Muhteviyatı itibariyle piksellerden oluşur. Yetenekli gençleri konu alan bir portfolyo dergisidir. Üç ayda bir yayımlanır.
k l o k m a g
JOANA KOHEN
no.4 Kış 2014
• Custom handmade acetate 3 link bracelet with stainless steel double locking clasp with micro adjust
THE HONEY & MOLASSES COLLECTION TEAM-DESIGNED, CUSTOM-BUILT, BOUNTY.
nixon.com
Geçtiğimiz gün beynimin bir kere bile gün ışığını görmediğini fark ederek uyandım. Dışımız ne kadar aydınlık olursa olsun içimize bir damla bile ışık girmiyor; ıslak, karanlık ve sıkışık bir düzende toplanmış organlardan oluşan birer saat gibiyiz. Kafatasımızda bir delik açmadan ışığı içeri almanın bir yolu var mı diye düşünürken ışığın aslında hayal edilebilir olduğunu farkettim. İlginç olan tarafı ise bunu yaşadığı süre boyunca ışığa hiç dokunmamış beynim sayesinde yapıyor olmamdı. Belki de içimiz o kadar da karanlık değildir. Bu sayı günün en karanlık saatinde bile aydınlığı hayal edebilen herkes içindir.
Can Köroğlu
4 8 14 20 26 32
"klokwise" ezgi turan buğu pala gizem vural murat kahya esin ünlü
40 46 52 54 60
"city lights" güneş alpman mert can içten deniz yılmaz ufuk onur tapan into thin air
78 86 98
"enlightenment" koral sagular joana kohen meltem şahin
112 120 128
"lumière brothers" özgün kılıç candaş şişman lomography
38
76 110
fotoğrafçı
EZGI TURAN Bilgi Üniversitesi
1990 doğumlu Ezgi Turan, fotoğraf çekmeye 17 yaşında başladı. 2008 yılından itibaren çeşitli karma sergilere katıldı ve bazı dergilerde işleri yayımlandı. Geçen yıllar içerisinde görsel dengesini geliştirebilmek adına çizim eğitimi aldı. 2010 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi POV (Fotoğraf ve Video) bölümüne başladı. Zamanla eğitiminin hayalinin ötesinde ilerlemesinden sıkılarak, son bir yıl içerisinde okuldan uzaklaşıp işlerine yoğunlaştı. Bu son bir yıl kendisini daha iyi tanımasına ve fotoğafa farklı bir açıdan yaklaşmasına sebep oldu. Halihazırda İstanbul Bilgi Üniversitesi öğrencisi olmaya devam ediyor ve kolektif bir kuruluş olan The Ripp’ in editörlüğünü yapıyor. ezgituran.com
“Powder” Serisi, 2013
klokwise
“Powder” Serisi, 2013
Ezgi Turan
13
“Powder” Serisi, 2013
fotoğrafçı
BUGU PALA Paris 1 La Sorbonne
Buğu Pala, Central Saint Martins'de tasarım üzerine foundation diploması aldıktan sonra eğitimini London College of Fashion'da surface textile bölümünde tamamlamıştır. Buğu, tasarımlarında aile köklerine inen tekstile olan ilgisini print ve jakar kumaşlarla hayata geçirmiştir. Matadors of Abstraction adlı LCF final projesinde İspanyol mimarisini James Rosenquist'in f-11 adlı eseriyle bütünleştirmiştir. Koleksiyonunda İspanya’nın yaşadığı ekonomik sıkıntıları ve gençlerin geçim sıkıntılarını ele almıştır. Koleksiyonu, tasarımcının renkli kişiliğini ve renklere olan ilgisini yansıtmaktadır. Kariyerine İstanbul’da devam etmekte olan Buğu Pala, yurtiçi ve yurtdışında tekstil sektörüne yenilik katmaktadır. Koleksiyon aksesuarları ve kıyafet tasarımları için kendisiyle iletişime geçebilirsiniz.
klokwise
Fotoğrafçı: Elif Tanman Modeller: Poppy Knights, Holly Rivers Saç & Makyaj: Boo Pala
Photographer: Elif Tanman Modeller: Poppy Knights, Holly Rivers Hair & Make up: Boo Pala
Fotoğrafçı: Elif Tanman Model: Renee Kitchen Saç & Makyaj: Boo Pala
ilüstratör
GIZEM VURAL Mimar Sinan Üniversitesi
Gizem Vural 1988 yılında İstanbul’da doğdu. Küçüklüğünden beri resim, müzik ve baleyle ilgilenen Gizem, lisede yabancı dilde ilerlemeyi düşünürken ilgisi öğretmenleri sayesinde tekrar resime yöneldi. Son senesinde sınavlara hazırlanmak üzere çizim kursuna giderken, kendini Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi grafik tasarım bölümünde buldu. Orada tanıştığı insanlar ve gördüklerinden sonra illüstrasyona merak sardı. Bölümde her dönem yaptıkları proje ve ödevlerden sonra aslında tasarımdan pek hoşlanmadığını fark etti. O aralar Fa Parfüm web sitesi için ve daha sonra D&R’in yeni açılan mağazası için illüstrasyonlar yapan Gizem, debelendiği birkaç sene sonrasında diploma projesinde üniversiteyi bırakmaya karar verdi. O sırada uzun süredir birlikte olduğu erkek arkadaşı ile evlenip uzun zamandır hayalini kurduğu Amerika’da yaşamaya başladı. Amerika’da illüstratör olma yolunda kendisini geliştirmeye karar verdi. Üç senedir katıldığı, içerisinde NY Times, the New Yorker, Bloomberg gibi gazete ve dergilerde çalışan art direktörlerin bulunduğu jürili American Illustrations yarışmasında sonunda işi seçildi, kitaba girememiş olsa da arşive alındı. Hayallerinden birini gerçekleştirmiş olduğu için bir hafta boyunca uyuyamadığını söylüyor. Yakında çıkacak olan Society6’in 2014 takviminde bir işi yer alacak. Bunun dışında da editoryal illüstrasyon üzerinde kendisini geliştirmeye çalışıyor, sergilere katılıyor. Birkaç hafta içinde yağacak olan karı dört gözle bekliyor, çünkü Ithaca’nın doğasının kışın çok büyüleyici olduğunu söylüyor
Gizem Vural
21
A Coffee, A City & Its Magic, 22x30cm, Kurล unkalem ile รงizim ve dijital ortamda boyama
Gizem Vural
23
Sağda: Bugs are my Nightmare, Boyut: 22x28cm Malzeme: Dijital ortamda çizim ve boyama. Solda: Erotic Bike, Boyut: 30x43cm Malzeme: Kurşunkalem ile çizim, renklendirme ve eklemeler dijital ortam.
Magical Bells and a Whistle, 22x30cm, Kursunkalem ile cizim, dijital ortamda boyama.
25
Worship , 30x30cm Kursunkalem ile cizim, dijital ortamda boyama.
klokwise
Dinner, 18x27cm, Dijital ortamda รงizim ve boyama
fotoğrafçı
MURAT KAHYA Dokuz Eylül Üniversitesi 1989 doğumlu Murat Kahya, mühendislik eğitiminin ardından 2009 yılından beri Dokuz Eylül Üniversitesinde fotoğraf eğitimi alıyor. Litvanya’daki Erasmus eğitiminin ardından Istanbul’a taşınarak look34 fotoğraf stüdyosunda çalışmaya başlamış ve şu sıralar, bu sene Amerika’da tamamlayacağı bitirme projesinin detaylarını belirlemeye çalışmaktadır.
I (White Tension Serisinden), İstanbul – Ankara Otobanı
III (White Tension Serisinden), İstanbul – Ankara Otobanı
klokwise
V(White Tension Serisinden), İstanbul – Ankara Otobanı
ESİN ÜNLÜ İstanbul doğumlu Esin Ünlü küçüklüğünden itibaren Hollanda, Güney Amerika, İngiltere ve Türkiye gibi farklı yerlerde yaşayarak oldukça mobil bir hayata sahip olmuş. Bu mobil hayatın getirisi olarak deneysellik ve yenilik sıfatları karakterinin yapıtaşları haline gelmiş. 2010 senesinde Londra’da kurduğu Feline Blush markası da bu sıfatların tohumu olarak ortaya çıkmış. "Nasıl başladı?" sorusuna ‘‘Fikir Cape Town’da gelişmeye başlamıştı. İşin mutfak kısmını da atölye atölye dolaşıp üstüme vazife olmayan şeyleri sorarak öğrendim.’’ şeklinde cevap veren Ünlü için, koleksiyonlarının en belirgin ortak noktası her koleksiyonun kendine ait bir kurgusu olması. Farklı kurgular bir yana özgün grafik desenleri de işin cabası. Feline Blush’ın marka kimliğini ‘‘Eccentric Chic’’ olarak belirleyen genç tasarımcı, koleksiyonlarında minimalist formlar ve deneysel desenlerin üzerinden gitmeyi tercih etmiş. Yumuşak ve doğal dokulara özlem duyanlar için Ünlü’nün kaşmir, modal ve ipek karışımlı tasarımlarından birkaç favori parça seçtik.
Fotoğraf: Bedia Günaydın Moda Editörü: Ceren Çetinoğlu Saç: İbrahim Alan / No.21 Makyaj: Barış Yılmaz Model: Karolina / Option Model Management Moda Editörü Asistanı: Zeynep Gücüm Stüdyo: Look 34
Facebook: /FelineBlush Twitter & Instagram: @felineblush Website: www.felineblush.com
Sparkle Haze Bluz: Feline Blush / Beymen Blender
Make A Splash Bluz: Feline Blush / Beymen Blender
Demi Lure Burgundy Bluz: Feline Blush
"City Lights" Güneş Alpman Mert Can İçten Deniz Yılmaz Ufuk Onur Tapan Into Thin Air
güneş alpman
RÖPORTAJ DORUK ONUR FOTOĞRAFLAR ECE PEKBAŞARAN FOTOĞRAF ASİSTANI ALİ İHSAN GÜLŞENER
Güneş Alpman
A M AC I M MU T S U Z E TM E K D E G I L Güneş Alpman Türkiye’de ikamet ediyor olmasına rağmen, müziğinin kitlesini yurtdışında oluşturmuş bir müzisyen. Henüz 19 yaşında olmasına rağmen Kanada’dan çıkarttığı plak bunun en büyük örneği olsa gerek. Önümüzdeki sene çıkartacağı yeni plağı için çalışmalar yapan Güneş ile müziğinden ve üretme sürecinden bahsettik.
M
üzikle ilgili ilk hatıraların ne zamana dayanıyor?
