Zine Edebiyat-Kültür-Sanat E-dergisi Sayı: 7 - Nisan 2017
Göç
FOTOĞRAF: GABRIEL ISAK
Zine 7.Sayı
Göç
1
HİKÂYE
2
KÜLLERİME MEKTUP
3
OYSA
4
GECEDE
8 5 6 12 GÖÇEBE 11 10 SIR DE 14 16 GÖÇ EVE 19 DÖNÜŞ20 RİSALESİ 26 İSKELE 22 28 MUHACERET
YEM
GÖÇ ÇOCUKLARI GAZELİ
İBRAHİM UYAR
MIGRATION
HARFLERDEN BİNLERCE “ÖMÜR HANIM”
SÜVEYDA FIŞKIRACAK GÖNLÜMÜ SIKSAN SÜVEYDA
GENEL YAYIN YÖNETMENİ / DİZGİ-TASARIM HIDIR MURAT DOĞAN KAPAK GÖRSELİ / ARKA KAPAK GÖRSELİ GABRIEL ISAK YAYIN KURULU HIDIR MURAT DOĞAN / FATİH AKÇA / HATİCE TOSUN / MELTEM DOĞAN Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz.
© Nisan 2017
_
e m t i g
en
şeyd r i b a da y n erde bi r y
i r e l çim
bi
FOTOĞRAF: GABRIEL ISAK
7.Sayı
Göç
Bir otobüs yolculuğunu yolculuk yapan şey her koltuğa şirketiniz tarafından itinayla sigortalanmış hikayelerdir. Ve uzun yol biletlerinin iki nüsha olmasının asıl nedeni budur. Çünkü bir hikaye asla unutmak ve unutulmak istemez. Bir uzun yol yolcusunu bir yılbaşı gecesi yolculuk yapmaya iten şey nedir hiç düşündünüz mü? Ben düşündüm: uzun hikaye… Kimse tam anlamıyla bir yerden gidemez. Küçük şehirlerde insan kendini daha çaresiz hisseder belki ama bir uzun yol yolcusunun valizinde resmi geçerliliği Şoförler ve Otomobilciler federasyonu tarafından onaylanmış bir yarası mutlaka vardır. Yorgun uzun yol otobüslerinin koltuklarına iyi bakın. Mola yerlerindeki gece soğuğu ve karanlık yemiş sandalyelere... Uzun süre sağlam kalabilecek güçte malzemelerden imal edilmişlerdir. Çünkü bir göçe tanıklık etmek, neresinden baksan dayanıklılık gerektirir… Hıdır Murat Doğan Genel Yayın Yönetmeni
“
Evim der ki, “Beni bırakma, çünkü burada senin geçmişin yaşıyor. ” Yolum der ki, “Gel ve beni izle, çünkü ben senin geleceğinim.” Ve ben hem eve, hem de yola derim ki, “Benim ne geçmişim, ne de geleceğim var. Eğer kalırsam, kalışımda bir ayrılış vardır; gidersem, ayrılışımda bir kalış.
—
”
Halil Cibran
6
FOTOĞRAF: GABRIEL ISAK
7.Sayı
Göç
HİKÂYE —
M U S TA FA O Z A N S E Y F İ
sana bu hikayeyi kim anlatmıştı selen maviliğe avuçlarımı açmış, bulutların altında tünüyordum o gün. yağmur duası mırıldanan şıhların arkasında çaresiz et yığınları olur, onları düşün. dirseklerime konup kalkan sinekler, uzun kuyruklu atlar, sis kümeleri, macaristan sınırı ve ağzında sinek vızıldıyormuş gibi konuşan slavlar. camdan bakınca küçülen şehir, büyüyen gözbebeklerimiz işte, uçuyoruz kalbim, selam dur yeryüzüne. ardımızda üzerine anarşi tozu serpilmiş birtakım sesler yaşasın saçını toplamayan bütün hostesler. sana bu kavgayı kim anlatmıştı selen yelkeni yıkılmış ahşap bir gemi düşün kaderi fırtınasız okyanusun elinde ve tedbil’i mekanda kedilerle fareler. dağılmanın arifesinde imparatorluklar düşün darağaçlarında kardeşlerimizin pastel rengi düşleri, ./.. kalemi kırılmış hayaller, bölük pörçük bohem kırıntıları ve ütopya ihtimalinde çürüyen cesetler. bir ölüyü mutlulukla kandıramazsın selen. sana bu sevdayı kim anlatmıştı selen şehrin dışında, ıssız yerlerde terk edilmiş benzin istasyonları olur, onu düşün. gökyüzüne bakamamaktan kamburu çıkan adamları, intihar notunda kimseyi suçlamayacak kadar derin, sessiz ve yalnız o adamları düşün. bir masal, bir kadın, binlerce cüce ve simsiyah atın üzerinde devrik bir prens. her yangın ardında kül bırakır fakat her külden bir zümrüdüanka doğmaz selen. sana bu yalnızlığı kim anlatmıştı selen kaparım avuçlarımı maviliğe, çekilirim bulutların altından. işte, düşüyoruz kalbim, merhaba de yeryüzüne. perde perde söner eteğinin ucunda ebemkuşağı alacakaranlıkta ateşböcekleri uyanır ve baykuşlar. sana bu kederi nasıl tarif edebilir yaşayan lisanlar. hani kimsenin bilmediği dingin şarkılar olur, sular soğuk ve duru, sular sigara dumanı gibi yorgundur insan istifidir; kan, ter ve barut kokusu gürültülü başlayan isyanlar sükûnla son bulur. hayat, poyraz tutumunda eskiyen bir güldür selen.
GÖRSEL: ODELIA TODER
1
KÜLLERİME MEKTUP — YA R E N Y I L D I Z
Dönüp duruyorum etrafımda. Kendi çemberimi kendim kurdum. Kapattığın tüm yolları ben inşa ettim aslında, biliyorsun sen de kaçamayacağını. Teke tek sen var oldun bu ıssızlığımda ve gecenin karanlığına inat bu can yakan parlaklığımda. Susabilmek ve dönüp gidebilmek için her şeyi yaptıysak da karşılıklı, silme aklından bu diyeceklerimi. İnsan kaçamaz bahtından. Unutma. Zoraki bir yeni hayat dileğiyle yaşıyorken koyamazsın taşları yeniden aklının derin sularına. Bir zar var elimizde, attığın her an yıllarca öteye savrulan. Bunu nasıl açıklayacaksın ve ayrımsayacaksın? Varlığımdan kurtulamadığın gibi aldığın nefesi nasıl hiçe sayacaksın? Söylenmesi gereken onca şeyi yuttuk. Birden bire tüm bağlaçları çıkardık hayatımızdan, soru işaretlerini naylon poşetlere sıkıştırdık ve virgüllere sığındık. Kaçamayacağız. Gönderildiğimiz bu sürgünden sağ çıkamayacağız biliyorsun öyle değil mi? Benim idrak etmem bir hayli zaman aldı ve şimdilerde hangi şarkıya sığınsam bir bukle küfürden öteye geçemiyor içerimde. Bunları nasıl yazıyorsam, kelime kelime ömrüme nasıl nakşediyorsam işte öyle susacağım. Birden ve sancısız. Paldır küldür ve sessizce. Yakarmaya vakit bulamadan birden dost olacağım böceklerle, göremeyeceksin, unutma. Hissetmenin acısını silmeye çalışma aklından. Ben bir bodrum katında sanrılarımla baş etmeye milyonlarca sebep biçerken sen devam et uzayıp giden yoluna, taşlara ve bana aldırma. Ben ki çoktan eriyip gitmiştim kendi yağımda, kavrulmadım fakat eridim. Gözlerinin önünde, yavaşça. Şahitsin kaldırmadığın cenazeme, bunları anlatma. Varlığımı kutsal bir hazine yap ve gizle kitaplığına, zira edilen yeminlerden bir ben daha doğmayacak. Boşalan çay bardaklarını ve kesip uzatmadığım saçlarımı koy kül tablasına, ama orada unutma. Döktüğün küller derime nüfuz ederken seyredip gül, olur mu? Acının her rengini sevdiğimi ve her cümlemin acıya binaen olduğunu sakın unutma.
2
GÖRSEL: GLEN PREECE
7.Sayı
Göç
OYSA — YA R E N Y I L D I Z
Çok zaman geçti üzerinden her şeyin. Sindirebildiğim kadar sindirdim haneme yazılan her bir eksiyi. Makul miktarlarda olmasalar da bunu yapabilmek için çıktım inimden, indim şehre. Baksana, zorunluluk insana neler yaptırıyor. Bilmediğim yollarda yürüdüm, boylu boyunca gezdim sokakları. Varımı yoğumu serdim ayağımın altında kayan kaldırım taşlarına, dertleştim saatlerimi verip onlarla. Dile gelmelerini bekledim. Ne çok şey sakladığını anımsadım yürürken. Yüzlercesi duruyordu karşımda da göremiyordum mıhlanmış kaderimden ötesini. Bunun adı neydi? Evleri atla, arabaları atla, kedileri atla yanıma uzanan, çanak antenleri atla güzelliği bozan.. Bana gel. Haydi ne duruyorsun! Tek parça da kalsan benim saatlerimi verdiğim kaldırım taşlarında, elini ayağını da çeksen bu dünyanın kötü düzeninden; bana gel. Beklemek makus talihim. Buralar tarlaydı ya hani, göğsümde çiçek açmıyordu bir zamanlar hatırlarsın, işte o günlere nazaran gülümsedim çatı katında duran küçük pencereye. Ne çok şey sakladığını anımsadım yürürken. Misal unutmak mümkün değildir bilirsin, nitekim bilirim ben de. Karşılıklı bölüştüğümüz suskunlukları da bir sen bilirsin bir de başucumuzda duran gece lambası. Tanrı’yı geç. O zaten bilmekte susacak olduğumuzu ve O, sağlamakta tüm imkanları seslerimiz kısılsın diye. Kirpiklerindeki sırça sicimlere mahsus bir şiir daha döküldü ağzımdan. Penceredeki bir buğu ne de başka yerlere sürüklüyor insanı, birtanem. Zaman alıp gidiyordu ayaklarıma bağladığın zinciri. Diyordun ya bir vakit, anımsa, böyle böyle geçecek şu bitap ve bitkin ömrümüz kısa saçlarında, diye. Yorulma, lütfen anımsa. Çok ter döktüm sana ulaşabilmek için sol göğsümden bana kapı duvar ettiğin sol göğsüne. Milim milim öptüysem de ilmek ilmek söktün ya içinden beni, sevgilim. Hicaz makamı ve ben bir ince döküldük gönül teline. Neyse’ler biriktirip bu yoldan çıktım fakat arkamda bıraktığım enkazdan geriye bir ben kaldım yine. Tıpkı sevdiğin gibi, hep arzu ettiğin halimle, tüm güzelliğimle muazzam bir cenaze idim senin için. Gömmeyi hiç akıl edemedin, olsun, ben yerimden memnundum. Tekliğimle ve arsız çiftliğimle karmakarışık bir hayatın yorgun ve soysuz sevdasıyla baş edemiyorum. Vardığım noktadan dönmelerim ve yarım yamalak sevmelerim ile devamını getiremediğim gibi yaşamın, seni ve seninle birlikte yitirdiğim her şeyini geri alıyorum. Buralara bir sonsuz gülüş bırakıyorum. Devrik cümlelerimi de alıyorum yanıma, kamburum senken ve sen şimdi yokken ve her nerede olduğunu bilmezken adım adım gidiyorum. Ne o pencereyi unutabilirim ne de o sokak aralarındaki kimsesizliğimi. Bırakıyorum ardımda ne varsa harap olmuş maziye dair. Şimdilerde herkese merhaba’lar biriktiriyorken sana ve kaldırım taşlarına ve bilmediğim yolların bilmediğim sokaklarına birer elveda koyuyorum önüne, alırsın.
