Kidonya 4. sayı

Page 1

A kYi dV oAn Ly aI K sayı: 4 ocak şubat 2014

k ü l t ü r

s a n a t

d e r g i s i

1204 AYVALIK Orhan Peker. Ağzında sigara. Kısa kollu gömlekli. Yaz olmalı. Hangi ay, hangi yıl? Elinde bir kâğıt. Mektup bu yoksa? Belki de “Çamlık – Ayvalık, 19 Haziran 1967” tarihini taşıyan, Cornelius’a yazdığı, yollamaya hazırlandığı, mektup. Ankara’dan İzmir’e resimleriyle gelen ve orada ilk sergisini açan Orhan Peker, sonra Ayvalık’a gelir eşiyle birlikte: “Burası tek kelimeyle wunderschön!” Yani, çok güzel! “Öteden beri hep” duyar Ayvalık’ın adını. “Otobüsle 153 km. çekiyor yol.” Ayvalık Turizm Bürosu “ÇAMLIK denen bir yer tavsiye” eder.. “tanıdık bir otelde yer ayırt”tılır. “Ayvalık’tan 3. km çekiyor”dur burası. “Ahşap, temiz ve ucuz bir otel. Karşısı nefis bir çamlık, önü deniz, arkası orman. Hani Tarabya’nın eski hali, yahut bizim İstanbul adaları gibi bir yer. İnsanları efendi, dost kişiler. Üstelik plajları nefis... Otelde iki kişilik oda 20 TL... Bu tabii öteki yerlere nazaran çok ucuz.” Mektubun hepsini buraya almama gerek yok ama şu iki cümleyi de okumadan geçmeyelim: “Karşıda bir CUNDA adası var. Nefis balık, iyi şarap.” Fotoğrafa bakıyorum yeniden. Demirden bir salıncak, sandalyeler... Eski bir küp. Bembeyaz duvara iyi seçilemeyen bir tablo aasılmış. Yeni bitirdiği bir tablo mu? Tabloya sırtını dönmüş ressam, fotoğrafını çekene bakıyor. Fotoğrafını çeken kim? Ayrıca şövalede boş bir tuval onu bekliyor. Resim yapmaya hazırlanırken yakalanmış bir hali var gibi. Duvarın üstünden arkasındaki büyük ağaçlar. Cornelius’a “İstanbul, 25 Mayıs 1977”de yazdığı mektupta Orhan Peker, basıp Ayvalık’a gitmeyi, “Bahçedeki nar ağacının altında bir yudum içip denize Merhaba deme”yi özlediğini yazıyor. Ayvalık’ta, deniz manzaralı, bahçesi çok geniş bir ev almış Orhan Peker. Mektuplarında bundan söz etmiyor ama herkes biliyor postenenin arkasındaki o kocaman evi. “30 Haziran 1977’de Ayvalık’tan yazdığı mektupta bu kasabayı nasıl sevdiğini anlıyoruz: “Şu anda Cunda adasının arkasında güneş batıyor. Küçük balkonda rakımı yudumluyorum. Deniz sakinleşiyor. Nar ağacının altında bir kedi. Kumrular uçuşup duruyorlar. Uzakta bir balıkçı takası. Martılar arkasından gidiyorlar.” Hemen bahçeyi temizlemeye girişir eşiyle birlikte. “Ayçiçekleri insan boyunda. Plajlar çok kalabalık değil (iyi ki değil).” O yine Ankara plajına gidiyordur yüzmeye. Biraz dinlendikten sonra “Yeni resimler baş”lar. Bu siyah beyaz fotoğraf o günlerden mi kaldı acaba? 1977’den? Orhan Peker’in Ayvalık’ta yaşadığını bilen biliyordu ama, onun adı ne bir sokağa, ne bir meydana verilmişti. Ayvalık Belediyesi, daha önce “Fuaye Sanat Galerisi” olan mekânın adını “Orhan Peker Sanat Galerisi” olarak değiştirerek ressama saygısını gösterdi. Artık kimse “1204”e telefon etmiyor. Figüretif ressam Orhan Peker artık Ayvalık’ta yaşamıyor ve bu telefonu açacak kimse yok evinde. *

Ayvalık’ın o daracık sokakları, meydanları sanatçı adlarıyla taçlandırılmalı. Fikret Mualla’nın altı ay kadar oturduğu sokağa ressamın adı verilmeli. Ara Güler’in adı fotoğrafçının sevdiği bir caddeye ya da meydana neden verilmesin? Dilbilimci Emin Özdemir’in Ayvalık’ta yaşadığını pek çok kişi bilmez. Neden onun adı da Ayvalık sokaklarından birini taçlandırmasın? * Oktay Akbal günlüklerinden birinde (80’lerde Bir Yazar: Günlük (1980 – 1983). “Ayvalık, Sarımsaklı’da”ki günlerine değinmiş. “İyice sıcak. İçime işliyor sıcak. Kişi özlüyor sıcağı. Deniz de ılık. Kumlarsa yakıcı. Uzanıp sere serpe yatmak, yanında sevdiğin, elinde kitabın. Yemekler hazır, ister gez dolaş, ister Ayvalık’a in, ister uyu.” Yaz havasının gevşekliği. Oktay Akbal, tembellik nedir bilmeyenlerden. Durmadan okur ve yazar; kumsalda bile. Ali Püsküllüoğlu ise Cunda’da yediği Papalinayı unutamamış: “Tatlı ve lezzetli ve çok güzel / Cunda’da kıyı aşçıları pişirir, yenir şarapla”. Bir de Mina Urgan’dan Ayvalık anısı: “Ayvalıklılara öteden beri biraz içerler”miş. “Çünkü bir yandan ‘on iki tane zeytinyağı milyonerimiz var’ diye övünüp dururlar; bir yandan da otellerinde ve lokantalarında Olin yağı yedirirler yerli ve yabancı turistlere.” Asıl kızgınlığı bu değildir aslında. “Nisan 1966’da, on kişilik bir grup, Cevat Şakir’i İzmir’den alıp, Bodrum’a” giderler birkaç günlüğüne. Aralarında “Füreya, Sabahattin Eyüboğlu, Melih Cevdet de vardır.” Bodrum’dan Ayvalık’a gelirler ve şaşırıp kalırlar: “her elektrik direğine, üstüne anti-komünist ya da anti-sosyalist bir slogan yazılı tabelalar asılmış”. “Bir sinemanın önünde, üstünde ‘kahrolsun komünistler! Kahrolsun solcular!’ yazılı bir afiş” görürler. Başka bir yerde de “Dikkat! Komünizm geliyor!” levhasına rastlarlar. Geceyi Ayvalık’ın iyi otellerinden birinde geçirirler. Onların dışında “beş kişilik başka bir masa” daha vardır otelin lokantasında. “Beşi de şişmanca, beşi de ablak yüzlü, beşi de bıyıklı”dır bu kişilerin. “Beşinin yüzünde de, bol para sahibi olmanın ve kendini beğenmişliğin verdiği aptalca ifade” vardır ve birbirlerine benzerler. Mina Urgan, dayanamaz, yan masaya laf atar: “Vallahi çok yazık! Vallahi çok üzüldüm. Sizin bu güzel Ayvalık’da ne kadar çok komünist varmış meğer!” deyince, adamlardan biri Ayvalık’ta “tek bir komünist bile” olmadığını söyler gururla. Sonra neden o tabelaların asıldığını sorar Mina Hanım. Parlamentoda on beş sosyalist milletvekilinin olduğundan haberleri yok mudur? Tanıdığı gazetecilere Ayvalık’taki bu rezaleti anlatacağını söyler hırsla. Sonra da kasabayı dolaşmaya çıkar. Ardından, masadakilerden biri “ben komünistleri yerim!” demiş. Melih Cevdet, “öyleyse, gel de beni ye!” demiş. Bunun üzerine, bir olay çıkmadan adamlar kalkıp gitmişler. Ayvalık’ta yalnızca poyraz sokak aralarında dolaşmamış, başka fırtınalar da esmiş! Orhan Peker’in “Ayvalık Plajı” (1974) tablosu yüzdüğü, dinlendiği Ankara Plajı mı acaba?

Gültekin Emre


ENİS BATUR ÇÖP TENEKESİNDEKİ BEYİN Yıllarım, Daidalos’a mıhlanmış geçti, ona bir daha döneceğimi biliyorum. Kimse içinden çıkamasın diye bir labirent inşa et, sonra içine kapatıl, sanıyorum bile göre kuruluyor yapı. Octopus halimle yaşamöykü yazısının ortasına hamle yaptığımda, bütün düğümlerin çözümü olsa gerek inancına bel bağlamıştım. Yolda, beni en çok sınır-örnekler oyalayacakmış. Onlardan biriyle, Wölfli’nin olanaksız öyküsüyle gereğinden fazla didiştiğimin farkındayım, oysa ötesine berisine sokulmaktan geri durmadım: Başkan Schreber’in bir uçta Freud’u, öbür uçta Calasso’yu sarıp sarmalamış tekinsiz anlatısını sözgelimi, Logos’un infilâk ettiği hiza olarak ziyaretimde soru duvara dayanmıştı: Gerçeklik nedir? Dönüp bakacak olsak, sayısız tanım denemesiyle karşılaşacağımız, bir dolusunu, olmadı birkaçını akla yatkın bulacağımız kesin de, kendimize bir sınır tayin edemediğimiz an sonsuz bir salınım hareketi doğuyor beynimizde, bundan korkmamak elde mi? Hep yapageldiğim gibi, başka duvarlara döndüm yüzümü. Luria’nın, kendisiyle yazışan Oliver Sacks’ı büyüleyen benzersiz deneyimi farklı sınır-durumlar olabileceğini gösterdi bana: Zassitskiy, 1943’de, savaşın amansız günlerinde yaralanmış, başına isabet eden top mermisi parçaları, beyninde, sonuçlarına katlanılması pek güç bir arıza tablosu yaratmıştı: “Dünyası Kopuntularla Uçuşan Adam”ı, tıpkı Veniamin’i kuşattığı “Benzersiz bir Bellek” gibi, önesürdüğü ve savunduğu “romantik bilim” anlayışının mihenk taşı örneği sayıyordu Luria, tam otuz yıl boyunca, kesintisiz bir işbirliği kotarmışlardı birlikte, bir bakıma yapılamaz olanı yapma inadına kapılmışlardı. Aldığı yaralar katmanlı bir bozuşmaya yolaçmıştı Zassitskiy’in beyninin sol cephesinde: Algı mekanizması bütünüyle arızalandığı için hiçbirşeyi olduğu gibi göremiyor, seçemiyor, darmadağın görüntü parçalarını toplayıp birleştiremiyordu kafasındaki ekranda; gövdesini gerçeküstücülerin (örneğin Dali’nin) tablolarında rastladığımız bir parçalanmışlık içinden algılıyor, sağ bacağının omuzunun üstünde durduğunu sanıyor, başı ölçüsüz oranda büyümüş gibi geliyordu, tarifsiz acılar içindeki adama. Belleği de hasara uğramıştı, öte yandan: Defi hacet gereksinmesi duyuyor, buna karşılık anüsünün ne işe yaradığını anımsayamadığı için, gömüldüğü labirentte ilerlemekte alabildiğine zorlanıyordu. Luria ve Zassitkiy, çağdaş bilim tarihinin olağanüstü ortak savaşlarından birine omuz omuza gireceklerdi. Böylesine sakatlanmış bir beyin, böylesine sakatlanmış bir ruhtan kolay kolay beklenemeyecek direniş gücüyle nöroloğun sabırlı, inatçı diyaloğunu taşıyan “Dünyası Kopuntularla Uçuşan Adam”, bugüne dek okuduğum en ayrıksı yaşamöykü denemesi. Zassitskiy, Luria’nın baskısıyla, daha çok da görece biçimde iyileşmeyi, acılarını belli ölçüde hafifletmeyi gerçekten istediği için otuz yıl boyunca düşündüklerini, algıladıklarını, hissettiklerini kâğıda dökme uğraşı vermiş. Başlangıçta en ufak yazı biçimini kotarmakta ölçüsüz güçlüklerle başetmek zorunda kalmış, yavaş yavaş bir tür denetim sağlar olmuş kalemi üzerinde, öldüğünde yazdıklarının toplamı 3 bin sayfayı aşıyormuş. Bugün bize ulaşan metin bir ortak-yapım ürünü: Luria, hastasının gözlemlerini işin içine katarak onun dil ve ifade, bellek ve algı, imgeleme ve yargı yetisi düzlemdeki sıkıntılarını sökmeye, çözümlemeye, yorumlamaya davranmış. Nörologa göre, bir sistemin nasıl çalıştığını öğrenmenin vazgeçilmez yolu o sistemin nasıl çöktüğünü anlama çabası vermekle geçiyor. Sacks’a yazdığı mektuplardan birinde, “nörolojik roman” anlayışını, statistik verilere dayalı bir bilimsel bakışın yerine birebir kişilik nitelikleri üzerine kurulu bir yaklaşımı geçirmekle oturttuğunu aktarıyor. kidonya2

Sahiden de bir roman, bir yaşamöyküsel anlatı mı önümüzdeki? Zassitskiy, belleğindekilerin hiçbir mantıklı sıra takip etmeksizin, kaotik bir düzenin ortasında yüzdüklerini, bu nedenle yazma çabasının varoluşunun yitmiş anlamına yeniden kavuşmaktan hızını aldığını ifade ediyor. O yazıyla bilimsel merceğin buluşmasından doğmuş metnin romanesk katsayısı, kaza geçirmemiş, sistemi arızasız çalışan bir yazarın kurduğu romanesk ya da yaşamöyküsel metninkinden ne dereceye kadar farklı sayılabilir — soruyu, dileyen dilediği gibi tartacaktır. Durum, bana, Vüs’at O. Bener’in Kapan’da yazdıklarını çağrıştırdıydı: “Yaşarken tek sığınak mı bellek? Durmadan üstüste yığılanlar tükenmezi. Silinebilenler ne kadar azınlıkta. Eklenebilenler ne kadar uydurma, gerçek dışı. Tümünün yokolduğunu anlayamamak delirtebilir insanı”. Bu paragrafta yazar’ın yazdıklarını, ayrı ayrı ve birlikte, LuriaZassitskiy ikilisi onaylamayacaklar mıydı? Yoksa, birinin sığınağı ötekinin müebbed hücresi, sonsuz hapishanesi miydi? En ağır hastalıkların, hasarların, giderek delirmenin beynin, içindekilerin dökülmesine engel olmadığı gizemli kafes: Kafatası. Michel Tournier, “Üstâd Beyin” başlıklı denemesinde, Valéry’nin “kıvrımlarında gizemi koruyan” tanımını verdiği beyine sokulur ve onun bir dipsiz kuyuya iple sarkıtılan bir lâmba gibi o dipsizliği aydınlatabildiğini söyler: “Ete bürünmüş Tin”, denizleri ve adaları gibi henüz alabildiğine bâkir, keşfedilmemiş bir diyardır : Hayat bittiği an söner, sıfırlanır. Tournier, Victor Hugo’dan aktarır: İki devrimi peydahlayan, yirmi kralı kandıran, otuz yıl boyunca Avrupa’yı titreten kurnaz devlet adamı Talleyrand’nın gövdesi ölümünden sonra mumyalanmış, bir hastane çalışanının artık hiçbir işe yaramayacak müthiş beynini, o et parçasını çöpe atışına şair tanık olmuştu. Herşey dediğimiz nedir ki?

