Kidonya 5. sayı

Page 1

A kYi dV oAn Ly aI K sayı: 5 mart nisan 2014

k ü l t ü r

s a n a t

d e r g i s i

Theofilos Hacimihail

“TAM AYVALIK GİBİYDİ YÜZÜ” Resim, Midillili halk ressamı Theofilos Hacimihail’in. Zeytin hasadını gösteriyor. Kadın erkek halaya durmuşlar sanki. Ressam Ayvalık’a geldi mi, bilinmiyor. 18 yaşında evden ayrılmış. İzmir’deki Yunan başkonsolosluğunda “kapı muhafızı” olmak için yollara düşmüş. Hasat mevsimi değil. Nereden çıktı bu resim? Midilli’de Ayvalık’tan giden pek çok “mübadil” var. Ayvalık’ta, Cunda’da da pek çok Midillili Türk var. Kız alıp verir gibi Ege’nin bu yanıyla öte yakası hep bir kaynaşma içinde olmuş. Midillili ressam da Ayvalıklı sayılır. Madem “mübadeleden” söz açıldı bu sayı, hemşehrimiz Hacimihail de bizimle olsun istedik. * Edip Cansever, “Saat Onda Kalkacak Vapur”da Ayvalık yolcusudur: “Akşam mı, evet akşam / Her şeyi bir bir açıklama vakti / -Öyle mi, peki / nedenini bilmiyorum, Ayvalık’tayım. / -Ayvalığa mı / Yeniden gösteriyorum biletimi / Hatırlıyorum da, bir arkadaşım vardı benim / Tarçından örülmüş bir suskunluktu dili / Hey kaptan! Sen bilir misin, var mı hiç görmüşlüğün / Tam Ayvalık gibiydi yüzü, şimdi karşımda.” * Fikret Muallâ’nın bindiği vapura mı bilet almıştı Edip Cansever? Bunu bilmemizin olanağı yok. Acaba Fikret Muallâ’nın yüzü nasıldı Ayvalık’ta? Bunu bilen Ayvalıklı kaldı mı? Öğrencisi Nur Bekdik’in birkaç resmini yapmış. Ya başkaları? Bilinmiyor. Ayvalık’ta geçen günlerinin ayrıntısı da bilinmiyor. Şubat 1934’te Ayvalık’ta “yerinde şimdi yeller esen, Demirciler Sokağı’nın köşesindeki, Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında Türkocağı olarak kullanılan binadaki ortaokulda” resim öğretmeni olarak göreve başlamış. Ayda 1750 kuruş kazandığı resim öğretmenliği görevini bir yıl on altı gün sürdürebilmiş. “Elektriği olmayan şehirde resim hocalığına ihtiyaç yoktur,” diyerek “Sakin bir sahil şehri olan Ayvalık’tan” ayrılmış. Fikret Muallâ, dışavurumcu ve fovizm akımından etkilenmiş. İstanbul’da varlıklı bir ailenin çocuğu. Hayatı hep sıkıntılarla dolu. Kız beklenirken erkek doğduğu için adı, Muallâ kalır. Futbolu çok sevmiş. Futboldan uzaklaşması için Galatasaray Lisesi’ne yatılı verilmiş. Futbolcu olma hayali gerçekleşmemiş. Üstelik futbol oynarken ayağını sakatlamış. Yaşamı boyunca topal kalmış. Okuldan

eve taşıdığı bir hastalık, annesinin ölümüne neden olmuş. “Futbol oynayamamak, yatılı okumak, topal kalmak ve annesinin ölümüne sebep olduğunu düşünmek; çocuk yaşında en ağır travmalara maruz” kalmış. Babası “bir akrabaları ile evlenip, Fikret Muallâ’yı İşviçre’ye mühendislik okumaya” göndermiş. “Bütün bu acılar onu hayatta yalnız” bırakmış. “Babasından göremediği desteği başkalarından” görmüş ve istediği güzel sanatlar eğitimini Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nde almış. “Resim yeteneği” ortada ama “o kadar mutsuz ve yalnızdı”r ki “daha 25 yaşındayken alkol tedavisi için” hastaneye yatmış. “Resim yaparak geçinemeyince “Lüküs Hayat” gibi operetlerde kostüm” tasarlamış, “özel dersler” vermiş. Nâzım Hikmet’in “Varan 3” başlıklı kitabının kapağını yapmış. Babasının ölümünün ardından kalan mirasını satıp Paris’e yerleşmiş. Henri Matisse’den, dolayısıyla fovizm’den” etkilenmiş. Renkli kâğıtlar üzerine guvaj boya ile yaptığı resimler onun imzası olmuş. “Paris’te ilk sergisini 1954’te” açmış. “dolandırıl”mış, “para kazanama”mış ama “sanat çevrelerinin dikkatini” çekmiş. Resimlerini çok seven Madam Anglé, “hastalandığında Fikret Muallâ’nın bakımını” üstlenmiş. Sirkler, sokaklar, kahveler... onun resim dünyasını oluşturmuş. 1967’de öldüğünde Paris’teki kimsesizler mezarlığına gömülmüş. Ölümünden 7 yıl sonra naaşı Karacaahmet’e getirilmiş. Fikret Muallâ Ayvalık’ta yaşamış ama ne çalıştığı okulun sokağına ne yaşadığı evin olduğu yere ne de bir meydana adı verilmiş. Ayvalık’tan Fikret Muallâ geçti, haberiniz oldu mu ? * Hulki Aktunç’tan mektup yok, nasıl gelsin? Ama eşi Semra Aktunç’tan var: Hulki’nin çok sevdiği kedisi Sisip’in ağzından sahibine yazılan iki aşk mektubu yollamış.* Mübadelenin Ayvalık’a yansımasını ele alırken şiirlere yansıyan “mübadil”lere de değinmemek olmazdı. *Yeni İstanbul gazetesi için Anadolu’yu karış karış dolaşan Refik Halid Karay’ın Ayvalık’ta geçirdiği iki günle ilgili gazete küpürlerini sevgili Turgut Çeviker yolladı. “Kırk Yıl Evvel – Kırk Yıl Sonra” başlığıyla yayımlanan yazıların tarihi değerini kim yadsıyabilir? *Adnan Azar da yazacaktı Kidonya’ya. Ömrü yetmedi. Eşiğine “aşkla” özlem bırakıyoruz.*Orhan Peker Ayvalık’ta ev almamış, evi eşine aitmiş, düzeltirim. * Hangimizin yüzü tam Ayvalık gibi değil ki?

Gültekin Emre


BETÜL TARIMAN BAY VİKONT Ferhundanım baktı ölünün arkasından bakar gibi baktı. Bakışları baygındı. Rıza Efendi’ye yıllardır baktığı gibi baktı. Eli boynuna gitti. Hep giderdi. Bir şey söyleyecekmiş gibi gitti. Gözleri duvara asılı kaldı. Rıza Bey kapıyı açma pepeme geldi dedi. Ferhundanım oturdu. Rıza Efendi’nin sözü emirdi. Rıza Efendi ayağa kalktı. Rahat hazır ol dedi. Kıt’a dur dedi. Sağ eli şapkasında hazır olda Uygun adım marş dedi. Duvardaki çerçeveyi Çerçevedeki kendini indirdi. Rap rap rap yürüdü Beni böyle gömecekler dedi. Ferhundanım,“Allahümmağfir lihayyina ve meyyitina ve şahidina ve gaibina ve sağirina ve zekerina ve ünsana. Allahümme men ahyeytehu minna feahyihi alel İslami ve men teveffeytehu minna fetevefehu alel imani ve…” diye bir cenaze duası mırıldandı. Devamını getiremedi. Tövbe tövbe dedi. Rıza Efendi gülümsedi. Kendisini ölmüş gibi hissetti. Sonra yaşama döndü. Allah yoktur dedi. Ferhundanım sus şimdi çarpılacaksın dedi. Rıza Efendi sonra her zaman yaptığı gibi yaptı. Köşesine çekildi. Sandalyesine yanlamasına oturdu. Tiki vardı sağ ayağını sallamaya başladı. Ayağındaki terlik fırlayacakmış gibi oldu fırlamadı. Ferhundanımın gözleri Rıza Efendin’in sağ bacağına takıldı. Rıza Efendi sağ bacağını titretmeyi bıraktı. Emekli olduktan sonra bıraktığı bıyığıyla oynamaya başladı. Sonra eline bir makas ve ayna aldı. Bıyığını düzeltti. Burnundaki kılları cımbızla aldı. Ferhundanıma olmuş mu dedi. Ferhundanım olmuş dedi. Çocukları ona Rıza bıyık diye lakap takmışlardı. Bazen bıyıkları önde Rıza arkada sokak sokak dolaşıp dururdu. Bıyıklarını sonra Ferhundanımın getirdiği çay bardağına daldırdı. Islak bıyıklarını harflerini de daldırdı. Piyangodan para çıksa dedi. Sabahın köründe Ferhundanımın getirdiği günlük gazetelere gözlerini daldırdı. Gazetedeki çıplak kadınlara uzun uzun baktı ayaklarını sürüyerek odasına gitti duvara boşaldı. Sonra derin bir oh çekti Ferhundanıma çayımı tazele dedi. Ferhundanım içinden pezevenk bir ölsen de kurtulsam dedi. Gitti o da çayı ayaklarını sürükleyerek getirdi. Köpeğin önüne atar gibi AL dedi. Sonra Rıza Efendi kahve dedi. Orta şekerli olsun dedi. Ferhundanımın getirdiği kahveyi bıyıkları da içinde höpürdeterek içti. Rıza Efendi’nin gözleri perdenin ardında, kirpikleri de odayı dolaştı. Komşu Ali omuzlarını düşürerek yürüyor dedi. Ali’nin yürüyüşünü ezber etti. Ferhundanım bundan utanç duymakla ona gülümsedi adam bari görmese dedi. Sonra hadi kalk yıkan kötü kokuyorsun dedi. Rıza Bey olsun ben bok püsür içinde yaşamayı seviyorum bundan kime ne dedi. Zaten yatağı da ruhu gibi karışık. Ferhundanım her zaman yaptığı gibi “Sübhanekellahümme ve bi hamdik ve tebarekesmük ve Teala ceddük ve la…” diye bir duayı okuyarak odayı dolaştı. Nasıl olsa yine dağılacak diye toplamadı. Kızıla boyalı saçlarını banyoya giderek krepe yaptı yüzünü aynada unutarak ahlanıp vahlandı. Tam o sırada Rıza Efendi yine pepeme geldi dedi. Kapıyı açma. Ferhundanım ya sütçüyse dedi. Rıza Bey içme dedi. Komşuların anasına avradına sövdü. Sus dedi Ferhundanım eliyle işaret ederek. Suusss. Rıza Efendi duyarlarsa duysunlar dedi. Ferhundanım gözlerini kapatarak cennet için vaat edilenleri hayal etti, ışıltılı bir kumaşa ilmeklendi.

kidonya2

Telefon geldi Kediler köpekler Celal amca Sadiye, mama hala Fitnat Hanım Avukat Birsen İrfan mutfak Rıza Efendi he he dedi. Kuşlar herkes GELDİ

Eskiden varsıldı hayalleri vardı emekli olduktan sonra tekne de almıştı. Parayı da, tekneyi de, naylon poşet sattığı dükkânı da batırdı. Batırdığıyla kaldı. Ferhundanım arkadaşlarının çoğunun evi var paralarını çar çur ettin. Paralarını karı kıza yedirmeseydin böyle kira evlerde kalmazdık dedi. Kavgaya tutuştular. Rıza Efendi, sen sus kerkenez kadın yine açtın şom ağzını dedi. Ferhundanım kahve yapınca barıştılar. Bu böyle Kahve çay acılı biber çay kahve yıllarca devam etti. Çocuklar da büyüdüler. Ona bay Vikont derlerdi Bay Vikont büyümedi. Çocukluğunda babasından ilgi görmediğinden olacak… Bazı şu orkinoslardan ver derdi oğlu gelir, kucağına oturtur sever, sevmeyi de severdi. BÜYÜMEDİ. KALDI. Oğlum benim karakaşlı oğlum derdi. Başının üzerinde bir hale kızları ayırarak severdi. Ferhundanım hasbinallah dediğinde güler geçerdi. Ferhundanım kadir gecelerinde göğe ellerini açıp dua ettiğinde o yine gülerdi. Bazı içinde kürdîlihicazkâr bir ağrı ağlanıp sızlanırdı ki içki içmesinde bir telaş. Bir gün ayağı kayıp düşüp öldüğünde çocuklarına haber verildiydi. Uçup oralardan buralardan çocukları uçup geldiydi. Arkasında bir sürü borç kimden aldıydı kime verdiydi. Üzerine atıldığında kürek kürek toprak kalbinin atışları durmuştu tik tak. Hoca Efendi’nin sesi kurulmuş bir saat gibiydi tik tak tik tak. Önde bir oğul, elinde Rıza Efendi’nin çerçevelenmiş fotoğrafı. Rıza Efendi kapalı bir kutuda bıyıklarını bırakmadı ölene kadar. Hiçliğin sesini söyleyen biri beni böyle gömecekler dedi. Rahat hazır ol Kıt’a dur Sağ el şapkada Çerçeve oğlun elinde Uygun adım marş Yürüdü beni böyle

OYA UYSAL YILLARIN YIPRANMIŞ KUMAŞI Evler boyunca uzayan sokaklardan geçip gittin şehrin uğultulu, ışıklı kalbine yılların yıpranmış kumaşı altında hâlâ çocuk kalan kalbinle. Sen, bulutlar biriktiren güz! Rüyalarına giren sıcaklığından izler aradığın sevgilinin yüzünde, kapalı bir kapıydı gördüğün ve dudaklarında kırılan gülümsemene karışan acısı reddedilmenin. Durmuş oturmuş bir hüzün vardır seni bekleyen şimdi evde, öncesi ve sonrası olmayan bir hayalden ibaret olan hayatın gölgesi düşmeyi bekler kâğıtlara. Ansızın uzaklarda kalmış bir zamana ait görüntü. Ah, hayattan vazgeçmiş solgun kız! İçinde bu aşk varken nasıl bırakıp gidilir, nasıl sevilmez börtü böceği, otu, daldaki kuş, gökte gümüş örtüsüyle eşsiz yeryüzü. Evler boyunca uzayan sokaklardan geçip gittin şehrin uğultulu, ışıklı kalbine yılların yıpranmış kumaşı altında hâlâ çocuk kalan kalbinle.