İlk olarak altı yaşımdayken evde annemin gitarıyla bir şeyler denemeye başladım, o zaman benim için rastlantıydı. Madem rastlantı dedin, eğer evde gitar yerine bir resim paleti olsaydı o zaman da ressam mı olacaktın? Aslında evde annemin resim paleti de vardı ama ben gitarla haşır neşir oldum. Ama annem resimde daha başarılıdır. Buna rağmen benim tercihim gitar oldu. Yaptığın müzik için insanlar funk diyor, sen bu yakıştırmaya katılıyor musun? Ben yaptığım müziğe sinematik demenin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Zaten benim de genel olarak dinlediğim funk müzik film müzikleri. Genel olarak sinematik müziklerden ilham aldığım için, belki benim yaptığım müzik de bana öyle geliyor. Film müziği olunca sormak şart oldu. Film sonuç olarak çok görsel. Sen müzik yaparken bir şey görüp mü yaparsın? Hayır, genelde kafamda kurduğum bir hikaye üzerine yapıyorum. Ama tabii ki o hikaye de gördüğüm bir şeye dayanıyor. Bazen bir
binanın mimari yapısı bile o hikayeye ilham verebiliyor. O zaman müziğinin altında hep gözünde canlanan bir sahne, bir kurgu oluyor? Her zaman anlattığım bir hikaye oluyor. En azından benim için bir hikayesi oluyor. Peki bu yaptığın parçaların ve orada anlattığın hikayelerin ortak yanları var mı? Evet. Funk mesela mutlu bir müzik türüdür. Ama benim hikayelerim mutlu değiller. Benim için depresif olan ögeler içeriyorlar. Mutluluğu anlatmanın kolay olduğunu düşünüyorum ama mutlu olmamanın binlerce farklı sebebi olabilir. Sen mutlu olmama üzerine kurguladığın hikayeleri anlatıyorsun ama bunu mutlu bir müzik türü ile mi yapmaya
çalışıyorsun? Aslında amacım insanları mutsuz etmek değil. Benim parçalarımı dinleyip dans da ediyorlar. Ama ben müziğimin altında yatan yalnızlık ve mutlu olmama kavramlarının bir hazine gibi saklı kalmasını istiyorum. Gerçekten yaptığım müziğin derinine inen insanların ulaşabileceği bir hazine... Müzik aslında yalnızlıkla pek uyuşmayan bir şey. Parçanı paylaştıktan sonra dünyanın farklı yerlerine ulaşabiliyorsun. Zaten hikayelerde her zaman mutsuz veya yalnız olan ben değilim. Ayrıca üretim aşamasında da yapılan paylaşımın sonucu daha değerli kıldığını düşünüyorum. Sen İstanbul’da gördüğün bir şeyden etkilenip bir kurgu yaratıyorsun ve bunu müziğe dönüştürüyorsun. Fakat
Funk mese la mutlu bir m üzi k türüdür Ama b e nim hikay e l e r i m mutlu de ğiller. Mutlu l uğ u anlatmanın kolay olduğ unu düşün üyorum
43
Günün birinde kendi çektiğimin filmin müziklerini de kendim yapmak isterim. Ama bu yakın gelecekte olacak gibi durmuyor.
New York’ta bir başka insan başka şeylerden etkilenip aynı müziği yapıyor. Sence aradaki bağ nedir?
Günün birinde kendi çektiğimin filmin müziklerini de kendim yapmak isterim. Ama bu yakın gelecekte olacak gibi durmuyor.
Ben anlattığımız şeyin İstanbul ya da New York olduğunu düşünmüyorum. Belki aynı bakış açısına sahibiz ve bu sayede de benzer şeyler üretiyoruz.
Peki bugüne kadar içinden keşke müziklerini ben yapsaydım dediğin bir film oldu mu?
Peki yaratıcılık ve üretim kısmı sence sadece bakış açısı ve doğuştan gelen özelliklere mi bağlı? Bunlardan ziyade bence daha çok pratiğe bağlı. Anlatmak istenilenin doğru anlatılması için pratik önemli. Ama anlatılmak istenen şeyin oluşması ise daha çok insanın farkında olmadan bilinç altında geliştirdiği bir şey olabilir. Ondan tam olarak bunlardan şunlardan besleniyorum diyemem. O zaman senin de baya pratik yaptığını varsayıyorum? Aslında benim her gün pratik yaptığım saat bellidir ve gerçekten ciddi seviyede programlı bir insanım. Ama günlük pratik saatimdeki amacım bir şeyler üretmekten çok enstrümanlarda şu an sahip olduğum kabiliyeti kaybetmemek. Müziğini yaparken kafanda hikayeler kurguladığını ve sahneler canlandırdığını söyledin. Yönetmenliğe merakın var mı?
Woody Allen’dan Manhattan. Türkiye’de yaptığın işin tatmin edici bir karşılığı yok. Belki başka bir yerde ya da başka zamanda yaşamalıyım diyor musun? Başka bir zamanda yaşamayı istemezdim açıkçası. Yere gelince de müziğim daha çok batıda dinlenen bir müzik ama aşka bir yerde de yaşayamazdım çünkü İstanbul’un karmaşası beni besliyor. Bu kargaşa içinde sakin ve kendi halimde olmayı seviyorum. Müziğin Türkiye’de çok karşılık bulamasa da yurtdışında kendine bir kitle üretmeye başlamış. Kanada’dan plağın çıkması bunun güzel bir örneği. Senin mi anlaşman oldu bu? Aslında o dönemde ben California’da başka bir plak şirketiyle iletişimdeydim. Daha sonra onlar vasıtasıyla Kanada’daki plak şirketiyle irtibata geçtim ve onlar benim plaklarımı çıkarttılar.
45
BITKILER SPUTNIK & BEN RÖPORTAJ MÜGE TÜZER FOTOĞRAFLAR CAN KÖROĞLU
M E RT CAN I Ç T E N 29 yaşındaki Mert Can İçten’in profesyonel işi halk diline göre çiçekçilik ama kendisine sorarsanız çok daha fazlası. Sanatın sadece kağıt kalemle yapılmayacağının yaşayan kanıtı Mert Can’la yeşil olan her şey ve hayalleri üzerine konuştuk.
RÖPORTAJ MÜGE TÜZER FOTOĞRAFLAR CAN KÖROĞLU
K
imse sana ‘‘Oğlum çalı çırpıyla ne diye uğraşıyorsun, git mühendis ol’’ demedi galiba...
Aslında dediler ben de oldum zaten. Okul biter bitmez otostop usulü yol nereye götürürse oraya gideyim dedim. Ama çok uzağa gidemedim. Birkaç hafta sonra kendimi İstanbul IBM’de işe başlamış olarak buldum. Kafamdaki kadar uzun bir yolculuk olamadı yani. Fakat sonra yine doğaya kaçtım. Şimdi de doğayla en iç içe olabileceğim işi yapmaya çalışıyorum. Akacak kan damarda durmazmış. Profesyonel çiçekçilik nerden çıktı peki? 20 senelik hakikatli çiçekçi Yunus Çetin’le tanıştım bütün bu şehir-doğa bocalamaları arasında. Yunus’ la aynı şeyleri hayal ediyorduk. Ben de madem doğaya kaçamıyorum, doğayı şehre getireyim dedim ve Karma Atölye’de Yunus’la beraber çalışmaya başladık. Daha sonra başka arkadaşlar da katıldı aramıza. Aynı hayali paylaşan insanlar buldukça ekip de büyüyor. Yunus aldı götürdü seni yani, tıpkı ismi gibi. Yunus’un eğitim-öğretim hayatı pek standart değil. 11 yaşında ayrılmış okuldan. O klasik düzene girmediği için de, nasıl desem, daha berrak ve net bakıyor hayata. Çiçekçi olacağım diyor çiçekçi oluyor. Şunu yapacağım diyor ve duraksamadan onu yapıyor. Hepimizin beyni ilk başta böyle işliyor ama yolda bir yerde bu yetiyi kaybediyoruz sanırım. Okul hayatı, o bu derken hafızamıza tutmak istemediğimiz bir sürü şey yerleştiriyoruz. Onlar da sonra berraklığı alıp götürüyor. Te-
reddütler içinde yüzen bireyler oluyoruz. Ne kadardır çalışıyorsunuz Yunus’la? Karma Atölye kurulalı 6 ay oldu ama Yunus ile bundan daha önce kesişti yollarımız. Otostop olayına geri dönecek misin ya da başka projeler var mı kafanda? Dünyayı gezme isteği var hala tabii. Özellikle de Güney Amerika ya da Hindistan. Peru, Machu Picchu... (Utanarak gülüyor) Böyle deyince çok klişe olsa gerek kulağa. İşle alakalı da bir sürü proje var. Dikey bahçe fikirleri, yosun grafiti işleri ya da artık malzemeler kullanarak yapabileceğim geri dönüşüm projeleri zihnimi meşgul ediyor son zamanlarda. Etrafımdaki her yeri bitkilerle donatmak istiyorum sanırım. O kadar değişik şeyler yapılabiliyor ki bitkilerle. Doğru bir müdahaleyle toprak ve su kaynaklarını kullanarak havayı kirletmeden, çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını koruyan binalar yaratmak mümkün. Daha geniş anlamda ise çevreyi korumayı amaçlayan, doğadan aldığını doğaya geri veren, hayatın sürekliliğini sağlamayı hedefleyen ve hatta kitlelerin menfaatlerini korumaya başlayan, toplu bir felsefenin ürünü olan bir yaşam yaşayabilmek. Bu dikey bahçe ya da yaşayan organik bina konseptini Türkiye’de gerçekleştirmek biraz hayalperestçe değil mi? Daha yatayını bile halledemiyoruz, bahçenin dikeyine nasıl geçelim? Az da olsa bir iki örneği var aslında. Patrick Blanc’in 2007’de Galata’da yer alan Art House İstanbul için yaptığı bir dikey bahçe var. Sonra... (düşünüyor uzunca bir süre) Eczacıbaşı’nın yaptığı dikey bahçe var. Türki-
ye’ de henüz çok örneği yok ama imkansız değil, meşakkatli bir iş sadece. Ama sonuç çok güzel oluyor. İnanılmaz bir hissiyat. Düşünsene bir terasa çıkıyorsun ama bahçeden hiçbir farkı yok. Duvarlardan aşağı akan, bütün alanı kaplayan bir yeşillik deryası. Bu tarz projeler çok büyük miktarlarda yatırım gerektirmiyor mu? Gerektirmez olur mu, o yüzden kafamdalar ve seni dikey bahçeme götürmektense ancak projeyi anlatabiliyorum. Sadece bu dikey bahçe projeleri değil çiçekçiliğin kendisi de çok maliyetli bir iş. Neredeyse bütün çiçekler Hollanda’dan geliyor. Ödenmesi gereken faturalar vesaire. Keşke İstanbul’da bir sera ya da hangarımsı bir yer açabilsem, o zaman daha makul rakamlara burada yetiştirebilirdim çiçekleri diye düşünürken Suma
Düşünsene bir terasa çıkıyorsun ama bahçeden hiçbir farkı yok. Duvarlardan aşağı akan, bütün alanı kaplayan bir yeşillik deryası.
49
Bahçe’yle kesişti yollarım. Suma Beach’in hemen yanında şehrin biraz dışında muhteşem bir alan buldum şimdi. Düşündüklerimi gerçekleştirmek için doğru yerdeymişim gibi hissediyorum. En büyük sıkıntın sermaye eksikliği mi? Hayır aslında değil. Tabii o da bir sıkıntı ama konu işin maddiyatından çok insanların algısıyla ilgili. Mesela buraya bak. (İçinde oturduğumuz kafenin masalarını, duvarlarını gösteriyor) Burası çok güzel çiçeklendirilebilecek bir mekan. İçerde bir tane bile bitki yok. Bizim haricimizde yaşayan hiçbir doğal ürün yok. Halbuki çok güzel şeyler yapılabilir. Öyle ki salatada kullandıkları sebzeleri bile taze olarak mutfaklarında yetiştirebilirler. Yeşile karşı çok ilgi ve sevgi gösterebilen bir millet olmayabiliriz. Haklısın. Yapılana bile sahip çıkmakta zorlanıyoruz. Yaşayan, organik binalar yapıldı İstanbul’da mesela ama sürdürülebilir olmadı. Bu bahsettiğin Art House İstanbul projesi mi? Yok hayır. Siemens tarafından yaptırıldı Tarlabaşı’nda geçen sene. Türkiye’nin ilk canlı dikey bahçesiydi. Pek uzun süre yaşayamadı tabii. 6 ay kadar dayandı sanırım. Çünkü sadece yapmak için yapılmıştı. Gereken ilgi ve bakım gösterilmedi. Bitkileri öyle çat duvara koymakla bitmiyor. Çok heves kırıcı bir durum bu şekilde algılan-
ması bu işin. Bütün hevesinin kırıldığı bir anı var mı paylaşabileceğin? Mesela geçen gün özenip bir arkadaşıma çiçek verdim. Bakamadı, öldü. Bu daha önce de başıma geldi. Üzülüyorum verdiğim çiçekler öldüğünde. O yüzden gönderirken daha çok kaktüs ya da sukulent gibi dayanıklı bitkiler seçmeye çalışıyorum. Nasıl bakacaklarını detaylı bir şekilde açıklamaya çalışıyorum hep insanlara. Evcil hayvanlar için de hislerim böyle. Bir köpeğim var ismi Sputnik, ona da üzülüyorum bazen. Burada şehirde rahat edemiyormuş gibi hissediyorum. Çünkü onun doğal ortamı değil burası ve o ortamı burada sağlamak çok zor. Gerçi benim de doğal ortamım değil burası. Keşke hep beraber kırlarda yaşayabilsek. Doğa, Sputnik ve ben.
