5 HAZİRAN 3. SAYI
| Harry John
ÖLÜ ŞEHRİN RADYOSU
BİR RUHİ SU UZUNÇALARI dönüyor pikapta: “yedi yaşında bir kızım büyümez ölü çocuklar … çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsin.”1*
“ Zaten acı içindedir çiçekler ve çocuklar. Zaten içindeydiler. Ve anam avradım olsun içindedirler hala.
” Tarihi düşmemiş notun altına, tarihi uzun zaman önce unutulmuş, terk etmiş ve bırakmış tarihi. Cildi parçalanmış epik defter ihtiyar duruyor avuçlarının içinde, avuçları kadar soğuk yemiş bir kedi kadar zavallı ve yoksun kendini içe doğru sıkıp kapamaktan, bir yumruk olmaktan yani, yoksun. Anneler bilirler ölmenin ne büyük bir yalan olduğunu sadece. Bir bebeğin ölüsünü sadece anneler saklar topraktan öte.
Tanrı ezilendir annenin acısının altında. Anneler sever Allah’ı –saçlarını okşar, yavrusudur annenin Allah da. Karanlık odalarda pis gaz yağı kokusunda bit ayıklanır. En çok yanan yakılan ormanlara benzer ölümü çocukların, ve ağaçların ölümü en çok Allah’ın ölümüne, ağaç Allah’tır. Orduların tarihleri annelere ve Allah’a karşı yazılmıştır, annelerin ve Allah’ın kanını akıtmıştır aslen yerkürenin orduları. Hem vallahi de billahi de yakılan ormanları ve vurulan çocukları ayrıca sormalıydı tarih – diğerlerinin yanı sıra ayrıca! –Sormalı. Sık sık düşündüğü sıralama yıllardır bozulmuyor hiç. Çocukları, ağaçları ve ölüleri düşünürken yakalıyor kendini. Zaten hep kendini yakalıyor yüksek bir binanın beş santimlik pervazında yağmur yağarken neredeyse çıplak ve sabah türküsüne başlamışken müezzin, uyuyan son kuşlardan az önce bir köprü korkuluğunun çiğ düşmüş zemininde titremeden ayakları yürürken… Bazan aklına takılan o giderken kalanlar olduğundan, kalanlardan ölüye evrilen çocuklar oluyor, adlarını ve yüzlerini hatırladığından canını burkuyor bu. Ha öldü ha öleceklerdir de mi. Ve yanmamış ağaçlardan olmuş mudur köklerinden sıyrılıp da kaçıp kurtulan. Bir de bu. Yürürkenki bot çıtırtısı ve kömür kokusu lanet. Kara koca gövdeler ve cılız dallar yeşil. Ve bebkler küçüklü büyüklü –ha söylesene ne fark eder. Köz uzanmış, ihtiyar toprağın tenini kavurmaya. Acı bir su uzakta ve hiçbir anlamı yok.
Köşede bir taşın üzerinde tanrının altını değiştiriyor gençten bir kadın. 1
“Şekir heye şekir heye.” diye koşan çocuklar bölge yaşamınca kulaklarından hiç eksik olmadı. Biliyordu, öğrenmişti kendilerinden çok önce orada olan çocuklar askere hep şeker dağıtıldığını. “İnsan” ne yapabilir ki bir şeker paketini çocuklara saçmaktan başka; şeker, çocuktan başka kime yaraşır o denli güzel. Ve nasıl bir insandır bir kamyon kasasından “şekir” diye koşan kir-pas içinde bir metre boyunda dünya tatlısı bir varlığa el bombası uzatan? Rahat uyu ülke, içinde ve dışında; soykırım yaptırılıyor evlatlarına, çocuk ve ağaç ayırt etmeden! Sınırların güvende ülke!