MEHMET MÜMTAZ TUZCU KAMERA ŞAKALARI Tabakhanede Dalaş Kremalı raylarda şaryoyla tıngır mıngır Poz ata ata pozometreyle sette Dört bin arşını ben çektim, sen ne çektin Göster diyor. Cevabımı zuhuriyle Huriler verir elbet. İhanettir Fantezi Bir düzlük düzenine dil düzmüş tatlı şair Çevirim bir, çekim bir…kırkbir bobin bitirir de Tek çığlık çekemezse dağlanmışın dilinden Merceğini elinden çekip almak gerekir Zeytinlerin Altında Sükun Yok Ün saldım ünler tizi! Resmim büyür şafakta Aşktı tek kılavuzum, albız buz etti yazı Neler çektim! Kırk dizi. Acun bildim cundayı Ama sevdanın yüzü kızıldır şu kumsaldan Saygım ondandır size, öpmem ellerinizi


FEYZA HEPÇİLİNGİRLER SAĞALTMAK İÇİN SUSMAK Tatilin geç sabahlarından biriydi. Kahvaltı sofrasını bahçede hazırlamıştım. Kapı çalındı. Aslen buralı olduklarını daha sonra öğreneceğimiz yabancı bir çift, kapıda... Kadın otuzlu yaşlarını yeni bitirmiş. Adam az daha büyük; şakakları karlı. Çaldıkları kapının arkasından birilerinin çıkması onları şaşırtmış gibi… Ya da kapıyı çalıp kaçacaklarmış da kapı açılıverince suçüstü yakalanmışlar sanki. İki ürkek, iki çekingen konuk… Ayvalıklıların dilinde “Giritçe” denen, oralarda herhalde artık antik bir dil sayılagelen, eski bir Rumca ile buyur ettik konukları. Girdiler. Yine öyle ürkek, her an dönüp gideceklermiş gibi. Masaya hemen iki sandalye, iki tabak… “Biz de yeni başlamıştık.” “Aç değiliz” diyorlar. Oysa biliyoruz, onlarınki kahvaltı öncesi açlığı değil; çocukluktan beri süregelen, bir ya da iki kuşak öncesinden devralınmış bir açlık. Dedelerinin, ninelerinin toprağına ayak basma, insanını görme, suyunu içme, çiçeğini koklama, havasını soluma açlığı... Bu açlığı bastırdıkları muştusunu verecekleri dedeler, nineler çoktan toprak olmuştur ama analar, babalar yaşıyorsa, dönüşte onlara söylenecek kırık dökük iki - üç cümle: “Gittik gördük. Sofralarına oturduk. Çaylarını içtik.” Belki “İyi insanlar” diye de ekleyecekler. Belki. Kuyuya bakıyorlar. Bahçesinde kuyu olan bir ev, aradıkları. Bir de dut ağacı varmış. Öyle anlatırmış büyükler. Bu ev, o ev mi? Kuyu ve dut ağacı… Geçmişin kilidini açması umulan iki anahtar. Güvendikleri bilgi bu kadar. Yeterli mi? Değil. Ben Girit’in Resmo’sunda babamın doğduğu evi aramaya kalksam bu kadarcık bir bilgi bile yok elimde. Şehrin hemen dışında onlar için bir çiftlik, çiftliğin ortasında iki katlı bir ev kuran benim. Mevsim yazsa geleni, serin bir dokunuşla karşılasın diye sofayı kayrak taşlarıyla döşedim. Alt kata bir ocak kurdum. Şömine gibi fiyakalılardan değil, içinde yemek pişirilenlerden. Köz haline gelen odun kömürünün üstüne yerleştirilen sacayağı, onun üstünde de kapağını tıngırdattıkça odaya akşam yemeğinin mis kokusunu yayan toprak tencere. Mevsim kışsa ocakta çıtırtılarla yanan odunlardan el alıp bu koku yanağını okşayacak gelenin. Denize inen bir yamaç seçtim çiftlik yeri olarak. Arkada bir yükselti… Dağ değilse de tepe ama hayli yüksek. Şehre giden yol, çiftliğin üst başından geçiyor, tepenin eteklerinden. Toprak bir yol. Yaz günlerinde at arabalarının ardından bir toz bulutu koşuyor atlarla yarışarak. Eve, meyve ağaçlarının gölgelediği dik bir yoldan iniliyor. Çeşit çeşit meyve ağacı var çiftlikte, hangi birini saymalı. Ve zeytinlik… Çiftliğin yanında, yol ile denizin arasında kalan geniş şeritte uzanıyor. Ev de zaten zeytinliğin hatırına burada yapılmış. Denizle bir ilişkileri yok, biliyorum. Burada da yoktu. Deniz yalnızca seyredilesi bir güzellik… Girilen, yüzülen, şenlendiren değil, bakılan, fırtınalı havalarda korkulan hatta. Benimki kim bilir hangi bölük pörçük anılardan teyellenip birleştirilmiş bir hayal. Babam bile anımsayamazdı ki oraları. Bir yaşındayken gelmiş, getirilmiş. İnsan doğduğu toprakları görmek istemez mi? Ne çok istedi o da. Gidemedik, götüremedim. Nüfusunda doğum yeri olarak Resmo yazdığı için sokmazlarmış bizi Girit’e. Babam doğduğu yerleri göremeden öldü. Belki onların babaları, dedeleri, nineleri de üzerinde şimdi bizim yaşadığımız bu topraklara hasret gittiler. Ben hâlâ Girit’e, babamın doğduğu topraklara gidemedim. Onlar geldiler. Gelebildiler. Bahçesinde kuyu var, bir de dut ağacı, diye anlatırmış dedesi. Adam ondan duymuş. Bakmışlar, bu sokakta bahçesinde dut ağacı olan başka ev yok. Kuyuyu merak etmişler. Bir de kuyu varsa tamamdır. Midilli’de anneannemle dedemin evini aramaya kalktığımda ben de sokak sokak dolaşmıştım böyle. Bildiğim, onların dedelerinin evi hakkında bildiklerinden çok daha azdı. Hiç düzeyinde. Bahçe duvarının köşesinde kocaman kaya parçası olan bir ev… O evi arıyorum. Bilgi bu kadar. Başka? Yok. Başkaca

bilgilere sahip olanlar göçtüler çoktan. Anlatmadan, konuşmadan. Konuşsalar kabuk bağlaması için yıllar boyu uğraşılmış yara kanar mı acep yeniden diye bir korku yüreklerinde. Susarak kanaması durdurulmuş o yaraların. Susmak, unutmaya yardımcı bellenmiş. Unutmuşlar mı gerçekten sustuklarını? Kim bilebilir? Ölünceye kadar sustuklarına, ölünceye kadar korktuklarına göre anlatmaktan o yara tümden kapanmamış olmalı. Hiç. İçin için kanamıştır bile. Ne zaman biri kalkıp oralardan söz etse ince bir sızı… Evi gezmek istiyorlar; üst kattaki odalara bakmak, dolaşmak… Tabii, olur. Hep birlikte çıkıyoruz yukarı. Merdivenin üst başındaki tablonun karşısında şaşkınlıkla duruyor adam. Ne oldu? Ne var? Elde işlenmiş, çiçek dolu bir vazo tablosu bu. Vazonun içinden iki yana uzanmış rengârenk çiçekleriyle yatay bir tablo. Aynısı onların evinde de varmış. Nasıl olur? Anneannemin çeyizinden çıkan bir işleme olduğunu biliyorum. Onu çerçeveletip tablo haline getiren benim. Anneanneme de annesinden kalmış olabilir. Midilli’de bir duvarı süslemeye vakit bulamadan katlanıp bohçalanmış, Ayvalık’a getirilmiş belki. Belki de buradan oraya gitmiştir. Öyle ya, eskiden genç kızlara nakış örneği yapıp satan yerler vardı. “Bir kırlent örneği istiyorum” deyip oralara giderdiniz. Adam elindeki örnekleri gösterir, beğendiğinizi şeffaf bir kâğıt üzerine aktarıp verirdi size. Ana model onda kaldığı için sizden sonra gelen bir başkasına da verebilirdi aynı çizimi. Adam tabloya uzanıyor, çiçekleri okşuyor camın üzerinden. Büyükannesinin yanağını, alnını, dudağını okşar gibi. İncitmemeye çalışan bir şefkatle. Ortak geçmiş, el işi bir tablo olmuş duvardan gülümsüyor bize. Odaları dolaşırken, terastan bahçeye, pencereden sokağa bakarken büyüklerinin de bu odalarda dolaştığını hayal ettiklerini biliyorum. “Dedem bu kapıda durup ‘Geç kalıyoruz. Haydi çabuk olun!’ diye içeri seslenmiş midir acaba?” diye bir düşünce geçiyor olabilir adamın aklından. Kadın, bu odalarda ne sancılar çekildiğini, ne doğumlar yaşandığını düşünüyordur. Belki de mutluluk gülümseyişlerini, kutlamaları, doğum günlerini, yortuları, sevinçleri, bayramları… Hayallerini bozmak istemiyorum ama benim bildiğim gerçek onların hayallerini yaşatmaya yetmez ki! Geldiklerinde bu evi nasıl bulduklarını pek çok kez dinlemiş; öğrendiklerini de anlatmıştı babam. Mübadele ile en son Girit’ten getirilenler gelmişler Ayvalık’a. Onlar gelene dek evlerin çoğu sahiplenildiği için yerleşecek yer bulmakta zorluk çekmişler. Bu ev, çatısı henüz çatılmamış olduğu için boşmuş. Evin alt katına yerleştikten sonra çatıyı ve geriye kalan işleri onlar bitirmişler. Söylememeli miyim bunları? Hayal kurmalarına, kurdukları hayallere mekân olarak burayı benimsemelerine izin mi vermeliyim yoksa? Bilmiyorum. Belki de dedelerinin bir zamanlar yaşadığı ev, başka bir sokakta üçüncü kuşaktan bu yeni ziyaretçilerini beklemektedir. Hayallerini bozmamak için yalan söylersem, gerçeğe ulaşma şanslarını ellerinden almış olmaz mıyım? İyi ama yaşanan onca şeyden sonra gerçek nedir? Aslında onların buralı, bizim oralı olduğumuz en büyük gerçek değil mi? “Sizinkilerin evi burası değil. Yapımı tamamlanmamış bir evmiş burası” diye başlayıp bildiğim doğruları söylesem ne olur? Bahçesinde kuyu ve dut ağacı olan bir başka evi yeni baştan aramaya koyulurlar. Aradıkları evi bulduklarını düşünmeleri iç sızılarını hafifletmeyi sağlayacaksa bu ev ya da yandaki ya da birkaç sokak ötedeki başka bir ev… Ne fark eder? Dedelerinin, ninelerinin bu sokaklarda dolaştığı gerçeği değişmez ki! Tıpkı bizimkilerin doğdukları topraklarda yaşayıp öleceklerine duydukları sonsuz inanç gibi, onların dedeleri, nineleri de buralarda doğmuş, ölünceye kadar burada kalacaklarına, öldükten sonra bile tepedeki mezarlıkta bir mezar yerleri olacağına güvenerek yaşamışlar. Bu noktadan sonra evin şu ya da bu olması hiç önemli değil artık. İşte bu yüzden susmak en iyisi. Susmak avutucu. Susmak unutturucu, acıları hafifletici, sarıcı, okşayıcı. Hele bunca yıl geçtikten sonra susmaktan daha iyi tedavi olur mu? Susmak gerek. Tıpkı dedelerimizin, ninelerimizin yaptığı gibi, susarak unutmak, unutturmak, susarak iyileştirmek… kidonya 3


OYA UYSAL

ZEYNEP UZUNBAY

ÇERÇEVELENMİŞ RESİM

KONUŞMAYALIM TAMAM, AMA SUSMAYALIM

Kendinden bir şeyler bulduğun hazin bir romanın sonunda, titreyen ruhun mu şimdi. Ayın soluk aydınlığında ürperen tenin mi yoksa. Titreşen yıldızlarıyla sonsuz gökyüzünün altında, küçülüp, hayatı, ölümü, hiçliği düşündüğün bu güz gecesinde, burda, yaşanmış ve yaşanmamışlarla geçip gidecek olan ömrün. Ömür boyu sevilebilir mi biri. Sevdin! Aranızda görünmeyen bir duvar gizi kalmayan bedende anlamını kaybeden arzu ve onun aralanmış perdesinden, kaçıp uzaklaşmak isteğiydi gördüğün. Sözlerin tükendiği boşluğa çarpıp dönen yılların sessizliği -Boğuyor beni, yoruyor, bu senin sevgi dediğin şey, diyen sesi. Hatır bilir kalbini kimler kırmadı ki. Hem bilsen… Ah! Bir bilsen. Pencereden bakan yüzün çerçevelenmiş resim. Kendinden bir şeyler bulduğun hazin bir romanın sonunda, titreyen ruhun mu şimdi. Ayın soluk aydınlığında ürperen tenin mi yoksa.