ARİFE KALENDER

EMRE DİRİM

RUHUM KİM

ŞİİRLERDEKİ MÜBADELE

Ne yana yürüsün çocuk ayaklarım aklımı yeni buldum hayat ağacına bez bağladığım gün kırklardan geçip semaha durdum taze derilere sardım insanlığımı kanın sıcağında susturdum bir ağaçmışım rüyamda baharda yeşillenmek, kışın uyumak ister belki hurma belki meşe belki ağrılarını ince dallarında sallayan söğüt gerçek miydi yoksa bedenimi biçmeye gelirken hızar korkuyla sızlar damarım deniz kuşu oluyorum başka yerde bir yanım dalga bir yanım hava ardı sıra ekmeğin ve aşkın döndüm ruhumun fırtınasında maviydim ilkin, sonra lacivert sonra denizi yara yara bir şilep geçiyordu yaslandım duvarına, evim sandım rüyamda suymuşum kendi kendini söndüren güle gider, ırmağa düşer yundukça kirli, durdukça göl gökler bile ağır gelir taşımaya çıplak ruhum bir dua okuyor ezber dünyayı sırtında gezdiren tosbağaymışım kırılmasın diye usul yürüdüm öykülerin tümü bir şey olduğumu söylüyor acaba neydim kimim ben?

Hiç dinmeyecek acıların yılı, 1923. Yurtlarından zorla koparılacak insanlar için anlaşmaya varılan kent, Lozan. Yıl ve kent unutuldu (mu?) ama “zorunlu göç” unutulmadı, unutulmaz da. Romanlara, öykülere, filmlere, şiirlere, ağıtlara, türkülere konu oldu “mübadele”nin acıları, ayrılıkları, yıkımları, özlemleri... “Ayvalık ve yöresine Midilli ve Girit’ten” getirilen Türkler yerleştirilir anlaşma gereği. Ayvalık’ın çehresi değişir gidenler, gönderilenler yüzünden. Ayvalık’tan zorla koparılan Rumlar’ın çoğu Midilli’de yaşamak zorunda bırakılır. Acılar kuşaktan kuşağa sürüp gider, gidiyor. Hikmet Esen, “Mübadele (ya da Ege’nin Yarası)” (Ayvalık Makamında, Ayvalık Belediyesi yayını) şiirinde bu can alıcı konuyu dizelerine şöyle taşıyor: “Dillerinde / Ayrılık türküleriyle, / İsyanlarını sessizce, / Gömerek yüreklerine, / Yürüdüler denizin ötesine; / Adı, Mübadele...” “Mübadele” sözcüğü hiç de sihirli değil: Arapça “değiş tokuş, değişme” anlamına geliyor. Sözcüğün anlamı açık, uygulamalar da: Ayvalık’a “Gelen Türk”tür. Ayvalık’tan “giden” de “Rum”. Öyle ya “İnsan dediğin / Rüzgârla savrulan / Bir avuç kum... / Ege’yse arada, / “Bir uçurum”dur. “Anılar”ı sormaya, sorgulamaya gerek yok. Ayvalık’tan Midilli ne kadardır ki? Ada karşıda, durup durur. Anılar ise oradadır, ortadadır; bekler geri gelinmeyeceğini bile bile. Her iki tarafta da aynı anda “Mülteci akşamlar çöker, / Her gece, Ege’nin sularına.” Karanlıklar yutar gözyaşlarını, yürek burkulmalarını. Her gün “Güneş, kimine göre / Sürgünde doğar; / Kimine göre / Batar sürgünde.” Yıllar geçip gitse de art arda “Ne giden soyunabil”miştir “Mübadil umutlarından; / Ne gelen vazgeçebil”miştir “Özlem şarkılarından.” Bilen biliyor “Adalı” dendiğini Ayvalık’ta “Midilli’den gelenlere.” Ayvalık’tan Midilli’ye gönderilenlere ne deniyor acaba? Su Sesi, Cevat Çapan’ın yeni şiirlerinin yer aldığı son şiir kitabı (YKY 2013). Kitapta yer alan “Mübadele Günleri” başlıklı şiiri Ege’nin kanayan yarasına şiirle bakmaya çalışıyor. İnsanlar “Uzaktan karaya bakıyor, kara kara düşünüyorlardı; / bu yangın yerinde mi kuracaklardı yeni hayatlarını?” Bir yangın yerinde kurarlar yeni hayatlarını. “Topçu bataryaları”, “dinamit” çukurları... savaş! Kan, acı, ayrılık, ölüm, yaralanma, çığlık; insanlık dramı! Sonra başka topraklarda yeniden yaşamaya tutunma savaşımı. Ayakta kalabilmek için çabalamalar. “Kıyıda bir balıkçı ağ” onarıyordur. Balığa çıkacaktır. “demek yerlilerden de / denizi bilenler varmış diye” sevinir yaşlılar. Deniz bereket demek, geçim kaynağı demek. En çok “çocuklar” şaşkındırlar yeni hayatlarından, yeni mekânlardan, yeni komşulardan, yeni dilden. Çocuklarına “ne diyeceklerini” bilemez kadınlar. Susarlar. Susmak çok şeyi anlatır aslında. Çocuklar annelerinin neden sustuğunu bilirler. Hep olduğu gibi “Kıyıdakiler kuşkuyla” karşılarlar yeni “gelenleri”, zorla getirilenleri. Kimdir bu yabancılar? Neden getirilmişlerdir buraya? Yerliler yenilerin “konuşmalarını” yadırgarlar. İki halkın dili bazen kilitlenir, kapanır kendi yüreğine. Kolay kolay açılmaz. Sonra çözülür kilidin dili. Yerli ve yeninin arasındaki komşuluğu ise geç başlar. Kuşkuları gidermek kolay mı? Başlarda mesafeli dururlar birbirlerine. Güven gelip yerleşene kadar bakışlarına, sürer karşılıklı birbirlerini tartmalar, birbirlerini anlamaya çalışmaları... Buzların erimesini beklerler. Yeni gelenlerin “pencerelerinde / teneke kutularda yetiştirdikleri sardunyalara, fesleğenlere / zamanla” alışır yerli halk. Yavaştan ısınma hareketleri, hamleleri başlar aralarında. Sonra acılar, sevinçler, ekmekler paylaşılmaya başlar. “Yıllar” geçer, “zor yıllar”. “Yeni gelenlerin dilleri de” yerlilere benzer giderek. İnsan neye alışmıyor ki! “Mübadele”nin sancıları kuşaktan kuşağa azalsa da, dinmeye yüz tutsa da, kabuk bağlayan yara iyileşecek gibi görünmüyor ki şiirlere ağıp duruyor. Bitmedi. Cevat Çapan’ın Doğal Devamı 4. sayfada

kidonya 3


Tarih (1989) kitabında yer alan “Göç” ve “Girit’ten Bir Mübadil” başlıklı şiirlerinde de konu aynı: “Ayrılırken / turuncu pancurlarını aralık” bıraktıkları “ev”lerin sakinlerinin dünyası: “anıların karanlık odaları” geride kalacak. Arkalarından “bir kova suyla” komşularını uğurlayan sokak sakinleri “her akşam / tencereyi hızla maltıza vuracak / arka bahçede, / bir daha hiç” karşılaşmayacaklarını “unutmak için” (Göç). Girit’ten gelen “yorgun ihtiyar” ise “Evdeki öksüz kızlarını düşünürdü” “kim bilir kimlerle evlenip / nerelere gideceklerini”. Gemiler geçip gider gözlerinden adamın, yüreğinden, geçmişinden “uzaktan / uzaklara”. “teneke kutularda karanfil yetiştirir, / nargilesini fokurdatırdı denize karşı.” (Girit’ten Bir Mübadil). Bir şiir daha var ki “mübadele”ye yukarıdaki iki şiirde olduğu gibi, benzer pencerelerden, ama daha içten bakmaya çalışıyor: Onur Caymaz’ın Pervaneyle Yaren (Tekin Yayınevi 2013) kitabında yer alan “Bir Mübadil Türküsü” şiiri. Susan insanlar korosu mübadiller! Susmaktan, başlarına geleni anlamaya çalışmaktan başka ellerinden ne gelir ki? Ne gelmiştir ki? Acılarını içlerine gömmüş ve ölmüşlerdir yaşarken. “susuşundan başka dil bilmez mübadil”. Zorla koparılır evinden, komşularından, yaşadığı sokaklardan, sevdiklerinden, bağından ve bahçesinden. “inceden çalınsın tığla işlensin karanfile / memleket terk edilir”. Memleket güle oynaya terk edilmez, terk ettirilir ite kaka. Dumanı üstünde türküler yakılır, mendillerin bir köşesi hep ıslak, bir köşesi hep yanıktır: “ah zeytin ah kızım ah yollar dümdüz / çantamız hazır gidiyoruz biz / ardıç habersizdir serçe telaşta / düdük sesi gelir dağılır çeyiz”. Her şey yarım kalır; bırakılır eşyalar, anılar öksüz, umudun gözü kör. “yağmalanan evdir mübadil / kırılan çerçeve yırtık resim” Aynalar kırık, gelecek paramparça, korku diz boyu. Geçmişi nereye götüreceksin? Giden gider, izi bulunmaz. Mektup belki gelir, belki gelmez. Haberi kimden soracaksın? Kim bilecek gidenlerin sonunun ne olduğunu? Kaygılı bekleyiş ölümle biter ancak. Sonra, biri çıkar gelir doğduğu evi görmeye. Gözyaşlarına yürek dayanmaz. “ah kekik ah gülüm ah bulunur mu izimiz / gönlümüz aydındır kararmış yüzümüz / uskumru hüzünlüdür sular sarardı / kim bilir kime kalır bomboş köyümüz”. Kidonya’nın geçen sayısında yer alan Hakan Cem’in “Mübadiller Korosu İçin Hüzün Faslı” şiiri de can yakıcı, dağlayıcı. “ey rüzgârın adıyla karşı kıyıda bekleyen seyir defteri!”nde neler var acaba? “denizin / ahşap gövdesine” yürütülenlerin sonu ne oldu? Köpüren “sessizliği”n içindeki çığlıktan hangimizin haberi var? Toprağından, evinden, sokağından, komşusundan, sevdiklerinden, ülkesinden “ayrılık, ölümden say”ılır. Geride “kalanlar”ın yüreği, dünyası “eksilir”... Bir başka mekânda “geçmişin fener alayı!” kuşaktan kuşağa anlatılır koparıldıkları toprakların özlemiyle. Öyle ya “uzaklık yara gibi duruyor”dur “yüzlerde! gözyaşı odalarında / kendine yabancı bir ev. ve bir sokak, dövünerek zamanı / eriten tanık!” Zamana tanıklık eden yeni dildir, başka mekânlardır, farklı komşulardır... “bir dal gibi kırı”lan zamandan geriye ne kalır? Bunu bilmek kolay mı? “kadim toprak! adın hoşça kal. yıldızlar tanıdık yüzler / gibi ve kısık gözleri fotoğrafın arka yüzüne sinmiş / gece.” Solup giden fotoğraflar, yüreğe çok ağır gelen ağıtlar, türküler, uykusuz geceler, kâbuslu rüyalar... Sözün bittiği yerdir “mübadilin” yaşamı. Söz bitmez ama hayat biter. Biten hayatlarda da sürer acılar. Kuşaktan kuşağa aktarılır, akar bu acılar, anılar, özlemler... Sonra romanlar, öyküler, şiirler, ağıtlar, türküler, filmler... çıkagelir. Konunun yakıcılığı yürekleri dağlamaya devam eder. Elbette daha çok vardır “mübadele” şiiri. Halklara yaşatılan acıların şarkıların, türkülerin boynuna sarılmasının ardı arkası kolay kolay kesilmez. Behçet Aysan, “Bir Girit Şarkısı”nı dolar diline “yıkılmış evleri / yıkılmış aşkları” düşünerek. Ali Cengizkan, “Yunan Dosyası”nda (1983) doğrudan “mübadil”lerin şiirini yazmasa da, sanki yurtlarından, dillerinden koparlılanların dünyasına sesleniyor dörtlüklerinde: “Ölüm nerden ve nasıl gelirse geliyor / Kadınları buluyor, öpülesi yüzlerini buluyor. / Saçlarını, dudaklarını, kaşlarını, gözlerini buluyor. / Ölüm nerden gelirse gelsin, anaları ağlatıyor.” kidonya4

MEHMED ARİF B. LÜTFEN Biraz ağırdan al ayaklarım; bastığın yeri fark et, üçer beşer çıkma gerideki basamakları. Lütfen yaşını bil yüreğim; doktorun sözlerine heyecanlanma, canın nasıl istiyorsa öyle tıkla. Sus ağzım, sus! bıktım vırvırından vallahi kilit vururum, konuşamaz olursun sonra. Sen de kışkırtma bedenim; aşık atamam delikanlılarla ben canımı gezdiriyorum omuz zoruyla. Zaman, zaman değil her zaman; durmuyor yerinde. Çıktım sanırken baktım inmişim. Neyse ki kolumda zanaatın bileziği var. Geride kalan yıllarım değil, sayılı günlerim; isterim sayrılanmadan, sona ersin yaşam! Aah ağrılarım ah!... Sallamayın içimdeki bahar dalımı; dökülmesin, bırakın açılsın renk dünyam. Parçalarla uğraşma gönlüm uğraşma parçalarla bütünü gör! Yaşamın şiiridir doğa. Takılmadan geçmişe lütfen dokunma böylece gitsin…