3
GÖRSEL: RUBEN IRELAND
GECEDE — AY Ş E G Ü L TA B A K
Tedirgin bir kadın yüreği gibi atıyor gece Kaktüsler, dikenlerini kıskandırarak büyütüyor meyvelerini Ve tütünler patlıyor tarlalarda Gecenin kibirli beyaz kraliçesi rüzgâra savuruyor, Dökmekte olduğu etekliğini Bak, diyor dağılan ak yaprakları kızıla boğan ses; Kan, okunuyor hece Orada öylece -çok da uzak olmayan bir gecede Yan yana uzanıyor ana rahminden yeni kopmuş çocukların Taze bir fidanca eğilmiş bedenleri Ve şimşeklerin kör edici parıltısı yakıyor Şu vurgun gecesi karanlığı gören gözleri Ve ardı sıra -yani, on üç uğursuz saniye sonra Göğün gürültüleri bölüyor Haykırışları dağları vuran -anne seslerini.
4
7.Sayı
Göç
YEM —
E M İ R YA K A M O Z Dalında bir kuş çizdim Ucuna kirpiklerimin, Istırabı yüklü bir şiir gibi. Dayanamadı, düşürdü sözcükleri Ağladı kuş, koptu kıyamet Bütün şehri tufan vurdu. Kanatları döküldü çırptıkça Kuşların, terk ettiler beni küsüp gökyüzüne; O gün özendim kuş olmaya.
GÖRSEL: CHRIS RIVERA
5
GÖÇ ÇOCUKLARI GAZELİ — G İ Z E M A LT I N O R D U I Gözkapaklarının altında bir uyku yarası Taze güller gibi kokuyor rüyaların, durmadan Nefes almadan geçiyorsun bütün kaldırımları Papatyalar açar tüm mevsimlerimizde bizim Ellerimiz nişanesidir onurlu gökyüzünün Gözkapaklarının altında bir uyku yarası Turfanda çocuklarımız, yorganında döllenir Anneannenden sakladığın çeyizlerin, matia mou Gelir sular başında azizlerle evlenir Adını vurulan bütün atlara verdim Belki biri Şah deyip yerlerinden doğrulur Gözkapaklarının altında bir uyku yarası Hangi masal zihnine vurdu güneş karası Biz buyuz, şuncacık yerde, yaşarız yeknefesle Karşı bu zincirlerle, bu insansız yüzlere Karaşın ağbimizdir, saklarız güldibinde. Havalanan yüreğinden bir kızılgerdandır Öptü de durdu geceleyin çocukların boynunu O çocuklar, koukla mou, evlerini bilmezler Hatırlamazlar isimlerini, babalarını Göç yollarında, nehrin öte yanlarında Sığ suların kenarında yitirdiler O çocuklar, mangiko mou, benim gözü karam, Kara tahtada alfabenin tüm harflerini Birer ikişer, aynı dostları gibi, birer ikişer Düşürdüler yerlere, düş bile anmaz isimlerini Almaz acılarını hiçbir insan Ta ki bir kızılgerdan öpecek ki boyunlarını Belki de ilk kez gülümseyecekler uykularına Benim kara gözlü çocuklarımın kundağı, mavra matia mou, Özgürleşemedi çocukluğundan, Azad etsek de onların gönül yaralarını Ellerine batan gül, hatıradır şerlerin sofrasından Bana bir şarkı söyle, içinden turnalar geçsin Çocuklarımı alsın kanatlarına da Rum ellerine uçursun Denizlerden aşırı, denizlere dokunmadan, denizlerden uzakta Belki bir turna babasıdır, belki bir turna olacaktır anası Bir turna alsın da yeniden doğursun onları Gözkapaklarının altında bir uyku yarası Kim serdi bu perdeyi cennetle cenin arasına
6
7.Sayı
Göç
II Göçü gördüğüm yerde beklerim bütün develerden: Durun! Kabemiz artık gözkapakları yaralı çocuklar Kabemiz ayaklarına silsile toprak Kabemiz, unutulmuş bir dilin ağladığı ağu Gözlerimize mil çektik, kabemiz artık sunu Şimdi bir ben bilirim, bir o çocuklar mangiko mou, N’oldu da size bir seher vakti Düştü perçeminiz gül yüzlü yarin çehresine Kriminal sokaklar bizim, tekinsiz vücutlarımız biz Bir devrin gölgesi, dönük yüzü ziyanlara Zından gibi yüreklerde sevgi sözcükleri hep kırıntı Yılanın geldiği süt, memelerimizden akar durur da Maveralarını göremez kimse O çocukların hind kumaşı alnında Acının döşünün ortasına zülfikar ile Çekilmiş o büyük sınır, sövgüsü kutsal zihnin İkiz kardeş gibi, bir sustalı gibi Hangi tapınakta hangi kötü dua okundu da Hangi yıldız altında doğdu bu köhne çocuklar Sınırlarınız faça attı yüzlerine Yüzleri daha gençken bu yüzden vakıftır İhtiyarlığın çizgilerine III Biz sizin virane ettiğiniz cennetten Bülbül olup da uçtuk, geldik Sizi bizden şimdi ancak deniz Suratta silinmesi namümkün bir yara gibi Ayıracaktır, her aynaya bakınca Hatırlanacaktır, Her hatırında dikişleri daha da tutmayacak Başkentlerinizde bize yer yok Satranç tahtanız eğilmiş, suları Mitolojik kahramanlar gibi gürüldeyen nehirlerimize akar Kanaviçe gibi kir işlemiş kadınlarınız yüzünüze, Kaşlarınız hep bize doğrulur sekmez bir kurşun gibi Anlatın bize, Ne zaman açılır kaosun çiçekleri, dönemezsek evlerimize geri? Yıktığınız, harap ettiğiniz oyun bahçemizde Korkuluklar niyetine kuşlarımız bekler şimdi IV Gözkapaklarının altında bir uyku yarası Taze güller gibi kokuyor rüyaların, durmadan Çocuklar, çocuklar, çocukları kim bilir? Çocuklar, Kuran’ın yalnız yaldızlarına nakşedilen devran 24/2/17 Londra
GÖRSEL: STOCK
7
8
7.Sayı
Göç
“Migration” —
photographie - dessin au rotring noir sur tirage
ŞİRİN DÖĞÜŞ
9
SIR —
OĞULCAN KÜTÜK Öfkenin artık geçip gittiği bu geniş vakitte İçimde geç kalmış bir hayvan Dışarıya zorluyor kendini Çıkarsa o ölür Çıkmazsa ben Ne anlatıyor Üstünde soğuduğumuz taşlar Ve neremize kurulur yıllardır Büyüttüğümüz telaş Nasıl unuturuz her şey değişti Değişti us, değişti öz Bu kaldırımın ısınışı, soğuyuşu değişti Geçti huzur ve birbirinle değişti her şey Çünkü yoluna sabit bu kıyımı ben topladım ayaklarından Öğrendiğin korkuyu ben de ezberledim Eski diye bir şeyim yok ki benim Beni uyuttuğun rüya var elimde tek Beni uyuttuğun rüya Burası evin Burada çektim İçime endişeni Hiç değişmedim ki Hiç gidip gelmedim ki sahiden Uyuyacağım, gitme uyuyacağım Bir yeminle inandığım şu uzun rüyada. Ve unut her şeyi, bu şiirin sonunda bir sır sana Dilime kilidi dokunmuş, beni bunca zaman susturup Olduğum yere çöktüren eskimiş ve bir tuzlu sır sana; Aslı gibidir benim ağrım Hâlâ neremde kaldıysa.
10
GÖRSEL: STOCK
7.Sayı
Göç
GÖRSEL: CHRIS RIVERA
DE —
Y Ü K S E L B AT U de ki yaralara tükenmek düşer sayfaların ağzıyla sildiğimiz ağrı şahit kırılan zaman değil de belki dil bulan ayna, ya da el tanıyan bıçaklara söylenir nasihatların tutulmadığı kime söylenirse söylensin de herşeyin sustuğu yer cümledir nasılsa ve her cümlenin başı bir müddet susmaktır de ama dağ taşını bilir insan da kalmak biraz fazla gelince gitmek deriz bütün harfler yollara yön de boğazda dizildiği kadar sayfalara dizilmeyen kelimeler başkasına giderken kendimizde kalmanın gazabı olur taştan sabır, ümitten medet kestiysek dağ içimizdir artık de herkes güldüğünde hayatı bir gül bahçesi sanır ama biz ardın sofrasına oturduk önümüzde hep bir ağlamak kaldı de..
11
GÖÇEBE —
FAT İ H A K Ç A sesimi düşerken gördüm karışarak göçtü başka seslere tufanları dindiren ağaç dalları tomurcuk ve insandı karanlığı yaramayan da herkes çölleştiğinde toprağı kim bulacak kim işleyip açacak yusuf’a yeni bir kuyu sesimle ılıştıramadığım yeryüzü esenlikler mi verecek parmak uçlarımdaki adama ölüme çırak verildiğim gün ah’la sevmeyi öğrendim kadınları kanla boyadım sütle sildim alınlarındaki masalı çağdaş bayraklar yaptım gölgemden sonra bana hep kar yağdı gökten sonra bana hep soğuk eli değdi yaşamın buz tuttu süt kül ve içimdeki şavk üzerimde başka sesleri duymanın ağırlığı atların nal sesleri kılıç yalımları ve barut üzengiler tank paletleri istikametler bir kuyudan seyrederken kıyameti sardım yarama yusuf’un yırtılan gömleğini yürüdüm tufana ve ağırlığa karşı sesim dolaştığın dünyan ne kadar
12
GÖRSEL: JADRIEN COUSENS
7.Sayı
Göç
GÖRSEL: CHRIS RIVERA
Üç g ö ç , b i r ya n g ı n ye r i n i t u t a r.
