Kidonya 3. sayı

Page 1

A kYi dV oAn Ly aI K sayı: 3 kasım aralık 2013

k ü l t ü r

s a n a t

d e r g i s i

Desen: Arif Buz

AYVALIK’I ANLATMAK Cunda, ne zaman üzgün değildi ki? Güzel kokulu Ada’nın güzü, belki daha yakındır ağıtlara. Şiir üzülür elbette gidenlere, gidenlerin bıraktığı boşluklara. “Zeytin arasına saklanan bir avuç acı çekirdeğin anısını bilse bilse yine şiir bilir” ne de olsa. Turgut Baygın bunu dedi ya, şiir martı oldu da dolanıp durdu Ayvalık’ın ve Cunda’nın göğünde. Karşıda bir kadın vardı çünkü; adı Eleni’ydi. Şiirdi; gurbetin şiiri. Kopardılar onu Cunda’dan. Şiirin gücü onu geri getirmeye yetmedi. Gözyaşlarıyla ıslanan imgeleri de o kadın göremedi. “Evi, bahçesi, sokağı, sevdası, yolculuğu; yokluğu...” bin film karesidir Eleni’nin. Şiir gitse ve karşıdan bize o kadının düşünü getirse... Kapıyı, pencereyi açık bıraksak... gidenler gelir mi? Kilidi sustursak. Anahtarı döndürmesek. Çıkagelir mi ölüler, bizi bırakıp gidenler? Şiir gitse uzaklara, Eleni’yi bulur mu? Yaşıyor mudur sevdasıyla, Eleni, “hayattan iki şiir dizesi alacağı” olduğunu biliyor mudur? Bırakıp gittiği kasabada hiçbir değişiklik olmadığını duysa, sevinir mi? Oysa dünya değişiyor, bırakıp gittiği kasaba, sokağı, komşuları mı değişmeyecek? Evinin, sokağının, zeytinin, poyrazın, narla incirin selamını götürse şiir, Eleni geri gelir mi? Yeni komşularını merak eder mi? “Zeytinleri gençtir, inciri biraz yaşlı” bu kasabanın. “Bir zeytin yaprağı gibi git, şiir.” “Bir papalinanın ağzı gibi git, şiir.” Çalkantılı bir deniz olarak yeniden doğup gel. Grek ağzıyla konuş, unutulmaz iki dize söyle. “Bir avuç zeytin çekirdeğinin, dünyanın en kalabalık ağrısı olduğunu” söyle bize. “Üzerimizde bu yalnızlıkla ölmeyelim” biz de. Turgut’un “Şiir Ayvalık’ta”nın açılış konuşması beni alıp nerelere götürdü. * Mitos Diyarında Çağdaş Bir Kültür Odağı: Ayvalık’tan Bir Masterclass Öyküsü (2008) kitabını bulmak hiç de kolay olmadı. Unutulmuş bir kitap mıdır bilmiyorum ama benim için çok yeni. (Efnan olmasaydı haberim olmayacaktı.) Filiz Ali’nin kurduğu Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin On Yılı’nı ele alan bu kitapta kasabanın geçmişine ilişkin ne çok anı, belge, fotoğraf var! 1998-2008 yılları arasını kapsayan kitabın ana gövdesine Enis Batur’un Filiz Ali’yle yaptığı söyleşi ağmış. Aralarda anılar, gözlemler... Daha çok müziğe yansıyan Ayvalık ya da Ayvalık’taki müzik ve müzisyenler ele alınmış ama Ayvalık yaşamından kesitler de göze çarpıyor anılarda. İlhan Usmanbaş, “Ayvalık’ta çalma söyleme dönemi olduğunu çok iyi” anımsıyor. “Sakin gecelerde genelde şarkılar, gazeller duyulur”muş. “Demek ki göç eden Ayvalık yerlilerinin müziğe aşina olduğu görülüyor”muş. “1940’lı yıllarda

Ayvalık’ın Şehir Kulübü’nde ya da Tenis Kulübü’nde kendi kendine çalmayı öğrendiği akordeon ve piyanosundan yayılan nağmelerle Ayvalık’lı seçkinleri büyüleyen Kâmuran Gündemir”miş. Ömer Madra, “Cumhuriyet öncesi Ayvalık çok önemli bir ticaret limanı” diyor anılarının bir yerinde. “Mimari ve altyapıya bakıldığı zaman da çok gelişmiş bir kent olduğu görülüyor”muş. “Cumhuriyet baloları büyük şehirlerde nasıl düzenleniyor kutlanıyorsa aynı şekilde kutlanır”mış Ayvalık’ta da. “Ayvalık’la Cunda arasında sosyal doku farklılığı”na da değiniyor Ömer Madra: Bunun nedeni de “Cunda’da Girit”, “Ayvalık’ta ise “Midilli” “mübadili” oluşuymuş. Orhan Peker, “Ayvalık’ta Bir Yaz Akademisi”nin kurulmasını çok istemiş. “Plâstik sanatlar, musikî, mimarî”yle başlayıp “fotoğraf, sinema, grafik, seramik” de yer alsın istenmiş bu akademide. Ama gerçekleştirilememiş bu güzel düş. Filiz Ali, “rüzgârlar memleketi” sayıyor Ayvalık’ı. “Ayvalık’ın o meşhur rüzgârları ne zaman başlasa, bu binlerce yıldır esen rüzgâr” diyor. “Kaz Dağları’ndan kopup gelir, uzaktan görürsünüz”. Ayvalık’ta “Doğanın çok farklı renkleri var... Günün her saatinde denizin renginin değiştiğini görüyorsunuz...” Şahin Alpay da aynı kanıda: “Ayvalık, Türkiye’nin müstesna köşelerinden biridir” dedikten sonra, “Bunun ilk akla gelen nedeni, kuşkusuz, Ayvalık’ın olağanüstü güzellikteki doğasıdır” diyerek sözünü sürdürüyor: “Dantel gibi işlenmiş kıyıları, sizi her rüzgâra göre koruyacak adalarla dolu arşipelagosu, doyum olmaz denizi, zeytin ve çam ağaçlarıyla kaplı tepeleri ile Ayvalık, gerçekten eşi bulunmaz bir doğaya sahiptir.” “ ‘Eski’ Ayvalık’ın Ayvalık’ın nasılsa korunabilmiş, bugünlerde restore edilmekte olan evleri; bir kısmı camiye çevrilmiş katedraller; bir kısmı tamamen yıkılmış, bir kısmı maalesef yıkılmaya terkedilmiş irili ufaklı kilise ve manastırlar, Ayvalık’ın yakın geçmişindeki Osmanlı Rum tarih ve kültürünün izleridir.” Bir yerlerden, günbatımın tüm renklerine sarınmış, keman, akardeon sesi geliyor. Filiz Ali’nin öğrencileri bir konsere hazırlanıyor. * Enis Batur, Rakım Sıfır’da (2012) “Yıkıntılar” üzerine kuruyor Cunda yapıları ve mübadele konusundaki düşüncelerinin gövdesini. “CUNDA, bir yarı(m)ada’dan (peş peşe ziyaret defterleri)” oluşturuyor ve uzunca bir liste çıkarıyor metni için. “Bu notları” 2006’da “gezmen mevsimi açılmadan bir ay kadar önce, kıyı kahvelerinden birinde defterine” düşüyor. Sonra da zihninde “biçim almaya çalışan bir metnin çatı taslağı”na çalışıyor. Enis, “Cunda’da, Ayvalık’ın köşesinde bucağında” başka yerlere göçmüş zamanın, yaralı mekânların, izleri silinmiş insanların... peşine düşüyor yıpranmış pek çok haritayı da yanına alarak. Ayvalık, anlatmakla bitecek gibi değil.

Gültekin Emre


HAYDAR ERGÜLEN

ARİFE KALENDER

SALİH’İN ÇAKISI

KARACA AKŞAMLAR

Nilgün, Mehmet, Seyhan ve Salih’e

“Sen karga mısın?” dedi bana leş martısı, “ne o” dedim ona “sen hep çatılarda sanki yoksul bir köpek, kılık değiştirmiş de uçamıyormuş gibi ödünç kanatlarıyla…” “Senin gibi” dedi bana “kalakaldım buralarda…” Karga olma vaktim gelmiş belli ki kaldım buralarda ödünç başıma balkondan bakarken uzak Marmara’ya bu şiiri kaptım martının şom ağzından: Nilgün’dü dedim ilk işaret fişeği, dündü, ondan beri katlanamam şu havaifişeklerin bir şehrayin gibi gözlerimizle alkışlanmasına ve zırt diye Seyhan o kıranta gülüşüyle, “Hayrola moruk pek gamlısın bugün” dedi de diyemedim, “Oğlum bak Salih de…” Var mıydı varmış mıdır yolda mıdır daha nerdedir kim bilir kendinden, “Burda” dedi “dün geldi Mehmet’in yanına, ziyaretime gelecekler birazdan” İdil de “Emirgan tayfası gitti kalmadı” demişti sabah “Boğaziçi artık şen gönüller yatağı değil” miş bakıp durdum öylece nerdeydi acaba Salih’in çakısı? Seyhan, İdil, ben, Salih’e gittiydik bir gece bir çakı verdiydi Salih, şiire gölgesi yoksa imgesi miydi hançer olarak düşen, işte oradan yürüdü geldi uyaklı uyaksız bir anılar yolculuğu olarak geçen bu şiir. Çakı gibi adam sayılmazdı Salih, biz de, ama çakardı her şeyi, aslında çoktan çakmıştı demeli, başka da hiçbir şey demeden bu gri gökyüzünü bitirmeli…

gecenin sazını çalıyordu uzun kirpiklerinin her biri kırbaç gözlerindeki pınar sularını çırpıp duruyor sazın püskülü karanlığa içdeniz dalgalanıyor o kader diyor, biz yazıyı açıyoruz sırtımıza binmiş günlerin ağırlığı hepsi yalan şimdi, devrim bile bir tarihte bir yerde bir şey yitirmişiz yollara bırakarak bakışlarımızı dönerek geriye aradığımızı bilmiyor sahneye fırlıyorum ansızın mikrofona yirmili yaşlardan bir şarkı kahraman eskilerini kim alır üstelik sınıfta kalmış sesimin tınısı defterden siliniyor aşk tüm zamanların yenisidir karaca, akşamın yakışığı, haydi söyle! “bir ay doğar ilk akşamdan geceden” uzun kirpiklerini sevda pınarında yıkayan tanır ayrılığı ah! dağların ardı dağların ardı eski bir duvar ustasıdır annesi beni tanımaz ördüğü karanlığı giyiniyor çocuğum ileri gitme! Ali’yi vurdular ölüm inliyor

26 Şubat 2013

Nilgün(Marmara), Seyhan(Erözçelik), Mehmet(Günsur), Salih(Ecer)