ÇİĞDEM SEZER EKSİK dünya bu, hepimizi görmüş evire çevire gökyüzünü, nehirleri başıboş rüzgâr, serseri hava yerin altında yedi bin daha gök desen, işte orda, dal yaprağa, hadi git der gibi duruyoruz burada sonra onlar geliyorlar dilleri dijital bizim elimizde ciltleri aşınmış kitaplar ne güzel yırtmak böyle, ne güzel tek tek çıkarıp suya atmak kelimeleri usul usul olmak böyle, ne güzel cümlem, öyle kal nasılsa dünya eksiği tamamlar

kidonya4

Tutarım elinden elim yok ki der güzel adlı sokak bulurum şirin adlı sokak asırlık kapı, taşlık ayaklarım yok ki der gece çaresi ararım acı tatlı harfler, işaretler yok, çare yok ki olsun derim olsun, iç şunu sen yine de Sevgilim demek istiyorum bu sözü soyup yeniden giydirmek istiyorum daha ilkokuldasın diyor bir okuma bayramında kurdeleme dokunur mu sevgilim? Çareli özlemek, çaresiz özlemek ne uzun ne karmaşık bir liste ağaca sarıldım, çakıltaşı koydum göğsüme bu taş burdaki ağaç beni kurtar kabul ettim hastayım, âşık değilim ama ama ama ne fark edeeeerrrr! Denize baktırır uzak özletir beni denize göm derim o zaman iyi, gömerim der ateşe at yak beni olur, yakarım der tutar getirir sonra kaybolduğum olmayan o yerlerden Rüya gör dedi gördüm: kollarını açamıyor şu kadarcık seviyor çok odalı çok kapılı bir evde gök kuyusuna düştüm kara gözleri vardı yıldızlı deli o çok çok çok acıyan yerde bensiz kaldım nerdeyiiiimmm? Yaka yaka dolaşıyor adı cümlemde sonunda öldüm işte, öldüysem ben öldüm ışıklar ne! içi ne! ne uyuması! ölü ölü asabımı bozmayın benim


YASEMİN YAZICI MASAL SAATİ: kentler ve aşk Genç adam şiirlerini okurdu. Buğday rengi teninde tüyleri ürperirdi okurken. Gözleri küçülürdü gözlük camlarının ardında. Soluğunda belli belirsiz titreme. Dizelerini okurdu… Denize bakardı genç kadın. Çocukluğundan beri baktığı denize… Rengi değişken, kentin atıklarını taşımaktan bulanık suları… Acımış kokusuna alışkındı. İçine çekerdi temiz bir hava gibi. Çocukluğunun zamanları koklardı… İkisi de çocukluklarını kentin sahilinde, numaralanmış iç sokaklarında geçirmişlerdi. Kısa pantolonlar, pilili etekler… konuşmazlardı bunları. Böyle olduğunu bilirlerdi. Orada geçen tüm çocukluklarının benzeriydi hepsi. Çok sıradan. Genç adam şiirlerini getirirdi. ”Senin için bak ne yazdım ” derdi. Genç kadın okurdu duygularını genç âşığın, seslendirmeden. Bir gönenme duyardı ta içinde. Sonra apansız eksilme. Bir şiirin öznesinden nesnesine geçmenin irkiltici halini duyumsardı . Elleriyle sık sık saçlarını düzeltirdi. Uzun dalgalı saçları vardı. Genç adam severdi onları seyretmeyi, onlara dokunmayı, tutamlarına çekingen öpücükler dokundururdu bazen. Kalabalıktan uzakta olduklarında. İçini tutku dolu duygular basar. Böyle anlarında ayrılık üstüne şiirler yazardı en çok. Gençti. Yakışıklıydı. Ayrılıktan korkardı. Genç kadını kaybettiğini varsayardı. Kalbine ağırlık çökerdi, kasvet sarardı ruhunu… sonra kuşkular görünürdü hayallerinin üzerinde kara lekelere benzer… canı acırdı. ”Herkesin gözü senin üstünde “derdi. Genç kadın incinirdi, öyle suskun yanıtsız uzaklara bakardı. Elinde olmayan bir şeydi. Gençti. Güzeldi.Ve ona, o genç adama âşıktı. Ama, böyle kuşkulu bakışlarından ürperiyordu git gide. Aşk duygularında bir yanılsama oluşuyordu, ayrılık yüklemlerinin olduğu dizelerle çoğalan bir ürperti. Genç kadın, kentin numaralanmış sokaklarında, caddelerinde el ele gezerken, içi sıra tedirginleşiyordu; genç adam elini fazla sıkıyordu farkında olmadan; meydanlarda buluştuklarında sanki hiç bırakmayacak denli sarılıyor, ardından soluksuz kalıyordu genç kadın. Ayrımsamıyordu genç adam. Öyle , öyle çok seviyordu ki. Genç kadın yalnız kaldığında, her köşesini bildiği o eski liman kentinin ötesindeki başka kentlere, başka ülke sınırlarına doğru giden yolları gözlüyordu ; farkında olmaksızın. İçinden geçen yabancı duygular vardı. Sonradan anımsadığında, “ özgürlük” diye tanımlamıştı kendine. Karşısında durduğu ufkun ötesinde ne vardı? Bu gemiler hangi yabancı denizlere yol alıyordu… Hangi limanlar karşılıyordu yolcuları… Kentin sınırlarını geçen taşıtlar sonunda nerede duruyordu ? Merakı arttıkça dizelerin öznesi değil, nesnesi olduğunu duyumsuyordu. Tanımlayamadığı yeni duygular vardı kalbinde. Yüzündeki sıkıntılı gölgelere bakan genç adam “Neyin var, neden üzgünsün” derken onun bir başkasına gitmesinden korkuyordu yalnızca. Dudakları titriyordu. Yeni şiir dizelerini okuyordu. Git git aralarında yanlış anlamalar çoğalıyordu. Ayrılık şiirlerinin dizeleri çoğaldıkça, genç adam ikircimler görüyordu genç kadının gözlerinde. Doğdukları, büyüdükleri kentin içinde saklamak istiyordu onu. Kimseler görmesin istiyordu. O sıra kızın eteklerini özgürce savuruyordu imbat, çıplak, beyaz tenli bacaklarını ortaya çıkarıyordu. Günden güne bahçeli evler bir bir yıkılıyor, yerine apartmanlar dikiliyordu. Ilık rüzgârlar usul usul çekiliyordu denize inen sokaklardan… Kentin eski asfalt yolları, yeni yollara açılıyordu birbirleriyle kesişerek. Sıcağa olan alışkanlıklarını yitiriyordu kentin insanları. Sıcaktan öte bungun bir hava çöküyordu kente. Isınmış asfalttan betonlara… birbirini kışkırtan bir boğuntu kaplıyordu insanları. Genç kadınsa “hep içimden ağlamak geliyor “ diyerek, bir gün apansız gitti , o yabancı kente. Ne şiirlere, ne “gitme kal” ünlemelerine, aldırmadı. İçindeki özgürlük ve üzüntü öylesine birbirine sarmallaşmıştı ki, genç kadın geri dönmeksizin gitti. Yeni sokaklar, yeni caddeler… en çok da kendi yazdığı şiirler olsun istiyordu hayatında. Genç adam dayanamadı. Küstü gidişine. Genç kadının hep kendisini hem de doğdukları kenti aldattığını düşünüyordu. Şiirlerindeki ayrılık betimlerine öfke, kırgınlık, kızgınlık imgeleri doluştu. Bensiz bu kentte yoksun diyordu şiirleri… Kente aşıktı artık. Kent onu koruyor, seviyor, yeni aşklar veriyordu ona… Gitsin dedi genç adam. Gitsin. Ben ve kent bir bütünüz artık.

Genç kadın yabancı kentin sokaklarında mutlu olmadı. Buna da üzülmedi. Mutlu olmak için gelmemişti. Kendi çocukluk sesinin , yeni yetme kahkahalarının olmadığı yabancı kentte, yalnızca kendini arıyordu. Ben hiç kimsemin olmadığı yerde, kimim? Yabancı kentin en eski semtlerine bıraktı kendini. Burada kendini bulabilirdi sanki. Eski yüzlü apartmanlara taşındı. Aşınmış basamaklı, merdiven sokakları çıkarken yeni sevinçler duydu. Kim bilir kimlerin gelip geçtiği artık yabancı izlerle dolu yokuş sokaklardan indi yabancı denize. Kendine sığınacak kuytular buldu… kimi çay bahçelerinin eskicil masalarında şiirlerini yazmaya başladı. Tarihi çarşılarda saklı kış kahveleri buldu. Eski kitapçılar vardı yaşlı çınar ağaçlarının altında, küçük, kıyı lokantalarında içerken, hep yabancı bir denize baktı. Denizden geçen gemileri, şilepleri seyretti. Doğduğu kente benzemez bir denizdi. Birbirine paralel karşı kıyıları vardı; bir yanı doğunun bir batının imgesiydi , birbirine yüzyıllardır alışamamışlardı. Dipte kalan ayrılıklar, günü geldiğinde sık sık birbirini üzüyordu sokaklarında aynılaşmak için. Loş ışıklı pasajlarda gezindi. Kentin tepelerini, yokuş yollarını… Kendi gölgesini izledi, kendi adımlarının sesinde. Kimsesizliğin içinde kendini buldu. Genç adam, kimileyin yabancı kente geliyordu gizlice. Genç kadının imlerini arıyordu yabancı kentte. Sokaklarını dolaşıp, geçip gidiyordu… Ama onu aramıyordu. Genç kadının ne aradığını bulmak istiyordu yalnızca. Belki diyordu. Yeni şiirler yazabilirim onun için. Genç kadının gelip geçtiğini, bakıp yürüdüğünü var saydığı yerleri adımlarken, onun adına korkuyordu. Yanılsamalar, kuşkular içinde geri dönüyordu. Nasıl yaşabilir böyle bir yerde,yapayalnız… nasıl? Genç kadın yabancı kentin yüzünden sıkılıyordu kimi zaman. Binlerce yıllık ilişkilerin sahte iktidar renklerini duyumsadıkça, derin iç çekişlerle sarsılıyordu. Aşk, arkadaşlık, yoldaşlık, dostluk, yandaşlık,… hepsi bir şiirsizlikti sanki. Eski özlemlerle geri dönüyordu bıraktığı kente; kısa zamanlı yolcuklarla duraksıyordu eski anılarında. Terk ettiği kentse hızla günden güne büyüyüp, değişiyordu. O, yeni sokaklarda kayboluyordu; korkular içinde yabancı kente kaçıyordu. Yabancı kentin yabancı kıyılarında başka yollara gitmeyi özlüyordu şiirlerini biriktirirken… Hayatın düş kırıklıklarını, yoksunluklarını, tükenmenin acımsı tadını duyumsarken “hayat böyle bir şey” diyordu, gülümseyerek hüzünden bir teselliyle. Yaşamak da gülümseyen bir hüzün. Böylece zamanla gittiği, yaşadığı kentlerin içinden koparak, kendine gelmeyi öğrenmişti genç kadın. Şiirlerine ekliyordu öğrendiklerini başkalarının seslerine karışarak ve büyük bir yanılsamanın içinden geçip kendi gerçeklerini toplamayı öğreniyordu. Gerçekle gerçeklik arasında inceden bir benzemezlik olduğunu anlıyordu, kendi şiirlerini yazarken. Kendinin öznesi oldukça, içten içe canı sıkılsa bile, özgürlük duygularından umutlanıyordu. Kalabalığın arasında kendi halesini ışıtınca, bir varoluş gücü akıyordu parmaklarından harflere, sözlere… harflerin bir bir haline… tümcelerin birbirini sarıp sarmalamasına… hayata akıp karışıyordu benliği. Her şey geçip geçerdi. Anıların tozlarında başkalaşarak birikiyordu birbirine rastlamış yaşamlar. Türlü biçimsellikle görünür olanlarla, dipte yaşananlar duygular çatallaşıyordu. Böylesi oyunlarını seziyordu hayatın. Yaşamak, türlü duygu karelerinin üzerinde, taş atıp sek sek oynamaktı sanki. Oyun içinde oyunun dehlizleri vardı türlü türlü… Herkes kendi kalbini alıp gidebilirdi kaya oylumlarındaki saklı mağaralara ve kaçak güneş ışıklarında yeşermiş örtük cennetler bulabilirdi belki. Genç kadın tüm engebelere, kötücül tuzaklara karşın kalbini düşürmeden taşımayı başarmak istiyordu yalnızca. Düş ve düşüncelerini sakladığı içindeki o kristal kırılmasın istiyordu. Zamanın içinde büsbütün yitirdiler birbirlerini. Takvimden düşen yapraklar çoğaldıkça, çoğaldı aralarında. Genç adam ve Genç kadın başka aşk şiirlerinde unuttular birbirlerini. Ne birlikte oldukları kent, ne de ayrı oldukları kent hiç hatırlamadı onları. Yaşadıkları kentler yıkılıp yeniden kalabalıklaşmaktan ve betonlaştıkça da, duyarsız oldular aşklara. Bin bir homurtu, bin bir sıkıntı sarmıştı iç sokakları, ister adlandırılsın ister numaralandırılsın. Duyulmazlık bekliyordu her köşe başında. Umarsızla iç çekiyordu kentler, unutkanlığa yaslı kamburlaşan gövdeleriyle. Gözlerde öyle bir kamaşma oluşmuştu ki Görünmeyen bir şeydi aşk. Artık. kidonya5