—
Türk Atasözü
13
İBRAHİM UYAR — M U S TA FA O Z A N S E Y F İ
İbrahim soyadı gibi bir adamdı. Bütün hayatı boyunca ne yana gitse oraya benzemiş, girdiği her ortama uyum sağlamıştı. Tam bir ad soyad tamlaması. Yokluğunda kimse bir eksiklik duymazdı. Varlığında ise açıkça ifade edilemeyen bir ayrıksılık duyardı insanlar. İbrahim o kadar uyumlu bir insandı ki aşkı bile ölçülü yaşardı. İlk sevgilisi Facebook’tan tanıştığı ilkokul arkadaşı olmuştu. İkincisi ise dört yıl aynı kampüste yan yana dolaştığı müstakbel meslektaşı ve yakın arkadaşı idi. İbrahim aşkı da aşk acısını da uyum içerisinde yaşıyordu. Onu dışarıdan gören biri, İbrahim’in sadece aşk acısından bahseden şarkıları dinlemek için aşk yaşadığını falan düşünürdü. Siyasi görüşü de uyumluydu İbrahim’in. Lisenin apolitik ortamına yakışan sessiz Kemalist bir gençti. Memleketin en sol fraksiyonlarını barındıran bir üniversiteye başlayınca bir iki adım daha sola kaydı. Herhangi bir bedel ödeme muhasebesinden zaten uzaktı ama oturup hayatı ve hayatı meydana getiren bileşenleri düşünmek için on dakikasını bile ayırıp ayırmadığı meçhuldü. Bahar şenlikleri kapsamında bedava Grup Yorum konserine gidip bedava türküler eşliğinde zafer işareti yaparak siyasi kariyerini başarıyla tamamlamıştı İbrahim Uyar. Kpss’ye girip memleketin ücra bir köşesinde iyi bir maaşla mesleğine başladı sonra İbrahim. Kapitalizmin minimalist insan ilişkilerinde deneyimleyebileceğiniz en basit mutluluklardan birisi gelmişti İbrahim’in başına; meslek sahibi olan ve iyi para kazanma ihtimalini yakalamış her genç insana gösterilen ilgi ve alaka ona da gösterilmeye başlandı. Eskiden yol parası olmadığı için yerlere ve Kentkart makinelerinin deliklerine bakarak bozuk para arayan İbrahim Uyar, şimdilerde baba evine tatile geldiği zaman herkesin buyur ettiği, evde kalmış meslektaşlarının göz koyduğu, Facebook’taki en çirkin fotoğrafı bile kafadan 50 beğeni alan bir ademi zevattı. İbrahim Uyar o kadar uyumlu bir adamdı ki geldiği bu nokta ile yetindi. Artık tek yaptığı ailesine para göndermek ve akşamları iş dönüşü rakı içip göbeğini şişirmekti. Günün birinde İbrahim Uyar’ın hastaneye kaldırıldığını öğrendim. Ziyaretine giden ortak dostlarımız oldu, bense önemsemedim. İnsanların iyi zamanlarında yanlarında olmak bir dostluk emaresi değildir bana göre. Ama zor zamanlarında etrafı kalabalık olan bir insanın da bana ihtiyacı olacağını düşünmedim hiçbir zaman. Ziyaretine gidenlerden biri İbrahim Uyar’ın beni de görmek istediğini söylediklerinde şaşırdım. Bu teklifi reddedecek kadar soğuk ve önemseyen biri olmadığım için gitmeye karar verdim. Kaldığı hastaneden memleketine, baba evine getirilmişti. On beş yıldan fazladır tanıdığım eski bir dostumdu ve başka bir ortak dostumuza çok yakın bir yerde oturuyordu ama ben evlerine ilk defa adım atıyordum. Demir kapıyı çaldım, annesi açtı kapıyı. En son gördüğümden bu yana saçları çok daha fazla beyazlamıştı. Belki de İbrahim’in hastalığı yüzünden. Kaldığı odaya girdiğimde burnuma kesif bir ilaç ve pansuman kokusu sindi. Yatağında sırt üstü uzanmış uyuyordu. Gören herkeste sıkıntı yaratacak bir yüz hali vardı uyurken. Annesi hafifçe dürtüp benim geldiğimi haber verince İbrahim’in gözleri hafifçe aralandı. Gözlerinin akı neredeyse tamamen sarıya dönmüştü. Epeyce şişmandı en son fotoğraflarına baktığımda. Şimdi ise sipsi gibiydi. Çağımızın en büyük handikaplarından biri de budur bence: Özleyememek. Sosyal medya ve internet üzerinden herkes her anını, her karesini paylaşıyor ve kimsenin ne halde olduğunu, ne kadar değiştiğini bilmeme fırsatınız elinizden alınıyor. İbrahim sesini temizlemek için bir iki öksürdü, yastığını düzeltip hafifçe doğrulmaya gayret etti. “Otursana” dedi parmak ucuyla duvar dibindeki sandalyeyi işaret ederek. Dediğini yaptım. Aldığım kolonya şişesini aramızda duran sehpanın üzerine bıraktım. “Aklıma başka bir şey gelmedi. Hastalığına iyi gelecek bir şey varsa gidip alabilirim hemen.” dedim. İbrahim içli içli gülümsedi. “Artık zamanın çabuk geçmesinden başka bir şey iyi gelmez bana.” dedi. İbrahim hastalığı da kabullenmişti. Uyumluluğu ölümü beklerken tiksinti verici bir hale bürünmüştü. “İnsanın içini ferah tutması gerekir bence, mutsuz değilim.” dedi ve hırıltılı bir öksürük nöbetine tutuldu. Benim ona söylemem lazım gelen sözcükleri o bana söylüyordu. Belki de o hep sağlıklıydı, ben hastaydım. Öksürük nöbeti bitip de boğazına sağlam bir balgam geldiğini hissedince yatağının yanındaki küçük tasa uzanıp tükürdü. Tükürür tükürmez de odayı taze bir kan kokusu sardı. Uzun uzun baktı elindeki tasın içine bıraktığı parçasına. Sonra vazgeçip yatağın yanına bıraktı. İkimiz de uzun müddet
14
7.Sayı
Göç
sustuk. Söyleyecek tek bir söz bulamıyordum. Üzüldüğümü söylesem yalan söylemiş olurdum, mutlu da değildim. Benim için hiçbir ifade etmeyen bir adamın ölüme gidişinden bir parça izliyordum. Sessizliği bölen yine İbrahim’in hırıltılı sesi oldu: “İçerde kitaplar var, almak istediğin varsa al.” “Sağol, teşekkür ederim. Ama bugün eve uğramayacağım, yanımda da taşıyamam.” İbrahim küçümsemeyle yüzüme baktı. “Sen okuduğun lisenin, askerlik yaptığın kışlanın kütüphanesinden kitap çalan adamsın, benden bir parça, bir hatıra kalsın diye almanı istiyorum!” Beni köşeye kıstırmıştı. Yıllardır kimseden hediye almamaya gayret ediyor ve bunu da layıkıyla yerine getirebiliyordum. Sebeplerim vardı. Birtakım psikiyatrik seanslara kaynaklık etmiş birkaç sebebim. “Güçlü bir hafıza büyük bir lanettir” diye bir söz vardır bilir misiniz? O sözü ben en sıradan hücre parçacığıma kadar yaşıyordum. Geçmişe dair her detay beni yiyip bitiriyordu. Bana herhangi bir x şeyini hatırlayan her y şeyi eşittir acı şeklinde formülize edebilirim. Sorunumun ne olduğunu anlayacak kadar sabır göstermemiştim hiçbir çözüm yoluna. Ama şimdi köşeye sıkışmıştım. Kendimi gidip odanın öteki ucundaki kitaplıktan bir kitap seçmek mecburiyetinde hissettim. Ayağa kalktım, ağır adımlarla kitaplığa gidip kitapları incelemeye başladım. İbrahim’in gözlerini üzerimde hissediyordum. Her hareketimi, hatta nefes alışımı bile izlediğini duyumsuyordum. Kitaplığım ilk üç rafındakiler hoşuma gitmedi. Eğilip son iki rafa baktım ve gözüme ilişen bir psikoloji kitabını çektim aldım. Büyük ihtimalle hayatım boyunca okumayacağım kitaplardan biri daha elimdeydi. Yerime giderken İbrahim kitabın kapağına bakıp düşündü. “Hayatın anlamı konusunda ne kadar düşündün?” dedi. “Bilmiyorum, ölçmedim. Ama yaklaşık on altı on yedi yaşımdan beri canım sıkılıyor.” İbrahim içini çekti, konuşmak için kendini zorladığı belli oluyordu. “Canının sıkılmasıyla ne alakası var?” “Bence,” dedim “en tanrısal duygu can sıkıntısı. Eğer bir tanrı varsa ve az çok kendinden bir şeyler kattıysa bize, bence bu can sıkıntısıdır.” “Neden öyle olsun?” “Çünkü” dedim “kimse durduk yere bir evren yaratmaz, bu önemli bir can sıkıntısının göstergesi bence.” İbrahim gözlerini tavana dikti. Yüzünde yine o tuhaf acı ifadesi vardı. Bu aralık annesi gelip hafif aralık olan kapıdan içeri baktı, yüzündeki ifadeyi tarif edemem. Acı ya da ıstırap dolu bir ifade olduğu için değil, kadının yüzünde hiçbir ifade olmadığı için. İbrahim’e “Geçmiş olsun, yine gelmeye çalışırım.” deyip çıktım evden, yanımda İbrahim’in hatırası kitap vardı. Yolda İbrahim Uyar’a ve uyumlu hayatına dair bir iki not kaydetme ihtiyacı duyuyorum telefonuma: “Bir zaman oldu, kimse aramaz oldu İbrahim Uyar’ı, o bu duruma da uyum sağladı. Kimsenin yokluğunu duymadan geçirdi kalan ömrünü. Şimdi otuz beşinde ve hâlen aynı evin aynı odasında aynı yatakta yatıyor, ama bu sefer dahiliye branşına giren ağır bir hastalığı var. Arada annesi gelip ölüp ölmediğini kontrol ediyor. O da uyumlu bir kadın, hiç yadırgamıyor sanki ve yüzünde acı çeken bir anne ifadesi yok.”