Ölü Şehrin Radyosu | bir kuzey ırak pornosu – Şenol Erdoğan (Altı Kırkbeş Yayın – syf.105, 106) ISBN: 605 – 5532 – 73 – 5
Daha Yazmadan… Merhaba! NOT FUN Fanzine, bu ay ilk sayı formatına geri dönüyor. Yani içeriksiz, boş haline… Boş moş ama bari benim yazdıklarımı içeriyor. Aslında 2. Sayı çokta boktan değildi. Çünkü vardan bir kuşak yaratmak, zor bir işti ve bunun içinde üretime geçmek, kolay bir iş. Ben zaten hep yazıyorum. Belki görmüşsünüzdür. NOT FUN Fanzine WordPress Bloğunda paylaşılan ‘5 Saniye’ adlı metin burada da yer alacak, ‘Bardan Adam’ sanırım bu sayıda yer bulamayacak, ‘mİNİK HİKÂYE’ varsa elimizde sizlerle olacak, kimse bu sayıda bilgi içeriği göremeyecek… Bu sayı, NOT FUN Fanzine’nin özüne dönmüş hali olacak. Eğer, kolay bir yazım süreci geçirirsem, tekrar aylık olan sisteme – ki hiç uygulanamadı – geri dönebilirim. Bu arada biliyor musunuz bilmem ama NOT FUN Fanzine artık WordPress’ten ve Blogger’dan yayımlanıyor. Birkaç sayı geriden… Şimdilik iki sayı olduğuna göre, siz düşünün. Sosyal Medyanın gücüne daima inanmışımdır. Harika bir reklam aracı… Bir ay içerisinde 38 olan Twitter takipçi sayımı 83’e çıkardım ve Twitter ile pek ilgilenmiyorum. Çok boş insanlar ve gündemler var. Ben, doluları takip ediyorum ve onlarda beni – çevir kazı yanmasın politikası. Bugün 9 Mayıs 13 ve NOT FUN Fanzine 3. Sayı yazıma resmen başladı! K-İyi geceler sayın dinleyenler, burası Kent Fm-Yenice Sütüdyoları! Değerli dostum M.A. ve ben, K.Ç. her Pazartesi, Salı ve Perşembe olduğu gibi yine sizinle birlikteyiz… M- Öf! Çok dertliyim Amir. K- Hayırdır inşallah? M- Ben bu adamı anlamıyorum. K- Bende de oluyor bazen. M- Fanzine diyor! Fanzine ne ki? K- Bizim ‘Gerdogan’da çıkarıyormuş ama bende tam olarak bilmiyorum.
Fanzin Vikipedi, özgür ansiklopedi Fanzin, İngilizce FANatic ve magaZINE kelimelerinin kısaltılmasıyla oluşturulan finansal kaynaklardan ve hiyerarşik yapılardan uzak alternatif bir basılı materyaldir. Farklı yöntemlerle çoğaltılan örnekleri olmakla beraber genellikle fotokopi aracılığı ile çoğaltılarak, satış amacı güdülmeden dağıtılan yayınlardır. Dergiden (Süreli yayınlardan) ayrı olarak, süresi belirsiz olarak çıkar ve daha amatörce hazırlanır. Türkçede "Fanzin" olarak kullanılan "fanzine", genelde belirli bir konu üzerine işlenen yapıtlardan (yazı, resim, fotoğraf, karikatür, vb.) oluştuğu gibi, değişik ve çeşitli konuların yapıtlarının da bir araya gelmesiyle oluşabilir. Her türlü materyal kullanılarak oluşturulabilen fanzinler tek sayfalık olabileceği gibi birbirine zımbalanmış, iğnelenmiş çok sayıda sayfadan da oluşabilir. Geleneksel olarak el yazısı, daktilo, kolaj, çizim gibi farklı elementlerden oluşur. Fanzinlerin geçtiğimiz yıllara kıyasla sayıları gitgide azalmaktadır. Bunun en önemli sebebi ise teknolojinin gelişmesi ve internet gibi bir platformun gelişmesi ve yaygınlaşmasıdır. Blog, e-zine gibi elektronik yayınlar gitgide popülerleşmektedir.
