ettirebilirsiniz. . .
ldiğinde, n ve fırsat veri ka ir. im i rl te ye na ra tle yok edeb il sü Bir insa r bi k yü bü ha nda n da her şe yi ışık hızı Bilin istedim. 5.SAYI GÜZ
2 Ağustos'ta Da lla s ya kınla rında düşen 191 sefer sayılı Delta Havayolla rı uçağında 173 kişi öldü. Ja pon Havayolla rı’na a it 123 sefer sayılı ja8119 kuyruk numa ra lı bir BoeIng 747, 12 Ağustos 1985 Paza rtesi günü Tokyo’ya 100 kilometre mesa fedeki Gunma''da Osuta ka Dağı’na ça rptı. 520 kişi öldü. Dünya’da ki en b üyük ikinci uça k kaza sıydı.
Doğduğum yıl, Dünya Havacılık ta rihi en ka nlı dönemini ya şa dı.
Nükleer sava şın durdurulma sı için Sovyetler Birliği ve A merika Birleşik Devletleri a ra sında ba rış a ktivistliği ya pa n 13 ya şında ki Sa ma ntha Smith, Ba ngor Ulusla ra ra sı Hava lima nı’nda ya şa na n uça k kaza sı sonucu öldü.
a ynı yıl,
. Güne y A frika Özel kuvvetler uçağı düştü Milwa ukee’de Midwest Express, A ngola’da
Newfoundla nd’de ka lkışta n hemen sonra düşen Dougla s DC-8’de 256 kişi öldü. yine aynı sene, Brüksel’de ta rihin gelmiş geçmiş en büyük futb ol facia sı ya şa nmıştı. Tel örgülere sıkışa n onla rca ta ra fta r gazetelerin ilk sayfa la rında isimleriyle yerlerini a lmıştı…
Eylül ayında Mexico City’de Richter ölçeğine göre 8.1 şiddetinde deprem meyda na geldi. 10000 kişi öldü. 30000 kişi ya ra la ndı. 95000 kişi evsiz ka ldı.
iki a y sonra,
Yine o yıl; Sayyed Moha mma d Hussein Fa dla lla h’ın a racında b omba patla dı.
Ma drid ya kınla rında El Desca nso b omba lı sa ldırısı ya şa ndı.
A b u Nida l teröristleri Roma ve Viya na havaa la nla rına sa ldırıla r düzenledi. Onla rca insa n öldü.
te geçti. 23000 kişi öldü. Kolombiya’da Neva do del Ruiz volka nı ha reke
Çok geçmeden, Çernobil’de rea ktör patla dı. Milyonla rca insa n gerçekleşen facia da n etkilendi. Ka nser türleri, etkilediği b ölgelerde hızla yayılmaya, b eb ekler sa kat doğmaya ba şla dı.
? t değilse ne bu Ruha ni bir işa re kaybolandefterler
65
Çocukluğumun ilk yılla rında ra dyoa ktiviteden etkilenmiş çayla rda n içip ka nser olma ma izin vermeyen a nnem, yılla r sonra telefonda ağlıyordu
Ka dınla r öyledir. Ra dyoa ktif bir ma lzemeden da ha hızlı yayıla n ba şka bir şey va r mı söylesene?
Ben seni b ugünlere b unun için mi getirdim?
İlk kez çayın ta dına ba ktığımda on yedi ya şındaydım. ki zaten facia la ra bula nma m çok da za ma n a lma dı.
mı va r? ha nükleer fa c ia Bir ka dında n da
Hayatıma girmiş çıkmış eski ka dınla rda n biri, Holla nda’da n Türkiye’ye birkaç günlüğüne geldiğinde b eni da ha fazla görebilmek için dönüş biletini bir gün sonraya ertelemişti. Heyhat, bu ne sevgi a h, bu ne ızdıra p….
O fazla da n gün bütün ilişkinin sonu oldu.
Gitmesi gereken a ma gitmediği o gün İsta nb ul’da n hava la na n Tekirdağ isimli Boeing 737-800 uçağı A msterda m Schiphol Hava lima nı'na iniş ya pa rken düştü.
tı b elki a ma a sla b enim değil. O fazla da n gün onun hayatını kurta rmış Ertesi gün Atatürk Hava Lima nı dış hatla r termina lindeki dütdütlü ka pıda ki ayrılış a nı onu son görüşüm oldu.
değilse ne bu? ila hi bir işa re t
66
5.SAYI GÜZ
Hepsi bir uça k mesa fesi ka da r uzağımda oldu.
Benim hiç aynı kentte ya şa dığım bir ka dın girmedi hayatıma .
A rayıp devlet hava meyda nla rı işletmelerine sora bilirsiniz.
Ve onla rı hep a pron girişlerinde bıra kmışımdır.
Rüya la rımda sürekli düşen uça kla r görüyorum.
Sürekli, A ra lıksız.
düşüyor.
düşüyor.
düşüyorla r. . .
ve düşüyorla r. . .
ayda en az bir kaç kez. . .
fa, Geçen gün il k de düğüm ımda sürekli gör r la a y ü r e t iş l “a dim ek oldu la n…” de ç er g z ke u b y e ş kendi kendime.
kaybolandefterler
67
Bizim si tenin uça k. ine düştü bu kez yüz metre ileris
ina nın ba na . . .
Dünyayı bir fela kete sürükleyebilirim. . .
Oraya doğru koştum ka pıda n çıkıp.
gökdelenler yıkıla bilir. . .
ve her şey bitebilir. . .
68
uça kla r düşebilir. . .
yerküre kırıla bilir. . .
Bir insa na yeterli imka n ve fırsat verildiğinde, her şeyi ışık hızında n da ha b üyük bir süratle yok edebilir. bunu zaten biliyorsunuz. . .
5.SAYI GÜZ
sonra uya ndım o a n. . .
ve ka n ter içinde bağırdım. . .
Hiç b ir Boeing 737-800 b enden da ha i yi z! yere ça kıla ma
kaybolandefterler
69
Güneş hızla duruyor Biriyim yolculardan Eski bir gökyüzünden başka alana İki büyük çantam var Kocaman bir ek gibi şaşkınlığıma. Ve olmakta olmanın sallantılı alanı Kuşlar boşluk uçtukça Bir şey hızla duruyor Bir uçak sanki bin uçak Bir gün öğleden sonra her gün öğleden sonra. EDİP CANSEVER
70
5.SAYI GÜZ
Herkes resmi anlamak istiyor. Neden kuşların ötüşünü anlamağa çalışmıyorlar? Gece, çiçek, kişiyi çevreleyen her şey neden anlaşılmağa çalışılmadan sevilir? Ama resme gelince anlamak istiyorlar. Sanatçının gerektiği için çalıştığını anlasınlar özellikle. Açıklamak gereğini duymadığımız ama bizi büyüleyen doğadaki bir çok şeye verilen önemden çok bir önem verilmemesi gerekir sanatçıya, çünkü o da dünyanın en küçük üyelerinden biridir. Bir tabloyu açıklamaya çalışanlar çok zaman yanlış yola saparlar. Bir süre önce Gertrude Stein neşe içinde tablomun neyi göstermek istediğini anladığını söylemişti. Stein’a göre tabloda üç müzikçi varmış. Oysa bir natürmort idi!
-
kaybolandefterler
71
ben bu güzDe taslak gibiyim —
EKOİN KAJMER
72
5.SAYI GÜZ
Çok fiyakalı girişleri teğet geçip, içinden ne çıkacağı belirsiz cebime elimi atıp, cebin kendisini çıkartıyorum elimle birlikte büyük bir hünermiş gibi. Tabii ki alkış yok. Bir hikayeden başka bir hikayeye geçiş arası derin bir nefes çektin mi bilmiyorum, -sarhoşluğun kıyısından az önce dönmüşlerin ruhları üzerinde olsun- Şimdi şuradan kelimeyi al öbür tarafa koy, ortadakini başa al, ötekini berileştir, berikini siyasallaştır falan.. kendi içinde, toprakta, suda, havada, dünyada, hayatında kaç kez defter tutmuş da onu da kaybetmiş -bırak allah aşkına- insan affallığı ve bir ve iki ve üç ağaç oyması organik bardak satıyorum, yıldızları satıyorum, hey yavrum benim edebi metinler arası ebedi rahatsızlıklar dolu cümleler satıyorum, demeler, denemeler, yanılmalar, çok uzun işler bunlar. Neymiş, “kaybolan defterler” Hay allah. Kendi içinde bir paradoksa dönüşmeden göttingenli tanrılar şahidim olsun, biriniz daha üzerinden yağmur damlası akan cam önü üstünden sigara dumanı geçmiş kitap yanı kahe fincanı fotoğrafı çekerse, çekip silahımı, yeni öğretim yılına az önce girmiş başbakan iticiliği basacağım ciğerlerinize. Çünkü göbek bağı -doğumundan yıllar sonra- az önce kesilmiş bir bebek bilgeliğidir bu. Hayatta güzel olan hiçbir şey kaybolmaz. Olsa olsa kaybedilir. İşbu yazı da, –lafımı balla keseceğim ama işbu’yu da yıllar yılı cümle içinde kullanmak isteyişimin az önce yerini boktan bir osman yağmurdereli dizisine çevirmesi bende de en az senin ki kadar karın ağrısı yarattı- kaybedişlerden kayboluşlara giden tek ortalı kareli bir haritametod defter misali kendi iç sesinde topallayan sevimsiz şehir insanı genellemelerine boğuluyor, hissediyorum. Arka fonda çalan “ben bu güz taslak gibiyim” adlı şarkıyı kapatıp devam ediyorum.. Kaybedilen hikayelerini kaybolanlardan çıkarmadan önce –müge anlı yardımcım olsun neler diyorum- üstünü başını çıkarmış tüm kendini karşısındaki hayatın hissedarı saymış insanlara, kırk ayrı hamamın kırk ayrı tasından dökülüp yağıyormuş gibiydi yağmur. Çıkıp bahçeyi suladım. Çünkü insan olmak bunu gerektiriyordu. Saçma bir olay karşısında daha saçma bir hareket yapmaya geceliğimizle çıkıyorduk. Mahallenin yaş ortalaması 14 olan asi çocukları ay ışığına üfledikleri cigaralarından son bir fırt çekip önümü kesmişti. “Bu ansız kesişmeyi neye borçluyuz gençler yoksa Pythagoras mı?” demeye kalmadı, annem undan kurabiyeler yapmış,-çamurdan da yapanını gördüm öyle demeyin- “mevlüüdeeéé!!” diye seslendi balkonkaybolandefterler
dan. “neyse bana değilmiş” deyip, az sonra cebimden çıkartacağım ingiliz anahtarını yokladım. Oradaydı. “Su” dedim, “tesisatı” na giremeden alaşağı ettiler beni. O zamana kadar daha önce hiç alaşağı edilmedilmediğimden, tamamiyle hayatım için yeni bir deneyim olan bu alaşağı edilişin keyfini mi çıkarmalıydım yoksa cüneyt arkın misali, üstüme yığılmış kalabalığı kollarımı açıp sağa sola mı savursaydım bilemedim. Öylece kaldım. Kalışların –ce hali. Öyle. Öylece. –kızmıyorsun değil mi?Bir hikayeden başka bir hikayeye geçiş arası derin bir nefes çektin mi bilmiyorum, Kenarında deniz olan kara parçalarının denize kıyısı olan daha ufak parçalarının, köşesi tekele bakan sokağındaki evimde geçen gün ansızın huzursuzlaştım. Tüm korku filmlerinin olmazsa olmazı, Ansız bir huzursuzluğun ani bir şuursuzluğa dönüşme sahnesi benim de başıma geldi. Önce –de’yi ayırdım sonra mutfak yerine salona gitmişim. Hazır gitmişken, oradan da geçen gün sıkacakken kapı çalıp sonra unuttuğum yıllanmış sivilcemi sıkmak için banyodaki aynaya gideyim dedim. Gittim de. Gittim de sıktım. Elime ne geçti peki? Tepesindeki saçların kendini terkettiğini gördüğüm kafam. Elimde, artık saçının eksiliyorluğunu bildiğim bir kafa ile odama geri dönüş. Sonra doğum günümün aklıma gelmesi. Güz. Güneş eksikliği, yağmur bolluğu, rüzgar mırıldanması, mandalina kokusu, az önce kesilmiş elektrik sonrası yakılan mum ışıldaması. Gözlerin. Ve bizi ne zaman bizden aldığını bilemediğimiz zamansal boşluklar.. Eylül, sen tam sevecekken geçer. Ağustos’tan çıkmışsındır, Ekim’i bekliyorsundur. Çünkü sonrası kasım ve kış, çünkü öncesi temmuz ve düş. Sen kışlıkları mı giyeceksin, yazlıkları mı koyacaksın, Tatili mi anlatacaksın, işe mi başlayacaksın.. tam hazırsındır ama arkana yaslanıp Eylül’ün bitişini izlersin. Eylül’ün sonuna doğmuşum ben. Yağmurun sevdam, rüzgarın aşkım, turuncunun tutkum, hüznün diğer yanım ve delirmeyi başaramayışın başarısızlığına delirmem bundan hep. –kızmıyorsun değil mi?Ve güz, tüm hazırlıklar, hatırlamacalar ve unutmalar arası geçip, sonuna yetiştiğiniz bu vakit, mevsimsizliğinin hüznünden güz ya işte çok zor geçmesi bu sakar gölü. Dümensiz gemiye binenler bilir..