2013 - Adana

Desen: Arif Buz


YUNUS BEKİR YURDAKUL AYVALIK’TA ÇAYI ‘İZİNLE’ İÇTİK Ortak bir dil oluşmuş; Zeytinyağının başkentiymiş burası/ Ayvalık. Herkesin dilinden öyle yükseliyor... Belediye, Ticaret Odası el ele vermişler; zeytinden kazananlar da destek olunca ortaya, Muzaffer İzgü’nün annesinin deyişiyle “karakatık” için kocaman bir şenlik çıkmış. Adına da “Zeytin Hasat Şenliği” denmiş. Bu yıl dokuzuncusuydu. Halim Yazıcı da işe, el vermiş ya Belediye penceresinden, bana da mikrofon önünü toparlamak kaldı/ düştü. Dünümüzün utancına yazının dil aynasından yüreklice bakan Yılmaz Karakoyunlu’nun, “Ne Bilgesin Sen Zeytin Ağacı” Suat Çağlayan’ın sözün inceliğine incelikle sığdırdıkları sohbetlerinden ve etkinliklerden fırsat buldukça, Ege’nin/ Körfez’in şirin zeytin kentinde, dünden armağan sokakları da dolaştık. İşte o gönüllerce geniş, günümüz araçları için epeyce dar/ daracık sokakların arasına yerleşmiş Baca Kafeterya... İki etkinlik arası bir soluklanma vakti bulduk ya attık kendimizi o daracık sokağa bakan kapısından Baca’ya... Seçtik kendimize bir masa... Ve zeytin gülüşlü bir ses karşıladı bizi: Hoş gelmiştik. “Bir soluk aralığı yakaladık. Yolumuz Baca’ya, aklımıza çay düştü. Bilmem bir çay içebilir miyiz?” deyince ben o zeytin gülüş çoğaldı: “Elbette içebilirsiniz, izniniz var!” Gülümsemenin gülümsemeye geçmesi bu işte. Anlaşıldı ki özel bir yerdeyiz. Ve enerjilerimiz ortak. Bu seslenişin ardından ne içsem/ içsek arayışı saygılı bir iş olmazdı. Tez elden çayda karar kıldım. Zeytinden gülümseme, “Ya sen!” makamında, arkadaşım gazeteci Serkan Kibar’a dönünce o da taşı gediğine koyuverdi incelikle: “Artık benim ayrıca izin almama gerek yok sanırım. Hocamın izni yeterli sayılırsa ben de çay rica ediyorum.” Ayvalık’a, arada bir de olsa düşer yolunuz öyle sık sık olmasa da... Baca’da “izinli” bir çay içmeden olmaz; unutmayın e mi! Gezdik tozduk, yedik içtik... Dostlarla paylaşmazsak olur mu? Sevgili Cem Baba’ya (Bir akşamüstü / o akşamüstü işte, bu hikâyeyi hikâye etmeye durduğumuzda öğrendim ki ona “Cem Baba” diye seslenen bir ben değilmişim! Bilmiyorduysanız işte öğrendiniz, bundan böyle sizde öyle seslenin -eskilerin deyişiyle, hitap edin- hoşuna gidiyor...) bir çay içimi oturunca İzmir’in bir kıyıcığında “Burada da izinli içilir mi ki çay?” deyiverdim. ‘Gezip gördüğünü bırak da şunu anlat hele!’ bakışının ardına söz düştü: “O ne yahu! Yine neler doldurdun dağarcığa ve de bakalım ki ille ki nerelerden?” diye sormazsa olur mu Cem Baba? Ve ben yanıtlayınca onu, onun bir diyeceği olmaz mı Ayvalık üstüne, Cunda’ya, Taş Kahve’ye ilişkin... “Bak, şimdi sen bunları da yazarsın her ne yazacaksan o izinli çay üstüne; iyisi mi benim şiirle koy noktayı uygun düşerse...” diye bağlamadan sözü, aldı ikimizi yeniden sürdü Cunda boylarına... O akşamüstü dediklerini umarım bir gün kendisi yazar da (Ben bunları aynı böyle yazınca, o da okuyunca yazacaktır elbet, kaygılanmayın!) hep birlikte okuruz bu sayfalarda. İşte o şiir: BURNUMUN (U)CUNDA* şimdi, tam bu saatte, bu havada bi ucum Cunda’da, bi ucum yanında. Taş Kahve’de güneşli telve, köpüğünde kediler tembelce. adaçayı kokulu ekmekle beslerken kıyı balıkları; burnumuz tıka basa, zeytin çizikleri, zeytin kokuları.

Kitaplık’ta koyu gölge, mavi kapı, demir masa, tahta iskemle, biberiye... Yıkık Kilise’de kutsayıp sevgiyi, mekân eylemeli, Şahmaran’lı Cennet Bahçesi’ni. kavuşurken gün akşama, çöküvermeli bir masaya, rakı, roka, fava, papalina... ışıklar saymalı gecenin koynuna. şarkılar dökmeli denize, bir sen, bir ben, sırayla. dönerken eve ıslık ayak, taş sokaklarda peşimiz sıra, yasemin sesleri, ada gülleri, evlerin yorgun pencereleri... durur tül ardında, gecenin laciverdi, Cunda'nın tuzlu serinliği. ‘boşver, bırak öylece, çek perdeyi, hadi gel, yatma vaktidir şimdi.’ demeli. sarılmalı sımsıkı, sana ve sabaha. dedim ya, şimdi tam bu saatte, bu havada, bi ucum Cunda’da, bi ucum yanında... Cem Seyhun Ünbay * “aşk, hep...”, Mühür Kitaplığı, 2013

AYDAN YALÇIN İNFİLÂK gölgemin üstünde yürüyorum kaç zamandır kaç zamandır rengine ağrıyan bir eylül taşıyorum mermer yanım yeni bir yüz yontuyor ısrarlı yeter! diyor unutuş yeter bu kadar acı sen soluğumu kesen alev ateşimin can çekişen külleri ört artık ölümün sızlayan kemiğini saç savur, dök kendini dört bir yana gök yüzümü yıka aksın yeşilim fütursuzca toprağa ah! neydi acelesi sabahın henüz bu kadar uyanıkken ay dan...dan...dan... acımasız bir mektup geldi tanrıdan bu bir infilâkkk! zehri kalp, güz yitiği, iğneli yatak hiçliğin serkeşliği, dipsiz bir kuyusuf uzak bir serinlik köy mezarlarından gelen kavağın çaresiz hışırtısında döküldükçe biriken şimdi kamburumda denizin yükselen çığlıkları nasıl tamamlamalı bilmem bu köpüren hayatı

kidonya5


REFİK HALİD AYVALIK YOLUNDA Önceden tertip edilmişe bezeyen sahneler – Meşrutiyet Devrinde bir seçim maskaralığı – Hapishanede geceleyen seçmenler – Hayal sukutuna uğramak korkusu – Zengin bir köy delikanlısının hikâyesi – Midilli Adasının düşündürdükleri – Bir harabezâr: Ayvalık – Bir Heybeliada: Çamlı

Köyde Demokrat Parti ocağının açılması, 1950 nisanında geçirdiğimiz sıcak dalgası haftasının en yakıcı, bunaltıcı gününe rastlamıştı. Hatipler ikindi güneşi altında ter döktü. Biz gölgede idik; salkımları çardak asmasınınkiler gibi dolgun bir akasya ağacının altında. Öyle olduğu halde kapalı yere sığınmak lâzım geldi. İçine kabuksuz bademler atılmış serin lohusa şerbetleri ikram ediyorlardı. Dudak sürdüm amma içmedim. Hararetimi arttırabilirdi. Nihayet tören bitti. Gayet bakımlı, zarif minareli, şehirlerde gördüğümüz değme mesçitlerden büyük bir camiin önünde, bir kahvede ve kalabalık bir cemaat halindeyiz. İmam hoş sohbet bir zat. Köy iki partili olduğundan o bitaraf kalmış; etliye sütlüye karışmamış; gayet hesaplı konuşuyor. İki oğlu varmış, doktor çıkmışlar. Etrafımızı çeviren yüzlerce köylü artık iki partiye mensuptur. O kadar ki bir tarafımda C.H.P., öte tarafımda D.P. Köy başkanları oturmaktadır. Zaten bunlar iki kardeştir; C.H.P. Den olanı köy muhtarı. Yarın muhtarlık, solumda oturan D.P. Liye geçebilir; yani küçük kardeşine ! Şakalaşıyoruz; onlar vaziyeti telâkki eden bir tatlılıkla gülümsüyorlar. Bütün bu sahneler sanki ecnebi müşahitleri kandırmak için önceden tertip edilmişe benzemektedir. Seçimlerde öz kanaatimize uygun surette rey hakkını kullanmak lüzumundan bahsolunuyor ve eski seçimlerdeki baskı usulü zemmediliyor. Oyuna tam hürriyetle sahip olmak hususunda iki taraf mutabık. Ben onlara Meşrutiyet devrinde şahidi olduğum bir seçim hikâyesini anlattım: Çorumda sürgün idim; bir akşam üstü idi, saat kulesinin önünden geçiyordum; baktım dört jandarma yirmi kişiden mürekkep bir köylü kafilesini sürüyüp hapishaneye götürüyor. Galiba köylerin birinde arazi meselesinden dolayı büyük bir kavga çıkmış, bazı hâdiseler olmuştu. İşe karışanları yakalamışlar, mutasarrıflık merkezine göndermişlerdi. Adamcağızların yüzlerinde derin bir mahzunluk sezdim, öyle ya, aylarca, belki senelerce mevkuf kalacaklar; nasıl üzülmesinler? Meydanda rastladığım kulağı delik bir tanıdığa sordum: - Ne yapmışlar bunlar ? Bir vaka mı olmuş? - Hayır. Yarın intihap var. Onun için getiriyorlar. - Ne intihabı? - Bir mebusluk münhal de... Jandarmaların götürdükleri adamlar civar köylerdeki müntehibi saniler... Her zaman aynı şey olur. Onları bir gün önceden toplayıp kafile kafile merkeze sevkederler. - Ey, niçin hapishaneye sokuyorlar? - Dağılmasınlar, kaçmasınlar diye. Bu gece orada yatarlar, yarın sabah ellerine verilen puslaları rey sandığına atarlar. Sonra serbesttirler, köylerine dönerler! Bizde seçim o zaman böyle olurdu; sonraları da pek farklı olmadı. Bugün ilk defa bir şeye benziyecek galiba. Hikâyemi dikkatle dinliyen köylülerin hepsi, dünün ve geçmiş yılların, seçim tarzını komik buldukları için gülüyor. Hakiki seçimin ne olduğunu gayet iyi bildiklerini o gülüşlerde okuyorum. Amma -açık söyliyeyimhâlâ azıcık şüphe içindeyim. Acaba bildiklerini tatbik edecekler mi? Jandarmalarla hapishaneye götürülen Çorum köylüleri de intihabın o demek olmadığını muhakkak bilmekte idiler. Son günü bir falso ile karşılaşırsak sıtkım sıyrılacak. Benim yaşımda hayal sukutuna uğramak gençliktekine benzemez, toparlanamam. Rastgele, şuna buna sualler soruyorum. Seçim günü yapacaklarını gayet iyi öğrenmişler. Eğer memleketin her tarafında vaziyet aynı ise dünyayı hayrette bırakacak bir neticeye varacağız. Bir netice ki en büyük inkılâptan daha büyük olacak. kidonya6

Yavaş yavaş dağılıyoruz. Bizi getiren Jeep'i gözlerimle araştırdım. Yok. Ayvalığa ne ile gideceğiz? Saat epeyce ilerledi. Böyle düşünürken en son model, geniş ve mükemmel bir otomobil ahaliyi yararak karşımızda durdu. - Buyurunuz, bininiz. Dediler. Nereden çıktı bu araba? Şoför yerinde, beyaz ve kolsuz gömleği tertemiz, ütüsü üstünde sportmen yapılı bir delikanlı oturuyor. Belli ki, otomobil, hususidir. Kapıyı büyük bir nezaketle açan ve bizi içeriye girmeğe davet eden yarı köylü kıyafetinde yaşlı zata teşekkür ettim. Arabanın sahibi kendisi olacak, şoförü de sanıyorum oğludur. Köyden, işte bu şekilde -alkış noksan- adeta parti reisi uğurlanıyormuşçasına ayrıldık; zeytinliklere daldık. Köyün hemen yanında bir fabrika görüyorum. Delikanlıya soruyorum. - Kimin burası ? - Bizim. - Siz bu köyden misiniz ? - Evet. Hem de köyde oturuyoruz, hiç ayrılmayız. - Demin tanıştığımız zat pederiniz midir? - Pederimdir. Ben de köyümüzden evlendim. - İstanbulda mı tahsil ettiniz ? - Hayır. Köyde okudum; ilk okul mezunuyum. Zeytinliklerle, fabrika ile uğraşırım. - Bu arabayı nereden satın aldınız? - Geçende iş için İstanbula gitmiştim. Peder: “Gitmişken bir otomobil alıver” diye haber yolladı. Askerliğimi yaparken şoförlük öğrenmiştim, zaten... Bakımlı şose üzerinden denize bir yaklaşıp bir uzaklaşarak zeytinler arası, Ayvalığa doğru uzanıyoruz. Akçay'da hayal meyal gördüğümüz Midilli adası artık karşımızdadır. Hava buğulu olmasa yalnız dağlarını ve dağ tepelerini değil, şehri de seçebileceğiz. Üzüntüye kapılmadan yaşanmıyor. Köydeki sahnelerin zevkli tesiri ve şu köy delikanlısının servete rağmen, doğup büyüdüğü yere bağlı kalmasından duyduğum haz, güzel Midilli'nin yakınlığına uymayan mânevi uzaklığı yüzünden neşemi kaçırdı. Türk – İtalyan harbini ve sonrakileri aklımdan geçiriyorum. Bir çok sima beliriyor: Sadrâzam Hakkı Paşa ve yerine gelen Küçük Said Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti kodamanları, Hürriyet ve İtilâf partizanları, sakallılar, bıyıklılar... Nihayet üç Paşa: Enver – Talât – Cemal Paşalar. Kendimi bıraksam o hâdise ve şahısları düşünmekten başımı kurtarıp da etrafıma bakamıyacağım. Asık suratlı bir adamı taşıtmak da otomobil sahibi gence karşı nezaketsizlik olacak. Toparlandım. Ayvalık göründü... Ayvalık, ömrümce görüp gezdiğim kasabaların en darı ve en sıkıntılısı. Yollarından bir araba güç geçiyor: neredeyse duvarlara sürüneceğiz; üstelik sokaklar hazin bir harabezar tesiri yapmaktadır. Rumlardan kalmış kocaman bir deri fabrikası çökmek üzere... Tek yeni binaya rastlamadığımız gib eskilerini de çökertmişiz. Güzel bir Akdeniz şehri farzederek çocukluğumdan beri görmek istediğim Ayvalık bu mu? Evet, Ayvalık kasabası bu! Fakat bereket versin onun bir Çamlı'sı var. Bir Çamlı ki Heybeliada kadar, hattâ bir kaç bakımdan Heybeliadadan güzeldir. Göreceksiniz. YENİ İSTANBUL - 27.5.1950 / SAYFA 2

(Devam Edecek)

Refik Halid Karay Memleket Yazıları -2-

Kırk Yıl Evvel Kırk Yıl Sonra Anadolu’da İnkılâp Yayınları


OĞUZHAN AKAY

GÖNENÇ TURAN

KEN

AYVALIK’TA MÜBADELE

Bir küldür dökülen kahkülümüzden Kah gülerken kah ağlarken saçmalarken Şehrin altını üstüne getiren bir tren Öpsün bizi Zeki Müren, diye gelir bazen Ve sonra den den, tenten Sonar cihazı olur uyurken Uzaklaştırır bizi yakınlaşırken Temaslarla inlerken, kennabüdü Bir güldür açılan güldür güldür kokarken Gül memeliyiz diye öğretilirken, saçmalarken Şehrin ötesini berisini kucaklarken ben Öpsün bizi Zeki Müren, şarkı söyler bazen Ve sonra sen, ve sonra ben Bir hikayeyken, roman olamazken Roman olsak çingenesiniz denirken Bir kahküldür o, küle benzerken Hepsi diken