Desen: Arif Buz kidonya2


MİNE SÖĞÜT

SIRADAN BİR OTOBÜS YOLCULUĞU Belediye otobüsünde karşılıklı oturuyoruz. İkimiz de başımızı cama doğru çevirmiş, dışarıya bakıyoruz. Trafik sıkışık. Fakir bir mahalleden geçiyoruz. Yarı ahşap yarı beton iki katlı bir evin önündeyiz. Evin çatısı yıkık. Üst katı metruk. Alt katta, pencerelerden biri kırılmış, yerine tahtalara gerilmiş bir naylon çakılmış. Öteki pencere kapalı. Ardında aralık bir tül. Ardında yaşlı bir kadın. Ardında 80 küsur yıl. Ardında… Belediye otobüsünde karşılıklı oturuyoruz. İkimiz de gözümüzü dikmiş, yaşlı kadına bakıyoruz. O, uzaklardaki bir köyde tek başına yaşayan ninesini düşünüyor. 92 yaşında, iki gözü de kör. Bir kedisi bir de köpeği var. Küçük gelinleri her gün ona yemek götürüyorlar. Çamaşırını hâlâ kendisi yıkıyor. Ve bazen günlerce gözünü kırpmadan yatağında sırtüstü yatıyor. Ölü gibi. Gelinler ara ara endişeleniyorlar. “Nine... Nine...” diye omzunu dürtüyor cesur olan. Öbürü eşikte duruyor. Gözü kapalı. Nefesini tutuyor. “Daha burdayım” diyor yaşlı kadın. Gelinler ürperiyor. Ben kendi anneannemi düşünüyorum. Hayatındaki sırları merak ediyorum. Kendi hayatımdaki sırları merak ediyorum. Varsıllıktan yoksulluğa düşerken gördüğü rüyaları merak ediyorum. Yatak odasındaki büyük ceviz dolabın aynalı ağır kapağının her açılışında içinden dışarıya taşan o muhteşem ahşap kokusunu o da duyar mıydı, onu merak ediyorum. Benim gerçeğimi alıp mezara gitti. Gerçek de o mezarda onunla birlikte çürüdü mü, merak ediyorum. Bana hâlâ kızgın mı. Merak ediyorum. Trafik ilerlemiyor. Yaşlı kadın pencerenin ardından dışarı bakıyor. Biz hâlâ ona bakıyoruz. Bakışları pencereyi, sokağı, otobüsü, bizi aşıp kim bilir nerelere gidiyor. Seziyorum, “Kimsesizler mezarlığına gömecekler beni” diye iç geçiriyor. Acısını içimizden geçiriyor. Kimsesiz olmak... nasıl bir şey? Oysa ölünce, torunları tabutunu otobüse yükleyip, köye götürecekler. Onu köy mezarlığına gömecekler. Kuru duvarın yanına derin bir çukur açacaklar. Tüy gibi bedenini usulca içine bırakacaklar. Kadınlar evde helva kavururken erkekler üzerine toprak atacaklar. O kimsesiz değil. Sadece kimse onu sevmiyor sanıyor. Sevilip sevilmediğini bilememek... kimsesizlikten daha çok can acıtıyor. Otobüste karşılıklı oturuyoruz ve kendi hayatlarımızı düşünüyoruz. Ayrı yerlerden gelip aynı yere gidiyoruz. O, “Ninem kadar yaşar mıyım ben de acaba”, diye düşünüyor. Ben, “Anneannem yaşasaydı, bir gün bana her şeyi anlatır mıydı”, diye düşünüyorum. Yoksulluğu düşünüyorum. Yoksullar her şeye daha dayanıklı olurlar. Acıya, soğuğa, haksızlığa... terke. Az sonra ikimiz de çarşı durağında ineceğiz. O, ninesinin eve her girişinde ve çıkışında, her oturup kalkışında ve her başı sıkışışında yaptığı gibi, adımını otobüsün basamaklarından yere atarken, gözlerini bir an kapayacak, derin bir nefes alacak ve “Euzü billahi mineşşeytanirracim”

diyecek, “Bismillahirrahmanirrahim”... Benim gözlerimde anneannemin kısık bakışları, dudaklarımda yine onun müstehzi gülümseyişi, derin bir nefes alacağım, tıpkı onun aldığı gibi ve şoföre “iyi günler” diyeceğim... Otobüs yürüme hızından daha yavaş ilerliyor. O yıkık evdeki yaşlı kadın geride kaldı. Şu anda ikimiz de gözlerimizi pencereden ayırmış, dizlerimize bakıyoruz. Birbirine bitişik duran dizlerimize. Benim dizlerimi mavi kot bir etek örtüyor. Onun dizlerini hardal rengi bir pardösü. O ellerinin parmaklarını kelepçe gibi birbirine geçirip dizlerinin üzerine bırakmış. Elleri... Muhtemelen çamaşır suyu kokan elleri... Ben kollarımı göğsümde kavuşturmuş, ellerimle dirseklerimi kavramışım. Ellerim... İşaret parmaklarında nasır olan ellerim... İkimiz de, belli, çocuklar doğurmuşuz. O gözleri kapalı sevişmiş. Ben açık. O çocukları hep erkek doğunca sevinmiş. Ben ölü doğunca... paramparça... Otobüs aniden fren yapıyor. O hazırlıksız. Oturduğu yerden öne doğru fırlıyor. Ben kaskatıyım. Omuzlarımı geri itip kendimi sağlama alıyorum. Üzerime doğru geliyor. Kollarını uzatıp, düşmemek için benim dizlerime tutunuyor. Ben de o düşmesin diye ellerimi uzatıp omuzlarından tutuyorum. İkimiz de gülüyoruz. Onun altın kaplama bir dişi var. Benim diş etlerim yaralı. Otobüs tekrar hareket ediyor. İkimiz de arkamıza yaslanıyoruz. Ani bir fren daha yaparsa diye ayaklarımızı bu kez yere daha sağlam basıyoruz. “Nerelisin” diye soruyor. “Buralıyım” diyorum, inanmayacağını bile bile. “Yok” diyor “Aslen nerelisin?” “Beş altı nesil buralıyım” diyorum gözlerinin içine baka baka, “Öncesini bilmiyorum.” Başını geri atıp inanmaz inanmaz bakıyor. “Hadi bakalım öyle olsun” der gibi. “Biz” diyor “Bitlisliyiz.” Sonra bekliyor. Soru sormamı bekliyor. Ama sormuyorum. Şehirlilere has yapay bir gülümsemeyle konuşmayı orada kesiyorum. Küsüyor. Anneannem aslında benim anneannem değil, desem. Ben nereli olduğumu bilmiyorum, desem. Annemle babam, çocukları olmayınca beni yetiştirme yurdundan evlat edinmişler desem. Beni kendi kızları gibi yetiştirmişler desem. Gerçek annemin kim olduğunu hiç öğrenmek istememişler desem. Sonra bir gün biri anneannemi aramış, ona benimle ilgili bir şeyler anlatmış, desem. Anneannem o birinin anlattıklarını dinlemiş, dinlemiş, dinlemiş.... “Bir daha burayı aramayın” deyip, telefonu kapatmış desem. Ben o an yanındaymışım desem. Yedi yaşımdaymışım. Desem. Diş etlerimde yaralar ilk kez o an çıkmış. Desem. Bir daha da hiç geçmemiş. Desem. Telefonda söylenen her şeyi duydum. Desem. Mavi camdan kül tablasını anneannemin kafasına fırlattım. Desem. Öldü. Desem. Sonra otobüs çarşı durağında dursa. İkimiz de aynı durakta insek. O Bitlis’e dönse. Ben bir çöp kutusunun dibine kıvrılıp uyusam. Sanki bebekmişim... Sanki... Az önce... yoksul ve küçük bir kadın tarafından... terk edilmişim... gibi. Derin derin uyusam. Otobüs çarşı durağında durdu. O indi. Ben yerimden kıpırdamadım. Ben yerimden hiç kıpırdamadım. kidonya 3


EFNAN DERVİŞOĞLU HUZUR KASABASINDA “KIRIK BİR AŞK HİKÂYESİ” Özgün senaryosunu Selim İleri’nin yazdığı Kırık Bir Aşk Hikâyesi’ni ilkin ne zaman izlediğimi hatırlamıyorum; ama “film öyküsü”ne kavuşmam, 14 Ağustos 2003 tarihine rastlar. Kuşadası’nda, “Nazilli Pazarı” diye anılan bir pazar yerinde bulmuştum onu. Ferit Edgü’nün adasından, Ada Yayınları’ndan çıkan kitaba, günün tarihini yazmışım. “MÜDÜR: Bizim buralar güzeldir. Açıklık, deniz… Zamanla seveceksiniz.” (İleri, 1983:15) Zeytinlikler, dar sokaklar, rıhtım, denize karşı evler, kıyıya çekilmiş kayıklar… Filmin Kuzey Ege’de bir yerde çekildiğini anlamamız güç olmaz; zaten Fuat da (Kadir İnanır) 10 AZ 430 plakalı otomobiliyle dolaşmaktadır, yüzünde hikâyeden de kırık bir gülümsemeyle. Filmde Ayvalık’ın adı hiç geçmez; ama çekim için seçilen ve “bizim buralar” denilen yer Ayvalık’tır.

Kırık Bir Aşk Hikâyesi, Selim İleri’nin çok sayıdaki senaryosundan biridir; hatta “en sevdiğidir” demek, yanlış olmaz kanımca. “Sinemayı ilk kez bütün kalbimle sevdim” (İleri, 1996:178) diyen yazar, çekimler süresince ekiple birlikte Ayvalık’tadır; o günleri hep güzel duygularla anacak, anılarına aktaracaktır: “Her şey rüyayı andırıyordu. Ayvalık’ta yaz sonunu ve güz ortasını birarada yaşıyorduk. Geriye yalnız sonbahar kalacaktı. Âdeta çocuklaşmıştım. Bir on yıl kalkmıştı üstümden.” (İleri, 1996:177) 1981’de çekilir film. İleri, yirmi yılı aşkın bir süre sonra, Anılar; ıssız ve yağmurlu’nun bir yerinde şunu söyler: “Harikulade bir sonbahardı, Ayvalık sonbaharın bütün renklerine bürünmüştü ve yazdan hâlâ izler taşıyordu. Sevimli bir pansiyonda kalıyorduk. Hayatımın en mutlu zaman dilimlerinden biriydi. Senaryomun hayata geçişiydi, peliküle geçişi, yaşaması, canlanmasıydı ve ben buna tanıklık ediyordum. Ömer Kavur’un mesafeli yaklaşımıyla senaryodaki aşırı duygusallık da frenlenmişti.” (İleri, 2002:157)

Ayvalık güzünden kalan 1982 Antalya Film Şenliği’nde beş ödül birden kazanır Kırık Bir Aşk Hikâyesi. En iyi üçüncü film, en iyi yönetmen, Ömer Kavur; en iyi görüntü yönetmeni, Salih Dikişçi; en iyi müzik, Cahit Berkay; en iyi yardımcı erkek oyuncu, Orhan Çağman seçilir. (Scognamillo, 2010:342) Filmin oyuncu kadrosunda ise şu isimler yer alır: Fuat: Kadir İnanır, Aysel: Hümeyra, Bedri: Kâmuran Usluer, Neclâ: Neriman Köksal, Yavuz: Halil Ergün, Fitnat: Güler Ökten, Belgin: Özlem Onursal, Recep: Orhan Çağman, Zehra: Nezihe Becerikli, Leman: Reha Kıral, Feride: Madelet Tibet, Nevin: Leylâ Altın, Mehmet: Orhan Aykanat, İffet: Gülşen Girginkoç, Ayşe: Gülnur Akay, Meczup: Mehmet Esen, Müdür: Erol Özkök, Şadiye: Ferda Ferdağ, Ali: Osman Çağlar. (İleri, 1983:5) Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi’nde Kavur’un filmdeki yönetmenliğini şöyle değerlendirir: “… bir kasaba ortamına yerleştirilmiş bir aşk öyküsünü mutsuz ve kaçınılmaz bir sonuca vararak anlatmış; gerek kasaba atmosferini gerekse bu kasabada yaşayan kişileri hiçbir abartıya kaçmaksızın, hatta bir parça mesafeli bir bakış açısıyla yansıtmıştır.” (Scognamillo, 2010:342-343) Mutsuzluk yalnızca aşkın kahramanlarına özgü bir hal değildir, filmde. Farkında olsun ya da olmasınlar, filmdeki herkes mutsuzdur aslında. Sanayileşip zenginleşen kasabada her şey “gerektiği gibi” yürümektedir; öncelikli amaç, düzenin korunması ve sürdürülmesidir. Evlilik kararlarına, karı-koca ilişkilerine, kabul günlerine de yansır bu. Aysel, zengin bir adam olan Recep Bey’in kızı Belgin nişanlanmak üzereyken, edebiyat öğretmeni olarak kasabaya tayin edilir; hatta ısrar üzerine nişan törenine katılır. Recep Bey, damadı Fuat’a üç yıllık kredi açmıştır; Fuat da zeytinlikten elde ettiği yağın tamamını Recep Bey’in fabrikasına vermektedir; özellikle Fuat’ın ablası Fitnat, bu evlilik için can atmaktadır; Recep Bey’in düşüncesi ise ayık gezmeyen oğlu Yavuz yerine Fuat’la işlerini ilerletmektir, kızının da bu evlilik meselesinden pek hoşnut olmadığını önemsemez hiç. Fuat’la Belgin’in zoraki nişanlılıkları sürerken Fuat’ın Aysel’e gönlünü kaptırması gecikmez, Aysel de buna kayıtsız kalamaz; çünkü o da Fuat’ı sevmektedir. Yetenekli ve entelektüel bir resim öğretmeni olan Bedri’nin denize açılıp intihar etmesi sonrasında daha da yakınlaşırlar. Gizli olarak sürdürdükleri ilişkileri bir süre sonra açığa çıksa da örtmeye çalışmazlar bunu; hatta Fuat, Oğuz Demiralp’in deyişiyle “heroik bir tavırla sevgilisini faytona bindirip kentin bütün sokaklarında dolaştırır. Kendi kentine karşı aykırı aşkını ilan eder. Kendi kentine kafa tutar.” (Demiralp, 2009:39) Giovanni Scognamillo’nun vurguladığı “mutsuz ve kaçınılmaz” son değiştirilemez ama. Fuat’ın ve Belgin’in yakınları, evliliklerini istemektedir ve bunun için her şeyi yaparlar. Kurulu düzen işleyecek, çark dönecektir. Recep Bey’in köşkünde konuklar ağırlanacak, Fuat’ın ailesi feraha kavuşacaktır. “Bütün aşklar üç gün sürer” (İleri, 1983:86) hem, Recep Bey böyle söyler. Aysel başka bir yere atanır, gider; Fuat da nişanlısına döner. kidonya