EFNAN DERVİŞOĞLU EDREMİT-AYVALIK YOLUNDA BİR YAZAR: SABAHATTİN ALİ 41 yıllık kısa yaşamına üç roman, onlarca öykü, bir oyun; pek çoğu bestelendiğinden müzikal anlamda da belleğimizde yer etmiş şiirler sığdıran Sabahattin Ali’nin hayat coğrafyasında Balıkesir çevresinin; özellikle de Edremit ve Ayvalık bölgelerinin önemli bir yeri vardır. Yazar, Ali Selahattin Bey’le Hüsniye Hanım’ın ilk çocuğu olarak 1907’de Gümülcine’de doğmuş olsa da nüfus kütüğünün Ayvalık’ta olduğu bilinir; Cevdet Kudret’in, yazarın evlenme cüzdanından aktardığı bilgilerde, “Ayvalık İsmet Paşa 167”, nüfusa kayıtlı olduğu yer olarak belirtilmiştir (Kudret, 1991:126). Ali Selahattin Bey, Birinci Dünya Savaşı ilan edilip de “Çanakkale’ye Divan-ı Harb Örfi Reisi olarak” çağrıldığında Sabahattin Ali yedi yaşındadır. Ailesinden uzak kalmak istemeyen yüzbaşı, eşi Hüsniye Hanım’ı ve iki çocuğunu da yanına aldırır; savaş boyunca Çanakkale’de kalırlar. Savaştan sonra ordudan ayrılan Ali Selahattin Bey ailesiyle birlikte İzmir’e yerleşir; evin geçimini sağlamak için giriştiği işlerde tutunamaz ama. İzmir işgal edilmiştir; onunsa asıl bildiği, askerliktir. Hep birlikte Hüsniye Hanım’ın Edremit’teki babasının yanına giderler. Edremit’te, bir dükkân sahibinden aldığı eşyaları çarşı içinde açtığı sergide satmaya çalışan Ali Selahattin Bey’e büyük oğlu da yardım eder (Korkmaz, 1997:17-20). Babasıyla birlikte semt pazarlarını dolaşmaya başlayan Sabahattin Ali’nin bu deneyimlerinin, öykü ve romanlarından bildiğimiz gözlemciliğini geliştirdiği düşünülebilir. Edremit’teki İptidaî Mektebi’ni bitiren (1921) yazarın kız kardeşi de Edremit’te dünyaya gelir. Sabahattin Ali, mezuniyetinin ardından İstanbul’daki büyük dayısı Sait Bey’in yanına gider; bir yıl sonra döner ve Balıkesir’deki Muallim Mektebi’ne kaydolur. Bu arada babası, Pelitköylü Mehmet Bey’in “vekil-i umûrluğu”nu üstlenmiş, Ayvalık’a gitmiştir (Korkmaz, 1997:19-25). Ayvalık’taki bu yeni iş, aileyi maddî açıdan ferahlatmıştır. Hüsniye Hanım’ın babası Mülazım Mehmet Efendi, 19 Şubat 1338 (1922) tarihli mektubunda torunu Sabahattin’e şöyle yazar: “Peder ve validen Ayvalık’a naklettiklerini tabii baban da yazmıştır. Buraya Rifat (Ali Ertüzün) Bey gelmiş idi. Babanı kandırdı. Birlikte Ayvalık’a gittiler ve gider iken usulen oraca bir hane ve dükkân verilmesi için kumandanlıktan ve kaymakamlıktan muameleli kâğıt da yaptırmıştı. Güzel hem de gayet güzel bir hane aldı ve kendisi de Pelitköylü Mehmet Bey’in vekili yani Mehmet Bey Ayvalık aşarından hisse almış. Onun vekili olarak aşara nezaret ediyor. Başka iş de yapıyor. Ve inşallah orada daha rahat vakit geçireceklerdir. Yirmi gün evvel de valideni ve Fikret’i eşyalarınız ile gönderdim. Validen arzusu veçhile gene güzel konağa nail oldu. Artık rahat rahat otursun biz de bakalım biraz kendimizi dinleyelim.” (Sabahattin Ali, 2013:11) Hüsniye Hanım’ın zaman zaman nükseden ve onu intiharın eşiğine kadar getiren sinir buhranları, zaten mutlu yürümeyen evliliğinde ve aile yaşantısında hep sorun yaratmıştır. Babasının belirttiği “kendimizi dinleyelim” isteği de bundan kaynaklıdır; Hüsniye Hanım’ın nöbetlerinin Ali Selahattin Bey’in ölümünün (1926) ardından son bulduğu da bir gerçektir. Sabahattin Ali Balıkesir’deki öğrenciliği sırasında gazete ve dergilerde şiirleri, yazıları yayımlanan bir gençtir; ama idareyle sorunlar yaşamasını engelleyemez bu. Kurallara sıkı sıkıya bağlı bir öğrenci değildir; öğrenimini İstanbul’da sürdürmek ister. İstanbul’daki Muallim Mektebi’nden mezun olduğunda,1927’dir. İlk görev yeri, Yozgat’tır. 1928’de gittiği Almanya’dan 1930’da döner. Aydın, Konya ve Ankara’daki ortaokullarda Almanca kidonya6

öğretmeni olarak çalışır, Devlet Konservatuvarı’nda dramaturglug yapar. 1945’teyse Bakanlık emrine alınır. Sabahattin Ali, nerede olursa olsun, çocukluğununilkgençliğinin geçtiği yerlerle ilişkisini sürdürür hep. Hıfzı Topuz’a, “Ege kıyıları Edremit-Ayvalık bölgesi onun öz vatanı gibiydi” dedirten (2006:115) bir bağlılıktır bu. Bazen Ayvalık’tan gelen zeytinyağında bazen ilk fırsatta denize atladığı kıyısında giderir özlemini. Kazdağı’ndan esen rüzgârın uğultusu içinde dolaşır; gördükleri zihnine kazılıdır. Kuyucaklı Yusuf’a, öykülerine taşıdığı bu görüntüler, sesleri ve kokuları da yanına çağıran canlı betimlemelerle yeni bir varlık kazanır yapıtında. “Biraz daha yürüyerek kurumuş bir dere yatağına geldi ve burada bin bir türlü nebat ile karşılaştı: Ufak çınar ve söğüt fidanlarının dalları birbiriyle karışıyor, hayıt ağaçlarının ekşi kokusu etrafa yayılıyor, zakkum fidanları erguvan renkli çiçeklerle parlıyor ve kımıldıyor ve sararmış sazlar, dikenler, kamışlar, yabani naneler, vahşi ayva fidanları birbirinin içinde kayboluyordu. Ve bütün bunların etrafında çakıl taşları ve kum vardı. Bu taşlar bile sıcaktan kavrulmuş ve büzülmüşe benziyorlardı. Yusuf dere yatağındaki bu nebat mahşerine sokuldu. Bir kertenkele hızla kaçtı ve birkaç ağustosböceği sustu. Sonra tekrar başladılar.” (Sabahattin Ali, 2008:120) Ege’nin kuzeyinden edebiyat yapıtına… İnsan, yaşadığı mekândan, bir parçası olduğu coğrafyadan etkilenir; mekân da insanın düzenleyici-değiştirici özelliğinden etkilenerek varlığını sürdürür. Coğrafî koşullar, biçimlendirici ve yönlendirici özellikleriyle yerleşim birimlerinin kurulup gelişmesini sağlarken insanı ve ait olduğu toplumu kuşatan bir nitelik gösterir. İnsan-mekân etkileşimin, özünde insanı anlatan edebiyata yansıması kaçınılmazdır. James Joyce’un Dublin, Tanpınar’ın İstanbul anlatımlarında; “mekân”ın, kurguya dayalı metinlerde bir öğe olarak konumlanışında bu etkileşimin payı büyüktür. “Yüzlerce, belki binlerce senelik zeytin ağaçlarının arasında uzanan, çukur, iki yanı böğürtlen ve hayıtlarla örülü yolda ağır ağır yürüyordum. Arkamdan yükselen güneş, gölgemi araba izlerinin kıvrımları üzerine serip uzaklara kadar götürüyor; deniz tarafından yüzüme doğru esen hafif, fakat serin bir bahar rüzgârı, kasabadan uzaklaştığımı hatırlatıyordu. Kırağı yemiş toprak ve taze çimen kokusu etrafı kaplamıştı. Tarla kuşlarıyla serçeler, ötüşe ötüşe ağaçtan ağaca sıçrıyor, güneşin vurduğu yerlerden dalgalı bir buğu yükseliyordu.” (Sabahattin Ali, 2010:110) Sabahattin Ali’nin 1942’de yazdığı Hasanboğuldu öyküsü, yazarın; betimlemedeki ustalığını örnekleyen ifadelerle yüklüdür. Edremit’ten çıkılan yolda karşılaşılan sesler, renkler ve kokular eşliğinde; Kazdağı’nın eteklerindeki Zeytinli köyü, Beyobası, Kızılkeçili Deresi, şair Mustafa Seyit’e soyadını veren Sutüven, Gök Büvet, okuru kendine çağırıp durur: “Güneşin altında göz kamaştırıcı pırıltılarla yanan deniz, ta uzaklarda açıklı koyulu gölgelere bürünen Midilli Adası’na kadar uzanıyor, bunun sağ yanından geçerek ufukta, sisler içinde gökle birleşiyordu. Kazdağı’nın körfeze kadar yaklaşan eteklerini sayılamayacak kadar çok, her biri başka renk ve biçimde, irili ufaklı dağlar ve tepeler çeviriyordu. Arkamızda Sarıkız, bu dağların en yüksek tepesi, ağaçsız başını beyaz bulutlara uzatıyordu.” (Sabahattin Ali, 2010:115) Sabahattin Ali’nin Hasanboğuldu öyküsü gibi Çirkince, Değirmen, Sulfata, Barsak gibi öyküleri de hayat coğrafyasından edebiyat coğrafyasına yansıyan görüntüler açısından değerlendirilebilir. Edremit’in uyumsuz çocuğu Kuyucaklı Kuyucaklı Yusuf, Sabahattin Ali’nin ilk romanı olarak 1937’de yayımlanır. 1903’te Nazilli’de başlayıp Edremit’te devam eden ve I. Dünya Savaşı içinde sona eren roman, kahramanı Yusuf’un ve onu himayesine alan Kaymakam Salâhattin Bey’in kaçışları için uygun mekânlar sunan Edremit pastoralinde ilerler. “Damların yosun tutan ve kararan kiremitlerini nihayetsiz


dut, erik ve iri yapraklı incir ağaçları örtmeye çalışıyor, derelerin kenarını beyazımtırak yapraklarıyla uzun kavaklar, bazı yerlerde kopan bir şerit halinde ve yalnız kenar mahallelerde takip ediyor; bunların arasında belki yirmiden fazla minare, bembeyaz yükseliyor ve uzaktan bakan bir göze, tıpkı kavak ağaçları gibi hafif hafif sallanıyor hissini veriyordu. Yukarıçarşı’daki Kurşunlu Camii’nin iri kubbesi daima donuk bir ışıltı ile parlıyordu. Kasabanın panoramasında, bir tablodaki kadar ahenk ve uygunluk vardı. Bu, ağaç, minare ve kiremit kümesinin etrafını ayva ve diğer meyve ağaçlarından ve ova etrafında bağlardan ibaret açık yeşil bir çember sarıyor; onun etrafında da siyah yapraklı zeytinlerin daima kıpırdayan halısı göz alabildiğine uzanıyordu.” (Sabahattin Ali, 2008:25) Nazilli’nin Kuyucak köyünü basan eşkıyaların annesini ve babasını öldürdükleri Yusuf’un getirildiği Edremit’in tepeden görünüşü böyledir ve yazar, böylesi bir dekorda Yusuf’u hep doğaya, asıl yuva bildiği dağlara sürükler. Yusuf da buna çoktan teşnedir; çünkü kendisini ayrı tuttuğu bu çevrede içine kapanık, uyumsuz, okumayı öğrendikten sonra öğrenimini sürdürmek istemeyen, bu yönüyle daha çocukken düzene başkaldıran; büyüyünce de kasaba eşrafından fabrikatör Hilmi Bey’in her kötülüğü yapabilen oğlu Şakir’i döverek ayrık duruşunu gösteren bir yapıdadır. Berna Moran’ın “soylu vahşi” diye nitelendirdiği Yusuf, düzenin devamlılığından yana acımasız bir kasaba gerçekliğinden kaçıp kaçıp doğanın kucağına sığınır. Töreleri, sosyal ilişkileri, ekonomik yapısı ile Edremit, Sabahattin Ali’nin yansıtmak istediği “kasaba atmosferi”ne uygun parçalar halinde yer bulur romanda; “bir sur harabesinde çıkan bir yabani incir ağacı gibi, biraz sıkıntılı ve şekilsiz, fakat serbest ve istediği gibi” (Sabahattin Ali, 2008:24) büyümüş olan Yusuf, bu atmosfere ait değildir. Salâhattin Bey’in Şakir’le evlenmek üzere olan kızı Muazzez’i kaçırıp -birbirlerini sevmektedirler- bir köye götürür, Edremit’te evlendirilirler. Süvari tahsildarı olur Yusuf, dağ bayır dolaşıp durur. Annesi Şahinde Hanım’ın ahlakî düşüklükleri arasında içkiye alıştırılan Muazzez’i çekip kurtarmak için ev basar; önce kamçısını sonra tabancasını kullanır; yine yollara düşer. Muazzez yaralıdır, atını Balıkesir tarafına sürer Yusuf; iki dağın arasında oldukça yüksek bir geçittir, vardıkları yer. “Şehir dışına bu ve diğer çıkışlar nedeniyle, dönüşümlü olarak kâh kasaba içi mekânda buluruz kendimizi, kâh kasaba dışı mekânda ve ışık, renk, koku öğelerinin zengin ayrıntılarıyla yapılmış doğa betimlemeleri Kuyucaklı Yusuf’un bir özelliği sayılabilecek kadar yer tutar metinde. Bilmem bu yapıttaki kadar ağaç çeşidinden de söz eden kaç Türk romanı vardır?” (Moran, 1990:28) Berna Moran’ın dikkati çektiği bu nokta, Yusuf’un doğayı ve doğallığı, kasabanın dışında bulmasıyla ilgilidir. Yine Moran’ın deyişiyle; Yusuf’u “romantik edebiyatın bozulmamış doğal insan kavramına bağlayarak ve toplumla uzlaşamayan âsi kahramanlar geleneğine oturtarak yorumlamak gerekir” ((Moran, 1990:28). Edremit çevresinin canlı tablolar halinde anlatılması, “Başım dağ, saçlarım kardır, / Deli rüzgârlarım vardır / Ovalar bana çok dardır, / Benim meskenim dağlardır.” (Sabahattin Ali, 1973:185) diyen Sabahattin Ali’nin yöreyi çok iyi bilmesi ve gözlem yeteneğini anlatımdaki ustalığıyla birleştirebilmesi sayesindedir. “Bu yol Burhaniye üzerinden Ayvalık’a kadar gidiyordu” (Kuyucaklı Yusuf) “Babam, fırsat buldukça Edremit’e gider, hem aile efradını, hem çocukluk arkadaşı şair Mustafa Seyit Sutüven’i yoklar hem de en büyük aşkı olan dağlarda, özellikle Kazdağı’nda kendi başına gezerdi” (Ali, 2012:101). Sabahattin Ali’yi fotoğraf karelerinde gülümseten bir sevgiden böyle söz eder Filiz Ali. Yazarı bazen bir çam ağacının gövdesine yaslanmış bazen ceketi elinde Kazdağı’nda buluruz; baston niyetine kullandığı irice bir dal diğer elinde, yazacaklarıysa içinde… 18 Temmuz 1944 tarihli mektubunda eşi Aliye Hanım’a şöyle yazar:

“Ankara sıcaklardan berbat bir halde. Şu son haftada dayanılmaz sıcaklar oldu. Edremit daha sıcaktır ama, Ayvalık ve İzmir’de her gün denize gireceğiz” (Sabahattin Ali, 2013:405). Filiz Ali, Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin geride bıraktığı on yıl üzerine Enis Batur’un; kendisiyle yaptığı söyleşide, babasının Ayvalık tutkusunu şöyle dile getirir: “Biz Edremit’e, büyükanneme giderdik. Babamın çocukluk arkadaşları falan da vardı, ama bizi İzmir’e ya da İstanbul’a gönderir, kendisi Ayvalık’a giderdi. Babamla Ayvalık’a gittiğimi hatırlamıyorum ama Ayvalık muhabbeti sürerdi, çünkü Ayvalık’tan zeytinyağı, sabun, zeytin gelirdi, babam ‘Çamlık Yapı Kooperatifi’ne girmişti orada, yıllar sonra ortaya çıkan makbuzlardan biliyorum ama böyle bir kooperatif yok bugün Ayvalık’ta.” (Batur, 2008:38-47) Zeytinden, zeytinyağından anlayan bir Egeli tavrıdır yazarınki. Aliye Hanım’a yazdığı 30 Ağustos 1944 tarihli mektupta bir alışverişinden şöyle söz eder: “Sana iki teneke zeytinyağı gönderdim. Biri rafine, öteki Ayvalık. Rafinenin kilosunu 205 kuruştan, Ayvalık’ın kilosunu 240 kuruştan aldım. İki teneke 80 lira etti. (…) Sabun da bulursam yirmi kilo kadar alacağım.” (Sabahattin Ali, 2013:410) *** Bugün Ayvalık’taki akademiden müzik sesleri yayılıyor etrafa. Filiz Ali’nin öncülüğünde başlatılan çalışmalar Ayvalık’ta bir “kültür odağı”nı, AIMA’yı oluşturdu çünkü. Dağlar ve Rüzgâr’a yankı olsun, dünyayı selamlasın diye… Kaynakça: ALİ, Filiz (2012). Filiz Hiç Üzülmesin, 2. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. BATUR, Enis: Filiz Ali Söyleşisi (2008). Mitos Diyarında Çağdaş Bir Kültür Odağı: Ayvalık’tan Bir Masterclass Öyküsü, Kitap Yayınevi, İstanbul. KORKMAZ, Ramazan (1997). Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. KUDRET, Cevdet (1991). Kalemin Ucu, Cem Yayınevi, İstanbul. MORAN, Berna (1990). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış II, İletişim Yayınları, İstanbul. Sabahattin Ali (1973). Değirmen / Dağlar ve Rüzgâr, 4. Basım, Bilgi Yayınevi, Ankara. Sabahattin Ali (2013). Hep Genç Kalacağım (Hazırlayan: Sevengül Sönmez), 3. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Sabahattin Ali (2008). Kuyucaklı Yusuf, 32. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. Sabahattin Ali (2010). Yeni Dünya, 7. Baskı, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul. TOPUZ, Hıfzı (2006). Başın Öne Eğilmesin, 2. Basım, Remzi Kitabevi, İstanbul.

Desen: Arif Buz

kidonya7


MEHMED ARİF BACAKSIZLAR KILI KIRK YARAN TUNCER UÇAROL’UN ARDINDAN Tuncer Uçarol kim? Sorsalar: yanıtım; bence, adam gibi adam!... Sonra övünçle o benim Adana Tepebağ Ortaokulu’ndan (1953-4) arkadaşım. İçimdeki yeri çok özel. Şimdilerde bir elin parmaklarında da az kalan dostlarımdan biridir derim. Hakkında yazılanlar bence az bile. Ne yaparsın ki bu çivisi çıkmış memlekette testiyi taşıyanla kıran arasındaki ayrımı üç-beş değer bilir aydın onun gerçek niteliklerini okurlarıyla paylaştılar. Sağolsunlar!... Efendim yılı tam anımsamıyorum. Ama 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı olduğu (o zamanlar bayramlar yasaklı değildi) çok net kalmış aklımda.

Ankara’da, İstanbul’da mesleğinde ve Onun sevgili Adana’sındaki çevreyi; hayatta olması gereken disiplin (ki, onun yaşam tarzıydı.) – Sevgi, alçak gönüllülükle edindiğine inanıyorum. O dik değil, dik duruşu olan, inancından hiç ödün vermeyen dostlarını unutmadığı gibi gücünce sorunları özümseyip omuz verendi. 60 yıllık dostluğumuzda birebir tanığım; canından fazla önemsediği iki şeyden biri: Eşi Aytül Hanım’ın sağlığı diğeriyse; Türkçe’ye olan ilgisiydi. İkisinin de üzerine kendi sağlığı bozulana değin titredi özen gösterdi. O elinin değdiği her şeyi ama, her şeyi en küçük ayrıntısına kadar irdeler, sorgular öyle yazardı. Ben bu damarın ailesinden geçtiğine inanıyorum. Çok şey söyleyip de hiçbir şey söyleyememek, hiçbir şey söylemeyip de çok şey söylemek; hayatımızda yaşadığımız örneklerden biri: Ölüm!... Dışımızda başka, içimizde olduğu vakit daha da başka. Bir ışık daha söndü içimde. Kalanların ışığı bol olsun!... Ziyalansın gönençle gitsin son basamaktan sonsuzluğa… Uçarol’a Kılı kırk yardın devar-î devlet kapısında özü ayrıntıda aradın yıllarca. Kan değil insan soylusuydun Özgün özelliklerinle gittin hayatın akışında.

NİHAT ZİYALAN RÜYA

Mavi Pansiyon, Ayvalık, Ağustos 2011

Fotoğraf: H.Uğur Bilge

Geçit töreni Atatürk Caddesi’nden başlar Belediye Sarayı önüne kurulan protokol locasındakileri gruplar selamlar, Dörtyol ağzında dağılırlardı. Yan sıradaki çocuğu tanımıyorum. O yaşın çocukları ne konuşur? Ben kız okullarından gelen siyah önlüklü, beyaz yakalı, bıcır bıcır konuşan kızlara kaş göz ettikçe onun alı moruna karışıyor bir yandan da bak söylerim sonra seni öğretmene diye bana gözdağı veriyor. İçimden çattık valla bu hanım evladı, muhallebi çocuğuna diyordum ki; toparlan düdüğü öttü yürüyüş başlayacak. Çaktırmadan süzdüm yukarıdan aşağı. Kılık kıyafeti pırıl pırıl. Ayakkabıları ayna gibi, gömlek kolalı, kravat ceketle uyumlu pantolon jilet gibi. Yüzüne bir, bir daha baktım; ak ve aydınlık bu yüz bana Adanalı değil olsa olsa tayinle gelen bir memur çocuğudur dedirtiyor. Oysa 10 Kasım Atamızı anma gününde O, konuşma yaptı ben de şiir okudum. Tören sonrası yanıma geldi tebrik etti. Güzel bir şiir sen de güzel okudun. Kimin, yazarı kim sorusunu biraz şişirerek; Ümit Yaşar Oğuzcan’ın yanıtını verdim. Bendeki Atatürk şiirleri Antolojisinde bu yok. Bana verir misin, kopyalayıp sana geri vereceğim sözüyle yollarımızı kesiştiren kavşak oldu şiir. Adana Erkek Lisesi’nde de beraberdik o yıllar 5 veya 6 günlük yerel gazete 3-4 sanat, edebiyat bir de haftalık mizah dergisi çıkardı. Yeni Adana Gazetesi’nin sanat sayfasında sinema, tiyatro, şiir üzerine yazılar yazmaya başladı Uçarol. 1959-60 yıllarında lise bitince Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girip Ticaret Bakanlığı müfettişliğine başladı ve Teşkilatlandırma Genel Müdürlüğü’nden emekli olup Ankara’ya yerleşti. Bu süreçte de hiç kopmadık. İlişkilerimizi sıcak tutan ortak yön şiir ve edebiyattı. O Adana’da yapılan sanat etkinliklerini kaçırmamaya özen gösterir mutlak eski arkadaşlarıyla anılar yenilenir, günceller konuşurdu. Kendisi gibi dünya iyisi iki kardeşinin; -Murat ve Güzin- Adana’da çocuklarıyla yaşıyor olmaları da etmendi. kidonya8

ortada biri yatıyor sandım gölgemmiş kafamdaki topağı elledikçe inliyorum aklım gördüğüm rüyada: lan aman hırsızlar Memed'imin güvercinleri torbaya tıkılmamak için direnen kanat vuruşları taklamı attım ortalarına boğuş babam boğuş kan ter içinde kafama odun bağıramadım gece bekçisine gözlerimi açtım çıkamıyorum rüyamdan hırsızlardan yumruk yedikçe tıslıyorum sabah olmasın dayanamam Memed'imin uğunmasına kalbi var kanat sesi kesildim torbaya sığmayan kanat sesi bu toz duman hırsızların elinde çırpınmaktan Sydney 2013


CÜNEYT AYRAL NEDİM GÜRSEL’E ANAHTAR SORULAR Geçtiğimiz aylarda Akdeniz edebiyat ödülünü alan Nedim Gürsel’in ödülünün açıklandığı basın toplantısında Amin Maalouf yanında oturuyordu, karşısında da Yunanlı efsane ses sanatçısı Nana Mouskouri vardı. Öğlen yemeği sırasında kadehler onun için kaldırıldığında Nedim Gürsel ödülünü “Gezi Direnişi” için alacağını açıklmıştı. Ardından Eylül ayında Perpignan şehrine ödülünü almaya gittiğinde yaptığı konuşmada verdiği sözü tuttu ve ödülünü “Gezi Direnişi”ne adadığını açıkladı. Nedim Gürsel’e “ödüller” ile ilgili anahtar sorular sorarak, kilidini bozmayı denedim, ama çok sağlam olduğu anlaşılan kilit pek açılmış sayılmaz, belki biraz aralandı kapı ama…

• Bir yazar için ödüllerin önemi sence nedir? Bu artık bir pazarlama taktiği olarak kullanılmıyor mu? Bunca yazar var piyasada, ödül verenler bunlardan kaçta kaçını okuyup bilebiliyorlar da ödülleri dağıtıyorlar? Senin bu konudaki "olabildiğince tarafsız" düşüncen nedir? • Ödülüne göre değişir. Daha fazla okura ulaşmaya yol açan ödülleri önemsiyorum ama yazarın varoluşunu yönlendirmemeli ödül. İlk kıtabım “Uzun Sürmüş Bir Yaz’”la Türk Dil Kurumu Öykü ödülünü aldığımda çiçeği burnunda bir yazardım ve böyle düşünmüyordum. Başka ödüller de aldım sonradan, ama en çok Türk Dil Kurumu’nun verdiği ödül altında ezildim. Bir sorumluluk getiriyordu çünkü. Türkçeye bağlılığımın, roman, öykü ve gezi kitaplarımı hâlâ Fransızca değil de Türkçe yazmamın nedenlerinden biri de budur. Ama biliyorsun incelemelerimi hem Fransızca hem Türkçe, daha cok da Fransızca yazıyorum. • Yeni romanından söz eder misin? Doğan Kitap'tan Ocak ayında çıkacak olan romanından söz ediyorum... • Tabuları yıkan, bir saatli bomba etkisi yaratabilecek bir roman diyeyim şimdilik. Hem cinsel hem siyasi tabularla ve bir kurum olarak orduyla hesaplaşıyorum. Bu arada bombardımandan başbakan da nasibini alıyor. Adı “Yüzbaşının Oğlu”. Çıktığında daha uzun konuşuruz umarım. • Elbette, ben teşekkür ederim Paris, 20 Kasım 2013

KÜÇÜK İSKENDER OKULLARDA YASAKLANAN ŞİİR

• Almış olduğun Akdeniz ödülünün kapsamını anlatır mısın?. Ve tabii neden önemli olduğunu da söylersen sevinirim. • Fransa Akdeniz Roman Ödülü Perpignan kentinin her yıl verdiği prestijli bir ödül. Daha onceden Amin Maalouf, Tabuchi gibi yazarlara, bizden de Yaşar Kemal ve Orhan Pamuk’a verilmişti. Seçici kurulunda seçkin yazar, eleştirmen ve gazeteciler var. Ödül, senin de hazır bulunduğun bir öğle yemeğinde Paris’te Closerie des Lilas kahvesinde basına açıklanmıştı. Tören eylül ayında Perpignan Büyük Kongre salonunda yapıldı. • Jean Paul Sarte'ı sever misin? Seni ne anlamda etkilemiştir? • Sartre bir dönem başucu yazarlarımdandı, artık öyle değil. Beni çok derinden etkilediğini söyleyemem ama, otobiyografisini (Sözcükler) çok severim. “ Kural gereği iyi baba yoktur” cümlesi o kitabındadır. “ İnsan bir nevrozdan kurtulabilir, ama kendinden asla” cümlesi de. Varoluşçuluk bir dönem yalnızca Fransa’da değil bizim ülkemizde de baş tacı edildi. Demir Özlü kuşağını etkilediği söylenebilir, ama benim kuşağımın üzerinde belirgin bir etkisi olduğu söylenemez. • Sana bir gün Nobel ödülünü verseler kabul etmemezlik eder misin? • Sartre Nobel’i reddetmişti, felsefesi gereği her türlü kurumdan bağımsız hareket etmek istiyordu. Beckett de Nobel’i aldığında Tunus’taydı, Stockholm’e gidip konuşma bile yapmadı. Marka yazar olmak istemiyordu çünkü. Nobelli yazar tanımını gereğinden fazla benimseyen, bir kez almoş olsalar da her yıl Nobel alıyormuş gibi davranan yazarlar da var. Onlar bu ödülün sahibi deüil kölesi durumundalar. Bana Nobel vermezler, ama ya verirlerse? Reddetmem elbette, ama bazıları gibi kutlamaları uzun yıllara da yaymam.