73
derinden SÖKÜLMÜŞ İPEK AĞLA MARİANNE — GECE İŞARETİ
İçimde bir yangın çıkartıp, koynuna yaslıyor yüzümü, yüzün Bir militan öfkesi gibi çatık kaşlarım Uçup, yuva yapıyor göğsüne Ben ki, seni seviyorum alacasında şehrin Suretsiz denizinde, suyu dinlemek gibi kapalı gözlerin Dikiş bilmiyor gözlerim Açılmasın istiyorum, bar taburesinde felsefe Bir sabah kahvesinin kaynama derecesinde Geçiyor, içim içine Sırtın işte, aynası yolumun katliamlardan farksız bu göğsümdeki yanık kokusu bu yangından kaçmıyorum, uzak tutuluyorum Vardığım yerde Dehşet içinde omuzlarım, ağla Marianne Her sökük kendi dikişine gebe Dikişlerim patlıyorum bir bir hepsi de künase Vücudumda çürüklerim vardı Az pataklamadı beni gecenin ucudaki mana Sözcüğe dönüşmek için çırpınıyordu, her bir yara Bunlardan önce de bitmiyordu düşünce Buydu dünyaya bıraktığım, ilkellik akan bir çeşme Bilmiyordun sanki. İçimdeki kemirgen hayvan, daha fazla eşme Üzerine alkoller attığım mezarı Kanamam durmadı daha! Dur daha deşme! Okşayışlarımdaki karanlık, bir bir defterler doldurdu Sökülmüş ipek, ağla Marianne Gözlerimi bağladığım rahleden, boş kovanlar taşıyor Beklendik bir fırtınaydı, inançlarımı soldurdu Sis nafile, gözlerimdeki yaş günleri ağartıyor iliklerime bir bir nakşedilen bir şeydi ağzının kenarındaki derman Çağırdığım Yakup peygamber bağırıyor Kangren oluyor her bir zerrem Usturanın bilendiği bir şey miydi gözlerin Yoksa ta kendisi mi? Hiç tereddüt etme, beni hırpala Yıkılsın üzerime, abdest bilmez dehlizlerim Hiç değişmeyen bir yere dönüyoruz Seni, beni iyi tanır -adı kahır Derinden sökülmüş ipek, ağla Marianne Hiç başlamayıp, hep biten bir yere gidiyoruz.
74
5.SAYI GÜZ
Kuzeyde kar diye yazıyordu mektuplarında amcam, Kuzeyde kar. Bütün öykü acıklı bir firar, Bir sürgün diyordu, Ülkesinin hapishanelerini bile özler. YILMAZ ERDOĞAN Sen Hiç Ateş Böceği Gördün mü?
kaybolandefterler
75
GÖRSEL: JULIAN LANDINI
GİDEMEDİKLERİMİZ —
HATİCE TOSUN
76
5.SAYI GÜZ
Büyük bir gümbürtü ile açtı gözlerini. Terden ensesine yapışmış saçlarını hissetti önce. Sonra da alev gibi bir rüzgârla havalanan perdelerini. Akdeniz’in bu yalın rüzgârı sebepti gümbürtüye. Karşılıklı açık kalan pencere ile kapı arasındaki harbi kapı kaybetmişti hızla çarparak. Nemli bir kahkaha bıraktı terli yastığına, yavaşça toparlandı ayan yeni gün için. Telefonu sessizde kalmıştı dün gece. Onlarca bildirim bekliyordu ekranında; arama, mesaj, mail, sosyal ağ iletileri… Şöyle bir kaydırdı ekranı ve içlerinden biri gözlerini yaktı: “Döndüm.” Dakikalardır mutfağın fayans tezgâhında oturuyordu. Soyulmaya başlayan sırt derisi ardından gelen meltem ile gıdıklanıyordu. Ensesindeki ter kurumuştu. Ocaktaki su kaynamaya başlamıştı. O ise yıllar evvelindeydi. Karşılaşmada, bir olmada, yar olmada, parçalanmada ve gidişte… Bu kadar mı derine gömdüm, diye mırıldandı. Sisli ekran görüntüleri anımsayacak kadar derine… Kaynayan suyun çaydanlıktan koluna sıçraması ile irkildi. Seri bir hamleyle atladı tezgâhtan, az evvelki hüzün deryası o değilmiş gibi demledi mavi demliğine çayını. Domatesleri soydu, salatalıkları dilimledi, balkondan birkaç yeşilbiber getirdi, tezgâh altından yeşil zeytinini çıkardı, bidondaki peynirinden bir kalıp ayırdı, saksıdaki nanelerinden birkaç yaprak koparıp omlet harcının içine attı, ekmeklerini ocağın üzerindeki tavaya bıraktı. Tüm bunları yaparken öğrenilmiş hatta ezbere geçilmiş bir çaresizliğin vakurluğu vardı yüzünde. Çatal, bıçak seslerine balkonda açık bırakılan radyonun cızırtıları karışıyordu. O ise bilinçsizce bir ezgiyi mırıldanıyordu: “Dönmek… Mümkün mü artık dönmek? Onca yollardan sonra yeniden yollara düşmek...” Çay kaşığının ilk tıkırtıları alt kat komşusunun camında şakımıştı. Saat daha sabahın sekizi idi. Henüz güneşin bastırmadığı bir yaz sabahının serinliği yalıyordu parmaklarını. İlk yudumdan sonra yıllardır aradığı bir şeyi bulmuş gibi ışıldadı gözleri. Bir hamlede baba yadigârı pikabın yanında buldu kendini. Alttaki çekmeceyi eşeledi uzun süre ve buldu sonunda; Hümeyra’yı. Plak, pikabın iğnesinden kurtulduğunda o da çay bardağının dibinde kalan son yudumu içmişti. Balkona vurmaya başlayan güneşe yakalanmadan topladı masayı. Fesleğenini gölgeye çekip suladı. Sonra da güneşliklerini boydan boya çekti. Şimdi içeride serin bir aydınlık vardı. Bu serinliği kaçırmadan yıkadı bulaşıklarını, sessizce bulaşıklığa dizdi. Tüm bu sabah seremonisi bitince artık vakti gelmiş bir tavırla dikleştirdi omuzlarını ve yatak kaybolandefterler
odasına ilerledi. Telefonunu eline aldı, bildirim kalabalıklığı içindeki ekrandan sabahki yangını buldu ve başparmağı ile dokundu: “Döndüm.” İsim kayıtlı değildi, bir numara vardı mesajın başında. Her rakamını bedenine kazıdığı bir numara... Ne vakit görse ahenginden ciğerinin sızladığı bir numara… Hiç beklenmedik bir anda, gecenin kuytusundan başucuna sızan bir numara… Gün olur da ulaşamaz korkusuyla kendi numarasını değiştirmesine engel bir numara… Diğer öğelerini tek bir soruya hibe etmiş bir cümleydi cevabı: “Neden?” Bakır cezvesine kararınca kahve koyarken gözü karşı camdaki emekli edebiyat öğretmenine takıldı. Dudak kenarına sıkışmış filtreli sigarası ile yalnız evinin küçük camından hayata sarkmıştı yine. Gelene geçene bakıp iç çekiyordu. Kim bilir bu sabah hanımının hangi anısı ile uyanmıştı. Acaba öfkeleniyor muydu ona zaman zaman, gitti diye. Emekli edebiyat öğretmenini gözden kaçırmadan mutfak penceresi önündeki masaya ilişti kahvesi ile. O da bir sigara sıkıştırdı dudağının kenarına, kibritini kül tablasına bırakırken göz göze geldiler emekli edebiyat öğretmeniyle. Usulca selamlaştılar. Sigarasından ilk nefesini alırken emekli edebiyat öğretmeni, sokağa geri döndürdü gözlerini; o ise göğe dikti kirpiklerini. Kahve kıvamında olmuştu, sigara iyi gelmişti, karşıdaki apartman dizisinin ardından denizin iyotu geliyordu, akşam için taze fasulye temizlese iyi olurdu, telefonun bildirim sesi geldi. Kahvenin dibini, sigaranın süngerini görene dek bekledi. Sonra fincana su çekti, kül tablasını boşalttı ve yeniden dik omuzlarla arşınladı yatak odasının yolunu. Yanıp sönen ekrana dokundu: “Akşam yedide, denize nazır o tek masada, tüm nedenlerimle seni bekliyor olacağım.” Ne vakit uykuya daldı, ne vakittir uyuyordu bilmeden irkildi zil sesiyle. Dağınık saçlarını toparlarken açtı kapıyı, kimse yoktu. Ardından karşı dairenin zili çaldı, sonra da üst katın. Belli, biri kapıda kalmıştı. Sürgüyü çekerken otomata bastı. Duştan çıkmış bileklerini yasemin yağı ile ovarken göz göze geldi kendiyle aynada. Saçlarına baktı önce, omuzlarına dek kısalttığı saçlarına, sonra derinleşen çizgilerine, kaşlarına, gözlerine, kaz ayaklarına, burnuna, gamzelerine, yanları kırışmaya başlamış dudaklarına, boynuna, omuzlarına… Sonra masanın diğer yanındaki çalar saate, ondan kalan saate, baktı; akrep altının üzerinde
77
“Gidiyorum. Sana, son bir Hür Yemur şiiri bırakarak. görüyor musunuz? denizin ötesinde kumsaldan hayli uzakta bir ev var tek pencereli bir ev içerde bir iskemle üzerinde gençliğim bir yatak, bir yorgan, bir kırık masa... bir ip sallanır boynumda.
mıhlanmıştı. Derin bir nefes alıp kalktı, dolabının en güllü dallı entarisini çıkardı. Omuzları düşük, upuzun bir elbise… Islak saçlarını elini tersiyle diğer yanına atıp evden çıktı. Şimdi tam karşısındaydı. Yıllar sonra. Denize nazır o masada onu bekliyordu. Arada kahverengi kayışlı saatini kontrol ediyordu, ona armağan ettiği saatini, bekliyordu. Oysa yıllarca beklemeyi en çok kendine yakıştırmıştı. Kendi hakkı saymıştı. Adaletsizlikti bu, hakkına gasptı. O gitmelerin adamı olmuştu hep, ardına bakmadan gitmelerin; kendisi ise kalmaların kadını, geride bırakılmaların. Tüm bu güzelliğini geride bırakılmışlığına borçluydu; geri dönülmesine değil. Bir başka sigaranın süngerini görene dek izledi onu; saçlarını, alnını, göz çukurlarını, burnunu, dudaklarını, uzun parmakları ile sigara ardına sigara yakışını, telaşını, özlemini, pişmanlığını, bencilliğini… Evet, bencilliğini! Bulmuştu, neden karşısındaki sandalyeye oturmaması gerektiğini bulmuştu; bu ne bencillik! Bu ne hadsizlik! Ne demek dönmek? İnsan dediğinin bir bilet hakkı olurdu; ya gelirdi ya da giderdi ama dönemezdi. İzmariti hırsla ezdi, artık kurumuş olan saçlarını diğer tarafa attı elinin tersiyle ve uzaklaştı. İçeriden gelen bir çift ayak sesi, denize nazır o tek masaya yaklaştığında elinde bir not kâğıdı vardı. Onu, endişeyle karşılayan bir çift nemli göze ait bir not kâğıdı, uzattı. Sonra da kadehini tazeledi sessizce, uzaklaştı. Titrek parmaklar arasından gizini ortaya döktü kâğıt:
odama sımsıcak iklimlerle geldiniz. gözleriniz kararlıysa sevmeye sevilmeye bu gece sabaha dek ipi siz çekeceksiniz. sımsıcak deniz gidemediklerimiz.” Gün ağırmadan az evvel pikabın iğnesini plağın üzerinden çekti. Kalan şarabı gidere boca edip kadehini sudan geçirdi. Kül tablasını boşalttı. Evin tüm pencelerini açıp göğü gören kanepesine uzandı. O uykuya dalarken parçalanmış bir şiir dolandı havada, bir saatin pili bitti, bir çift ayak uzaklaştı kapısının önünden. Gün aydı.