Sadece kaçmak da istemiyorum aslında. Savaşmak da istiyorum. Orda burada gidip Arnavut kaldırımlarının arasına çimen ekmek istiyorum.
Kaçmak istiyorsun. Sadece kaçmak da istemiyorum aslında. Savaşmak da istiyorum. Orda burada gidip Arnavut kaldırımlarının arasına çim tohumları ekmek istiyorum. Anlayacağın bana kalsa her yer yeşillenecek. Savaşçı bir çiçekçi diyebilir miyim sana? Ne diyebilirim sana? Sıfatın ne sence senin? Bir şey demesen de olur bence. Çiçekçilik anlayışı bambaşka. Ben bir doğa severim başka da bir sıfatım da yok. Bitkilerle yapabileceğim her şeyi yapmak istiyorum.
51
“Yaşam yalnızca sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan kentin insanları. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu. Diğer ülkeleri aşan, batıda bir okyanusa, doğuda bir başka okyanusa varan o uğultu”. Tezer Özlü
Deniz Yılmaz
Seh rin ISıkları Sönd üGünde YAZI & FOTOĞRAF DENİZ YILMAZ
K
ışı aslında hiç sevmem. Sevenlerin de niçin sevdiğine bir türlü anlam veremem. Ama o kış, 1979 yılının son kışı, nasıl olduysa puslu gökyüzü, durmak bilmeyen yağmurlar ve şehrin erkenden sönen ışıkları, anlam veremediğim bir şekilde beni cezbetmeye başlamıştı. Her gün tekrarlanan bir ezber gibi, aynı saatte yanan sokak lambaları, yine aynı saatte sönüp görevini gün ışığına devrederken aslında nasıl da yalnızdılar. Belli belirsiz gölgeleri bile aydınlatmaya yetmeyen, kimsenin bir türlü dikkatini çekemeyen önemsiz sokak lambaları... Uykusuz geçirdiğim Kasım ayı boyunca, her gece elektrik direklerinin yanından geçen, tanımadığım gövdeleri seyredip durdum. Sabah olunca da, erkenden sönen sokak lambalarıyla, büyük bir koşuşturma içinde olan şehir insanlarının geçişleri izledi bu rutini. Gümüşsuyu’nda yaşayan diğer insanları düşünüp, acaba onlar da sabahların o garip mavisini bekliyorlar mıdır diye geçirdim içimden. Bir dönem kapanıp, yeni bir yıla girmemize sadece 1 ay kalmıştı ve ben uykusuzluğun verdiği sarhoşlukla, daha önce hiç dikkat kabartmadığım şeylere yöneliyordum. “Bunca yılı boşa geçirmişim” derler ya, ben bunca yılımı o kadar dolu geçirmiştim ki, artık bomboş olarak anın içinde kalmak ve İstanbul’u ezberlemek istiyordum. Beyoğlu’nda uzun bir gece geçirdikten sonra, eve yürüdüm. Arka sokakların birinden, kulak tırmalayan, yüksek sesli pavyon şarkıları geliyordu kulağıma. Eve girdim ve görev başına geçtim. Yine pencerenin kenarına oturup, yoldan geçenleri izlemek üzere kendime kahve hazırladım. Karşı apartmana bir gecede sayısını kestiremediğim kadar insan girip çıktı. O evde yaşayan ve ara sıra sokakta karşılaştığımız kadını düşündüm; kim bilir kaç yıl katlanmıştı erkek bedeninin içinde yaşamaya. Acaba şimdi kendi olmayı başarabilmiş miydi? Herkes bir noktadan sonra kendi olabilir miydi cidden? Örneğin; elektrik lambasının altında dans eden böcekler kendileri miydi? Cevapları ben de bilmiyordum ama benim dışında kalan her canlıyı, en az benim kadar İstanbul’u severken hayal ediyordum. Ben İstanbul’u sevmeye başladığım anda kendim de olmayı biraz başarabilmiştim. Bu şehrin gecesini, gündüzünü, ışıklarını, insanlarını ve hatta şekilsiz kaldırımlarını bile sevmeye başlamıştım. 1979 kışında, hiç ummadığım bir anda, hiç ummadığım kadar uykusuz geçirdiğim 30 günün ardından bu şehre bağlandım. Birkaç sene önce yenileri yapılan ve bu kenti
iyice çarpıklaştıran, cepheleri yamuk binaları bile sevecektim biraz gayret etsem. Yine bir gece pencerenin kenarında otururken, sulu karın o yıl ilk kez yağışına tanık oldum. Daha önce böyle zamanlarda uyuyor olurdum ve sabah olduğunda her yeri bembeyaz karla bezenmiş olarak görürdüm. Silik kar yüzeyi üzerinde ayak izlerini bırakan adamın bir cinayeti aydınlatmanın peşinde yürüdüğünü hayal ederken buldum kendimi. Şehrin ışıkları o gece daha da aydınlattı etrafı, sulu kar gerçek kara dönüştüğü anda içimi sebepsiz bir neşe kapladı. O gece anladım ki düşüncelerle bulanan yalnızca zihnimdi. Belki beni o an sadece, Kara Kitap’ın Galip’i anlardı. Ya da yüzlerin gizemini çözmeye yaklaşmış Celal... İstanbul’u en az benim kadar seviyorlardı, biliyorum ve sadece bu şehrin ışıkları altında yaşayabiliyorlardı gündüzlerini. Saatler iyice ilerlediğinde ve sokakta kimse kalmadığında, dışarı çıkıp kayıp Albertine’in peşinde olan o adam gibi hayal ettim kendimi. Kendime roller edindim ve bir Proust karakteri gibi izler sürmeye başladım. Aslında tek derdim yalnızca bir gece de olsa, bütün romanların karakterlerini bu kentte buluşturmak ve bu şehrin ışıkları altında birbirlerinin peşine düşürmekti. Olmadı, yapamadım. Saat 4:30 civarı, kendimi Lebon Pastanesi’nin vitrinindeki pastalara bakarken buldum. Yeni bir yıla yaklaştıkça, insanların heyecanı da kendini belli etmeye başladı. O kadar yoğundular ki, bir de yılbaşı için heyecanlanıp yorulmalarına üzülüyordum. Bir daha hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını bir ben bilmiyordum; bütün şehir hissediyordu bunu. Çok yakında, samimi bulduğum bütün loş sokak lambaları, fosforlu ve gösterişli ışıklarla yer değiştirecekti. Yeni yılı “coşkuyla” kutlayan insanların suratında mavi, yeşil, kırmızı ve mor yansımalar oluşturacaktı. İstiklal Caddesi’nin başından, Tünel meydanına kadar uzanan binaların arasına asılmış o rol çalan yılbaşı ışıkları, sokak lambalarının mütevazi duruşlarının aksine, inanılmaz şaşalı bir duruş sergileyecek ve hatta bütün insanların dikkatini de çekecekti. Bu duruma hüzünleniyordum ama kızamıyordum; çünkü istemsizce bu şehrin insanlarını sevmeye, artık onları suçlayamamaya başlamıştım. O yapay ışıkların şehri aydınlattığı gecelerin birinde Cumhuriyet Caddesi’nden Taksim Meydanı’na doğru yola koyuldum. Cafe Boulevard önünde durdum: “Bir daha bu kafe eskisi gibi olmayacak çünkü şu anda içinde sohbet eden insanların hiçbiri,
ileride bu şehirde yaşamayacak.” dedim içimden. O insanların birçoğu 12 Eylül 1980’den sonra çekip gitti. O insanların hiçbirinin artık bu şehirde yaşamıyor olması gibi, kafe de artık yerinde değildi. Yerine ismini hatırlamadığım bir lokanta açılmıştı. Cafe Boulevard önünde birkaç dakika boyunca Tezer Özlü’nün arkadaşlarıyla hararetle sohbet edişini izledim. Meydana doğru ilerlemeye başladığım sırada, Ara Güler’i görür gibi oldum. Ne zaman ve nasıl çekildiklerini unuttuğum fotoğrafların aksine, altında daima yeri ve yılı yazan Ara Güler kartpostallarından birkaç tane almak için İstiklal Caddesi’ndeki kitapçılardan birine doğru ilerledim. Aldığım kartpostalın arkasında: “Beyoğlu’nda Kış, 1960” yazıyordu. 19 sene önce tam olarak nerede olduğumu, neler yaptığımı ve o zamanın İstanbul’unu hayal ettim. Geçmiş bazen daha güzel gelir insana; yıllar önce çekilmiş bir fotoğraf, geçmişte yaşanılmış bir aşk, birkaç gece öncesinin sevişme çığlıkları ve geçmişiyle kavgalı bir şehrin kartpostalı. Nostaljiye olan sebepsiz düşkünlüğümü sorgularken, cebime attığım kartpostalla Tünel’e kadar yürüdüm. Sümbül Sokak’ı, Asmalımescit’e bağlayan Tünel Pasajı’na girdim ve o gece ilk kez yaşlandığımı hissettim. Sadece bir yürüyüş için dışarıya çıktığım akşamlarım, her defasında Tünel meydanına, hatta bazen Şişhane’ye kadar uzanıyor, ardından da samimi sokak lambalarını sevdiğim bizim sokakta son buluyordu. 23 Aralık 1979 gecesi penceremin kenarına geçip, pikaba Chopin’in Nocturne No.20 in C Minor’ünü koyduğumda, artık bu şehrin bir daha “şimdiki” gibi olamayacağını biliyordum. Bir daha “eskisi gibi olmayacağı” için, şimdi her zamankinden de çok sevdiğim İstanbul’u bütün gece izledim ve uzun zamandan sonra ilk kez uykuya daldım. 2010’un Kasım ayı: Kuledibi’nde uyanıyorum. Hiç yaşamadığım bir senenin, hiç yaşanılmamış bir gününü rüyamda bırakıp, aniden bastıran yağmurla beraber uykumdan uyanıyorum. Şehrin ışıkları sönmüş. Gri bulutların altında umarsızca “şimdi”yi yaşamaya gidiyorum.
53
u f uk o nur tapan Bundan iki yıl önce keşfetmiştim Nice Things For Nice Boys’u. Adından da anlaşılacağı üzere erkekler için tasarlanmış bu blogda içimdeki Tomboy beni saatlerce bir yazıdan öbürüne sürüklemişti. Derken bir gün blogun yazarı Ufuk Onur Tapan işleri daha da ileriye götürüp içeriği bir online dergiye dönüştürdü. Ufuk ile akşamdan kalmalığımızı atmamız gereken bir cumartesi gününde buluştuk. Bir sonraki sayı çıktığında şehrin karlarla kaplı olacağını hayal edip sorular bittikten sonra bir de hikaye yazdık. Nicethingsforniceboys.com ‘dan da gözümüzü alamayacağımız başka bir sayı daha beklerken sana içini ısıtacak okumalar diliyorum.