mİNİK HİKAYE… Rüştiye Mektebinde Koşan Rüştü Öldü! Rüştiye mektebine giden Rüştü ile dalga geçerlerdi, her zaman… Dumanlar çıkararak, tavaf ederdi sokakları Rüştü. Acayip bir adamdı. Ağzından sigara eksik olmaz, eğer eksik olsa sokağa çıkmazdı. Rüştiye mektebinden mezun olamadı Rüştü. Denedi ama yapamadı. Üç sene önce, Rüştiye mektebine girmeden 1 sene önce hastalanmıştı Rüştü. Doktorlar okulu bitirir ama ne kadar yaşar bilemeyiz demişlerdi. Tıp o kadar da iyi değildi. Rüştü aldırmadı. Sigaraya daha fazla dayandı. 3 sene hiç durmadan içti. Sadece evde içmezdi. Rüştü, gece geç saatlere kadar sokakları tavaf ederdi. O taş, orada mı diye sorsan, Rüştü bilirdi. Mahalleden hiç çıkmadı Rüştü. En azından 3 senedir. Yürürken ölürüm korkusu herhalde… Rüştü, Rüştiye mektebinin koridorunda yürürken öldü. Derse yetişmek için koşuyormuş. Yetişememiş… Rüştü’nün tüm mal varlığı bir matbaaya bırakıldı. Tüm parası ve sigara kutuları… Bildiğim son şey, matbaa o sigara kutularından iyi bir yalıtım malzemesi yapmıştı. Kutular boştu. Duvara kaplanan kutular, sesi geçiriyor ama az geçiriyordu. Rüştü’nün annesinin odası iki kat kutuyla kaplı duvarlara sahipti. Rüştü, annesinin bağrışlarını sokak sakinleri duymasın diye uğraşmıştı. Tiryakisi olduğu sigara, ona yardımcı olmuştu. Annesinin hasta olduğunu bilen yoktu mahallede. Hatta bir annesi olduğunu da bilen yoktu ama varmış. Rüştü ölünce, annesini hastaneye yatırmak istediler. Bunca zaman ona bakmış bir insan, neden tüm mal varlığını bir matbaaya bağışlar? Bunu anlayamadım. Kadını yanıma aldım. Ona bir oda verdim, arada çıkıp, dolaşıp geri gelebildiği bir oda. Onu tedavi ettirdim. Bak Rüştü! Annen artık daha iyi ve ilk kitabını çıkarmak üzere… Senin, paranı bağışladığın matbaadan hem de. Adı mı? ‘Oğlum Rüştü, Kıç Üstü Düştü!’
Harry John 09 Mayıs 13 / 15.43
BARDAN ADAM
1. Ortadan girdim anlatmaya… Jack bana baktı. “Bu gece yorgun gibisin John?” dedi. Bana, yarım saat önce verdiği viskiden bir yudum aldım ve bardağı, bar tablası üzerine koyarken ona, “Kovuldum.” dedim. Bu arada Mike yanıma geldi ve, “Abi! Bu gece dövüş var. Benimle gelir misin?” dedi. Ona baktım. Eski, yaşlı bir Rus boksöre göre çok istekli dövüşüyordu ama ben, onun kadar istekli dövüşemiyordum, hayatla. “Kaçta?” diye sordum Mike’a. Zaten bir işim yok, zaten beni bekleyen biride yok. “01.51’de benim dövüşüm başlayacak.” dedi. Dakikasının güzelliği kafamı karıştırdı. 01.00 gibi dese tamam veya 02.00 gibi ama 01.51 dersen, 01.51’de başlayacak demiş olursun. “Nasıl bu kadar eminsin?” diye sordum Mike’a. Bana gülümsedi. Sanırım bu ikinci seferdi. Yani bana gülümsemesi. “Konu bensem, her şeyde eminim.” dedi. Boktan bir laf… Rus bir boksörden çıkabilecek, boktan bir laf.
“Beraber gideriz.” dedim. Kafasını salladı, tam bardan çıkıyordu bağırdım, “Kaçta çıkalım?”. Döndü ve, “Gelince gideriz?” dedi. Kim gelince gideriz? O mu gelince, yoksa başka birini mi bekliyoruz? Boş ver! Ben viskimi içerim, gelirse giderim gelmezse gitmem, içerim.