GÖRSEL: JULIAN LANDINI
78
5.SAYI GÜZ
SU UNUTUR GECEYİM —
PAYANDA
Heyhat su uykusuyum ağlamalarım uyandırmıyor kimseyi Geçiyor akıp giden zaman bıraktığı sertlikte sevgi derisi harcanarak Zihnimin yaralı heyulasını düzeltirsem kâhin acılarımı çekiştirirken Ne denli büyük şâir diyeceksiniz bana ellerimi daha tartamazken Yazmak ağırdır yaşamak kadar İnsan gövdesi yılan bir tekrar derinlik bahçesinden alınarak bırakıyor koynuna yalancı korkusunu Yalnız katran şaşkınlığın dövündüğü taşan yüzünde aciz kıtlığımın nehirleri ovuşturan telaşı saçlarına değdiyse rüyandasındır herkesin uykusu kendi geçmişinde Neden diyorum yarınlar bunca uzak saplanarak durunca eski fotoğrafın Dili pelesenk unutmaya lacivert plak çağrılır akşamüstlerinde kahve pişirmeye Hatıra yok ki hatrı kalsındır Geçiyor tozuyla sinmemiş köşelerine hayatın ve anlamın çarpıştığı yere yasak diye girdimdi gözlerine Kimin kısa kimin uzun çekilir herkes başta geldiği şülesiğne!
GÖRSEL: Jack frost
kaybolandefterler
79
PORFİRİ —
İBRAHİM ADIGÜZEL
Doktor olup da beyaz önlük giymeyi ne çok istemiştim çocukken. Taşrada çocuğu okutmaktansa eli ekmek tutsun diye çırak vermek âdet olduğu üzere eczacı kalfalığı ile az da olsa önlük hevesimi alıyorum yıllardır. Sağ olsun eczacımız Kemal Bey dükkana bile uğramaz; ilaçlarla ve sağlıkla ilgili ne öğrendiysem kendi kendime prospektüs okuyarak öğrendim. Her şehre üniversite icraatından yakınımızdaki devlet hastanesinin tıp fakültesi yapıldığı bir piyango da bize vurdu. Yaş geçti, liseyi de bitiremedim zaten, tıp fakültesine hasetle bakıyorum. Allahtan arada malzeme almaya gelen tıp öğrencileri ile muhabbeti kurdum da tıbbi bilgi ve kültürümü artırıyorum. “Ders notlarını eczanede fotokopi çekelim, hem ek gelir de olur.” diyerek Kemal Bey’i ikna edip seri bir makine aldırdım eczaneye. Tıp notlarını önce kendim okuyup bir nüshasını da arşivlemeden çoğaltmıyorum kesinlikle. Son zamanlarda geceleri sürekli tıp notu okumama yorduğum yerli yersiz gündüz vakti halüsinasyon görmeye ve gün ışığından rahatsız olmaya başlamıştım. Hematoloji ders notlarında okuduğum porfiri belirtilerine benzer farklı tanılar da görünce kendimde, ertesi gün notu getiren Kadir’e durumu açmaya karar verdim. “Abi olur mu öyle şey sapasağlam adamsın, çok nadir görülen bir hastalıktır. Ama için rahat etsin, istiyorsan yarın gel de seni bir muayene ettireyim.” dedi sağ olsun. Muayene, tahlil, röntgen derken uzun yıllardır edindiğim tıbbi bilgimde yanılmadığımı görüp hocanın; “Geç kalınmış, tedavinin faydası olmaz, az ömrün kalmış dilediğince yaşa.“ demesiyle kendi kendimin doktoru olup teşhisimi koyabilmenin buruk mutluluğunu yaşadım. Georges Perec’in de dediği gibi; “Yazmak, bir şeyleri yakalamak, bir şeyleri yaşatmaya çalışmaktır.” Bu belki de son güzüm, iyi bakın kendinize, kalın sağlıcakla…
FOTOĞRAF: İBRAHİM ADIGÜZEL
80
5.SAYI GÜZ
BİR ÜÇ MEVSİM ŞİİRİ —
RIDVAN GÖKSU
I güney avlularda bir kambur taş meseliyim urgunum ardımda hevesler gizinden bütün rüzgârlar sesime seyyad kesiliyor ne vakit turna desem ne vakit el etsem uzaklarda kimse üzülmüyor oysa sanırdım ki el etmek ağrıtır bütün coğrafyalarda va hayf II nicedir kurtulunan bir hummayla aynı vurguda okunuyor gibi adım kaşif gemilerin doğaçlama demir atma marşlarında kuşanıp sevince uyanan çocuklarla sanki hiç karşılaşmadım sanki tarlasına tuz eken odisus misaliyim nicedir ben sankiyim nicedir III gece vardiyasından dönen uykulu bitap / kimi genç ve bekar / kimi ergen ve yorgun / kimi üniversite mezunu ve kaygılı kadınları da sayarsak / kimse bilmiyor neden ve nasıl bu kadar hırpalandığımı otobüs duraklarında bekleyenlere bakarken sabahları kimseler bilmiyor / niçin ve ne vakitten beri suretime kendi cönküne bakan ümmî bir ozan kadar yabancı kaldığımı balkonlardan döküldüğümü anlatamıyor tütün sarıyorum dünya beni kahrediyor
kaybolandefterler
81
IV kulağımda yaradılış öncesinden kalma dengbêjlerin sesiyle duruyorum modern kalabalık caddelerde acelesi olanlar duymuyor içimdeki sarsak ağıdı vakur ve mağrur görünmüyor ellerim tokalaşırken fatih ve galip sayamıyorum kendimi herhangi bir vak’ada yerindeyse bir dikişi gereğinden fazla dönmek gibiyim bir yıprık kumaşta bir beyiti imlasından ziyade gevelemenin ardındaki diş gıcırtısıyım gülgan kederlerin kale alınmadığı küfran sevinçlerin afişlere taşındığı bu kof gayretler çağında V gözümde uzak dağ manzaralarıyla geçiyorum kentli kaygılılar arasından yetişememe telaşları bile barınmıyor alnımda nicedir dolayısıyla geç kalmıyorum da hiçbir randevuma çünkü ortada bir randevu yoksa geç de kalınmıyor çah-ı bijen bir avuç yoksa yunamıyor da insan yengisiz kalbini hiçbir suda susuyorum bundan ve bunlardan evirmiyorum artık hiçbir terâneye dilimi VI sesçe sustum heronbeşgündebirparçayazsam da fakat gün olur söylerim belki bir falcı çingeneye herhangi bir mağluba ya da: iki defa sevdim iki hayıf dünyada tutuyor beni sabahtan akşama kadar i soğuk i
82
ç e dübel i k
gibi
5.SAYI GÜZ
H e r ye r de yaz ı n b ittiğ i s öyleni r , Ç ü rü r çiçekle r e ya p ı şan kanla r ; Belki u zaktan iki atl ı yaklaşı r , Belki yak ı ndan iki ya p r ak kalka r ; A kşa m ı n ö rt ü sü de r ele r de y ı kan ı r , G öky ü z ü n ü gö rü nce gecenin dev i Ç ı ka r ı p şa p ka sı ndan y ı ld ı zla r s aça r , C ü cele r bu n u b ili r , g ü r genle r b ili r , A şk ı n u y um ad ığ ı he r ye r de s öyleni r .
-
Ülkü Tamer
kaybolandefterler
83
7 GÜZ ARŞİVİ —
NUR YÂREN NACAROĞLU
84
5.SAYI GÜZ
7KİTAP
/EDEBİ
1- Sait Faik Abasıyanık – Şimdi Sevişme Vakti /şiir Sait Faik Abasıyanık, klasik öykü tekniğini yıkarak, kökü kendinde olan yenilikleri hikâye türüne katarken doğayı ve insanları basit ancak samimi anlatmış; hem iyi hem kötü taraflarıyla oldukları gibi fakat şiirsel ve usta bir dil kullanarak Türk hikâyeciliğinin dönüm noktasını belirleyen yazar. Çağdaş hikâyeciliğin ilk ve en başarılı ismi olarak bildiğimiz “müflis tacir”in başka bir yönü ile tanıştırıyor bizi Şimdi Sevişme Vakti. Küfürbaz şâir diye de anılan Sait Faik ile… çıplak heykeller yapmalıyım, çırılçıplak heykeller İlk ve tek şiir kitabı olan Şimdi Sevişme Vakti, ismini son şiiri olan Şimdi Sevişme Vakti’nden alıyor. Şâirin hikâyelerinde de kullandığı şiirsel üslubunu en başarılı ve özgür şekilde yansıttığını hissettiğimiz kitapta yine anlık heyecanları, izlenimleri ve fovist ressamların üslubunu anımsatan Sait Faik’in tarzını yakalıyoruz. Verili dili yıkıp, yeni bir dil yaratarak Ferit Edgü, Demir Özlü ve Adalet Ağaoğlu gibi isimleri hikâye alanında etkileyen Abasıyanık’ın; şiirleriyle de Cemal Süreya’yı, Sezai Karakoç’u ve diğer ikinci yeni şairlerini etkilediğini söyleniyor. Şimdi Sevişme Vakti, ilk basımından itibaren Fethi Karakaş’ın desenlerini de içinde barındırıp; 2013 sonrası baskılarında çok acı bir kısa mektupla sonlanarak yenileniyor. Mektup, uğruna tokatlar yediği ve yine de kavuşamadığı hanım; Leyla Erbil’den. Tam 59 yıl sonra… “evleniyoruz, güneye yerleşiyoruz, orada bir kahve açıyoruz, ben ocakta çalışıyorum, o da kahve dağıtıyor. geceleri ikimiz de kâğıda kaleme sarılıp o günün hikâyelerini yazıyoruz. olurdu olmazdı demeye vakit kalmadı mayıs ayında vefat etti.”