15
GÖRSEL: FRANK LAWS
HARFLERDEN BİNLERCE
“ÖMÜR HANIM” — E S R A FA K I B A B A
Küçük Acılar (1984),Aykırı Yaşamak (1985),Yolculuk (1986),Kimliksiz Değişim (1992),Bütün Mevsimler Güz (1994),Dicle Üstü Ay Bulanık (1995),İnsanın Acısını İnsan Alır (1995),Kül Uzun Sürer (1996),Gülün Sesi Gül Kokar (1998),Bir Gün Ölümden Önce (1999),Derin Kesik (1999),Üç Nokta Beş Harf (2001), Sarkacın Kalbi (2002),Yalnızlık Heceleri (2003),İnsan Sevmezse Ölür (Seçmeler, 2004),Gölge Masalı (2005), Unutma Defteri (2007),Bağbozumu Şarkıları (2012), Pervane (2015) yapıtları ile tanıdığımız Şükrü Erbaş, geçtiğimiz günlerde Yaşıyoruz Sessizce adlı son yapıtıyla Hasan Hüseyin Korkmazgil’in de dediği gibi “Umutsuz karanlıkta kapımızı çaldı.” Herhangi bir şiir kitabını bitirdiğimde, o şairin şiirinin yerini ve bu kitabı niye okudum diye sorarım kendime. Şükrü Erbaş için şiir nedir? Sorusunu kendimize sorup, en belirgin cevapları alıyoruz Yaşıyoruz Sessizce ile. “Şükrü Erbaş için şiir, insanın yalnızlığına tutunma çırpınışının öteki adıdır. Bir itiraz, bir mutsuzluk bilinci halinde yaşadığı dünyaya, sözcüklerle, katlanma gerekçeleri yaratmasıdır. Dünyayı yaşanır kılma eylemidir. Varlığına ilişkin, başkalarının yaptığı tanımları reddedip insanın kendi anlamını oluşturmasıdır. Sığındığı her şeyin, mezarı olduğunu görmüştür.”1 Ve şairin de bir röportajında dediği gibi “Bilincinde olalım olmayalım, mezar taşımızdaki hayıflanmadır şiir.”2 Şükrü Erbaş, şiire hep kendisinden başlar, bu düşüncesini “Hâlâ kendimden başlıyorum. Elbette her zaman kendimden başlayacağım. Eğer ayakkabı tamir etmiyorsak (Hasan Ali Toptaş’ın kulakları çınlasın), eğer bir cıvataya somun takmıyorsak, bir tezgâhta ürünlere fiyat bandrolü koymuyorsak; özeti, yaratıcılık gerektiren bir alanda söz almak için bakıyorsak dünyaya, elbette kendimizden başlayacağız”3 diyerek dillendirmiştir. Fakat Yaşıyoruz Sessizce’de kendisi ile başlamış gibi gözükse de, ölüm hükmünü sürdü Ömür Hanım’a yani eşi Hatice Erbaş’a. Bu kez ondan başladı. Ömür Hanım: harfi, hecesi, cümlesi, dünya sözü, eşiksiz ve can evi, evinin sızısı, penceresiz odası, sonsuz bir anne, ölümden sonra da büyüdüğü beşik, ölümden sonra var olduğu güzellik, ŞahGülü, Köroğlu, ömrünün elifi, güzelliğin Tanrısı, Tanrı yalnızlığı ondan yaratan bir kadındı Şükrü Erbaş için. “Babanız içeride şiir yazıyor diye çocuklarımı sessiz ağlattım ben”4 diyen inceliklerin sahibiydi. Harfleri tek tek yarattı, dokundu, büyüttü, besledi, ölümü bilse de tanımaya çalıştı en başından. Ömür Ha-
16
1- http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/xmlui/handle/11684/584 2- Erbaş, Şükrü, Kül Uzun Sürer, Ümit Yayıncılık, Ankara, 1996. 3- http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/xmlui/handle/11684/584 4- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016.
7.Sayı
Göç
nım’ını, Hatice Erbaş’ı, kendisini, yalnızlığını, dünyayı, ölümü, yarayı, devleti, çocuk tabutlarını ve daha birçok kavramı tekrar hatırlattı şiirleriyle bizlere:
“Harflerden binlerce Hatice yaratıp Tek tek dokunuyorum hepsine Büyüyorum, büyüyorum Nasılsa ölüm var değil mi”5 “Oysa ben bir akşamüstü oturup turuncu bir yangının eteklerine, yüreği avuçlarımda atan bir can yoldaşıyla dünyayı ve kendimi tüketmek isterdim. Öyle bir tüketmek ki, sonucu yepyeni bir “ben”e ulaştırırdı beni, kederli dalgınlığımdan her döndüğümde... Bir ben ki tüm ilişkilerin perde arkasını görür de gülerdim sessizce yapay yakınlıklarına insanların. Kim kimi ne kadar anlayabilir Ömür Hanım?” demişti bazen, “şu heves sensin, şu incinmiş gurur sen, şu utangaç aşk, şu Posta Caddesi’ndeki daktilo sesi, çocukların okul dönüşü sen” demişti Ömür Hanım için. Şükrü Erbaş şiirleriyle daha önce de birçok dizesiyle aşina olduğumuz birçok duyguyu tekrar öğreniyoruz. Evlerin yalnız eşyalardan yapılmadığını, sevmenin sadece sevmek olmadığını, kimsenin kendinden gitmediği bu dünyada sessizce yaramızı severek yaşamayı, yarası yaramıza değmeyeni, onuru, merhameti öğreniyoruz. Şükrü Erbaş, herkesin kendisine kapıldığı bu dünyada ölüm gibi bir gerçek varken, nasıl yaşayabilirdik ki? Duygusunu düşündü ve “Yaptıklarından değil, yapamadıklarından pişmanlık duymalı insan” (Cioran) bilgisine geliyor ama neden sonra… Biz, sanırım gözlerimizi içimize biraz geç çeviriyoruz. Çevirdiğimizdeyse gördüğümüz, tomurcuklar içinde kurumuş bir insan gülü, insan olma olanağı… Aşk bir yere gitmiyor. Biz onu binlerce önlem duygusuyla mezara dönmüş gövdemize gömüyoruz”6 dedi ve mezara dönmüş gövdesini dikti şiirleriyle:
“Limoni bir selvi diktim başına Orada da bir hayatın olsun diye Nazmi elimden tuttu can suyunu verirken Güneş taşıyacak sana soğuk havalarda Gidip gelip yapraklarını öpüyorum Dalları uzanıp yaşlarımı siliyor Yüzüm gözüm toprağından bir dua”7 Hepimizin canından yapılmış ölümün, çocuklara da uğradığı oldu bu ülkede. Şükrü Erbaş,
“Kimsenin kalmadığı darmadağın köylerde ‘Önce Vatan’ yazısı bir hüzün değil midir? Bunca kanın helalini kim kime nasıl ödeyecek?” ve “Mezar taşlarıyla barış olur mu?” dizeleriyle sürdürdüğü politik tavrını, “Ve çocuklar Hatice, yaşama nişanımız çocuklar Ağızları donmuş korku, ayva sarı tüyleri kan, rüyaları Hepimizin suskunluğundan bir mezar taşı Hangi evde doğarlarsa doğsunlar Bizim evimizde ölüyorlar”8 ve “Bir de çocuklar Baktığı yere gömülen anneler bir de Çocuğunu Tanrı inkârıyla kefenlemiş bir baba Duası kalmamış yoksulluk Devletin onurundan vurduğu herkes…”9 dizeleriyle devam ettiriyor bu kitabında. Topraksız büyüyen ve her cümlemizin bir çocuk tabutu, annelerimizin ağıtı baş yastığımız olduğu, babalarımızın çoktan gömdüğü çocuklar için, sardunyalara, reyhanlara biraz su verip, eşyaların yalnızca eşyalardan yapılmadığını, bir türkünün, ağıtın içtenliğine tekrar kavuşup, kalbimizin attığını hissedebilmek için, nasıl yaşayacağız dediğimiz her anın hüznünü dağıtsın diye, “Ömür Hanım, iyi ki ben de seninle yaşadım dünyayı” diyen Şükrü Erbaş ve “Kimseye borcumuz kalmadı değil mi?” diyen Ömür Hanım inceliği için, güzün dökülen güzel yaprakları için, Yaşıyoruz Sessizce’yi okuyabiliriz. 5- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016, s.53. 6- http://openaccess.ogu.edu.tr:8080/xmlui/handle/11684/584 7- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016,s.20. 8- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016,s.30. 9- Erbaş, Şükrü, Yaşıyoruz Sessizce, Kırmızı Kedi Yayınevi, 2016,s.38.
17
GÖRSEL: ALEJANDRO GONZALEZ
… elliğin, nin. k e üz se itm Ey g nalmış gken yok , bu n gir ül k ı s ı n k girerse i s e S eğe r ü y i — baş Hang ü Er r k ü Ş
18
7.Sayı
Göç
GÖÇ RİSALESİ — MİMAR SİNAN TERCAN
İnsansın, insanın göçünü seyrediyorsun. Her gün, her an, her saniye. Havanın neminden bile etrafa, birilerinin göçünde harlanmış yorgun bir nefesin kokusu saçılıyor. Mesela bir pencereyi açıyorsun bir yerlerde, bir başka pencereden savrulan elveda sisi odaya dolmaya başlıyor. Merdivenlerden inerken yahut, yahut öylece dururken bir köşe başında; bir başka insandan kaçan bir başkasının dalgın göçüyle çarpışıyorsun. Etrafa anılar saçılıyor. Etrafa sinelere mıhlanmış, iyi düşünülmüş, bir ağacın kovuğunda yıllarca demlenmiş usta katiller, kelimeler saçılıyor. Kıvrımları bilmem kaç kişinin retinasına nakşedilmiş şuh bir kadının usulen severek katlettiği bir oğlan çocuğunun, son nefesinde annesinin avuçlarında kalan gür saçları ve yeni tellemiş bıyıkları saçılıyor.
Göç oldu bir acıdan öbür acıya Oysa sağrısı kurumamıştı atımızın Ahmet Telli Şehirler kıyamete doğru büyümüş ve garibin ahı bilmem hangi gökdelenin temeline katık edilmişken; yıldızlarını yitirmiş bir gecenin altındasın. Kalabalıkta yürüyorsun. İnsanlar yürüyor, insanlar çok hızlı yürüyor. Kiminin düşleri çoktan bir sahil kasabasına iltica etmiş, kimisi her akşam eve diye çıkıp; farkında olmadan köyüne dönüşünün toyuna doğru koşturuyor. Senin değilse de ceplerinin o eve varışı elzem. Günler geçiyor, kış korkaklığının üzerine doğru tehditkâr yürüyor. Bu kez sen de herkes gibi, kendine göçüyorsun.
Göçen, yerleşen bir şey değil Herkes kaçışandı yalnızlıktan Kadınlar erkeklerle idi, yalnızlıktan Herkes herkesle idi yalnızlıktan... Turgut Uyar Belki bir şiir okuyorsun, kadehinde gövdeli bir şarap ve elinde bir sevda dilekçesiyle1, sırtını Anadolu’da bir dağa yaslamış türkü yakıyorsun belki. Fikrinse, yârinin kahverengi çeşnisine zapt olunmuş. Sen yine de susmakta ayak diretiyorsun. Ama birden gök çığlıklarla yarılıyor. Modigliani‘nin kadınlarına nispet eden upuzun boyunları ve eşkıya alınlarıyla, parlak geniş kanatlı bir turna katarı; sırtına bir ozanın gamını yüklenmiş bağıra çağıra göçüyor.