Lozan Antlaşması uluslararası alanda yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin sınır meselelerinin belirlendiği gibi Türkiye ve Yunanistan arasındaki nüfus meselesinin de önemli bir sonuca ulaştığı bir antlaşma olmuştur. 30 Haziran 1923 tarihinde imzalanan “Nüfus Mübadelesi” protokolü ile iki ülkedeki azınlıkların yer değiştirmesi uygun görülmüştür. İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’da yaşayan Rumlar ile Batı Trakya Türkleri bu uygulamanın dışında tutulmuşlardır. Dünya tarihinde göç hareketleri her zaman olmuştur, günümüzde de sürmektedir. Ancak ilk kez kişisel kararlar hariç tutularak uluslararası bir antlaşma ile iki ülke arasında nüfus değişimi söz konusu olmuştur. Her iki ülkede mübadelenin sağlıklı yürümesi için Milletler Cemiyeti gözetiminde Karma Komisyon kurulmasına karar verilir. Karma Komisyonun görevleri üç ana temelde ele alınabilir: Birincisi, göçün yönetimi; ikincisi mübadele kapsamı altındaki kişilere ait malların takdiri; üçüncüsü de bu malların tasfiyesidir. Sözleşmenin yürürlüğe girmesi ile beraber Kurtuluş Savaşı sonrası yeniden inşa edilen Türkiye Cumhuriyeti, Mübadele ve İskân Vekâletini kurarak çalışmalara başlar. Bu çalışmalarda Mübadele ve İskân Vekili Mustafa Necati’nin katkıları yadsınamaz. Vekâlet, kurulur kurulmaz teşkilat yapısını oluşturmaya başlar. 17 Temmuz 1923 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile mübadillerin yerleşecekleri bölgelere gelecek olan göçmenlerin sayıları ve diğer özellikleri dikkate alınarak 10 mıntıka bölgesi belirlenir. Balıkesir ili üçüncü mıntıkada yer alır.(1) Ayvalık da bu mıntıka bölgesine dâhil olur. Vekâlet, mübadilleri meslek ve zanaatlarına göre tütüncü, zeytinci ve bağcı olarak gruplandırır. İskân planına göre Midilli, Girit ve diğer adalardan 30.000 çiftçi ve bağcı, 20.000 zeytincinin Ayvalık, Edremit ve Mersin’e yerleştirilmesi planlanır.(2) Özellikle, Ayvalık ve çevresindeki zeytin alanlarının çok olması bu planlamada etkili olmuştur.

AHMET GÜNBAŞ ÇEKİŞTE Güzüstü, İki lafın belini kırdık zeytinle. Acı sular ortasında Güle oynaya!..

SALAMURA Vardım ki, Körpecik sokulmuşlar bir araya, Bir avuç tuzla, Eşiğine yüz sürüp gelecek günlerin. Anne, beni zeytine yaz, rahatla!

Karma Komisyon henüz çalışmalara başlamamışken ilk olarak Midilli’den gelecek olan mübadillerin nakledilmesine karar verilir. Türk Hükümeti, bu mübadiller için kabul iskelesi olarak Ayvalık’ı belirler.(3) Mübadele sürecinde en önemli kuruluşlardan biri de Hilal-i Ahmer Cemiyeti (Kızılay) idi. Bu dönem boyunca, Cemiyet tüm mübadillerin iskân edilecekleri mıntıkalarda sağlık heyetleri oluşturdu. Her indirme iskelesinde, Hilal-i Ahmer Cemiyeti tarafından kurulmuş birer sağlık ocağı ve dispanser vardı; bu dispanserler sağlık araç gereçleri ile donatılmıştı. Bu bölgelerde serum ve aşı depolandı.(4) Midilli’deki Türklerin nakillerine müsaade ve kendilerine Hilal-i Ahmer Cemiyeti tarafından yardım edileceği Ayvalık Muhacirin Heyeti Başkanı Fazıl Tuğrul Bey’e tebligat ile bildirilir.(5) Hilal-i Ahmer, çalışmaları Mübadele ve İskân Vekâleti ile birlikte koordineli bir şekilde yürütmeyi başardı. Mübadele kapsamında, ilk kafile olarak Ayvalık’a gelecek olan Midilli Muhacirlerinin sağlık durumları ile ilgilenmek üzere Dr. Hikmet Bey başkanlığında bir heyeti seyyar bir dispanser ve sağlık malzemeleri ile Ayvalık’a gönderdi.(6) Kentte bulunan zeytinyağı fabrikaları, tabakhaneler vb. misafirhane ve tahaffuzhaneler olarak hazırlandı. Karma Komisyon çalışmalarına tam anlamı ile başlamadan, gerek coğrafi yakınlık gerekse savaş sonrası oluşan şartlar nedeni ile ilk olarak Midilli’den gelecek olan mübadillerin nakledilmesine karar verildi. İlk kafile 955 yolcusu ile yola çıkmış hatta yolculuk esnasında bir erkek çocuk dünyaya gelmiş olup adı Mustafa Kemal konmuştu.(7) Dönemin gazeteleri bu konuya geniş bir yer ayırmıştı. Midilli Müftüsü Ataullah Efendi’nin Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne çektiği telgraf 21 Ekim 1923’te Türkiye Büyük Meclisi’nde okunur. “Midilli Müslümanları, Ayvalık’a tamamen ve sağlıklı bir şekilde nakilleri tamamlanmıştır. Son kafile de Ayvalık’a ulaşmıştır. Bizi on bir senelik esaret ve ıstıraptan kurtarıp Anavatanımızın şefkatli kucağına Devamı 8. sayfada

kidonya7


ve himayesine kavuşturan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve Hükümetimize tüm kalbimiz ve ruhumuzla Midilli Müslüman halkı adına içten şükranlarımızı sunuyoruz. Ayvalık’ta Midilli Müftüsü Ataullah”(8) Midilli’den gelenler, Girit’ten gelecek olan mübadillere göre daha avantajlı görünse de pek çok mübadilin Midilli’deki mallarının takdir ve kıymetleri sağlıklı bir şekilde değerlendirilememişti. Örneğin adadaki zeytin ağacının üzerindeki zeytin taşınmaz mal olarak kabul edilmekteydi. Ancak adadan ayrılan halk, mahsullerini alamadan Ayvalık’a gelmişti.(9) Mübadiller taşınma aşamasında vergiden muaf tutulmuşlardı. Ancak yaşanan karışıklıklar nedeniyle bazı zamanlarda taşınabilir mallardan vergi alındığı olmuştu. Örneğin Midilli mübadillerinden Komilizade Ali Muhlis Efendi, yanında getirdiği 142 koyun için Ayvalık Rusanat Dairesine 179 Lira ödemişti. Ancak Nüfus Mübadelesi Protokolü gereğince vergilerden muaf bir durum söz konusu olduğu için ödediği para kendisine iade edilmişti.(10) Belediyelere mübadillerin taşınabilir mallarının harç, arzuhal, resmi vergiye tabi tutulmayacağı talimatı iskân şubesi tarafından verilmiştir. Buna benzer durumlar mübadelenin gerçekleştiği diğer mıntıkalarda da görülmüştür. Midilli Mübadillerinin nakilleri sırasında bir Amerikan yardım kuruluşunun ismi de dikkat çekmektedir. Protestan Misyoner Örgüt olan ve Türkiye’de Ermeniler ve Rumların nakillerinde etkili olan Near East Relief (Yakındoğu Yardım Örgütü) Midilli’den gelen Müslüman mübadillerin de taşınmaları sürecinde gözlemlerde bulunmuşlar, vapurlara bindirme işlemlerinde refakat etmişlerdir. Mübadele Protokolü’nün imzalanmasından sonra 8.000 Müslüman Türk, Midilli Adası’ndan Yakındoğu Yardım Örgütü’nün (Near Eeast Relief) yardımı ile Ayvalık’a getirildi.(11) Bu desteklerinden dolayı TBMM İcra Vekilleri Heyeti adına Yakındoğu Yardım Örgütü’ne teşekkür telgrafı gönderildi. Telgrafta şöyle belirtilmişti.(12) ”Şark-ı Karib Muavenet Cemiyeti Reisliğinin Midilli’den Ayvalık’a sevk olunan ahali-yi İslamiyenin ihraçlarında ibraz buyrulan muavenet ve tahsilat-ı insaniyet karanelerinden pek memnun olarak arz kılındı efendim. İcra Vekilleri Riyaseti” Girit’ten gelen Müslüman vatandaşlar, Mübadele uygulamasının resmen başladığı 10 Kasım 1923 tarihinden sonra Ayvalık’a gelmişlerdi. Midilli mübadillerinin aksine Girit’ten gelenlerin Türkiye’ye gelmeleri esnasında Karma Komisyon faaliyete geçmişti. Takdir ve kıymet komisyonları kurulmuş, taşınabilir ve taşınmaz mallar bu komisyonlarca belirlenmekteydi. 1918 yılında Girit’in Resmo kentinde doğmuş olan, mübadele sırasında altı yedi yaşları arasındayken göç olgusunu derinden yaşayan Ali Onay, dönemin olaylarını şöyle aktarmaktaydı: (13) “O zaman Girit’te komisyonlar kuruldu. Herkesin malları ve bu malların değerleri tespit edildi. Sefere çıkacağımız zaman hazırlıklar yapıldı, denkler toplandı, sandıklar tanzim edildi. O arada babamın paraları nasıl geçireceği endişesi başladı. Bizim çok yüksek bir karyolamız vardı, hiç unutmam sarıydı rengi, ayakları bu kadar. Babam onların alt tekerleklerini çıkardı ve bunların içine altınları doldurdu. Karyola ayaklarını hususi bir kasa yaptı, çemberlerle bağladı, çaktı. Onları hep yanında taşıdı Türkiye’ye gelene kadar. Annem, babam, iki kardeş, halam, halamın eşi ve kızı; yedi kişi Cundaya geldik.” Girit’ten gelen mübadillerin yolculukları yaklaşık bir hafta kadar sürmüştü.“Giresun” adlı Türk Gemisi ile 3 Aralık 1923’te Kandiye bölgesinden 1029, Resmo’dan 900 Giritli Türk, ve “Burgaz” adlı gemi ile de Temmuz 1924’te 300 mübadil Ayvalık Limanı’na getirildiler.(14) Ayrıca Bahri Cedit vapuru ile 1027 Giritli muhacir Ayvalık’a çıkmış oldu.(15) 1924 senesinin Mayıs ayında Türkiye isimli vapur Girit’in Resmo kentinden mübadilleri karaya çıkardı. Ancak, boğazın dar oluşu ve deniz fenerlerinin gemiyi engellemesi nedeni ile yolcular ara vasıtalar ile Cunda Adası’na aktarıldılar. O günü, dün gibi hatırlayan Ali Onay olayları şu şekilde aktarmaktaydı.(16) “Adaya ayak bastığımızda 1924 yılının mayıs ayı cumartesi günüydü, ikinci Türkiye Vapuruyla geldik. Adaya geldiğimizde, bizden altı ay evvel birinci Türkiye seferiyle gelenler ve Midilliden göçenler bizi rıhtımda davullarla karşıladılar.” kidonya8

Mübadillerin, Ayvalık’a iner inmez aşıları yapılır ve iaşe ihtiyaçları giderilmeye çalışılır. Bu alanda Hilal-i Ahmer Cemiyeti büyük bir özveri ile çalışır. Ancak mübadillerin yerleşeceği yerler konusunda önemli sorunlar ortaya çıkar. Mübadele İmar ve İskân Vekâleti, Yunanistan’dan gelecek olan vatandaşların emval-i metruke yani terk edilmiş evlere verilmesi hususunda karar alır. Dr. Mazhar Bey ve arkadaşları meclise sundukları raporda batı vilayetlerinde, acele onarım yapılması ve yeniden yaşanabilir biçime getirilmesi gereken pek çok köy ve kasaba bulunduğunu (17) ifade ederler. Ayrıca harikzedeler meselesi gündeme gelir. Savaşta evleri tahrip edilmiş kesim “harikzedeler” olarak adlandırılmaktaydı.(18) Evsiz kalan kişilerin büyük bir çoğunluğunun yöredeki Rumlara ait terk edilmiş evlere yerleşmeleri, sorunu ikiye katlar. Ayvalık’ta da benzer olaylar yaşanır. (19) Mübadelenin başlaması ile beraber terk edilmiş mallar sorunu uzun bir süre devam eder. Terk edilmiş mallar konusunda önceliğin kimlere verilmesi gerektiği konusunda Meclis’te de önemli tartışmalar yaşanmaktaydı. Malatya Vekili Reşid Ağa, önceliğin muhacirlere verilmesi gerektiğini belirterek, Ayvalık’ta ticaret yapan Malatyalı Hamdi isminde bir kişinin izlenimlerini Meclis’te aktarmıştır.(20) Söz konusu anlatılanlara göre Girit Muhacirleri çok zor durumdaydı ve açıkta kalmıştı. Karesi Vekili Vehbi Bey bu konuya cevaben şunları söylemiştir: (21) “Ayvalık civarında birkaç köy vardır ki Reşit Ağa bahsediyorlar muhacirler açıkta kalmış diyorlar. Orada yerli ahaliden de açıkta kalanlar vardır ve Yunanlılar üç dört köy yakmıştır. Bu halk da Ayvalık’ın içerisinde açıktadır. Şimdi bunları çıkarıp dışarı mı atacağız?” Harikzedeler meselesi mübadele süresince devam etmiştir. Harikzedelerin 13 Mart 1926’dan sonra işgal ettikleri evlerden çıkarılmasına teşebbüs edilmiş ve bazı mebuslar bunların çıkarılmamaları hakkında faaliyete geçmiştir. Hükümet, söz konusu harikzedelerin evlerinden çıkarılmamaları için bir kanun layihası hazırlamış ve dâhiliye encümenine havale etmiştir. Harikzedelerin oturdukları evler kendilerine iskân borçlanma kanunu mucibince temlik edilecektir.(22) Bu durumda harikzedeler de ihmal edilmemiş olur. Nüfus Mübadelesi’nin gerçekleştirilmesi sırasında, mübadillerin iskânı konusunda diğer bir sorun memurların deneyimsizliği olmuştur. Memurların çoğunluğunun devşirme yöntemi ile başka vekâlet memurlarından ve emeklilerden sağlanmış olması iskân işlerindeki başarısızlığın sadece bir tanesiydi.(23) Ayrıca Kurtuluş Savaşı sonrasında birçok yerde yağmalamalar olmuş, ihtiyacı olmayan birçok kişi kâr amacı ile terk edilmiş mallara el koymuştu. Bu durum “Fuzuli İşgal” olarak tanımlanmıştı.(24) 1923 yılı yaz ayları ile 1924 yılının Ekim ayları arasında Rum malları üzerinde yasadışı işgaller ile ilgili olarak Ankara’ya birçok şikâyet dilekçesi yollanmıştır. Yunanistan’dan mübadil olarak gelenler, öncelikle iskân koşullarının yetersizliği, memurların ehliyetsizliği ve rüşvet konularını şikâyetlerinde gündeme getirmişlerdir.(25) Hatta bürokrasi içinden de bu tür suçlamalarla karşılaşanlar oldu. Örneğin Karesi Mebusu Hulusi Bey, Rumlar tarafından terk edilmiş ve gelecek olan mübadillere ayrılmış olan iki ev, bir sabun fabrikası ve binlerce zeytin ağacına el koymak ile suçlanmıştı. (26) Mübadele ve İskân Vekâleti her ne kadar titiz bir şekilde çalışsa da, iskân sırasında usulsüzlük ve yolsuzluk ile ilgili söylentiler çıkmaya başladı. Bu olaylar gazetelere yansıyarak geniş boyutlara ulaşmıştı. İzmir’de yayınlanan Türk İli gazetesinde, Ayvalık’taki iskân sırasında yaşanan yolsuzluklar ile ilgili sorun “Ayvalık’ta İskân Derdi Vardır” başlıklı bir makale ile gündeme taşınmıştır.(27) Ayvalık’ta oturan Midilli mübadillerinden Şevket Osman Bey’e emlak verilmesi sırasında görevi kötüye kullandığı gerekçesiyle Tefviz Memuru Mehmet Tevfik Efendi hakkında soruşturma açılmıştır.(28) Yolsuzluğa karışan kişiler hakkında yapılan kovuşturma sonucunda görevine son verilenler olmuştur. Ayvalık’taki iskân çalışmaları ile ilgili en dikkat çekici olay ise Ayvalık Kaymakamı Ragıp Bey’in İstanbul Galata Köprüsü’nde, Ayvalık eski İskân Müdürü İrfan Tevfik Efendi tarafından intikam amacı ile öldürülmesidir. Olayı gerçekleştiren Ayvalık eski İskân Müdürü’nün Takrir-i Sükûn Kanunları çerçevesinde İstiklal Mahkemelerinde yargılanmasına karar verildi.(29) Bu karar 25 Mart 1926 tarih ve 816 numaralı tezkere ile kabul edilmiştir. Bu kararda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de Reisi Cumhur sıfatı ile imzası en başta bulunmaktadır.