2- Nuri Pakdil – Umut / tiyatro-oyun Nuri Pakdil’in ilk baskısı 1947 de yapılan oyunu “Umut” , daha başlar başlamaz bizleri giz içinde bir soruşturmaya katan bir eser. Oyunda “umut”, yozlaşan ve çürüyen bir topluma bilinci, bilincin getirdiği sorumluluğu ve kendilik değerlerini hatırlatacak ve bu şekilde tekrar bir dirilişi sağlayacak duygunun genel adı olarak kullanılıyor. Bu umudun gerçekleşip gerçekleşmediği değil, kaotik bir dünyada bilinçli bir insanın bu duyguyla nasıl bir direnç göstereceği üzerinde duruluyor. Yazar, oyunda ülküdeğere sahip çıkan tipler ve bu tiplerin karşısına görünmeyen ancak modernizmin değerlerini benimseyerek kitle-insana dönüşen yani karşıdeğere sahip tipleri çıkararak dramatik bir aksiyon sağlıyor. İdealize edilen tipler; bilinç, Tanrı inancı, aile, sevgi, aşk, şiir, eylem, doğa gibi ülküdeğerle tanımlanmakta, varoluşsal sorunlara işaret eden karşıdeğerdeki tipler de yabancılaşma, yalnızlık, kent, çürüme ve yozlaşma gibi insanın bilincini yok eden kavramlarla karşılık bulmakta. Bu şekilde yazar, Absürd tiyatro yazarlarının durumu sadece tespit etmekle olan bilinçlerini aşarak, anlamını yitiren insan ve dünyaya bir çözüm teklifinde bulunmakla onlardan ayrılıyor. Umut oyunu aynı zamanda 2015-2016 sezonunda Devlet Tiyatrolarında sergilenmiş ve gerek ses, gerek görüntü/ışık efektleriyle akıllarda absürt tiyatronun çizgilerini yeniden çizen bir eser olarak kalıyor! Derlenmiştir. (Nilüfer İlhan – Makale: “ABSÜRD (UYUMSUZ) TİYATRO BAĞLAMINDA NURİ PAKDİL’İN UMUT ADLI OYUNU ÜZERİNE BİR İNCELEME” )
3- Jean Paul Sartre – Duvar / öykü ( çev: Eray Canberk ) Sartre’ın 1939 yılında basılan Duvar, içine 5 kısa öyküyü alan ve 1994’te Eray Canberk tarafından Fransızca aslından çevrilerek bizlerle buluşan bir kitap. Duvar ismi içindeki 5 öyküden birinin ismi olsa da kitabın genelinde bir ‘duvar’ kalıbı yakalanıyor. İnsanlar arasına örülen duvarlar, duvarlar arasına sıkışan insanlar, beton duvarlarla donatılmış şehirler… Yaşanmış bütün anların küçük bir an’a –yani duvarlar arasına- sıkışması ile ilgili çarpıcı bir zaman vurgusu ile karşılaşıyoruz kitapta. Bu durum; bir idam mahkûmu ile bir ev hanımını, insanları sevmeyen bir adamı ise genç ve arzulu bir adamla-deyim yerindeyse- aynı kefeye koyuyor, birbiriyle tamamen alakasız bu insanlar arasında benzerlikler bulmamızı ve yine bu benzerlikler üzerine ironiler üretmemizi sağlıyor. Eserin çarpıcı yönlerden biri ise şu ki; öykülerdeki karakterlerin hiçbiri, yaşamın bu sonsuz oyalayışı karşısında sonuca ulaşıp bir düzlüğe çıkamıyor. Sartre ördüğü duvarlarla karakterleri karşı karşıya getirirken, duvarların sorgulanmasını ve bu sorgu sırasında karakterlerin yaşadığı bocalamaları gün yüzüne çıkarıyor. Bittiğinde katı bir huzursuzluk bırakan bu eser, açıkça rahatsız edici, zorlayıcı ve bir yandansa okumak gayesiyle tutuşturucu bir güce sahip. Bir yanda açık bir nihilizm, bir yanda ucu bucağı olmayan ve elle tutulur bir yanı da kalmamış olan varoluşçuluk… “Sonraları, tabancam olmadan artık sokağa çıkmadım. İnsanların sırtına bakıyordum ve yürüyüşlerine göre, üstlerine ateş etsem nasıl yere yuvarlanırlar, diye aklımdan geçiriyordum.” Derlenmiştir. (Özgür Balpınar – Kuledibi Platform Yazısı: “SARTRE’IN ÖRDÜĞÜ DUVARLAR”)
kaybolandefterler
85
7KİTAP
/EDEBİ
4- Onat Kutlar – İshak /öykü Henüz 23 yaşındayken yazdığı tek öykü kitabıyla 1950-60 öykücüleri kuşağının unutulmazları arasına giren Onat Kutlar, dokuz öyküden oluşan İshak adlı tek öykü kitabıyla 1960 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü kazanıyor. Kitabın ikinci basımı için yazdığı önsözde, öykülerin, çocukluğunun kenti Antep’le ilgili küçük, alçakgönüllü kesitlerden oluştuğunu; bununla birlikte, yazıldığı yıllarda topluma hâkim olan boğucu, baskıcı atmosferden izler de taşıdığını ifade ediyor. Kutlar, İshak’taki öyküleriyle, içerik ve biçim özellikleri açısından “1950 Kuşağı” öykücülerinden biri olarak değerlendirilse de, yazınsal tutumundaki özgünlükle farklı bir yerde durmakta. Kutlar’ın öyküleri, ortak bir izlek etrafında toplamak gerekirse, hayatın monotonluğundan bunalarak bulunduğu ortamdan kaçıp kurtulmak, yeni ve başka bir yaşam kurmak isteyen insanların çabalarını, “utangaç ve bilinçsiz başkaldırış[larını]” odağa alır. Öykülerde, ev içi yaşantıların ve aile çevresinin sert kalıpları içinden çıkmanın yolunu / yordamını arama çabası içerisinde olan karakterlerle karşılaşılır. Kısaca belirtmek gerekirse, İshak’taki öykülerde, 1950 Kuşağı öykücülerinin sıkça işlediği “sıkıntı”, “huzursuzluk”, “bunalım”, “arayış” gibi temalar gerçeküstü ve absürd öğelerle işlenmiş. Derlenmiştir. (Mustafa Karadeniz – Makale: “İSHAK BAĞLAMINDA ONAT KUTLAR’IN ÖYKÜCÜLÜĞÜ VE “ÇATI” ÖYKÜSÜNÜN TAHLİLİ” )
5- Lars Iyer – Kuşku*Doğma*Güç/üç roman ( çev: Elif Ersavcı ) - Hiçbir şey ve her şey hakkında üç kitap: Kuşku, Dogma ve Göç. Newcastle Üniversitesi’nde felsefe dersleri veren Lars Iyer’in bir internet günlüğünde anlatmaya başladığı ve daha sonra romana dönüşen hikaye, bizi edebiyat tarihinin en absürt çiftlerinden biriyle tanıştırıyor. W. ve Lars adında “düşünememekten” yakınan iki akademisyenle birlikte çıktığımız yolculuklarda, kendilerini çeperlerde konumlandıran boşvermiş ve alkolik bu iki karakterin kaybetmeye mahkum oluşlarını gerekçelendirme çabalarına tanıklık ediyoruz. Kuşku’da, çıktıkları Avrupa turunda içinde bulundukları durumdan kurtulmayı beceremeyen, Kafka’yı ve Béla Tarr’ı aday görseler de kendilerine bir lider bulamayan, hep yazmak istedikleri kitabı yazmaktan –asla Kafka olamayacaklarını anlayarak– vazgeçen ve ne kadar hasretle bekleseler de yaklaşmakta olan kıyamete bir türlü kavuşamayan W. ve Lars, Dogma’da Amerika Birleşik Çöplükleri’ne yaptıkları gezide bir dizi başarısız dersin ardından çaresizce kendi entelektüel akımlarını yaratmaya karar vererek “Dogma” manifestosunu yazıyorlar. Üçlemenin Türkçede yakın zamanda yayımlanan son kitabı Göç’te ise içinde bulundukları durumun saçmalığının yavaş yavaş farkına varmaya başlayarak, neoliberal kapitalizmin gündelik hayatın en basit hücresini bile ele geçirmiş olduğu bu düzende çabalamanın nafile olduğu gerçeğiyle yüzleşiyorlar. Ama bunlar sizi korkutmasın; büsbütün umutsuz da değiliz. Üçlemenin nihayetinde gördüklerini tahayyül ettikleri düş “kırlarda söylenen barış ve incelik şarkıları,” ve “bir ütopya gibi ışıltılı.” *** Klasik edebiyat mirasının akılda kalan şablonlarını, yarattığı Lars ve W. karakterlerinde birebir kopya eden Iyer’in elbette başka bir derdi var. Dogma’da yazılan manifesto ile anlatının yavaş yavaş kırılarak yön değiştirmesi ve Göç’te ironik diyalogların yerini neredeyse tamamen sosyolojik eleştiriye bırakması ise üçlemeyi apayrı bir boyuta taşıyor. Belki de edebiyat Iyer’in kendi manifestosunu ya da teorisini yaymak için kullandığı bir araçtır, belki de bu romanlar aslında Iyer’in düşüncelerini geliştirmesi için sadece bir aracıdır. Derlenmiştir. (Seda Ateş – Sabitfikir Platform Yazısı: “LARS IYER’İN MANİFESTOSU” )
6- Murat Belge – Step ve Bozkır Step ve Bozkır, Rusça ve Türkçe roman geleneğinin kuruluşlarında yer alan edebî eserlerin eleştirel bir değerlendirmesini sunarak Batılılaşma karşısında alınan tavırları, bunun etrafında kümelenen sorunları ve bütün bu çerçevenin roman geleneklerini nasıl etkilediğini araştırıyor. Dostoyevski’den Reşat Nuri’ye, Gonçarov’dan Tanpınar’a uzanan zengin bir tartışma çerçevesi çiziyor. Murat Belge, öncelikle Rus ve Osmanlı imparatorluklarının Batılılaşma karşısındaki seçimlerini, bu seçimlerin ortaya çıkardığı aydın ve yazar tiplerini, çeviri ve yayın faaliyetlerini kıyasladıktan sonra her iki dildeki edebî eserlerin odaklandığı coğrafi mekânlara, eleştiri geleneğine yöneliyor. Ardından eserlerdeki karakterleri ve tipleri inceleyerek Rusça edebiyatta lişnii çelovek (lüzumsuz adam) tipinin nasıl biçimlendiğini, farklı yazarlarda nasıl işlendiğini, bizatihi “lüzumsuz adam”ın nasıl bir araçsallık taşıdığını ve hangi sorunların yüklendiği bir tipolojiyi resmettiğini inceliyor. Murat Belge, romanlardaki siyasî tipleri de değerlendirmesine dahil ederek Batılılaşma gibi hem siyasal hem de kültürel sorunların beşiği olan bir meselenin, Rusçada ve Türkçede nasıl “dillendirildiğini” kapsamlı bir şekilde ele alıyor. (Tanıtım Bülteninden)
7- Vladimir Nabokov – Edebiyat Dersleri ( çev: Fatih Özgüven – Ayşe Batur ) Edebiyat Dersleri, Nabokov’un Wellesley ve Cornell üniversitelerinde verdiği derslerin notlarından oluşmaktadır. Bu derslerde Nabokov, öğrencileriyle birlikte; Jane Austen’ın Mansfield Parkı’nı, harles Dickens’ın Kasvetli Ev’ini, Gustave Flaubert’in Madame Bovary’sini, Robert Louis Stevenson’un Dr. Jekyll ve Bay Hyde’ını, Marcel Proust’un Swan’ların Tarafı’nı, Franz Kafka’nın Dönüşüm’ünü ve James Joyce’un Ulysses’ini okuyor. Bu okumalar sonucunda yalnızca Nabokov’un keskin zekâsının ürünü olan eleştirel metinler ortaya çıkmıyor; aynı zamanda yazar, hem okurlara hem de öğrencilere, bir edebiyat metninin nasıl okunması gerektiği ve bir metinden gerçekten nasıl zevk alınacağı konusunda ipuçları veriyor. Edebiyat Dersleri, dünya edebiyatının en çok tartışılan başyapıtlarına, yine en çok tartışılan başka bir büyük yazarın yorumlarını ve eleştirilerini göstermekle kalmıyor; aynı zamanda hem nasıl iyi bir eleştirmen hem de nasıl iyi bir okur olunabileceğine dair Nabokov’un uzun yıllar derslerinde anlattığı notları, çizimleri ve haritaları da sunuyor. Öğrenciler için bulunmaz bir kılavuz, meraklıları için kaçırılmayacak bir başyapıt... (Tanıtım Bülteninden)