Üşüdüğünde sen, üstündekini çıkartıp veren biri gibidir hayat, soğuktan donma diye sana sunar kendine dair gerçekleri Öyle bir hastalığım olsun isterim ki böyle anlarda bari o terk etmesin beni – yapışıp kalsın içime hatta beraber ölelim mümkünse tek bedende fırsattan istifade kayıplara karışmışken sahibi iskender över veya game over yani

Desen: Arif Buz

kidonya9


ADİL İZCİ MARTILARLA I

Bugün de yine iskelede bekliyordu dostum. Artık biliyorum, hangi vapurla geleceğimi öğrenince, evden buraya iniyor, kahvelerden birinde gazetesini masaya seriyor, martı bağırtıları arasında öncelikle haberleri okuyordu. Martı bağırtılarının ne önemi var, hem koca adada bir burada mı duyulur ki diyeceksiniz, ondan değil elbette, benim gibi tutkunları hemen duysun istedim o cânım sesleri, ne var ki bunda? Araya girdiğinizde dostumdan söz ediyordum. Vapurdan ilk halat atılırken de yerinden kalkıyor, iskeleye sokuluyordu. Nereden mi bileceğim, kısaca anlattığından… Bu kez, ayaklarının dibinde köpeği de oyalanıyordu. Bir golden ki böylesi dilerim her meraklısına kısmet olur. Hem de uzun bir ömrü birlikte sürdürmek üzere… Merhaba. Hal hatır sorma. Sonra da, efendim bu da bizim Raipo… Memnun oldum. Olunmaz mı? Kim görse, daha oracıkta kanı kaynar kerataya. Bu kez, önce eve bir uğrayalım dedik. Zaten iki adımlık bir yerde… Evin önündeki avluda azıcık soluklanıyoruz. Raipo’da bir numaralar, bir yalancıktan havlamalar, bir zıplamalar, bir kendini sevdirmeler ki bu kadar olur. İrice bir cüsse, eh havlamanın gücü de ona göre, ama öyle numaradan ki kimseler ciddiye alır da korkmaz, yalancıktan olduğu o kadar belli! Eve bir iki erzak gerekliydi, dostum, ben ve Raipo bakkala birlikte gittik. Aldık o erzakı, bizimki torbayı havada kaptığı gibi hemen eve yöneldi. Hani bir kez olsun, arkasına dönse de baksa! Ağır geldi dese, yoruldum dese… Hayır, dosdoğru eve… Sokak, uzun olsa da düzceydi, eve girmesine kadar hepsini beklediğimiz yerden görebildik. Oncağız, bir bakıma sabah gezintisini bitirdi, sıra bizde… Oradan mı, buradan mı? Buradan gidelim. Hem balıklara da bakacağız ya! Dostumuz (evet o da dostumuz!), denizden döndüyse ne iyi! Balıkları tezgâhlara serdiyse daha da iyi… Seyredin durun bakalım keyifle. Öyle balıklar vardır ki görmesi, doya doya seyretmesi pek az kısmet olur. Hatta ilk kez gördüğünüz, merakla, hayretle seyrettiğiniz balıklar bile olur ara sıra. Sonra, o nedir, bu nedir diye rahatlıkla sorabilirsiniz. Sırf eliniz bir süre deniz dibi koksun diye balıkları azıcık yoklamanızın da sakıncası yok. Size burada bir giz verebilirim: Benim seyretmeyi en sevdiğim balık, hor görüldüğünden, hayır abarttım biraz, pek değer verilmediğinden olsa gerek, izmarittir. Yeni tutulduğunda ama… Sonra onca renk usul usul söner. Bakın, istavritin seyrine de doyum olmaz. Üstelik bunun renkleri, daha uzun ömürlüdür. İskorpitin neden hatırını kırmalı? Ufarak bir balıkta, turuncu mu diyelim o renge, bunca ton, bunca ayrıntı bir arada… Bir curcuna… Sözü uzatmayalım, balık seyretmenin güzelliğini bilin de gerisi size kalsın. Hangisi hangi mevsimde, lezzetleri falan, onları da birazcık biliyorum ama yeri değil. Neden mi yeri değil? Daha bir iki satır öncesinde balıkları seyretmenin güzelliğinden dem vuralım, sonra da boğazdan, damak zevkinden… Olur mu efendim? Martılardan söz edelim o halde. Ama hemen buradaki, kidonya10

yakın damlardaki iri iri, sütbeyaz martılardan. Öbürlerine, yani adanın sağındaki solundaki martılara daha zamanımız var. Bunların gözleri bana sürekli tezgâhlarda gibi geldi. Laf benimki de. Sana bana ne? Kimsecikler görmeden bir iki balık da, diyelim istavrit, onların kursağına giriverse, ne olur ki? Onlarınki de can değil mi? Sözü uzatmanın ne gereği var, bu ada gününde de martıları anlatayım diyordum size. Güya hem ada hem martı hem de fotoğraf tutkunu bir dostum da gelecekti bu kez benimle, adanın martı yataklarını gösterecekti. Yeni martı fotoğrafları da vardı aklında… Öncesi ya da sonrasında da evlerine uğrayacaktık. Annesi ile anneannesinin uzun yıllardır birlikte oturdukları eve. Adanın ta yukarılarında, sessiz sakin bir evdir diye anlattı birinde, o günden beri merak ederim, evi de, ev halkını da. İkisinde de, ama ola ki anneannede daha da renkli, kimbilir ne ada öyküleri, martı anıları vardır, bir masal lezzetiyle dinlerim olabildiğince, izinlerini de alır, eve dönünce kapanırım odama, iyi kötü bir de ben anlatırım diyordum. Bugüne kadar olmadı bir türlü. Atlatıyor desem, hayatta yapmaz. Bu dostumu da iyi bilirim. Peki ne? Sonra bu nasıl ada tutkunluğu? İnsan öyle günübirlik de değil, uzunca sürelerle, olmazsa bir hafta, on günlüğüne falan, bırakır kendini buralara, iskelede kedilerle, martılarla, adanın her yerinde de cânım doğayla keyfine bakar. Hazır, uzun yılların bir evi de varken… Gidin bakın, orasında burasında kimbilir ne ılık zamanlar tütüyordur! Hem dünya, ölümlü dünya, hangimiz bilmiyor ki bunu? Ey, ne olacak? Martı öyküleri dinlemeden, o olmazsa martıları doya doya bir seyretmeden mi döneceğim İstanbul’a? Olur mu? Ya kısmet diye yukarılara vurduk kendimizi. İkimizin de pek sevdiği merdivenli bir sokağı adım adım tırmanmaya koyulduk. Dünyamızın belki de en güzel ada sokağı burasıdır. Neye göre böyle dedin, gördüğün adaları bir say da anlayalım bakalım derseniz, yerden göğe haklısınız, hepi topu dördü bulmaz. Gördüğüm ada sokakları da ona göre. Ben de o nedenle belki de en güzel ada sokağı dedim ya! Bakın aklıma geliverdi: Bu sokağın nefis bir öyküsü vardır, insan okumalara doyamaz. Üstüne üstlük, öykünün adı, kitabın da adıdır. Daha da önemlisi, ada üzerine bunca güzel anı ve öykü yazan bir yazarın, doğma büyüme adalı bir yazarın evi de buradadır. Yaseminleri de boldur bu sokağın. Bir o kapıdan sarkar, bir bu kapıdan… Gölgeleri derseniz, istediğiniz kadar. Ortalarında bir de erik ağacı var. Papaz eriği değil ama onu da aratmaz. Bunca söz, bir gün martı yataklarını arayacak olursanız, bu sokağı da bir görün, merdivenlerinden birine oturun, sağı solu, dalları yaprakları, az ötedeki denizi bir seyredin diye… Yoksa, adanın en yukarılarına tırmanın der, keserdim. Ne güzel, bu erik ağacı burada… Gölgesinde hem dinlendik, hem de susuzluğumuzu az biraz giderdik. Herhalde bahar yağmurlarından dolayı böyle sulu suluydu erikleri… Dostum sayesinde diyeceğim ama yalan olacak o, doğrusu bağırtıları sayesinde, kolaylıkla bulduk martı yataklarını. Zaten artık adanın en yukarılarındaydık. Bu ikindi vakti, böyle bağıra bağıra bir hal olduklarına göre bir dertleri vardı ama ne? Olağan bağırtıları nerede, bunlar nerede? Sonra neden üstümüze üstümüze pike yapar gibiler? Evet, sanki bir esinti duyuyoruz o sırada, ama korkuyoruz da. Ne olur ne olmaz… En iri martılardan bunlar… Hatır gönül aramayın… Makilerin arasında yavru bir martı görünce anladık. Dertleri oydu, bir oraya bir buraya seğirten yavru martıyı kurtarmak… Böyle değilse bile buna benzeyen bir sorun… Biz


de tam üstüne gelmez miyiz? Bazen olur böylesi rastlantılar… Bilirsiniz, doğada duygularımız aklımızdan daha baskındır. Yapmamız gereken, hepsini, büyük martıları –belki de hısım akrabalardı onlar-, yavru martıyı kendi hallerine bırakmaktı. Öyle olamadı ama. Üstümüzde bağırtı üstüne bağırtı, daha ötesi saldırı denemeleri, o oradan seğirtiyor, biz buradan derken yavru martıyı yakaladık. (Kabahatimi kabul ediyorum, ben yakaladım!) Külrengi havlarla kaplı canavar gibi bir yaratık. Henüz tek bir beyaz tüyü teleği yoksa da sıcacık. Soğuk bir gün, insan göğsüne bastırsa, iki avcunda böyle bir süre tutsa, ürpertisi falan kalmaz sanki. Dünyamıza geleli daha ne kadar oldu da, ne zaman nereden öğrendi bilmem, gagalamak da değil, ısırmak derdinde. Yok ne yazık ki, öbür canlılarla aramızda bir dil yok. Olsaydı, bir iki söz, hem de fazlasıyla yeterdi. Korkma yahu, merak ettik, eh biraz da sevmek istedik, kötü bir niyetimiz yok, derdik, yeterdi bu kadarcığı. Böyle bir dil olmayınca ne yapacaksınız, uzun etmeden, ama bir martı yavrusunun nasıl olduğunu da unutmayalım diye iyice bir baktıktan sonra geri salıverdik makilerin arasına. İzleniyorduk elbette, birden bağırtılar yeni bir renk aldı ya da bize öyle oldu gibi geldi. Kaygıyla, korkuyla rahatlık, görece bir rahatlık arasındaki sesleri kim bilmez ki biz de bilmeyelim? Siz de rahatladınız mı derseniz, elbette. Hayır efendim, bir saldırıya uğrama olasılığı kalmamasından değil, yavru martının doğadaki yerini yeniden bulmasından… Doğru, en son makilerin altına doğru paytak paytak giderken gördük, belki yuvasına ters bir yöndeydi ama oralarda bir yerde aile, herhalde bütün hısım akraba nasılsa bir araya gelecekti. Anası babası, daha deneyimli büyükleri, o hısım akrabası, yavru martıyı belki de bir vakit azarlar gibi olacaktı. Bizimki iyice suspus, iyice süklüm püklüm… Ama sonrası herhalde sütliman… Hepsi bu… Hepsi bu mu? Olmaması gerekir! O yavru martı da sonunda büyüklerin arasına katılacak, bazen hep birlikte dereden tepeden sohbet ederken bir anda bugünü anımsayarak bir zamanların külrengi yavru martısını, oncağızın eski saflığını, yol yordam bilmezliğini hafif hafif dalgaya alacak, kendi aralarında bir güzel eğleneceklerdi. Belki bugün ara sıra rüyalarına girecekti. En azından bizim martının bazı rüyalarında, -elbette pek sevimli değil, o kadarını kabul ediyoruz zaten, isteyen kâbustan da sayabilir-, bir yerimiz bulunacaktı. Yağmurun sırılsıklam ettiği ya da kardan göz gözü görmez bir gece, gövdesinde ana baba sıcaklığından sonra duyduğu ilk sıcaklığı, ellerimin sıcaklığını rüyasında belli belirsiz anımsayacak ve uykusunun derinliğinde geri unutacaktı. Bilinmez ki? Yoksa bilinmemesi mi daha iyi? Bu an, doğa da hayat da gizleriyle daha güzel görünüyor gözlerime. Ama bakarsınız yarın, öbür gün yeni bir karara, bundan uzak bir karara varıveririm. Yo, neden yarına, öbür güne bırakmalı? Vapurda tez davranmalı, yine arka güvertede dip bucak bir yer bulmalı, hemen oracıkta kafa yormaya koyulmalı: Belki de gizlerine iyi kötü erdiğiniz bir doğa, bir hayat daha albenilidir? Sözgelimi, bu martıların dilini birazcık sökebilseniz, aralarına almasalar bile birbirlerine ne dediklerini, anlamak dursun, anlar gibi olsanız, fena mı? Bakarsınız, bir gün sohbetlerinin en lezzetli yerinde, kalkar bir söz de siz patlatırsınız, ondan sonra seyredin gümbürtüyü!

BÂKİ AYHAN T. EV TELEFONU her şey değişmiş görünüyor ama değil biraz fazla biraz az aynı aslında ağzınız yerinde duruyor daha geveze burnunuz yerinde belki çok koku kirazınız püskülünüz ayvalarınız yerinde beraberiz gecenin sabahın akşamın her ânında dokunursunuz ürperirim rengim değişir gizliden size bakar görürüm sakladığınız sesleri ballı inciriniz yirmi yıldır unutulmaz unutulmadı bana ev telefonu derler şeyleri kımıldamaz kılarım numaram elli yıldır kimseye satılmadı şimdi bir düşmanım var desem mi bilmem bağımsız vurdumduymaz başınabuyruk buraya cepten fırlayıp ne kafiye olur kuyruk söz akıyor bal zehir akıyor hava boşluklarında herkes bir şeyler diyor da diyor da diyor da diyor vapurda kaptanla yarışıyor güleryüzlü küfürlerle dolmuşta hakaretler muavinsiz kalkışıyor boğulup kalıyor metroda belki ama durun biraz galiba haberim olmadan benimle şakalaşıyor uçakta da şimdi boşlukta da bilmiyor ne dediğini ben ev telefonu: hududumu bilirim ve haddimi kışın kış güzün güz olduğu zamanlardı öyleydi benden sorulurdu doğumlar cenazeler ve eczaneler yurt dışı uzun ve tehlikeli yurt içi asayiş berkemal sokaklarda arkadaşlarım vardı hatta kardeşlerim geceyarılarında kötülenen tekmelenip küfürlenen küçücük kulübelerde yaşarlardı acı ve soğuk küçücük madenler yutarlardı öyle beslenir üzgün bakarlardı gidenlerin ardından yıllar geçse aynı kent aynı sokak aynı köşe seslenirlerdi duymazdınız yataklara dalmaktan belki sesiniz ondan şimdi her daim boğuk ev telefonuyum bütün gün burada yapayalnız yirmi yıl var kıstılar kısıtladılar sesimi nerde o eski dostlar ve zırıltılı akşamlar der gibi