4


Hep benimle kalacak… Kırık Bir Aşk Hikâyesi, unutulmayan sahnelerle yüklüdür; bende en çok iz bırakanıysa, Aysel’in oturacağı evle ilişkilidir: Şadiye Hanım’dan boşalan evi görmesi için Aysel’i “eski mahalle”ye götüren okul müdürü, ev sahibi İffet Hanım’la tanıştırır onu. Merdivenden çıkarak üst kata gelen Aysel, salondaki sarmaşığa su verirken bulur Şadiye öğretmeni. Zaten bir o sarmaşık bir de pencerelerde asılı duran perdeler kalmıştır evde. Ayaküstü, duygulu bir konuşma geçer aralarında. Şadiye Hanım 23 yıl çalışmıştır lisede, emekli olmuştur ve memleketine gidecektir. Aysel, uğurlamak için davransa da buna engel olur, onu o odada hatırlamak istediğini söyler. Sözünü ettiğim sahne de bundan sonra gelir işte.

“Eski zaman evleriyle dolu sokaklardan geçtim. Dilerseniz, o evlerin birinin önünde durun, gözlerinizle sevip okşayın onu.” (Tarık Dursun K., 2007:71) Tarık Dursun K., Kokulu Kentler’inin Ayvalık’a ayırdığı sayfalarında böyle demiştir ya usta bir ressamın elinden çıkmış da sonra canlanıvermiş bir sokağı seyrederken buluruz kendimizi. Doyumsuz bir sokaktır bu; hüzünlü, buruk… Filmi son izleyişimde boğazımın düğümlendiğini, sokağa sarılıp geçmişin tozlarını ciğerime çekmek istediğimi söylemeliyim. O sokak, iyi yazılmış bir romanda ne güzel tasvir edilirdi, kim bilir?.. Ama filmde de kusursuz işlenmiş ve görevini hakkıyla yerine getirmiştir. Bunda, gidenin arkasından su dökme âdetimizin de payı vardır, kuşkusuz: Odada yalnız kalan Aysel pencereye yönelir, perdeyi aralayarak aşağıya bakar. Aysel’in bakış açısıyla sokağı görürüz. Bir at arabası beklemektedir; Şadiye öğretmen İffet Hanım’la kucaklaşır, müdürle tokalaşır. İffet Hanım bir kova su boşaltır, çekim planı değişir. At arabası uzaklaşırken Şadiye Hanım da arkasından yürümektedir. Yerden yapılan çekimle bu “gitme”yi tam anlamıyla hissederiz. Her ikisi de köşeyi dönerek kaybolurlar. “Birçok filmimde ortak temalar vardır. Bazılarında yolculuk ortak temadır. Birçoğunda, hemen hemen hepsinde yalnızlık ortak temadır.” (Yeres, 2006:231) der Ömer Kavur, öyledir de. İçsel yolculuklarla kesişen yolculuklar, yalnızlıklar yansır izleyiciye.

Aysel yukarıda, yalnız kaldığı odanın penceresinden başka bir yalnız kadının gidişine bakmaktadır. İffet Hanım, gözlerinden akan şefkatiyle yapayalnızdır; aslında bir kiracı değil can yoldaşı bulmuştur kendince. Ayvalık’ın dar sokaklarından biri, fon olmanın ötesine geçerek duygunun yansıtılmasında başat rolü üstlenmiştir. “Filmde özellikle görüntüye yapılan vurgu neyin daha fazla önemsendiğini anlatma açısından kullanılan bir yoldur ve filmin hangi kavramları öne çıkaracağını belli eder.” (Toprak, 2011: 29) Seçil Toprak’ın ifade ettiği bu görüşün, Ömer Kavur sineması için ayrıca önem taşıdığını düşünüyorum. Kırık Bir Aşk Hikâyesi için de geçerli bu. Cunda Adası, çam ağaçları, varlığını hissettiren rüzgâr… Bütünüyle bir dekor olmaya elverişli bir yer olan Ayvalık, sokaklarıyla da birçok imkân sunar; dilini özgürleştirir filmin. Sokak çekimleriyle izleyiciye yansıyan görüntü; yol, yolculuk, yalnızlık temalarının izleyicideki çağrışımlarını besleyip durur. *** Çamlık Gazino Resteurant (son sözcüğün tabeladaki yazılışı böyledir, filmde) yerli yerinde hâlâ, Otel Ankara da öyle. İkisi de 32 yıl önceki nişan töreninden, AyselFuat buluşmasından yadigâr gibi. Yalnız adı değişmiş otelin, yenilenmiş; makyajını tazelemiş de öyle ağırlıyor konuklarını. Fuat “daha hızlı, daha hızlı” dedikçe, atlar hızlanıyordu; ana cadde tenhaydı, faytoncu şaşırmış mıydı? Aklıma Ece Ayhan gelmiş miydi? Gelmişti. Fayton Pera’dan geçmiş miydi? Ayvalık’tan geçmişti. Faytoncunun yüzünü görmedim. Kaynakça: DEMİRALP, Oğuz, Sinemasının Aynasında Türkiye, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2009. İLERİ, Selim, Anılar; ıssız ve yağmurlu (söyleşiyi gerçekleştiren: Handan Şenköken), Doğan Kitap, İstanbul 2002. İLERİ, Selim, Hatırlıyorum, İyi Şeyler Yayıncılık, İstanbul 1996. İLERİ, Selim, Kırık Bir Aşk Hikâyesi, Ada Yayınları, İstanbul 1983. K., Tarık Dursun, Kokulu Kentler, 2. Basım, Literatür Yayıncılık, İstanbul 2007. SCOGNAMILLO, Giovanni,Türk Sinema Tarihi, 3. Baskı, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2010. TOPRAK, Seçil, Selim İleri’de Sinema ve Edebiyat, MVT Yayıncılık, İstanbul 2011. YERES, Artun (Derleyen), 65 Yönetmenimizden Yerlilik, Ulusallık, Evrensellik Geriliminde Sinemamız, Donkişot Güncel Yayınlar, İstanbul 2006.

MEHMET ERTE RÜZGÂRDA Gözlerime kan çalan rüzgâr Yeşilin kırıldığı dağlar Gözlerimde kırılan Yeşile kan çalan Rüzgâr Ve dağlardan yeşil çalan Gözlerimden kan Rüzgâr Rüzgârda kırılan Yeşil 1994

kidonya5


GÜRGENÇ KORKMAZEL TANIŞMA Asansör alıp beşinci kata çıktık. Topuklu ayakkabısıyla ve ayak parmaklarıyla aynı renk olan kırmızı el çantasından anahtar destesini çıkarıp kapıyı açtı. İçeriye girdik. Mutfağa yürüdü. Takip ettim… Kocası!!! Takım elbiseli, kravatlı kocası mutfak masasında oturmuş kahve içiyordu. Evde olacağını bilmiyordum. Ne gerek vardı, neden kabul ettim ki eve gelme davetini. Tanıştırdı bizi. Ayağa kalkıp, sıcak bir şekilde elimi sıktı. Kahve yapmayı teklif etti içtenlikle. Olur, dedim. Gel terasa çıkalım, dedi. Kocasını mutfakta, ocağın başında bırakıp peşinden gittim. Avizeler, vazolar, masalar, aynalar, ikonlar, TV ve müzik seti, evdeki her şey büyük boydu. Tek bir çatlak yoktu duvarlarda. Biliyor mu?

sesle konuşuyorsun ki? Gitti mi? Gittiğini gördün. Görmedim, sadece kapının açılıp kapandığını duydum, ya hala evdeyse, saklanıyorsa. Abartma, alt tarafı masum bir tanışma. Ya üst tarafı? Ne? Boş ver… Beni rahatlatmak için olacak kucağıma oturdu. İşe yaramadı, daha da gerildim. Bir gözüm onda, diğeri terasa açılan kapıdaydı. Evini gördüm işte, gidelim artık, dedim. Karşı çıkmadı. Bahar başıydı daha, yine de öğlene doğru bastırıyordu sıcak. Arabasına doğru yürürken, daha önceki konuşmalarımızda on beş yaşında olduğunu söylediği kızıyla karşılaştık. Omuzunda çantası, okuldan dönüyordu. Kumral saçları, yüksek alnı, dolgun dudaklarıyla, tıpkı annesinin o yaşları. Tanıştırmadı bizi. Uzaktan, geldin mi, diye seslendi kızına. İkimizi yan yana görünce, babasının aksine şaşırdı, sersemledi kız, soru dolu, sorgulayan bakışlarla baktı suratıma.

METİN CENGİZ

Hayır Şüpheleniyor mu peki?