Garip turna bizi senden sorana Şimdi bir yavruya kuldur diyesin Aşkın zincirini takmış boynuna Devr içinde Mecnun oldur diyesin Gevheri Ellerini bağlamış Allah’a bakıyorsun bir sabah. Dizlerinin bağı çözülmüş. Annenin rahmine tekrar kıvrılmışsın. Zihninin bir köşesinde Tatar Çölü’nde2 nöbet bekleyen bir asker duruyor, bir köşesinde peygamber develeri insan insan sana bakıyor. Belki sana bir Heidegger denemez ama kahir ekseriyetle bir kitabın arasında unutmuşsun yaşamayı. Bundan kaçmak içinse artık çok geç. Derken sabahın keskin ayazı, yükseklerden yayılan boğuk bir sese eyer vurmuş, kamçılaya kamçılaya kulaklarına doğru sürüyor. Bu ses kafanın içine vardığında, mavilikte gizlenmiş olan sismik gerçeği tüylerini ürperterek sinsice beyaza indirgiyor. Göçeceksin! Bak kimler gidiyor, sen de gideceksin!
Kalmadı ümidin soluk ve cılız Işığında bereket. Ve ölüm, kapımda kişner, sabırsız Bir at oldu nihayet. C. S. Tarancı 1- Metin Altıok / Gerekçe 2- Dino Buzzati’nin 1940 tarihinde yayımlanmış olan romanı.
19
GÖRSEL: AITOR RENTERIA
EVE DÖNÜŞ — ZEKİ BERK GÜNDÜZ
“İçinde hançerlendiğiniz hamamı unutmayın. ” Yorgo Seferis Yitik bir hikayenin kahramanı olarak, bilinçaltım tohumlarla doluydu. Yeşermeden, çiçek açmadan, kaybolan parşömenler gibi eksik kalmıştım, tamamlanamaz. Sulamak istemiyordum artık tohumlarımı, kimsenin iyilik yapıp sulamaya kalkışmasını da istemiyordum. Kendimde bulamadığım gücü bir başkasından ısmarlamaya da gönüllü değildim. İnsanların en âlâ tüccar olduğunu gördüğümden beri, hikayeme başka bir kahraman dahil edip, bir başka hikaye ile kesişmek de istemiyordum artık. Elleri kolları bağlı bir kahraman, bu çağın kölesinden başka bir şey değilken, ben;kayıp, karanlık ve yalnız kalmayı daha sahici buluyordum. Sahte sevgilere, mecburi sarılmalara ve özensiz cümlelere maruz kalmaktansa, hiçbirinin olmamasını tercih ediyordum. Tohumlarla dolu, gaz lambası dahi olmayan bir kafatası içerisinde gündüzleri uyuyan, geceleri de ay ışığından korkan bir soyutluk olarak yaşamaktan müsterihtim. Beynimin içindeki tohumlar, aynı zamanda içimdeki dünyaya döşenmiş mayınlarımdı. Taciz ve tecavüze uğrayan her toprak parçam, bunun sorumlusu olan insanı paramparça edecek kadar patlayıcı yüklüydü. Güneşle sevişecekken, ihanete uğrayan bir çiçekten, dünyaya kin duymasından başka ne beklenebilirdi ki? Üzeri ıslak deriyle örtülmüş kafatasından çıkamayan saçlar gibi, dallarım, yapraklarım ve çiçeklerim de köklere eşlik edecek, artık gökyüzüne doğru değil, mezarıma doğru büyüyecekti. Tüm vücuduma yayıldıktan sonra sığamayıp, bulunduğu ruhtan çıkmaya yeltenecekti. Tohumlarımı öldürecektim. Ceninlerimi. Kafamı vura vura, tek tek bütün topraklarımı paramparça edecektim. Patlayacaktı kafamın içindeki her yer. Kan dolacaktı her yan, gözlerimin yuvaları bile. Ağzımdan çıkacak, kusacaktım her tarafa. Kendimden nefret edecektim. Her gün biraz daha. Ürkek ve dünyaya bu denli yabancı bir varlık olmaktan, kafamı duvara son gücümle vurmaya karar verdiğimde çıktım. Ben bir katilim artık. Diğer insanlarla aynı kefedeyim şimdi.
20
7.Sayı
Göç
İçimdeki dünyanın delik deşikliği, kafamın içinde yaşayacak tek noktamın bile kalmayışı tehcir ettirmişti beni içimdeki ülkeden. Ve “Nereyi gezsem Yunanistan yaralar beni” diyen Seferis gibi, nerede iyot kokusunu aldıysan, nereye kıyın varsa oradan gitmenin en çok tahrip ettiğini bildim böylece. Ve yine, Ege’ye aşık Seferis gibi, ne geldiği yerde durabilmiş, ne de gittiği yerde barındırılmış, kilometrelerce yürüdükten sonra ülkesine geri döndüğünde nehrin kenarından diğer yakaya el sallamış bir adamın ümidiyle topraklarıma sarılmak, yaralarımı sarmak istiyordum. Yaşam, nehrin diğer tarafında öylece duruyor ve bana bakıyor gibi. Ben ise, ona bağırıp, beni terk etmemesini, beklemesini söylüyorum. Yüzme bilmiyor, karşıya geçemiyorum. Suya atlamalı, yüzebilmeliyim oysa. En azından denemeli ve gerekirse boğulmalıyım. Olması gerekenlerden hiçbirini yapacak imkanınız yoksa, hikayenin sonuna geçersiniz. Eğer hayatı yaşayamıyorsanız bu hayattan çıkarsınız. Ancak ölümü tercih etmek ile yaşamaktan vazgeçmek aynı şey değildir. Yaşamdan vazgeçmek, hayata tekrar dahil olma umudunu uzaklarında olsa dahi taşırken;ölüm, hayata karşı kesin çözümdür. Ben ise ölümden korkuyorum. Ölümden korkuyorum çünkü yaşamaya bu kadar yaklaşmışken yok olmak, ardımda kalan o güzel yaşamı hiç var olmadan gökyüzüne uçuracak, bulutlara karıştıracak. Masmavi su, yemyeşil otlar ile aynı karede görebildiğim bir yaşam beni meraklandırıyor, kendisini yaşama iştahımı arttırıyor. Nehrin benim olduğum tarafı harap olmuş, parçalanmış, bombalanmış bir yer iken katil sıfatım ile insanların beni karşıya geçireceğini biliyordum. İnsanlar, kendilerine benzeyenlere yardım ederlerdi bir tek çünkü. O da bazen. İnsan sıfatını taşıdıkları için, insan olma eğilimi de paramparça edilmiş şehirlerden birilerini kurtarmayı destekler. İçlerinde insan gibi hissettikleri için değil, bunca yıl insan diye nitelendirildikleri için. Tıpkı neyi neden sevdiklerini bilmedikleri gibi, neyi neden yaşadıklarını da bilmiyorlar. Bir çiçeğe yıllar boyu çiçek denildiği için onu çiçek diye söyleyen, kelimeyi hissetmeyen, papatyaları insanlık tarihi boyunca süre gelen çiçek sevgisi yüzünden, içgüdüsel ve ezbere seven bir tür varlık topluluğuydu bunlar. Ancak onlarda olup bende olmayan bir şey vardı:Yaşam. Kendi hayatım için onlara, yanılgılar ve yalnızca görüntüler dolu sığ dünyalarından bahsetmeyecek, onlar gibi davranmaya devam edecektim. Ta ki beni karşıya geçirene kadar. Karşıya geçtiğimde ise, ölüme biraz daha yaklaşacağım. Eğer bir hayatınız varsa, ölüm kusursuz bir son oluyor. Tanrı iyi bir senarist. Beklemeye değer bir nedeniniz oluyor. Araf, bir karanlıktan çok, sonsuz olmasından dolayı ölümü hatırlatıyor. Ve ben, ölümden çok araftan korktuğumu anlıyorum. Böyle yaşamak, yaşamak değilken, gerçek bir hayat yaşama fikri, arafın tam ortasına dikilmiş bir deniz feneri oluyor, periyodik olarak umut ettiriyor bana. Kevgire dönmüş beynimi, çürümüş ruhumu, uyuşan parmak uçlarımı canlandırabileceğim hissine kapılıyorum. Tiyatro oyunlarında küçük rolleri için de olsa heyecanla bekleyen oyuncular gibi, akılda kalmayacak, belki de metinden çoktan silinmiş bir karakter olmaya devam edeceğim. Yitip gidecek olmasına rağmen, söyleyeceğim birkaç kelimenin de olsa kahramanı olacağımı düşünmek beni gülümsetiyor. Deniz feneri dönmeye devam ediyor.