*** 12 senedir yaptığım gibi yine, kapıdan girdim ve solumda kalan masalara bir göz attım. Bayan Marry orada, ikinci masada oturuyordu. Bir arkasında, yani üçüncü masada Ken ve 19’luk orospusu. Beni karşılayan, her zamanki gibi Mike oluyor. O barın en ucunda oturur. Kapıya yakındır, çünkü en küçük kavga sinyalinde kalkar ve bu gerginliğe neden olan yaratıkları kapı dışarı yollar. Jack beni bilir. Viskimi, kapının o küçük camından, beni görür görmez koyar bardağa ve barın en ucuna, diğer en ucuna, kapıya uzak olan tarafa hazırlar. Mike ile tokalaştım yine ve Marry’e gülümsedim ve Ken’in omuzuna dokunarak yerime geçtim. Viskim hazırdı. Cebimden bozuklukları çıkardım ve Jack’e uzattım. “Bunlar ne?” dedi. Gülümseyerek, “Kabaran hesabımın bir bölümü.” dedim. Güldü ve parayı aldı. 12 senedir viski ile süt içerim ama sadece ilk gün hesabı ödedim ve şimdi, bir kısmını. Jack, Mike ile sohbet ediyor. Yine evdeki sorunlarını anlatıyor Jack.
Jack, 56 yaşlarında bir adam. Kır saçları, siyahlarının arasından belirgin bir biçimde fışkırıyor. Sinek kaydı tıraşıyla sanki, her gün beni aşağılıyor gibi. 23 yaşında evlendiği karısı Di ile mutlu ama çocuksuz bir evliliği var. Jack, çocuklardan nefret ediyor. Onların, gürültü ve dert makinaları olarak, Tanrı tarafından özel bir tasarı ile oluşturulduğunu düşünüyor. Çocukları gereksiz buluyor. Di ise bir çocuk istiyor ama yaş olmuş 50, bu saatten sonra ne yapacak çocuğu anlamıyorum.
“Mike, tutturmuş çocukta çocuk diye ama baş belası bir canavar istemiyorum ben, hayatımda.” diyor Mike’a Jack. Mike zavallı, mecbur onu dinliyor ama Jack’in bu isteksizliğini anlayabildiğini sanmıyorum. Sonuçta ailesi olmayan, eski bir Rus boksör. “Jack, benim ailem olmadı. Biliyorsun. Ama hep bir kızım olsun isterdim. Onunla beraber yaşlanmak, bir şeyler öğrenmek…” derken Jack araya girdi, “Erkek arkadaşını komalık etmek.” dedi. Ben de dâhil tüm bar biran güldü, Bayan Marry hariç. O kadını bir türlü çözemedim. Mike devam etti, “Belki ama bir ailem olsun isterdim.” dedi. “Büyük bir ailem olsun.”.
Dediğim gibi, Mike ailesi olmayan bir adam. Kendini bildiğinden beri yetimhanede büyümüş. Ve yine kendini bildiğinden beri, kavga etmiş. Bir gün, Mike yine sokak serserileri ile kavga ederken, şansa bak ki, bir eğitmen Mike’taki yeteneği fark edip, onu yanında çalıştırmak istemiş ama sanırım bununla da kalmamış ve 17 yaşındaki genç ve hırslı Mike’ı evlat edinmiş. Andre ve Liz’in oğulları olarak yetişen
Mike, büyük başarılara imza atan bir boksör olmuş. Ona baktığımda, sarışın ve iri yarı bir adamın içinde yaşayan, küçük bir çocuk görüyorum. Mike daha 43 yaşında ama içindeki o, korkulu gözlerle etrafa bakan çocuğu saklayabilen, 55 yaşındaki bir adamın olgun yüz hatlarına sahip. Mavi gözlerindeki korkuyu, çok net bir biçimde görebiliyorum. Belki, Bayan Marry’de bunu görebiliyordur. Mike neden Rusya’dan buralara gelmiş, ne olmuş bilmiyorum. Anlatmıştı ama hatırlamıyorum ve umurumda da değil zaten.