RÖPORTAJ ÖZGE AKPINAR FOTOĞRAFLAR BEDİA GÜNAYDIN
N
ice Things For Nice Boys şu an durduğu yere nasıl geldi?
Nice Things For Nice Boys bir blog’a göre taşan bir içeriğe sahipti. Bir süre sonra görsel malzemelerini kendi tamamlayan bir mecra haline geldi ve kendi değişimini yine kendisi gerçekleştirdi. Dergi demek ne kadar doğru bilmiyorum ama sonuçta okuyucu için dijital bir rehber, öğrenme ve deneyim kazanma alanı, benim içinse bir oyun alanı. Kimdir “nice boy”? “Nice boy” aslında çok iyi bir çocuk değil. İçinde bir muzurluğu olan, her şeyi kurcalayan bir adam. Aynı zamanda kendine bakan, trendleri takip eden, modanın içinde olduğunun farkında olan bir adam. Stiliyle ve bazı özellikleriyle fark yaratan bir adam. En büyük özelliği de her şeyi “mix”leyecek bir karakter olması. Sadece zamanın değil onun çok daha ilerisinin adamı. Sen kimsin? Ben “nice boy”un babasıyım. Şaka bir yana ben “nice boy” tarafında içerik oluştururken kendimi tatmin edebilecek kendime de bir şeyler katabilecek bir içerik oluşturuyorum. Aslında NTFNB’nin en büyük okuyucusu ve en büyük takipçisi benim. Ben de “nice boy” olup vadeliden “nice things”e ulaşma yolundayım.. İçeriğin ortaya çıkma süreci nasıl oluyor? Bir sabah duşta aklıma bir fikir geldi ve yaptım diyebiliyor musun?
Mesela en son Turkish Delight diye bir seri yaptık. Özelliği Türk ve genç olmasıydı. İçeriğin oluşumu ilham verici şeyleri ne kadar çok gördüğün ve onlarla nasıl bir iletişim içerisinde olduğunla alakalı. İletişim çağında yaşıyoruz bu çok değerli bir şey. Türkiye belki de ilk defa bir yeniliği dünya ile aynı anda kullanıyor. Daha önceden Levi’s kot giyilmiş Türkiye’ye on sene sonra gelmiş. Oysa şu anda “sosyal medya” adı altında yeni bir güç, bir teknoloji var ve biz onu herkesle aynı anda kullanıyoruz. Burada geniş düşünmek gerekiyor. İlham kaynağı sadece Türkiye ile kısıtlı değil Dünya ile büyüyor ama yaptığınız işi Türkiye ile de bağlamanız gerekiyor. Turkish Delight böyle ortaya çıktı diyebilirim. Sürekli iletişimde olduğum insanlar vardı, “Mmm Türk lokumu” gibi bir sohbette bu insanları bu şekilde sunabiliriz dedim . Şimdi yeni bir proje var: “Friends and benefits: Generation next”. Aslında ilham hep insan. İçerik oluştururken zorlandığın alanlar
mutlaka oluyordur ama vazgeçen bir insan olduğunu sanmıyorum. Onlarla nasıl başa çıkıyorsun, yoluna nasıl devam ediyorsun? İçerik bu işin altın anahtarı. Dünya okuyucusuna herhangi bir içeriği verebilirsin ama Türkiye’deki okuyucu herhangi bir içeriği alamaz. Biz aradığımız şeyi bulma yolunda farklı deneyimler kazanıyoruz, burada bir karışım var. Yorumunla bakış açınla senin o ürünü ya da o olayı tecrübe etmen gerekiyor bir şekilde. Tecrübe etmediğim bir şeyi yazamam, işte o zaman da içeriği oluştururken zorlanabilirim. Benim çözümüm deneyimlemek diyebilirim. Gelecekte yapmak istediklerinle birlikte Nice Things For Nice Boys bir değişim daha geçirecek mi? Nice Things for Nice Boys Türkiye standartlarında çok başarılı isimlerden çok güzel tepkiler aldı. Umarım yayın hayatına devam eder. Aklımda NTFNB seviyesinde bir o kadar daha güzel projeler var; ama
“Nice boy” aslında çok iyi bir çocuk değil. İçinde bir muzurluğu olan, her şeyi kurcalayan bir adam. Aynı zamanda kendine bakan, trendleri takip eden, modanın içinde olduğunun farkında olan bir adam.
55
Nice Things for Nice Boys benim çocuğum gibi. Belki gelecekte bir final yapıp basılı bir dergiye geçebilir. Herkes ajans olabileceğini düşünüyor ki buna da çok müsait bir yapısı var.
tabii ona bırakıp o projelere yoğunlaşmak hiç cezbetmiyor. O benim çocuğum gibi. Belki gelecekte bir final yapıp basılı bir dergiye geçebilir. Herkes ajans olabileceğini düşünüyor ki buna da çok müsait bir yapısı var. Sen de bir yerde yetenek avcılığı yapıyorsun sayılır. Bir nevi öyle sayılır diyebiliriz. Türkiye özellikle İstanbul inanılmaz bir kaynak. Sadece NTFNB için değil, her şey için çok büyük bir kaynak. Turistik alanlardan bahsetmiyorum onlar da güzel ama asıl hikayeler kalanında yatıyor. İstanbul artık o üç tarihi yarım ada üçgeninden çok daha fazlası. Onu ne kadar kullanırsanız o kadar iyisinizdir. Kışın olmazsa olmazı nedir senin için? Ben kazak giymeyi çok sevmiyorum, o yüzden mont benim için çok önemli. Kışın kazak değil mont değiştiriyorum. Kazak ne kadar moda olursa olsun enerjimi alan bir şey. Son üç senedir biker ceketlere takmış durumdayım. Eve gelip bakarsan dolabım montlarla ve ceketlerle doludur. Senin siyahın nedir? Benim için yine siyahtır. Siyahı çok seviyorum. Siyahta bütün detayları görsel algılarla senin yaratman gerekiyor. Dışarıdan renkler çok cazip ve çekici gelir, siyahın içinde fark edilmek çok zordur. Siyah her zaman sana kalmıştır, onun içinde detaylarla
oynayıp fark edilmek senin başarındır. Yaşın nerede olduğun fark etmeksizin bana bir kış portresi çizebilir misin? Aklında o filmin birkaç saniyesini istiyorum… Kış deyince aklıma ilk olarak Nuri Bilge Ceylan’ın filmi geliyor, “İklimler”. Bir de Sezan Aksu’nun Murathan Mungan ile yaptığı bir parça var “Eskidendi çok eskiden” diye, o geliyor. Ben Doğu’da büyüdüm, Doğu benim için hep kışı, karı, imkansızlığı anlatıyor. Uzun bir tren garında tren, kar ve her yer bembeyaz. Çizebildiğim portre de bu.
Nice Things for Nice Boys
BİNALARIN ARASINDAN, ŞEHRİN İÇİNDEN
kar yağıyor, hava sıfırında, üstünde ne var?
rastgele bİr şarkı açıyorsun ne çalıyor?
beyaz bİr ışık var nereden gelİyor?
Üstümde kapüşonlu yeşil bir parka,
Do I Wanna Know- Arctic Monkeys. Bu
kaynağı belirsiz.
ayağımda Dr. Martins botlarım var.
aralar hep bunu dinliyorum.
Binaların arasından, şehrin içinden,
Arkadaşlarımla buluşmaya gidiyorum, kar
ışığın ardından karanlık çöküyor, karşına bİr kardan ışık nereye gİttİ? Işık yok oldu, sadece sokak lambaları var. adam çıkıyor Onlar da turuncu turuncu yanıyor. suratında ne var neyden yapılmış?
kış soğuk yılbaşı yemeği yiyecekmişiz.
Bir şapkası var, şişko kocaman bir kardan
dışarı çıkıyorsun nereye doğru gİdİyorsun?
adam. Gözleri zeytinli, üstüne bir mont
üşüdün ısınmak İstİyorsun ne yapıyorsun? Bir kahve dükkanına giriyorum, hemen köşedeki. Oradan extra hot tek shot latte alıyorum.
aklında bİrİsİ var kİmİ özlüyorsun? Aklımda her zaman o var, sevgilim. Onu çok özlüyorum.
telefonun çalıyor, arayan kİm? Telefonumu almayı unutmuşum. Çalan yan masadaki adamın telefonu.
giydirmişler. Kafasında çok güzel bir fötr şapka var. Anlamsız anlamsız bakıyor.
hava kar topluyor şİmdİ ne olacak sence? Müthiş bir kar yağacak ve hepimiz bir
sana bİrİsİ kar topu atıyor neyle karşılık verİyorsun? Ben de ona kar topu atıp oyuna
yerde mahsur kalacağız. Dünya’nın sonu geliyormuş. Ölsek de problem değil. Dünyanın sonunu görmeyi istiyorum o anda.
derken önüne bİr buz pİstİ çıkıyor ne yapıyorsun?
dünyanın sonu gelmİyor ama hİkayenİn sonu gelİyor, ulaşacağın yere varıyor musun?
Orada birini bulup elinden tutup bütün
Hiçbir zaman varamam ben ulaşacağım
pisti kayıyorum.
yere, bu hikaye böyle dönüyor dönüyor
başlıyorum.
kendini tekrar edip devam ediyor.
59
“INTO THIN AIR” FOTOĞRAF BEDİA GÜNAYDIN MODA EDİTÖRÜ CEREN ÇETİNOĞLU
Modeller Anna / New Models, Musa Saç Yıldırım Bozüyük / No.21 Makyaj Murat Bekler
Sweatshirt: Nike Şort: Nike Kaban: Topman Şapka: Topman Ayakkabı: Nike Çorap: Penti
Sweatshirt: Nike Kaban: Topman Ĺžapka: Topman
Bluz: Feline Blush / Beymen Blender ล ort: Nike Ceket: Nike Gรถmlek: Topshop
Kazak: White Mountainering / www.shopigo.com Pantolon: Mavi Çorap: Penti Terlik: Nike
Bluz: House of Holland / V2K Designers Atlet: Nike Etek: Twist Ayakkab覺: Nike Airmax
Sweatshirt: Nike Pantolon: Mavi R羹zgarl覺k: Nike Ayakkab覺: Nike Airmax
Anna Atlet: Nike Ceket: Nike Flash Jacket Pantolon: Topshop Musa Tshirt: Mavi Ceket: Nike Flash Jacket Pantolon: Mavi
Musa Ceket: Nike Flash Jacket Anna Ceket: Nike Flash Jacket
Sweatshirt: Nike Yelek: Nike Pantolon: Mavi
R羹zgarl覺k: Nike Pantolon: Nike Bluz: Feline Blush / Beymen Blender Ayakkab覺: Nike
Atlet: Nike Gรถmlek: Twist ล apka: Urban Outfitters
"Enlightenment" Koral Sagular Joana Kohen Meltem Ĺžahin
koral sagular Nidaros Katedrali, Kibele, Matador, Kan kan dansı. Bu kelimeleri duyunca kafanızda canlanan şeyleri düşünün. 18 yaşındaki Koral bunları birar kıyafete dönüştürüyor. Moda tasarımı, fotoğrafçılık ve resim ile uğraşan, Bilgi Üniversitesi'nde Moda Tasarımı okumaya daha yeni başlayan Koral'ı daha yakından tanıyalım.
RÖPORTAJ MERT GÜMREN
Y
aratmaya çok erken yaşlarda başladın. Peki neydi seni bu yola sürükleyen şey?