21
SÜVEYDA FIŞKIRACAK GÖNLÜMÜ SIKSAN SÜVEYDA — TUĞBERK BAHADIRTÜRK
Dört saatlik bir otobüs yolculuğunun sonunda sabaha karşı varmıştım ilçeye. Otogarda beni yeni görev yapacağım Karalar Camii’nin imamı Veysel Hoca karşıladı. Kendisi çocukluğumda kuran kursundan da hocamdı. Babam yaz aylarında okul tatil olunca beni köyümüzün camisindeki kuran kursuna gönderirdi. Veysel Hoca, emekliliğine yakın müftülükçe bu ilçede görevlendirilmiş, beni de üniversite eğitimim bittikten sonra yanına aldırmıştır. Rahmetli babamdan ona yadigâr kaldığımdan olsa gerek, üstüme çok titrerdir. Sayesinde üniversitede diyanetten burs almış, diyanetin yurtlarında ücretsiz olarak kalmıştım. Hem vefa borcumu ödemek hem de ilk tecrübemi onun yanında edinmek için bu fırsatı değerlendirmek kaçınılmazdı. Daha çocukken üzerime titremiş, beni ülkenin en iyi müezzinlerinden biri olmam için eğitmişti. Eşyalarımı otobüsün bagajından alıp Renault Toros marka aracına yükleyip, kalacağım lojmana doğru yola koyulduk. Lojmana vardığımızda sabah ezanına yarım saat vardı. “Hadi evlat” dedi ve ekledi ; “Abdestini tazele de ilk namazının ezanını sen oku.” Abdestimi aldım, valizden temiz kıyafetlerimi özenle çıkartıp, üzerime geçirdim. Minarenin basamaklarını Habeşistanlı Ümeyye bin Halef’in kölesi Bilal bin Rebah’ın adımlarına özenerek çıktım. Bilal-i Habeşi (R.A.)’a işkence eden Mekkeli müşrikler burada yoktu ama içimde hocama yaraşır şekilde ilk ezanı okuyabilecek miyim endişeleri vardı ve Mekkeli müşrikler kadar zalimdi bu endişeler de. “İlk ezan”ı böylesine büyük endişelerle okudum. Sabah ezanlarının Bilal-i Habeşi efendimizden miras kalan “essalâtü hayrun minnen nevm (namaz uykudan hayırlıdır)” kısmı beni hep rahatlatmıştır. Sabahların, inşirahıdır bu cümle benim için. Gönlümüzün ferahlığıdır. Ezanı okuyup, cemaat ile birlikte ilk namazdan sonra Veysel hocam ile kahvaltıyı yaptıktan sonra istirahat için odama çekildim. Yolun vermiş olduğu yorgunluk ile 2-3 saat kadar uyuyup, iyice dinlendim. Üzerimi değiştikten sonra çarşı ya inip bir kaç öteberi almak istedim. Veysel hoca ile yolda karşılaştırdık ve beni ilçenin esnafları ile tanıştırdı. Eşyaları yüklenip lojmana dönerken gördüm onu. Siyah uzun pardösüsü, siyah çizmeleri, soğuktan korunmak için başına sardığı siyah eşarbı. Bildiklerim sadece o an gördüklerimden ibaretti. Kalbimdeki çırpıntı ise asla iyiye bir işaret değildi. Lojmana dönüp eşyalarımı yerleştirdikten sonra avluda Veysel Hoca ile oturup hasbıhal ettik öğleye kadar. Vakit girince namazımızı kıldık, eski günlerdeki gibi Kuran-ı Kerim okuyup ibadet ettik. Sakallarımı çenemden tutup sıvazladıktan sonra alnımdan öptü. Gözünden süzülen tek damla yaşın sebebini, gönlümde hissettim. “Gurur duyuyorum seninle, evlat. Kendini çok iyi geliştirmişsin. Beni asla yanıltmadın.” dedi. Göğsümün üstündeki elimi kavrayıp, iki elinin arasına aldı. “Gurur duyuyorum, seninle.” diye bitirdi sözlerini. Aramızdaki bağ Hoca-Öğrenci, İmam- Müezzinden çok, baba-oğul gibiydi. Veysel hoca hiç evlenmemiş, çocuğu da olmamıştı. Kendisini İslam Bilimine adamış, tepeden tırnağa dolu bir insandı. Tasavvuf ilmine olan ilgisi ise de fevkalade bir yaşam biçimine dönüşmüştü adeta. Üniversitede kendisi ile tasavvuf hakkında epeyce mektuplaşmış ve sohbetler etmiştik. Kendisinden öğrendiğim bu ilim sayesinde benlik vasfından ayrılmış, nefsimi köreltmiş ve kendimi tamamen onun gibi İslam Bilimi ve Tasavvuf ilimine yöneltmiştim. Bana tembihlediği hususlar hakkında araştırmalarımı yapmak için ilçenin tek ve orta boyutundaki kütüphanesine gittim. Böylece daha önce edilmediğim kaynaklardan da yararlanacak ve araştırmalarımı sürdürebilecektim. Amerikalı yazar ve tasavvuf erbabı Muhyiddin Şekur’un da ilçeyi ziyaret edip, Veysel hocamla hasbıhal ettiğini kütüphane görevlisinden öğrendim. Veysel hocam bu tarz konularda, sormadıkça anlatmayacak kadar mütevazı biriydi çünkü. Araştırmalarımı yapmak için raflardan özenle seçtiğim kitapları masaya yerleştirip, kalemimi ve kağıdımı hazırlarken kapının aralandığını fark ettim. İçeriye giren ise siyahlar ardına gizlenmiş, çarşıda gördüğüm genç kadındı. Elinde yarım düzine kitap, kütüphanenin arka taraflarındaki bir masaya ilişti. Beni görmemiş olduğundan rahatça gözlemliyordum. Yıllarca nefsimi bu yönde köreltmeye çalışmış olsam da, gözlerimi ondan alamadığımı fark ettim.
22
7.Sayı
Göç
Siyah saçları, siyah gözleri, üzerinde beyaz gömleği ve taktığı siyah gözlükleri ile kendini kitaplara kaptırmış ve yoğun bir çalışma içerisindeydi. Az önce sohbet ettiğim kütüphane görevlisine bu kadının kim olduğu sorduğumda ilçenin öğretmeni olduğunu ve 3 ay önce yeni tayin olarak ilçeye yerleştiğini daha fazla bir bilgisi olmadığını söyledi. Yeniden yerime geçip çalışmalara devam etmek istesem de gözlerimi kendisinden alamıyordum. Tam da o esnada yakalandım. Gözleri gözlerime değdiği vakit, midemden nefes boruma yayılan ateşi fark ettim. Kafamı çevirip kurtulmak istedim bu yangından ama bir türlü bunu yapamıyordum. Kadın, bir yabancının kendisine neden baktığını anlamaya çabalarcasına bakıyor; ben ise yakalanmış olmanın verdiği mahcubiyetle. Sonrasında hemen eğdim kafamı; abisinin oyuncağını kırmış bir çocuk gibicesine suçlu, yaramazlık yaparken annesine yakanlanmış gibi yanakları al al. “Kafamı kaldırsam da bir kez daha baksam, acaba o da bakıyor mudur?” diye içim içimi yerken, kalemi aldım elime. Heyecandan kalemi kağıdın üzerine düşürdüm, mürekkep kağıda “siyah bir nokta” bıraktı. Altına şu dizeler kendiliğinden dizildi; “Şu gecelerden bile daha karanlık bakışlı kadın, Beni bu dünyada bir kez daha öksüz bıraktın.” Bu dizelerin manası neydi, neden yazdım ben de bilmiyordum. Bir an evvel kalkıp kütüphaneden uzaklaşmak istiyordum fakat içimdeki duygular beni sandalyeye adete çivilemiş, hareket etmeme izin vermiyordu. Kitapları anlamlandıramadığım bir çeviklik ile toparlayıp kalemi kağıdı da onlara yaren edip kalktım oturduğum masadan. Kütüphane görevlisine kafamla nazikçe selam verip kapıdan çıkmış, 5-6 basamaktan oluşan merdiven henüz yarısına bile gelemeden, arkamdan gelen; “pardon beyefendi, bakar mısınız?” sorusuyla nefesimi tutup, olduğum yere sabitlenmiştim. 26 yıllık hayatım boyunca böylesine terlememiş, böylesine korkmamıştım. Arkamı dönüp yüzünü görsem ne söylerdim bilmiyordum; döndüm. Karşımdaydı, kainatın en gizemli yıldızı ellerinde kitaplarla ile birlikte bana bakıyordu. O an, “yer yarılsa da içerisine girsem.” deyiminin hangi şartlar altında söylenmiş olduğunu tüm hücrelerime kadar tecrübe etmiştim. Yer yarılmadı, içine giremedim. Arkamı dönüp topuklarım ardıma çarpa çarpa koşmayı düşündüm ilk, o sırada ise o ilk kurşunu sıkmak için hazırlanıyordu. “Merhaba.” dedi. Yüzüne baktım, “iyi misiniz?” dedi, bakmaya devam ediyordum. Endişeli bir şekilde “beyfendi??” deyince ölü taklidi yapmanın yersiz olacağı kanısına vardım. Bir merhaba da benim dilimden koptu. Meraklı bir ses tonuyla, kim olduğumu sorup; beni daha önce buralarda hiç görmemiş olduğunu söyledi. Görev için yeni geldiğimi söyledim. Kendisinin de öğretmen olduğunu ilçenin okulunda görev yaptığını söyledi. Biliyorum diyecektim az kalsın, bir yardıma ihtiyacım olursa söylememin yeterli olacağını, yeni gelmiş olmanın zorluklarını bildiğini söyledi. İkindi vaktinin yaklaştığını fark ettiğimden hemen bir telaş içerisinde kendisine teşekkür edip, gitmem gerektiğini söyledim. “Adım.” dedi, “Adım, Süveyda.” Bense memnun oldum deyip, ismimi söylemeyi unutarak ayrıldım yanından. Lojmana varıp abdestimi tazeledim, namazımızı eda ettikten sonra akşam vaktine kadar hocam ile hasbıhale çekildik. Hocam bendeki durgunluğu fark etmiş, sebebini araştırıyordu. Bense “yorgunluktandır.” hocam deyip geçiştirmeye çalışıyordum fakat hocam beni çok iyi tanıdığından inanmıyor, nezaketinden inanmış gibi davranıyordu. “Hocam bilginiz vardır sizin; Süveyda ne demektir?” diye sorduğumda ise yüzünde oluşan buruk tebessüm ile anlatmaya başladı; “İnsana, onun halifeliği anlatılırken, ‘kainatın merkezidir’derler. Ardından İnsanın merkezi nedir, diye sorulunca da ‘kalbtir’ cevabı verilir. En-noktatü’s-sevdâ yani süveyda ibaresi, nokta ve onun sıfatı siyahtan teşekkül etmiştir. Bu ifadede sıfat-mevsuf terkibiyle, mânâ vurgusu, ‘nokta’ kelimesi üzerinde temerküz etmiştir. Nokta kelimesi lügatte, harekelemek suretiyle açıkca ifade etmek, noktalamak, küçük parça, nokta, azıcık bir şey, konu, iş anlamlarına gelmektedir. Sevdâ kelimesi ise lügatte, beyazın zıddı, siyahlaştırmak, toplumun büyük çoğunluğu, el ve alındaki çizgiler, insanın yüzü, siyah büyük yılan, iki siyah yani, su ve hurma, gece ve gündüz, kalb habbesi vs. gibi manaları ihtiva eder. Şimdi siyah noktanın, yani tabir-i âharla kara deliğin, tasavvufi açıdan, kav-
23