“Benim küçük bir ailem var ve ben bununla mutlu olmayı öğrendim. Ama istersen Mike, seninle karımı paylaşabilirim.” dedi Jack biranda. Ne düşünüyor bu adam? “İkisinin de istediği bir çocuk. Karını ona vererek, ikisinin de isteğini gerçek mi yapmak istiyorsun Jack?” diye sordum. Mike, Jack’in bu, paylaşımcı halinden dolayı biraz şaşkınken, benim bu sorumu da duyunca, sanırım iyice kafası karıştı. “Neden olmasın? Hem Di çenesini kapar ve her eve gittiğimde, onun dırdırlarını dinlemek zorunda kalmam, hem de Mike, şimdilik küçük bir aile kurar. Ama Mike, çocuk sende kalacak. Öbür türlüsünde ben, hapishaneyi boylarım.” dedi Jack ve güldü. Tam benim söyleyeceğimi Ken dile getirdi, “Çocuğu öldürürsün değil mi?”. Jack ona baktı ve, “Doğru tahmin!” dedi ve ayrıca, Ken’in yanındaki hatunu süzdü. Göğüsleri orijinal mi acaba?
“Bu işi yapmak istediğine emin misin?” dedi Ken, kıza. Kız kararsızdı, çok belliydi ama sanki eminmiş gibi, “Evet!” dedi. Sesi titriyordu kızın. Ken anlar bu işlerden diye düşündüm. “İstersen biraz beraber takılalım. Sana, müşterilerin fantezilerini gösteririm. Hep aynı insanlarla çalışmak gibi bir takıntım var ve bu nedenle, onları iyice tanımaya başladım.” dedi Ken. Biliyordum anlayacağını. Kızını hazırlamak istiyor, işe. Herif iyice profesyonel olmuş ya! Kız bu sefer biraz daha emin bence kendinden. “Seninle mi?” dedi ve resmen aşağılayıcı bir ses tonu ile söyledi bunu. “Pezevengini beğenmeyen, müşterisini tatmin edemez.” dedi Ken. Hay amına koyayım! Lafa bak… Kız güldü, ben sırıttım ve kafamı salladım – sağa ve sola, Mike kahkaha attı ve Jack, tınlamadı bile. Aynen Bayan Marry gibiydi Jack, bu sahnede. “Siz, bizi mi dinliyorsunuz?” diye, bir utanma haliyle sordu Ken. “Bir etrafına baksana! Bizim sohbetimiz bitti. John gözlemci konumunda ve Marry, zaten konuşmuyor. Sizden başka dinleyebileceğimiz kim var bu barda?” dedi Jack. Mike onaylıyormuşçasına kafa sallıyordu – aşağı ve yukarı. Kızın utancından kızardığını görünce, “Merak etme! En sakin müşterin benim herhalde.” dedim. Ken güldü ve aslında, tüm bar güldü. Sanki bu sefer, Bayan Marry’de güldü ama tam anlayamadım.
Viskim bitti ve sütümün az birazı kaldı. Canım sıkılmıyordu ama yağmur yağacak gibiydi. Hava kapalıydı ama zaten saat 23.54’tü ve karanlık bir havanın kapalı olması da normal karşılanabilirdi. Belki de yatağımı özlemişimdir. “Beni güldüren herkesin şerefine!” diyerek, sütle bir miktar dolu olan bardağı bardakilere doğru uzattım ve kimseden karşılık beklemeden, kafama diktim. Ken, masasından kalkıp elimi sıktı ve, “En sakin müşterime iyi geceler dilerim.” dedi. Pislik herif! Mike, yanıma yaklaştı ve o da elimi sıkarak, “En iyi dostuma iyi geceler dilerim.” dedi. Bu gece bunlara ne oluyor? “Bana uzun zaman sonra ödeme yapan adama iyi geceler dilerim.” dedi Jack. Kız masadan kalkmadan bir öpücük yolladı ve, “İyi geceler John!” dedi. Bayan Marry hiç hareket etmedi. Kapıya yürüdüm ve tam çıkarken, “İyi geceler bar sakinleri!” diye bağırdım.