Aşırı klişe olacak fakat sanata olan ilgim çok küçük yaşlarımda başladı. Bunun en büyük nedeni ressam bir annenin oğlu olarak küçük yaşlarımdan itibaren çok fazla sergi gezme fırsatı bulmam ve sanatla hep iç içe büyümem. Durum böyle olunca da lisede resim okumaya karar verdim. İkinci sınıfın yaz ayından itibaren analog makinemle yakın çevremdeki insanları yarattığım konseptler içerisinde fotoğrafladım. Modaya ilgimde o sıralar başladı. Aslında kafamda moda fotoğrafçılığı vardı fakat çekimlerimde styling işiyle ilgilenince ister istemez modayla uğraşmaya başladım. Bu sene de Bilgi Üniversitesi Moda tasarımı bölümünü tam bursla kazandım… Hem fotoğrafçılık, hem resim, hem de moda tasarımı ile ilgileniyorsun. Kendini en iyi hangisi ile ifade ettiğini düşünüyorsun? Neden? Üçü de benim için fazlasıyla önemli, buna cevap vermek gerçekten çok zor. Yine de bir seçim yapmam gerekirse belki resim diyebilirim. Nedeni gerçek resmin her zaman anlık bir şey olduğu düşünmem. Resim o anki tüm duygu yoğunluğumu, tüm gerçekliği ve olağan şiddetiyle kağıda aktarabilmemi sağlıyor. O anki tatmin duygusu gerçekten anlatılacak bir "şey değil. Fotoğrafçılık ve moda tasarımı zamana yayılması konuşulması, planlanması gereken daha uzun soluklu işler. Yani duyguyu istediğim gibi versem de yine de resimdeki o anlık tat olmuyor.
Fotoğraflarında Avrupa’daki katedrallerden ilham aldığını söylüyorsun. Katedrallerin seni etkileyen özelliği ne oldu? İlham aldığını düşündüğün başka neler var? Geçtiğimiz Mart-Nisan aylarında yeni tasarımlarım için konu arayışına başlamıştım. Evdeki eski Artist dergilerimde Gaudi’nin işleriyle ilgili bir makale gördüm ve çıkış noktamın Art Nouveau ve Gaudi olabileceğini düşündüm. Mimari yapılarla ilgili yeni bir araştırmaya başladığım bir gün Norveç’teki tapılası Nidaros Katedrali’ni gördüm ve kelimenin tam anlamıyla aşık oldum. İstediğim konu tam olarak buydu. Böylece Gotik Mimariye yöneldim. O dönem Reims, Orvieto ve Naval gibi Katedrallerin timpanumlarından tonozlarına kadar bulabildiğim tüm görsellerini inceledim. Yapılardaki ortak detayları kullanmaya çalıştım. Katedrallerin algıladığım esrarengiz duruşunu bozmadan kendi estetik anlayışımla modaya, klasik çizgisinin bir adım ötesine taşımaya çalıştım. Katedrallerin her zaman esrarengiz yapılar olduğunu düşünmüşümdür ve genel olarak detaylara önem veren birisiyim. Beni de bu yapılarda en çok etkileyen şey detay içinde detaya sahip olmalarıydı. Bunun dışında ilham aldığım çok daha farklı konular oldu. Örneğin geçen senelerde tasarladığım bazı işlerimde Ana tanrıça Kibele’den, Matador’a ve Kan kan dansına kadar çok çeşitli konuları işledim. İlham kaynaklarım o dönemki moduma göre değişiyor sanırım.. “Suretlerle Sohbet” adındaki ilk kişisel sergini 2012’nin yaz ayında açmışsın.
Sergide gördüğümüz çalışmalar nasıl bir sürecin ürünü? Bu süreç içinde seni en çok neler etkiledi? Yaptığım çekimlerde modellerimi normalde oldukları kişiliğin ötesine, benden bir yere götürmeye çalışıyorum. 2012’nin yaz ayı bu durumun had safhaya ulaştığı bir dönemdi. Sürekli belli konseptler oluşturup yakın çevremdeki insanları fotoğraflıyordum. Zaten ilham kaynağım Kibele, matador ve kan kan dansı olan tasarımlarımı da bu dönemde yaptım. Fakat sonuçlar beni yeterince tatmin etmedi ve aynı çekimi farklı bir mekanda tekrar gerçekleştirdim. Yine o yaz, fotoğraflarda modellerime yüklediğim cüretkar ruhları resme de aktarmaya karar verdim ve böylece 'Suretlerle Sohbet' in temelleri atılmış oldu. O dönem şu anki çalışmalarımda da etkisi görülen benli-
r es i m o an k i t üm d u y g u yo ğun l u ğ u m u , t üm g e r ç e k l i ğ i ve ol ağ an ş i d d et i y l e k ağ ı d a a kt a rab i l MEMİ SAĞLIYOR .
79
Koral Sagular, 'İsimsiz', Kağıt üzerine, suluboya, mürekkep, kurşun kalem ve pastel, 2012
Yarattığım karakterler türlü acılardan sonra halen haz peşinde koşan, basit şeyleri mutluluğunun odak noktası haline getiren gaziler.
ğini dilediğince yaşama ve dünyevi ıstıraplar konuları beni etkisi altına aldı ve kendimi bir anda seriye başlamış olarak buldum. Özellikle çizimlerimde, bahsettiğim konular fotoğraflara nazaran daha ağır basmakta. Sergideki işlerini anlatırken düşlerinde yarattığın karakterleri farklı bedenlere yüklediğin bir oyun olduğunu söylüyorsun. Bunu yaparken sergiye gelen insanlara neler hissettirmek istiyorsun? Bir çoğumuz bir şeylere sahip olabilmek için sürekli çalışıp didiniyor. İşinde daha iyi bir pozisyon, daha iyi bir araba, daha çok para… Bu yoğun tempoda insanın kendi için bir şeyler yapabilmesi tamamıyla bir lüks. Bu aslında insanın sürekli toplum tarafından 'bir şey' leştirilmesiyle ilgili. Olmadığımız karakterleri oynuyoruz, mecburmuş gibi. Toplumu oluşturan bu sofistike tiplemeler tarafından yokluğa sürüklenmenin ağırlığı ve çürüme hissi. Hür olmanın gerçeküstü bir durum olarak algılanması. Yarattığım karakterler türlü acılardan sonra halen haz peşinde koşan, basit şeyleri mutluluğunun odak noktası haline getiren gaziler. Bu bir diriliş. Kim olduğunu yeniden keşfetme çabası. Ben yarattığım bu karakterlerle insanların kaybettikleri özgürlükleriyle yeniden tanışmalarını istedim. İnsanların yaptığın işlere tepkileri genelde nasıl oldu? Açıkçası serginin olduğu dönemler gerçekten çok yoğundum. Çerçeve baskı ve diğer işler arasında mekik dokuyordum. Hazırlık süreci hızlı ilerlemek durumundaydı. Bu yüzden ne yalan söyleyeyim insanların yorumlarını tam olarak gözlemleme fırsatı
bulamadım. Fakat resimlerimin tamamına yakını satıldı ve sonrasında yeni talepler geldi. Bu da tepkilerin olumlu olduğunu gösteriyor sanırım. Şimdiki aklım olsa asla satmazdım. Bu konuda cidden çok pişmanım. Gelecekte olmak istediğin kişi nasıl biri? Kendini bir fotoğrafçı mı, ressam mı yoksa moda tasarımcısı olarak görüyorsun? Öncelikle sunu söylemeliyim ki üçünden de vazgeçmem imkansız. Üniversitede moda okumayı seçtim. Çünkü genel olarak mükemmeliyetçi bir yapım olduğundan sürekli yenileniyorum ve her zaman en iyisini arzuluyorum. Malum moda sektöründe 6 ayda bir koleksiyon sunma olayı olduğundan bu tempoya çabuk adapte olabileceğimi düşüyorum. Mezun olduktan sonra yapacağım koleksiyonları fotoğraflamak gibi bir hayalim olmuştur her zaman. Yine de kendimi tam olarak bir kategoriye sokmak istemiyorum. Tek düze şeyler yapmam imkansız. Her zaman yeniliğin peşinden koşarım. Belki bu üç dalı harmanlayıp deneysel bir şeyler yapabilirim. Çünkü yapmak istediğim her zaman algılanan moda anlayışının ötesinde oldu. İnsanların 2 sezon sonra modası geçti diye bir kenara attıkları tamamen boş bir tüketim nesnesi yapmak benim tarzım değil. Estetik açıdan gerçekten değeri olan, sanat boyutu ağır basan fütüristik işler yapmak hedefindeyim. Özgünlük benim için vazgeçilmez bir unsur, tasarımların satması tabi ki çok önemli fakat sadece piyasaya yönelik işler yapmak istemiyorum. İleride yapmak istediğin projelerin var mı? Bunu şöyle bir on yıl olarak değiştirsek? Üzerinde çalıştığım yeni bir polaroid serim var, ona devam edip yeni bir sergi açmak güzel bir fikir olabilir. Onun dışında şu an okuduğum okuldan mezun olduktan sonra her genç tasarımcı adayının da arzuladığı gibi kendi markamı kurmak yurtdışına açılmak isterim. Gelecekte yapacağım defilelerle ilgili şimdiden kafamda türlü fikirler uçuşuyor. Sabırsızlıkla beklediğim çok şey var. Tabi bunlar uzun vadede düşünülecek şeyler.
Son zamanlarda dinlediğin en iyi müzikler neler? Güne başlarken olmazsa olmaz dinlediğim parçalar vardır. Amy Winehouse’dan Wake up Alone ve I Heard Love is Blind bunlardan bazıları. Sarah Vaughan ve Dinah Washington vazgeçilmezlerimdir. Bunlardan farklı olarak son zamanlarda Portishead- Elysium ve Nobody Loves Me (live) dinliyorum. Bir de Flex 13’dan Give me Wings var tabi. Işık senin için ne ifade ediyor? İşlerinde gerçek ve mecazi anlamıyla ışığın yeri nedir? Gerçek anlamda günün ışığın yoğun olan saatlerinden pek fazla hoşlandığım söylenemez. Neden bilmiyorum ama gececiyimdir, karanlık bana her zaman daha cazip gelmiştir. Zaten tasarımlarımı ve resimlerimi Amy Winehouse ve Golden Virginia’m ile geceleri yaparım. İşlerimde kendi gerçeğimi ortaya çıkardığımı söylemiştim. Işık da işlerimde ortaya çıkardığım saklı karakterlerin gerçeğe dirilişinin bir nedeni olabilir. Aydınlanıp benliklerine uyanışları.
85
Pijama: Agent Provacateur Ayakkab覺: Louis Vuitton
KOVER STORY
JOANA KOHEN FOTOĞRAFLAR BEGÜM YETİŞ MODA EDİTÖRÜ CEREN ÇETİNOĞLU SAÇ TALAT KIVRAK / No.21 MAKYAJ MERT NAZLIM / KUM AJANS
Elbise: Peter Pilotto / Harvey Nichols Yelek: Martin Margiela MM6 / Harvey Nichols
YA RG IDAN H E R GÜN YENID EN D O G U YORUM Antwerp’de güncel sanat okuduktan sonra İstanbul’a taşınma kararıyla kendisi için önemli bir adım atan Joana Kohen, çalışmalarıyla dikkat çeken yeni nesil sanatçılardan. Lara Ögel, Ömer Ağustoslu ve Koray Zaim gibi isimleri bünyesinde bulunduran 2012 İstanbul künyeli sanatçı inisiyatifi Un-Known da Kohen’in son projelerinden. Ne olup bitiyor bir de kendisinden dinleyelim derken, kedisi Jethro kanepenin bir ucunda yoğun bir sohbete daldık Joana’yla.
RÖPORTAJ MÜGE TÜZER
S
iteni ilk açtığımızda karşımıza çıkan şey ''I make noise not art''. Bu durumda seni bir elektrik süpürgesinden ayıran ne? Bu cümle bir çeşit alçakgönüllülüğün
eseri mi?
