A kYi dV oAn Ly aI K sayı: 6 2014
k ü l t ü r
s a n a t
d e r g i s i
Fotoğraf: Suat Şerifeken
AYVALIK’IN BELLEĞİ Onu son gördüğümde hastalığını belli etmemeye çalışıyordu. Ama hastaydı. Bu hemen belli oluyordu. Kitap yazamayacağı, çeviri yapamayacağı için üzüntülüydü. Gömeç’in bir köyüne sığınmıştı. Evinin bahçesindeki üzümler olgunlaşmak üzereydi. Geylan kitabevindeki efsane Ahmet Yorulmaz’ı düşündüm bana Kimler Geldi, Kimler Geçti Ayvalık’tan... kitabını imzalarken. Elleri titriyordu kalem tutarken. Bu kitap, onca Ayvalık dostunun dostu olmuş bir yazarın tanıklıkları, paha biçilmez bir belge değerinde... Hepsi Ayvalık’ın aydın, aydınlık yüzününün dostları... Ahmet Yorulmaz’ın Ayvalık’taki evinin terasında Şükran Kurdakul’la yediğimiz dört çeşit makarnayı ve her makarnaya uygun sosu hiç unutmadım. Kırmızı şarap eşliğinde yediğimiz öğlen yemeğinde Türk şiirini ve Ayvalık’ın güzelliklerini konuşmuştuk. Ahmet Yorulmaz’ın Ayvalık yemeklerini çok iyi bilen ve pişiren biri olduğunu o öğlen yemeğinde öğrendim. Ayvalık’ı Gezerken’i kendisinden önce tanıdım. Kasabada bana (ve başkalarına) ne çok rehberlik yaptı bu kitap. Yıldan yıla yenilenen, eklemelerle zenginleşen kitap Ayvalık’a ne çok dost kazandırdı kim bilir. Her yıl tatil için kasabaya geldiğimde ilk işim Ahmet Yorulmaz’a uğramak oluyordu. Geylan Kitabevi’nde onun gülen yüzüyle tatile başlamak ayrı bir mutluluktu. Yeni çıkan kitaplar üzerine konuşmanın tadını hiç unutmadım. Kasabanın Armutçuk semtinde kurulan pazarda da karşılaşıyorduk arada bir. Sebzelerden, meyvelerden, yemeklerden, kitaplardan konuşuyorduk ayaküstü. Ahmet Yorulmaz, Ayvalık’ı “yurdu”
saymıştır hep. Binbir titizlikle biriktirdiği onca kitabının, belgesinin, fotoğraflarının, mektuplarının... ne olduğunu çok merak ediyorum. Umarım dağılıp gitmemiştir. Bir yerlerde duruyordur.Yakınları ellerindeki her şeyi bir kütüphaneye bağışlamalılar bence. Ya da onun adına bir kütüphane açılmalı, o özgün, değerli arşivi de burada yer almalı. Onun Ayvalık için yazdıkları, topladıkları kaybolmamalı. Belediye bu konuda ailesine yardımcı olabilir belki. Ahmet Abi, Hıfzı Topuz’un “Afrika’da bir ihtiyarın ölümünün bir kütüphanenin yok olması” gibi algılanışını aktarıyor bir kitabının girişinde. Onun yazdıkları, topladıkları kaybolmasın “Ayvalıklı ihtiyarı”nı yitirmiş olsak da. Aydınlanmacı Ahmet Yorulmaz’ı yazılarla, fotoğraflarla ve şiirle anarak, sonsuzluğa uğurluyoruz. Onu yitirmedik, çünkü yazdıkları hep bizimle. * Öykü, roman, günlük ve çocuk yazını alanında en yetkin yazarlardan Ayvalıklı Feyza Hepçilingirler, bu yılki İzmir Kitap Fuarı’nın Onur Konuğu. Kendisini yürekten kutluyoruz. Türkçe Günlükleri 6’dan, yani Ekinin Harman Olduğu’ndan (2013) kısa, anlamlı bir alıntı: “Ayvalık’taki birçok yere verilmiş, Mevlana, Yunus Emre, Mehmet Akif adlarını hep görürüm de bu kez aklıma geldi. İçinde çocukların çığlık çığlığa oyun oynayabildikleri bir parkın adı niye Orhan Veli Parkı olmasın? Şükran Kurdakul, ölümünden önceki son günlerini burada geçirdi, niye onun adı verilmesin bir yere? Fikret Mualla, Ayvalık Ortaokulunda resim öğretmenliği yapmış; resimlerine layık bir parka da onun adı verilse güzel olmaz mı?” (16 Nisan 2012) Bakalım bu soruların yanıtını kim verecek.
Gültekin Emre
SEMRA AKTUNÇ İLK SİNEMA SERÜVENİ VE SONRASI Yıl 1954. Sinemaya almıyorlar beni. Hem kızım, hem küçük. Ağabeyimin sınıf arkadaşı Sinan yer gösterici olarak çalışıyor Aysu Sinemasında, hafta sonları. Ağabeyim eve götürebilir beni, biraz tepinir ağlarım, susarım sonra. Sinan devreye giriyor, bahçeye açılan çıkış kapısından sokuyor bizi içeriye. İlk sinemam, daha önce bahçe sinemalarına gitmişliğim var ama böyle değil onlar, uyuyakal-dığım, filmin başından başka hiçbir şey hatırlamadığım, uykulu uykulu, aceleyle eve döndüğüm geceler. Sinan, ağabeyime, önlerde oturun, demişti, oraya gidiyoruz, perdeye çok yakınız, olsun. Tahta koltuklar, arkalığı indirip elinle tutarak oturuyorsun, eteğin sıkışsa, düzeltmek için kalksan, “pat!” diye ses çıkar ve arkaya gider koltuğun, dikkatli olacaksın. Ağabeyimin uyarıları bitmiyor bir türlü. Işıklar söndüğünde korkuyorum biraz, karanlıkta ve kapalı yerde insan yüzleri buz gibi soğuk görünüyor, yalnız kafalarını görebildiğim insanlar da kötü birer gölge. İlk filmim ve yazıktır ki “Frankeştayn”. Ağabeyim heyecanla izliyor filmi, ben bir gözlerimi kapıyorum, bir kulaklarımı. İçeri girişimiz zor olmuştu, çıkıp gidemiyorum ki. Aylarca önünden geçemiyorum Aysu Sinemasının, ya ordaysa Frankeştayn, damda olabilir, üst katın gizli köşelerinde saklanabilir pekâlâ. Kim çevirmişti bu filmi, İstanbul’da bir küçük kızı bu kadar korkutacağını bilse yine yapar mıydı aynı işi..?.. Yıl gene 1954. Yaz gelmiş, İstanbul’un tüm sesleri sevinçli. Oysa yoğun bir kış geçti, koca koca buz kütleleri indi Boğaz’a, millet ne fotoğraflar çektirdi buzdan kayalara tırmanırken, yürürken buz tutmuş Boğaz sularının üzerinde. Fotoğrafçı İrfan hâlâ sergiliyor o fotoğraflardan bazılarını vitrinde. Mahallenin bir iki delikanlısı şöhret sahibi buz maceraları yüzünden. Ama şimdi yazlık sinemalarda boy gösteriyor gençler, yeni maceralar lâzım çünkü, genç kızların gözünde popüler olmak kolay değil. Haziranın ilk günü. Konu komşu on beş - yirmi kişi yine Aysu Sinemasının yazlık bahçesindeyiz. Filmin başlamasına çok var, gazozlar, frigolar, hepsi bozuk paralarla alınabiliyor, en önce frigolar tükeniyor, artık antrakta alabilirsin ikinciyi, üçüncüyü... Sinemadan korkmuyorum artık ama heyecanlıyım biraz, neyse ki bahçe kapalı yerden daha ferah ve güvenli, kalabalığız da. Annemlerin değil de komşumuz Aysel Hanımın yanında oturuyorum hep, sinema için beni ikna eden de o, nefis kurabiyeler pişirir ve yalnızca bir tane verirdi, bu yüzden kurabiye düşkünü olmuşumdur, annem de yapardı aynılarından ama hafta sonu gelecek de işine gitmeyecek, malzeme de hazır olacak. Oysa Aysel Teyze hep mutfakta, börekler, tatlılar, tarçın, vanilya kokuları hep onun mutfak penceresinden geliyor. O günkü filmi pek hatırlamıyorum, çöller, Araplar filan. Bir de jön olmalı, hatunların minik çığlıklar atmasına neden olan biri. Daha çok etrafı incelemiş, insanlara bakmıştım, sinemanın korku üreten bir yer olmadığı ortaya çıkmıştı, gecenin karanlığında üstelik, ılıktı gece, rüzgârsız, yumuşak. Sonraki yıllarda başka sinemalara da gidildi, Beyoğlu, Pangaltı, yazları Adalar’daki sinemalar, her biri başka bir âlem. Aysu’nun kışlığı da küçüktü, yazlığı da. Çiçek Sinemasının kışlığı yoktu, yalnız bahçe. Büyüktü Çiçek Sineması, arkada üstü kapalı locaları, önlerde numarasız sıralar, tahta. Locaların hemen önünde tek tek iskemleler var, numaralı. Demir ayaklı, ahşap, katlanabilen tipte. Çiçek, uzun yıllar dayanmış sinema olarak, beş altı yıl önce garaj yapmışlar. Epey teşkilatlıydı, bir sinema olarak yapılmıştı zaten, kocamandı perdesi, sahnesi de öyle, muazzam konserler olurdu, kimleri görmezdik ki orda, sayması zor. Muammer Yankı, “Tuna Dalgaları” (Yoksa “Mavi Tuna” mıydı?) eşliğinde gösteri yapıyor ekibiyle. Kendi çocukları ve yeğenlerinden oluşuyor ekip. “Muammer Yankı ve Akrobatları”. Muammer Bey, assolist sahneye çıktığında jest yapıyor ve duvarlara çıkmış, evlerin balkonlarında toplanmış, hatta ağaç tepelerine tırmanmış beleşçilere iltifatlar yağdırıyor, nereden geldiği anlaşılamayan, daha doğrusu görülemeyen bir alkış kopuyor, bedavacıların sesi gür. Eğlence dorukta. Para ödeyenler bozuluyor ama assolistin hatırına ses çıkarmıyor, gecenin keyfini kaçırmıyorlar. Perdenin arkası büyük bir salon, dinlenme yeri. Yan tarafta da assolistlerin soyunma odası var. Sinemanın bekçiliğini yapan göçmen aile de bu odada yaşıyor, yaz kış. kidonya2
1950’ler bitmek üzere. Aysu ve Çiçek sinemaları altın dönemlerini yaşamakta; yerli filmler, kovboy filmleri, ağır melodramlar... Yerlilerde Ahmet Tarık Tekçe – Mualla Sürer ikilisinden nefret ediyoruz; Altan Karındaş yuva yıkan kadın, Pola Morelli önce vamp, sonra merhametli bar kadını. Turan Seyfioğlu, tipik Türk erkeği, sert görünüşlü ama hassas, dürüst. Talat Artemel, mühim karakter, Eşref Kolçak alçakgönüllü, iyi ahlaklı jön olarak zihinlere işleniyor. Eşref’in iyi dans ettiği de biliniyor ve alaturka tipine modern bir hava katıyor bu. O yıllarda modern olmak çok önemli. Gülistan Güzey, tüm kadınların saç biçimlerini, giysilerini değiştirmelerine sebep oluyor. Benim bayıldığım jön, esmer, piyano çalan, beyaz frenkgömleğinin yakası hafif açık, kravat azıcık gevşek, kolları sıvanmış, hülyalı bakışlarıyla sıcacık bir adam, Mahir Özerdem galiba. 1960’larda sinemalar cıvıl cıvıl yine, ne var ki Yeşilçam çocuklaşıyor biraz, mahallevari bir hal alıyor, Ayşecikler, Küçük Hanımefendiler... Küçük hayallerin, umutların, çocuksu sevinçlerin film kareleri... Bu yüzden biz, ergenlik çağımızda alan değiştiriyor, Beyoğlu’ndaki sinemalara kaçıyoruz hep. Heyecan verici bir şey sinemaya gitmek, hele ki flörtün varsa, el ele film izlemek. Emek’in girişinde buluşuyoruz cumartesileri; okul öğlene kadar zira. Bazen de Konak’tayız, orda filmler orijinal haliyle gösteriliyor çünkü. Yazlar sinema konserleriyle geçmeye devam ediyor bu arada. Malta’daki Madalyon Sinemasının yüksek bahçesini dolduruyor ünlü sanatçılar. Buradaki konserlerden birinde ilk kez görüyorum Zeki Müren’i, pullu payetli, ışıl ışıl elbisesinin içinde. Akdeniz Caddesindeki Renk Sineması şahane, Avrupa’dakiler gibi. Bir genç kız ya da kadın tek başına gidebilir, kimse rahatsız etmez. Orda, “Kim Korkar Hain Kurttan” filmini görmüştüm tek başıma. Şehzadebaşı – Vezneciler’deki Yeni Sinema, yabancı filmler gösteriyor daha çok. Gençlerin buluşma yeri aynı zamanda, çevresi pastane, park, bulvar ve kahvelerle dolu, herkes oralarda. Sevgililer, nişanlılar, Yeni Sinemanın localarını dolduruyor. 1963’ten sonra Beyoğlu her günkü mekânım oluyor, Beşiktaş’a taşınmışız çünkü. Taksim – Beşiktaş dolmuşu, elli kuruş. Bazen o elli kuruş bile kalmıyor cebimde, yokuş aşağı iniveriyorum, yürüyüş iyi geliyor. 1964’ün yarıyıl tatili. Mayıs kadar sıcak günler yaşanıyor şubatta. Hafif kılıklarla Beyoğlu’na çıkıyoruz Nedret ve ben, Konak Sinemasının girişindeyiz, merdivenler doluyor yavaş yavaş, okul arkadaşlarımız çoğu. Nedret’in Akademi’de okuyan kuzeni görüyor bizi, hepimizle ilgileniyor, bir genç adamı çağırıyor yanımıza, “Gel diyor, gençlikle tanış.” Adam süzüyor bizi, yüzünde hoş bir gülümseme, ne diyecek diye beklerken konuşuyor: “Hadi sevişelim!” Kızarıyoruz ama seviniyoruz da. Nedret, o adamın Demir Özlü olduğunu söylüyor. Demir’i yıllar sonra okuyor ve çok seviyorum. Daha da sonra ilk öykü kitabımı okuyup bana yazdığı mektubun, hayatımın en güzel armağanlarından biri olacağını Konak Sinemasının merdivenlerinde hayal etmek bile imkânsız. Emek, sinema olalı “Batı Yakasının Hikâyesi” macerasına benzer bir şeyi yaşamış mıdır bir daha..?.. Sanmıyorum. 1967’de genç üniversite öğrencileriyiz, deli gibi okuyor, tartışıyor, büyümeye çalışıyoruz. “Sol” yandayız ve biliyoruz ki bu bizi sanata da yakın tutacak bir seçenektir. Şiir seviyoruz, sinemaya, tiyatroya, kitaplara harcıyoruz paramızı. Küllük’te, Cennet Bahçesinde oturup bitirdiğimiz kitaplardan, gördüğümüz filmlerden konuşuyoruz. Aşklarımızı gizlemeyi seçiyoruz, nedenini bilemiyoruz. Asıl görevimiz toplumsal yapı tartışmaları çünkü. “Asya Tipi Üretim Tarzı”, en önemli konu. Aynı yılın mayıs ayında Beyoğlu Mis Sokaktaki Sinematek Derneğinde buluyorum kendimi. Bir ayrıcalığa, özel bir kişiliğe kavuşuyorum sanki. Bir de aşk ekleniyor üstüne. Evet, Onat Kutlar’a âşık oluyorum üyelik formunu doldururken, hemen, oracıkta. Sonraki dostluğumuzun, uzun ve değerli arkadaşlığımızın böyle aşkla başlaması büyük şans. Sinematek bizi yüksek ve kaliteli bir kültür tepesine oturttu. Kervan Sinemasında, sonraları Taksim’de yaşadığımız sinema zamanlarıyla zenginleştik, değiştik, olgunlaştık. Yıllar koşup duruyor. Festival filmlerini kaçırmamaya çalışıyorum hâlâ. Yaşadığım o dostluklara, aşklara, arkadaşlıklara sevgim sürsün diye. Şubat 2014 Feneryolu
PELİN ÖZER PARİS PARİS’TE OTURMUYOR I. Paris, Paris’te oturmuyor. II. Bunu ilk duyduğumda, dünyanın suya gömülmekte olduğunu hisseder gibi irkilmiştim. III. Ve ben ilk defa dünyadan kovulmuş ince uzun bir siluet. Ve ben ilk defa titreyerek düşmüş bir kent boşluğunda durup kaldım öylece. IV. Tam silinecekken gülümseyen dolunay yuva yaptı gözlerime. Hatırla, dedi yavaşça. Gençliğinde nasıl da yaşlıydı sözlerin. V. Sözcüklerle kurulmuş kent. Sözcüklerle siliniyor. VI. Kalabalık sokaklarda ağlayan binalara rastladım. Onların gölge vermediğini fısıldadı kulağıma bir clochard. Bolluk günlerinin hatırasıyla artıyor nüfusumuz, dedi. Başının altına bir müzik kutusu bırakıp geçtim.