YURT

Hayır Nasıl bu kadar emin olabilirdi ki bundan. Bahçe genişliğindeki terasa çıktık. Devasa saksılar içinde neredeyse iki metre boyunda zeytin ağaçları vardı. Manzarayı gösterdi, ama ben manzara seyredecek durumda değildim. Şaşkındım. Bu duruma düştüğüme inanamıyordum. Tepside üç fincan kahveyle geldi kocası ve bizimle birlikte terastaki açılır-kapanır sandalyelere oturdu. Demek kocası buydu! Politikadan konuşmaya başladık. Kuzeydeki darkafalılıktan şikayet ettim ben, Ortodoks versiyonunun güneyde de hüküm sürdüğünden şikayet etti o. Anlaşma, hatta birleşme adına gerekenleri yapmayan, iktidardaki partileri; CTP ile AKEL’i eleştirdik. Sonuçta her iki partinin de kendi çıkarlarını toplumun çıkarlarından üstün tuttuğu konusunda uzlaştık. Kafa dengi birisiydi. Rahat değildim, nasıl rahat olabilirdim ki. O ikisiyse gayet rahat görünüyordu. Adrenalin sayesinde, her zamankinden çok daha hızlı çalışmaya başladı hayal gücümün motoru. Ya, bu bir tuzaksa, kahveme uyku ilacı koydularsa? Düşününce, beni uyutup da ne yapacaklardı? Kocasının evde olduğunu biliyorsa, o zaman neden getirmişti ki beni evine? Üçlü mü yapmayı planlıyorlardı yoksa? İlk defa, karısıyla yattığım bir adamla karşılıklı kahve içiyordum. Büyük bir rahatsızlık duyuyordum bundan. Ahlaktan çok, vicdan canavarı üstüme çullanmış parçalar koparıyordu içimden. Bundan sonra nasıl sevişebilirdim ki onunla? Hiç yasak bir ilişki yaşadın mı? veya tam olarak karımla ilişkin ne, diye sormasını bekliyordum her an. Sormadı, kahvesini bitirince, bana müsaade ofise gitmem gerek diyerek kalktı. Kapının açılıp kapandığını duydum. Gitti mi gerçekten, yoksa bizi gözetlemek için saklandı mı? Hala daha yan odadaymış gibi kısık sesle, evde olduğunu biliyor muydun? diye sordum. Hayır dedi, her gün saat 9 buçukta evden çıkar. Şimdi ne olacak? Ne olacak? Demek istediğim tanıştık, beni tanıyor. Tanısın, bir şey yapmaz. Hem neden kısık

Bir ağacın gölgesidir yurdum Binlerce dal yaprak korur beni Nurlar içinde kuşatılmış ruhum Dua eder gibi yakın Allah’a Yurdum sahnede ansızın bir cinnet* Kaleme inancını kaybetmiş kâğıt Yurdum geleceğe dair sorduğum soru ** Demek ki gelecek bana emanet Doğduğumdan beri dışında durdum Dünyanın sunduğu büyük şölenin Aynasında düşsel bir dünya kurdum İm içinde çırpınan bir garip cin Sanki tabanında paslı bir çivi Gibiyim yıpranmış bir iskarpinin Metin Cengiz bir ağaç geceleyin Devrim ve aşk ile düş açmış deyin Dipnotlar:

*Açsın sahnede ansızın bir cinnet Dirilsin erken ölen kardeşlerim Şimdi sıra bizde tanrım sen affet **Ben ki Göleli mazlum bir yoksul Anam söz emzirmiş bana küçükkenBir farkım yok şu dilsiz işçilerden-* Şiir efendi bense mazlum kul Bu dipnota ait dipnot -*“dilsiz işçiler”, makineler anlamında Marx’ın sözü. Marx, Kapital 1. cilt, s. 378, 31. dipnot, Sol Yayınları, altıncı baskı, çev. Alaattin Bilgi kidonya6


CÜNEYT AYRAL

SATILIK ŞİİR VAR ! Toprağı bol olsun, Vüs’at O. Bener ile uzun yıllar süren dostluğumuz sırasında, bir akşam rakı parasının azlığından dertlendiğimizde, ona bir edebiyat dergisi yayınlamanın iyi fikir olup olmadığını sormuştum. O da bana gel biz seninle tek yaprak bir şiir dergisi çıkartalım, akşamdan yazarız, sabaha teksir makinasında çoğaltırız, ertesi akşam da Kızılay Meydanı’na (Ankara) çıkıp “şiir vaaaar, şiiiiiir... Taze şiiir!” Diye satmaya başlarız, kazandığımızla da gider, rakı içeriz demişti. Vüs’at kara mizahın ustasıydı, yazmış olduğu pek çok kitabında bu anlayışının bol bol örneklerini bulmak mümkündür. Biraz da benim zorumla yazmış olduğu şiirlerini toparlayıp kitap yaptığını biliyorum. Ama öyle sanıyorum ki, onun da en az satan kitabı bu olmuştur. Şiir bizim geleneksel sanatımızdır.

en bilindik turist merkezindeki meydanının şairlere ayrılmış olduğunu hayretle gördüm. Hele hele, çadırların girişindeki o yazıyı görünce, iyice arttı şaşkınlığım, meydanın girişine yapılan geçici kapının üzerine “ŞİİR PAZARI” diye yazmamışlar mı! Paris’te her yıl St. Sulpice meydanında bir hafta süreyle “Şiir Pazarı” kuruluyor. Bu pazar kurulmadan önce, tüm basında haber yapılıyor, St Germain des Prés metro istasyonu şairler için ışıklı bir gösteriye ev sahipliği yapıyor ve şairler şiirlerini pazarlıyorlar. Bir yandan şiir meraklıları sevdikleri şairlerden hayatta olanları ile tanışabiliyorlar, onların imzalı kitaplarını satın alabiliyorlar ve onlarla sohbet edebiliyorlar, bir yandan, şairler kendilerine yeni yayın evleri bulabiliyorlar ve yayın evleri de ilgilendikleri şairleri bu pazar yerinde bulup konuşabiliyorlar. Şairlere her zaman olduğu gibi, ayrı bir özen ve saygı gösteriliyor burada. Ne garip değil mi? Paris, Eylül 2013

MEHMET MÜMTAZ TUZCU

CİNQUE CENTO MİLA BACİ Ağır göğüsleri, işlek ayaklarıyla Kelebeği oynuyor o akşam da Şahika Şiirlerinizden söz ettiler anfide Şaşırdım, inanamadım, sözüm kurudu sevinçten Okumamız…görmemiz…mümkün mü acaba? Neden olmasın diyen bir yüz çizdim akarken Yuvarlanışın hızı içinde. Nereye koşuyorduk o erken Karanlıkta , soyunmaya başlamış dutlara vura vura

Çağlar boyu, geriye baktığımızda şiirsiz geçmiş bir dakikamızın bile olmadığını görüyoruz. Ayrıca 14-18 yaş arasındaki tüm gençlerimiz şairdir bizim. İlk aşkın, ilk ayrılığı, ilk şiirin mısralarının doğumudur bizim yaşantımızda. 70’li yıllardan başlayarak, mapustaki ilk işkencesiz günler de mısraya dönüşmemiş midir? Gelin görün ki, Türkiye’de hiç satmayan kitap türü de şiir kitabıdır. Çünkü gerek şair, gerekse şiir yaşamımıza o denli hakimdir ki, onu göremeyecek kadar bizimle birlikte yaşamaktadır, o yüzden şairin şiirini satın almanın bir anlamı olmadığı gibi, şaire “özel” bir saygı duymanın hiç anlamı yoktur. Zaten hepimiz bir aralar şair olmuşuzdur, şair olmak öyle “önemli” bir iş değildir bizim için. Önemli olmadığı için değeri de pek yoktur. Yani bir yerde yazılmış, beğendiğimiz bir şiiri, internet ortamında rahatlıkla paylaşabiliriz, bunu şaire sormanın, izin almanın hiç bir anlamı ve gereği yoktur, çünkü şiire zaten telif ödenmediği gibi, şair kim oluyordur ki “telif” ten söz edecektir. İşte bu düşüncelerle yetişmiş, Atilla İlhan’dan ve İlhan Berk’ten “feyiz” almış, Vüs’at O. Bener’in rahle-i tedrisinde bulunmuş bir fakir şair olarak Paris sokaklarını dolaşırken, şehrin

Tanrım, nasıl soracağım, diyordu Şahika Şiirler tabii…şiirinizin kaynakları hakkında Çıkış noktanız ne, diye sorsam açıkça Yadsıma cinsinden, red türünden Bir şey mi acaba, diyebildim yalnızca Gergin körpeliğini köpürtüp eğlenerek Büyük bir insan sevgisi, bir sevme ülküsü Demiyorsunuz ya hocam, o dürüstlük yeter bana O türden yavanlıklar belli ki çok uzak sizden Kürsüde de sokakta da şairdiniz hep zaten Yazarlığınızı ben bu sabah öğrendim Bir ricam olacak, affedin ukalalıksa Hayranlık, tiksinti ya da her neyse başka O cevheri hin şavkına açmayın lütfen

Eylül 2013 kidonya7


YUNUS BEKİR YURDAKUL TAŞKAHVE’DE BİR GECE YARISI

Oooo! En güzel yere siz oturdunuz!” Gençten garson böyle seslendi bize; Ayvalık’ta, Cunda’da, Taşkahve’de, bir yaz gece yarısında; masaya yenice oturmuşken. Demek ki tam arkamızdaydı. Duyduğum yerden yanıtladım: “Ayırtmıştım burayı epey önceden; bu gece 23.15–24.00 arası için… Gelip de yerimizi boş bulmak ne güzel! Eksik olmayın.” “Aman efendim,” diyerek aldı sözü gençten garson yeniden, “biz teşekkür ederiz, sizi ağırlama fırsatımız doğduğu için…” Bir solukluk durduğu yerde gülümsedik. Sıcak ağustos günlerinin sonuna doğru, gün gece yarısına akarken, belki de on saatten çok zamandır ayakta/ koşup duran gençten bir garsondu yanı başımızda tam zamanında bitiveren. İşte böyle sıcak karşılanmıştık Taşkahve’de… Kahvenin, kışın kullanılan “kapalı” bölümü boştu; bahçede iğne atsak yere düşmez. Yan sokakta bir masa, dört kişilik, bize ayrılan; şaşılacak şey, yalnızca o boş! İlaç için deseniz, bir sandalye daha yok! Ah Ayvalık; şu güzelim Ege kıyısının başka türlü güzeli, şirini… Ve “efendiler”in, kimin nesiyse, Ali Bey ile tanış kılmaya uğraştığı, uğranmazsa Ayvalık gezisi eksik kalır, “inadına” Cunda… Ve Cunda’da Taşkahve… Ötesini yazın belleğinize: Tüm bu inceliklere yakışan bir garson; gençten, “ev sahibi”, arkadaş… Ben, “Ne güzel karşılandık yine!” limanına demir atmanın sevincini soluklarıma eklerken garsonun başka bir seslenişi aldı beni sessizliğimden: — Ne ikram edeceğiz size? Hep tadımı kaçıran o, “Ne alırsınız?” ezberi de yok garsonun… İşte, doğru yerde olmak bu! Geçmiş gün, kola istedi kızlar, Emek ve Aysel; eşimle ben kahve. Öykü sürüyor. Garson işi toparladı: — İki kola, bir orta, bir sade; bana müsaade… Sonraları başka yerlerde, başka garsonlardan da duyacağım (kimi zaman, “iki orta iki sade; haydi sana müsaade”yle duyuracağım) tekerlemeyle ilk karşılaşmamdı bu… Oturup da garson için bakınmaya niyetlendiğimizde/ yani tam zamanında yanı başımızda bittiği sıcaklıkla sohbeti aralayıp siparişlerimizin ardına düştü. Ve biz yeniden yuvarlanmışken o sıcaklığa, bir koşu ulaştırdı istediklerimizi. Sonrası Taşkahve’de kırk beş dakika… Vurdu saat gece yarısını; masanın bize ayrıldığı süre de doldu! Kalksak artık… İyi de garsonu koydunsa bul! Bahçeyi taradım şöyle bir göz ucuyla… Yok! Eh, ocağa varıp sormalı, gerekirse hesabı oraya vermeli… Taşkahve’nin boş salonunun ortalarında arkamda yetişti sesi: — Hesabı ödemeden kaçacaktın anlaşılan ama yakalandın… — Ee, ne yapalım, sağlık olsun; bir dahaki sefere yeniden deneriz. Şöyle bir baktı alıcı gözle yeniden. — Taksit yapmamı ister misin? Memura benziyorsun. Anlaşıldı, hesap ağır gelecek.

Yine on ikiyi bulan bir atış! “İyi olur…” dedim, içimden Orhan Veli’ye bir selam çakıp. İki taksit yeter miydi? Uygundu. Geçmiş gün; ilk taksit, o günün hesabıyla, iki bin dört yüz liraydı… Yazının burasında araya girdi eşim: “E, onca yıl geçti aradan; ikinci taksiti ödemedik ya! Hadi, şu güzelim güz günlerinde uzanalım Cunda’ya… Hem ara da epey açıldı.” Sahi, hâlâ orada mıdır bizim gençten garson? Belki de okur bu yazıyı, kimbilir!

PELİN ÖZER

DÜNYA İŞLERİ UZAĞINDA DÜNYANIN I.