ram olarak nasıl bir mana muhtevasına büründüğünü görelim. Önce Muhyiddin-i Arabi’nin öncülerinden sayılan İbn Berrecân’nın konuyla ilgili görüşlerini ele alalım. Bu hususla alakalı olarak o şöyle der: ‘Bazıları kalbin iki deliğinin olduğunu söylüyorlar. (fi’l-kalbi tecvifâni) Kalbteki bu iki deliğin/noktanın biri zahirî delik olup buna ‘fuad’ adı verilir. Bu, aklın ve İslam’ın yeridir. (Yani dışa, dünyaya açılır) İkinci delik ise batınî olup buna da ‘kalb’ adı verilir. Nokta-i süveydâ ile ilgili görüşleri anlatmadan önce bu noktanın sadırda sadece bir tane olduğunu söylemek isteriz. Yani kalbimiz iç içe beş katmanlı bir yapı ise nokta-i süveydâ, bu yapının giriş kapısıdır. Süveyda ise kalpte olan bu siyah noktadır ismidir, evlat.’ diye sözlerini noktalarken, gönlüme kütüphanede konulan ve kalem kağıda düştüğünde oluşan bu siyah noktayı anlamdırabilmiştim. Veysel hoca; “akşam vakti yaklaşıyor evlat” dediğinde ise kendime gelmiş, akşam namazı için hazırlıklarıma başlamıştım. O gece hocamın manalı bu sözlerini hem batıni hem de tasavvufi olarak yorumlamaya çalışırken aklım sürekli içime düşen o siyah noktanın peşindeydi. Hepsini bir kenara koyup, onu bir daha nerede ve nasıl göreceğimi düşünürken uykuya yenik düşmüş ve uyuyakalmıştım. Sabah ezanını okumak için abdestimi alıp hazırlanırken, üzerime siyah kıyafetlerimi geçirmiş, bu hareket ile kalbimdeki noktayı dışa vurmuş, Süveyda’mı yanıma almıştım aklımca. Namazlardan sonra hocamla hemdem hasbıhal etmek yerine çarşıda avarece onu görebilmek için geziniyordum. Bir akşam yiyecek bir şeyler aldıktan sonra lojmana dönerken yine karşılaştık kendisi ile. Yarın akşam okulda öğrenciler için bir yemek vereceğini benim de katılıp, katılamayacağımı sordu. Daha önce böyle bir teklif ile karşılaşmadığımdan ne diyeceğimi bilemedim ve ağzımdan; “gelirim, tabii.” kelimeleri çıkıverdi. Vedalaştıktan sonra lojmana nasıl döndüğümü hatırlamıyorum. Yarın akşam birlikte olacaktık fakat nasıl davranmam konusunda hiçbir fikrim yoktu. Dertleşebileceğim ve danışabileceğim tek insan olan Veysel hocama açtım konuyu. Yüzü yine ekşimiş, bir gün evvel ki durgunluğumu anlamış bir şekilde sakallarımı sıvazladı, dizlerimde duran elimi alıp göğsüme götürdü; “bunu dinle evlat” dedi. “Yıllarca kendini bu ilimle eğittin, sana en güzel cevabı yine bu ilim verecektir.” dedi. Kalktım yanından ve odama çekildim. Sabaha kadar hocamın dediklerini anlamaya çalışıyordum. Vakit girmeye yakın abdestimi alıp görevimi yerine getirdim. Kahvaltıdan sonra soğuğa direnerek çarşıya indim, bir adet beyaz karanfil alıp bir kağıda şu notları yazdım; “Ey Süveyda, Ey kalbimdeki siyah nokta. Söyle nedir kalbindeki gizli niyet? Nedir gözlerindeki bilmece. Niyetin beni karanlığına sürüklemekse, kapatırım dünyada ne kadar pencere varsa.” Notu çiçeğe iletip görev yaptığı okula gönderdim. Akşam vakti olup namazımızı eda ettikten sonra, yemeğin organize edildiği okulun bahçesine vardığımda hala içeriye girip girmemekte kararsızdım. Bahçedeki kalabalığa doğru kafamı çevirdiğimde gördüm onu; üzerinde siyah pardösüsü, yakasında beyaz karanfil ile. Yemekten sonra teşekkür edip yanından ayrılacakken geldi yanıma, çiçek için teşekkür etti; “Aldığım en güzel çiçek, duyduğum en güzel soru cümlesiydi.” dedi. Ekledi; “Bu geceyi organize etmemin asıl sebebi.” dedi. Yutkundu. Söyleyeceklerini toparlamaya çalıştığını fark ettiğimden sustum, bekledim. “Burada, 4. Ayımı doldurdum ve zorunlu şark görevim de böylelikle sonra erdi. Öğrencilerime veda etmek istediğim için düzenledim bu geceyi de. Görsen hepsi birer pırlanta.” dedi. “Çiçeğini hep saklayacağım, nereye gidersem yanımda olacak.” dedi, gözlerindeki yaşları silerken. Yarın sabah ilk otobüsle memlekete döneceğini, bir haftalık tatilden sonra yeni görev yerine geçeceğini söyledi. Ben tek bir cümle edemeden, sadece gözlerimle onaylayıp vedalaştım. Kalbimdeki siyah, gözlerime; içimdeki yangın, gözbebeklerime vurdu. Lojmana dönene kadar yol boyunca hıçkıra hıçkıra kimseye belli etmeden ağladım. Avluda Veysel hocam karşıladı beni, uyumamış gönlündeki sıkışıkla beklemiş o saate kadar. Anlattım olanı biteni, ellerimi aldı ellerinin arasına; “kısmet, evlat. Senin de nefs imtihanın buymuş.” dedi. “Süveyda” dedi, “gönlündeki kara sevda artık.” “Kısmet” dedim gözyaşlarıma hakim olmaya çalışırken, Süveyda sınavını kaybetmiş olarak bu nefs uykusundan uyandım. Abdestimizi alıp sabah namazına durduk. Kulağımda Bilal-i Habeşi (R.A.)’n mirası; namaz uykudan daha hayırlıdır.
24
7.Sayı
Göç
klın a , u s u s duyg üşüşü o a k k. O yorgun d i de. e m t i G larla ması belk ok ı t n ı s r Sa amaş k bir şey y k n i c Bilin bırakılaca aşka. Rehin klarından b Unuttu — Telli Ahmet
GÖRSEL: WORTHY OF ELEGANCE
25
İSKELE —
MECİT SELÇUK Olmadı işte, yine olmadı! Yazdıklarım yine para etmemiş, çarşıdaki yazıhaneden eve doğru giden dünyanın en uzun ve en kasvetli yolunu yürüyecektim. Sabah çıkarken ağzıma attığım iki tane zeytinle ayakta durduğumu dahi umursamamış, acıktığımı unutmuştum. -Evet bu size gülünç gelecek belki ama her sabah kahvaltısını dakik olarak yapan biri için çok büyük bir sıkıntıdır bu- Kendi kendime konuşarak yine aynı yolu tutturup aynı mesafeyi, kendime kızışımın ifadesi olan o her zamanki iç çekişlerimle kat etmeye başladım. Yazdıklarımın tamamını okuduklarından bile şüpheliyim dedim adımlarımı atarken. Acaba bu kez neyini beğenmediler? Her defasında gerekçelerini belirtirken bu kez sadece ‘’maalesef’’ demekle yetindiler ve sanki bana özel olarak yaptırdıklarını düşündüğüm o ‘’meşhur kapıyı’’ kibarca gösterdiler. Kafamın içerisinde, beni en rahatsız edecek yere çöreklenen ayrı soru ile söylene söylene yolu yarılamıştım neredeyse. Sabah tam takır olmak için giyindiğim, kırışmasın diye doğru düzgün oturmayıp pencere önünde ayakta beklediğim ütülü, kahverengi takım elbisemin pantolonuna bulaşan çamuru temizlemek için kaldırımın kenarında durmuştum. Çok iyi ama gereksiz ayrıntılarla konuşarak beni boğan Celal’i gördüm. Sırtı bana dönük, karşısında yüzünü tam göremediğimden kim olduğunu kestiremediğim birine yine heyecanlı ve telaşlı halde bir şeyler anlatıyordu. Sol eli cebinde, sağ eli izmarite dönüşmeye yakın sigara ile havada asılı, sanki anlattığı şeyin resmini çizer gibi konuşuyordu. En iyisi hiç görünmeden yolun kuzeybatısına düşen asfaltı hala dökülmemiş sokağa sapıp kaybolmaktı. ‘’Aman Muzaffer! böyle bir günde Celal hiç çekilmezdi, çarçabuk sıyrılmaya bak
26
GÖRSEL: ALVARO CASTAGNET
7.Sayı
Göç
buradan’’ dedim. Hızlıca girdiğim sokağı bitirip ev ile aramda nerdeyse yüz metre kaldığını dahi bile anlamamıştım ta ki bahçedeki incir ağacını görene dek. Evin kapısına varırken cebimi araladım, sabah heyecanla elime aldığım dosyayı bahçenin duvarına koyup anahtarı aramaya başladım. Ceplerimi yoklarken evin dağ tarafına bakan küçük odanın penceresinden sesler işitiverdim. Hay aksi! Doğru ya, karımın-Ayfer’in- günü vardı bugün dedim kendi kendime. Dalgınlıktan unutmuşum işte. Seslerin tonu yükselmeye başladığından içerdekileri duymaya başladım. Tahmin edebiliyordum içerdeki havayı yine çeşit çeşit yemek yapılmış ağır bir koku sinmiştir her yere ve malum komşumuz çok bilen Nazmiye yine o buhurdanlığını yanında getirmiştir. Ve yine kesif bir koku sarmıştır evin içerisini. Umarım odamın kapısı kapalıdır diye kara kara düşünmeye başladım. Tam o anda Nazmiye o her zamanki meşhur sözlerini yineledi: ‘’Okumuşun da aptalı bir başka oluyor canım, bilmez miyim?’’ Acaba bunu bu kez neden ve kimim için dedi, girdiği her işi batıran Ziraatçı yeğeni Hakkı için mi, yoksa bütün işini gücünü unutup sürekli kendini odasına kapatıp yazıya kaptıran benim için miydi? Kısa bir süre kaldım, öylece cevap ararken seslerin kesildiğini hissettim. Yaşlandın Muzaffer kabul et! Bak sabah Ayfer tembihlemişti seni, erken çıksan dahi gelme evde misafirlerinin olacağını. Bu yaştan sonra bir de dergiye yazı yollamak mı, peh! Neyine be adam senin diyerek uzun uğraşlar sonunda bulduğum anahtarı hiç çıkarmadan dosya ile geri döneyim dedim. Yazıhaneye tekrar dönesim yoktu. En iyisi kendimi evin güneybatısındaki sokağa bırakıp yokuş aşağı yuvarlanmak istercesine iskele yoluna koyulmaktı. Kahve alışkanlığım da olmadığından yapabileceğimin en iyisinin bu olduğunu düşündüm. Havanın rüzgara çaldığını görünce düğmemi de ilikleyip iskele yolundan aşağıya doğru sol elimde dosyam, sağ elim cebimde yumurta topuk kunduramla sesler çıkararak yürümeye başladım. Umarım hava iyice bozmaz da şu bir iki saati geçiririm diye dilekte bulundum. Yolun sonundaki büyük caddeden karşıya geçerken sabahki dalgınlığımın hala üzerimde olduğunu biliyordum, bana çalınan kornalar boşuna olmasa gerek. İskele soğuktu, hızlı hızlı geçen araçların da rüzgarı eklenince havaya, sahil yolu pek de mantıklı gelmedi bir an. Neyse gelmiştim artık ve az biraz oyalanıp eve dönecekti zaten. Her zaman durup denizi izlediğim yere -yosun tutmuş o demirleri tuzdan, nemden aşınmış çürümeye doğru giden iskelenin ucuna- varmıştım. Demir korkuluklara yaslanıp sağımda duran, oltasına belki de yem değil umut takanları göz ucuyla izledim. Hemen solumda sırt çantalı, uzun boylu, kovboy şapkalı hakiye çalan deri ceketli, azıcık turisti andıran biri en iyi kareyi yakalamak için elindeki fotoğraf makinesi ile didinip duruyordu. Geri kalanlar da şehri belki çekilir kılan denizi, boylu boyunca seyre dalmıştı. Ben ise bir elimde kabul görmeyen dosyamla sırtımda soğuğu, kulağımda ise hala Nazmiye Hanımın kime atfettiğini çıkaramadığım sözlerini hissederek, önümde duran koca mavi dünyayı boş vermiş bir halde öylece kalakalmıştım. Diğer elim alnımda metcezir halindeydim. Başucumda duran deniz gibi bir alçalıp bir yükseliyordum.