XV. Başıboş dolaşmak unutulmuş çağların serseriliğiymiş burada. Her dilde aylak bir ezgi seksek oynuyor sokaklarda. Uzakdoğulu uyuyup Faslı uyanıyor. XVI. Burada gökyüzünün bulvarlarını dikine kesiyor yoksulluk. Çıkmaz sokaklar köprülerine açılıyor deniz hayalinin. XVII. Rüya görmek için bilet kuyruğuna girin, yazıyordu bir parkın duvarında. Petang oynayan soylular şarabı şişeden içiyordu. Ve köpek gezdirenler parkta unutulmuş gibi dalgın, saçlarını tarıyordu ağaçların. XVIII. Dolunay cam küresi tarihin. Dile gelmeyen tek gezegen. XIX. Yağmurun kulaklarında hep aynı şarkı. Paslanmış akordeon. Telleri kopmuş keman. Büyülü orkestrası yokluğun. XX. Sözcüklerle kurulmuş kent. Sözcüklerle siliniyor. Paris, Paris’te oturmuyor. 25 Temmuz 2013, Paris, Ağustos 2013, Büyükada-Gümüşsuyu-Şirinevler
VII. Burada soluk alan her şey suya dönüşüyor gece olunca. Soluk alan her şey kenti yansıtıyor. VIII. Gecenin dilsiz gemisinde kendi şiirini mırıldanarak akıyor Seine. Gecenin dilsiz gemisinde her canlı ağır ağır yol alıyor kaderine. IX. Kostümlü, ışıklı bir prova sürüyor gece gündüz. Yine de kırışmıyor karanlığın sureti. X. Fal baktırır gibi açıyor sırlarını kent. Utanç içinde gizleniyor derin bakan gözlerden. XI. Hiçbir palyaço uyurken çıkarmıyor burnunu. XII. Binalar soluk alıp veriyor. Duydum. Onlara bakan insanlarınsa solukları kesilmiş. XIII. Avluda koşturan çığlık gökyüzünden habersiz. Gökyüzünün gözü yok budanmış dallarda. XIV. Hiç hesapta yokken tozlu, antik bir kahkaha. Kolkola girmiş rutubetle. Sarhoş geziniyor tepeye uzanan Afrika sokaklarında. Desen: Arif Buz
kidonya 3
ZEYNEP ALİYE ‘ÖKSÜZ İMPARATOR’ 23 Nisan 2013 salı sabahı, havadaki serin sessizlik, duayı anıştıran bir mırıldanmayla bozuldu. Gece boyu esip gürledikten sonra kendilerinden geçerek Büyükada sahillerine serilmiş lodos dalgacıklarını uyandıran, işte fısıltıya benzer bu ses oldu. Biraz dikkatlice kulak verenler, “Aya Yorgi’ye çıkmalıyım. Gerçeklerden daha fazla kaçamam!” cümlelerini net olarak teşhis ve tesbit etti. Sesin sahibiyse, iki kanadının birleşme çizgisinde doğuştan var olan Latince, Basileus(imparator) dövmesi yüzünden kendisiyle sık sık imparator diye dalga geçilen, lodosun en edilgin rüzgarı Öksüz’dü. “Vay canına, öksüz İmparator ne cevherler yumurtluyor!” diyerek kıs kıs güldü birileri. “23 Nisan ayininde Aziz’den, kendisine bir aile dileyecektir!” yorumunun yanında “İkonlardan birine sığınmak istiyor bizim Öksüz!” diyerek açık açık alay edenler de çıktı. Ama put gibi susmayı seçti o. Tüm bu göndermelerin, kışkırtmaların, latifelerin muhatabı kendisi değildi sanki. “Yer altından hâlâ ses geliyor mu, bilmek istiyorum!” veya “Manastırda lodosun resmedildiği freskler vardır belki!” gibi küllenmeye bırakılmış şaibeli konu başlıklarına sarılmayı filan da denemedi. Bütün soruların yanıtlarının bakışlarında kendini ele vermeye hazır beklediğini bu kilitlenmiş duruşu yüzünden kimse anlayamadı. Oysa dikkatli bir göz muammayı çok kolay çözebilirdi. Öksüz’ün Yüce Tepe yönüne kol vurup gidişini ilk anlarda önemseyen, nereye gittiğini merak eden pek kimse çıkmadı. Ancak üç dört gün geçince, nasılsa birkaç saate kalmaz hızı kesilip döner düşüncesindeki rüzgâr dalgacıkları ufak ufak tedirginleşmeye, farklı görüşler ileri sürmeye başladılar. Öksüz’ün bir süredir dikkat çekici ölçüde dalgın, düşünceli olduğu da bu sırada ortaya atıldı. Bir başkası, zavallının bu halinin, 9 Ağustos 803 tarihinde hep birlikte Midilli’den döndükleri günden beri devam ettiğini ileri sürdü. Bir başkasıysa bir adım daha öteye gidip, Öksüz’ün, göğüs kafesinde nicedir, onu için için eriten bir derdi olduğunu iddia etti. Hakkındaki yorumlar havada uçuşmaya başlamıştı sonuç olarak. Ancak gidişindeki asıl nedeni, yani manastırın taş duvarında asılı günahkâr ruhlar tarafından ele geçirilenleri bu ruhların etkisinden kurtardığına inanılan Aziz George resmi önünde günah çıkartmak istediğini kimse tahmin edemezdi. Kaldı ki bu konuda kendinin bile henüz çözemediği öyle çok karanlık nokta vardı ki. Fakat üstü istendiği kadar örtülsün, hiçbir şey gizli kalmıyormuş. Nitekim ayrılışının dördüncü sabahı yani 25 Nisan 2013 Perşembe gün doğumunda çok enteresan bir görüş ortaya atıldı: Öksüz İmparator Aya Yorgi’de günah çıkartacak ama bunu kendisi için değil bir başkası adına yapacaktı. Lodos arşiv verileri hesaba katılarak ortaya atılan sav bomba etkisi yaratmıştı. Bu sürpriz iddiaya saygı duyan da oldu, reddeden de. Fakat rüzgârların kafalarını asıl allak bullak eden, Öksüz’ün neden kendisi adına değil de bir başkası adına günah çıkarttığı ve böyle bir eylemi sır gibi sakladığı noktasıydı. Yorum farklılıkları tartışmalara dönüştü. Giderek ortalık kızışmaya, dostluklar zedelenmeye, yerlerine kin, öfke cepheleri kurulmaya başlamıştı ki Rüzgârbaşı duruma el koydu. En yüksek, en yoğun, en katmanlı bulutun üzerinden yaptığı konuşmaya şöyle başladı: “Madem ki asli görevim düzeni, istikrarı korumak, o halde bildiklerimi paylaşacağım!” Sonra da, yüz yılları geriye sardırarak Midilli açıklarında konuşlandıkları günlere getirdi sözü. Sabık Bizans imparatoriçesi İrene’in tam da o tarihlerde kendilerinden ancak birkaç rüzgar boyu ötede can çekiştiğini bilen olup olmadığını sordu önce. Tahttan alaşağı edilip Midilli adasına sürülen İmparatoriçe İrene’den; daha açık bir ifadeyle, iktidar hırsıyla oğlu VI. Konstantin’e dehşet verici bir suikast düzenleyip gözlerine mil çektirten, Güneşin bile bu olaya duyduğu öfkeyle tam on yedi gün yüzünü göstermemesine neden olan İrene’den söz ediyordu elbette. 797’den tahttan indirileceği 803’e kidonya4
dek kendini tam yetkiyle donatan; adına döktürülen altın sikkeler üstündeki unvanı Basilie yani imparator olan İrene… Şimdi hatırladılar, değil mi? Rüzgarbâşı’na göre, Öksüz’ün manastır yolculuğu, işte bu günahkâr kadının o günden bugüne huzur bulmayan ruhunu arındırmasına yardım amaçlıydı ve bu kanıya varmasına neden olan anısını da kendileriyle paylaşacaktı. Dedi ki: “Karadan esen imbatı Zeus’un da verdiği destekle derdest edip denizden adaya doğru sürümeye başladığım bir sırada, gözüm Öksüz’e ilişti. Onun, şiddetli bir sarsıntı geçiriyormuşçasına sendelediğini, kanatlarına yüklediği yüksek basınçlı ne varsa yere bıraktığını ve kanadını göğsünün üstüne tam oradan isabet almış gibi çektiğini büyük bir şaşkınlıkla gördüm. Bana kalırsa, onu bir kasırgayla karşılaşmışa çeviren, İrene’in göğüs kafesini bir türlü terk etmeyen huzursuz son nefesiydi. Öksüz’ü görür görmez beklediği kurtarıcıya kavuşmuş bir can gibi dosdoğru ona uçmuş olabilir.” Olay, bu ayrıntıyla farklı bir boyut kazanmıştı. Yorumcular, İrene’in, o günden sonra Öksüz’e, kendisini Büyükada’daki, baş rahibesi olduğu manastıra çıkartması için bıkmadan usanmadan yalvarmış olabileceğini söylediler. Öz oğlunun ölümüne neden olan bir annenin içini yakıp kavuran pişmanlığından kurtulma çabaları anlaşılabilirdi. Günah çıkartarak kanayan vicdanını rahatlatacağını ummuştu yüce Basilie? İmparatoriçenin neden gösterişli, güçlü, becerikli bir rüzgârı değil de Öksüz’ü seçtiği sorusunun yanıtını hiçbiri veremedi. Yanı sıra, o gün Aya Yorgi’deki günah kulübesinde, papaza yapılan itiraf da bir sır olarak kaldı. Olayın sonrasında esrarengiz biçimde ortadan kaybolan Öksüz İmparator’un, göğsündeki İrene’e ait son nefesi manastırdaki sunak taşına bırakıp bırakmadığı bir başka karanlık nokta. Tüm soruların yanıtı, muhtemelen, Manastırın yüzlerce yıllık çanının içine sokuşturulduğu söylenen, ağzı imparatorluk mührüyle mühürlü zarfta saklı. Sırtında Basilie dövmesiyle doğan Öksüz’ün, kardeşi olduğunu sonunda anladığı VI. Konstantin’e hitaben yazdığı, uzun bir aradan sonra buluşan günahkâr bir ananın ruhuyla ona susuz oğulun tutkuya varan sevgilerine dair önemli ipuçlarını içeren bu özür ve ailenin kutsal birliği adına bağışlama rica eden mektubundaki ayrıntıları, yazanın kendisinden başka bilecek kimse yok. Rüzgârlar için tek umut, sır küpü çanın, bundan sonraki 23 Nisan’lardan birinde içinde sakladığı mektubu ifşa edebileceği.
METİN FINDIKÇI RECM Kitabımı okuyun, bilmediğiniz tarihimi, Peşine düştüğünüz kadim sözcüklerimin Sudaki güneşin aydınlığıyla Çamurla sıvanan şiirimi bulun / Ben rüzgâra karışan dalgaların zamanından geldim İşkencenin tarihini bilirim, Babil’den kalma kitabımı okuyun Bedenimdeki kumun diliyle denizle konuşun / Suyun kazıdığı harfleri heceleyin, Siyah sürmemi süren kadının hüküm giymiş Bedenini, “lanetleyerek yatağından çıkan Erkeğin” aynasına bakın / Karanlığa Eski bir oyundan Ölü kuşların düştüğü /
V. B. BAYRIL KENDİ KENDİNİN AVCISI BİR ‘KAMBUR’ Kambur’da sırtındaki şiir yükünü kağıda bırakıyor Cüneyt Ayral. Nazik ve zarif bir reveransla. Kırk yıldır şiir yazan, gizli bir şiir işçisi o. Kambur’un önsözü gibi okunan “ 40 Yıl Sonra” başlıklı metin, bu yolcuğunu ana duraklarını anlatıyor/hatırlatıyor zaten. 90’lı yıllardır Cüneyt Ayral ile tanışıklığım. Belleğim beni yanıltmıyorsa Hilmi Yavuz’un evinde olmalı. Bir yemek sonrasında. Hoca’ya yazdığı roman hakkında fikrini soruyordu.
Sustukça Ses Bağırdı Sonbaharın yaprak hışırtıları bile Dinip kaldı Bu çığlığa. Mevsim mi değişiyor yoksa? Kambur ağırlıklı olarak Aşk şiirlerinden oluşuyor. Kitaba asıl ağırlığını veren şiirler onlar. Sevilen, sevdiği kadınlara yazdığı şiirler bunlar bir şairin. Haliyle Cüneyt Ayral’ın benim çok görmediğim bir yönünü ortaya koyuyorlar; lirizm… Evet, Cüneyt Ayral’dan beklemediğim bir “lirik bakış, söyleyiş, duyuş’ yer alıyor Kambur’da. Bir sırt ağrısı gibi değil, bir gönül ağrısı olarak şiirler. Belirttim, Türk şiirini biliyor Cüneyt Ayral. Okumuş. Kambur’daki kimi göndermelerle bunu da açık ediyor bazen: şimdi “veda”nın saati. Bakalım 61inci yüzyılda ne kadar sürecek aşkın acısı. Nâzım’a yapılan bu açık atıfın dışında, başka birçok gönderme daha var Kambur’da . Elbette bilene, görene. Kambur bir sürü incelikle ve zevkle örülmüş bir kitap. Tanışmakta fayda var. Bir estet’in Aşk’a ve kadına olan lirik bakışının izini sürmek için.