Hayal boşlukları doldurmuş hayatını Dünya işleri uzağında dünyanın Uzağında kalabalık sokakların Görüyorsun görünenin ötesini Yabancısın telaşlı adımların savruluşuna Sadece aksamayan ritmi yüreklerin Bilinmez bir zamana demir atmış Sallanıyorsun salıncağında sözcüklerin Savrulan bulutlara takılmış sendeliyorsun Elin omzunda dile gelmez hayaletlerin II.

Hayal boşlukları doldurmuş hayatını Dünya işleri uzağında dünyanın Aşinasın adı konmamış gezegenlere Dilini çözmüşsün bütün gök dillerinin Bulutların seğirdiğini seziyor Taşların inleyişine kulak kesiliyorsun Sessizce kanat çırpıyorsun hayal dallarında Dengesi bozuluyor ışık saçmayan yıldızların Söz dinlemez bedenin ayak uydurmuş boşluğa Kulak veriyorsun senden doğmamış olanlara Dünya işleri uzağında dünyanın Devrilen dağların başucunda kıpırtısız Uyum içindesin en ilkel yanınla 16 Haziran-10 Ağustos 2013, Büyükada kidonya8


CÜNEYT AYRAL

ŞİİR ATI’NIN SÜVARİLERİNDEN BAHADIR BAYRIL’A ŞİİRE DEĞİN SORDUM... Halen reklamcılık yapmakta olan şair Bahadır Bayrıl’ın bu işi nasıl sürdürebildiğini bir türlü anlayabilmiş değilim, basmakalıp bir yanıtla beni geçiştirmemesi için de bu soruyu sormadım kendisine. Yani bilerek kaçtım bu sorudan. Çünkü 80’li yıllarda İstanbul’a geri dönmüş (Ankara’dan) ve Alinur Velidedeoğlu’nun o zamanlar sahibi olduğu Rajans Reklam’a, toprağı bol olsun Hüseyin Baş sayesinde metin yazarı olmuştum, daha sonra metin yazarlığında biraz deneyim sahibi olup Yeni Ajans’a geçmiştim, oradaki patronum rahmetli Demir Demirgil’di. Gayet uyumlu çalışıyorduk, taa ki bir gün gelip bana: “şu marka için öyle bir metin yaz ki Nazım’ın “trum trum trak tikitak” şiirindeki sesi anımsatsın” dedi. O anda içimden kalemi bırakıp çıkmak geldi, evliydim ve eve ekmek götürecektim. “Peşini beşbin beşbin peşin, peşin peşin beş bin peşin” metnini yazdım. Uzun zaman ekranda bu ve bir benzerini daha yazdığım iki reklam filimi geçti durdu. Her seyrettiğimde içimden birşeyler koyolduğunu hissediyordum. Zaten, bu metinleri yazıp, o filimleri gerçekleştirdikten sonra ajanstan ayrıldım. Şairin şiirle kavgasında başka metinlerin araya girmesinin ne zor olduğunu bilenlerden olduğum için Bahadır’ın reklamcılığa nasıl devm edebildiğine hep şaşırıyorum.

1) Şiire gerek var mıdır? Neden? — Şiir olmasa bir “dilin dehası”nı nasıl anlayacağız? Bugünün kapitalist veya post-kapitalist dünyasında, şiir ruhunu korumanın, bir zamanlar ve hâlâ “insan olduğunu” hatırlamanın en geçerli yolu. 2) Sık sık şairin iyisinin ölmüş olanı olduğunu "zikr" ediyorsun, yaşayan şairin zararı nedir? — Ayrıca benim “şiir iyidir, şairler hariç” diye bir atasözüm de vardır. Neyse. Yaşayan şair biraz da kımıl zararlısına benzer. Ekinlere yani kültüre zarar verir. Bu onun faaliyetinin doğal sonucudur. Ayrıca yaşarken şiire ve diğer şairlere de zarar verir. Bu durumu hemen kavrayan toplum önlemini almıştır. Şairleri yaşarken değil, öldüklerinde veya öldükten çok sonra sever. En çok sevilen şair “mezarından konuşan” şairdir toplum tarafından. Bu gerçeği bilerek konuşmaktan kimseye zarar gelmez. Yani topluma bugünün kimi şairleri gibi “beni seviniz”, “beni neden sevmiyonuz len” denmez. Dense de komik olmaktan başka bir işe yaramaz. Şair bunu bilecek, ona göre davranacak. 3) Şiir nedir? — İnsanın inşa ettiği dil aracılığıyla kâinat ile konuşması, diyaloğudur şiir. Yeryüzündeki tüm diller şiirden doğmuştur. Şiir bir dilin, bir toplumun zekâ ve ruhunun kristalleştiğinde neye benzeyebildiğini gösterir. Varlığın, varoluşun, dünyada-oluş’un kah kederli kah neşeli bir şarkısı... Kuğunun şarkısı gibi... 4) En beğendiğin ölmüş şair kimdir ve neden onu seversin? — Seyhan Erözçelik. 30 yıllık arkadaşımdı. Güzel içerdi, güzel şiir yazardı. 5) Genç şaire, şiire yeni başlayana önerilerin nedir? — Yaptıklarımı yap, dediklerimi ciddiye alma. Ayrıca 28 yaşını aşmış kimseye inanma!

Bahadır Bayrıl

Bahadır Bayrıl Türk edebiyatı için önemli olduğunu yadsıyamayacağımız Şiir Atı’nın da kurucularından ve süvarilerindendir. Yıllardır uzaklarda olduğum için şu anda derginin ne olduğunu bilmiyorum, ama ölümünden önce Seyhan Erözçelik’in her evine gittiğimde bana son sayının hazır olduğunu, herşeyin bilgisayara yüklendiğini söylediğini anımsıyorum, son sayı hep hazırdı, ama çıkmıyordu! Seyhan’ın bu son sayı gibi yapmak isteyip yapamadığı pek çok iş vardı edebiyat adına. Onunla, yani Bahadır’ın en sevdiği arkadaşı, en sevdiği şair ile yapılmış son televizyon programını akıl ettiğim ve onu kaydetmiş olduğum için hep sevinmişimdir. 1+4+5+3 = 13 İstanbul Bir Maceradır sergisini Topkapı Sarayı’nda açmıştık ve bu serginin maceralı afiş, katalog, davetiye vb tüm işlerini de Bahadır Bayrıl kuruş almadan yapmış, bir çabama ortak olmuştu. Madem ki sırası geldi, alenen sağ olsun deyip sorularıma geçiyorum...

Desen: Arif Buz kidonya9


EMRE DİRİM CENNETİN BİR BAŞKA TARAFI Türk tiyatrosunun unutulmaz oyuncularından Vasfi Rıza Zobu, “Tabiat güzelliği bakımından, her halde dünyada böyle nihayet birkaç şehir vardır” dediği Ayvalık’a 20 Nisan 1938 Çarşamba günü gelir. Ekibiyle turnededir. “Safa Oteli”nde kalırlar. “Burada yatacak”lar, yandaki “lokantada yiyecek”ler, karşıdaki “sinemada oynacak”lardır. Ayvalık halkına ilişkin gözlemleri şöyledir: “Diğer yerlerdeki ölçüye vurursak, bura halkı ‘münevver’. Galiba nüfusun ekseriyetini Girit ve Yunan’a verilen diğer adaların Türkleri alıyor. Bu kente bir zamanlar hem buranın Rum halkı, hem de Yunan devleti hırsla göz koymuş olacak... Sokağına, dağına, denizine attığı ‘Yunanlı’ temelini hâlâ sökememişiz. “ İyi ki de silinmemiş eski Rum mimarisinin izleri. Ayvalık da kendi ölçüleri içinde göç alan bir kasaba. Bugün göçün kasabanın sokaklarına, mimarisine, yaşam biçimine yansımasını görmemek olası mı? V. R. Zobu’nun Ayvalık izlenimlerinin bu ilk bölümü pek içaçıcı değil. Anılarını topladığı O Günden Bu Güne’de (1977) V. R. Zobu, “Karşıda bir ada var” diye devam ediyor anlatmaya: “Ayvalık’ın bir nahiyesiymiş. Eski ismi Cunda olan bu adanın şimdiki adı ‘Alibey Köyü’. İsminden başka hiç bir şeyi değişmemiş... İskelesinde, o vakitlerden kalma bir-iki gazino bakiyesi var. Duvarları üstündeki Yunanca yazılara badana çekmişler. Yağmur gelmiş, badanayı al aşağı etmiş. Birinin üstünde görünen (yazıyı tercüme ettirdim): ‘Yunan Gazinosu’ yazısı apaçık okunuyor. Bura göçmenlerinin göz ve kulakları sesiyle yazısıyle yıllarca o kadar alışmış olacak ki, farkında bile değiller. Oralarda doğmuş, büyümüş de buraya gelmiş olanlar değil sade; burada doğmuş onların torunlarının çocukları bile sokaklarda avaz avaz Rumca konuşup oynaşıyorlar. Tepelerde manastırlar, her mahallede bir kilise, her çamlıkta bir papazhane. Yunanistan’da, Kıbrısın Rum mahallelerinde ne gördümse burada da hava o. Bari bunların arasında bir tane olsun küplü, fıçılı selatin meyhanelerinden kalsaydı.” Bugün ise o eski Rum meyhanelerinden hiç eser yok kasabada. Ayvalık’ta Türk arayadursun V. R. Zobu, sinemanın dolacağından kuşku duyar: “Ne yalan söyleyeyim, bu hava içinde hiç ümidim yoktu tiyatronun dolacağına; hiç tahmin etmemiştim konuştuklarımızı anlayacaklarını. Fakat gece olup da ‘Satılık – Kiralık’ komedisi için perdemizi açıp oyuna devam ettikçe, âdeta galeyana geldim. Tek öksürüklü yok! Hiç bir espri kaçırılmıyor! Kimse kulaktan kulağa bile fısıldaşmıyor! Gülünecek yerde güldüler: dikkat edilecek yerde nefes bile almadılar...” V. R. Zobu, daha sonra gittiğinde Ayvalık’a, bu kez Çamlık’a hayran kalır. İşte Çamlık betimlemesi: “Bizim Haybeliadanın Çam limanı kadar güzel olan, ‘Çamlık manastır’ adıyla anılan sayfiye yerine motörle gittim. Al sana cennetin bir başka tarafı. Emekliye ayrılan insanların gelip buralara yerleşmemeleri memleketi tanımadıklarından mı; zevksizliklerinden mi bilemiyorum. Gayet ucuza satılan köşklerin fiyatını deftere yazmalıyım. Buraları böyle kalmaz. O zaman bu yazılarımı bugünkü babaların çocukları okurlarsa rahmetli babalarının yerine övünürler. İşte Rumlardan kalma, çamlarla çevrilmiş muazzam bir yalı.” Bu yalının fiyatı “pahalı”ymış. “Eh, iki bin liradan aşağı değil”miş. Fiyatların hızla artacağını öngörüyor V. R. Zobu. Ev, yalı, köşk fiyatları aldı başını gidiyor! V. R. Zobu ve ekibi iki gün sonra da Bergama’ya giderler oyunu oynamak için. Bugün Ayvalık’ı, Çamlık’ı, Cunda’yı ve kasabanın kıyılarını siteler ve emekliler doldurdu.