27
MUHACERET — H AT İ C E T O S U N
Traktörün girdiği her kaviste bir avuç toprak daha dökülüyordu bacaklarının arasından derisini ardında bıraktığı yola. Motorun sesine eşlik eden inlemeler ve ağıtlar birer hırıltıya dönüşmeye başlamıştı etraflarını saran toz bulutuyla. İlerledikçe ufka yaklaşan damlar Türkçe ders kitabından işledikleri bir metnin resmini anımsatır olmuştu. Birbirine omuz vermiş dağların kahverengisine yığılmış beyazlıklar, tek tük tüten bacalar, bu bacaları kendine siper etmiş ve ucu görünmeyen koruluk… Bir başka kaviste cebindeki ağırlığı hissetti. O yabancı çığlıktan hemen önce Narin’den aldığı, bileğinin hakkı ile aldığı, beş parlak misketi. Tüm hafta onları kestirmişti gözüne. Babasının bir uzun yol dönüşü Narin’e getirdiği beş parlak misketi. Ne caka satmıştı ama Narin hem okulda hem mahallede. Teneffüslere çıkarken şöyle bir bakış fırlatmıştı omzunun üzerinden cebindeki ağırlığın gücüne dayanarak. Okul çıkışı oyun için yoldan çevirenlere önce avuçlarını açtırmış sonra da feri gitmiş misketlerine dudak bükmüştü. O ise uzaktan uzağa izlemişti onu. Her akşam yatsı vakti çıkmadan kendi misketleri ile antrenman yapmıştı evde. Antrenman kelimesini ilk kez cümle içinde kullanıyordu. Geçen hafta beden eğitimi dersinde Aslı Öğretmen bastıra bastıra söylemişti bu sert sessizleri yersiz birleştiren kelimeyi: “Bu takıma girmek istiyorsan antrenmanlara devam etmek zorundasın Kaderciğim.” Saçları belinde, tırnakları hep parlak, kaşlarının şekli annesininkine hiç benzemeyen, hep koşup hiç ter kokmayan, her ders başka bir eşofman takımı ile derse gelen Aslı Öğretmen bilmiyordu ki antrenmanlar akşam ezanında bitiyordu. Ve okulun çok amaçlı salonundan çıkıp evine varana dek babası sofraya bağdaş kurmuş oluyordu. Sonra da sininin denge noktasında kuru soğan yerine buklelerinden akan umudu kırılıyordu. O yüzden son bir haftadır her akşam yatsı vakti çıkmadan, babası yatsıdan dönüp de “Söndür ışığı!” demeden, Narin’in o beş parlak misketini ütmek için antrenman yapıyordu Kader. Bu bir haftalık çalışmanın sonunda, Cuma günü sabah, bir düelloya hazır olduğunu mırıldandı kendine ayna önünde dolaşmış saçlarını ıslattığı tarağı ile açarken. Düello kelimesini de ilk kez cümle içinde kullanıyordu. Kenan, Narin için Yılmaz’ı okulun arkasındaki arsaya çağırırken duymuştu bu iki sesli harfin yan yana geldiği İtalyan kökenli kelimeyi: “Okul çıkışı arsada düelloya var mısın? Kaybeden hem sapanından hem de Narin’den vazgeçer!” Evin kapısını kapatırken kararlıydı Kader. Narin artık fazla olmaya başlamıştı. Önce Kenan şimdi de beş parlak misket… Mahallede sahip olduğu yeri yavaş yavaş elinden alıyordu. Cebindeki misket yığınını sıktı ve okulun bahçe kapısında beklemeye başladı. Birazdan bir motosiklet sesi patladı köşeden, geliyordu Narin babası ile. Çakıl taşlarını etrafa saçarak yavaşladı motosiklet ve Narin babasının ardından çakıllara atladı. Saatine baktı Kader, dersin başlamasına yedi dakika vardı. Yine çakıl taşlarını etrafa saçarak uzaklaştı motosiklet. Narin okulun bahçe kapısından girmek üzereydi ki Kader’in çelmesi ile buluştu. Hırsla ardına savurdu iki yana dökülmüş kurdeleli örmelerini. Kader, omzu üzerinden bir gülümseme ile cebindeki misket yığınını şakırdattı: “Okul çıkışı arsada düelloya var mısın? Kaybeden hem misketlerinden hem de Kenan’dan vazgeçer!” Narin’in yanıtını beklemeden sınıfta aldı soluğu Kader. Kalbi kulağında atıyordu. Aslı Öğretmenin dediğine göre nabzı yükselmişti. Duvardaki camı çatlamış milangaz eşantiyonu saate baktı. Dersin başlamasına dört dakika vardı. Yanılmıyorsa bahçe kapısından sınıfın kapısına kadar olan kısım iki yüz elli üç adımdı. Ve Kader bu mesafeyi tahmini iki dakikada gelmişti. “Al sana antrenman!” der gibi camdan bahçeye bir derin nefes fırlattı. Narin sınıfa girdiğinde bir kırkırdama dalgalandı ön sıralarda ve ilerledikçe gülüşmelere, alaylara bıraktı yerini. Okulun ilk gününden bu yana bacaklarından eksik etmediği sarıpapatyalı muz çorabının tam diz kapağı hizasında iki kırmızı lale peydah olmuştu. Kader’in düello çağrısını diz kabaklarına iliştirdiği al laleler ile kabul etti Narin. Sırasına geçmeden evvel kurdelesi bolarmış örmeleri ile “Okul çıkışı arsada!” diyerek. Peydah kelimesini ilk kez cümle içinde kullanıyordu Kader. Bir akşamüzeri annesinin sarımsak almak için gönderdiği komşu Rukiye, dul Rukiye, teyzesinin avlusuna girerken duymuştu: “Bu soysuzlar da mahallemizde ne ara peydah oldu bilmem!”
28
7.Sayı
Göç
Bir yeşil cipin ardında bıraktığı toz bulutunu yararak yolun karşısına geçti Kader. Toz bulutu dağıldıkça önce dizindeki al laleler daha sonra hırsla açılıp kapanan avuçları belirdi Narin’in. Sınırlar çoktan çizilmiş, taraflar kendi köşelerine geçmiş, misketler düello için hazırlanmıştı. Narin yavaşça ortaya yaklaştı. Ayakkabısının burnu ile bir çizgi çekti nemli toprakta. “Ortaya tüm misketlerimizi koyacağız. Çizgiyi tutturan ya da çizgiye en çok yaklaşan karşı tarafın tüm misketlerini alır.” dedi. Narin alaycı bir gülüşle tam dudaklarını araladı ki “Tek hamlede!” diye onu bastırdı Kader. Bir an sessizlik oldu. Bir korna sesi duyuldu yukarıki yoldan ve “Kabul!” diyerek yerini aldı Narin. Düelloya uygun bir geri sayım ile her iki taraf da karşılıklı olarak misketlerini yuvarladı nemli toprakta. Nefeslerin tutulduğu o birkaç saniyelik yuvarlanış sona erince koşturarak geldiler misketlerinin yanına. Şimdi iki kız diz dizeydiler. Kader, kendi dizlerinde hissetti Narin’in diz kapağındaki al laleleri. Bir ağlama beklerken Narin’den usulca dizlerinin önüne düştüğünü gördü o beş parlak bilyenin. Adımları koşmaya dönerken ardından seslendi Kader: “Kenan’dan da!” Şimdi önlüğünün cepleri dengedeydi Kader’in. Okul yolunu mahallesine bağlayan köşeyi dönerken milli bayramlarda okulda kurulan bando takımının kendini karşıladığını hayal etti. Kenan önde bando takımı arkada Kader’i selamlıyorlardı. Borazanlar havaya kalktıkça Kenan ona biraz daha gülümsüyor ve kendi bilyelerini avucundan havalandırıyordu. Tam Kenan’la arasında birkaç adımlık mesafe kalmıştı ki bir feryat koptu yukarıki mahalleden. Bir grup kuş havalandı. Ve burun farkıyla altında kalmaktan kurtuldu arsayı toza boğan yeşil cipin. Giderek artan inlemeler, ağıtlar, ağlayışlar, bağırışlar, küfürler adımlarını hızlandırdı Kader’in. Huzursuzluk az evvel zafer kutlayan yüreğine oturdu. Adımları hızlandıkça sesler yoğunlaşıyor sesler yoğunlaştıkça insan telaşları artıyordu evine dönen sokakta. Annesini gördü sarımsak istediği Rukiye teyzenin, dul Rukiye’nin kolunda. Alelacele traktörün kasasına bindiriliyordu. Annesi, kendisini görünce az evvel aşağı sokaktan duyduğu, yabancı sandığı o çığlığı salıverdi dudaklarının arasından kabalığa. Çığlık kalabalığı yardı Kader’e ulaştı. Rukiye, kolundaki kadının atıldığı tarafa döndü yönünü Kader’i fark etti. Ve bir atlayışla indi traktörün kasasından. “Yürü kız!” dedi, “Nereden peydah olduysanız oraya!” Traktörün girdiği her kaviste bir avuç toprak daha dökülüyordu bacaklarının arasından derisini ardında bıraktığı yola. Motorun sesine eşlik eden inlemeler ve ağıtlar birer hırıltıya dönüşmeye başlamıştı etraflarını saran toz bulutuyla. Bir başka kaviste cebindeki ağırlığı hissetti. O yabancı çığlıktan hemen önce Narin’den aldığı, bileğinin hakkı ile aldığı, beş parlak misketi. Ardına dönüp annesine baktı. “Nereye gidiyoruz?” diye seslendi traktörün motor sesini bastırmaya çalışarak. Uzun uzun hıçkırdı annesi. Sonra birden kesildi hıçkırığı, göğe baktı. Ardından da beden eğitimi dersine giren Aslı Öğretmen’e hiç benzemeyen kaşlarını kaldırarak “Göçüyoruz.” Dedi. Traktör kasasının kapağını zapt etmeye çalışan zincire dalarak “Göçüyoruz!” dedi. İlerledikçe ufka yaklaşan damlar Türkçe ders kitabından işledikleri bir metnin resmini anımsatır olmuştu. Birbirine omuz vermiş dağların kahverengisine yığılmış beyazlıklar, tek tük tüten bacalar, bu bacaları kendine siper etmiş ve ucu görünmeyen koruluk…
“Şimdi bilinmeyen kelimelerin anlamlarını bulacağız çocuklar! Kader, sözlüğünden “göç” kelimesinin anlamını okur musun?” “Göç, bir, isim; ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi, taşınma, hicret, muhaceret.” Annesi göç kelimesini ilk kez cümle içinde kullanıyordu.
29
b
kaybolandefterler
a
kaybolandefter
z
kaybolandefterler
/kaybolandefterler.com
x
kaybolandefterler
r
KaybolanDefterler