REKLAM*
*Yeni çıkacak olan yasaya göre alkollü içki reklamları ve tütün mamulleri reklamları, dergi gazete vb. yerlerde yapılamayacakmış. NOT FUN Fanzine; kuralsız, denetimsiz bir basılı yayın organı. Bu nedenle artık, bir kazanç olmamasına rağmen, alkollü içki, tütün mamulü ve ayran** reklamlarını sayfalarımızda göreceksiniz. **Milli içki ayranı protesto ediyorum. İçki alkollü olur. Ayran, içecektir. Eğer ayran içki ise, tüm dönerciler ayran satabilme ruhsatı alsın!
5 Saniye Olay şöyle gelişti. (Hep böyle başlamak istemişimdir.) Kalkan, İngilizlerin cenneti! Anlayamadığım bir nedenden dolayı, bok gibi İngiliz var, Kalkan’da. Sıcak diye mi, denizi güzel diye mi, küçük ve otel yapılamayacak bir bölge olduğu için mi, mi, mi, mi… İngiliz kadınlar… Garip kültürleri var bu İngilizlerin. Güneşlenen tek yer, açıkta kalan yerler ise, kapalı yerlerimizi de açarız kültürü. Bu kültürün amacı, zannediyorum ki, D Vitamini eksikliğinden kaynaklanıyor. Bilirsiniz, bilmezseniz de gidip öğrenin kardeşim, İngilizler bol sulak alanda yetişir. Her dakika yağmur, yağmur, yağmur… Güneş varsa eğer İngiliz Krallığı’nda kıyamet alameti sayarak, senaryo üretir İngilizler. Nereye bağlıyordum? Evet, D Vitamini eksikliği… Bu İngiliz kadınları şansız. Aslında tüm kadınlar şansız. Cinsel obje sayılan organlarının sayısı, biz erkeklerden daha fazla. Biz erkeklerde 2 ise kadınlarda 3 adettir. (Bizim pipilerimiz ve kıçımız, sizin kukunuz, kıçınız ve göğüsleriniz.) İşte bu nedenle kadınlar iki parçalı kıyafetlerle güneşlenirken, biz erkeklere tek parça yeter. Ve bu nedenlerledir ki, İngiliz erkekler hep, mini slip mayo giyer. Miniyi vurguluyorum, çünkü bir İngiliz erkeğinin mayosuna dik dik bakarsanız, tüm alet edevatın bir röntgenini çekebilirsiniz. Çok ayıplıyorum kendilerini ama takdir ediyorum da. Kendilerine güveniyor piçler. Kadılarda olayı, üstsüz güneşlenmeye vurmuş. Memeler fora demişler. Bazıları iyi, pembe meme uçlarıyla gerçekten güzel ve boşalası duruyorlar ama bazıları var, kısaca pörsümüşler. Ben bunları görmedim. Anlatılanları anlatıyorum ama ben, 5 saniyelik görüntüyü gördüm. Gece, Kalkan’da en önemli eğlence meydana gitmektir ki, zaten göt kadar yer. İşte, bir gece iniyordum aşağıya. Eğlenmeye koşuyordum… Bir sevimli ev ve bir sevimli pencere, bir sevimli yatak odası ve bir sevimli paravan… Hangi Fransız camın önüne paravan koyar diye düşünürken ben, aklıma perde yok, demek ki hem dekoratif hem perde düşüncesi geldi bir an. Bunların hepsi ilk 2 saniye içerisinde oluyor. Biranda banyo olduğunu düşündüğüm yerden, bir İngiliz Hanımefendi gövdesi çıktı. Paravan tam kapamıyormuş diye düşündüm. Son 3 saniyenin içerisinde filan. Tüh, paravanın arkasında kalacak, göremeyeceğim derken, paravanın arkasına geçti. Demek ki paravan hafif çapraz duruyordu. Bu nedenle tam kapamıyor içeriyi gösteren pencereyi. Üzerinde bornoz değil, bir havlu vardı. Nasıl mı görüyorum? Paravanın arkası, aslında camın önüymüş. Yani, havlu indiğinde; güzel, hafif kıvrımlı, şeftali kabuğu rengi bir kıç ve hafif döndüğünde ise sola doğru, pencerenin benim baktığım yönünden sağında kaldığı için hafif sola dönüp elbiselerini alırken ki bunlar sanırım iç çamaşırı değildi ve yine sanırım ki son 2 saniyenin içindeydim, sol göğüs görüş alanıma girdi. Vişneçürüğü meme ucuyla beraber, portakal kabuğu hali almış göğüs… Üşümüş olmalı! Görünmek istemezdim. Kaçar adımla uzaklaştım ama bak hala aklımda. Son saniyede bir daha geri döndüm ve görürüm umuduyla ama göremedim. Açım müsait değildi ve ayrıca kızlara yetişmem lazımdı. İşte size 5 saniyede gördüğüm en iyi vücut anımı anlattım ve siz, beni sapık sapık yazılar yazıyor diye, enfes bir şekilde kınayacaksınız. Kınayın!