Gürültü benim için sanattan daha yüksek bir mertebe. Güncel sanatın getirisi olarak sadece sanat yapmak yeterli değil aynı zamanda ses çıkarmak lazım. Sanatçının vücudu, kişiliği ve sosyalliğiyle çıkarması gereken bir ses. Beraberinde skandalı getiren bir ses, öyle ki kimine göre gürültü. Başıboş bir alçakgönüllülükten bahsedemeyiz kesinlikle. Making noise, gürültü değil de daha çok ses getirmek yani. Evet ama bu zorlama bir ses getirmek olmamalı. Sanatçının kendi oluşumunda kavrulan bir ses. Toplam bir gürültü. Negatif bir gürültü değil. Peki ses getirmenin yolu illa aykırı ya da provokatif olmak mı? Her şeye herkesin sahip olabildiği ekstrem bir devirde yaşıyoruz. Hayatın bu kadar ekstremlerde seyrettiği bir devirde sanat da durağan işler etrafında ilerlemiyor. Aykırılığı ve performansı destekleyen bir ortam var. Ben
de payıma düşeni alıyorum diyebiliriz. Ses getirmek için aykırı olmaya çalışmak çok yapay bir uğraş olurdu. Kendiliğinden gelişen bir durum bu. Peki provakatif olmak sanatçı sıfatını kazanmak için kestirme bir yol denebilir mi? Kesinlikle hayır. Çünkü aslında bu tutturması zor bir yol. İçten gelmesi lazım aykırılığın. Yoksa sanatçının sıfatını üzerinde taşıyamadığı komik bir durum ortaya çıkıyor. Senin aykırılığın da eserlerindeki çarpıcı cinsellik bu durumda? Ben otobiyografik çalışan bir sanatçıyım. Günün sonunda yaşadığım hayat da kadın olduğum gerçeğinden çok derin bir şekilde etkileniyor. Ben de bu etkileşimi olduğu gibi yansıtıyorum. Bu bazen korku, bazen ölüm, ya da tehlike veya cinsellik gibi bir sürü alt olguyu getiriyor beraberinde. Aykırılık için cinselliği seçtim de işliyorum gibi bir durum yok. Sabah gözümü açıp gece kapayana kadar ne yaşıyorsam onu görüyorsunuz eserlerimde. Kendimden uzaklaşıp akademik bir referans verecek olursam 70'ler sanatında gözüken feminizm diyebilirim. Cinselliğin sebebi aykırılık değil de doğallık, feminizm esintileri taşıyan bir
doğallık hatta. Senin için feminizm nedir? Joana Kohen usulü bir feminizm tarifi alalım senden. 21. Yüzyıl yoğunluğunu taşıyan bir feminizm değil kesinlikle. Günümüz feminizmi bana fazla agresif geliyor. Benim için kadınlık daimi bir esans ama üzerine savaşılacak bir toprak değil. Yok efendim sınırlarını sen belirlersin ben belirlerim, o benim şu senin. Bu tartışmalarda saf olmaktansa daha çok gözlemciyim. Benim usul feminizm biraz geride kaldı sanırım. 70ler, 80ler.
Se s g e t i r m e k için ay kı r ı ol m ay a çalış m ak ç ok yap ay bi r uğraş ol ur d u. Ken di l i ğ i nd e n gelişe n bi r dur um bu.
89
Freedom, a silk black dressed dipped in liquid polyester , 2013
"Ghost" acrylic,nails and giant scorpio taxidermy on canvas 120 cm x 80 cm dipytique, 2011
"Dışardan gözüken Joana çok daha maskeli ve zırhlı bir karakter... Articles of Necessity’deki Joana ise mahremiyetine önem veren bir Joana. İkisi de ben. İkisi de gerçek ve bir bütün."
1–2 pregnancy test dipped in polsyter, 2011
the hand dipped in polyester, 2013
"Broken", a porcelain plate installation, 2010
Bluz: Peter Pilotto / Harvey Nichols
"Ünlü olmak çok içi boş bir kavram değil mi? Amacım birilerinin hayatına dokunarak tarihte bir yer edinmek."
Eğer erkek olsan nasıl bir sanat yapardın? Eğer erkek olsaydım sanatçı olmayı tercih etmezdim. İddialı oldu bu. Sanatçı olmak sence abartılıyor mu? Patti Smith sanatla uğraşanların abartılı bir şekilde çok yüksek noktalara konduğunu düşünüyor mesela. Sanatçı dediğin hayatına çok arka planda başlıyor. Yeterince iyiyse de bir anda çok ön plana çıkıyor. Eğer günün sonunda yaptığı şeye de sahip çıkabiliyorsa fark edilmeyi hak ediyor. Bu fark edilme için abartı denemez. Her başarılı sanatçı ister sevilerek ister nefret edilerek olsun hak ediyor fark edilmeyi. O yüzden ne yazık ki sevgili Smith’e katılamayacağım. Bence sanatçılar çok yüksek noktalara konmuyor, hak ettikleri yerlere konuyor. Şayet yükseğe konmakta bir sakınca yok, ünlü olmak seni rahatsız etmezdi herhalde? Ünlü olmak çok içi boş bir kavram değil mi? Amacım birilerinin hayatına dokunarak tarihte bir yer edinmek. Bir jenerasyonun ya da akımın sesi olmak ister miydin? İstiyorum herhalde. Baksana derginin kapağına çıkmayı kabul ettiğime göre... Kapak sayesinde bu sayıdaki içeriğin sesi oluyorum diyebiliriz. Sence biz kapağa neden seni koyuyoruz? Yaptığım işin yüzü olmaktan gocunmadığım performans ağırlıklı bir sanat anlayışım var. Yargılanmaktan korkmuyorum. Yargıdan her gün yeniden doğuyorum. (Gülerek) Umarım bu yüzden koyuyorsunuzdur... Bir jenerasyonun sesi olmak biraz da idolleştirilmek aslında. Marina Abramovic Floransa Bienalinin açılışındaki manifestosunda ''An artist should not make themselves into an idol'' açıklamasında bulunuyor. Çünkü idolleştirilmek beraberinde yanlış anlaşılmayı getiriyor. Yanlış anlaşılmaktan korkuyor musun? Öncelikle Marina Abramovic bu açıklamayla kendi tezini çürütüyor. Kendisi şu an en
idolleştirilen sanatçılardan bir tanesi. Ama soruya ve haliyle bana gelecek olursak, bundan birkaç sene sonra kütüphaneden bir kitap alındığında içinde yanlış tanımlanmış bir Joana görmek istemem. Ama bunu da ben kontrol edemem. Zamanla kimliğim yolunu bulacaktır diye düşünüyorum. Yanlış anlaşılmak demişken, Janet videosu hakkında ne söylemek istersin? Bu video ilk karşıma çıktığında bu kadar ciddiye alındığımı ve işlerimin bu kadar dikkat çektiğini bilmiyordum. ‘‘Demek ki doğru bir şey yapıyorum, böyle bir video hazırlandı’’ diye düşündüm. İster sevilerek ister nefret edilerek olsun, ses getirebilmiştim. Hazırlayana da buradan çok teşekkür ederim o video sayesinde çok iyi koleksiyonerlerin arşivlerinde yer alabildim. Articles of Necessity’le ilgili bir sorum var. Çok daha içsel bir Joana var bu işlerde. Halbuki dışardan çok sert ve dominant bir resim çiziyorsun. Bu çelişkiyi açıklar mısın? Hangisi gerçek sen? Ya da ikisi de mi sen? Dışardan gözüken Joana çok daha maskeli ve zırhlı bir karakter. Ama bu olmayan bir karakter de değil. Özgür ifademi sunmama destek olan karakter. Articles of Necessity’deki Joana ise mahremiyetine önem veren bir Joana. İkisi de ben. İkisi de gerçek ve bir bütün. Benimle tanışan herhangi biri ikisini de aynı zamanda gözlemleyebilir. Son olarak azınlık olmaktan bahsedelim. Kimlik olarak kadınlığın öne çıkıyor. Azınlık olmak karakterine daha az dokunan bir sıfat mı? Daha az dokunan bir sıfat demem azınlık olmak için. Adımı duyanların sorduğu ilk soru "nerelisin abla?". (Gülüyor) Yok sayılacak bir tepki değil bu... Ama ben de bu topraklarda yaşayan herkes kadar Türküm o yüzden öncelikli bir hissiyatım yok azınlık olmak konuda.
97
meltem ş ah İn
RÖPORTAJ MERT GÜMREN FOTOĞRAFLAR CAN KOÇAK
Otoportre, 35 x 50 cm, tuval uzerine akrilik, Ankara 2012.
meltem sa h in
Eğer 5 ile 9 yaşları arasındaysanız Meltem'in çizimlerini görmüşsünüzdür. Alışılmış çocuk kitaplarının sevimli, renkli ve büyük gözlü karakterlerinin aksine, onun çizimleri pek de renkli sayılmaz. Sanırım aynı şeyi büyükler için de düşünüyor olmalı ki, kalıplaşmış Nasreddin Hoca figürünün aslında gerçeğini yansıtmadığını söylüyor. Bilkent Grafik Tasarım Bölümü'nü birincilikle bitiren Meltem, anonim olarak 5 farklı eserle katıldığı İzmir Caz Festivali poster tasarım yarılmasında ilk beşe seçilen beş eserin de sahibi.
1989’da Marmaris’de doğan Meltem, Bilkent Grafik Tasarım Bölümüne yetenek bursuyla birinci olarak girdi. Okul yıllarında freelance olarak Trendsetter ve Psikeart dergilerine illüstrasyon hazırladı. Trendsetter dergisinin Aralık 2008 sayısına harika çocuk olarak konuk oldu. 18. İzmir Avrupa Caz Festivali Afiş Yarışması’nda birinci oldu. Canlandıranlar ‘İSTANBUL’ konulu kısa film yarışmasında grubuyla, sinopsis ve karakterin fotoğrafıyla seçildi. Çocuk edebiyatı ve yayıncılığı alanında en önemli küresel etkinliklerden biri olan İtalya’daki Bologna Çocuk Kitapları Fuarı, 3 bin başvuru arasından seçtiği tek Türk sanatçı olan Meltem Şahin’in Nasreddin Hoca illüstrasyonlarını sergiledi. Can Çocuk Yayınları için Masal Koleksiyoncusu adlı Nihan Temiz’in hikayesini yazdığı kitabı resmetti. 2012 yılında bölüm ve fakülte birincisi olarak mezun oldu. Freelance olarak çalışmakta olan sanatçı, Garanti Bankası, Turkcell ve Kuru Kahveci Mehmet Efendi için illüstrasyonlar hazırlamış ve Bant dergisinde de çalışmaları yayınlanmaktadır. “Türklerde Evrenin Yaradılışı” ve Nasreddin Hoca’nın “Mum Işığı” adlı iki illüstrasyon kitabı basım aşamasındadır.
I
lk ne çizdin? Neden çizdin ya da?
Çocukluğumdan beri çiziyorum. 4-5 yaşıma ait çizimlerim var. Uzaylılar çizmişim, mor güneş falan var. Rüyalarımda gördüğüm şeyleri çiziyorum. O yüzden resim hayatımda çok önceden beri vardı, ortaokulda kurslara gitmeye başladım. O zamanlar sürekli değişiyordu tarzım. İlk regl olduğumda erotik çizimler yapmaya başlamıştım. Koca memeli kadınlar, genital bölgelerinde patlamalar olan kadınlar... Çok komikti o dönem yaptığım şeyler. Daha sonra daha karamsar, karanlık kızlar yapmaya başladım. Yavaş yavaş tarzım oluşmaya başladı. Peki ailen seni resim çizmen için teşvik etti mi? Resim okumak istiyordum, onlar da “bir mesleğin olsun grafik tasarım oku” diyorlardı. Ama grafik tasarım okuduğum için gayet mutluyum. Kompozisyon açısından kendimi geliştirdim, bilgisayar ile alakam yoktu, programlar öğrendim. Tipografi öğrendim, bunlar bana katkıda bulundu. Sadece resim okusaydım bu kadar bilgim olmayabilirdi.