Tarık Dursun K. Kokulu Kentler (2.bas 2007) arasında sayar Ayvalık’ı da. Kasabanın adı konusunda “rivayet muhtelif” diyerek söze başlar. Bazı tarihçilere göre Kidonia, “Ayva Yurdu” demekmiş. “ayvanın ilk yurdu, bu Ayvalık”mış. Bilinen ayva bu kasabadan “ilkin Ege’ye, ardından Anadolu’ya, daha sonra da bütün Akdeniz ülkelerine yayılmış”. Taş kahvede, “bir yerli ihtiyar”la “guruba karşı” kahve içerek sohbet ederlerken, konuşma da koyulaşır: “Bir vakitler, bu Ayvalık’ta dünyanın en güzel ayvaları yetişirmiş. Ayva ki, ayva hani. Kokusu güzel, tadı tad. Sulu ve yumuşak üstelik. Tavşan başı ayva, ekmek ayvası, çukur göbeği ayva derlermiş adlarına. Soylu konaklara, yüce saraylara arabalar dolusu ayva gidermiş, gemiler gelip ayva yüklerlermiş ambarlarına.” Sonra gelsin ayva üzerine çeşitlemeler: “Fırında ayva... Ayva reçeli... Ayva kompostusu... Ayva marmelatı. Kokusu tüten, çekirdeği kudretten kan kırmızı ayva, sonra sonra (ne olmuşsa) bahçelerden sökülmüş atılmış.” Sonra ne olmuş? “Yerine zeytin fideleri dikilmiş, her yan zeytinlik olmuş. Kimi tarihçilere göre de Ayvalık adı “Aikoliki” sözcüğünden geliyormuş. Bu sözcük, “Eolya’nın yeri” demekmiş. “Söylenceye bakılırsa, egemenlikleri Edremit körfezinden başlayıp ta İzmir’e uzanırmış” bu Eolyalı’ların. Tarihe karışıp gitmiş bu kavim. İzi var mıdır Ayvalık’ta, bilinmez. Şeytan Sofrasındaki gün batımına doyamaz Tarık Dursun K. “Güneş denize, denizin gözün göremediği sınırsızlığına iniyordu.” Sağı solu adadır: Alibey-Cunda-Yumurta, Çıplak, Kılavuz, Maden, Balık ve Hasır... “Hava giderek bir anason ve kızartma kokusuna bürünüyor”dur. Elbette “çipura, izmarit, levrek, kefal, dil, pisi, lüfer, mercan ve kırlangıç kokuları”dır bunlar. “çok yakınlardaki bir evden... bir radyo sesi çıkagel”ir. “Fasıl. Kadınlı erkekli, insanı hüzünlendiren şarkıların fasılı. “ Ayvalık’ı gezince “Eski, o güzelim evlerini, Taksiyarhis Kilisesi’ni, Ayışığı Manastırı’nı, Panaya Kilisesi ile Agios Yannis Kilisesi’ni” görmek olasıdır. Elbette “Yarı ilgisizliğe, yarı bakımsızlığa karşılık, yine de Ayvalık’ı Ayvalık yapıyor”dur bunlar. Türk öykücülüğünün büyük ustalarından Tarık Dursun K. Ayvalık izlenimlerini şöyle sürdürüyor: “Eski zaman evleriyle dolu sokaklardan geç”erek dolaşıp durur. “Dilerseniz, o evlerin birinin önünde durun, gözlerinizle sevip okşayın onu. Balkonlu, iki katlı, kapıdan girince taş döşeli hayatlığı, iki mendillik avlusu (bu avluda asması, yasemini ve bodur limon ağaçlarıyla gerçek bir Ege avlusu görürsünüz) ve önü ardı kırmızı sardunyaların sardığı bu evler hâlâ bir tarihtir. Sonradan oluşturma düşmanlıkların, yersiz kızgınlıkların değil, yürüyen ve hiç eskimeyen eski dostlukların tarihi de bu evlerde yaşamaktadır.” John Freely, “Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına kadar kasabada daha çok Rumlar”ın oturduğunu yazıyor Türkiye Uygarlıklar Rehberi 3’te (YKY 2002). Rumlar buraya “Ayvalı” diyorlarmış. Kurtuluş Savaşı’nın sonunda Lozan Anlaşması’yla (1923) “karara bağlanan nüfus mübadelesine bağlı olarak Ayvalık’ta oturan bütün Rumlar Yunanistan’a gönderilip onların yerine Yunanistan’dan gelen Türkler yerleştirilmiş.” Kasabada bulunan yirmiye yakın “Rum Ortodoks kilisesinin çoğu, nüfus mübadelesinden sonra camiye çevrilmiş; bunların en büyükleri olan Aya Yani şu anda Saatli Cami, Aya Yorgo da Çınarlı Cami olarak biliniyor. Cennet de acılarla doludur. Hellen Ayvalı’nın kayıp dünyasını acılı bir nostaljiyle hatırlatan, 1923 diasporasından kalma şu ağıta ne demeli? “Ayvalı gibi yer görmedi gözlerim Sor da anlatayım, çünkü ben oradayım. Anlatayım gümüş kapılarını, altın anahtarlarını Ve serin su kadar diri güzel kızlarını.” kidonya10


TURGUT BAYGIN

FERGUN ÖZELLİ

KEDİLER NEREDEYSE GELİR

H

Biz oradan geldik; karşıdan. Hep bununla büyüdük. Müthiş bir merak duygusu; öğrensek başımız bulutlanacak. Çok zaman denizin kıyısına geçip karşıyı seyre daldık. Sanki cennetimize baktık; toprağımıza. Hele yağmur sonrası pırıl pırıl bir havada, ışıl ışıl evlerin camlarından yansıyan güneş, yolu kateden otomobil aynaları, tepedeki radyo vericileri, dağdan inen patikanın izi. Bir balıkçının sudan çektiğini göremezdik, evin penceresinin açılışını, karşı kıyıda oturup da göz göze geldiklerimizi, patikadan inen keçiyi; ama ne buruk bir heyecandı o.! Keçinin sesini duysak dünyalar bizim olacaktı. Onlar buradan gitti; karşıya. Hep bununla büyüdük. Onların eviydi evlerimiz. Duvarı ören ustanın adı mutlaka Yorgo'ya yakın bir ad olmalıydı. Çocukken sarımsak taşından örülme duvarı koklayıp içimize çeker, sarımsak kokusunu duymaya uğraşırdık. Kokan sarımsak değildi; ama günboyu üzerinde gezinen güneşin kokusunu aldığımıza yemin edebilirdik. Evin altına hayataltı derdik ailece. Orada yaşamazdık da ondan mı ? 'Anlat' derdik dedemize, ninemize; 'buralar nasıldı geldiğinizde.?' Bir soruyu orta yerinden kesen başka bir yanıt anımsamadım şuncadır: 'Masada yemekleri, dolaplarında reçelleri duruyordu kuzum. Bir de sesleri.' Onlar buraya geldi; kendilerine. Benim büyük büyük dedem, bu evde oturmuş derdi bazıları. Kiminin sağlam hüzünlü dostluklar kurduğunu duyardık. Kim unutuyordu? Kim anımsıyordu ? Gömdükleri altınları çıkarmaya geliyor derdi bazıları; anılarla selamlaşmak daha kolay bir yanıt değildi onlar için. Üç-beş kelime dilimize yer ederdi: 'Efkaristo' derlermiş, onlar da 'hayde bre' der, 'endaksi' ile uzlaşırlarmış. Git demişler, gitmişler. Pencerede fesleğenleri susuz koyup gitmişler; zeytinlerini toprağa ve İsa'ya emanet edip gitmişler; atlarının soluğunu tımarlamadan gitmişler. Ağlayarak, acıyarak, kovularak; vedalaşmadan. Geldiler, ve ağladıklarını, acıdıklarını, kovulduklarını, vedalaşmadıklarını aradılar.

habis hacamat habbesindeyim haraç haksızlığından hurdalaşmış hafızalar hantal hakikatlerle hâkim halvetime hususî hülyalar haczinde hünerli haris hukukçular hakikatten huzursuz haramiler, hilekâr harp hafiyeleri hırçın hamaset haberleriyle harcıyor hürriyetperver hanendeleri hoyratça hırpalanan hakir hanesizler, halim hırkasızlar hudutsuz harfler haritasının hansız, hamamsız haylaz halkları hararetli hasbıhaller hasretinde hançerlenmiş hain harımlarca hüviyetim, haysiyetsiz hatiplerin haşmetli heykelleriyle harabe hıçkırıklar, haliçlere hapsolmuş; haşin hırsız hafriyatlarında hiçleşmek hep hüzün; hiçleştirmek hüsran - haykırırım ki, hakkımdır huruç hadsiz hesapsız huruç, hayâsız hücrelerden

GÖLGEYE ÇEKİLMEK “Aldığın şeyi aldığın yere koyacaksın ki bulasın!” dedi gözlerinde kartallar ve atmacalar uçuşan babam. Serçelerle tavşanların, farelerle kurbağaların gitgide hızlanan yürek sesleri, o anda, oracıkta, sadece benim için bestelenmiş, olağanüstü bir darbuka solosu geçmeye başladı. “İnsan, nereden alınmış ki nereye konsun?” diye mırıldanıp çekildim gölgeme usulca.

Biz oraya gittik; kendimize. Geç mi kaldık dersin.? Köyümüzün adını bir güzel ezberleyip, unutmamak için tekrarladık. Bulduk köyümüzü, evimizi bilen yok. Komşumuz yok. Her ev bizim olabilir. Sokak çeşmesinde mutlaka bir yakınımızı su içerken düşünüyoruz; gariptir, buna neden seviniyoruz.? Dilimiz başka, yüzümüz aynı. Yüzümüzle anlaşıyoruz; öyle yakın. Benzeşmeyi yüzümüzden sıyırıp, el hareketimize uyarlıyoruz; bu da oluyor. Bir kadeh rakı; evet. Bir yere yetişir gibi yürümemiz, anlatırken dilimizden sözümüzü alacaklar sanmamız; evet evet.! 'Kalimera' diyoruz, iyice el gibi durmayalım; 'merhaba'larını çıkarıyorlar; anlaşıyoruz. Eline sarıldığım bir yaşlı kadın, yüzünde iki kocaman yüzyıl; 'Teyzeciğim hangisi bizim ev ? Saban ustasıymış bizimkiler ? Tanırsın ?'.. Tanır tanımasına da, ikiyüz yıla sorulacak soru bu değil; utanıyorum. Neredeysek.. Evet, kediler oralı...

Fotoğraf: H.Uğur Bilge kidonya11


ÜLKÜ BAŞSOY AKŞAM DENİZİNE KÜSENLER Gecikmiş Rastlantısallıkta Yoldaşlık Yontu Bakışımları mı ? Montpartnasse’daki Yontu İşliğinden Gündoğan Yolundaki Yontu Tarlasına:

-“Birini bilsem, binlercesini yapabilirdim"! Giacometti "İçimden bir ses bana sürekli, "yap" diyor, "yapyap"! Cuma rastlantısal bir yoldaşlık mı? başka ne olabilir ! oysa zamanı vurmalıydılar! ayağından. sol beyazdaki büyük ben'in dudakları, bakışamamanın yenilgisinde, “işte böyle” (akşam denizine küsenler)! Yazı başlığındaki "rastlantısallık”, "yontu bakışımları" kavramlarının karmaşıklığı yetmiyormuş gibi yazının önde görünen belirgin kahramanları Borgonovo'lu köylü Giacometti (1901-1966) ile Kocaoğlu köylü Cuma (kendisine bakılırsa hiç önemli olmayan doğumu, 1978'ler!) Birinin adı yontu ve resimleriyle evrenselleşmişlikte, ötekinin kırsaldan - 80 yıla yakın bir zaman sıçramasıyla - kendine özgü bir evrensele yönelmişliğinde: Birbirine değen (o yumuşak-sıcak değişmeler ve kaçış), sanat temelindeki birleşmeler, ayrılmalar, aslında belki olmamış ya da pek duymadıkları yontu ezgilerinin üstüste basmasıgörkemli çapraşıklık, çok seslilik. 'En azından da azda'* ince damar buluşmaları.