Desen: Arif Buz

kidonya11


ÜLKÜ BAŞSOY

BİR SOL ANAHTARI ERGİN’LE SİBEL “GEÇİŞ”İ

“Ey ölüm, kapa gözlerimi” Anne Boleyn Ülkü Eğeci’nin(baba Ülkü) (1) anısına

Oysa fondaki (Kule Dibi-Müzik) hiç/lik, "Herşeyden o kadar anlıyorsunuz işte", -“işte öyle” bir değişte deyişik.. *** Ankara'ya yaklaştı Afyon, içine yıldızlandı Ergin'in; O görkemi; birden, görünmeyen direniş acısındaki sessiz mutluluğu “Beyaz At'ın Kızlarının Kaçırılışı”- Leucippus öyküsünü; Rubens'i söyledi, Sibel'e. -”anladınız mı”? -”elbette”

Sibel Ankara'daki Deniz Pastanesi'nde 1970'li yılların sonlarında bir gün bir kez gördü Ergin'i; ayaküstü! Büyük olasılıkla unuttu gitti. Ergin de Sibel'i-suskun, ince, kırılgan... Ne var ki, 16 Ocak 1983 günü ikisi de Paris Havaalanı'ndan kalkan "Afyon" uçağında birlikteydiler, birbirlerini hiç anımsamadan, tanımadan ve o ki, görmeden. Uçağın arka taraflarında iki ayrı sıra; ayrı koltuktaydılar; yalnız, değişik heyecanlar, düşünceler, derinlikler, beklentiler....Sisli hüzünlü, uzaak sevgiler içinde. *** "Bir ağlayışı sustuğun belli Şarkılarını söylerken". Ergin, 45 İçine akıttığı dizeleri seslere döküp, belki; Sol anahtarlı bir erken Ravel'de Sibel, 25 *** İmgelerin, bir hoş tadıdır... ki, Ergin Sibel'in yanına düştü! “Son geçit”ten az önce içe doğan, derinlerde-tanımsız bir mutluluk sızısı... Söylenemeyen dizelerin. (” Ben henüz doğmadım ki”! 2 Ergin tez girdi şiire, Kısık-kırık bir soluk Sibel'de "Dersimiz aşk çünkü, söylemiştim". Bir noktaya mıhlanmış küçük gözleri-yuvarlak gözlüklerinin altında - Uzaklarda- bir “si belle”! Yanaklarında allar Ergin, sürdürdü şiirini Kırık, kendisi Ağustos Ü/Nleminden korkmasen. Kırmızı karabiberli! “Ve adresin”? “Elbette” (Kule dibi müzik Iki damla.. değiş-ik) Sibel içten ve hayran: İmgesinde bir ünlemsiz “Kırmızı Kedi”! Ümit-Shakespeare, Stendhal; "Ölüm alışsın artık bize Bir dans gibi bahçemize gelsin", Sibel'e Ergin kidonya12

(Söylence'm ki düşlem! ki sonsuz Ütopya/am ellerim ki gözlerimle okşamam Teki büyük, benli hoşluk- ki aralarından... Ellerim ki ellerim benim Tanrım'ın avutucusudur); Toprak! Elli metre ötede, asfalt, derken işte (Kule dibi) (tuşlardan çekilen parmaklar) (başka çeşit değişik) "hiç anlamadığım” Müzik Ve hava'nın dost olmadığı anki patlamada (Birgi'nin kavakları...) Ergin Sibel’e; Ödünç Öpücüğü, “St. Peter’ın İsa’yı reddi”yle tamamladı öyküsünü *** -”Karıncalar sarılırlarmış yanarken”. -”Deme”! -”Biz de”... İstemesek de “fa”da yanacak “do”lar! ezgimizde Biten sözlerini döktü Ergin, -”hâlâ ve hep” Gülümseyen Sibel’e: “Dersimiz aşk çünkü, söylemiştim..” “tek ve eşsiz” yineledi eNSibel: “Elbette” Fondaki müzik Kule dibi, (Satie)? Ü’nlemden dökülen dizeler dizeler...


ütopya boyalı doğaçlamalarda gezinen bir satyr-kedi! ve Londra Kulesi Anne Boleyn’in 3 , Fransız suyu özel verilmiş kılıcına uzanan beyaz ince-uzun boynu Tudor bir kırmızıda, “bir güller savaşı”ndan kalmış ince uzun parmakları yalnız Londra Kulesi, “nakkaş”ı bilinmeyen “Anna-Bolina (3) umutsuz direnen: “Ey ölüm kapa gözlerimi” (3) *** bir sol anahtarı Ergin’le Sibel ”geçiş”inde Gezi “Her sıkıya karşı şiir direnecektir” “akşam denizine küsenler”le” değişik 16.01.2014

HAKAN CEM MÜBADİLLER KOROSU İÇİN HÜZÜN FASLI I ey rüzgârın adıyla karşı kıyıda bekleyen seyir defteri! demir almak çekilecek çileymiş… kendine vuruyor tül ışığı tedirgin fenerin. gözyaşı, diyor ve yürüyor denizin ahşap gövdesine… elleriyle bembeyaz bir sessizliği köpürtüyor! II kayıkçının ırmağında güleç yüzlü bir kucaklaşmaydı ayrılık. ölümden say! sonrası biz. orda, eylül’ün çıplak dallarında incecik bir sızı. kalanlar… eksilenler…

1- Ülkü Eğeci, Ergin Günçe'nin Ankara SBF'den en yakın sınıf arkadaşıydı. 2 - Lorca 3 - Anne Boleyn: “ Oh death rock me asleep”, Mayıs 1536.

III dudaklara fısıldanan geçmişin fener alayı! uzun bir konuşmaya kalıyor bakışlar… kuşların sevincine ve dağlara

REHA YÜNLÜEL -BRE ŞEYTAN, ALLAHSIZuçuşuyor kediler sağlı sollu sağlı sollu kuyruklar dansediyor o kedi senin bu kedi benim kuyruklar dolanmış kuyruklar dolanmış bu düğümde bana da bir yer olmalı kuyruğum yok kuyruğum yok bıyık bıyığa, bıyık bıyığa duvardan duvara fare kedinin üryâsı, kedinin üryâsı sahip beni düşün, beni de düşün miyav allah miyav, miyav allah miyav bu pençe bu karna yetmiyor annecim babacım annecim babacım karnım miyavlıyor karnım miyavlıyor bu doğumgünü pastasında benim de hakkım olmalı be o kadar dans, o kadar bıyık o kadar kuyruk, o kadar üryâ o kadar yuh, o kadar tırmık, o kadar allah, o kadar miyav.

o vazgeçilmez çocukluğa! IV uzaklık yara gibi duruyor yüzlerde! gözyaşı odalarında kendine yabancı bir ev. ve bir sokak, dövünerek zamanı eriten tanık! ağızlarda büyüyor: gönüller bir olsun telâşı! V taşlıkta bir süpürge. yapayalnız! (…) VI kadim toprak! adın hoşça kal. yıldızlar tanıdık yüzler gibi ve kısık gözleri fotoğrafın arka yüzüne sinmiş gece. gece: apansız suya inen kurt! VII bir dal gibi kırılıyor zaman.

şiirhâne kidonya13


AHMET GÜNBAŞ HA MÜBADİL, HA MUHACİR!.. 14-17 Ekim 2010 tarihlerinde yapılan 1.Uluslararası Ordu Festivali’ne çağrıldığımda, etkinlik kitabına geçecek panele uygun konuyu Türk-Yunan barışı koşutluğunda “Mavi Düşler İçinde” başlığıyla belirlemiştim. Panel oldukça düzeyli geçti. Dinleyiciler de can kulağıyla dinlediler. Sanki barışa acıkmış bir topluluk vardı karşımızda. Ben de bayağı coşmuştum hani! Sık sık metnin dışına taşırmıştım sözlerimi. Kısaca konuşmamın özünü şu iki tümceye değindirmiştim. “Evet, içte-dışta barış adına ne yaptık bugün? Ne denli barışı düşündük?” Deneyimler göstermiştir ki, iç barışını sağlayamayan ülkeler, dış barışlarını sağlayamazlar. Zaten demokrasileri de arızalıdır onların. Büyük olasılıkla temel insan ve özgürlüklerini askıya almışlar ya da çiğneyip geçmişlerdir. Etkinlik bitiminde, Ordu’da okuyan iki üniversite öğrencisi yanıma geldi ve onlardan biri, bana, Doğulu olup olmadığımı sordu. Nedenini merak edince de, barıştan söz etmemin böyle bir soruya yol açtığını belirtti. Güldüm. “Barıştan söz etmek için ille Doğulu olmak gerekir?” dedim. Yanındaki arkadaşı da başıyla onayladı bu düşüncemi. Aklıma Edip Cansever’in bir dizesi geliyor hemen: “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka! Öyle ya insan olmak vicdani sorumluluklar taşır. O zaman, “Ne gelir elimizden barış içinde yaşamaktan başka?” diyebiliriz rahatlıkla. Bir arada barış içinde yaşamanın güzelliğine inanarak… Ancak ‘barış’, tehlikeli bir sözcüktür nedense! Despot iktidarlar adım adım izlerler onu. Sürekli savaş rüzgârları estirilmelidir. Yoksa insanları birbirine düşürmenin olanağı kalmaz. 12 Eylül sürecinde yaşanan “Barış Derneği” davasını kaçınız anımsar? Her biri vatan haini olup çıkmıştı o aydın insanların. Barışa inanmak insani değerlere inanmaktır bir yerde. Uygarlıklar barış içinde yeşerir. Dostluklar, komşuluklar barışla gelişir. Kültür ve sanat barışla anlam kazanır. Ben ne Doğuluyum, ne mübadil, ne de muhacir! İnsan olmam yetip artıyor barışı anlamaya. Buçuk şairliğimi de bunun üzerine koyuyorum. Durup dururken barış şiirleri yazıyorum. Biz Barışığız Ege, Göçkün, Çakıl Taşlarına Dair, Ay Avlusu, Mübadil gibi… Barışı yüceltenleri ellerim kızarıncaya değin alkışlıyorum. Kanla gözyaşıyla yaşanan her kötülüğün izleri sonsuza değin silinsin istiyorum yeryüzünden. Elbette sömürü ve talanı ilke edinmiş emperyalistlere anlatamazsınız bunu. Irkçı-şoven düşüncelerle dumura uğramıştır beyinleri!.. Onlar, ayakta kalmalarının hesabını savaş üzerine kurmuşlardır. Yerine göre her türlü ayrımcılığı körüklerler. Toplumların yumuşak karınlarına dayanan tahrikler, gözdağları, toplumsal cinayetler, vazgeçilmez uğraşlarıdır her zaman. Varları yokları sudan bahanelerle düşman yaratmak, kargaşayı, kaosu kalıcı kılmaktır. Siz, insanoğlunun binlerce yıllık yazılı tarihi içinde üç yüz yıla yakın barışık kaldığını biliyor musunuz? Ne gülünç değil mi? Birbirini boğazlayan boğazlayana!.. Ne utanç verici!.. İnsanlık, yazılı tarihini savaşlarla donatmış. Eh, savaş kültürüne karşı barış kültürünü diri tutmazsanız olacağı budur! Yakın tarihimizde olup bitenler de aynı nedenlerin sonucudur. Önden muhacirler dökülmüştür yollara karşılıklı!.. Viyana kapılarından, 93 Harbinden, Balkan Savaşlarından yenik düşen imparatorluk, Alman emperyalizmin bağlaşığı olarak yitirdiği toprakları geri almaya çalışırken yeni ateşler düşmüştür ocaklara. 1789 Fransız Devrimiyle yayılan ulusallık bilinci, Avrupa’nın olduğu gibi Türkiye’nin kidonya14

de altını üstüne getirmiş; gerek emperyalist kışkırtmanın, gerekse İttihat Terakki örgütünün devlet terörü haline gelen politikasıyla yıllarca barış içinde yaşayanlar birbirlerine kırdırılmıştır amansızca. Oysa aralarında hiçbir düşmanlık yoktur kadim dostlukların. Resmi tarih ne yazarsa yazsın, halk katında yaşanan ayrıntılar oldukça göz alıcıdır. Örneğin, NTV Tarih dergisinin bir sayısında, Çanakkale Savaşları’na katılan bir yedek subayın günlüğünde, Trakya’dan geçerken köylü Rumların yürüyüş kolundaki askerlere sık sık su verdiklerini yazar. Demek ki aslolan bu toprakları vatan bellemiş insanların niteliğidir. Orada din, dil, ırk, mezhep vb. benzeri farklılıklar aranamaz. İnsanlık tarihi sayısız örneklerle doludur. Size, 2011’de yitirdiğimiz Altınoluklu öğretmen-yazar Hıfzı Aksoy’un Midilli göçmeni babasına ait bir öyküyü de özetleyim: Balkanlardaki kargaşanın Ege adalarına yansıdığı yıllarda; Aksoy’un babası, Midilli’de herkese açık meyhanede Hristo adlı bir Rum arkadaşıyla meyhanede demlenirken içeriye silahlı bir Rum girer ve öldürmek kastıyla Aksoy’un babasına hakaret eder. Ne var ki vurulacağını sezinleyen Türk hasmı ondan önce silahını davranır ve tek kurşunla saldırganı alt eder. Olaydan sonra arkadaşının linç edileceğini bilen Hristo, onu güçlükle ikna edip hemen o gece kayığıyla karşıya geçirir. Üstelik bir de söz vermiştir sevgili dostuna, ortalık yatıştıktan sonra Midilli’de kalan ailesini de Altınoluk’a getirecektir ne pahasına olursa olsun. Hristo verdiği sözde durur, belirttiği tarih ve saatte gece sularında Türk aileyi karşıya geçirir. Hıfzı Abimiz, sağlığında öyküye dökmüştür bu roman derinliğindeki dostluğu. Öykünün bir bölümü var ki asla unutamam her okuyuşumda tüylerim ürperir: Hristo’nun kayığına aldığı nine, tam yolculuğun ortasında korkuyla koynundan çıkardığı altınları uzatıp, kendilerini öldürmemesi için epeyce yalvarmıştır Hristo’ya. Hristo’nun yanıtı nettir oysa: “Koyasın onları yerine be! Karşıda size gerekli olacak!” Savaşın getirdiği acıları belki sineye çekebilirsiniz. Sonunda can korkusunun, zorun egemen olduğu acılardır onlar. Ancak durup dururken, potansiyel tehlike olarak görülerek yerlerinden edilen masum insanların acısı hiçbir tarihe sığmaz. Bu açıdan, 1924 Lozan Antlaşması dahilinde ek bir maddeyle gerçekleştirilen “Mübadele” olayı acıların en büyüğü olarak tarihe geçmiştir. Bu kez savaşla değil, gözü dönmüş bir yasayla yerlerinden yurtlarından edilmişlerdir insanlar. Takas edilen eşyalar gibi!.. Onların adı Lozan Mübadilleri’dir artık. Ne denli Türk ve Rum diye ayrılmışlarsa da, hüzün bahsinde çok özel bir ülkenin yurttaşları gibi anılırlar. Kökleri, dünyaları arkalarından gelir. Düşleri, anıları bırakmaz yakalarını. Kimse anlamazsa kederli topraklar anlar onları; gelip geçtikleri yollar, geride bıraktıkları sarı-solgun izler… Ne yapsalar eğreti kalırlar; yabancılıktan, dışlanmışlıktan kurtulamazlar. Bir türlü bağdaşamazlar gittikleri yerin havasıyla suyuyla. Derken mübadil öyküler, şiirler ot gibi biter, şarkılar türküler iki yakayı dolaşır. Ahmet Uysal’ın imlediği gibi, Cunda rüzgârı iki yakadan haberler taşır biteviye. İnsanlığın yaşadığı her trajedi, daha barışçıl bir dünyanın özlemini güçlendirir kaçınılmaz olarak. Yanmış yıkılmış kentler sonrasında sorgulanacak asıl konu budur. Urla doğumlu Yorgo Seferis’e, Türkiye’deki büyükelçiliği sırasında İzmir’i dolaşırken diplomatın biri, “Yunanlılar, İzmir’i Türklerin yaktığını söylüyor, Türkler de Yunanlıların?..” diye kulağına fısıldadığında şair, “Hiç de havamda değilim,” diyerek susmayı yeğlemiş. Seferis’in, Bir Şairin Günlüğü (Can yay.2011) adıyla basılan kitabından aldığım bu satırlar sonrasında, yine ünlü şaire ait şu dizeler yer alıyor: “Nasıl ki Kalkar, doğup büyüdüğü şehre Gidersin bir gece Ve bakarsın temelinden yıkılıp yeniden kurulmuş o şehir Ve yakalamaya çalışırsın geçen yılları Onları yeniden bulmanın umudu içinde”