Günlük hayatında papyon kravat takan üç insan tanımıştım o zamana kadar. Doğan Hızlan, Celal Şengör ve Cüneyt Ayral. En gençleri Cüneyt’ti... İlgili ve bilgilidir. Çok da geniş bir çevreye sahiptir. Yıllar içinde Türkçeye “iç giyim” kavramını yerleştirmiş biridir de... Kadın iç çamaşırları ticaretini yapan bir estet ... Aslında çok çarpıcı bir ikili bu... Fetiş, tutku, cinsellik, edebiyat, yemek, kadın, sosyete, sanat dünyası, fotoğraf, resim, yazı, ülkeler, şehirler, kitaplar, sergiler; Cüneyt Ayral’ı düşündüğümde bunlar geliyor aklıma. Birisi yazsa, “hayatım roman” denecek bir karakter... Kambur benim okuduğum ilk Cüneyt Ayral şiir kitabı. Ne düşünüyorum? Hiç fena değil, en azından Enis Batur seviyesinde şiir yazabiliyor Cüneyt Ayral. Türkçe şiiri okumuş. Bilgili. Türkçesi tertemiz. Dize zevki var. Mesela; “Zaman düştü /Paramparça / Eritilmiş gümüş sanki /Siyah beyaz” gibi hayli soyut ama o oranda modern resmi andıran dizeler yer alıyor Kambur’da… Üç ana bölümde toplanmış Kambur’daki şiirler: İklil’e Şiirler, Aşkın Özel Tarihi ve kitaba adını veren Kambur … Kambur’un bu ilk bölümü yaşanan bir aşkın kimi anlarından çarpıcı tanıklıklar, yaşantı parçaları seriyor önümüze. Aragon’un Elsa’ya Şiirler’ine nazire yaparak: Bir aşktan daha çırak çıktım... Zamana dur dedim, dinlemiyor, Yel öyle sert esiyor ki, Kambur’da belki de Cüneyt Ayral’ın fotoğraf sanatına olan aşinalığından gelen çoğunlukla enstantane duygusu veren ve bu yönüyle de yer yer haiku tadında şiirlere rastlıyoruz çoğunlukla. Olgun bir ses var onlarda: Birdenbire oldu (ne olduysa!) Çarpışmanın sesini duymadım Sözcükler o denli çarpıcıydı. Telefon çaldı Başladı... Haiku ile fotoğrafın enstantane estetiğinin dile dönüşmüş bir başka örneği ise aşağıdaki dizelerde çıkıyor karşımıza:
MEHMED ARİF B. USTASI VAR HER İŞİN Ustası var kardeşim ustası var her işin. El almadan olmaz zanaat olacaksa san’at içinde çekeceksin!... Nerde kopar don lastiği değil ömrün ipi bilinmez. Açılan yaralar kapanır elbet Yeter ki çalma! Çalış!... Uğraşma şiirin evreleriyle O işi okur-yazar lar yapsın! Sen, tek bir sözcük için dokuz doğur be kardeşim!... İşin sözcüklerle kurgu şairim farkı yok kol işiyle kafanın ikisine de gerekli beyinle yürek. Ağzında pabuç dili olan konuşuyor küçümsemek ne anlatımcı şiiri?... Sıkıysa; “açık söyleye şair yine de şiir söyleye.” El, emek, ağızındaki dil ustanın. Terinle sula, örste döv ışıltılı imgeye dönüştür ham demir gibi çeliği. Al de, al bu mu istediğin şiir!... 2014-Adana
kidonya5
EFNAN DERVİŞOĞLU FETHİ NACİ İLE CUNDA’DA Suyun Öte Yanı’na Doğru Fethi Naci’nin Cunda’yla ilk buluşması, 1978’in son günlerine rastlar; “pek dost” oldukları apartman görevlisi, “Abi, dün iki kişi geldi. Seni sordular, adresini aldılar. Niyetleri iyi değildi. Bir müddet gelme buraya.” (Fethi Naci, 2002a:149) deyince dönemin gergin siyasal ortamında ressam Mehmet Sönmez’in Bodrum çağrısına uyan Fethi Naci de yola düşer. Yıllar sonra, o yolculukta konakladıkları Cunda’nın “şarap rengi deniz”i için “Bu defa ‘kırmızı şarap’ renginde değildi, ‘roze’ydi” diyecek, yazısını şöyle bitirecektir: “Deniz dümdüzdü, cilalı bir yüzey gibiydi. Güneşin ışıkları denize vuruyordu. Bir süre sonra güneş, ilkokul çocuklarının kuru boya kalemiyle yaptıkları resimlerde olduğu gibi, sapsarı bir daire halini aldı ve ben ‘sarı deniz’i de gördüm.” (Fethi Naci, 2002a:151) Bir Roman ve Yaşam başlıklı yazısını Cunda’da yazar Fethi Naci; tarih, 18 Mayıs 1992’dir. Suyun Öte Yanı’nı izlemiş; filmin, orada okumayı planladığı romanını ise Cunda’ya gitmeden okuyuvermiştir; ancak 1 gün kalabildiği Cunda’da romanın ardı sıra yürüyen -filmin de- yazar, iz sürebilmenin heyecanı içinde Cunda’nın o tek fırınını bulur önce. Fırından sonraki ikinci evse; ince, narin roman kahramanı Sıdıka Hanım’ın -Ah, Meral Çetinkaya! Nasıl da yakışmıştın rolüne; bu kadar olur!- iki katlı pansiyonudur: “Ev iki katlı, ama ‘balkonlu’ değil. (Feride Çiçekoğlu’nun muzip muzip gülümsediğini görür gibiyim: ‘Roman yazıyoruz, röportaj yapmıyoruz!’ der gibi.) Üzülüyorum, ‘Keşke, burada kalsaydık!’ diyorum. Lâle’yle Nuri, koro halinde, ‘senin aceleciliğinden!’ diyorlar.” (Fethi Naci, 2002b:171) Suyun Öte Yanı Suyun Öte Yanı, önce senaryosuyla var olan bir yapıt. Televizyon filmi olarak çekilir; ardından da yeniden kurgulanarak sinema filmine dönüştürülür (1991). Roman olarak okurla buluşması, 1992’de gerçekleşir. Yönetmenliğini Tomris Giritlioğlu’nun yaptığı filmin senaryosunu yazan Feride Çiçekoğlu, filmin “Türkiye şartlarında özenerek yapılmış ve ciddi özverilerle kotarılmış bir çalışma” olduğunu düşünse de 1995’te düzenlenen bir panelde, her sanatçının; hatta her insanın biraz diktatör olduğu görüşünü belirterek şöyle diyecektir: “Her filmin serüveni, yönetmenle senaryo yazarı farklı ise yazarla yöneten arasında o hayal dünyasındaki insanlar ete kemiğe büründüğünde onlara kimin hükmedeceği kavgası şeklinde gelişir.” (Çiçekoğlu, 1995:14-15) Bu sözler, senaryo yazarı ile yönetmen arasındaki olası bir sürtüşme ya da kavga olarak algılanmamalı; ancak yazarın anlatmayı amaçladığı duygu durumunun görüntü yoluyla izleyiciye aktarılamaması, yazarın; sözcüklere, öykülere sığınma isteğini pekiştirebilir. AyvalıkCunda arasında çekimi gerçekleştirilemeyen bir sahne yazılı metnin olanaklarıyla betimlenebilir. “Senaryoda şöyle bir sahne vardı; film açıldığında bir tatil yeri için fevkalade uygun olmayan bir şekilde, beyaz bir elbise giydirilmiş bir kız çocuğu, bekleyen diğer yolcularla ve bizim esas kahramanlarımızla birlikte Ayvalık’tan Cunda Adası’na gitmek üzere motora biniyor ve annesine tepki olarak (çünkü o beyaz elbiseyi nefret ederek giymiştir), motorun kenarındaki tozları alıp elbisenin, annesinin gözünden uzak yerlerine sürüyor. Bizim kahramanlarımızdan biriyle göz göze geliyor… Ve film öyle başlıyor. Ben bunu önemsemiştim. Sahnenin çekileceği gün yalnızca bir beyaz elbiseli kız bulunabilmişti; o kız sadece kameradan değil herkesten korkuyordu; kızla 5 dakika uğraşıldıktan sonra işin olamayacağı görüldü, yedek bir beyaz elbiseli kız yoktu, her şey sıkışıktı ve sahneden vazgeçildi. Bu benim içimi oldukça acıttı.” (Çiçekoğlu, 1995:14) Annesine tepkili bir kız çocuğu kurgulamış Çiçekoğlu; “incecik işaret parmağını motorun mavi boyalı küpeştesinde gezdirip annesine kidonya6
çaktırmadan giysisine” (Çiçekoğlu, 1995:8) süren çocuğu, motordaki kadınla göz göze getirir. Bu kadın, Nihal. Otoriteye karşı “yanındayım” bakışı, daha ilk sayfalarda Nihal’in kişiliğine dair ipucu verir. Feride Çiçekoğlu, Suyun Öte Yanı’nda 1980’li yıllarda tutuksuz yargılanan üniversite hocası Ertan’la Nihal’in Cunda’daki günlerini; Ertan’ın kaçış düşüncesiyle yıllar sonra Ada’ya tekrar; ama bu kez yalnız olarak gelişini anlatır. Sıdıka Hanım, Arap Mustafa, Yunanlı avukat, içinde Girit toprağı bulunan bir keseyi yanından ayırmayan yaşlı kadın, Cunda’nın buruk öykülerine karışır gider. Fethi Naci, “Ben Feride Çiçekoğlu’nun dünyasını seviyorum, olmayan torbadan, olmayan memleket toprağının mezara serpilmesini seviyorum” (Fethi Naci, 2002b:173) der. Kilisenin sol yanındaki iki katlı evi bulmuş, yaşlı kadınla değilse de kızı Zehra Hanım’la konuşmuştur çünkü. Kadın çoktan ölmüştür; ancak mezarına serpilen Girit toprağı gibi kese de gerçekte yoktur; bir mübadilin yokluk içinde geçen yaşamı, kurgu yoluyla simgesel bir değere kavuşur. Tam da bu noktada Fethi Naci’nin Roman Kişisi başlıklı yazısı geliyor akla; “Romancı, günlük yaşayışı içinde sürüklenip giden bir insanın ardına düşüp onun yaşayışını, çevresini, çevresiyle ilişkilerini inceleyerek bir roman kişisi yaratmaya çalışabilir; bu durumda bile romancı, o kişiyi gerçekte olduğu gibi göstermez, bir şeyler katar ona, kimi niteliklerini değiştirir, kimi niteliklerinden hiç söz açmaz, o kişiyi kendi yaşama deneyleriyle de donatır.” (Fethi Naci, 1997:129) Çiçekoğlu’nun yaptığı da budur romanda; yaşlı kadını romandaki gerçekliğine kavuşturur. Fırın, pansiyon, kilise yerli yerindedir Cunda’da; yaşananlarsa, yazarın kurguladığı bir yaşamın kesitleridir. İstifnodan yememişsiniz Bay Eleştirmen!.. Bir de istifno konusu var, bu güzel uğrakta; Fethi Naci’nin Cunda’sında. Garsonlar “istifno” dedikleri için Fethi Naci de “istifno” der ya “doğrusu ‘stifno’ imiş: Acımsı ot, buruk ot…” diye yazar notlarında: “İstifno salatasını ilkin Ayvalık’ta tanıdım. Cunda Adası’nda da yedim. Bahar aylarında bulunuyor; Bodrum’a giderken, mayıs ortalarında, Ayvalık’ta, Cunda’da mutlaka istifno yenecek, yoksa yolculuğun bir şeyi eksik kalıyor: Tuz gibi, biber gibi. Geçen mayısta, Ayvalık’ta, gene ‘istifno’ istedim; lokantadan çıkarken Lâle, ‘İstifno istedin, tadına bile bakmadın!’ dedi. İşte o anda farkına vardım: Ben istifno salatasını değil, istifno’nun adını seviyordum!” (Fethi Naci, 1999:111) Ege’nin envai çeşit otundan sofraya buyur edilenlerden birisi de Fethi Naci’nin, söylenişinde bir ezgi bulduğu “istifno”dur ve zeytinyağı-limon ikilisini çağıran varlığıyla anılardaki yerini alır. Suyun Öte Yanı’nda da karşımıza çıkar istifno; konuklarının geç saatlere dek uyumasına alışık olan Sıdıka Hanım’ın bahçedeki günlük telaşı sürerken Nihal’i yanında buluvermesi, erkenci saatlerin sesleri, kokuları eşliğinde sürecek bir diyalogun habercisidir: “ ‘Ne güzel… İstifno…’ ‘Nereden bilirsiniz istifnoyu?’ ‘Nasıl bilmem… Giritli bir komşumuz vardı. Salatasını yapardı.’ (…) ‘Severseniz istifnoyu size salatasını yaparim, yersiniz öğleye…’ ‘Sevmez miyim… Ne güzel olur Girit yemekleri…’ ” (Çiçekoğlu, 1994:19-20) *** Ayvalık’ta, Cunda’da güneş yine renkler içinde doğup batıyor; sular yıldızlanıp öte yana göz kırpıyor; akşam sofraları kuruluyor, konuklar ağırlanıyor; Fethi Naci yok, hiçbir masada; “istifno”su söylensin ama. Kaynakça:
Feride Çiçekoğlu (1995). “100. Yılında Sinema ve Edebiyat”, Varlık, S. 1059. Feride Çiçekoğlu (1994). Suyun Öte Yanı, 2. Basım, Can Yayınları, İstanbul. Fethi Naci (1997). İnsan Tükenmez, 2. Basım, Adam Yayınları, İstanbul. Fethi Naci (1999). Dönüp Baktığımda, Adam Yayınları, İstanbul. Fethi Naci, (2002a). “Dünya Bir Gölgeliktir”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Fethi Naci, (2002b). Roman ve Yaşam / Eleştiri Günlüğü III, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul.