86
5.SAYI GÜZ
7KİTAP
/EDEBİyat dışı
1- Umberto Eco – 5 Ahlak Yasası /sosyoloji Beş Ahlak Yazısı, Umberto Eco’nun akademisyen kimliğini ön plana çıkaran ve aslında beş farklı konferansta yayımlanmış olan bildiri yazılarından oluşan bir kitap. İyi ve kötü kavramlarının çatışmasını içinde barından düşünsel bir hesaplaşmaya tanık olacağımız kitaptaki beş kısmı ayrı ayrı özetlemek gerekirse: - “Savaşı Düşlemek”, Beş Ahlak Yazısı’nın ilk parçasını oluşturmakta ve ‘savaş’ teması üzerinde derin bir sorgulama yapmaktadır. Eco’ya göre savaş, aydın kimliği ile sorgulanmalıdır ve aydın kişi “entelektüel işlev”in toplumdaki işlevlerini çözümlemekle yükümlüdür. Eco, savaş kavramının içine girdiği çıkmaz yol ile Carlo Michelstaedter’in “ağırlık” kavramı arasında bir analoji kurmakta ve savaşa dair duruşunu şöyle ifade etmektedir: “Savaş, cinayetten daha kötüdür; bir savurganlıktır”. - “Ebedi Faşizm”, savaş teması üzerine yapılan sorgulamaların üzerine inşa edilmiş olan bir yazıdır. Burada faşizm teması Amerika’nın yakın tarihi ile ilişkili olan olaylar üzerinden ele alınmış ve faşizmin toplum içerisinde meydana geliş mekanizması üzerinde yoğunlaşılmıştır. Buna ek olarak, İkinci Dünya Savaşı’nın faşizm ile ilişkili olan yönü ele alınmış, dönemin Almanya’sına ve İtalya’sına yönelik sorgulamalar yapılmıştır. Sonuç olarak Eco, faşizme karşı olan duruşunu tek bir kelime özetlemek istemiştir: Farkındalık. - “Basın Hakkında”, günümüz medyasının toplum üzerindeki izdüşümünü etik açıdan ele alıyor. Eco, medyanın öncelikli bileşeni olarak gazetelerin, tıpkı rüzgârın önündeki yaprağın durumu gibi, toplumun siyasi çalkantıları sonucu savruluşuna değiniyor. Medya etiği konusunu medyanın tarihsel gelişimini ihmal etmeden ele alan Eco, medya etiğine dair değindiği yönlerin yanında, medyanın modern zamanlara ulaşana dek geçirdiği dönüşümü okuyucularına sunuyor. - “Öteki Sahneye Girdiğinde”, Umberto Eco ile Kardinal Martini arasında geçen mektuplaşmalar sırasında Eco’nun Martini’ye verdiği yanıtlardan biridir. Burada inanç kavramı üzerine yapılan sorgulamalar, Eco’nun yaşamı üzerindeki durumlar üzerinden açıklanmaktadır. - “Göçler, Hoşgörü ve Hoşgörülemezlik”, Beş Ahlak Yazısı’nın en sonuncusudur ve birbiriyle örüntülü olacak şekilde bir araya getirilmiş bir derlemedir. İlk bölüm, ‘göç’ kavramını hem toplumun kendi yapısında hem de toplumlararası yapıda irdelemektedir. İkinci bölüm, hoşgörüsüzlük kavramının politik açıdan ele alındığı ve Roma Tarihi’nden Almanlara değin geçirdiği dinamizmin etkileriyle oluştuğunun açıklandığı bölümdür. Hoşgörü kavramı, zıddı olan hoşgörüsüzlük üzerinden fikir çürütmelerine başvurularak ele alınmıştır. Üçüncü bölüm ise çanların kimin için çaldığını kendimize sorup sormayacağımız üzerine kaleme alınmıştır ve bir çeşit yüzleşme niteliğindedir. Derlenmiştir. (Cem Müderrisoğlu – Makale: “BEŞ AHLAK YASASI” )
2- Kolektif – Oyunculugun Yolcugu/tiyatro Bu kitap, dünya tiyatro tarihinde ‘oyunculuk kuramı’ üzerine çalışmalar yapıp düşünce, kuram ve kitaplar üreterek, tiyatro sanatının gelişmesini sağlamış önemli dokuz tiyatro insanının, Stanislavski, Richard Boleslavsky - Maria Ouspenskaya Michael Chekhov - Sonia Moore - Lee Strasberg Stella Adler - Sanford Meisner - Eric Morris’in, yaşamlarını, çalışmalarını, egzersizlerini ve kuramlarını toplu olarak sunan bir başvuru kitabı olup; bugün Türkiye’de birçok sanatçının el altında bulundurduğu bir kılavuz niteliğinde.
3- Ulus Baker – Dolaylı Eylem / felsefe Türk sosyolog ve düşünür Ulus Baker’in ölümünün ardından, çeşitli yerlerde yayınlanmış ancak kitaplarına girmemiş denemelerinden derlenerek oluşturulan Dolaylı Eylem, ciddi anlamda ufkumuzu zorlayan ve bilinç düzeyimizi artıran bir yapıt. İdeolojilerden felsefenin akademik boyutuna, sosyolojiden tarihe, psikolojiden siyasete uzanan Dolaylı Eylem kitabı oldukça enteresan üç bölümden oluşuyor: • Eylem Felsefesi [Akışlar] • Arıza Felsefesi [Kazalar] • Olay Felsefesi [Olaylar] Ulus Baker; “yazı”sını, akışları, kazaları, olayları biriktiren, gösteren, kaydeden bir “Dolaylı Eylem” makinesi olarak kuruyor: “Yazmak iletişim kurmak değil direnmektir.” Aralıklı ve süreksiz figürlerin makinemsi düzenekleriyle kesilen sürekli içerik ve ifade akışları sistemi olarak yazı... F-Tipi’nden, ölüm oruçlarına, 11 Eylül’den muhafazakârlığa, dilin totaliterliğinden aileye yazı makinesini çalıştırıyor. * KİTAP İSSU UYGULAMADA PDF OLARAK BULUNABİLİR.
4- David Edmonds – Wittgenstein’ın Maşası / tarih*biyografi 25 Ekim 1946 günü, Cambridge Üniversitesi’nin kalabalık bir odasında, yirminci yüzyılın en büyük düşünürlerinden Ludwig Wittgenstein ve Karl Popper, ilk ve son kez karşı karşıya geldi. Bertrand Russell’ın da tanıkları arasında bulunduğu bu karşılaşma yalnızca on dakika sürdü ve pek de iyi gitmedi, ama çıkan kavga derhal bir efsaneye dönüştü. Bu kısa olay sırasında tam olarak neler olduğuysa sonraki yıllarda yoğun şekilde tartışıldı. Felsefe, tarih, biyografi ve yazınsal dedektiflik karışımı Wıttgenstein’ın Maşası, Popper-Wittgenstein karşılaşması üzerinden yirminci yüzyılda felsefenin tarihini ele alıyor. Her iki düşünürün doğduğu şehir olan Viyana’nın yüzyıl başındaki gerilimli yapısını, Nazilerin Avusturya’yı işgalini, savaş sonrası dönemde Cambridge Üniversitesi’nin ve felsefecilerinin durumunu anlatıyor. Wıttgenstein’ın Maşası, felsefenin ne olduğu, neyi ne kadar bilebileceğimiz hakkında kafa yoran düşünürlerin, on dakikalık bir olay bağlamında bile ne denli derin görüş ayrılıklarına düşebildiğini göstererek, “gerçek nedir?” sorusuna ilginç ve merak uyandırıcı bir yaklaşımla yanıt arıyor. İki büyük filozof arasındaki on dakikalık tartışmanın hikayesi... - Arka kapak tanıtımı * * KİTAP İSSU UYGULAMADA PDF OLARAK BULUNABİLİR.
kaybolandefterler
87
7KİTAP
/EDEBİ
5- Richard Senett – Karakter Aşınması /sosyoloji Yeni ekonomik düzenin büyülü sözcüğü “değişim” in doğası nedir, insanlara nasıl yansıyor? Her zaman kısa vadeye endeksli bir ekonomide kişi nasıl kalıcı değer ve hedeflere sahip olabilir? Her an parçalanan veya sürekli yeniden yapılanan kurumlarda, kişi kendi kimliğini ve yaşam öyküsünü nasıl oluşturabilir? Küreselleşme olgusunu makro düzeyde inceleyen birçok kitap yayımlandığı halde, bu sürecin mikro düzeyi, insan karakteri üzerindeki etkileri pek az incelendi. Richard Sennett, Karakter Aşınması’nda bunu yapıyor. Ona göre sermayenin, günümüz ekonomisinin bütün dünyaya yayılmış dalgalı denizlerinde “hızlı kâr” ın dışında başka bir amacı yok; şirketlerini piyasadaki anlık değişimlere müdahale edecek biçimde esnekleştirip, yeniden yapılandırıyor. Kişilerden sürekli kendisini yenilemesini, seyyar olmasını, risk almasını, rekabet becerisini geliştirerek yırtıcı bir karakter edinmesini, takım çalışmasında uyumlu olmasını bekliyor. Ancak eski kapitalizmin rutin ve monoton yapısına karşı savunulan bu politikaya yakından bakıldığı zaman sadece eski iktidar yapılarının rengini değiştirdiği görülüyor. Çalışanlar için esnekliğin anlamı ise yaşam boyu iş güvencesinin yok olması; sürekli iş ve şehir değiştirerek yön duygusunu yitirmek; istikrarlı işlerin yerini geçici projelere bırakması ve bir işten diğerine, dünden yarına sürüklenen yaşam parçacıklarından beslenen, rekabetin körüklediği “güvensizlik” ve “kayıtsızlık” duygusu... Ve bir de karakter aşınması...
6- A.D.Botton – Statü Endişesi / tarihi psikoloji Kitaptan bir alıntı: “‘Neye ne kadar sahip olma’ duygusu psikolojimizin ağırlık merkezi oldu. Kendimizi, eşitimiz gördüğümüz kişilerle karşılaştırarak sınırı belirler ve eşitlerimizi kıskanır hale geldik. Tarih boyunca eşitsizlik normal sayılırken, 19. ve 20.y.y. da herkesin eşit olduğu ve herkesin her şeye ulaşabilme gücü olduğu inancı gelişti. Ekonomik olanaklar, politik eşitlik, statünün ağırlık merkezini, maddi başarı haline getirdi. Sahip olunanlardan her zaman daha fazlası istenir hale gelindi. Her işi, herkesin yapabileceği duygusuyla, kaderi yenme çabalarının yanılsama olduğu gerçeğiyle karşılaşıldı ve insanlar, melankolinin, intiharın, deliliğin kucağına düştü.” Alain De Botton’un bir röpörtajında Statü Endişesi Kitabı için söyledikleri: Aslında hepimiz birer narsistiz. Ama narsist olmaktan son derece utanıyoruz. İnsanlar, narsist olduklarını saklayabilmek için türlü türlü yollara başvuruyorlar. Narsisizm, bir bakıma, hiç sözü edilmeyen bir kavram. Ancak böyle olması çok doğal. Kendimize duyduğumuz aşırı sevginin temelinde, başkalarının bizim hakkımızda iyi şeyler düşünmesi arzusu var. Bu arzuyu büyük bir özenle gizliyoruz çünkü ortaya çıktığında etrafımızdaki insanlarda öfke ve kıskançlığa neden olmasından korkuyoruz. Güzel bir kadını ele alalım örneğin. ‘Ben güzelim’ demesi çok düşük bir olasılıktır. Ama aslında güzel olduğunu bal gibi bilir. Ancak almış olduğu eğitim ve edindiği deneyimler, ona bunu dile getirmemesi gerektiğini öğretmiştir. Aksi halde kısa zamanda toplumun gözünden düşer. Alçakgönüllülük, bir çeşit hayatta kalma dürtüsüdür. Ama derinlerde bir yerlerde herkes saygı görmek için kıvranır.