Giacometti / El

Özgünlüğü, özgürlüğü, anlaşılamazlığı - bilinemezliği, "gri"**deki inatçılığı, en güzel erosu 20 yaşındaki Parisli orospu- Kutsanmış Caroline'de*** 60'larındayken bulmasıyla beni çok etkileyen Giacometti’den****; yakından tanıdığım, geceler boyu yontuları konusunda

kendisiyle söyleşiler yaptığım -yine de tam çıkaramadığımbana göre Türkiye'de bilinçaltını yontu sanatına vurup toplum ve insan üzerinde kendine özgün görüşler, düşünceler oluşturmuş Tek Tarla Yontucusu- Tarla Sergileyicisi Cuma'ya hiç olmazsa ince-belirsiz bir yol aramanın tehlikeli güzelliği! Bakışımsızlıklarının tüm egemenliğine karşın temeldeki sanat damarı koşutluğunda çoğu rastlantısal olacak benzeşme, bakışımların, ya da bakışımsızlıkların pek azına değinebileceğimi bilerek tüm güçlüklerine karşın, konuya girmeyi çok istedim; Yalnızlaşmış duyarlı "azınlıktan da azınlıkta ünlemli rastlantısal değişmeler, buluşmalar bulma heyecanı: Ünlemlerden korkma! Ünlemsiz uçan Ağustoslara bak, şimdi iki !! Bilirsin,"Asıl Sen", Yalnız ben'im. Poeme du feu...Scriabin! "Eros, ölüm ve müzik"; Belgeseldeyse Mantis. Peygamber devesinin erkek bedeni, Derinliklerinin dişi ateşindeki hazda Bir hoş müziklerde bitiyor şimdi. *** Monparnasse İşliği ile Yontu Tarlası arasındaki bakışım ve bakışımsızlıkların bendeki "çınlamalar"ını sözcüklere dökme girişimine dalınca birden Atlas'ın yükünü kemiklerimde duydum: Giacometti gibi aradığı gerçeğin doğruluğunu "bakış"larda bulacağına inanmış ve yaşam boyu sürdürdüğü bu uğraşta tükenip gitmiş "yontunun şairi, devrimcisi-filozofu" bir sanatçının kişilik ve ürettikleriyle, kendi yolunu, çizgisini, -bilinçaltına Sivas'ın Kocaoğlu köyünden tanrı bağlamında ağırca işlenmiş çocukluk ve gençlik kişiliğine karşın 7 yaşındayken gördüğü masalımsı bir düş/düşlerin ateşlemesinde içinden fışkırmaya başlayan yontunun, yontuculuğunönlenemez çağlayanıyla kendisini bu sanatın bitmez tükenmez acılarında/mutluluklarında bulmuş, kırsal alan yontu sanatçısı arasında nesnel ve öznel temelde "bakışımlar", bakışımsızlıkları nasıl anlatabilecektim? Bir bakıma anlatım coşkusunda kendiliğinden oluşacağını bildiğim kurgucu duygular, coşkular, Giacometti'nin 1929 "bakış"ı kapsamında koyulaşan yeni derinlikler, bilinememezliklerin bana vereceği mutlulukları da önceden sezdiğimden de olmalı, konuda batmayı çok istiyordum. Ama, bildiğimi çıkarsadığım nedenleri, ayrılık aykırılıkları ne denli ve nasıl çizebilecektim? Ressam Babası Giovanni'nin, oğlu köy çocuğu Alberto'yu erken gençliğinde kızkardeşiyle birlikte çıplak model olarak kullanmasının, rastlantısal bir yaşlı arkadaşının gözünün önünde ölmesinin, arasıra bir iplikcik çözülen bilinçaltındaki dikişleri, gizli-gizemli izler, ölüm korkularıyla; çıplağı bir yana, hiç modeli de olmamış, kimseyle, hiçbir yontu sanatçısıyla bakışmamış Ahmet oğlu yontucu Cuma’yı geçen kış sabahlara kadar ağlatan -nedeni sökülemez- acının “derinlikleri” arasında -belirgin ya da sislisinden olsun, sezinlenebilecek bir bakışım kurulabilir mi ? kidonya12


Ya da doğasından ayrı düşürülmüş betondan bir lüks plaj üzerindeki el bir ele verilmiş kameranın, bakışma bakışımsızlığının neden olduğu tek yönlü eros derinliklerini belleğine tüm insancıl güzelliklerle yansıtamamasının acısıyla, o “sol”daki tanrısal büyük “ben”i bir kucaklık suyun tuzunda yeniden görme, bir kez okşama, koklama ve öpme-ölmeye varan sessiz “yanma çırpınışları”nda ezilmiş arasında bir bakışım?

Cuma yontusu: Bilge Kadın’ın Kocası / Ağaç 220x30 Cm3

Zamanı aşsın, “ben”im, hep orada kalsın, “yaşınız hiç olmasın”!. Bu umarsızlıklarda batıp çıkar dolaşırken birden alt taraçamdaki yerini 20 yıldır koruyan, kendime çok yakın duyduğum, 3 orak bir çekiçle; Einstein, Dali, Lenin ve Picasso’nun taştan beyinleri altındaki yerinden, halka, durmadan direnişin, başkaldırmanın erdemlerini anlatmayı, aşılamayı sürdüren Atlas’ın abisi, bağrı kartallarca delik deşik edilmiş, insan-tanrı ya da tanrı-insanın uğultulu çağrısını duyuyorum: Cuma’nın yüreğinden sesleniyor: “Yapacaksın, yapyap! “yaprağı özenle deldi asma kurdu, ünlemli ağustosta eline yiNe değecek”. Scriabin’i koyup “yapmaya” başlıyorum... Ülkü Başsoy 26 Eylül 2013 Sürecek * Nietzsche’nin “ sense of belonging to an isolated critical minority”: Bana göre, “ yalnız bırakılmış ‘uçta’ azınlığa ait olma farkındalığı”!? ** Tanıdığım ressamların çoğunun “gri”den kaçtıklarını bilirim. Sanatçı dostları Giacometti’yi gri’den, üsteleyerek, ayartmaya çalışmışlardır ama o, “gri’de tüm renkleri algılamış”, onda tükenmiştir. ** Sex and Gender in Giacometti’s Couples, Ruth Markus, Tel Aviv University *** Giacometti son sevgilisi Caroline’i “kutsanmış” sayıyordu. Dünyanın tüm orospularını da. **** “A Life unlike His Art” adlı kitap eleştirisinde Dan Hofstadter’in, James Lord’un “Giacometti” başlıklı kitabına yaptığı gönderme.

İSMAİL MERT BAŞAT ARAF’TAN BİRKAÇ “KISA” ŞİİR kanatlandı çığlık gök boşlukta yırtıp bulutları sardım yarama * acının belleği kendinde salkımlanan * kentin üzerinden çekiliyor uğultular uzaklaşırken paramparça bir gün daha telaşla gökyüzünün onarıyor kırlangıçlar * yanımdan geçen balık dalgındı çarpışıyorduk az kaldı hüzün içinde baktı denizi anlamaya çalışıyorum, dedi boş zamanlarımda * oynaktır İskele’nin rüzgârı, diyor kahvedeki balıkçı ufka dalıp bıyıklarını çekiştiriyor * yanılıyor ayna sır, bende bilmiyor tarçın koktuğumu * çatlayan nar şaşırıyor karıncaların telaşına tırmanıyor asmaya su rüzgâr yolunu şaşırmış bir ileri, bir geri sağdan, sola dalgalanıyor önümdeki kitabın yaprakları uzaktan uzağa uzaklarda bir çocuğun iç çekişleri * iğne kapattım dükkânı, dedi kıvrılıp geçti deliğinden iyisin, iyisin dedi iplik beni sardılar bir döngüye varsın kopartsınlar inceldiğim yerden * gece, yağmur ve nefesimiz * idim orada aranızda

kidonya13


HAKAN CEM HAİKU’DA ROMAN / POSTACININ AŞKI Sert bir kayaya / Çarpan su gibi / Kendine döner zaman Bir aydınlanma (Satori) şiiri olan Haiku, Japon edebiyatının en kısa şiir türüdür. Oruç Aruoba Haiku için: “…şiir özellikleri taşıyan bir düzyazı; düzyazı özellikleriyle yazılmış bir şiir.” diyor. Az sözcükle, yüklü anlam ve etkiyi yakalama çabası olan olan Haiku, “5-7-5” hecelik üç dizeden ibaret. Ruhunda “Mevsim İzleği” taşımanın yanı sıra yapısındaki “Kesme Kuralı”yla da (Bir ya da ikinci dize sonunda) şiiri iki bölüme ayırarak okuyucuyu, imgeleminde birbirinden ayrılan dizeleri ilişkilendirmeye zorlar. Bu kuralla ikiye ayrılan şiirde ilk bölüm, ikinci bölümün, ikinci bölüm de ilk bölümün algılanmasına katkıda bulunur. İmgesel uzaklık bakımından birbirlerine pek yakın olmayan bu iki düşünce arasındaki şiirsel çağrıyı sezmek, anlamak, Haiku’nun özüdür. Sözünü ettiğim diğer önemli öge, Haiku’da bulunması gereken Mevsim İzleği! (Kidai) Şiirin kurgulandığı mevsimi işaret eden sözcük. (Kigo) Örnekle Kelebek, baharı; sivrisinek, yaz gününü imler… Zen Budizm ruhuyla yoğrulan Haiku, dünyanın anlamını, şiirin yalın düzeni içine sığdırmaya, küçük şeylerde saklı umutları açığa vurmaya ve tüm nesnelerin birbiriyle ilişki içinde olduğunu göstermeye çalışır. Kanadalı yazar Denis Theriault, Altın Kitaplar Yayınları’nca yayımlanan Postacının Aşkı romanında: “Görsel sembollerle fonetiği birleştiren Japon harfleri Haiku’nun derinliğine derinlik katar.” diyerek bizleri, o üç dizelik yapısıyla bir buz dağı da olan Haiku’nun derin sularına çekiyor. “Üç” dizeyi çağrıştıran üç kahramanı ve Haiku teması ile bir tür Haiku okuması da olan romanda Bilodo, kendini işine adamış bir postacıdır. Öğle tatillerinde yemek yediği lokantada yemek sonrası, zamanını, iş arkadaşlarının alaycı şakalaşmaları arasında Kaligrafi çalışmaları yaparak geçirir. Bu örnek postacıyı beğeniyle izleyen tek kişiyse ona tutkun olan, lokantanın garsonu genç kız Tania. Bilodo’nun kötü bir alışkanlığı vardır. Romana konu olan bu kötü alışkanlığı, e-posta çağında boğulduğu ruhsuz evraklar arasında karşılaştığı kişisel mektupları, geciktirmeden sahiplerine iletmesi gerekirken, mektupları bekletmesi, dahası onları buharla açıp okumasıdır! Bu okumalar sırasında Bilodo, açtığı bir mektupta, Japon kültürünün bir parçası olan Mekan ve Zaman Aralığı’nı da biçeminde taşıyan üç kısa satırlı yazılarla karşılaşır. Mahallesinde yaşayan garip giyimli, garip tavırlı, gizemli entelektüele ait bu mektup, Guadeloupelu bir kadından gelmektedir. İlgi çekici olansa, bu kadından gelen mektuplar açıldıkça, zarflardan çıkan o devasa mektup kâğıtlarının her seferinde yalnızca üç kısa satırlı yazılar içermesi! Bunlar, çok sonra, bir öğle tatilinde okuyacağı gazeteden tesadüfen öğreneceği Japon Haiku türü şiirlerdir. Fransız denemeci, eleştirmen, göstergebilimci Roland Barthes’da: “Şimdiyi not ederek Romana geçmek” için Haiku’yla ilgilenir. Barthes, bir başka yazı konusu olabilecek “Romanın Hazırlanışı” adlı kitabında, Japon edebiyat tarihinde filiz veren “Haiku” türü şiiri: “Hoşa gitmenin apaçıklığı, nedenini söyleyememe, büyülenme, hiçbir şey söyleyememe” gibi tanımlarla açıklar. Kısa, son derece açık olduğunun altını çizerken de: “Söylemenin ve söylenmiş