Evin neresinde çalışırsın? Ya da dışarıda çalışmak istediğin zaman nereye gidersin? Genelde freelance çalıştığım için evde oluyorum. Arada bir eskiz yapacağım zaman park ya da kafeye gidiyorum. Genelde elle çalışıyorum, suluboya ya da yeni baskı teknikleri deniyorum, o yüzden evde çalışmak daha iyi oluyor. Ben kalabalık ortamlardan hoşlanırım, o yüzden kalabalık evlerde kalıyorum. Başka insanlar kendi işleriyle uğraşırken kendi işimi yapmak rahatlatıyor beni. Sabit bir masam olması gerekiyor. Herhangi bir resme ya da projeye başlarken neresinden başlayacağına nasıl karar verdiğini merak ediyorum. Örneğin bir kağıdı önüne aldığında, resme ya da illüstrasyona neresinden başlarsın? Bir adam çizeceğin zaman ilk gözünü mü çizersin mesela? Aslında doğru olanı ilk önce bir outline çizip daha sonra detaya girmek. Genelden özele gitmek gibi. Ama ben hep kaşından gözünden ayağından falan başlayıp resmi tamamlıyorum.
101
Nasrettin Hoca’nın orjinal hikayeleri Pertev Nail Boratov tarafından yazılmış küfürlü ve seks içeren hikayelermiş. Türkiye’de çocukları eğitmek için Nasrettin Hoca’yı baştan yaratmışlar. Adamı olmadığı biri gibi göstermişler.
Tarzını hangi ülkenin tarzına benzetirsin? Açıkçası şu an benim oluşmuş bir tarzım yok. Bunun olmaması hoşuma gidiyor. Geliştiğimi gösteriyormuş gibi geliyor. Çünkü oturmuş bir üslubun olunca tıkanmış oluyorsun. O yüzden sürekli farklı tarzlar deniyorum. Ama genel olarak hepsinde bir renk skalam var. Çok aydınlık ve sevimli şeyleri sevmiyorum, çocuk kitabı yapıyor bile olsam. Çünkü Türkiye’de çocuk kitapları illüstrasyonunda belirli bir üslup gelişmemiş, Türkiye bu konuda inanılmaz eksik. O yüzden Türkiye'’de çocuk kitabı denince editörlerin aklına kocaman gözlü sevimli büyük kafalı ince boyunlu insanlar geliyor ve bunu kırmak da çok zor oluyor, her seferinde sıkıntı yaşıyorum. Birkaç tane yayın eviyle bu yüzden anlaşamadım. Yaptığım şeyleri yeterince sevimli bulmadılar. Fakat ben onların düşündüğünün tam tersine, sevimli ve tekdüze karakter çizimlerinin çocukların yaratıcılığını öldürdüğünü düşünüyorum. Türkiye’yi illüstrasyon ve çocuk kitapları illüstrasyonu bakımından nasıl buluyorsun?
Türkiye’de hiçbir üniversitede illüstrasyon bölümü yok. O yüzden Amerika’da illüstrasyon okuyup, Türkiye’de illüstrasyon bölümünün açılması için çalışmak istiyorum, çünkü Türkiye illüstrasyon konusunda çok geride. Mesela Bologna’daki Çocuk Kitapları Festivalini’nde her ülkenin kendi standı vardı, hatta ülkenin içindeki yayınevlerinin ayrı ayrı stantları vardı. Fakat Türkiye’de çok az illüstratör ve çocuk kitabı olduğu için bizim bir tane standımız vardı. Ve bu stanttaki kitapların çoğu dini kitaplardan oluşuyordu. Hatta oradakiler benim Nasrettin Hoca çizimlerimden birinin çıplak oluşuna tepki gösterdiler. Mesela biri, “Hikayede aslında Nasrettin Hoca çıplak değildi, sen bunu nereden çıkardın?” dedi. Halbuki Nasrettin Hoca’nın orijinal hikayeleri Pertev Nail Boratov tarafından yazılmış argo ve cinsellik içeren hikayelermiş. Türkiye’de çocukları eğitmek için Nasrettin Hoca’yı baştan yaratmışlar. Adamı olmadığı biri gibi göstermişler. Nasrettin Hoca illüstrasyonları için bir yayıneviyle çalıştın mı? Hayır o benim okul projemdi. Proje için yaptığım işleri yarışmaya gönderdim. Daha
sonra Can Yayınları’ndan belki bir kitap çıkacaktı, ama sonra vazgeçildi. Okuldan mezun olup iş hayatına atılmış, çeşitli şirketlere iş yapıp profesyonel olarak para kazanıyorsun. Müşteriler seni çok kısıtlıyor mu? Oldukça kısıtlayıcı olabiliyorlar, evet. Mesela bir şirketle çalışırken benden mağara adamı çizimleri yapmamı istediler. “Şöyle bir şey olsun” dediler. Ben o sırada animasyon için illüstrasyonlar yapıyordum. Üç karelik titreyen animasyonlardan. Ben de bana gösterdikleri gibi, kendi tarzımda bir çizim yaptım. “Yok, yeterince bizim istediğimize benzememiş” dediler. Bir daha çizdim, yine aynı şeyi söylediler. En sonunda patronum “aynısını çiz” dedi. Sonunda aynısını çizdim, ve onaylandı proje. Bu yüzden reklam işlerini bıraktım, çünkü bana para dışında pek bir şey katmadığını anladım. Bir de ismimin bu tarz işlerle anılmasını istemiyorum. O yüzden daha serbest projelerle uğraşmaya çalışıyorum. Çeşitli ajanslarda çalıştıktan sonra Ankara’ya taşındım, ve kendime ait projeler yapmak istiyorum.
103
Sağda: "Girl and Deer", 21 x 30 cm, karışık teknik, Ankara 2008 Solda: Gelmeyen Ziyafet, 20x40 cm karışık teknik, Ankara 2011
Çocukların psikolojilerini öğrenmek için, kreşlerde çocuklara resim dersi vermek istiyorum. Çocukların hayal gücünden, düşünce yapılarından, tarzlarından bir şeyler alabilirim gibi geliyor.
Biri sana belirli bir konu verdiğinde onu resme dökmeyi mi daha çok seversin yoksa içinden geldiği zaman resim yapmayı mı? İkisinden de ayrı ayrı çok keyif alıyorum. Zaten oturup kendi kendime yaptığım resimler daha deneysel oluyor. Bir yandan da sınırları çizilmiş projelere okuldan alışığım. Bazen sınırları olması da hoşuma gidiyor, sanki onun içinde yaratıcılığımı test etme fırsatı buluyorum. Aydınlanmanı sağlayan, yaptıktan sonra “bakış açım değişti” dediğin bir iş ya da proje oldu mu hayatında? Saeed Ensafi beni çok etkiledi. Kendisi İranlı; dünya çapında bir küratör, illüstratör ve güncel sanatçı. Bana Bilkent’te öğrenmediğim birçok şeyi öğretti. Çünkü Saeed’in stüdyosunda meditasyon yapar gibi çalışıyorduk. Minimal bir stüdyoydu, her şey bembeyazdı. Sakin sakin, ve düşüne düşüne çalışırdık, masanın üzeri bomboş olurdu.
Ne zaman oluyor bu? Geçen sene Çengelköy’de onun stüdyosuna gidiyordum. Karı koca ikisi sanatçı, çocuk kitapları illüstrasyonu yapıyorlar. Onlarla birlikteydim uzun süre. Onlar beni çok geliştirdiler, düşünce yapımı değiştirdiler. Hassasiyet olayı Saeed’in sürekli söylediği bir şeydi. Şöyle derdi “Cocuklar gibi çizeceksiniz, büyükler gibi düzelteceksiniz.” Belki de bu yüzden çocukların psikolojilerini öğrenmek için, kreşlerde çocuklara resim dersi vermek istiyorum. Çocukların hayal gücünden, düşünce yapılarından, tarzlarından bir şeyler alabilirim gibi geliyor. Çünkü çocuklar daha deneysel şeyler yapıyorlar. Mesela Can Yayınları’nda spesifik olarak farklı yaş gruplarındaki çocuklar için illüstrasyonlar istiyorlar. Onların arasındaki ayrımı bilmek gerekiyor. İşverenler yaş grupları arasındaki farkı hemen anlayabiliyorlar mı? Evet onlar artık ustalaşmışlar. Erdal Öz’ün eşi Samiye Öz ile çalıştım.. Kendisi Can Çocuk’un başında, o bana anlattı. Çocuk
kitaplarında şöyle bir şey var: 3-4 yaşından başlayarak 9-10 yaşına gittikçe daha gerçekçi olmaya başlıyor illüstrasyonlar. Hayal gücü kısıtlanıyor, daha gerçekçi tipler daha büyük karakterler oluyor. Çocukların yaşları küçüldükçe renkler daha çok patlıyor, daha soyut şekiller oluyor. O yüzden daha küçük yaşlar için çizimler yapmak, her çocuk kitabı illüstratörünün daha çok yapmak istediği bir şey. Çünkü daha serbest olabiliyorsun o zaman. Bir de 3-4 yaşta “bu siyahtır” “bu elmadır” gibi anlatımlar oluyor. Çocukların yaşları büyüdükçe sosyallik girmeye başlıyor işin içine. Aşk ve sevgi konularını anlatan kitaplar artıyor. 9-10 yaşına geldikçe macera konusu öne çıkıyor. En sevmediğin röportaj sorusu nedir? En sevmediğim soru galiba “Sana ilham veren şey nedir?”. Sürekli sorulduğu için sanırım. Bir de “En sevdiğin ressam kimdir?” tarzı soruları da sevmiyorum. Benim hiç bir zaman “en sevdiğim” bir şey olmamıştır. O zaman şöyle soralım. Mesela bir kişi-
Meltem Şahin 2012 İzmir Caz Festivali Afiş Tasarımı
Kumdan Kütüphane, 35 x 50 cm, akrilik kağıdı üzerine akrilik, Ankara 2013
Elle baskı yaparken, elimde olmadan, kazayla bazı şeyler ortaya çıkabiliyor. Kazayla ortaya çıkan şeyler bazen benim çok hoşuma gidiyor.
den ziyade, bazen sabah erken kalkmak bile ilham verici olabilir. Seni illüstrasyon yapmaya teşvik eden bir olay var mı mesela?
ait, bağımsız çalıştığım bir illüstrasyon serisi yapmayı da planlıyorum. Bunlar dışında bu aralar Sabitfikir ve Peyniraltı Edebiyat dergilerine illüstrasyonlar hazırlıyorum.
Lisede mesela acı çektiğim ya da depresyona girdiğim zamanlarda çok resim yapardım. Bir rahatlama yolu olarak görürdüm. Bu işi akademik olarak yapmaya başladıktan sonra ise, duygularım veya sosyal çevreyle ilişkim olmaksızın kendimi daha profesyonel anlamda motive edebilmeyi başarabildim.
Çizdiğin şeyler kafanda canlandırdıklarına ne kadar benziyor?