7- Oruç Aruoba – De Ki İşte / felsefe Oruç Aruoba’nın 1990’da basılmış olan ikinci kitabı “De ki İşte”, bir düşünürün yaşam ve içinde yaşadığımız bütün anlar üzerine olan düşüncelerini şiirsel bir dille bizle buluşturuyor. Yaşama, felsefeye, sevgiye ve kaçınılmaz terim olan ölüme değinen, aynı zamanda bir telkin dili barındıran “De ki İşte”den küçük bir alıntı: Her şeyden önce unutmamalısın ki, yaşam zordur: “yaşamak” ise kolaydır; sana istemeden, verilmiştir; sana verilen kadarı da koşulsuz, öylesine senindir-kolayca, hafifçe... Ama yaşam hazır verilemez sanasana hazır verilen her “yaşama biçimi” de, sana aykırıdır; seni aykırı, çarpık hale sokar; ona uyarsan. Yaşam, senin, verilmeden yapmayı öğrenmen gereken bir şeydir: senin, kendi başına, arayıp, bulup, kurmak zorunda olduğun bir şey... Bu da işte zordur. Üstelik, neyi arayacağın; neyi araman gerektiği; neyi bulursan ‘doğru’yu bulmuş olacağın; neyi nereye kadar kurabileceğin -bütün bunlar konusunda da hiçbir ipucu verilmeyecek sana: bu konuda sana verilmeye çalışılacak bütün ‘telkin’ler, yol göstermeler de, daha başından, aykırı, yanlış olacak.
88
5.SAYI GÜZ
7FİLM 1- Yaban Çilekleri - Ingmar Bergman / psikoloji
2- Paris’te Gece Yarısı - Woody Allen /sanatsal romantik komedi
3- Angel A – Luc Besson / psikoloji*romantik komedi
4- Karanlıkta Dans – Lars von Trier
5- Postacı – Kolektif / Pablo Neruda biyografik kesit
6- Çingeneler Zamanı – Emir Kusturica
7- Ölmeyen İnsanlar / Vincent van Gogh biyografik kesit
kaybolandefterler
89
7
fotoğraf sanatçısı 1- Niko Guido * nü Asıl adı Necip Yanmaz olan Niko Guido, bu ismi kullanmaya başlayışını şöyle anlatıyor: “Fotoğrafa nü kategorisi ile başladım. O dönemde turizm ve ticaret alanlarında iş yerlerim vardı ve yanımda yüzün üzerinde insan çalışıyordu. Çektiğim fotoğrafları internette paylaşmaya karar verdiğimde yanımda çalışanların ve dolayısıyla işlerimin bu paylaşımlardan olumsuz etkilenmemesi için farklı bir isim kullanmaya karar verdim. Lise ve üniversite yıllarımda, rehberlik yaptığım dönemde turistler kolaylık olsun diye bana Niko diye hitap ediyorlardı. Guido da İtalyanca rehber demek. Çok fazla düşünmeden Niko Guido olsun dedim ve ilk fotoğraflarımı bu isimle paylaştım. Kısa bir süre sonra bir gazete benimle röportaj yaptı ve Niko Guido ismi kendi adımın önüne geçti. Ben fotoğrafın mesleğim olacağını ve başka bir isimle bu işi yapacağımı aklıma bile getirmemiştim.” Niko Guido Türkiye’de ve dünyada kırkı aşkın sergi açıp, ulusal boyutta birçok proje düzenlemiş. Televizyon programlarından da yüzüne âşina olduğumuz Niko Guido, nü fotoğraf sanatında yakaladığı başarı ile uluslar arası fotoğraf çevrelerinde kendini saygın bir yere getirmiş. Şu an “Fotoğraf Gezginleri” ismindeki ekibiyle dünyayı dolaşmaya, fotoğraflamaya ve yeni projeler üretmeye devam ediyor.
2- Man Ray * dada akımı Man Ray, kariyerinin büyük bölümünü Fransa’nın başkenti Paris’te geçirmiş Amerikalı bir sanatçıydı. Belki de en iyi biçimde modernist olarak tarif edilebilecek Man Ray gerek Dada gerekse de Sürrealist hareketlere belirgin katkılar da bulunmuştu. Ancak her iki hareketle de ilişkisi sürekli değildi. Sanat dünyasında en fazla avangart foroğrafçılığıyla tanınan Man Ray farklı araçlar kullanarak büyük işler üretmiş ve kendisini en başta bir ressam olarak görmüştür. Kendisi aynı zamanda ünlü bir moda ve portre fotoğrafçısıydı. 1999 yılında ARTnews dergisi “film, resim, heykel, kolaj, asamblaj ve sonradan performans sanatı ve kavramsal sanat olarak adlandırılacak örnekleri kadar” çığır açan fotoğrafçılığına değinerek ve Man Ray’in “tüm alanlardaki sanatçılara ‘sanatın keyfini ve özgürlüğünü ararken’ yaratıcı bir zeka örneği sunduğunu” belirterek kendisini 20. yüzyılın en etkili 25 sanatçısından biri olarak göstermiştir. Kendisine rehberlik eden ilkeleri “karşınıza çıkan bütün kapıları açın ve oradan özgürce yürüyün” olmuştur.
3- Onur Durma * illüstrasyon Onur Durma beyaz yakanın yakışmazlığından yakınarak esnaf olup; bir süre sonra bunu da mânâsız bularak, her şeyi şehirde bırakıp bir dağ köyüne yerleşiyor. Digitalart ile uğraşıp, manipülasyonlar yapıyor bir vakit. Basit bir deyişle, Ay’ı daha yakından görmek istemiyle başlayan gökyüzü ilgisi, derin uzay objelerini sadece görmek değil çekmek istemiyle devam ediyor ve böylece şu an, ana hobisi olan astrofotoğraf ile uğraşmaya başlıyor. Bu amaçla birçok ülkeyi geziyor, gezerken çekiyor. Yan dal olarak ahşap ve heykel ile uğraşan Onur Durma, şu aralar hayatında zevk aldığı şeylerle tam zamanlı olarak ilgilenebilmenin hazzını yaşıyor.
90
5.SAYI GÜZ
7
fotoğraf sanatçısı 4- Kubilay Akdemir * astrofotoğraf Kubilay Akdemir, bir tutulma avcısı. 1997’den beri dünyanın her yerinden türlü tutulmalara tanıklık ediyor ve bunları belgeliyor. Tutulmaların insanlar, kültürler ve dinler üzerinde olan etkilerine dair gözlemler yapıyor ve bunları çeşitli mecralarda paylaşıyor. 2006 yılında başlattığı “Tutulma Avcıları” projesi ile dünyayı baştan aşağı geziyor ve gök atlasında bir keşfe varıyor keyif içinde. Akdemir bir tutulmayı yapılan söyleşilerden birinde şöyle betimliyor: “ Güneş, aydan 400 kat daha büyük olan bir gök cismi; ay da güneşten bize 400 kat daha yakın... Birebir üzerlerini kapatıyorlar, iki tane 1 liralık düşünün. Ortada mucizevi bir oran var. Tutulmaya gündüz vakti canlı gözle baktığınızda bir anda yıldızları görüyorsunuz. 15 saniye boyunca güneşin üzerinde hareket eden patlamaları gördüğünüz bir güneş var ve sonra birden hava aydınlanıyor. Fotoğrafların bir yere kadar anlatır olayı, gözle görmek inanılmaz bir şey. “ Kubilay Akdemir, şu ara “Yıldızlara Safari” projesiyle yetişkinlere ve çocuklara birkaç gün süren teorik eğitimler verip, Magma Dergisi’ne de fotoğraflarıyla katkı yapmaya devam ediyor.
5- Sebastiao Salgado Salgado, Brezilyalı bir sosyal belgesel fotoğrafçısı. Ara Güler’in de dünyanın en iyi birkaç fotoğrafçısından biri olarak gördüğü Salgado hakkında en iyi yorumu kendisi gibi bir “other american” olan fotoğraf sanatçısı Eduardo Galeano yapmıştır: “Bu fotoğraflar, trajik bir ihtişamla dolu bu figürler, umutsuz bir heykeltraş tarafından taşa ya da ahşaba mı işlendiler? Bu heykeltraş fotoğrafçı mı? yoksa tanrı mı ya da şeytan ya da yeryüzü gerçekliği mi? Kesin olan bir şey var; bu figürlere etkilenmeden bakmak çok zor. Kimsenin omuz silktiğini, kör ve uzak, başını çevirip hiçbir şey yokmuş gibi ıslık çalarak uzaklaşabileceğini sanmıyorum.” “Salgado’nun fotoğrafları insan acısının çok yüzlü bir portresini sunuyor. aynı zamanda bizi insan onuruna saygı duymaya davet ediyorlar. Bu açlık ve acı görüntüleri yabani açık yürekliliğin ürünleri ama aynı zamanda saygılı ve edepliler. Sefalet turizmiyle hiçbir ilgileri yok. bu çalışmalar insan ruhunu lekelemiyorlar, onu açıklamak için nüfuz ediyorlar.” “Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder. Salgado içeriden fotoğraf çekiyor; dayanışarak. Sahra çöllerindeki açlığı fotoğraflamak için orada on beş ay boyunca çalıştı. Latin Amerika üzerine bir avuç fotoğrafı bir araya getirmek için için yedi yıl yolculuk etti.” “Bu mülksüzleşmiş bir sanat. yeryüzünün çıplaklarını söyleyen çıplak bir dil. Bu görüntülerde hiçbir şey fazla değil; mucizevi bir biçimde retoriğin, demagojinin, hoyratlığın uzağında. onun için kolay olsa ve şüphesiz ticari olarak karlı olsa da salgado taviz vermiyor.”
kaybolandefterler
91
7
fotoğraf sanatçısı 6- Çerkez Karadağ Çerkez Karadağ, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en farklı ve teknik olarak da oldukça başarılı fotoğraf sanatçılarından biri. Niko Guido’nun da etkilendiği Karadağ, somuta yakın ancak bir o kadar da şiire uzak olmayan, sanat fotoğrafı üzerine soyut çalışmalar sürdürüyor. Onca yıldır fotoğrafçılıktan edebiyata kadar uzanan uzun çizgide türlü alanlarda işler yapan Çerkez Karadağ, fotoğraf üzerine felsefi denemeler de kaleme alıyor. “Baleylim” kitabıyla adına aşina olduğumuz Karadağ, baleden çok balerine ilgi duyduğunu belirtiyor… Duymak istediği heyecanın, balerin fotoğrafları aracılığı ile ışığı, ritmi ve zarafeti kendi dünyasıyla buluşturmak olduğunu söylüyor ve sanatseverlerle ortak bir duygu paylaşamamanın inanılmaz keyfini yaşıyor.
7- Henri Cartier * siyah beyaz Fransız Henri Cartier, olağanüstü bir belge fotoğrafçısı.
92
5.SAYI GÜZ
7
RESSAM 1- Egon Schiele Egon Schiele, 20. yy nü resim sanatçılarının en önemlilerinden… Onlarca yıldır Türk Edebiyatı’nın tozlu raflarındaki gerek eski gerek yeni baskı kitapların kapaklarında da çizimlerine sık sık rastladığımız Schiele, dışavurumculuğun ciddi temsilcilerinden sayılıyor. Etkilendiği en büyük isim şüphesiz ki kendi gibi Avusturyalı olan sembolist resimin dahi lideri Gustav Klimt. Dışavurumculuğun tüm kriterlerini en iyi şekilde eserlerinde hissettiğimiz Schiele, bilinçaltında oluşan, akılda tasarlanan, içte yaşanan tüm hissiyatları kendi yorumuyla portrelerine, otoportrelerine ve bazen de manzara çalışmalarına yansıtmıştır. Erotik figürlerinde genelde hastalıklı insanları, yıpranmış vücutları, bozuk hatları çalışan ressamımızın ilgi çekici bir yanı vardır; kullandığı tüm yıpranmış, ölü bedenlerin can alıcı noktaları olan cinsel organları dolgun ve canlı bir kırmızı ile kuşatır. Ölü bir bedenin ancak cinsel güdülerle yaşayabileceğine değinir. Bunun yanında bedenlerin dış hatlarını neredeyse saydam olan incecik çizgilerle çizmesi de bize yaşamın sınırlarının şeffaflığını ve özgürlüğümüzün doruklarını hissettirir. Genç yaşında küçük çocukların nü portrelerini çalışması sebebiyle bir ay hapse giren Shiele, ileriki hayatında onlarca sergi açacak, baş ressam tekliflerine tabî tutulacak, narsizm, teşhircilk ve kınanma duygularıyla savaşacaktır. Tüm bunları 28 yıl süren bir hayata sığdırıp, sonrasında İspanyol gribinden vefat edecektir.