Ayvalık’ta yayınlanan “Ayvalık Gazetesi”nin 25 Haziran 1928 tarihli nüshasında, iskân işlerinde yolsuzluk yapıldığına dair iddialar, baş makalede belirtilmişti.(30) Bu makalede yer alan iddialar araştırılarak neticelendirilmeye çalışılmıştır. Hükümet, mübadelenin uygulanışına önem vermiş, bu konu ile ilgili olumsuz adli vakalarda, sert yaptırımlar uygulamıştır. Mümkün olduğu sürece de tüm olumlu ve olumsuz gelişmeler yakından izlenmiştir. Mahmut Esat Bozkurt, Anadolu Gazetesi’nde yayınlanan köşe yazısında birçok mübadilin haklarından mahrum kaldığını, hak etmeyen kişilerin de mal edindiklerini belirtmiştir.(31) Aynı durum Ayvalık için de söz konusu olmuştur. Ayvalık’a yerleşen mübadillerin sayısına ilişkin net bir veri oluşmamıştır. Ayvalık İmdad-ı Sıhhiye Heyeti Başkanı, Midilli’den gelen 7010 kişiden 5400 kişinin emlak ve arazi tahsis edilerek yerleştirildiğini ve Mübadil nakillerinin bitmediğini bildirmekteydi. (32) Sofia Koufopoulou’nun alan çalışmasına göre Edremit Körfezi’ne yerleşen Girit Mübadili sayısı 4500 olarak belirlenmiştir.(33) 23 Mart 342 (1924) tarihli Zafer-i Milli Gazetesi Ayvalık Mektubu başlığı altında merkez kasabaya 14971 kişinin yerleştirildiği yazmıştır.(34) Ayvalık’a yerleştirilenler genellikle, Midilli ve Girit Adaları’ndan gelen mübadillerdi. Ayrıca Rumeli’den gelen Müslüman halktan da yerleştirilenler oldu. Nüfus Mübadelesinin, Ekim-Aralık döneminde gerçekleşmesi nedeni ile zeytin hasadı verimsiz geçti. Mübadiller üretici konuma getirilmesine çalışıldı. 19. yüzyılda Ege’de İzmir’den sonra en önemli ticari merkezlerden biri olan Ayvalık’ta zeytincilik ve sabun imalatı dışında tabakhaneler, deri işleme fabrikaları işlevsiz hale geldi. Midilli merkezindeki Müslüman nüfus, Türkçede yukarı iskele anlamına gelen “Απάνω Σκάλα” (Apano Skala) mahallesinde ikamet etmekteydi.(35) Midilli Adası’nda “Apano Skala” haricinde çevre kasabalarda da Müslüman halk ikamet etmekteydi. Bu kasabalar şunlardı (36): Plomariou, Gera, Polihnitos, Ayasou, Kallonis, Eresou, Molivos, Mandamados. Ayrıca, Aya Paraskevi’de mübadele öncesinde Yörükler yaşamaktaydı(37) Midilli’den gelen mübadiller, Türkçeyi çok iyi konuştukları için dil konusunda fazla sıkıntı yaşamadılar. Ayvalık’ın merkezinde iskân edildiler. Genellikle hayvansal gıdalar tükettikleri için mandıracılık alanında daha çok başarılı oldular. Girit’te yaşamış olan Müslüman topluluk, adanın Kandiye (İraklio), Resmo, Hanya, Ierapetra, Sitia gibi şehirlerinde yaşamışlardı. (38) Ayvalık’a gelen Girit Mübadilleri Cunda Adası’na yerleştirildiler. Girit’ten gelen Mübadiller, Yunancanın Kritika denilen lehçesini konuşmaktaydılar. Hatta aralarında Türkçe bilmeyenler de bulunmaktaydı. Girit’ten gelenler ilk zamanlar hem yerli halk hem de Midilli’den gelenler tarafından “Yarı Gavur” olarak adlandırılmışlardı. Giritlilerin ota düşkünlükleri espri konusu bile olmuştur. Ailesi Girit’ten göç etmiş olan Ayvalıklı araştırmacı-yazar Ahmet Yorulmaz “Savaşın Çocukları” adlı kitabında bundan bahsetmiştir. Giritli Mübadillerin Yunancayı çok iyi konuşmaları ve ardından gelen kuşaklara aktarmaları Midilli Adası ile ticari ve turistik ilişkilerin gelişmesinde etkili olmuştur. Girit ve Midilli mübadillerinin mutfak alışkanlıkları ve zevkleri, Ayvalık’ta zengin bir yemek kültürü yaratmıştır. Örneğin, Giritlilerin çurlama, peynirli kabak, kabak çiçeği dolması, karışık otlar, kuzu etli arapsaçı, koloçitha (kabak böreği), Avronyes (Sarmaşık), kuşkonmaz (asfaraca), Girit leblebisi ve Midilli Adası’ndan gelenlerin ada köftesi, gardumi (bağırsak dolması), sure, ayak ve işkembe sarması, balıklı bamya, ahtapot, çeşitli balık yemekleri Ayvalık’ta halen ilgi gören yiyeceklerdendir. Sonuç olarak Ayvalık, göç olgusunun hissedildiği bir mübadil kent olarak algılanabilir. İnsanlar göç ettikleri yerlere alışkanlıklarını taşıyarak yeni yaşam alanlarındaki kültürel dokuya katkı sağlamışlardır. Midilli Adası’daki Yunanlı mübadillerin çoğunun kökeni Ayvalık’a dayanmaktadır. Ayvalık ve Midilli Adası arasında her sene ortak kültürel etkinlikler düzenlenmektedir. 1.Nedim İpek, Mübadele ve Samsun, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 2000, s.43 2.Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç(1923-1925), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, İstanbul, s.53 3.İleri, Teşrinievvel,1923

4.TBMM Zabıt, Devre. II, İçtima. II, c. X, Ankara, 1975, s.58 5.Başbakanlık Cumhuriyet Arşivleri, Bakanlar Kurulu Kararı, 030.10.00.123.873.10 6.Vakit, 15 Teşrinievvel 1923 7.İleri, 16 Teşrinievvel 1923 8.T.B.M.M. Zabıt ve Ceridesi, Devre:II, İçtima: I, Cilt:II, T.B.M. Meclisi Matbbası, t.y., s. 834 9.Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Toprak İskân Genel Müdürlüğü Kataloğu, 272.11.16.68.2 10.Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Toprak İskân Genel Müdürlüğü Kataloğu, 272.11.16.70.6 11.The National Geographic Magazine, Kasım 1925’ten aktaran Elçin Macar, “Mübadele Araştırmalarında Yeni Bir Kaynak: Dorothy Hurrox Sutton Arşivi”,Yeniden Kurulan Yaşamlar Türk-Yunan Mübadelesi, Bilgi Üniversitesi Yayınları, Ekim 2005, s. 92, Derleyen: Müfide Pekin 12.Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Bakanlar Kurulu Karaları, 030 123 874 24 13.Ali Onay ile 03.05.2008 tarihinde yapılan sözlü görüşme 14.Τα Ιστορικά Τόμος Δέκατος Ογδόος , Τευχος 34, Ιούνιος 2001, Αθήνα, s. 148. 15.Vakit, 6 Kanunuevvel 1923 16.Ali Onay ile yapılan 03.05.2008 tarihli sözlü görüşme 17.T.B.M.M Zabıt, Devre: II, İçtima: I, Cilt: II, Ankara, t.y., s.631 18.Kemal Arı Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç(1923-1925), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, İstanbul, s.9 19.T.B.M.M. Zabıt, Devre: II, İçtima: I, Cilt: III, Ankara, t.y., 165 20.T.B.M.M. Zabıt, Devre:II, İçtima: I, Cilt: VII, , Ankara, 1968. t.y, s.413 21.T.B.M.M., Zabıt, Devre:II, İçtima: I, Cilt: VII, , Ankara, 1968. , s.414 22.Anadolu, 22 Kanunsani, 1929 23.Kemal Arı, 1923 Türk-Rum Mübadele Anlaşması Sonrası İzmir’de “Emvali Metruke” ve “Mübadil Göçmenler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, VI/18 (Temmuz 1990), s.636 24.Kemal Arı, Büyük Mübadele Türkiye’ye Zorunlu Göç(1923-1925), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2000, İstanbul, s.10 25.Ayhan Aktar, Varlık Vergisi ve Türkleştirme Politikaları, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s.37,38 26.T.B.M.M Zabıt, Devre:II, İçtima: II, C. X, Ankara,1975, s.36 27.Türk İli, 2 Kanunuevvel l 341 28.Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Toprak İskân Genel Müdürlüğü Kataloğu, 272. 11. 23. 125. 22 nolu belge 29.Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Bakanlar Kurulu Kararları, 030. 01. 21. 66. 14 nolu belge 30.Ayvalık, 25 Haziran 1928 31.Anadolu, 15 Eylül 1932 32.İleri, 21 Teşrinievvel 1923 33.Sofia Koufopoulou, “Türkiye’de Müslüman Giritliler, Bir Ege Topluluğunda Etnik Kimliğin Yeniden Belirlenmesi” Ege’yi Geçerken, 1923 Türk-Yunan Nüfus Mübadelesi, Derleyen: Renée Hirschon, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, Nisan 2007 s.317 34.Zafer-i Milli, 23 Mart 1934 35.Μαρία Αναγνωστοπούλου, Απάνω Σκάλα η Μυτιληνιά, Η Γειτονά του Ονείρου, εκδ. ΕΝΤΕΛΕΧΕΙΑ ΧΧ., s.16 36.Σταύρος Τάξης, s.19 37.Μαρία Αναγνωστοπούλου, a. g. e., s.101 38.Ιστορικά, Τόμος Δεκατός Ογδοος , Τευχος 34, Ιουνιος 2001, Εκδοτικός Οίκος Μελισσα, s. 153

HALİM YAZICI BİR EGE İKİ ÖLÜM 1. nehirdir söyler -biz susmalıyızdinlemesini öğreninceye kadar yeniden ölmeliyiz 2. ölesin gelir ege denizinde -biz susmalıyızciletin en keskin haliyle ince bir sızı halinde.

kidonya9


TURGUT BAYGIN YILLARIN TOZU: Emin İlkdoğan’la Söyleşi Bir dolu şey vardı konuşacak. Derste şiir okuyuşundaki heyecanı, edebiyattan söz ederkenki mutluluğu, -de'yi -da'yı bitişik ve ayrı yazım kuralını teatral anlatışı: -Sende mi Brütüs ? -Yok bende değil Sonra tahtanın önünde ceplerinde -de'yi, -da'yı arayışı... Sınıftaki kahkahalarımız... Bir meyhanede rastlaştığımızda ilkin tedirgin oluşumuz, sonra yan masadan 'öğretmeninizden ikram' rakıyla yüreğimize dokunuşu... Yıllar sonra sevgili öğretmenim Emin İlkdoğan'la anıların tozunu havalandırıp sayfalara düşürmeye çalıştım.