Ne demiş şair, “Kına gecesini açıyoruz.”…
31 Mayıs 2013
Onlar orada çarpışırken ben oturuyorum… | Bir Kadıköylü
Olay gerçekten bu! Onlar orada sadece bir park için mi mücadele veriyorlar, yüz yıllık çınar ağaçları için mi mücadele veriyorlar, yeşil alan kaybolmasın diye mi mücadele veriyorlar, “Bir Pazar günümüzü parkta, sevgilimizle oturup geçiremeyecek miyiz artık?” düşüncesiyle mi oradalar bilmiyorum ama ben, şunu görüyorum, Facebook’tan bakınca. “Taksim Bizim! Onu bizden her defasında almaya çalıştınız. 1 Mayıslarda almaya çalıştınız, yol düzenlemesi dediniz, içine ettiniz, tarihin tozlu duvarlarını dümdüz ettiniz ve şimdi, GEZİ PARKImızı almaya çalışıyorsunuz. Biz, sizden değiliz diye, elimizden tüm sığındığımız mekânları almaya kalkıyorsunuz. Yasaklarla bizi yolunuza getirmeye çalışıyorsunuz. Ama şunu görmüyorsunuz. Biz, sizi siklemiyoruz. İster halkın huzurundan sorumlu olan - sözde - polislerinizle saldırın, ister adaletin temeli olan - ki bu da sözde - mahkemelerinizde bizleri yargılayın ama siz, hiçbir zaman bizi, kendi yolunuza çekemeyeceksiniz!” Bu düşünceyi görüyorum resmen… Ve bence, o yola girmemek için, gerekirse, savaşırlar da, savaşırız da ve onlar, yani orada olanlar zaten, o düşüncenin askeri olan polis ile savaşıyorlar. Yetmez bence! Altı Kırkbeş Yayın’ın bastığı Satanic Bible (Şeytanın Kitapı) adlı eserde - o benim için önemli bir eser, ‘Sana vurana sen daha şiddetli vurmalısın.’ diyordu. Yani polis gaz bombası atıyorsa, bizler el bombası atmalıyız ve terörist olacaksak, bunların sisteminden kurtulmak için terör yapmamız gerekiyorsa eğer, bence hem oluruz hem de yaparız. Bugün, bir polis askere - askeride bok ettiler ya, ‘Buraya gaz bombası koyarım.’ tarzı bir söz söyleyebiliyorsa, askerinde ona, ‘Bende oraya el bombası koyarım.’ tarzı bir sözle karşılık vermesi lazım ve bizimde, artık karşılık verme vaktimiz geldi bence. Birde şunu merak ediyorum. Bu polis denilen osuruk ile çalışan birime, hangi sik beyinli emir veriyor? Kendi halkının güvenliği için var olan bir kurum veya kuruluş, ne lanet şeyse, kendi halkına saldırıyor. Kim lan bu sik beyinli herif? Olay bu. Olay gerçekten bu! Ben bitirdim. Benden bu kadar! Bu düşünce sistemini yok etmeliyiz. Tüm olay, gerçekten bu!
Bir Kadıköylü