ARZU K. AYÇİÇEK
ADİL İZCİ
SİZ GELİNCE
MARTILARLA -2-
her şey siz gelince başladı, demiyorum siz gelince herkes kendini sesinden astı kimsenin kimsesi olmadınız ki... herkes kendi mahşerine koşuyor şimdi nasıl da çürümüş tartısı adaletin ‘uyan’ desem, dokunsam dallarına kardeşimin dökülür tomurcukları akçiçeklerin büyür aynada küskünlüğüm sürer kavgam geceyle dokunsam balkonlarına evlerin kaç çocuk ölür içimde kim bilir kaç cellat susar bildiklerini -neyzenin üflediği neyde değilim içime çarpan nefesteyim bendünlerimiz çalındı hep, yarını bilmiyorum karanlıktayız, göç yolunda kuşlar gibi kaldık öylece gecenin sessizliği ürkütüyor beni yavaştan aya bakıyorum rüzgârın sesine, uyuyan sulara bütün susmaları topluyorum evlerin camlarından uyan diyor iç sesim uykusuz gözlerime -uyanırsam sözler oturur mideme her şey sizinle başladı, demiyorum ama böyle soğuk değildi evlerde yüzler mevsimler sokaklar çarşılar renksiz değildi böyle bak, bütün kuşlar göçüp gitti başka diyarlara nehirler döktü kıyılardan çiçeklerini savurup durdu rüzgâr kara dallarını siz gelince bakakaldık kapı önlerinde kıvrılarak yanan saçlara yıldızsız tepelerde ağaçların çıplak yalnızlığına ve tren garlarında asılı kalan beyaz bir mendilin ardından buharlaşan suya bakakaldık kendi derinliğine kapanan evlerde sessizce süren ağıtlar gibi bakakaldık ayak izlerinize siz gelince her şey kirlendi, demiyorum ama beyaz da kalmadı siz gelince 2012
Desen: Arif Buz
Dün adaya gittim. Henüz bir evim barkım yok orada, ama bakarsınız bir gün olur. O hayali canlı tutmak bile ne güzel! Uyandığımdan beri bir keyifsizlik, bir isteksizlik... Ne okuduğuma tam verebiliyorum kendimi, ne dinlediğime, ne de baktığıma… Hani sıladan dönen insanlarda tuhaf birtakım haller olur, onun gibi… Ne yapmalı bilmem? Yani ne yaparsam atarım, en azından atar gibi olurum bu hali üzerimden? Daha öncekilerde ne yapıyordum? Sait Babadan ada öyküleri okuyordum sözgelimi. Öykülerinin yarısı, ne yarısı, daha fazlası ada, adalar zaten. Alırım onların bir bölümünü, ilk kez okuyor gibi, dalar dalar giderim. Odam, ben kendimi kaptırınca sessizliğini esirgemez, uzun yıllardan beri böyledir bu, anlarız birbirimizin halinden. İyi güzel de neden yine hazıra konmalı? Dün ikindileyin, Değirmen Burnu’ndaki kır kahvesinde doğma büyüme bir adalıdan martı öyküleri dinlemedik miydi? Elimizin altında bir de bunlar olsa, fena mı? Hayır efendim, yazacaklarımı üstadın öykülerinin yanına koymuyorum, ne mümkün o kadarı? Ben haddimi bilirim. Kısacası, kendimce bir kayda alayım diyorum. Sonucu nasıl olur, orası ayrı. Yeni tanıdığım adalı, öyle güzel, öyle candan anlattı ki gördüklerini, benim sadece yazarak aracılık etmem, herhalde yeter de artar! Kimdi, nasıl bir adamdı bu, diyeceksiniz? Durun bakalım, hele ondan öncesi sırasını bir savsın da… Doğada, doğanın güzellikleri ortasında ruhunu özgür bırakan herkes, delikanlı sayılır! O zaman yukarılara tırmanmak falan vız gelir. Sıcaksa da sıcak, ne yapalım? Hem ne güzel bir uykudadır oralar bu saatlerde! Bir gölgeye uzanasınız, canlısı cansızı hangi rüyaları görüyorsa aynısını, ama aynısını sizin de göresiniz gelir. Oraları mı anlatayım biraz? Dedim ya, hepsi bir uykudaydı, öğle sonu uykusunda… O hallerini de anlatamam elbet, gizliliğe girer bundan sonrası. Hem azıcık olsun söz edeyim desem, bakarsınız güzelim uykuları bölünür, neyime gerek? Bakın, sevgililer olur ama, onların gözleri nasıl olsa uykuda falan değil, birbirinde. Sözgelimi birbirinde, aslında dudak dudağalar, bu durumda da mümkün mü bir yandan da göz göze olmaları? Öylece, uslu uslu doğanın sessizliğini dinliyorlar! O sessizlik de dinlenmeyecek gibi değil ki! Kıyıda, bu sonsuz suyun üzerinde acaba nasıl bir dünya vardır merakıyla, azman bir balık, ama bayağı azman bir balık havaya zıplasın, ta buradan duyulur! Pes mi? Vallahi inanmadınız mı? Önce, söz edeyim dediğimi, ama hemen ardından bu sevgililer konusunun da gizlilik yönünü anımsadığımı, o nedenle bocalar olduğumu anlayamadınız mı? Tamam, gördüğümüz bu kadarcık değildi, ama benim gibi bilmem ne zamandan beri romantizme büyük saygı duyan birinden de daha ayrıntı falan beklemeyin! Derdiniz yine de o konuysa, bir zahmet siz de tırmanın oralara, altında kucak kucağa oldukları ağaca, üzerine serildikleri diz boyu otlara, özellikle de en gerektiği zamanlar bile gözlerini kapamayı bilmeyen arsız papatyalara sorun, olan bitenin en yakından onlar ayrımındadır. Onlar da yok gizlilikti, yok romantizme büyük saygıydı… diye tuttururlarsa mı? Öf! Nereden girdim ki bu konuya? Hayır, ben o yukarılara tırmanmak kolay değil ama sessizlik de pek bir güzel, yorulmanıza değer diyecektim, hepi topu bu! Sözün özü efendim, bu adanın da yukarıları, öğle sonu sıcağında da olsa, yorulmayı göze alarak, eh aceleniz de yok nasılsa, soluğunuz azalınca hemen orada yalancıktan kısa bir sohbet konusu var ederek dinlene dinlene tırmanmaya fazlasıyla değer! Diyelim bu olmadı, hemen öbür adalara, denize doğru döner, bir süre, soluğunuz düzelene kadar hayran hayran bakarsınız. Yanınızdaki kırk yıllık dostunuz, yine de halinizi anlamasın, “ihtiyar” falan demesin istiyorsanız, sözde bir neden mi bulunmaz? Yalandan ölen var mı bu dünyada? Fakat bunlar ve ormanda gördüklerimiz artık geride kalmalı, dostum ve ben, güle eğlene dönüyor olmalıyız: Sait Babanın adasındaki Hristos Tepesine göre, bu nedir ki diyorduk, hani azıcık olsun yorulsak! Eh biraz da Değirmen Burnu’ndaki kır kahvesinden seyredelim dünyamızı. Ne güzel susadık da hem. Tam oraya gidiyorduk ki doğma büyüme adalı o adama rast geldik. Dostumun dostu… Bisikletiyle ilkyaz gölgelerinde kidonya7
geziniyor. Yine merhaba, ne var ne yok faslı… Ben de gelirim birazdan dedi, bir on dakika kadar sonra da geldi, aramıza katıldı. Hani siz de olsaydınız ve aynı karara varsaydınız: Ne güzel bir ikindi bu! Hepsinden önce, gözlerinizde bir sonsuzluk tadı! Buralara baksanız oraların, oralara baksanız öte yanların hatırı kalır! Hafiften de hafif bir esinti de gezinir olmadı mı size! Bütün renkler, doğanın olsun, denizin olsun, bazen koyu koyu, bazen dalgalı dalgalı: Bu dünyada bir insanın gözlerinden daha önemli neyi vardır ki? Böyle bir âlemde dereden tepeden sohbet ediyoruz. Bir ara o en irilerinden martılar mı dolanır oldu üstümüzde, yoksa bağıra bağıra geldiler, kahvenin damına mı kondular, masalardan atık yiyecek mi kaptılar, kısacası tam anımsamadığım güzel bir nedenle, belki de hepsiyle birden, bu martılar… dedik. Bu söz edilmesin bir kere, arkasını can kulağınızla bekleyin. Onu da tam anımsamıyorum, belki de sadece adalı adam, birden, bu martılar… dedi. Doğrusunu söylemeli, kim ilgi duymaz? Bakalım ardından neler gelecek? Sonra, martıların dedikodusu yapılan bir ortamda yabancılık duygusu falan da kalmaz kimsede. Daha biraz önce tanımanızın ne önemi var, adalı adamla da -zaten yüzü sürekli gülüyor- artık dost gibisiniz! Ama tek neden martıların aracılığı olamaz; adalılar daha bir candan, daha bir söze sohbete yakın durur diye bilirim. Bugüne kadar yanıldığım da olmadı. Yoksa tersi birtakım izler canlanırdı belleğimde… Adalı dostumuzdan epeyce martı gözlemleri, martı öyküleri dinledik dün. Hepsini birden anımsayabilir miyim desem, ne yalan olur ne doğru! Hemen orada, iki satır yazabilseydim, böyle demezdim elbet. Belli olmaz demeli yine de… Bir bakarsınız… Bakın bunu pekiyi anımsıyorum: Bu martılar… sözünün ardından, bir âlem… sözü de geldi. Yıllardır ben de aynısına inanırım ya, neden gizlemeli, pek sevindim! Neyse, dinlediklerime geleyim artık: Adalı dostumuzun iki martısı var, daha doğrusu bir aile bunlar. Bu aile, hanidir dostumuzun terasında, siz o “hanidir”i yirmi yıldan da fazla bir süre olarak bilin en iyisi. Önceleri tek bir martı gelir gider, bir süre oyalanır kendince. Yabanıl karakteri henüz pek baskın olmakla birlikte, zamanla bir dostluk doğar arada. Bakar ki aradığı yer tam tamına burası, bir gün bayanı da alır getirir. O yıllardan beri buradalar. Hayır, önemli bir ayrıntıyı az kalsın unutuyorduk: Birinci bayan martı, günlerden bir gün sizlere ömür… Bu, ikincisi… Sözün kısası, o yıllardan beri gündüz gece, burada, terastalar. Olmadı, bay martı salonda, yatak odasında da rahat rahat geziyor tozuyor, deyim yerindeyse cirit atıyor, arada bayan martı da heveslense, oncağızı kapıda durduruyor. Tek sorun bu mu? Bay martı bazı geceler salonda uyuyor, bayan martının da canı öyle isterse, hayır, ona izin yok. Uyumlu bir aile olmasalardı kötüye yorar, acaba bencil mi, kıskanıyor mu gibi bazı sorular sorabilirdik. Ne diyelim bu durumda? Demek ki bizim aklımızın ermediği birtakım önemli nedenler var, oldu mu? Adalı dostumuz, pek dikkatli bir gözlemci, hemen her olan bitenin ayrımında… Bir damı, bir terası sadece bir martı ailesi yurt edinebiliyor. Sonra, elindekini korumak da pek kolay değil. Her bahar, yurdunuzda gözü olanlarla yeniden bir kavga edeceksiniz. Diyelim bay martı ile rakibi arasında sıkı sıkıya bir kavga bu! Yarım saat, bakarsınız bir saat! Bayan martı ile rakibesi yakın bir yerden izliyor ve heyecanla bağırıyor. Bizimki kavgayı yitirirse, vay haline! Hak araması artık olanaksız! Yurdu gitti gider bir kez elinden! Arada bir, yanında bayanıyla, denese, izin istemeyi denese, ııhh, yüzüne bakan bile olmaz! Neyse ki bugüne kadar yitirdiği bir kavga yok! Bir ara dedim ki kendi kendime, bu martılar biz insanlara ne kadar da benziyor! Aslına bakarsanız, eskiden beri bir benzerlik kurardım, biraz daha destek buldum böylece. Dostumuzun dediğine göre, bunlar kıskanılan bir aile. Bütün bir ev halkı, üzerlerine titriyor. Aman bir sevgi, bir özen, bir kollama… Aman bir hal hatır sorma… Aman daha acıkmadan bir karınlarını doyurma, sularını sık sık yenileme… (Zaten karınları öyle kolay kolay doymaz ki? Ne zaman yiyecek verseniz, daha havada kaptıkları gibi…) Olan bitenleri bilemediniz iki kanat ötedeki damlardan, teraslardan sürekli görün de görmezden gelin, imrenmeyin ve en sonunda kıskanmayın? Biz insanlar âleminde de bütün bunlar hemen hemen böyle değil mi? Adalı dostumuz, -ayrımındaysanız artık “adalı adam” demiyorum-, öykü nedir, iyi biliyor, acele etmeden, tadına vara vara ve sormadım kidonya8
ama öyle olduğu kesin, bir yandan da hayal ede ede, o güzelim tadı duya duya anlatıyor. Sanki bay martı ile bayan martı, burada, bu kır kahvesinde bir masanın üstünde. Kendi dünyalarında gibi görünmelerine gelince, yalan o! Gözleri ve kulakları bizde, daha doğrusu adalı dostumuzda! Kim hakkında güzel sözler duyunca mutlu olmaz! Birbirlerine ara sıra kısa kısa seslenmeleri, kur yapar gibi olmaları, bundan! Size daha doğrusunu söyleyeyim: Adalı dostumuzu dinlerken, her yanımız martı doluydu. Ben bu beyaz, bulut bulut kalabalıktan hemen berimizdeki ikisini gözüme kestirdim, birini bay martı (o biraz daha iriydi), öbürünü bayan martı (o da elbet daha ufak tefekti) saydım gitti. Ardından da sevindim durdum. Madem bunları haklı olarak kıskanıyorsunuz, bakın sizleri de, kısacası hepinizi, aynı değerde görüyorum, sizin onlardan herhangi bir ayrımınız yok, olamaz, demek istedim. Ne kadar anladılar, anladılarsa ne kadar önemsediler, o kadarını bilemem. Sanıyorum oralı bile olmadılar. Olsalardı biraz daha sokulur, gözlerini belirgin bir ilgiyle gözlerimize dikerlerdi. Yok, olmadı öylesi bir yakınlık. Bir iki derken, baktım ki bunlar da havalanıverdi denize doğru. Haydi kalabalık arasında ayırt et bakalım, daha az önce hemen berimizde duran martılar, hangileriydi? Kolay mı sanırsınız? Uzaktan hepsi birbirinin aynı gibi görünüyor! En iyisi, bu konuyu tez elden unutmaktı, ben de öyle yaptım. Vapura giderken, adalı dostumuz bir söz verdi: Gelecek sefer, teras katına da uğrayacak, bu birbirine pek bağlı sevgilileri en yakından göreceğiz. Ne denir böylesi güzel bir söze, sevincimi gizlemeden “kısmetse…” dedim. O arada bir daha sevindim, baba yadigârı bir sözü, yeri geldi kullandım diye…
M. MÜMTAZ TUZCU
KAMERA ŞAKALARI 2 Dekorun da akordu var Ona koşuldu önce Dağıtgitsin Kollabor düzenliyor çevreyi Doksan kile kil döktük, mucuru kumla örttük Kaya kertiklerine pişik pudrası serptik Lastiği, stepneyi yaktık göğü boyadık Geçen yıl sapkın, safik ahçikleri çekmiştik Bu yıl adalardayız, fiyortlarla falezler… Peyzajcılardan izler taşıyacak filmimiz Kamarilla Keskin göze cam kestirip - Kem gözü şer’e bulayıp İcap ayıp hepsi kayıp - Set üstüne set bindirdik Kestik! diye kükredim mi, ne şugar kalır ne uçkur Şavksız kovuk, kaygan kayık…El uzattı bize çukur Sınırlarımız İnce Çekim tahtamız okunaklı, kocaman Setteki tek oğlan, büyük bir ciddiyetle Taşıyor koca levhayı Maykmen yok mu bu sette? Maykvumın vardı, gitti. Sırık, kırık öyleyse. Bak, levhaya da yazdık: saylınt törnovır ! Neden İngilizce? Sınırımız çok ince: dışa atım, dışsatım… Her şeyi içimize atmıyor muyuz oysa?
HAKAN CEM
MUSTAFA BAŞARSLAN
ORTADOĞULU YEDİ ÇIĞLIK
AYVALIK’I ÖZLEMEK
I tanklar gelmiş sesimin sınırında ah, zeytin dalı! II diyesim o ki dizeme takılan tank, çocuk çığlığı… III gözleri: çocuk yürü beni, koş, diyor koltuk değneği! IV birdenbire rüzgâr, kuşun ince dalında! V üşüdüm. eli güneşin üstünde sam amcanın…
“Ahmet Yorulmaz’ın anısına” Uzun yıllardır- en son 2004’de gittim- Ayvalık’a gidemiyorum. Onun için anlatacaklarım daha çok 1980’ler, 1990’lar Ayvalık’ından anılarımda kalan izlenimler olacak. O yıllarda sanki Ankara’daki çevremdeki herkes tatili Ayvalık’ta geçirirdi.Tatil konusu konuşulurken mutlaka Ayvalık’ın adı geçerdi. Neden böyleydi, bilmiyorum. Ama sanırım her giden memnun döner, izlenimlerini çevresine anlatırdı. Böylelikle de gidenlerin sayısı her yıl artardı sanki. Başkaları ne bulurdu Ayvalık’ta, bilmiyorum. Ama benim için -en çok kitabı, romanı,öyküyü orada okuduğumdan olacak- en iyi kitap okunan yerdi Ayvalık. Herkesin denize girdiği saatlerde kitaplarımı dergilerimi alır, özellikle kıyıdaki Ayvalıkgücü’ne ait çay bahçesinde okurdum. Güneşin batışını seyretmek için gelenler kalabalıklaşınca kalkardım.