2- Clauida Giraudo Claudia, İtalyan bir ressam. Şu an oldukça genç ve hızla kendini yenileyerek geliştirdiğine bizim de tanıklık ettiğimiz rengarenk biri. Henüz ismi dünya çapında duyulmamış olsa da, yakın zamanda her yanda ismini sanat çevrelerinde sıkça anacağımız biri olacak. Şimdilik çalışmalarını facebook veyahut instagram üzerinden takip ediyoruz. Dolayısıyla Clauida çok söze de gerek olan bir ressam değil, eserleri onun dilini ortaya koymaya fazlasıyla yetiyor.
3- Benjamin Shiff Shiff, yine dışavurumculuğu içten içe sezdiğimiz bir Alman ressam. Shiff, anne-çocuk motiflerine, soyut karakterlere, kadınlara ve kadın-erkek nü çalışmalarına eserlerinde rastladığımız biri. Bu motifleri sağlarken, “saydam” – “şeffaf” bir teori güden ve bu teoriyle bizi düşündüren, boşluğun ardındaki yahut önündeki nesnelere odak derecemizi artırmayı başaran bir düşünür aynı zamanda. Bugüne dek onlarca sergi açmış ve eserleri özellikle Alman sanat çevreleri içinde oldukça ses getirmiş. Ne yazık ki 2011’de sanata ve dünyaya veda etmiş.
4- Nuri İyem Bir anlatıdan: “Gerçekçiliği, toplumla bütünleşmesi ya da çağının tanığı olmasıyla tek bir Nuri İyem’den bahsedilebilir mi? Oluşturduğu kendine özgü biçemi, kadınları, portreleri, peyzajları, ölüdoğaları, nüleri ile figüratif ve soyut dönemleri bu tek bir bütün içinde incelenip, anlaşılabilir mi? Yoksa birbirine karşıt, birden çok Nuri İyem olduğu düşünülebilir mi? Sanatın toplumla bağlarını öne çıkaran, “Yeniler”in ve sonraki yılların gerçekçisi, toplumsal adanmış Nuri İyem; renk ve biçim araştırmacısı, soyut resimler yapan, ressamın hem maddi olarak, hem de yaratma anında zihnen bağımsızlığını savunan otonom Nuri İyem; Türkiye’de sanat ortamının, resim alımlayıcısı-alıcısının oluşması ve “bize özgü resim” arayışlarını resimleriyle gerçekleştiren ressam Nuri İyem.
kaybolandefterler
93
7
RESSAM 5- Modigliani 18. yüzyılda yaşamış olan Amedeo Modigliani, ürettiği eserler ve sahip olduğu düşünce tarzıyla aydınlanma çağının gizli kahramanlarından birisi. Sanatını kaygı taşımadan devam ettirmesi; yani bir nevî bohem bir sanat anlayışı çizgisinde yürümesi sanatını bu denli başarılı kılmıştır diyebiliriz şüphesiz. Çizdiği resimlerin gözlerini boş bırakarak imzasını atan rakiplerinin aksine, resimlerinin satılmasını umursamayan ve zamanın zengin ressamlarına göre beş parasız yaşayan, sosyetenin övgülerine rağmen onların ruhsuzluğunu yüzlerine en uygunsuz şekilde vurmaktan geri durmayan fütursuz bir kişiliktir Modigliani. Pablo Picasso ile Paris komşuluğu yapmış, birbirlerine ince bir hayranlık beslemişler. Yoğun atışmalarının aksine içten süren bir sevgi var. Ancak Modi, kralın tarafına hiçbir zaman geçmemiş. İçmiş, sevişmiş, dans etmiş, çizmiş, çizmiş, çizmiş… Picasso’nun katı kurallarının aksine hayatını ve eserlerini de prensipsiz bir anlayış üzerine kurmuş. Modi, tüm çalışmalarında gözlerin yerine siyah bir boşluk koymuş bir gizdir Paris sanat çevreleri içinde. Gözlerin, ruhu tam anlamıyla yansıttığına inanmış ve tuhaf bir duyarlılık edinmiştir. Hatta aşık olduğu kadın Jeanne Hebuterne ile aralarında bir gün şöyle bir diyalog geçer: -Resimlerinde gözlerimi göremiyorum. Neden ? -Ruhunu görmeye başladığımda gözlerini de göreceksin. Yıllar sonra bir yarışma düzenlenecektir Paris’te. Tüm ressamlar – Picasso dahil – aynı gece aynı saatlerde aynı yerlerde bir eser çalışacak ve diğer gün yarışmaya katılacaklardır. Yarışma olur, eserler tek tek sergilenirken sıra Modi’ye gelir. Eser açılır ve tüm izleyenler, ressamlar ve hanım Hebuterne hayranlık ve şok içerisinde resme bakmaktadırlar. Bir kadın ve gözleri… Eser birinci seçilir, sefalet içinde sürdürülen giz dolu bir yaşamın son açığıdır o tablo. Bir kadının ruhunu ilk kez gören Modigliani ve aşkı. Acı içinde ölen Modigliani’nin ardından Jeanne bir gün Pablo Picasso’ya şunları demiştir: Ne hissettiğimi sana söyleyeyim mi Pablo? Hiçbir şey hissetmiyorum. Karnımda bir çocuk var. Bir başka kalp atışı, bir başka arzulayan ruh… Ve ben bomboşum. Bir bardak gibi. Eve gideceksin, dopdolu ve zengin bir yaşam süreceksin; fakat tanrıya yemin ediyorum; vakti geldiğinde, ölüm döşeğindeyken Modigliani ismi ağzından düşmeyecek. Bu geceden sonra resim yapamayacaksın. Nitekim öyle de olmuştur, Pablo’nun ölmezden önceki son kelimesi: “Modigliani.. O bir Tanrı.”
6- Louis Anquetin Louis, yağlı boyanın tüm hassasiyetini ve canlı tutan o dinamik gücünü eserlerinde hissettiğimiz bir Fransız ressam. Kullandığı resim dili ile ilginç bir çekimi var Louis’in, resimlerine uzun bir süre boyunca baktıran bir yanı var. Kullandığı pastel tonların enfes kıvrımları ve darbeleriyle bizi tamamen somut ve modern bir dünyanın içine sokarken, yaptığı resimlerin aslında bir metropolü de andırıyor olması kaçınılmaz bir gerçek. Bunun yanı sıra çalıştığı portrelerinde rastladığımız iz dolu, gözlem dolu bakışlar bizi bir daha Louis’in tesiri altına itiyor. Onlarca sergi ve yarışmaya konuk olmuş Louis Anquetin yine ismi artık anılmayan başarılı bir ressam olarak hatırlarda…
7- Anita Sezgener Anita Hanım aslında bir şâir, oldukça genç ve hâlâ da aktif olarak yazan, daha çok yazdıklarıyla bilinen bir şâir. İlk şiir kitabını 2008’de çıkarmış Anita Hanım, yine 2008’den bu yana kadınlara pozitif ayrımcılık uygulayan bir görünürlük projesi olan fanzin Cin Ayşe’yi çıkarıyor. Yeni bir şiir diliyle pastoral dilin değil, doğayı felsefi anlamda kendi içkinliğine katmış bir şiirin avangart hâlini üstleniyor. Hakkında bir köşede şöyle deniyor; “samimiyeti, güzelliği bir kenara olağanüstü bir şiir dehası…” Şâirliğinin yanında insanın gölgelerini Foucault’dan aldığı “ ‘normal’ insan kurgudur. “ dayanağı ile çizen Anita Hanım, -samimiyeti, güzelliği ve olağanüstü bir şiir dehası olması bir kenara, ciddi bir gölge ressamı.-
94
5.SAYI GÜZ
7ŞARKI
1- Lena Chamamyan / Sareri Hovin Mernem
Restore edilerek kahve hâlini almış eski bir Ermeni Evinin mağarasında oturmuşum. Duvarlarda oyuk oyuk kurşun izleri… Antep Kalesi’ne giden tünel girintileri… Sarı loş bir ışıkla aydınlanan bir mağaranın uğultulu sessizliğinde, nemden ıslanmış taburelerinde çökmüşüm, önceki gece olan patlamayı düşünüyorum. Bir şiir doğuyor dilime, kelimeler zihnimde kendini dizmeye başlıyor. Mağara soğuk, sessiz ve tenha. Acı şiirde kendini dökecek. Derken bir şarkı başlıyor kahveden. Sessizliği bölüp, yankısı ile büyüyen bir ses. Mağara duvarını ızdırapla çatlatan… Sîneme çektiğim yarayı sırtlanarak omuzlarına alan duru bir ses. Zihnimi paramparça eden, kurulan tüm dizgileri diline dolayarak beni o gün, öyle bir vakitte sarsan tını. Şiir miir kalmıyor, duyulanın tizliğinde yaşamın şiiri yazılıyor o an. “Asıl şiir budur.”diyorum, hiç şaşmaksızın. Sonrasında kahve elemanlarından ismini öğrendiğim bu kadının adı: Lena Chamamyan. O günkü şaheserinin ismi ise: Sareri Hovin Mernem. Bugün hâlâ “Turnam Gidersen Mardine” şarkısı ile özleştirilse de söz dizimi olarak farklı bir kriter taşıyor “Sareri Hovin Mernem. Ermeni asıllı olup Suriyeli olan Lena, sonradan araştırdığım üzere Hrant Dink cinayetinin ardından yapılan belgesellerde de fona konuk olarak aşinalık elde etmiş meğer kulaklarımızda, tanış gelmesi biraz da bundan. Çoğu eserini Arapça veren Lena, bu şarkısında anadili olan Ermenice’yi kullanıyor. Bu coğrafyanın acısını bilmiş, tanımış, kendine dert edinmiş ve daha 5 yaşında ilk konserlerini vermeye başlamış bir güzel kadın Lena Chamamyan. 2006’da ilk albümü olan “Has Asmar Ellon” çıkmış olup, ikinci albümü “Shamat” da onu takiben 2007’de bizlere sunuluyor. Lena şu an hâlâ caz ve oryantal müzik ögelerini karıştırarak üretmeye devam ediyor… O gün ise hatrımda “Su çatlağını bulur.” hikâyesi ile kalakalıyor.
2- Cem Karaca / Ben Bir Ceviz Ağacıyım
Nâzım Hikmet Ran’ın yasanın dışında vuk’û bulan düşünceleri yüzünden gene kaçak yaşadığı dönemler… O zamanlar tabiî yok şimdiki gibi cep telefonudur, internettir... Haliyle her buluşma ezbere, adres tarifleri bile caddelerdeki ağaçlarla yapılıyor ve birbirlerine insanlar “Yarın saat birde caddedeki on birinci ağaçta buluşalım.” gibi ifadeler kuruyor. Velhasıl Nâzım’ın kaçak yaşadığı zamanlardan birinde yakın ve güvendiği bir ahbabı ile haber gönderiyor sevdiğine Nâzım; “Gülhane Parkı’ndaki ceviz ağacının altında” buluşmak için. Arkadaşı güvenilir bir arkadaş olmadığını kanıtlamak istercesine haber ediyor polise. Nâzım gidiyor buluşma noktası olan ceviz ağacının altına ve beklerken uzaktan görüyor polislerin geldiğini, tırmanıyor o ceviz ağacına. Bilenler bilir ki Gülhane Parkı, Topkapı Sarayı’nın bahçesidir bir nevî. Konumu bütün bir boğaza hakim. Ceviz ağacının tepesinde nazım bir manzaraya bakıyor, bir aşağıdaki cümbüşe. Polisler geliyorlar, aranıyorlar ama bulamıyorlar. Sevdiği geliyor, ağlıyor ama bilmiyor Nâzım hemen başının üzerinde, zirâ ceviz ağacı sağlam budaklı, yapraklı bir ağaçtır.Ve böylece başlıyor Nâzım oracıkta şiirini zihnine yazmaya başlar.. Kaynak: http://www.uludagsozluk.com/e/22752568/
3- Björk / I’ve seen it all
Björk, Dancer in the Dark filminin başrolü olmasının yanı sıra alanında da oldukça başarılı bir sanatçı. Müzikal bir film de sayılabilecek Dancer in the Dark filminin en vurucu noktasında filmi birkaç saniyelik bir sessizlik içinde “I’ve seen it all” ile dolduran Björk’ün bu şarkısı, filmi izleyip hissetmiş olanların kolayca kendileriyle içselleştirebilecekleri bir şarkı.