İlkurşun üç yıl kapalı kalıyor, Aralık 1978’de yeniden yayına başlıyor. İlkurşun’a gelen yazıların Öztürkçeleştirilme çabasına bakanlık karşı çıktı ve dergiyi 70 – 80 liseye göndermemiz durduruldu. Ayrıca derginin yayını da durduruldu. Ben de dergide Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” ve “Kılıç” şiirlerini Öztürkçeleştirdim (3). Genel olarak Öztürkçecilik dergimizin bir yayın politikasıydı, aynı zamanda kapatılmasının da sebeplerindendir. 19 Mayıs’ta Atatürk’ün “Gençliğe Hitabı”nı günümüz diliyle okudum diye de Milli Eğitim’den müfettiş gelip soruşturma açmıştı; gerekçe de ‘Atatürk’ün orjinal söylevini değiştirmek.’ Soruşturmadan bir şey çıkmadı tabii. Soruşturmalar eksik olmamış.. Bir soruşturma da dergide “Uğurlar Ola” (4) diye bir şiirim vardı. O şiirimi Ekim Devrimi diye yorumlamışlar. Şiir, öğrencilerin okula başlaması üzerine yazmıştım: “Bir ekim sabahı çıktılar yola / Ürün kaldırır gibi..” diye başlıyordu, en son şiiri kara tahtaya bağlıyorum, öğrencilerin okula başlamasına.. Bunun için de hakkımda soruşturma başlattılar. Ayvalık Lisesi Radyosu varmış bir de.. Dergide şöyle de bir duyurusu var: “Okulumuz Fizik Öğretmeni Mehmet Ural yönetiminde Ayvalık Lisesi Deneme Eğitim Radyosu, 1 Ekim 1973’den beri yayınlarını sürdürmektedir. Verici gücü 100 Watt olan kısa dalga 41 metre üzerinden yayın yapan radyomuzun günlük yayın saatleri şöyledir...”

(5)

Ayvalık Lisesi radyosu benden önce kuruldu. Ayvalık içinde yaygın olarak dinlenirdi. Hiç unutmam bir gün Canlı Balık’ta dinlerken çok hoşuma gitmişti radyo; ama aynı zamanda kızmıştım da; radyoda “bugün okula gelmeyen, kaçan öğrenciler şunlardır, velilerin haberi olsun” diye tek tek isimlerini veriyorlardı öğrencilerin. Sadece öğretmenler değil, öğrenciler de program yapıyordu. Keşke sürseydi; ama bir şekilde engellediler radyoyu da. Ayvalık’ta kültür - sanat yaşamı nasıldı?

Emin İlkdoğan Sözü İlkkurşun dergisiyle açalım. İlkkurşun Ayvalık Lisesi'nin çıkardığı bir kültür-sanat dergisi.. Evet, derginin kurucuları Mevlüt Oğuz, Muzaffer Gültekin. Çok değerli isimler katkıda bulunuyordu: Ahmet Yorulmaz, Ünal Çallı, Ertan Altınörs,Yılmaz Gültekin, Mustafa Rüçhan, Muzaffer Gültekin... daha niceleri... Yılmaz Gültekin benim ortaokulda resim, lisede sanat tarihi öğretmenimdi; işte yıllar sonra birlikte çalıştık. Dergide Mustafa Rüçhan resim üzerine yazardı. Feridun Arkın'ın Çepniler (Çetmiler olarak da bilinir) üzerine yayınladığı yazı çok değerlidir. (1) Bir de yine okulumuzun müzik öğretmenleri Ali Taşkesen ve Neşe Taşkesen'le birlikte Çağdaş Türk müziğinin kurucularından Necil Kâzım Akses'le yaptığımız söyleşi çok değerlidir (2) Siz neler yazıyordunuz ? Ben de deneme yazıları, şiirlerle katkıda bulunuyordum İlkurşun'a, meselâ “Zeytin Gözlü Etiyopyalı” şiirimi çok severim. Sonra, çok önem verdiğim bir 'çocuk sayısı' hazırladık, o sayıyla özel olarak ilgilendim. 1979 yılıydı, Unicef “Dünya Çocuk Yılı” ilân etmişti, bunun üzerine diğer sayılardan daha hacimli, özel bir sayı hazırlayalım dedik. Öğrencilerin şiirleriyle, resimleriyle, öyküleriyle dopdoluydu. Çocuk sayısını Unicef'e gönderecektim, olmadı; kalktılar dergileri ilkokullara dağıttılar, elimizde kalmadı. Tabii bir kasıt var mı, acaba okul yönetimi tedirgin mi oldu bilemiyorum. Benim tahminim dergi kapağında kullandığımız 'mağarada çocuklar' fotoğrafıdır. Fotoğrafı 'Foto Rüya'dan almıştım, harika bir fotoğraftır. Onu kapak yapınca tabii bir tedirginlik oldu. kidonya10

Ayvalık’ta özellikle Halkevi etkindi. Bisikletçi İbrahim (İbrahim Aybar) sayesinde, birçok spor müsabakası yaptılar burada, tekne yarışları falan. Ben çocuktum, Midilli ya da Atina’da Nâzım Hikmet’in oyununu oynadılar. Yanılmıyorsam Nâzım’ın “İnek” oyunuydu; 1940’lı yıllar. Onun dışında da Ayvalık’ta birçok oyun sahnelediler. Kıvanç – Nejat Sarlıcalı da tiyatroyla ilgiliydiler. Ayvalık dışından tiyatrolar gelir miydi ? Biz TÖS (Türkiye Öğretmenler Sendikası) olarak İstanbul’dan Devr-i Süleyman oyununu getirdik. Şimdi yerinde olmayan Ferah Sineması’nda sergilendi. Oyuna karşı sabote girişimi olmuştu, bunun üstüne rahmetli Tuncel Kurtiz eline davulu alıp kıyameti koparmıştı; en sonunda oyun sahnelendi, 60’lı yılların sonuydu. Sinema ? Şehir, Kulüp, Yalı, Ferah ve en son Vural sineması vardı. Birçok film de çekildi Ayvalık’ta. Örneğin Zeynep Değirmencioğlu’nun oynadığı bir müzikal filmi vardı: Hayat Sevince Güzel; onu hatırlarım, bu palmiyeler daha küçüktü o zaman (Palmiyeler diye de bilinen Çamlık Sefa yokuşu). Bir de Kadir İnanır’la Hümeyra’nın oynadığı Kırık Bir Aşk Hikayesi. O filmde bir bayram sahnesi vardı, öğrencilerle yürüyüş yapıyorduk, orada oynamıştık. Ayvalık’ta dergileri takip ediyor mudunuz ? Ürün gönderiyor muydunuz ? Ahmet Yorulmaz Varlık dergisine Yunanca’dan çeviriler gönderirdi. Benim de bir defa şiirim yayınlanmıştı Varlık’ta ya da Türk Dili’nde. Bir de ben öğrencilerimi Türk Dili dergisine abone etmiştim. Türk Dili ve Varlık dergileri Ayvalık’a devamlı geliyordu. Onun dışında Papirüs, Yansıma dergilerini de takip ediyorduk. * Yüksek Tahsil Talebe Cemiyeti’ni kurduk Ayvalık’ta, Tango ses sanatçısı Zehra Eren’i davet ettik baloya. Sarı Recep (Recep Özdoğan), ben, Feridun Arkın, Muhlis Künt.. FKF’nin (Fikir Kulüpleri Federasyonu) tütün mitingiyle ilgili bildiri dağıtmaya Altınova’ya


GÜRGENÇ KORKMAZEL YAĞMUR ÜZERİNE ÇEŞİTLEMELER i. Merdivenleri koşarak çıkar yağmur, iner, çocuklarla bir olup ip atlar ii. Sincapların ayak sesidir yağmurun sesi ağaçlara doğru koşar iii. Yağmur gelir yağmur gider boğulmuş kedi yavruları getirir dereler

GÜRGENÇ KORKMAZEL / KISACIK ÖYKÜ GALİFİN ALTINDA Galifin altına oturuyor, otlardan, ağaçlardan ve hayvanlardan konuşuyoruz. Bir tarafımızda Arıkuşları, diğer tarafımızda Sakalar. Önümüzde börülce tarlası. Börülce çiçeklerine konup kalkan arılar; beyaz, sarı, kahverengi kelebekler... İlkkurşun / Çocuk Özel Sayısı / 1979

gittik. Yanlışlıkla AP'lilerin (Adalet Partisi) kahvesine girmişiz. ANT dergisinde 'Zenginlerin mezarları çok büyük, milyarlar milyonlar değerinde -işte o zamanki parayla- yoksul yaşayan insanlara hayat hakkı yok.” diye bir yazı çıkmıştı. Bunu kalkıp orada o kalabalığın içinde biri bağırdı, hiç alâkası olmayan bir yere çektiler olayı. Hatta bu olayı daha sonra Tercüman gazetesi 'Ayvalık'ın milliyetçi gençleri, komünistleri kovdu, dövdü..' falan diye yazdı. E tabii bizi Jandarmaya götürdüler, Muhlis Künt de yanımızda; hiç unutmam Jandarmanın yüzüne 'Jandarma biz sosyalistiz' türküsünü okumuştu..

Bahçeyi sulayan fıskiyeler dönüyor. Yapraklara çarpan su sesine, keçilerin çanları ve darıların hışırtıları karışıyor. Çocukluğumda olduğu gibi, soruları hep ben soruyorum, yüzüme bakmadan cevaplıyor o…

Muhlis Künt eski komünistlerdendi. Sabahattin Ali'yle Sinop'ta aynı hapishanede yatmış. Yıllarca Ayvalık'ta dişçilik yaptı. Diş çekerken Nâzım'dan şiirler okurdu. Harika bir adamdı. Meselâ Aziz Nesin Yansıma dergisindeki bir yazısında, 'Sabahattin Ali'nin ölümüyle ilgili birçok bilgiyi Muhlis Künt'ten öğrendiğini' söylemişti; ama Muhlis Künt de, Aziz Nesin de olayı sorduğumda açık vermediler. Orhan Peker'le tanışamadım, hiç denk gelemedim, buna çok üzülürüm. Bir de Fikret Muallâ.. Ayvalık'ta bulunduğu dönemde çok küçük paralar karşılığı resimlerini verdiği söylenir. Kim bilir ne oldu o resimler... Görev yaptığı okuldaki birçok çalışmasının da SEKA'ya kâğıt olarak gönderildiği anlatılırdı. *** Kısa süre de olsa anıların etrafında dolaşmak ne keyifli, ne hüzünlüydü... Gözümüze yaş nereden birikir, yüzümüz kahkahalarla ne ara ışıldar, anlayamadık; dalıp gitmek buydu galiba... Masanın üzerinde -de'ler -'da'lar... Yüzünde yakışıklı bir tebessüm... Gördüm.. Ama söylemedim... Ben de söylemedim Brütüs... 1.İLKKURŞUN, 1975, sayı 17, sayfa 11 2. a.g.e, 1974, sayı 11, sayfa 3 3.a..g.e , KILIÇ, 1974, sayı 11, sayfa 8 / BALIKÇILAR, Nisan 1974, sayı 12, sayfa 13 4. a.g.e, 1978, sayı 22, sayfa 6 5. a.g.e, 1973, sayı 7, sayfa 25

Desen: Arif Buz

kidonya11


ÜLKÜ BAŞSOY AKŞAM DENİZİNE KÜSENLER-2* Görünen-ötesi tutkularda, Caroline (1) Bakış/ma'da ÜN! (2) ko/r/kusu-“ben”e, özlemdir Düşlerindeki Mehtap “acı beden”dir, içindeki canavar (3) “...Gördüklerimiz düş, görünmelerimiz; Düş içimde düş”? (4)

Alçı, bronz tozları, boya ve yapışık beden kokuları içindeki “yaşamyontu-eros-ölüm” dörtlüsü acı ve korkularını, modelleri-incecik karısı Anette ile -1960'lar- son sevgilisi en alımlı sokak orospusu eşsiz baş-tanrıça 20'lik desenli taş-Caroline'i de boyadığı Paris'in Montparnasse'ındaki 18 metrekarelik tek göz 'ev-işyeri'nde (Giacometti bir işçi mahallesinde, ayakyolu tek, çeşmesi avluda, çatısı akan, karanlık-çığsak, duvar boyaları soyulmuş, tabanındaki döşeme gitmiş bu yeri, 1926 yılında, “tam bana göre” olduğu için tutmuştur!) 40 yıl boyunca sonsuz alanlar kuran Borgonovo'lu** Giacometti'yle; Gündoğan yerlisi- “kadişon*** eşeklisi varsıl Ali Dede'nin bir dönümlük toprağına kondurduğu; tepeler, ormanlara sarılı, odun sobalı 5 metrekarelik torluğunda, yaşamını yatağının üst köşe deliğinde “içi-dışında” soluyan bir “köygöçüren”le paylaşan Sivas'ın Kocaoğlu köyünden yontucu Cuma arasındaki bağlantıyı, zaman ve yerlerin içlerini boşaltıp, onların ortak “acı ve elemciliklerinde” duyumsamıştım. İkisi de tam bilemedikleri, dokunamadıkları, varlığını sezdikleri, tüm yaşamlarını kavrayan, elemlendiren-umarsızlaştıran “o şey”in acısı, takıntısındaydılar. Giacometti, “bakış”ın-bakışmanın- “şey”ini (“şey içinde şey”i) bulmak, boyamak ya da onu yontulamak; gözlerin değil, bakışın arkasındaki görünmeyeni, “asılsen”i oluşturan -gizlenen- “-mutlak”ın'absolu/e'nün**** peşinde; Cuma, ergenliğiyle birlikte “acı bedeni”ne sinmiş, ona karşı verdiği savaşımı, binlercesini yontulaştırarak söküp atmışlığıyla vermiş olmasına karşın o “görünmeyen”i, “içindeki canavar”ı yok etmenin umarını bulma arayışını bugün de sanata, yontulara dökerek sürdürüyor. İnsanda, özellikle kadının -acıbedeninde, onun varoluşundaki doğasında yapılanmış, 'görünen'in perdeleyip sakladığı o “şey”i-( salt'ı), ona göre “canavar”ı çıkarmak, 7 yaşından beri düşlerine giren binbir çeşit “kötü”yü yontuya döndürüp onları gün ışığına çıkararak insanlara göstermek, içsel aynalar tutarak “işte siz busunuz” diye bağırmak, onları bu iç-canavarlardan kurtulmaya çağırmak, bunun umarını , tarlasına binlercesini sıraladığı yontularını görmekle sağlayabileceklerini anlatmak, bunun için de hep yontmak, daha çok yontmak...Canavar çıkarmak! Cuma'ya göre, çok güç insanın acı-beden canavarlarından kurtulması, özellikle kadınlar için: Kadındaki acı beden çok güçlü, erkeğinkinden çok daha zorlu yapışık, bedene: Bu yüzden kadında yaşam, doğadan acı; bedendeki çıkmaz acıcanavar! Cuma'nın torluğunda “Sevgilum” asılı, önünde tarla, 1000 yontu, acı bedeninden söküp attığı tinlerle dolu... Tüm çabalarının sonucunu tutamadan, o “şey'i-salt'ı”' yontulaştırmada başarılı olamadığına inandığından, yüzlerce yapıtı yarım bırakarak; yüzlercesini de, aradığını bulamamış bir arabaya doldurup Seine nehrindeki özgürlüklerine bırakan, ona özgü bir varoluşla kendisinin belirlediği bir düzensiz-özgür, bir uzun dönem hep çoğu kez tanrıça-modelleriyle bakışarak resim ve yontu sanatında çığır açan 5000'in üzerindeki özgün boyama, yontusunu; duvarlarda, yerde, oyun masası, cam dolaplar üzerinde-içinde konuşlanan yerleştirmeleriyle birlikte çözemediklerinin, erişemediklerinin mutsuzluğunu da, dirimselliğinin 65'inde, insanlığa bırakıp çok korktuğu ölüm boşluğundan, düşlemlerin şeytan bayrağı uçuşlarında Giacometti, Cuma'nın Gündoğan çıkışındaki 1000'lik yontuluğu,“ heykel tarlası”ndaki canavarların arasında dolaşan bana, Goya'dan bir ince “tavuskuşu kelebeği”***** hafifliğinde, düşüveriyor: kidonya12