VI* tüfeğe sordum uzakta kurşun sesi! ya çocuklarım? VII** koltuk değneği koşarak uzaklaştı savaş sonrası… öpücük damlası’ndan ödünç!* susmanın ötesi’nden ödünç!**
Fotoğraf: Nilgün Kaya
Desen: Arif Buz
Ayvalık’ta dolaşmak benim için Geylan Kitabevi’ne gitmek, Ahmet Yorulmaz’la ayaküstü de olsa sohbet etmek demekti. Çünkü yazın geleni gideni çok olurdu. Ahmet Ağabey’i daha önceden Cumhuriyet’e yazdığı Ayvalık ve yöresiyle ilgili yazılardan ve Çağdaş Yunan edebiyatından yaptığı çevirilerinden tanıyordum. Kitabevinde tanıştığımız zaman da önceden tanıdığım birisiyle yeniden karşılaşmış gibi oldum. Her yaz Ayvalık’a gidişimizde ilk işim Geylan Kitabevi’ne uğramak olurdu. Ahmet Ağabey de her baskısı yeni bilgilerle yenilenen Ayvalık’ı Gezerken’i imzalayarak armağan ederdi. Biz de kitabı okuyarak gezi programları yapardık. Ahmet Yorulmaz’la kitaplardan, hangi kitapların satıldığından, kimlerin gelip gittiğinden konuşurduk. Bir gün kitabevinin ne zaman açıldığını, adının nereden geldiğini sormuştum. Kitapçılığa 1963’te başladığını, eğer yanlış anımsamıyorsam, bu adı kendisinden önceki sahibinin koyduğunu söylemişti. Bunun bir önemi yoktu. Çünkü Geylan Kitabevi, benim için AhmetYorulmaz demekti. Geylan Kitabevi o dönemde, Ayvalık’a gelen yazarların, sanatçıların mutlaka uğradıkları bir yerdi. Tatile gelenler kitaplarını oradan alırlardı. Ahmet Yorulmaz, tanıdığı bu kişileri Ayvalık’ta İz Bırakanlar kitabında anlatır. (Geylan Kitabevi, Ocak 1998,İzmir) Bir dönem Ahmet Yorulmaz’ın kitapları Geylan Kitabevi yayınları olarak çıkar. Zaman içinde buradan çıkan romanları ve yeni yazdığı romanlar, İstanbul’daki başka yayınevlerince basılır. Zaman içinde sanırım Ahmet Ağabey, biraz yoruldu. İşlerin de eskisi gibi gitmemesi ve en önemlisi yazmaya ayırmak istediği zamanın çok kidonya9
büyük bir bölümünü kitabevine ayırmak zorunda kalması, kitabevini yakınlarına bırakmasına yol açtı. Artık uğradığımız zaman kitabevinde Ahmet Ağabey’i göremiyorduk. Ona haber bırakıyor ya da kitabevine geldiği-yanılmıyorsam- Perşembe günleri uğruyorduk. Kimi zaman da onunla daha uzun sohbet edebilmek için kıyıdaki evine giderdik. Ama 1993’den sonraki sohbetlerimiz, çok sevdiği komşusu ve arkadaşı Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin kederli gölgesi altında oluyordu. O günleri düşündüğüm zaman o evi, sevgili eşi Işık Hanım’ı ve Ahmet Ağabey’i ve hep kitaplardan, yazılardan, özellikle de yazmak istediği romanlardan konuştuğumuz anları, dinginlik ve sessizlikten örülmüş bir tül perdenin ardında görür gibi oluyorum. Ayvalık’a gidemediğim yıllarda Ahmet Ağabey’i artık yazdığı kitaplardan, romanlardan izliyor; kitapçılıktan emekli olmasının sonucu yazdığı romanlarla en büyük hayalini gerçekleştirdiği inanarak, seviniyordum. 2011 Mayıs’ında internet üzerinden yazışarak son durumu hakkından bilgi sahibi oldum. Geçirdiği ciddi sağlık sorunlarını, Ayvalık’tan ayrılıp Gömeç’e yerleşme sürecini öğrendim. Şimdi onu Gömeç’te yine Ayvalık’ı* ve yazmayı tasarladığı romanları düşünürken hayal ediyorum. Kitaplığımdaki Ahmet Yorulmaz’ın imzaladığı kitaplara baktığım zaman, ilk imzalı kitabın 8.6.1988 tarihli olduğunu görüyorum (Ayvalık’ı Gezerken- Genişletilmiş İkinci Baskı,1983, Geylan Kitabevi Yayını). Bendeki imzalı kitapların son tarihlisiyse 8.11.2000. Kitap fuarı nedeniyle İstanbul’da bulunduğum bir günün sabahı, Kallavi Sokağı’nda karşılaşmış ve çok şaşırmıştık. O gün imzaladığı Kuşaklar ya da Ayvalık Yaşantısı’nı bu rastlantıyı belirten hoş bir ithafla imzalamıştı. Ahmet Yorulmaz’ın romanlarında çok sözünü ettiği ve adını taşıyan kitaplar da yazdığı (Girit’ten Cunda’ya, Remzi Kitabevi, Eylül 2003; Ayvalık’tan Cunda’dan, Remzi Kitabevi, 2007 ; Cunda Yolu Ayvalık’tan Geçer, Remzi Kitabevi, 2009) Cunda, benim Ayvalık’ta en sevdiğim yerdi.Tenha sokaklarında dolaşır, kimsenin oturmadığı izlenimi veren eski evlere bakarken her köşeden bir öykünün, bir romanın seslendiğine inanırdım. “...Cunda yazılmayı bekleyen öykülerle dolu bir yer..” diye düşünürdüm. Bu sezgi yalnız bana ait olmamalı ki yakın zamanda bir Cunda Öyküleri seçkisi yayımlandı. (Yitik Ülke 2006) Fethi Naci’de her Bodrum dönüşü ya da Bodrum’a giderken mutlaka Cunda’ya uğrar ve Homeros’un “şarap rengi deniz”ini sabahın beş buçuğunda -Bodrum’dan sonra, ikinci kez- gördüğünü söyler (Kıskanmak-Eleştiri Günlüğü 5, s 258) Cunda’nın “hızla betonlaşmakta, daha doğrusu Bodrumlaşmakta” oluşundan yakınır. “Birkaç yıl sonra belki de zeytin ağacı kalmayacak. Zeytinleri kesiyorlar, yerlerine ‘ev tarlaları’ kuruyorlar” der. Unutmadan, Fethi Naci, Cunda’daki dostları arasında Ahmet Yorulmaz’ın, Konur Ertop’un ve Yıldız Ecevit’in adlarını sayar. (Dünya Bir Gölgeliktır,YKY, 1.baskı, Mayıs 2002, s.150) Ayvalık’la ilgili anılarım daha çok bir sahil kasabasını andırdığı döneme ait. Sözgelimi Sarımsaklı’nın otobüsler için son durak olduğu, Badavut’a yalnızca minibüslerin işlediği bir dönemdi. Devlet kurumlarına ait kampların bulunduğu bölgeden Sarımsaklı Meydanına otların arasında yürüyerek giderdik. En son 2004’de bütün o yol boyunun sitelerle dolduğunu, eskiden kırlık alanda bir ada gibi olan tatil sitelerinin, artık, apartmanlar arasında birer ada durumuna geldiğini içim sızlayarak gördüm. Bugün sanırım benim gördüklerim bile, özlemle anılıyordur.Ayvalık’la ilgili her haberi sanki oralıymış gibi ilgi ve merakla okuyan bir kişi olarak, adaların imara açılma olasılığını bir felâket haberi olarak okudum! Yine de Ayvalık, en azından uzaktakiler için bir huzur kasabasıdır. Kırık Bir Aşk Hikâyesi’dir... Cunda’yı anlatan öykülerdir... Fethi Naci’nin anıları, Feride Çiçekoğlu’nun Suyun Öte Yanı’dır! Ahmet Yorulmaz’ın Geylan Kitabevi’dir! Ve artık sanki bir uzaktan selam gibi okunan “Kidonya”dır!
NUR ÖZALP HAİKULAR doğa iyileştiriyor beni, bir tek orada avunuyorum, buna sığındım şimdi
aklım karıştı nerede saf billursu su, taş, yıldız çiçeği martı uçuyor serin boğaz suyu o kanat mı çırpar akardı serin martılar nokta nokta ne güzel boğaz bakarım suya yanıbaşımda hemen hep çocuk yüzlü kirpikleri ok tatlı dilli mavilik özledim seni deniz anası sahilde, saydam titrek aynadır bana balıkçıların gecede fenerleri sarı böcekler eğilir suya pisi pisi kedicik bakar kendine girdaptır ora akıntıburnu boğaz çalkanır dalga merdivenle in boğaz seninle bekler günbatımını arnavutköyde merdivenlerde çocuk mor salkımlarda köşkten bakışım yalnız ve uzak boğaz tek duyulan çan beyaz bir jöle öyle kalabalıktır titrer su, boğaz saydam bej bir şey yerde eriyen, tuhaf amorf hayatım akar istavrit sesi balıkçıların boğazda sabah ışık göz alır karga cevize uçar gölgesi evin
* Ahmet Yorulmaz’ın son kitabı gene Ayvalık’la ama bu kez yemekleriyle ilgili bir kitaptır: Bizim Zeytinyağlı Ayvalık Yemeklerimiz (Tarlakuşu Yayınları, Aralık 2011).
ışık yürüyor kedi kuşa atladı yerde kan izi
kidonya10
yosunsu bölge tutunmuş midye orda zoru gel git gel
EMRE DİRİM ANAYURDU AYVALIK’TI “Geçmişi ve şimdiki zamanıyla” “anayurdu” Ayvalık’ı tanıtmak için didinip durdu. Geylan Kitabevi ona ayrı bir anayurt oldu. 1977’den beri bin bir titizlikle ince eleyip sık dokuduğu, hep geliştirdiği Ayvalık’ı Gezerken’i de yurdu belledi. Ayvalık gelişirken, dostlar kazanırken, yenilenirken, daha da güzelleşirken, sanatsal etkinliklerle göz doldururken, o da, “Âdeta bir Ayvalık ansiklopedisi oluş”turdu yazdıklarıyla. Romanlarında ve her yazdığında “Ayvalık kronolojisi”ni paylaştı okurlarıyla: Anılar, anektotlar, öneriler, değerlendirmeler, eleştiriler ve unutulmaması gereken geçmişin fotoğrafları, belgeleri... onun yazdıklarında sürekli hayat buldu. Ayvalık’ın tarihi, coğrafyası, mimarisi, günlük yaşamı, kültürel zenginlikleri, yemek kültürü... onun kaleminden okundu, öğrenildi. Yazdıklarında Girit’ten Ayvalık’a gelişin öyküsü ağır basmıştır hep. Savaşın Çocukları romanı (1. Bas. 1977) Hanya’daki iç karışıklıkların, Türklere uygulanan baskının, zulümün, göçe zorlanan insanların dünyalarını ortaya koyuyordu. “Biz Nuri’nin meyhanesi diyorduk; oysa oranın adı ‘Savaş Çocukları’ydı. Bizim kuşağın, bir güzel tanımıydı bu isim. Yerimizden yurdumuzdan dışlanıyorduk; içsavaş sahil kenarına kadar getirip, atmıştı bizi. Aile bireylerimiz şu ya da bu biçimde yokedilmişti. Bundan sonra daha nelerle savaşacaktık, bilmiyorduk.” Girit, “Anadolu’dan ve Rumeli’nden giden askerlerin çocuklarının” oluşturduğu on beş kuşağın yerleştği bir yerdir. Yarı Türktür yani. Girit’teki “siyasal, toplumsaal gelişmeler içinde”ki bizimkilerin dünyasına, yaşamlarına, aşklarına, kaygılarına eğiliyor Savaşın Çocukları. Türk-Yunan ortak yaşamının izlerinde oluşan bu romandaki Hasan karekteri öteki romanlarında da karşımıza çıkıyor. Kuşaklar ya da Ayvalık Yaşantısı (1999) romanı “kendisini eğitip yoğuranları”, başı sıkıştığında” “görüşlerini aldığı Kir Vladimiros ve Yüzbaşı Kemalettin Bey ile sevgilisi olmuş Kira Marigo’dan yoksun kalan Hasanaki’nin, anayurttaki adıyla Hasan Efendi’nin Anadolu, yani Ayvalık yaşantısını” içeriyor. Romanda, Hasan Efendi’nin Girit’ten tanıdığı, çok yardımını gördüğü Yüzbaşı Kemalettin Bey’le Ayvalık’ta karşılaşması, “mutsuz evliliği” de ayrıntılı ele alınıyor. Ayrıca, Ayvalık’ta “yepyeni bir sosyo-ekonomik düzende uğradığı yenilginin” Hasan Efendi’de yarattığı ruhsal çalkantılar da işleniyor. Romanda Ayvalık’a Midilli’den gelen mübadilleri yerleşmesindeki sorunlar da unutulmuyor. ”öncü kişilikli ve o ölçüde de” sorunlu Dr. Şekip Yere’nin dramı”, kentteki zenginlerin yaşamları da gözler önüne seriliyor Kuşaklar romanında. 1923 – 1948 yılları Ayvalık’ının günlük yaşamının kesitleri unutulacak gibi değil. Girit’ten Cunda’ya (4. Bas. 2005) “ya da Aşkın Anatomisi” Hasan Efendi sevgilisi Kira Marigo’dan bir oğlu olduğunu yıllar sonra öğrenir. Oğlu Haralambos’un yetişmesi, babasının kim olduğunu öğrenmesi ve sonra da Ayvalık’ta babasıyla yaşaması üzerine kurulu romanda Türk-Rum dostluğu da geniş yer tutuyor. Romanın baş kahramanı Hasanaki ve Süslü Hüsniye Girit nostaljisini gözler önüne seriyor. Bu romanın ilk bölümünde okuru 1940 yıllarının Yunanistan’ına götürüyor Ahmet Yorulmaz. İkinci bölümde ise aynı yılların Cunda’sı ve Ayvalık’ı ele alınıyor. Haralambos, “Ayvalık’ta, ilkyazdan başlayarak, yedi-sekiz ay süreyle kasım başlarına dek geçen zamanın, kuzey Ege ikliminin doğal sonucu, şurup diye adlandırılan rüya gibi aylar olduğunu da öğrenecekti. Boğucu olmayan sıcaklarla, özellikle yaşlıyı yaşamdan bezdirmeyen birbirinden güzel, birbirinden renkli haftaları ayları da yaşayacaktı... Doğanın şubat ortalarında işaretini kuş cıvıltılarıyla verip, mart sonunda canlanmaya başlayan ağaçlarıyla, çiçeklerin yapraklanarak, sürgünler vermeleriyle, meyve ağaçlarının meyveye durmasıyla uyandığını, herkese ilan ettiğini görecekti.” Bu Ayvalık fotoğrafına eklenecek başka görüntüleri de görecektir Hasanaki’nin oğlu: “Önce Çamlık’taki köşklerin gülleri, ardından büyük kesimi Girit ve Midilli mübadili, varsıllıkla uzaktan yakından ilişkileri olmayan Ayvalıklıların, mahalle içlerindeki evlerinde saksılar içindeki kırmızı beyazlı karanfilleri, fesleğenleri, avlularındaki asmaları, sonra hanımelleri şenlendirecekti kenti. Onlarla birlikte Çamlık’taki ve Sarmısak’daki sebze bahçelerinin ürünü olan capcanlı, koca koca kaşık marulları, hıdırellezi Çamlık’ta, çamlar altında kutlayan halkın elinde çerez olacaktı. Bu kentte sahilde kâh yürüyerek, kah
kahvelerde oturup kendini sergilercesine dinlenen halkın bir kesimi, piyasa yapan kadınlı-erkekli gençleri izleyecekti.” Ahmet Yorulmaz’ın yazdıkları kısaca ele alınıp anlatılacak, değerlendirilecek gibi değil. Öylesine zengin, ayrıntılı çünkü. Ayvalık’tan Cunda’dan da (2. Bas. 2007) böyle bir kitap: Ayvalık tarihi hüzün ve neşenin fotoğraflarıyla doludur. Göçlerin yaratığı boşluğu yeni gelenlerin doldurduğu bir yerdir Ayvalık. “Mübadelenin göçmenlerinden, Erkek Fatma’dan, Taş Kahve’den, Zigardel’den, Angaralı’dan, Uğur Mumcu’nun Komünist Ahmet Ustası’ndan, Babu Mustafa’dan, kendi keçisine ceza makbuzu kestiren Bekçi Hüseyin’den, Ayvalık Halkevi’nin emektarlarından, Fazıl Say’ın hocası Kamuran Gündemir’den...” selam getiriyor sanki. Eski kartpostallar, Ayvalık âşığı ressamların yaptığı evlerin, sokakların resimleri, mektup örnekleri, grup fotoğrafları, kasabanın mimarisi... capcanlı anlatılıyor. Unutulmaya yüz tutmuş olaylar, geleneksel yaşam, fotoğraflar, yüzü durmadan değişen yapılar, sokaklar, insanlar... resmi geçidi Ayvalık’tan Cunda’dan. Saymakla bitmeyecek bir başka resmi geçit de Kimler Geldi, Kimler Geçti Ayvalık’tan... (2. Bas. 2004). Kimler gelip gitmemiş ki Ayvalık’a? Hangisini saymalı? Ressamlar, müzisyenler, karikatüristler, siyasetçiler, diplomatlar, yazarlar, şairler, doktorlar, mimarlar, işadamları, gazeteciler, sinemacılar... Say sayabildiğin kadar! Anılarla örülü küçük, şık portreler galerisi. Hepsi de Ayvalık’ın dostları, hayranları. “Zeytin, çam, deniz, güneş ve temiz hava ülkesi” Ayvalık’a yerleşen de var aralarında, her yıl tatil yapan da, arada bir uğrayan da. Elli altmış yıllık “kent belleğinde küçük bir gezinti” bu kitap. Yani, Ahmet Yorulmaz, Ayvalık’ın bilgesi, dervişi. Bu güzel kasaba ona çok şey borçlu. O, kasabadan aldıklarını hep hakkıyla geri verdi. Ayvalık’ın tanınması, sevilmesi için uğraşıp durdu. Gazete çıkardı, Yunancadan çeviriler yaptı, kitapevini otuz üç yıl ayakta tutmaya çalıştı, gazetelere haberler yazdı... Kocaman, yerli doldurulmaz bir ansiklopedi! O yok artık ama adının verildiği parkı ve yazdıkları bizimle.