Gerçekte İzmir’i kimin yaktığının önemi yoktur zaten. Ok yaydan çıkmıştır bir kez. Bir kez savaş davulları çaldığında yıkımın önünde durmak neredeyse olanaksızdır. Ne var ki İzmir’in kimlerin yaktığı yılardır önemini koruyor. Yangın üzerine belgeler, tezler ileri sürenler çatışmayı körükleyip duruyorlar adeta. Barış kültürüne ise prim veren yok. Kendimden biliyorum: Bir arkadaşımla Türk-Yunan barışı üzerine hazırladığım kapsamlı bir dosya iki yıldır basım sırasını bekliyor İzmir Büyükşehir Kitaplığı kurumunda. Bence yerel yönetimlerden barış adına daha fazlasını beklemek gerekir. Sonuçta onlar halkın oylarıyla seçilmişlerdir. Sivilleşmenin, demokrasinin unsurlarıdır. Barış umutlarına seyirci kalamazlar. Geçtiğimiz yıllarda şarap ve barış festivali yapmak isteyen bir yörenin temsilcilerine, ora kaymakamı, “Savaşta mıyız ki barış festivali yapalım?” diyesiymiş! Aman ne ince zekâ! Ne garip, şimdilerde şarap da yasa gereği festivallere konu olamıyor! Tüm bunlar bize geri adım attırmamalı. Önceden de belirttim; ‘barış’ netameli bir sözcük! İnsan olan karşıdan karşıya bir zeytin dalı uzatabilir. Ha mübadil, ha muhacir!.. Savrulan savrulana!.. Yaralı kuşlara benzer hepsi. Eski bir atasözü, “Damdan düşenin halini, damdan düşer anlar,”der. Savaş çığırtkanları ne yaparsa yapsın, acıyla sınamış insanları barıştan vazgeçiremezler. Dedik ya, barışın ülkesi tektir. “Üzümden öksüz, zeytinden yetim” (A.G.) bir dille acılar konuşur orada. Ve o dili herkes anlar!

BÜLENT GÜLDAL AYVALIK ve ZAMAN

TURGUT BAYGIN YOL KARA 1. toprağa emanet bir avuç çekirdek bir yeşil, bir kara acıyız. tuzlarız yaramızı 2. belki bir özleyen çıkagelir kıyıları toplamayın. dağın adını değiştirmeyin. kasabadan hemşeriyiz evden, komşu dilden, arkadaş sulardan, papalina. zeytini genç inciri yaşlı, ağıdına ilişmeyin: zeytin geceden alır rengini yar sen bana ver, çekerim ah'ını 3. eski bahar, güle sorulmuş: a güzelim gül, kursağında tomurcuk söyle gönlündeki baharı cemrenin; yola düşmüş havaya sonra

Itırlı sarmaşıklar sere serpe uzanır yıldızlara semailer yükselir çiçekli cumbaların pervazlarından mor püsküllü eteğini dolar incecik beline yeni bir gelin gibi nazlanır denizin çılgın kollarında Hiç yüksünmeden saçlarını tarazlar boncuk gözlü sabahın deli bozuk meltemler eser alnına düşen kakülünde Çam kokulu sabahların yedi veren kan kırmızı gülüdür maşuğunu arar yıllar yılı diker de gözlerini adalara Taş yasak mı dinler? Akışını kim durdurabilir delicoş suyun? Yüzyılların ördüğü nakışı bozmak kimin haddine? Bu yüzden gül yüzlü sabahlara uyanır mahmurluklar içinde iki dilde düşünür rumca da söyler ninnisini Hatice gelin Oynak nağmeler içinde geçer kaldırımlardan ince topuklarıyla ak göğüslü aşk kuşudur ay ışığını yoğurur koynunda kantocu Elektra Taksiyarhis’den yükselen ilâhiler sarılır Hamidiye Camii’nin mihrabına tılsımlı kuşağını sarar zamanın beline en içten haliyle gülümser tanrı

Bin yıllık zeytin ağaçları anlatır öyküsünü dallarında gezinen ellerin zamanın şehla kıvrımlarında ötüşür şadırvan bülbülleri Bir demdir Aşıklar Tepesi’nde kaynar kazanı içten dostluğun daracık sokakların cumbalı evleri fısıltıyla konuşur mutlu günleri

Desen: Arif Buz

kidonya15


HULKİ AKTUNÇ

*

BALİ 21 Kasımda başlayan bir çiçek yolu...

21.11.1998.Cuma

Buraya bir yapraktan çok bir çiçek eskisi ve bir çizim yaraşır... Olabilirse, kırmızının en olgunundan bir mercan parçası ya da bin yıllarla oyulmuş (işlenmiş daha doğrusu) bembeyaz bir mercan kopuğu, becerikli mi becerikli bir doğa-kız’a oyduğu... Burada doğaana olamaz, doğa-kız, hiç yaşlanmıyor çünkü. Doğa-ana olamadan, yeni hayatına, - - - ölüme koşuyor. Hemen her evin kendisine özgü bir tapınağı var. Yoksul, orta halli, zengin tapınakların yoksul, orta halli ve zengin tanrıları. * Eller yukarıya: Bu sabah, gökteki dağdaki bütün tanrıları selamlıyorsun; eller bu kez göğsünde birleşiyor, insanları selamlıyorsun. Su seni selamlıyor, sen suyu selamlıyorsun. Çiçek seni, sen çiçeği... Deniz seni, sen denizi... Balık seni, sen balığı... Mercan seni, sen mercanı... Her şey, her şeye selam... * Zaman farkı, altı saat. Kültür farkı, birkaç bin yıl. * Bir dinle bağ kurmam gerekseydi, doğa ile şiiri böylesine içerip özümseyen bir din olurdu bu. Küçük tapınaktaki heykeller, çiçeklerle süslenmiş. Çiçekler soldukça gökten yenileri yağıyor. * Saatleri unuttum. Otel odasından balkona çıkınca gözlük camlarımı buğulandıran doğa var artık. Ah, balkon kapısının 36 camı var, hepsi dıştan buğulu. Buğuyu saydım. * Buğulu, kısacası büyülü. * Karşımda Rama ile Sita duruyor. Erkek ile kadın. Yer değiştiriyorlar mı ara sıra? Takılarından, makyajlarından anlayabilirsin farklarını. Gülümseyişleri aynı. * Dana, rehberimiz. Bir Hindu. Adımı soruyor, kendisine özgü yazısıyla yazıyor. “Harflerine göre” diyor, “inişli çıkışlı bir yaşamın var senin.” Kendisinin harfleriyse, tekdüze. “Biz çocuklara ad değil, harf koyarız” diyor. “Ben doğduğumda, babamın babası iflas etmiş. Dana, ‘para’ demektir.” * Noman. Nusa Perida yolu. Noman, geminin müstahdemlerinden birisi, çok sevimli, sıcacık yüzlü bir Hindu. Annesi Müslümanmış. 9000 Türk lirası varmış. “İşe yarar mı?” diye soruyor. “1 UD dolar, 300.000 lira” diyorum. Ellerini dizlerine vurup gülüyor. Nusa Perida. Deniz kıyısından toplanmış kırmızı mercan parçalarını bize uzatıyor yoksul çocuklar. “Money! Money!” Bildikleri, üç beş İngilizce sözcükten birisi “Money”. * Karşımda çiçek kalıntıları; ama, ölene dek gülümseyecekleri belli. * Toyapakeh kıyısı. “Salamat” içeceği, kabuğu içinde seni bekleyen hindistancevizi suyu. Dövüşen horozlar, onların arkasında birbirinin bitlerini ayıklayan genç adamlar. * Nusa: ada Penida adasında balıklar, daha platform deniz merdiveninde seni öpmeye, küçük ısırıklarla sırnaşmaya başlıyor. Sonra, “subsea”, olağanüstü tuna’lar, melek’ler, imparator’lar, baktığının ucunda. Dip, mercan; dip denizyıldızları. *

kidonya

İki Aylık Kültür - Sanat Dergisi Ocak - Şubat 2014 - Sayı: 4 Ücretsizdir kidonyadergi@gmail.com

Suda öyle akıntı var var ki, alıp götürüyor senden seni. * “Dört kez geleceğiz dünyaya. Bu kaçıncısı? Bilmiyoruz. İnsan olduğumuza göre, yeniden doğacağız. Bu yüzden, yoksulluğa şuna buna yerinmek yersiz. Ha, dünyaya geleceğimiz son biçim, bir kelebektir. İpek üreteceğiz son yaşamımızda nasılsa.” * Kretek. Karanfilli sigara. Semra istemişti, aldım. Denedim. Nane (mentol) yerine karanfil. Dinginlik veriyor. Hatta uyuşukluk. * “Martı”yı okuyorum, “Vişne Bahçesi”ni. Kimbilir kaçıncı kez. Çehov’un o insanlarından burada da var mı diye derin derin gözlüyorum insanları. * Taş ile somutlaşan, her eve dağıtılmış (sunulmuş) din... Sonra, Kintamani civarında bir mağara – tapınak. Kapadokya ile Aziz Gellert, yanımda. Giriyorum içeriye. Ferahlık yerine boğuntu veriyor. (Semra, Gellert mağarasını sevmişti.) Sonra, dağın dibinden fışkıran kutsal suyla yıkıyorum yüzümü. Kutsal su: Kadınlara ayrı, erkeklere ayrı. Erkek çocuklar cıscıbıldak yüzüyor suda. Yüz yıl önceden kalma bir Cava kartpostalı anımsıyorum. Herkesin çıplak olduğu – * Tıraş bıçağı satanlar, buralarda güçlük çeker olsa gerek. * “Balinese girl” yanımda gülümsüyor, fotoğraf makinesi ve 4 UD dolar için. 1 US dolar=7400 rupee, “Rupiyah” diye söylüyorlar. * Binnur, efendi kız, Semra’nın emanetini kolluyor. Örneğin, sigaraya çok abandığımı söyleyip pakettekileri sayıyor: “14 tane, tamam mı?” * Aynur, bir başka efendi kız, denize gidiyor. Ah, kıyıda, uçan, uçan bir gemi. Harika bir uçurtma! Adama yaklaşıyorum. Kuma yazıyor parmağıyla, “70.000 rupee”. Ben yazıyorum, “2 adet, 70.000 rupee!” Adam benim 7’mi 8 yapıyor. Uçan, rengârenk uçan bir gemi almak kolay mı? “Yarın sabah getir” diyorum. Tamam diyor el kol hareketleriyle. Başındaki şapkayı gösteriyor, adı yazılı, “Mariv! Mariv!” Yarın alacağız Aynur’la, Mariv. * Kızın boynuma taktığı kolye... Kolyeyi oluşturan çiçeklerden birisine bakıyorum ve beş taçyaprak sayıyorum. Legon dansçılarının ellerindeki parmaklar gibi, beş. * Çiçeğin adını sordum, değişik iki kişiye: Kamboca... İkisi de aynı şeyi söyledi. Demek ki çiçek doğru! * Yazı masasında, üç kamboca. Kafamda yüz bin üç. * Tanrılar biraz da turistler için yaşıyor. Çiçekler gibi de ebediler. * Noman, annesinden duyduğu birkaç sözcüğü yumurtladı: Birisi, ahlâk... Dedim ki, “Benim adım da oradan geliyor, Hulki”... Bunu unutmuştum. Adaya indik. Bir baktım, Noman. Elinde pilli megafon, şöyle dedi: “Well come to island, mister Ahlâk!” * Yola çıktığımız gün, perişan bir yüzüm vardı; hele alnım, iyice kötüydü. Tenim çok sağlıklı şimdi. Denizden mi, Bali’den mi? İstanbul sinirinden uzaklaştığım için mi yoksa? * Yaprak saklanabilir ama çiçek? Sanmıyorum. * Duyguların, duyuların, duyumların karşılığını -karşılıklarınıdoğada aramak, hatta bulmak. Bali, orası olabilir. * Kalem çok. Yazan az. * “Hulki Aktunç’un hiçbir yerde yayımlanmayan günlüklerine arada bir yer vereceğiz.” Ayvalık Belediyesi Adına Sahibi Hasan Bülent Türközen Sorumlu Yazıişleri Müdürü Selen Köselecioğlu Yayın Danışmanları Gültekin Emre, Turgut Baygın

Basım Yeri: Gülermat Matbaacılık 5619 sok. No:6 Meriç Mh. Çamdibi - Bornova - İZMİR Tel: 0232 433 61 33


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.