oysa daha “ben'ler” görülecekti, neler, aman tanrım, “ daha neler”? bakışmalarla gözlerimizin arkasındaki tek ve eşsiz derinlikler-belirecekti, resimde, “Bir Küçük Gecemüziği”nde “akşam denizine küsmeden önce” “sizi çok sevdim...”deki NÜ çığlıkları olacaktı ve sonra, telefon iletisindeki iki “sonsuza değin” görünecek sol benler, anahtarında öpülecek soyunmuşluğunda gerçeğin sonra derin çizgili taşlarımla gelinecek bir tutam kızıl kadife içinden, ağır, derin yollarında, dingin ilerlenecek usulca ama, el yordamıyla dara ellerle, sürünerek girilecekti *** tanrımız ama, “ben”e yeniden uyanacak o yine ve hep, “tek ve eşsiz” kalacak, uyanacaktı. *** Yaş incirler-gülyapraktırlar yeşilin baymayan kabuğu ki en tadımlı; küçücüklerdir, içlerinde koyu pembe, eller ısıtılır.... *** Babadan “nakkaş” Giacometti, onun özendirmesi ve desteğinde, 10 yaşlarında başlamıştı resme: Önce geç izlenimci resimlerini, sonra Eski Mısır, (ne “efsunlu” hoşlardan boynuyla, Nefertiti; Kiya'nın da memeleri!) Etrüsk çizimlerini , yontularını; daha sonra Afrika, uzak-Okyanus ülkeleri sanatını dergilerde kitaplarda görmüş, tutkulanmıştı. Onları titizlikle kopyalıyor,(5) bilinen, alışılmış Avrupa sanatından daha ilginç ve üstün olduklarını anlatıyordu çevresine. Ne var ki nesneleri kağıda kendisi döktüğünde, öyle olmasını hiç istemediği halde armutlar (6), olması gereken büyüklükte değil, kendi algıladığı boyutlarda küçük çıkıyor, geç-izlenimci babası Giovanni'nin tüm uğraşlarına karşın, beyni ve kalemi “önceden tanımlanmış”6 kalıplara giremiyordu.(7) Buna karşın ilk resim öğretmeninin etkisinde boyadığı kimi geç izlenimci çizimleri/ boyamaları izleyen dönemde 'kübizm'den etkilenen Giacometti, ilerleyen yıllarda ortaya çıkan belli başlı sanat akımlarının da en başarılı temsilcilerinden olmuştur. Freud'un (8) bilinçaltı bulgularının geç de olsa Fransız aydınlarını etkileyerek, 'gerçeküstücülük'ün bilinçaltını sanatın baş esin kaynağı sayan, model kullanmayı yadsıyan, 1. küresel savaşın usçuluğuna (rasyonalizm) karşı, düşlerin, düşlemlerin açımlamasını özdevimsel (otomatik) yazımda, betimsiz (nonfigüratif) çizim-boyamada gören “gerçeküstücülük akımı'nın, 1929-1934 yıllarında başta gelen temsilcilerinden biri, Giacometti; “okul”un, resim sanatında en yetkin ve ilginç örneklerini (gizem, cinsellik ve şiddet : Boğazı Kesilmiş Kadın, 'on ne joue pas- 'artık oynamıyoruz' gibi) vermiştir. Ancak zaman içinde oradaki “tanımlar”ın da uyumuna giremeyen sanatçı, 'gerçeküstücülük'den 1934 yılında -bundan mutluluk duyarak- atılmış; özgür soluklanmasına yeniden kavuşmuş, böylelikle kendine özgü betimsel (figüratif) çizip boyama ve yontulamaya yeniden dönmüştür. Bu dönemde, Cenevre'deki bir otel odasında tasarlayıp ürettiği boyutları 1,5'Cm.'ye değin inen küçüklükte birçok yontu üretmiş, sonra onları küçük bir çantaya doldurarak (bizim Aksekili eski gezgin esansçılarımız gibi), kent kent dolaşıp satmıştır. İkinci Küresel Savaş'ın acılarını yakından yaşamış öteki sanatçılar gibi, savaştan sonra ortaya çıkan sorgulayıcı-eleştirel dönemin Varluşçuluğu'nda yer almış, yakın dostu Sartre'ın, “o, resimlerinde 'salt gerçeği'- absolu/e'yü arıyor” çığlığında Giacomettti, kendisini, doğal bir gidişle karamsarlık, umarsızlıklarda aranır bulmuş, anlamsızlığı, “hiçliği” işlemiş, Samuel Becket (9), Sartre'la Simone de Beauvoir onun “bakışlar”ına oturmuştur. (kopuşlar, “hiçlikte birleşelim”di, istanbul, Yüksel Aslan sergisi şimdi uzaklarda kalan, zaman)


Küçük yaşlarda “oyun alanı” taş-toprak, elleri fırça, avuçları palet Cuma, yontuya; onu üretenlere karşı güç bile kullanabilecek bir kalıp-inanç çevresine karşın, doğasından fışkıran bir güdüyle kumdan, çamurdan biçimler kondururmuş yerin toprak yüzüne. Kızan-bağıran çok olmuş ama, o çizmiş toprağa, kuleler yapmış kayırdan, belki tapınaklar İslam'dan, yıkmasınlar diye. Dinlememişler; koca koca adamlar (içlerinde, çıkmayan canavar), çember sakallı hocalar, kumdan yontular bozmuşlar, İlenmişler Cuma'ya, tekmelemişler yontularını; sevmemişler. Ama o kendisini çizgiler, kum ve çamur biçimlendirmeleriyle tanımlamaya koyulmuş yine.

izleyicisi Cuma'nın yontuları , bir gün tarlasına kesenkes inecek André Breton'u kimbilir ne denli büyüleyecektir, betimlemelerinin betimsizliğinde.. Ülkü Başsoy (+) (+)Giacometti'nin, 55 yıllık sanat yaşamındaki devinimlerinin bana Cuma'nın “Heykel Tarlası”nda dolaşırkenki izdüşümlerinin sonunu göremiyorum. Kidonya'nın gelecek sayılarında belirsiz aralıklarla sürecek Giacometti'den Cuma'ya inen yolda, olası Schopenhaur esintileri, başka esintiler; Topal Çekirge'nin Cuma'daki resim-heykel işliği, Ruhsuz, Çöpcü, ve Kraliçe'yle birlikte adlarını kişiliklerine göre alan öteki 9 kedisi, genç ölen sevgili “Öksüz” domuzu; kedi, kurbağa, domuz, kaplumbağa tinlerine sıçrayan tinleriyle “ölümsüzlük” savı, Giacometti ve Cuma'da ters yönlere akan kadın, eros-dionysos ve ölüm-para; doğa ve insan; yontuların kişiliği, yontucusu ve birbirleriyle konum ve ilişkileri, Cuma ve yontularındaki “başkalaşmalar(metamorfoz), her iki yontucuda alan-devinim-zaman-boşluk kavram ve uygulamaları gibi kimi çıkmaz sokaklara girerken beliriverecek “akşam denizine küsenler”in (ne mutlu esinlemeler, resimler oldu, teşekkürler) bakış/ ma boyaları uçuşacak... “ Aman tanrım, “daha neler”! Yine ama, NÜ'ler!

*AKŞAM DENİZİNE KÜSENLER'in birinci bölümü, Kidonya'nın Kasım-Aralık 2013 sayısında yayımlanmıştır. **Borgonovo, Giacometti'nin doğum yeri:İsviçre'nin güneyindeki Stampa Belediyeliğinde çok küçük bir köy. *** bir dişi eşeğe uydurma ad. ****Parmanides'ten egzistansiyalistlere süzülen “absolu(e)-”salt gerçek” arayışı. ***** Bu kelebeğin( temiz ve suçsuzdurlar) Goya'nın (19x15) küçüklüğündeki tanınmış “Kelebek Boğası”yla ilgisi yok. Goya'nın Boğası, üstündeki şeytan kelebeklerle azgın ve mutludur. Büyük Goya'yı anımsa/t/mak istedim. Küçük “Tavus Kuşu Kelebekleri” çok küçük, bedenleri doğanın olağanüstü belirgin kiremit kırmızısı renginde, kanatlarındaki iri gözlerine siyah-mavisarılar ayrı ayrı yerleşmiş. Erkek tavusun kuyruğundaki göze benzeyen biçimler “dişileri çekici ÜN'lemli 'bakış'lar' gibidirler , havanın tinlerini (sylph) andırırlar!

Cuma'nın insan yüzleri, bedenleri, düşlerinde yalnızca ona görünen özel yüzler; ne var ki yöresinden, yurdundan yüzler değil, Anadolu'dan değil, yaptığı insan suratları. Kimseye benzemiyorlar. Ülkesiz yüzler... Cuma'nın düş ülkelerinden; ayrıntıda hep değişik başlar, bakışlar, eller, bedenler, acılı, kimi tanrısal duruşlu düş/ düşlem canavar insanları ve bunların yanındaki , çoğu büyük boyutlu biçimsel canavarlar, yılanlar, çekirgeler, sürüngenler. Ama kutsal bilge hiç bozulmamış Meryem'in tertemiz kız beden ve yüz yontusunda Cuma'nın, gizliden sokuşmada bir hoş Yusuf'u yok, Immanuel de! - ilk kez... “bu ne, peki”? -”çiftleşen yaratıklar”!. Giacometti'de , birçok etkilenmeler sonucunda oluşan özgün boyama ve yontu kişiliği bir noktadan sonra artık yapıtın sanatsallık boyutunu aşıp onu bir araç olarak kullanarak belirli bir yaşam felesefesini açımlama düzeyine çıkmıştır. Artık sanat da aşılmıştır, tamamlanıp tamamlanmayacağı önemli değildir yontunun. Önemli olan, “”bulma” ve “anlatma”dır. Yontmaya başladığı büyük boyutlu alçı, çoğu kez o “şey”e ulaşmanın kendinden geçiş sürecindeki kazımalarla hep küçücükleşmede ve sonundaki en yeğni dokunuşta toz olup uçmaktadır: “yaşamdaki hiçlik”. Cuma'da da biçim ve öz geniş çapta insana doğadan geçme düşsel “canavar'ın aşılması, bedenden arınma düşüncesi, budaklara içgüdüsel yoğunlaşma ve yontu becerisi yoluyla ağaç, demir ve taşa yansımakta, bedenler içlerindeki “canavar”dan arınmaktadır... Birçok yönüyle gerçeküstücülüğü kendi doğal özünden kavramış “topal çekirge”

1.Borgonovo köylü ressam Giovanni oğlu Giacometti'nin son sevgilisi. Eşi Anette, Carolin'i çok kıskanmış, bağırıp çağırmış. Giacometti ise Anette'yi en sevdiği modellerinden Japon felsefe Profesörü Isaku Yanaihara'yla yatmaya özendirmiş. Anette de bakmış olacak gibi değil, kocasının sözünü tutmuş! Anette'yle Giacometti sonunda değin sevmişler birbirlerini. Anette ölümünden sonra da çok sevmiş Giacometti'yi: Dostluk! Hep konuşulacak 2.“LEM”siz ÜN'LEM! 3.Kocaoğlu köylü babasının bostan tarlasında “gelengi”(tarla sıçanı) kovalayıcısı Ahmet oğlu Yontucu Cuma'ya göre canavar ne insan ne hayvan ve ne de ikisi arasında bir canlıdır. O kendine özgü bir “tek”tir; canavardır.“ Genenelllemesinde, “ yaratık” diyor onlara. Görünenin(phénomen) arkasındaki çok kötü 'noumen'ler-salt kendisini düşünen, kendisi için yaşayan kötü/kötülük tinleri. 4. Edgar Allen Poe, Düş İçinde Düş'ten (“n”den “m”ye, 'şiir olsun!', dönüştürdüm! Daha sonra gelen “ Şey içinde şeyi” de buradan yaptım. 5.Giacometti, kopyalama tutkusunu ilerki dönemlerde de sürdürmüş, Paris'e yerleştikten(1926) sonra, yıllar boyu Louvre'a giderek seçtiği resimlerin yüzlerce kopyasını yapmıştır. Ona göre, bu resimleri en iyi anlayan da kendisi olmuştur. Kopyaladıklarının, her kezinde elinden bir başka türde çıkmasına kendisi de şaşırmıştır, 6.“Giacometti’nin Küçülen Armutları....” Ülkü Başsoy, Kidonya, Temmuz – Ağustos sayısı. 7.Tanımlamaları sevmiyorum”, bir TV söyleşinde, sevgili Banu Sözüar’ın pek sevgilisi, Martha Argerich. 8.Psikoanaliz, bilinç altı, başta André Breton, gerçeküstücü sanatçıların tümünce, başta gelen varsıl bir esinlenme kaynağı olarak algılanmıştı; Bu nedenle Sigmund Freud’un konuyla ilgili çalışma ve bulgularına derin ilgi duymaları doğaldı. Klasik bir sanat anlayışında donmuş Freud ise bu sanat akımını değerli, ilginç bulmamış; gerçeküstücülerin neyi amaçladıklarını anlamadığını söylemiştir. Freud bu düşüncesini Ekim 1921 ayında kendisini Paris’den büyük umutlarla görmeğe giden André Breton’un yüzüne Viyana’daki işyerinde söylemiş ve aynı değerlendirmeleri, Breton’un kendisine yazdığı mektuplara yanıt oluşturan 3 mektubunda da belirtmiştir. “I who am so distant from it”, Aaron H.Esman, “Pychoanalysis and Surrealism: André Breton and Sigmund Freud”, 01.02.2011, Journal of the American Psychoanalitic Association. 9. Samuel Becket’le Giacometti Paris’te 20 yıl çok içten arkadaş olmuşlar. Becket “Godoyu Beklerken” için Giacometti’den bir dekor yapmasını istemiş, o da sahneye tek bir ağaç dikmiş! Ve, birlikte hep aynı kerhaneye gitmişler!

kidonya13


CÜNEYT AYRAL

GÖNÜL ÇATALCALI

GİTMEYİ

Ne kadar yakındır ölüm? Bilebilseydim söylerdim be canım... Ölmeden önce sana sarılmayı, Doyamadığım kokundan nemlenip de Yok olmayı istemez miyim? İstemez miyim Elinden tutup da Vedalaşmayı? Ve belki de son sözümü “sevdiğimi” kulağına fısıldayıp da gitmeyi...