TURGUT BAYGIN CENNETİN MACARON'U Ahmet Yorulmaz için / To ΑΧΜΕΤ ΓΙΟΡΟΥΛΜΑΖ
1. gülbahar dilimizde aya yanni'den yavaş yavaş inen salâ manastırın yıkılmış yüzünde gitmeye çoğalıyor mumun fitili, ne olsa savaşın çocuklarıyız bir ölü taklidi olmasın seninki ? 2. poyrazı çalkalıyoruz ağzımızda madra'ya yazılıyoruz birer birer değirmen hayaletleri yalnızlığımızı öğütüyor sonunda bir lokma kalacağız, #kesinbilgi 3. cennetin macaron'nunda, yunani bir kapı bakır yüzlü çocuklara, girit leblebisi kavuruyor
kidonya11
ÜLKÜ BAŞSOY RAKI ve MÜZİK ya da RAKI’DA BİRLEŞELİM Bu yazı, Rakı'yla Müziği konu etmiş; hiçbir kişiye yönelik olarak kaleme alınmamıştır. (ÜB) bir tel gitar bir tuş piano olsun bir de taa derinlerde kırmızı karabiber karşıdaysa uzuun kargılar aMa ellerim 'beN'lerinde görÜnmezlerinde bakışım olsun Bir monşer- diplomat - bile, Scotch Whisky değil de "Rakı..." başlıklı kitap yazmıştır. Hepsi güzel de, rakı için "Orhan Gencebay'dır. açılımdan yana olsa da. Entel dantel barlarda dinlemeye utanırsın. Ama hepimiz biliriz ki, ezbere bilirsin... Tatlıses'tir. Realite'dir...!" benzeri söylemlere karşı çıkıyorum: Rakıya karaçalmadır. Bu adıgeçen şarkıcılar birilerinin "akil adamları"ndandı , onları "akil" yapanların kolaycı müzik anlayışları, beğenileri düzeyinde! Oysa rakı yüzyılların soylu-deneyimli filozofu. Ona düzeysiz müzikleri meze yapmak kötü bir "alışkanlık"tır. Aslında rakının en güzel mekanı " ayak meyhaneleri" olmuştur; ayakçı, asıl adamını huzuru, mutluluk ve içtenliği, hatta güvenliği orada bulmuştur: bol dumanlı-rutubetli havalarda; az pilaki, sinirleri tam ayıklanmamış çiğ soğanlı arnavut ciğeri, ince kesilmiş az maydonozlu,sumaklı. Eskiden İstanbul, Ankara'da özellikle İzmir'deki Kemeraltı, İkiçeşmelik ve Eşrefpaşa'daki güzelim hafif külhan; ayak meyhanelerinde hiç müzik çalınmazdı. Ayak meyhanecileri, müziği rakıda bulurlar, avurtları çökük kontrtenör Birgili Kemancı'nın herkesle yatıp kalkan, kendisinden yirmi yaş büyük sevgilisi Hatice için yaktığı -ha duyuldu ha duyulmaz- acı ezgilere benzer şarkılar mırıldanarak ceplerinde getirdikleri leblebilerin birkaçını ağızlarına atarlardı: "Denizin dibinde hatçam Demirli evler Yüzünde çifte benler.." Şimdi kimi ilçelerde olduğu gibi, bedenini pazarlayan kadınlar da yoktu, olmazdı, yumruk mezesi meyhanelerinde . Ayakçılar kadın bedenini değil, çoğu kez yitirdikleri sevgililerinin, yakıcı derinlikler, yalnızlıklarının, başkasına kaçan karılarının-bırakılmışlıklarının; düşlerinin- düşlemlerinin hem mutluluğunu hem de acısını rakıya gömerler, bardak dibini çeker, "işte böyle yaptı o orospu bana, .mına koyduğumun"! derken kendisine sımsıkı sarılan hiç tanımadığı bitik masa arkadaşının omuzlarında hıçkırırlardı. Buğulu-kokulu-anasonlu ayak meyhanelerinin yaratıcılarıydılar: pantol cepleri yağlı hem de siyah iplikli delik, yaşamdan işte silinmiiş/silinecek, içlerinde sessiiz müzik, olur a Mathäus Ṕassion!* belki de o iri yazılı "Bach Motifi"** -biliyorsun! Aldın mı? derken, Boğazdaki görkemli karağaç.. her gece bir başka morlaşmanın başkalaşımları rakıya dahası Terzi Mustafa Gündoğan'da batık,-batahlıh! iki çift bacak yalınayak "ne güzeel akşam/dı!" kidonya12
ve sonraa, Kule Dibi başka/kş/am "Nar" şiirleri "son çay"da son Behice'yle(1), Muzaffer (2) Harvard Darülfünunu(3) "dementia praecox'"(4)umda "Birgi'nin Kavakları" Hatice'nin eN şarkısı, rakıdan sonra "şimdi de şarap"! aNNe BoleyN'in(5) 17.yüzyıl ince bel dar kalçaları! Aslında ne rakının müziğe ne de müziğin rakıya gereksenimi var. Son yıllarda meyhaneler restoranlaştı, ne var ki restoranlar meyhaneleşemedi: Havaları yok! Meyhane sözlerin, acıların ağıtların içine sindiği o ağır dumansız olur mu? Bunlarda havalandırma var! Arnavut ciğeri rakıyla cıgarasız? Meyhanenin, ayakçılığın yitmesi rakılı restoranın kişiliksizliği; yanmamız gereken bozulma, bozukluktur. İçilen rakılar artık eskisi kadar esinleyici, ilginç ve tutkulandırıcı değil. Gidenleri de... "ben o hırsızların analarının filfilli kuşdilli a...'na sokayım" diyen de kalmamış! Bir de rakıda " mekan" değerli; " etraf" da. Dediğim gibi, aslolan yoksulların "ille de rakı" dedikleri yumruk mezeli ayak meyhaneleridir; yanık sigaraların küllüksüz masanın kenarında unutulduğu, yoksulluğun rakıya yumruk mezesi yapıldığı, onsuz edilemeyen meyhaneler! Bunların sayısı Osmanlı'nın son döneminde, külhanbeyleri, itfaiyecilerle birlikte daha çokmuş. İstanbul'daki eski Rum meyhanecileri, müşterilerine kadeh kaldırırlar, vitrindeki en güzel pastırmanın herbir dilimini kestikçe, teker teker getirirlermiş sevdikleri masalara... Gencebay-Tatlıses'ler bugünkü modern ve zengin işi "meyhaneler"de, genel uygulamada, "gerçeklik" asla değildir. Oralara sonradan sokma, sonradan görmedir, yapaydır. Aslında bu müzikleri dinleyenlerin sohbetleri, değerlendirmeleri, kendiliğindenlikleri de ister istemez düzeysiz kalır. Sonra dikkat ettim, "rakılar yudumlanır, ilginç, çekici şeyler konuşulmaya başlanmışken o yuvarlak-uyutucu sesler çıkıyor, çıkarılıyor ama, duyanı, dinleyeni yok; istedikleri kadar aygıtın sesini açsınlar. Çoğunlukla sorararım: -"Ne işe yarıyor çaldığınız müzik? Müzik dediğin dinlenir; bizse rakı içiyoruz; denizin yanıbaşında, nerdeyse içindeyiz, kimsenin dinlediği yok. Bak, deniz çırpıntıları ne güzel, en güzel müzik, duymuyor musun, açtığın müzik doğayı bozuyor- havayı kirletiyor, gürültü oluyor". -"Müşteri öyle istiyor" diyorlar. Aslında müşterinin istediği yok. Ama yer sahibi ya da garson, müşterinin istediğini, isteyeceğini düşünüyor; gürültü olsun, ses olsun, şenlikli olsun ortalık!". Sonra, " ama bak kardeşim dinlemiyor kimse" diyorum, "seni izliyorum; masadan masaya koşuşturuyorsun, kendi havandasın, sen de dinlemiyorsun, patronun içerde fatura düzenleyip karısı, kızıyla birlikte kasaya para yerleştiriyorlar, beyaz peyniri daha ince nasıl keselim diye konuşuyorlar ve burada sen, bana istemediğim halde niçin müzik çalıyorsun!? ( Patron ya da garson , yüzü kızarmış, bana içinden, -amma da çattık! diyor ama yine de müşteriyim, -böyle aksisi ya da ukalası da çıkıyor)! Alışılmış bir kere. Rakıyla; Zeki, Bülent, Orhan, İbram bilmemkim; müzikle ilgisi olmayan düzgün ses çıkarmasını doğru dürüst öğrenememiş, ses nitelikleri belirsiz ve bozuk, bol paralı "cıvıklar", Fazıl Say'ın , sanatla igisi olmayan bir tür " yavşak şarkıcılar"diye nitelediği; kafaları, çoğu müşterileri gibi, parayla dönmüş- ona döndürülmüş, sanatla, sanatçılıkla ilgisi olmayan gürültü satıcıları olacak.. Farkında değiller ama, bir anlamda bu tür müzikle hem kendilerini hem de rakıyı kirletiyorlar! Oysa rakı kutsaldır! Rakıyı Mahler'le , Rachmaninov, Mozart'la, Scriabin'le, bir Carminiu(6) ya da Nina Simone'la ya da bir verdi requiem'le denediniz mi?
Rakı'yı kolaya, alkolden dönmüş gözlerle, cıvığa almamalı. Ciddi, ve de espirili, yürekten gelme güzel iştir rakı içmek. İlle müziği de gerektirmez. Kendi kendine yeterlidir. Rakı yürektendir, özdenliği, doğallığı, düşünceyi, sıcaklığı getirir, olduğu gibiliği; aldatması yoktur ama kişilikleri de açığa koyar. Müzik insanın da rakının da kendisinde, benzersiz bir sohbet; düşüncelerin, duyguların içlerin açıldığı, bakışılabildiği, derinlerdeki o "şey"e, gerçeğe ulaşma çabasının bulunmaz aracı... Ve acıların sevildiği, katlanıldığı, özlemlerin dirildiği, verilebildiği, zamanın unutulduğu, yaşam felsefelerinin değiştiği yoksul ayak meyhaneleri... Türkiye'nin o eşi bulunmaz doğasının her renk müziğinin, yavşak- cıvık, tümü yuvarlak bir-iki ezgiden ve yinelenmeden oluşan titrek-karık seslerle, güzelim-kutsal rakıyı da araç ederek kirletilmesini kınıyorum. Şimdi sorulabilir: " Yahu Türkiye'nin bu denli derdi, yaşamsal sorunu varken rakı-müzik üzerine " uyumsuz" sayılacak sözler etmenin sırası mı? Açılmış da ondan! Evet sırası, her zaman sırası olmalı, ama rakı? O zaten, hep olmalı. Rakı düşündürücülüğü ve coşturuculuğuyla kutsaldır: Dionysos'la Apollon'u birlikte taşıyor! Dionysos resimlerindeki küçük melekler de birhoş ve "serhoş"! Bu kapsamda rakı deyince Bodrum'lu Neyzen Tevfik'i anımsamamak olur mu? Rakı ne müzikler-sövmeler esinlemiş ona. Hiçbir zaman cıvıtmadan. Rakıyı " tek ve eşsiz ", çok kibar, başka türlü içenler de vardır: -bana olan derinliklelerinizi açıklamasanız! İçerken bir başkadırlar; Rakı da onlarla bir değişik güzelleşir. Başta bizim Özen; bol yanakları ve dünyanın en derin gözleriyle "hocaların hocası" sevgili Özen Veziroğlu: Onun "fagot"u fagöte çeviren mübaşiri betimleyen o yaşanmış mahkeme celsesi öyküsünü rakıda dinlemenin tadı unutulabilir mi? Adamın adamlığı kadının kadınlığı öncelikle rakıda belli olur. Düzeyi de özellikle hangi müziği dinlediğinde: Şaşmaz! Müzik kişinin olduğu gibi, toplumların da en keskin, yanılmaz ölçüsü. Bunu bildiği, yaşadığı içindir ki Atatürk müzikteki beğeni ve seçimini çekinmeksizin ortaya koymuş ve gerekeni en güzel uygulamalarla gerçekleştirmiştir. Son yıllarda kimi Amerikan emperyalizminin üretim tutsaklığına girmiş, fiyatı değerli konyaklar düzeyine çıkarılmış da olsa "rakı"nın tutsak edilemez tinindeki insanlık ve "derinlikler"in sınır bilmeyen özgürlükleri, tutkulu o sol "ben"ler için özlemli ufkumuzda tezelden-kimbilir bu yaza,- yeniden- aydınlık ve güneşli doğacak! * Mathäus Passion Dinsel müzikler içinde en başarılısı sayılır. ** Bach Motifi Müzik-Matematik ilişkisinin Bach tarafından kanıtlanmasıdır. 1)Behic Boran 2)Muzaffer Şerif Behice'yle Muzaffer ırkçılık akımının Türkiye'de en güçlü olduğu bir dönemde(1943-1944) sosyalist aylık düşün dergisi Adımlar'ı (12 sayı) birlikte çıkarmışlardır. 3)Muzaffer Türkiye'de yayınladığı kitaparda Harward Üniversitesi için bu adı kullanmıştır! 4) Şizofreni'nin erken adı. 5) VIII.Henry'nin 2. karısı. Kafası vurulurken uzun ince boynunu dik tutmuştu. 6) 29 yaşıdaki Carminho son dönemin en güçlü fadocusu sayılıyor.