4- Haluk Levent / Elfida
Elfida, gerçek bir dramın şarkısı, bir yaşanmışlığın… Ölüm ile yaşam arasındaki o kısa çizgiyi tasvir etmek, ederken bu kadar dokunaklı ve insanı sarma saran bir söz dizimi kullanmak ne derece zorsa hikâyesi de o kadar zor ve acı… Elfida, Arapça bir kelime olup; “Feda etmeyi bilmek, gözden çıkarmak anlamında, bazen çekip gitmeyi bilmek, sevdiğini yitirme acısıyla ayakta kalabilmek...” anlamına geliyor. Hikâyeye geçecek olursak; kanser hastası 16 çocuğun bakımını üstlenmiş olan Levent, bu çocuklar arasında bulunan 9 yaşındaki Elfida’nın vefâtıyla yıkılmıştı. İşte bu şarkıyı küçük Elfida için yazmış; yazdığı şarkıyı da Elfida’ya dinletmeyi çok istemiş. Ama vefâtı nedeniyle bunu gerçekleştirememiş. Bir kaynakta geçen şu alıntıyı sunalım. “ Elfida’yı ziyaret eden adaşının anısını aktarmak isterim: “Esmerdi, narindi, yaşı ufacıktı, ismim ile ismi benzeşiyordu. Cerrahpaşa Hastanesi ağrı merkezinde arkadaşımın annesini ziyaret ettiğim sırada annesinin ona seslenmesini duyunca bana seslendi sanarak gayri ihtiyari dönüp baktığımda gördüm onu. Tam karşı yatakta yatıyordu, içim cız etti. Aldığım nefesten, alabileceğim nefeslerden utandım. Gözlerim doluverdi kendimi tuttum. Gülümsedim, “Benim de adım seninki gibi.” dedim. Gülümsedi, elindeki telefonu gösterdi : “Haluk Abim aldı.” dedi. “Bana şarkı yazdı, klibinde beni oynatacak.” dedi. “Ama oynamak istemediğimi söyledim.” dedi. “Biliyorum yapamam.” dedi, burkularak... “Yaparsın niye yapamayasın ki” dedim, cevap vermedi, sustu. Suskunluğu içimi dağladı. Söylenmemiş ama binlerce kelime içeren bir suskunluktu. “Gene gel” dedi. “Haluk Abim hep geliyor.” dedi. Eve dönerken hep aklımda idi. Sonrasında bir daha hiç gidemedim oraya. Teyzemiz de eve döndü. 1-2 ay sonra teyzemizi kaybettik. Sonra arkadaşımdan öğrendim ki “Elfida” da 2 ay öncesinden gitmiş yanına, orda buluşacaklar.” İçime akıttığım yaşlarımı tutamadım bu sefer... Her dinlediğimde ağlatan, o kara gözleri hatırlatan...”
kaybolandefterler
95
7ŞARKI
5-Emre Akbay- Papatyalar
Emre Akbay dudaklarında mızıkası, kollarında Bülent Ortaç imzası taşıyan gitarı ile ‘çocukluğuna şarkılar söyleyen’ genç bir sanatçı. Şehrin şaşmış insanına dair incelikli bir sitemi taşıyor üzerinde ve şarkılarında. Yazıyor, söylüyor, çalıyor, dinliyor. Ancak hepsinden evvel hissediyor bunları yaparken. Hâlâ sesinde taşıyor olduğu titreme yaklaştırıyor bizi Emre Akbay’a. Papatyalar şarkısına ve şarkılarına dair konuştuk Emre ile... - ‘Papatyalar’ şarkına dair konuşmak istiyorum. Hikâyesi nedir? - Geçtiğimiz kış bir biçimde akşam haberlerine tesadüf gelmiştim. Bir bomba haberi belirdi ekranda. Ya Suriye’den ya da daha yakın bir yerden bir bomba haberi. Küçük bir çocuk kolunu yitiriyor patlamada. Haberci arkadaşlar ise annesine sorduğu soruyu yakalıyor bir an için. Soruyor çocuk; “Anne, kolum çıkar mı yeniden?” Papatyalar… Şarkıdaki papatyalar biz, hepimiz. Şarkıyı bu hikâyesinden dolayı çok kez ağlaya ağlaya dinliyorum hâlâ. - “sustuk, bakakaldık” diyorsun şarkıda, bittiğimiz yerden savrulduğumuzu söylüyorsun. İnsanın ‘çıkmak sokakları’ nelerdir? Neler karşısında senin de söylemiş olduğun gibi; var olduğu yerden başlar savrulmaya? - Toplum ve ideolojiler olabilir bizi savuran. Bunların baskısıyla kendi kendimizi kaybetmemiz bunu karşılayabilir sanıyorum. Bahsetmek istediğim geleneksel toplum. Bizler de o topluluğun bir parçasıyken, çeşitli toplumların çeşitli ideolojiler ile bize uyguladığı baskı bizi insan olmaktan şaşırtıyordur belki de. - Şarkılarının genelinde bir incelik hâli var, nasıl denir… Bir savrulmuşluk zaten mevcut ve bunu en iyi hissettiğimiz şarkın da; ‘Rüzgâr’… Ancak bundan başka bir şey bahsettiğim. Telaşlı bir metropol insanından çok, kasabalı bir amcanın dingin ruh hâllenmelerine rastlıyoruz senin sözlerinde. Rüyâlardan, masallardan, dirilişten can buluyor şarkıların. Bulutları, uçurumları, rüzgârları dinliyoruz. - Az evvelki sorunun cevabına ilişkin bir şey bu. Bizler toplum olarak insan olmaktan şaştık, şaşıyoruz. Telaşlarımız değişti. Bense ‘insan’ vasfımla o bulutlara, o uçurumlara ve rüzgârlara bakıyor; şaşmazlığı yakalamaya çalışıyorum böylece. Bundan ki aklımı yitirme evresine girmeye başlıyorum. Bu da toplumla aramda bir uyumsuzluk yaratıyor. Beni böyle hissetmenize sebep olan ayrım da o şaşmama çabası, o hâlâ çocuklara söylenen şarkıların usul esintisi…
6-Ada Sahillerinde Bekliyorum Bu türkü Suat Bey ve Şadiye Hanım’ın hikâyesidir. Şadiye zengin bir konağın kızıdır. Suat ise fakir bir gençtir. Kader ikisini bir yaz Ada’da buluşturur ve birbirlerine âşık olurlar. Fakat babası, kızını Suat Bey’e vermek istemez. Kış geldiğinde ise Şadiye ve ailesi Ada’dan ayrılır. Suat ise yaşadığı adada kalır. Ve Ada’nın sahilinde hep Şadiye’nin ona geleceği günü bekler. Bu arada mektuplarla haberleşmeğe devam ederler. Fırtınalı bir akşam Suat Bey bu aşkın ızdırabına dayanamaz ve kendini denizin azgın sularına bırakır. Ertesi sabah, dünfırtına nedeni ile gelemeyen tekneden Suat’a bir mektup gelmiştir. Bu Şadiye’nin mektubudur. Mektupta Şadiye “Suat, babamı nihayet izdivacımıza ikna ettim, gelip beni ailemden isteyebilirsiniz” yazıyordur. “Ada Sahillerinde Bekliyorum” türküsünün kulaktan kulağa gelerek bugüne ulaşan ikinci hikâyesi ise; İstanbul’a ve denize âşık sevgililerden hanim kişi bir şekilde bir gün denizde kaybolur. Hikâyenin erkek kahramanı ise kendisini sahillere vurur. Şile’den Prens Adaları’na kadar bütün sahillerde biçare dolanır ve sevdiceğini bekler. Bir ümit bir gün denizden çıkar gelir diye, fakat sevdiği gelmez. Kahrına dayanamayacak hale gelince bu sözleri yazar, bu sözler de kâh dostlar kâh da balıkçılar sayesinde o günleri atlatır ve bugünlere gelir. O meçhul insanın kaybı ne kadar derinse, Türk sanat müziğinin kazancı da o kadar büyük olur. Şarkının hikayesini birçok kişi Necmi Rıca Ahıskan’a ait sansa da asıl durum sadece seslendirmeden ibarettir. Kaynak: http://tsm2010.tr.gg/%26%23350%3BARKILARIN-H%26%23304%3BKAYE-VE-V%26%23304%3BDEOLARI.htm
7- Anna RF & İmamyar Hasanov / Lachin ( Azerbaycan halk müziği )
Lachin şarkısı daha ilk saniyelerindeki tınıyı kulaklarımızda hissettiğimiz an bizi giz dolu bir dünyanın içine sokan ve sessiz bir ana doğru bizi iten bir şarkı. Anna RF ve İmamyar Hasanov’un enstrümantal şöleninden oluşan “Lachin”, aynı zamanda bir Azerbeycan halk müziği olarak da biliniyor.
96
5.SAYI GÜZ
Ön çalışmasını 2013 yılının son çeyreğinde yapmaya başladığımız, yaratıcı ve popülizme bulaşmamış Sanat ve Edebiyat düşüyle harmanlanmış Kaybolan Defterler, 2015 yılı Ocak ayının yoğun kar yağışlı bir gününde Yayın Hayatına başladı… Günümüz Sanat ve Edebiyat çevrelerinin gitgide ticari odaklı birer mezbahaya dönüştüğü şu günlerde, çürük kokan kelimelere karşı yeni ve temiz bir sayfa açmak istedik… Seçkin eserler yaratan bir ekiple birlikte; Öykü’ye, Şiir’e ve Deneme’ye yeni bir anlam ve biçim katarken, sıkça karşı karşıya kaldığımız “kopyala yapıştır” kültür anlayışından ziyade, kendinden “Türkiye’de ilk kez” cümlesiyle bahsettirecek Sanat ve Edebiyat yapmak, siz değerli okuyucularımıza haberler ulaştırmak; Yeni kalemler ve yeni zihinlerle “Biz de buradayız!” demek istiyoruz… Okuyucu ile birebir iletişimi kendimize bir kural olarak belirlerken, sizlerden alacağımız dönütlerle daha çok gelişim, daha çok üretimi amaçlamaktayız… Günümüz teknoloji çağında, modüler web sayfamızda eserlerimize kolaylıkla ulaşabileceğiniz bir tasarım planladık. Süreç içerisinde sayfamızı Radyo, Kişisel profiller gibi ayrıntılarla zenginleştirmeyi planlamakla birlikte, okuyucularımıza daha çok kaynaktan ulaşabilmek için, sosyal ağları da en doğru biçimde sıralanan paylaşımlarla süslemeyi düşünmekteyiz… Kaybolan Defterler’in asıl ve en önemli düşü ise, zaman içerisinde raflarda yerini alacak ve arşiv niteliğinde sayılabilecek bir Sanat-Edebiyat Bülteni oluşturma isteğidir. Her birinin kendince kült birer eser niteliği taşımasını istediğimiz Kaybolan Defterler Dergisi için ön hazırlıklar yapılmaktadır. Dergi ile ilgili de ayrıntılı bilgileri kısa bir süre içerisinde paylaşmayı planlıyoruz… Bizler, defter kenarlarına düşlerini çizmiş o çocuklar işte evet; “Biz de Buradayız, geliyoruz…” *** Eğer siz de Kaybolan Defterler ekibinde yer almak istiyorsanız, lütfen birden fazla eserinizi ve kısa bir öz geçmişinizi iletişim bilgileriniz ile birlikte mail@kaybolandefterler.com adresine değerlendirilmek üzere yollayınız. İyi günler dileriz.
kaybolandefterler
BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER!
kaybolandefterler
97
b a z x r
fb.com/kaybolandefterler twitter.com/kaybolandefter kaybolandefterler.tumblr.com instagram.com/kaybolandefterler youtube.com/KaybolanDefterler
kaybolan defterler BİR KISIM EDEBİ ŞEYLER
KAYBOLANDEFTERLER
98
kaybolandefterler.com 5.SAYI GÜZ