ERKAN KARAKİRAZ MEĞER çağıltısıymış varlık hep sevmede ileri gitmenin bir pertavsız ki kıvılcımıydı yangınların debelendim mazinin terkisinde yükseldim. kasırgaları kuşandım direndiğim aşklarda imlerin parmakuçları dillendiremediğimi işaretleyip, koyuldum yol’a gece! huzurunda dikiliyoruz ışıksız somurtkanlık veda ederken yanıp bitenden geriye kalana şeylerin görüntüsünde ıslak ağızlarda sıradayız ünlenmeye el sürülmemiş azığını dizeleştiriyor şair tütsü üflüyor karanlıklarda şiirin nemli dudakları

Desen: Arif Buz

kidonya14

AH MANAMU !

Handan Gökçek’i bir öykücü, iyi bir öykücü olarak tanıdım yıllar önce. Onun şiirsel öykü dili bir romanın işaretlerini vermiyordu. Öykülerini okuyacağımı düşünürdüm hep. Kırmızı öykülerini... Bir mübadele romanı yazdığını öğrenince şaşırdım. Üstelik tarihsel bir roman yazıyordu. 1924 mübadelesi. Zor bir işe soyunmuştu yani. Onu tanıdıkça öyküyü ve romanı birlikte götürdüğünü gördüm. Hem de ne götürmek… Bir yandan romanı için harıl harıl kaynak araştırıyor, bilgi topluyor, düzenliyor, yazıyor, öte yandan o çok sevdiğim öyküleri üzerinde çalışıyordu. Sanırım beş ya da altı yıl boyunca bu böyle sürdü. Sonunda 2010 TÜYAP’ta tanıştık romanıyla. Ah Manamu! Özenle hazırlanmış kapağı, düzgün baskısı ile göz dolduruyordu. “Sıcaktı… geceydi…” diye başlayan romanı bir solukta okudum diyebilirim. Anlatılan, Yunanistan’da Yanya topraklarında doğup büyüyen Rum kızı Rena ve âşık olduğu Türk genci Sakuş’un hikâyesi. Irk, din, milliyet tanımayan, Yunanistan’da başlayıp Türkiye’de farklı biçimde, kırgınlıklarla, suskunluklarla devam eden aşkın romanı Ah Manamu. Öte yandan, savaşların insanlara, insan ilişkilerine yansıyan çirkin yüzünü anlatıyor yazar. Aynı topraklarda doğmuş, aynı oyunları oynamış, aynı sokaklarda büyümüş, aynı kültürü solumuş insanların savaş sonrası nasıl ayrılmaya, birbirine düşman olmaya yönlendirilişinin hikâyesi. Bir tarafın kaybedip öbür tarafın kazandığı, ama her iki tarafın insanlarının yaşamlarını derinden etkileyen, onarılamaz yaralar açan savaşın en çirkin yüzünü anlatan bir roman. Romanın dilini biraz irdelemek istiyorum şimdi. Elbette olay kurgusuna dayalı tarihsel bir roman yazdığı için en belirgin özelliği olan kapalı anlatımdan uzaklaşmış, şiirsel öykü dilinden özveride bulunmuş Handan Gökçek. Bölüm başlarına yerleştirdiği metinlerde kullandığı şiirsel dil belki öykü dilini özlemenin bir sonucu. Çok da yakışmış romana bu metinler. “ Usulca üfledi küllerini kadın İmbatın saçlarını savuran rüzgârına doğru…” gibi. “Aşk dillendirildikçe yitik bir dostun adı gibi çınlar, Onlar her görüntüden ayrı bir anı, dinledikleri her anıdan Tarifsiz bir acı süzerler…” gibi. Romanın yalın bir dili, akıcı bir anlatımı var. Romanda geçen, bazılarının çok da yabancısı olmadığımız Yunanca kökenli, sözcüklerin Türkçeleri sayfa altlarında verilmiş. Uzun uzun doğa ve çevre betimlemeleri görülmüyor. Anlatılan yerlerin en belirgin özellikleri verilmeye çalışılmış. Buna karşın olay akışı hızlı ve devingen. Zaman zaman Türk, zaman zaman Yunan tarafında geçen olaylar birbirini pekiştirir nitelikte. Tüm kitaptaki tümce kuruluşları, diyaloglardaki anlatımlar sağlam bir tümce yapısına sahip. Roman kahramanı büyükannenin ara ara anlattığı masallar, kitabın katmanlarını zenginleştiriyor, okuru başka boyutlara götürüyor. Olaylar üçüncü kişinin ağzından aktarılıyor. Yazar, olayları üçüncü kişi ağzından anlatmanın rahatlıklarını kullanıyor. Bazen her şeyi bilen tanrısal anlatıcı kimliğine bürünüyor ama hiçbir zaman ders vermek, okuru düşünsel anlamda yönlendirmek olumsuzluğuna da düşmüyor. Örneğin, “Yusuf anlattıkça büyükannenin gözleri doluyor, sevinçten içi içine sığmıyordu. Şimdi huzur içinde ölebilirdi. Ama yok, Alkioni biraz daha büyümeliydi. Okula gittiğini görmeliydi. Yeniden portakal mandalina ağaçlarını arasında dolaşmalıydı. O zaman Alkioni’yi anlatabilirdi. Herkese bir özür borcu vardı, ödemeden ölemezdi…” gibi tümceler kuruyor. Hasan Cemal’in söylediği bir sözü hiç unutmam. Şöyle diyordu Hasan Cemal, “Ben tarihi okullardaki tarih derslerinden değil, okuduğum tarihsel romanlardan öğrendim…”


Bu romanı okurken bir kez daha bu sözler geldi aklıma. Handan Gökçek bu mübadele romanında tarihsel olayları, Türk ve Yunan toplumunu mübadele kararına götüren süreçleri, tarihsel gerçekleri arka arkaya sıralayıp okuru sıkmıyor. Tüm bunları romanın kurgusuna yerleştirerek hissettirmeden veriyor. Bence romanın en büyük başarısı burada yatıyor. Çok olumlu gördüğüm ikinci özellik de romanın özünü oluşturan merak duygusunun hep ön planda tutulması ve bu merakın sonuna dek korunmuş olması. Okurun kafasını kurcalayan sorular, her istem dışı bırakıştan sonra kitaba yeniden heyecanla devam etmeyi sağlıyor. Büyükanne yani Rena neden konuşmuyor? Alkioni kimdir? Hayata küsmüş olan bu kadın, dördüncü torunu Aynur’un doğumundan sonra neden değişiyor? Aynur’u neden bu kadar çok seviyor? Ana merak duygusu bu, ama ara düğümler de var romanda. Küçük merak unsurları. Kahramanların olayın bütününü içinde yer alan farklı hikâyeleri farklı merak öğeleri de oluşturuyor. Örneğin yan karakterler Cemil – Manoli ilişkisinde olduğu gibi. Bu Rum kızıyla Türk gencinin aşkı bütünün gidişini bozmayan, esas merak olayını gölgelemeyen, kitaba renk ve “hız” katan ayrıntılar. Daha on dördüncü sayfadan başlayan temel sorular okurun zihninde, üç yüz otuz iki sayfalık roman boyunca devam ediyor. Bu soruların yanıtlarını buldukça büyükannenin davranışları anlam kazanıyor ve kitap bittikten sonra okurun beynindeki sorular çözülse de damağındaki buruk tat eksilmiyor. Uzun süre beyninizde taşıyorsunuz Rena’yı, Sakuş’u, Alkioni’yi… Diyebilirim ki Handan Gökçek yıllarca biriktirdiği malzemeleri bir arada yoğurmayı, hem kurgusal hem de dilsel açıdan birleştirmeyi başarmış bu romanla. Özgün öykü dilinin yanı sıra roman diline ustalıkla geçmiş ve merakla, ilgiyle okunacak bir ilk romana imzasını atmış.

TURGUT BAYGIN AY IŞIĞINDA 1. güzel değiliz, gece güzel zifir imbikten geçirdik ay ışığını damıtıp yatağımıza aldık çiy değdi sırtımıza, güvercin kanatlandı boylandı pencereyi bekleyen sümbül 2. - anlat, neler gördün ? - ay değilim, ulağıyım karanlığın

Yazıma Ah Mana Mu’dan alıntıladığım dizelerle son veriyorum… Ne kadar acı yaşanırsa yaşansın Dünya hep dönüyor Dünya hep bizim için dönüyor… …. Gün batımı çökmüştür yüreğine Ne karanlık ne de tam aydınlık Orda bir yerde Öylesine Özlem Acı Anı Bir ömür geçmiştir artık Ne gece olmuştur ne sabah Sızı Sır Sonsuz bir Sessizlik sonra…. …. Yüreğinin en derin yerine gömdüğü anılar Birer birer döküldü dudaklarından o gece Acelesi vardı Şafak sökmeden her şeyi anlatmalıydı Sonra…. Sonrası biraz deniz… biraz kum… karşı kıyıya yolculuk… ….. Omuzları çöktü gölgelerinin… Masmavi deniz, derin bir ayrılık gibi duruyordu artık İki yakanın arasında Aynı güneş doğacaktı yine gökyüzünde Ama aynı güne uyanmayacaktı hiç biri Aynı gece çökecekti üstlerine… Ama aynı yatağa baş koymayacaklardı hiçbir zaman

Desen: İdris Aktuz

(AH MANAMU, Pupa Yayınları, 1.bas. 2010, 2. Bas. 2011)

kidonya15


HULKİ AKTUNÇ

HAKAN CEM

“KEDİNİN DEDİĞİ”

MISIR EL YAZMALARI

Mart 1997’de “Sisip’in dedikleri.” Sisip, en kötü günlerimde yoldaşım oldu. Akşam yaklaşıp da eve döndüğümde, birkaç ders verir bana: *“Bi dakka. Tamam, mama veriyorsun bana da, önce okşayalım birbirimizi, öpüşüp koklaşalım. Seninle bağımız mamadan ibaret değil.” *“Dur bakayım yüzüne. Bugün çok yoruldun mu? Çok sinirlendin mi? Yorgunluk ve sinir ölçümü yapmadan sağlıklı bir bağ kuramam seninle.”

I hoşça kal kahire! keops uyuyor. lotus çiçekleri başucunda kadınları çöl kokuyor. abu simbel yolundayım sırtımda medeniyetler yükü… doğu çölünde yalnızlık dokuyacağım. yola çıkmadan uyarılan çocukmuşum: sarı, beyaz, siyah aynıymış tenimizin rengi… afrika’da doğu çölü’nde ramses zamanı eritiyor abu simbel’de. * II aswan’da nil’le konuşuyoruz. iki eski dost. yüreğimiz çöl kurusu susuzluk! eski zaman şarkılarını fısıldarken “ gel” diyor, peşimden hathor: “şarkımı dinle bereket tanrısına.” kalkıp gidiyorum yaşamı benden önce tadanlara kendime tapınaklar arıyorum… * III timsahların nil bereketini getirdim. selâm etfu şehri! toynakların açlık sesi duyuluyor arabacı konuşunca. can yoldaşı atını sunarken tanrı horus’a bağışlanmasını diliyor cüretinden.

*“Tamam, sokaktan geldin; ama bütün sokakların bu evde artık. Seçildiğimi sanan, seçildiğini anlayamaz.” *“Ah benim aşırı –büyüme- özürlü eniğim... Gene pissin... Sende beni yalayacak yetenek de yok... Olsun, ben yalayabilirim seni.” *“Ne de güçsüz bir burnun var. Ben elli binden fazla kokuyu ayırt ediyorum. Sense, dört binde kalıyorsun. Sana yardım edebilmek için, eve getirdiğin her nesneyi denetimden geçireceğim. Korkma, olur olmaz kullanmayacağım veto hakkımı.”

saygısı: fakir sunusu… * IV yol boyu viran evler boyuyorum… nil’in peşinden sana geliyorum luxorlu hatçepsut. güneşin kızı! bekle beni, dur! görkemli koçların beklediği gün ağmış! tanrılar kapısı açılıyor…

*“İznik?! Oraya ilk gittiğimizde bütün koku arşivimi yenilemem gerekti. Kolay değildi bu. Keşke sen de yanımda olsaydın. Kaçtım. Evet, İstanbul’daki evimize, altmış bin koku derlediğim arşivime doğru yola çıktım. Doğa, yüz binlerce yıldır bildiğim doğa olsa, sana – oraya!- ulaşacaktım. Ama, pis kokular saçan, hiç bir canlıyı takmayan, üstelik canlıların kullanıp da aslında tutsak olduğu araçlardan korktum; benim ölmemi istemezsin biliyorum. İznik’e döndüm ve yeni bir arşiv derlemeye koyuldum. Bu arada, çektiğim açlık ve susuzluğu neredeyse bir teneke su içerek giderdim.” *“Sana ‘CANIM’ dediğim günü anımsıyor musun? Senin dilinde ‘CANIM’ demiştim. Erken sabahtı; korkunç bir fırtına başladı; gök, inanılmaz ışıklarla saniye saniye aydınlanıyor, sonra kulaklarımızı yok edebilecek şimşek gürültüsüyle gürüldüyordu. Korkmuştum sen bana ha bire ‘canım! canım!’ diyordun yumuşak bir sesle. Ve ben senin bu sevgi dolu yaklaşımını ilk kez senin dilinde yanıtladım: ‘Canım!’ Bir daha söylemediysem bu sözcüğü, seni bir daha korkutmamak içindi.”

kidonya

İki Aylık Kültür - Sanat Dergisi Mart - Nisan 2014 - Sayı: 5 Ücretsizdir kidonyadergi@gmail.com

Ayvalık Belediyesi Adına Sahibi Hasan Bülent Türközen Sorumlu Yazıişleri Müdürü Dilara Suna Yıkılmazdağ Yayın Danışmanları Gültekin Emre, Turgut Baygın

Desen: Arif Buz


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.