Dönülmez akşamın ufkundayız azizim...! Arap aklıyla bize akıl vermeye kalkıyorlar ama "alkol" kelimesinin kökeni bile Arapça Peki napalım? Kullanmamak lazım. Hatta, yasaklansın. Rakı ise, özbeöz Türk. "Ne malum?" derseniz. Nerede, ne zaman ve kim tarafından icat edildiği bilinmiyor. Oradan malum...! Eğer, biz Türklerden başka bir milletin icadı olsaydı, yazılı tarihi olurdu, şeceresini bilirdik..! Şampanyanın mucidi Fransız keşiş, Dom Perignon.. 1638'de dünyaya gelmiş mesela... Evliya Çelebi'nin 1635 tarihli seyahatnamesinde "rakı" geçtiğine göre, şampanyadan eski demek ki.! Yani...? Yanisi şu; Şampanyayı icat eden Dom Perignon, kundakta ana sütü içerken, biz aslan sütü içiyorduk..! Başka "aydınlatıcı" veri var mı.? Vaar..! Memleketi "ampul" yönetiyor ama, elektriğin ampulden önce, rakıya faydası olmuştu. Çünkü, elektriğin icadıyla birlikte "buz" üretildi. Buz üretilince, "rakıya niye buz koymuyoruz azizim?" keşfi yapıldı. Bu tarihi keşif neticesinde, rakının üstüne buz koymak için daha uzun bardağa ihtiyaç oldu. Zahmet edip özel bardak icat etmek zor geldiği için de, pratik Türk zekâsı devreye girdi, "limonata bardağı ne güne duruyor muhterem" keşfi yapıldı.
"Asil"dir rakı...! Bakın, 1900'lü yıllardan bir davetiye aktarayım size ; "Muhterem efendim, Teşrin'i saninin 21'inci gününe müsadif Cuma akşamı, Hristo'nun Meyhanesi'nde taam eylemek ve hususi bir eğlence tertip ederek vakit geçirmek istiyoruz. Sizi pek seven cümle dostlarımız teşrif edeceklerdir. Binaenaleyh, icabetiniz bizim içün mücib-i şeref olacaktır. Bu lütfu bizden esirgemeyeceğiniz ümidi ile takdim-i ihtiram eyleriz efendim. Pera sahaflarından Şener Efendi." Nezakettir, zarafettir..! Adab-ı muaşerettir."Milli"dir..! Hem de Üstelik, AKP'nin "milli"sidir..? Bu arkadaşların döneminde "milli" oldu. Rakıyı "milli içki" olarak tescilleyen Türk Patent Enstitüsü Başkanı, O makama, AKP tarafından atandı... Eşi de, AKP milletvekili...! Ki O milletvekili, Suudi Arabistan Riyad Eğitim Fakültesi İslami İlimler mezunudur iyi mi... Dolayısıyla, "rakı balık Ayvalık" gibi, zincirleme reaksiyonla, AKP'nin "milli"sidir! "Rakı içeceğinize meyve yiyin, kavunun yanına 35'lik salkım açın" filan gibi gayri ciddi yaklaşılamaz ona..! Ciddiyet ister. Fava, pilaki, şakşuka, memleket "meze"lesidir.. Yurtseverdir...! İki tek attın mı "n'olacak bu memleketin hali?" diye aslaa endişelenmezdin, aksi olsa... Evrim Teorisi'nin kanıtıdır..! Fazla kaçırırsan, özüne dönersin, Yani maymun olursun... Bilimdir...! Maymun değilsek bile; ne anlamı var onsuz, radika'nın, cibes'in, turp otu'nun, inek miyiz biz? Madem gıcıksın rakıya, niye balık avlıyorsun boşu boşuna? Şerbetle mi yiyeceksin lüferi..? "Fevkalade"dir.. "Aliyül'ala"dır.. ''Kadın'' dır...! 1926'da üretime başladığında, rakılarına şu isimleri koymuştu Tekel, Cumhuriyet'in ilk yıllarında.. "Sevim, Elif, Hanım, Denizkızı, Üzümkızı, Jale" isimlerini taşırlardı... Botoks'tur aynı zamanda. ''Çirkin kadın yoktur, az rakı vardır..!'' mesela... En kaknemi bile bir başka görünür gözüne, içilir, güzelleşilir....! Hayatın anahtarıdır. Büst gibi oturan adamın bile çenesini açar. "çilingir" sofrası denmesi, ondan.. Kontörsüz muhabbettir... Kahkahadır...! İçki içen, neler yaptığını hatırlamaz; rakı içen hatırlar..! Acısıyla tatlısıyla hatıraları kaydeden hard disk'tir çünkü... Tıp bazen çaresizdir. O ilaçtır. Dişe de, Gurbete de iyi gelir...! Herkesin gençlik hatası olabilir, önce bira içersin... Sonradan para kazanınca, şarap içmeyi bi matah zannedersin...! Amerika'da kamyon şoförlerinin içtiği viskiye Etiler'de, Reina'da bi kamyon parası ödersin, o ayrı. Kürkçü dükkânıdır Rakı..., Döner dolaşır, gelirsin....! Çocuktur... Ağlarsın... Orhan Gencebay'dır. açılımdan yana olsa da. Entel dantel barlarda dinlemeye utanırsın. Ama hepimiz biliriz ki, ezbere bilirsin... Tatlıses'tir. Realite'dir...! Peynir, Rakı, Kavun, (PRK), örgüttür. Ama, bölücü değil, birleştirici örgüt...! Türk'ü de içer, Kürt'ü de..! Çerkez'i de içer Ermeni'si de..! Laz'ı da içer Yahudi'si de....! Rumlar öyle bi meze yapar ki, AB'ye almasalar da helali hoş olsun, Kıbrıs'ı veresin gelir...! Orhan Veli'dir...! "Şiir yazıyorum, şiir yazıp eskiler alıyorum, eskiler verip musikiler alıyorum, bir de rakı şişesinde balık olsam..!"dır. Şiirdir...! Dönülmez akşamın ufkudur aynı zamanda... Ve..., Mustafa Kemal'dir...Rakı! Rakı içiyordu diye "sarhoş" demeye getiriyorsan eğer.. "sarhoş kafayla kurup yücelttiği bu memleketi, ayık kafayla niye yönetemiyorsun..? " diye sorarlar adama...! Oof, oofff çok uzattım...! Vakit tamam, güneş batmak üzere, bana müsaade, *cümleten şerefe...!* kidonya13
REFİK HALİD AYVALIK ve ÇAMLI Gene otel derdi – İnsanları birden bire yok oluvermiş bir Büyükada – Hüzün veren bir mâmure – Zenginleşen her köylü terbiyesizleşmiş değildir – Köyde bir aile ananesi – İstanbulda aile derbederliği – Mümune olacak bir gazino – Fotografla tanışma – Disney in Fantasia filmi – Bir fark daha HELE ilkönce, geceyi geçireceğimiz bir otel bulalım. Fakat Ayvalık otel hususunda pek yoksul. Filvaki Çamlı'da o ismi verebileceğimiz bir yer varmış ama içinde oturan sahibi mevsim gelmediği için henüz açmamış. Zaten açmayıverirmiş de... Sağa sola bakınırken yanıma genç biri yaklaştı; selâm verdi; konuşmaya başladık. Acaba İstanbulda tanıştıklarımdan mı ? Değilmiş; beni gazetelerde çıkan resimlerimden tanıyormuş, seyahate çıktığımı da biliyormuş. Dedi ki: - Şu otelde güç belâ barınabilirsiniz. Tavsiye ederim: Bavullarınızı bırakıp hemen Çamlık gazinosuna gidiniz. - Biraz yıkanıp elbise, falan değiştirmemiz lâzım. - Gazinoda yıkanırsınız. Elbise değiştirmekten de vazgeçiniz. İçeride durabileceğinizi zannetmem. Daracık bir merdivenden çıktık; bir sofa... Aman Yarabbi ! Her taraf öyle harap, perişan, tozlu, sefil, berbat ki ! Mobilyalar ve duvarları güya süsleyen resimler, hepsi, ne varsa Rumlar zamanından kalmış. Hattâ azayip kokusu bile ! Birer karyolalı yanyana iki oda bulduk, bavulları teslim ettik. El çantamızı esasen otomobilde bırakmıştık; temizlenmemize yarıyacak öteberi bunun içindeydi. Derhal, modern köy delikanlısı dostumuzun arabasına döndük. Bizi gazinoya kendisi götürecekti, bekliyordu. Kasaba ile Çamlık arasında belediye muntazam otobüs servisi yaptırıyormuş. Ayrıca telefonla da otomobil istetebilirmişiz. Gidiyoruz. Deniz kenarında, rıhtımlı bir meydandan geçtik. Uzaklaşıyoruz ve uzaklaştıkça ferahlıyoruz. Manzara da değişti: Çamlar arasına kurulmuş gayet güzel, kimi eski, kimi yeni yapı, hepsi de bakımlı villâlar – gülleri açmış, çiçeklerle donanmış bahçeleriyle – zevkimizi okşuyor. Büyükada'nın bir caddesi, sanki... Fakat çamlarının sıklığı ve gürbüzlüğüyle daha ziyade Heybeliyi andırıyor. Şu var ki günün bu en müsait saati heba oluyor: Köşklerde ve bahçelerinde kimsecikler göremiyoruz. Pancurlar ve kapılar sımsıkı örtülü; cadde inanılmıyacak kadar tenha. İnsanları birden bire yok oluvermiş, hicret etmiş bir Büyükada tasavvur ediniz, işte orası bu vaziyette. Tek kadına, çocuk arabası süren bir dadıya, gül derleyen yahut bisikletine atlayıp giden genç bir kıza rastlamıyoruz. Adeta bir serap manzarası karşısındayım. Bir saniye sonra ne villâlar kalacak, ne çamlar, ne deniz... Gözlerimi bir bozkıra açacağım. Her yerde olduğu gibi, kadın – erkek bir arada bulunmaki gezip tozmak, gülüp konuşmak keyfi burada da duyulmamış. Ama kasabadaki kulüpte yarın, çocuk bayramı münasebetiyle balo verilecekmiş... Sayılı günlere ve gecelere inhisar eden cemiyet hayatı nedir ki, neye yarar ? Issız mamure, İç Anadolunun ücra bir köyü kadar, belki de daha fazla hüzün verici ! Terbiyesine ve mantıkla konuşuşuna hayran olduğum delikanlı dostumuz izahat verdi: Demin şehre girerken önünden geçtiğimiz harap fabrika vaktiyle ham derileri mükemmel surette sepiler, mamul hale getirir, vapurlar dolusu ihracat yaparmış. Şimdi o iş durmuş; ancak az miktarda ham deri depo ediliyormuş. Gazinonun bulunduğu lâtif yere geldik. Sed sed teraslar, rahat koltuklar, beyaz ceketli garsonlar, masalarda tertemiz örtüler. Belediyenin bir sene evvel yaptırdığı binanın içi gayet iyi döşeli. İlk işimiz yüzümüzü gözümüzü, ensemizi ve göğsümüzü yıkamak, kendimize azıcık çekidüzen vermek oldu. Hasır koltuklara oturduk, birer çay içtik. Genç arkadaşımızı yemeğe alıkoymak istedim: kidonya14
- Teşekkür ederim, dedi, fakat bizim evde bir âdet vardır; babam ailenin akşamleyin sofrada bulunmasına, toplanmasına çok dikkat eder. Saatinde ben ve kardeşlerim, fevkalâde bir sebep çıkmadıkça o âdeti bozmamaya çalışırız. Ayrı evlerde oturduğumuz halde... Zengin köy delikanlısı böyle söyledi. Aile mefhumunu o kadar iyi anlanmış olmasına pek sevindim. Para şımarıklığının ve hoppalığının köylerde yer alıp bir terbiye soysuzluğuna yol açmaması ehemmiyetle kaydedilecek hâdiselerdendir. Büyük şehirlerde, bilhassa İstanbulda aileler darmadağınık oldu, paralısı ve parasızı aynı derbederlik içinde. Akşam yemeği saatinde ve bir dam altında oturdukları halde bütün efradı toplanmış aile nadirattandır. Kendi evimde öyle bir lâübaliliğe hiç müsaade etmemek bakımından köylü fabrikatör ile bileştiğime memnunum. Babasına muhabbet ve takdirlerimi bildirmesini rica ederek çocuğu uğurladım. Direksiyona geçti; ütülü beyaz gömleği rüzgârdan çırpınarak çamlar arasında kaybolup gitti. Rüzgâr dedim ama bunu arabanın sürati yapıyor. Yoksa hava olasıya durgun. Çam ve deniz kokusu içindeyiz. Güneş batmak üzere... Karşımızda biri büyük, öbürü küçük iki ada var. Büyüğü galiba bir nahiye; gözüme kenarda bir kasabacık ilişiyor. Öbürü yalçın ve tenha. Sarp bir kayaya sırtını dayamışi manastırı andırani biraz da şato bakiyesini hatorlatan bina, mübadeleden evvel bir Ruma aitmiş. Uzaklarda daha birçok adalar, burunlar, koylar ve ufukta yüksek dağlar. Asıl Çamlık mevkii koyların en güzellerinden birine eteklerini yaymış. Yorgunluktan eser kalmadı. Bir masa başındayız; kadehler, tabaklar ve çatal, bıçak takımları birinci sınıf oteldekilerden... Bursadan beri ilk defa kendimi böyle bir sofra başında buluyorum. Fakat Çamlı gazinosu garsonları kadar terbiyeli, hizmet ehli müstahdemine rastlamak pek az memlekette, pek az kişiye nasip olur. Burasını Giritli bir vatandaşımız belediyeden kiralamış, zevcesi de İstanbullu, Tarabyalı imiş. Teraslardan kadınlı ve çocuklu yalnız bir müşteri masası var. Diğerlerinde hep erkekler... Birinin önünden geçiyordum, ismimin söylendiğini duydum, bittabi baktım. Evvelce tanıştığım zevat değil ama ayağa kalktılar, yer gösterdiler. Bunlar muhtelif bankaların müdürleri ve memurları imişler. Hep resim tanışıklığı ! Burnumun ve keskin hatlı yüzümün her halde büyük hissesi olacak. Azıcık sohbet ettik. Belediye otobüs servisi erken saatte seferlerine son verdiğinden, benim gece yarısından evvel mahut otele dönmek niyetinde olmadığımı sezdiklerinden arzu ettiğim saatte araba yollıyacaklarını söylediler. Teşekkür ettin, ayrıldım. Denizden ziyade şurup dolu bir göle, perilerin devlere yaptıkları deniz taklidi bir havuza benzeyen bu manzaranın sahici olduğuna inanmak zor. Walt Disney'in Fantasia filminden bir sahne ! Koya adaların gölgeleri, gittikçe koyulaşarak vuruyor. “duruyor, aksediyor,, demek yanlış. Sularda adaları başaşağıya ve hakikatte olduklarından daha vâzih halde seyretmekteyim. Asılları biraz müphem görünüyor da akisleri üstünde yürünecek gibi sağlam ve sabit. Daha tuhafı, arasıra bu akisler bize doğru uzanıyor, kıyıya dokunuyor ve tekrar, ağır ağır, canlı bir mahlûkun reflekslerle kendini toparlayışını andıran şuur dışı bir hareketle geri çekiliyor, eski vaziyetini alıyor. Temaşasına doyamıyorum. Beni bu seyahata teşvik eden “YENİ İSTANBUL,, a müteşekkirim. Fena şartlarda yurdu sürgün olarak jandarma muhafazası altında dolaşmak nerede ? Böyle her türlü maddi imkânlar içinde hürriyetine sahip olarak keyfince gezip tozmak nerede ? İşte kırk yıl sonraki, maalesef pek yeni, daha dumanı üstünde farklardan biri de bu ! (YENİ İSTANBUL – 29.5.1950 – SAYFA 2)
Refik Halid Karay Memleket Yazıları -2-
Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da İnkılâp Yayınları
ONUR ÇALI Kilise Tepesi Çıkmazı’ndan Hayal Sarnıcı’na Aysun Kara ile Öykü Üzerine Şiirle öykü birbirine çok yakın iki tür. Aşkları mümkün mü, neden mümkün olmasın! Aşık olmak istersen olursun. Aşk bir niyettir bana kalırsa ve her insan kendine yakıştırdığı her şeye aşık olabilir. Şiir de öyküye aşıktır, olmalı yani ben öyle düşünüyorum. Hem neden olmasın ki? Onur Çalı: Kilise Tepesi Çıkmazı’ndan çıkıp Hayat Caddesi Aralığı’ndan geçip Ankara Esat’a geldin. Nasıl oldu bu yolculuk? Aysun Kara: Liseyi Ayvalık'ta bitirdim. Sen de biliyorsun Ankara bizim coğrafyaya uzak; genelde lise bitince herkes İzmir'deki üniversitelere gider ya da İstanbul'a. Ben de öyle yaptım. Üniversiteyi İstanbul'da okudum. Ankara daha sonra, hiç hesapta yoktu. Tesadüfen diyelim. Ankara'yı edebiyat aracılığıyla sevdim desem yeridir. Senin de içinde olduğun edebiyat grubumuz, bir avuç öykü şiir sevdalısı Ankara'nın kuru ayazını yumuşatıyor. Ankara'nın kendine özgü dostluk anlayışından, samimiyetinden hep söz edilir ya, gerçekten de öyledir.