olanın bir tür anlık, geçici ve göz kamaştırıcı uyumudur; karanlıkta ansızın çakılan kibritler…” diyecektir. İşte tam da bu ruh haliyle Bilodo, Haiku’da ikiye bölünen dizelerin, birbirlerine hafifçe dokunuşlarının erotik bölgesinde önce, için için Guadelouplu kadından gelen bu mektupları beklemenin heyecanını duyumsar ve zamanla bu heyecan, mektupların sahibi kadına, Segolene’ye yönelir ve ona aşık olur. Segolene’in yazdığı bu kısa satırlı yazılar insan ruhuna yerleşiyor ve sonsuza dek yankılanıyordu. Şigehisa Kuriyama, yazdığı bir Haiku makalesinde başarılı bir Haiku için: “basit şeylerin çekiciliğini, derin anlamlarını açığa çıkararak içimizde hayranlık ve yenilenme duyguları uyandırır.” diyor. Aydınlanışı (Satori) duyumsamak için Haiku’yu bir değil, iki, üç hatta üçten fazla yinelemelerle okumak gerekiyor. Bu yinelemelerle, bir an derininizde duyumsayacağınız yankılanış aydınlanıştır. (Satori) Hepsi bu! Haiku,’bir şey demek istemez’ noktasında içinizde sonsuz yankılanacaktır. Bilodo, platonik aşkı Segolene’den gelen ve o devasa mektup kâğıtlarında yazılı üç satırlık kısa yazılarla, bir gün, öğle tatilinde okuduğu gazetenin birinde karşılaşır ve onların bir Haiku şiir olduğunu öğrenir. Bilodo soluğu kütüphanede alır ve Segolene’le arasında bağ oluşturan Haiku’nun derinliklerine dalar. Haiku’yla ilgili ne kadar yazı varsa onları Segolene’ye duyduğu aşkla, açlıkla okur… Ve bir gün, buharla açtığı mektupla gelen Segolene’nin resmiyle de ona duyduğu aşk, yüreğinde iyice dağlanır. (…) Bilodo, mektubun sahibi o gizemli entelektüeli artık kendine rakip görmeye başlamıştır. Ancak günün birinde, gizemli entelektüel, Bilodo’nun gözleri önünde bir kaza sonucu ölecek ve Segolene’le Bilodo arasındaki bağ tamamen kopacaktı! Bu durum, Haiku’nun Kesme Kuralı’nı anımsatıyordu. Şiiri iki bölüme ayırarak okuyucuyu imgeleminde birbirinden ayrılan dizeleri ilişkilendirmeye zorlayan kural. Bu kural, ikiye ayrılan şiirde ilk bölüm ikinci bölümün, ikinci bölüm de ilk bölümün algılanmasına katkıda bulunur. İmgesel uzaklık bakımından birbirlerine pek yakın olmayan bu iki düşünce arasındaki şiirsel çağrıyı sezmek, anlamak: Haiku’nun özüdür. Segolene’in Bilodo’dan habersiz olması, Bilodo’nun yarattığı Haiku özlü aşkı zorluyordu. Bir yolunu bulup Haiku’nun Kesme Kuralı’nda olduğu gibi onunla bağ kurmalı, uzaktan uzağa olan bu aşkı yeniden kendi dünyasındaki Haiku’ya çevirmeliydi. Coşkun Yerli’nin çevirisiyle Şigehisa Kuriyama, yine “Haiku Yazmak” başlıklı yazısında: “Haiku dünyasında görünüm, insanlar eşyalar ve olaylar, yalnızca doğanın gelip geçen akışındaki ritimle algılanabilir, anlamlarına kavuşabilir.” diyor. Kendini olayların akışına bırakan Bilodo önce, gizemli entelektüelin evine gizlice girerek onu, dünyasını, Segolene ile kurduğu bağı anlamasını sağlayacak izlerin peşine düşer. Dahası kısa süre sonra, ölen rakibine mobilyalı kiralanmış olan bu daireyi, kendi dairesi olduğu halde, Segolene’le yazışmalarında bütünleşmek adına kiralar. Dairede Segolene’le ilgili her şey ama her şey vardır. Kadının parfümünün de sindiği mektuplar, Haiku’lar, resimler, Japon yaşam tarzında yer alan Kimono gibi giysiler, Bambu’dan yapılmış eşyalar… Bilodo artık, gizemli entelektüelin yaşadığı yerde yaşayarak onun kıyafetlerini giyiyor; kaligrafi yeteneğiyle onun el yazısıyla bütünleşiyor ve Segolene ile yeniden bir Haiku aşkı, mektuplaşmasını başlatıyordu. Tıpkı iyi bir Haiku için olması gerekenler gibi! Çevirisini yine Coşkun Yerli’nin yaptığı Kuzeye Giden İnce Yol (Yapı Kredi kidonya14


Yayınları) adlı kitabında Haiku ustası Başo, iyi bir Haiku için: “En önemli şey, doğru anlayıştır. Anladığımızı, gündelik yaşantımıza yöneltip, güzelliğin gerçeğini orda aramaktır. Yaptığımız şeyle, şiir demek olan sonsuz benliğimizin mutlaka bir ilişkisi vardır. Çam ağacını öğrenmek istiyorsanız çam ağacına, bambuyu öğrenmek istiyorsanız bambuya gidin. Ve bunu böyle yaparken kendi kanılarınızı bir kenara bırakmalısınız. Yoksa kendi kendinizi koşullandırır ve öğrenemezsiniz. Konunuz ve siz bir olduğunuz zaman şiiriniz de kendiliğinden oluşacaktır. Yani, konunuzda gizli pırıltılar ararken derin derin daldığınız bir zaman! Şiiriniz ne denli güzel söylenmiş olursa olsun, duygularınız doğal değilse -konunuz ve siz ayrı düşünüyorsanız- şiiriniz gerçek şiir değil, yapmacık olacaktır!” diyor. Bilodo, Başo’nun öğütlerini dinliyor gibiydi. O artık Bilodo değil, Başo’nun dediği: “Çam ağacını öğrenmek istiyorsanız çam ağacına, bambuyu öğrenmek istiyorsanız bambuya gidin” anlayışıyla, o gizemli entelektüelin kimonosuyla, ruhuyla, yapısıyla bütünleşmişti. Hangisinin gerçek entelektüel olduğu, hangisinin Bilodo olduğu karışmıştı. Bu da ona, Haiku’daki “Renga” şiir zincirini anımsatıyordu: Ruh birliğini önceleyen, pek çok şairin kotardığı uzun soluklu Renga şiirde hangi dizenin hangi şaire ait olduğunun bilinememesi; Öz’de, Bir’de, Tek’te ruh birliğinin oluşması! Bilodo artık, gizemli entelektüelin ölümüyle mektupları açan konumdan, bütünleştiği o ruhla mektuplaşmayı sürdüren ruha evrilmişti. Sonunda Segolene’ye, almaya alışık olmadığı, “5-7-5-7-7” beş dizeli “Tanka” türü şiirle (Bu tür: Aşk, yalnızlık, ölüm gibi soylu temaları işlerdi.) aşkını ilan eder ve yolun hemen karşısındaki posta kutusuna aşkını taşıyan zarfı atıverir. Sancılı bekleyişin sonunda Segolene, hiç karşılaşmadığı, mektubunu aldığını sandığı o gizemli entelektüelin aşkına cevap vermekle kalmaz en kısa sürede Kanada’ya onu görmeye geleceğinin de müjdesini verir. Bu Bilodo için bir yıkımdır! Sırrı, Haiku’daki o aydınlanma (Satori) ânı gibi ortaya çıkmak üzeredir. Ölmek ister; başaramaz. Ne yapacağını bilemeyen Bilodo, günler geçtikçe kendi içine gömülür, yemeden içmeden kesilir. Bir gün umutsuzca baktığı boy aynasında, saçı sakalı birbirine karışmış, garip kıyafetiyle o gizemli entelektüeli görür. Başo’nun iyi bir Haiku için Öz’e dönüş önerisini tamamlamış, artık Segolene’nin mektuplaştığı, aşkını kabul ettiği o gizemli entelektüel Gaston Grandpre oluvermişti. Segolene, Guadeloupe’tan çıkıp yanına koştuğu adamın gerçek Grandpre olmadığını anlayamayacaktı. Bilodo’nun tek taraflı aşkı Haiku’da erimiş, Renga şiire evrilmişti. O, Segelone’nin resimlerden tanıdığı saçı sakalı karmakarışık Grandpre’ydi. (Oysa Grandpre yıllar önce, Segolene’ye göndereceği zarfı postacı Bilodo’ya yetiştirmek için, yağmurun, fırtınanın günü teslim aldığı bir anda aceleyle yolun karşısına geçerken araba altında kalarak can vermişti!) Bilodo madem ki Grandpre’ydi, Segolene’ye bir mektup daha, onu heyecanla beklediğini hissettirecek: ”Sonbahar uç / Bütün ihtişamıyla / Seni bekliyor” Haiku’sunu yazar. Dışarda yağmur, fırtına damlardan saçaklardan dökülürken Segolene’ye kavuşma heyecanını da taşıyan mektubu, yolun karşısındaki posta kutusuna ulaştırmak için sokağa fırlar. (…) Bilodo, yürekleri parçalayan bir korna sesiyle yanı başında durmuş ona bakan kendisiyle karşılaşır. Zen Budizm’le yoğrulan Haiku gibi Enso çemberini: Döngüyü, kişinin kaçınılmaz olarak başlangıç noktasına dönüşünü yaşıyordu. Tıpkı yıllar önce, elinde zarf yerde yatan Grandpre gibi! Sert bir kayaya / Çarpan su gibi / Kendine döner zaman

OYA UYSAL KÂĞIDIN ÜSTÜNDE KALEMİN ÇIKARDIĞI SES Solmuş kırların renkleriyle bakan gözlerinle seyrettin, kaldırıp kucağındaki kitaptan başını, içe işleyen bir şeylerle yılları. Issız odada yapılan yolculuk. Dönüp dolaşıp aynı yere çıkan yolunu kaybetmiş yolcuydun eskiden hakkını vermeyen hayatın bakışlarında suçluluk. Sana sorulmadan verilen sözler, göz altında tutulan kalbin ve her şeyi kabule hazır, huzur arayan ruhuna çekilen çitler. Peşi bırakılmış düşlerin geri dönen adımları, kâğıdın üstünde kalemin çıkardığı ses hiç bu kadar güzel görünmemişti gözüne yeryüzü, gecenin gümüşle işlenmiş örtüsü. Solmuş kırların renkleriyle bakan gözlerinle seyrettin, kaldırıp kucağındaki kitaptan başını, içe işleyen bir şeylerle yılları.

Desen: Arif Buz kidonya15


ŞİİR SOKAKTA

Hazırlayan: Turgut Baygın

Gezi Direnişi ile sokağa sadece halk değil, şiir de çıktı. Bazı fotoğraflar sosyal medyada #şiirsokakta başlığıyla yapılan paylaşımlardan alınmıştır. “Defteri kapat şiir sokakta !” çağrısına selam gönderiyoruz !

1

2

3

4

5 6 1 - “elbet bir bildiği var bu çocukların / kolay değil öyle genç ölmek” / H.Hüseyin Korkmazgil 2- Gülten Akın 3- Bertolt Brecht 4- Şiir dizesi değildir. 5- Turgut Uyar 6 - Füruğ Ferruhzad 7 - “Öyle güzelsin ki / kuş koysunlar yoluna” / Nilgün Marmara

kidonya

İki Aylık Kültür - Sanat Dergisi Kasım - Aralık 2013 - Sayı: 3 Ücretsizdir kidonyadergi@gmail.com

Ayvalık Belediyesi Adına Sahibi Hasan Bülent Türközen Sorumlu Yazıişleri Müdürü Selen Köselecioğlu Yayın Danışmanları Gültekin Emre, Turgut Baygın

7 Kapak Deseni Arif Buz

Basım Yeri: Gülermat Matbaacılık 5619 sok. No:6 Meriç Mh. Çamdibi - Bornova - İZMİR Tel: 0232 433 61 33


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.