öykülerimde göçü, mübadeleyi, insanın yaşadığı yerden koparılmasını, hayatını geri döneceği umuduyla tüketmesini anlattım (Üstelik bunca büyütülen karşı kıyının bir saatlik bir deniz yolculuğuyla ulaşılabilecek olması ne acı değil mi?) Yazmaya başlarken yazma isteğimi güdüleyen en önemli konu buydu. Şimdi daha farklı tabii. Yine de her zaman yüreğimi titreten bir konu olarak kalacak göç. Elbette bu yalnızca bizim coğrafyamızla sınırlı da değil. Dünyada yaşayan tüm halkların yerinden yurdundan sürgün edilmesinden, bir lokma ekmeğin peşinde büyük acılar çekmesinden daha yazılabilir bir konu olabilir mi? Onun dışında Ayvalık'ta büyümüş olmayı bir şans olarak görüyorum. Çocukluğumu birlikte geçirdiğim insanlar, sokaklar, deniz, farklı iki kültürün yaşantımıza getirdiği zenginlik. Çocukluğum büyük şehirde bir apartman dairesinde geçmediği için kendimi şanslı sayıyorum. “Çocukluğu yazarın hazine sandığıdır” sözü sanırım Murathan Mungan'a aittir. Yazmayı kışkırtan imgelerin birçoğunun çocukluğumuza ait olduğunu düşünüyorum. Onur Çalı: Ege coğrafyası, bizim memleketimiz, mitolojinin, söylencelerin beşiği bir yer. Öyküde bu unsurları kullanmak konusunda ne düşünüyorsun? Aysun Kara: Yine bu konuda da çok şanslıyız diyeceğim. İda dağının, yeri göğü birbirine katan Zeus'un, Homeros'un hikayeleri ile iç içe yaşamak heyecan verici. Bu söylenceleri olabildiğince kullanmaya çalışıyorum. “Kıymık”da “Hayal Sarnıcı” adlı öyküm mitolojiden beslenen bir öykü. Sanatın, edebiyatın bir diğer hazine sandığının da söylenceler, mitolojik hikayeler ve karakterler olduğunu düşünüyorum. Yine de bu zengin malzemeyi dikkatle, araştırarak kullanmak gerektiğini düşünüyorum.
Fotoğraf: Coşkun Kaya
Onur Çalı: Bizim edebiyatımızda çokça işlenmemiş olan göçle ilgili güzel öykü Kilise Tepesi Çıkmazı’nın da içinde olduğu Panovaroş (2010) kitabınla 2010 Orhan Kemal Öykü Ödülü’nü kazandın. Şimdi de, Ayizi Yayınları’ndan çıkan Kıymık (2014) geldi. Öykü dışında bir şey yazdın mı ya da yazmayı düşünür müsün? Aysun Kara: Öykü hep. Şiir yazdığım da oluyor kimi zaman. Ama onları paylaşmıyorum. Şimdilik öykü. Başka bir tür, roman filan ancak öyküye sığmayacak bir konu çıkar da kendini dayatırsa yazarım diye düşünüyorum. Aslında öyküye sığmayacak konu da yok bana göre. Öykü hayatın her köşesinde. Hem tamamını anlatmamak, kıyıdan köşeden tırtıklamak, anlatır gibi yapmak, vazgeçmek, çekip gitmek bunların hepsi öyküye ilişkin. Yok yok ben öyküden başka bir şey yazmam sanırım. Kendimi en iyi ifade edebildiğim tarz öykü diye düşünüyorum. Onur Çalı: Ayvalık’ta büyümüş olmak, deniz ve papalinalarla, “gavur” kalıntıları ve izleri içerisinde, nasıl etkiledi seni? Öykülerinde bazı izler görür okuyanlar ama bir de senden duymak isterim. Aysun Kara: Üçüncü kuşak mübadilim, göç hikayeleriyle büyüdüm. Karşı kıyının kokusu, zeytinlikleri, bağları, portakal bahçeleri, ninelerimizin, dedelerimizin can dostu Rum arkadaşları, komşuları, aşkları, kayıpları, acıları zihnimde öyle çok dönüp durdu ki zaman zaman tüm bunları yaşadığımı düşündüğüm bile olmuştur. İlk
Onur Çalı: Kıymık’ı okuduktan sonra bir kıyaslama yaptım ister istemez. İlk kitabına göre, olumlu anlamda bir farklılık göze çarpıyor. Daha kısa ve belki de bu yüzden daha yoğun, farklı okumalara açık kapı bırakan öyküler var Kıymık’ta. Katılır mısın? Aysun Kara: Eğer öyleyse bu sevindirici, teşekkür ederim. Senin gibi genç bir öykücüden bunu duymak güzel. Öykülerimin giderek yetkinleşmesi hedefim elbette. İlk kitabımda fark ettiğim kim aksaklıkları kendimce düzeltmeye çalıştım. Onur Çalı: Kitaptaki ara başlıklardan biri “öykü şiire âşıktır”. Peki, bu aşk ne kadar imkanlı ya da mümkün? Şiir de öyküye aşık mı mesela? Aysun Kara: Öykünün şiire aşkı bitmez bana kalırsa. Öykü okuduğum kadar şiir okuyorum desem abartılı olmaz. Şiirle öykü birbirine çok yakın iki tür. Aşkları mümkün mü, neden mümkün olmasın! Aşık olmak istersen olursun. Aşk bir niyettir bana kalırsa ve her insan kendine yakıştırdığı her şeye aşık olabilir. Şiir de öyküye aşıktır, olmalı yani ben öyle düşünüyorum. Hem neden olmasın ki? Onur Çalı: Kitabın son öyküsü olan “Aslında”da, hayatın bazen, “kırık bir pasta tabağı, gıcırdayan tahta merdivenin son dört basamağı, tek gözü eksik oyuncak ayı, sandık lekeli dantel bir tepsi örtüsü gibi” ıvır zıvır gerçekten başka bir şey olmadığını söylüyor ve “Bunları da ancak yeşil taşlı bir yüzüğün yansıttığı ışık huzmesinde görünür hale gelen toz bulutu gibi, karanlıkta fark etme”nin mümkün olmadığını ekliyorsun. Edebiyat bu karanlığı aydınlatan şeylerden biri midir? Bizim “fark etmemize” katkısı olur mu edebiyatın? Yoksa edebiyat da o ıvır zıvır gerçeklerden biri midir sadece? Aysun Kara: Aslında her ikisi de olabilir. Edebiyat tabii kıyıda köşede kalanı, gözden kaçanı, önemsenmeyeni fark etmemizi sağlar. Ama yine de yaptığımız işe bunca anlam yüklemek de gereksiz belki. Aslında edebiyat da hayata tutunabilmek için icat ettiğimiz ıvır zıvırdan başka bir şey değil. kidonya15
HULKİ AKTUNÇ
“KEDİNİN DEDİĞİ” *“İnsanların olağan sesine alıştım ben. Sesimizi yükseltince, ya da boğunca, ya da ezince, ya da neyse o, şaşırıyorum ve dayanamıyorum. Ben sesimi işlevsel anlamda çıkarırım, ama sesimi kullanmam.” ““Dünya güzel. Serçeler kışkırtıcı. Bir akşamüstü, balkondaydım; üreme döneminde iyice kışkırtıcı oluyor erkek serçe; onu avlayabileceğimi sandım. Atladım. Boşluğa düştüm, dört kat aşağıya. ‘Patatesçinin Kızı’ ilk ve son yanlışını yapmıştı. Beton ile çimen arasına çakıldım. Yükseklik, kuyruk dengemi tam anlamıyla yaptıracak yükseklik değildi. Ağzımı vurdum. Kanadı. Sonra senin kaygılı yüzünü gördüm balkonda. ‘Sisip! Sisip! diye bağırdın. Beni görünce yok oldun. ‘Mov, mov, mov.’ Bahçeye deliler gibi indin. Bana sarıldın. Eve çıktık. Seni bağışlamıyorum. Beni ölümde gördün.” *“Küçük insanlara –çocuklar mı demeliydim?- dayanamıyorum bazen. İnsan küçük olmamalı. Egemen olduğumuz alan içinde güçsüzlüğe, şımarıklığa tahammülüm yok. Çocukluğu, o benim çocukluğum olmadıkça ya da benim çocuğumun, eniğimin enikliği olmadıkça sevmiyorum.” *“İznik’te gebe kaldım. Erkek, Yakışıklı bir sarmandı. Sarı tekir. Birkaç aday arasından onu beğenmiştim. İki rahmimden birisi tıkalıydı. İznikli’nin beni sevmesine izin verirken ölmeyi de düşünüyordum. Bir gece, sancılar içinde, senin koynuna girdim. Doğuramamaya dayanamıyordum. Sabaha karşı uyandın. Üzerindeki kanı gördün. Kan, senindir sanıp korktun. Sonra alıp götürdünüz beni; karnımı yardılar ve Yoda doğdu. Ben ölceğime, o doğdu.” Fotoğraf: Suat Şerifeken
Her ölümle kendimize mi üzülürüz aslında? Sıranın bize gelmekte olduğunu düşünüp kaygılanmak değil söylediğim, yaşamdan çekilenin bizden de bir şeyleri alıp götürmesi… Çocukluğu parça parça uçup giderken kayıtsız kalabilir mi insan? Bir daha o dost yüzü göremeyeceğiniz için üzülürsünüz, sofrasına oturamayacağınız, kadeh tokuşturamayacağınız, sohbetinden yararlanamayacağınız için üzülürsünüz ama belki de asıl üzüntünüz, yaşamınızın tanıklarından birini kaybetmiş olmayadır. Son birkaç yıldır rahatsızdı Ahmet Yorulmaz. Geçen yaz benim de yatalak hastam vardı. Ayvalık’taydım ama Ayvalık’ta gibi değildim; dört duvar arasındaydım. Zaten benim Ahmet Ağabeyim, hasta yatağındaki Ahmet Yorulmaz değildi ki... Geylan Kitabevindeki Ahmet Amca’ydı ilk. İlk ve en çok. Amcamla yaşıttı ama amcamın istese de sağlayamayacağı yararları sağlamıştı bana. Benim için kitaplar seçip ayırmıştı. Ödemeyi, benim talebime gerek kalmadan, paramın olacağı tarihe ertelemişti. Çocukluğumun şenliği, güzelliğiydi. Ahmet Ağabey’le birlikte o şenlik, o güzellik silindi mi yaşamımdan? Yoksa Ahmet Ağabey artık çocukluktaki şenliğin, güzelliğin yapı taşlarından biri olarak unutulmazlığa mı yükseldi? Bence ikincisi… Bence ikincisi…
Feyza Hepçilingirler
*“Yoda... Tarçın kokulu kız. Ben öyle güzel kokmadım hiç. Babası, bizim Mısır’dan (Afrika’dan) dünyaya çıktığımız yolların en güzel durağında, Nikaea’da İznik’te kalmış soydandı. Kokusunu korumuş ve kızıma aktarmıştı.” *“Bir gün, işyerinde bir fotoğraf gördün. Butterfly, Newyork’ta yaşayan bir kediydi ve benim aynımdı. Yarı beyaz, yarı tekir. Şaşırdın. Seni şaşırtmaya bayılıyoruz.” *“Patatesçinin Kızı, senin evine geldiği ilk gece ne yapacağını şaşırmıştı. –Pis kalem!- Balkonda bana ayrılmış yer, hani kakalık demek istiyorum, beceriksizce düzenlenmiş olsa da, iyiydi. Ama salon ile balkon arasında, lanet bir perde vardı ve yaz esintisiyle savrulup duruyordu. Ondan korktum, balkona çıkamadım ve senin izmaritlerle dolu küllüğüne işedim.” *“Tüylerime gömülmüş pireler vardı. Beni korkunç bir şampuanla yıkadın. Suyu sevmiyorum. Ellerini tırmaladım, ellerini paramparça ettim. Sonra, yaladım onları. Pireler defolup gitmişti. Ben seninleydim.” *“Sağ gözüm kör olmak üzereydi. Körlüğü apaçık duyumsuyordum; ama senin bunu engellemek isteyişine katlanamıyordum. Sense, bana hiç aldırmıyor, ne güçlü olduğunu gösteriyordun; en bela tırmalayan arka bacaklarımı ustalıkla tutuyor, gözkapaklarımı aralıyor, göz damlasını damlatıyordun. Sağ gözüm kurtuldu. Sen ellerin yaralı dolaştın aylar boyu. Benim kucağına oturmakla yetindiğimi sanma. Sanma. Bütün gerilimimizi yok ettim görmek uğruna.” *“Sonra senin görme sorunların başladı. Bunu ‘Küçük Göçler’ adlı şiirinde anlatıyorsun. Doktor seni yanıltmıştı. Ben seni yanıltmadım. Ben gözü yanıltamam.” *“Tarçın kokulu Yoda eve geldiğinde şaşkındım ben. Yaralıydım. İlk günden beri güzel kokmuyordum. Yoda, öldü ölecekti. İkimiz de kediydik. Sen ve ben. Ben ve Yoda. İkimiz de yaşadık.”
kidonya
Kültür - Sanat Dergisi 2014 - Sayı: 6 Ücretsizdir kidonyadergi@gmail.com
Yayın Danışmanları Gültekin Emre, Turgut Baygın