Çizim yaparken bilgisayarı kullanmayı seviyor musun? Çizim yaparken hayır, fakat daha sonra düzenlemek için kullanıyorum. Peki bundan hoşnut musun? Hiç kullanmama ihtimalin olsa kullanmaz mıydın? Her şey elle yapılsa daha mı iyi olurdu sence? Öyle bir düşüncem yok. Fakat elle baskı yaparken, fark etmeden, kazara bazı şeyler ortaya çıkabiliyor. Kazara ortaya çıkan şeyler bazen çok hoşuma gidiyor. Bu rastlantısallığı bilgisayar ortamında yakalamak neredeyse imkansız oluyor. Sadece yaptığım işlerde ufak oynamalar yapmak, ya da yanlışlarımı kapatmak için kullanıyorum. Fakat bazı reklam projeleri için tamamen vektörel çizimler de yaptım. Şu an yanında lisedeki Meltem olsa ona ne dersin? Şunu yapmasaydım dediğin bir şey oldu mu? İyi bir yolda olduğumu düşünüyorum. Bir tek Erasmus’a gitmedim, ona biraz pişmanım. Şu anda nelerle uğraşıyorsun? En son Amerika’daki bir mimarlık şirketi için yeni yıl kartları tasarladım. Yakında bir kreşte çalışmaya başlayacağım. Kendime
Genelde hiç bir zaman aynısı olmuyor. Ama modunu tutturmaya çalışıyorum. Genelde bir mod, bir duygu ya da bir an hayal ediyorum. O anı yakalamaya çalışıyorum, yakalayabildiğim kadar. Bazen dediğim o kazalar sayesinde beklediğimden daha iyi sonuçlar çıkabiliyor. Peki sana mutlu olmak mı yoksa mutsuz olmak mı daha güçlü bir duygu gibi geliyor? Çizim yapacağın zaman mutlu olduğunda mı mutsuz olduğunda mı daha iyi çizersin? Çocukluğumdan beri aldığım resim eğitimini bir çok noktada fazla sınırlayıcı buluyorum. Bazen çalışırken bu kalıplaşmışlıkla yüzleşmek can sıkıcı olabiliyor. Yani mutluluk veya mutsuzluktan ziyade kendimi rahat bırakabildiğim kadar iyi, daha doğrusu etkili çizebildiğimi düşünüyorum.
107
“FIVE WORDS IN GREEN NEON” “FIVE WORDS IN GREEN NEON” yani “Yeşil neon ile beş kelime”. Siz bunu okurken, Amerika’da bir müzenin duvarını süsleyen Kosuth eserinde yazan kelimeler özünde bu kadar basitti. YAZI HAZAL ILGIM ÇELİK 1965’te yapıtı hazırlarken aklına gelenleri tahmin etmek şu noktada imkansız olsa da sadeliğinin cazibesine kapılmakta hala özgürüz. Aslında bir piponun yalnızca bir pipo olabileceği bu evrende bizim her şeyi daha da karıştırma eğilimimizi açıklama görevi bize düşüyor. Ben yeşil neonu düşünürken, ilk etapta anlatılanların asla bu beş kelimeden ibaret olamayacağını iddia ediyor, simültane olarak kafamda hepsi birbirinden çok farklı milyonlarca soruya cevap arıyorum mesela. Elmayı hiç tatmamış olsam eksikliğini ne ile kapatırdım veya sabah içtiğim kahve niye bu kadar kötüydü? Ya da ben bu satırları karalarken yanımda içkisini yudumlayan kızın hikayesi ne? Bana bu noktada düşen şey ise kafamızdaki karışıklar için kaosun en büyük sorumlusu olan şehri eleştirmek veya herhangi bir filmden ilham verici olarak görülebilecek bir kareyi anlatarak soyutlanmanızı hatta inzivaya çekilmenizi salık vermek değil. Hat-
ta bu konuyu irdelemek için sizi Freud’un ofisinde bir koltuğa davet etmek istesem de onu bile yapamıyorum. Hem gerçekçi olalım günümüzde yaşasa, büyük profesörden randevu almamız minimum üç aya tekabül edecekken, ona kendimize en yakın hissettiğimiz an kişisel gelişim kitapları reyonundan son eserini alırken olacaktı. Her gün binlerce insanla karşılarken umudu kendini kanıtlamış tek insanda aramak geçen yüzyıla yakışan bir adımdan fazlası olmayacağını da kabul etmek için geç kalmış sayılmayız. Bahsettiğim kızın geleceğin Bukowski’si olmayacağını nereden bilebilirdim mesela? Düşündükçe kafamızdaki sorular rakamsal olarak artmaktan ve kendi içlerinde evrimleşmekten vazgeçmiyor. Listenin sonuna eklenen her yeni soru ise kendi içinde büyüyüp kafamızın hatırı sayılır bir kısmını işgal edecek boyutları zorlayabilme seviyesine ulaşıyor. Biz ise bütün her şey kendi düşünce sistemimizde sorgularken, hem biz hem de
ister istemez oluşturduğumuz manifestomuzu şekillendiriyoruz. Buradaki ihtiyacımız ise gelenekselliğin buyurduğu kâğıt ve kalemden çok, ekran görüntüsü aldığınız Instagram fotoğrafları, sinirli iken ağzınızdan çıkan bir söz veya internet tarihinden asla silinmeyecek belgelerden oluşuyor. Şehrin her sokağında ve insanında sen onu istemsiz olarak büyütürken, o sizin bilincinizden beslenip kendini rahatlıkla dışa vurabileceği anı bekliyor. Dünya kendi hızında dönerken, ışığınki ile yarışmaktan vazgeçip yavaş bir yaşam arzulayanlarımızdan olduğunuzu fark ettiğiniz anda ise attığın ilk adım yeşil neonla yazılmış beş kelimeyi o haliyle bırakıp altına bir kaç satır daha eklememekten geçiyor. Bunu yaparken, ya da en azından bunu yapabilmenin hayalini kurarken ise kulağınızda Darkside’dan Psychic olsun. Belki dilediğiniz yavaşlığı burada bularak başlarsınız.
Özgün Kılıç
ÖzgÜn kılı Ç Sabancı Üniversitesinde Görsel İletişim ve Tasarım okuduktan sonra Kartoffel Design Collective adı altında kendi stüdyosunu kuran Özgün Kılıç bir süredir Londra semalarında animasyon okuyor. Renklerini ruh halinden alan, arayışlarını farklılıklarda bulan, ışıkla oynamaktan zevk alan ve onu bütün anılarıyla birleştirerek yeni işler yaratan Özgün Kılıç ile tehlikeli ama tatlı bir röportaj yaptık. OnuTate Modern’e taşıyan projesinden, yer değiştirme aşkından ve yaratım sürecinden bahsettik.
RÖPORTAJ ECE PEKBAŞARAN
Özgün Kılıç neler yapıyor şu an?
Nasıl bir başarı getirdi Floe?
Şu an Londra Royal College of Arts’da animasyon yüksek lisansı yapıyorum. Daha önceleri interaktif medya alanında ilerlerim diye düşünüyordum, fakat gördüm ki interaktif medya gittikçe fütürist ve insanlar tarafından abartılan bir hale geliyor, ben de hikaye anlatmayı daha çok seviyorum; animasyona yöneleyim dedim. Burada da el işine verilen önem sayesinde, bilgisayarımı bir kenara koyup önümdeki materyallerle çalışma imkanı buldum. Bu durum beni daha ayık ve üretken bir insan haline getirdi. Fiziksel ortamda yeni projeler geliştirmeye başladım. Artık sürekli bilgisayarımın başında değilim.
Floe Tate Modern’de sergilendi. Açılışta ‘‘daha ne isteyebilirim ki’’ diye düşündüm. Ben İstanbul Modern‘e sadece gezmeye gitmiştim mesela, orada bir işimin sergileneceğini hayal dahi edemezdim. Sanıyorum kendime olan güvenim çok daha düşük bir seviyedeydi buraya geldiğimde. Artık her şey mümkün gelmeye başladı, biraz da bunun için Londra’ya geldim zaten.
Epey farklılık var tabii orayla burası arasında. İngiltere’nin farkı; ne yaparsan kabul edilebilir bir yanı oluyor. Mesela tutarlı bir çöp adam karakteriyle çok iyi bir animasyon yapabilirsin ve o çöp adamla BAFTA’yı kazanabilirsin. İstanbul’da böyle bir ödev teslim etsen okulun birkaç sene uzar muhtemelen. İki şehir ve insanları arasında çok büyük ve doğal farklılıklar var. Okul bitince ne olacak? Bir resim var mı aklında? Master bittikten sonra en azından bir sure daha Londra’da kalmayı düşünüyorum. Şu anda birlikte çalıştığım 4 kişilik bir ekibim var biri Fransız biri Avusturyalı diğeri de Amerikalı, adeta fıkra gibiyiz. Onlar ile geçen sene yaptığımız “Floe” adlı bir projemiz oldu. Floe’nin getirdiği başarının ardından birlikte devam etmeye karar verdik.
Floe nedir peki? Ben biraz baktım ama kafamda çok farklı şeyler canlandı. Siz ne amaçla yola çıktınız? Nasıl tepkiler aldınız? Floe farklı yüksekliğe sahip silindirler üzerine eşit boyda dikdörtgen prizmalar ve bu prizmaların üzerine yapıştırılmış “glass confetti” denilen ince cam katmanlardan oluşan kinetik bir heykel. Heykelin hareketi de doğada gördüğümüz, her birimizi heyecanlandıran basit dalga hareketlerinden esinlenerek tasarıma entegre edilmiş bir hareket. Özellikle Tate Modern’deki sergide çok komik tepkiler aldığımız oldu. Hafif içkili olduğunu düşündüğüm bir kız vardı ziyaretçiler arasında. Yanımıza geldi, projeniz çok hoşuma gitti, kediye benzettim ben bunu uzaktan da okşamaya geldim dedi. Sanırım uzaktan bakıldığında heykelin cam katmanları arka arkaya geldiğinden, cam sertliğini büyük oranda yitirip aksine pamuk gibi, yumuşak görünmeye başlıyor. Dolayısıyla uzaktan gören herkes dokunmak için projeye yaklaşıyor, yeterince yaklaştıklarında da bunun biraz tehlikeli bir hareket olacağını anlıyor. Aslında hedeflediğimiz de bir nevi izleyiciyi
teşvik ettiğimiz bu basit yaklaşma ve uzaklaşma hareketiydi. Canlı bir organizma gibi görünüp kendine çeken fakat yaklaşılınca dokunulmaması gereken bir sanat eseri olduğunu belli eden bir obje yaratmak... Amacına ulaştı sanırım. Sende nasıl bir his uyandırdı? Bu aralar sanırım benim de ruh halimden olsa gerek bana bu biraz cinayet aracı gibi geldi. Floe ile birini öldürebilirim sanırım. Bana biraz vahşi ve tehlikeli göründü. Çok saf görünmesine karşın çok tehlikeli… ama kesinlikle kedi değil! Gerçekten tehlikeli olduğu doğru, evde iyice sarıp sarmalayıp bir köşeye koyduk. Özellikle bu aralar ev arkadaşımın da ruh hali pek iyi diyemem, geçen gün ona da söyledim; “İstersen Floe bir süre benim odamda dursun ne olur ne olmaz” diye… tatlı bir cinayet aracı olarak kalmasın sonra.
Ş u a n da b İ r l İ k te ça lı ş t ı ğ ı m 4 k İ ş İ l İ k b i r ek İ b i m v ar b İ r İ f r an s ı z b İ r İ a vus t ury al ı d i ğ e r İ d e a m e r i k al ı , a d et a u f ak b i f ı kr a g i b i y i z .
113
Floe, (collaborative work by Meira– interactive kinetic glass sculpture), 2013
Floe, (collaborative work by Meira– interactive kinetic glass sculpture), 2013
"Curious Hands", Interactive Sound Installation/Sculptural Instruments
Circles, stop motion, 2012
Canlı bir organizma gibi görünüp kendine çeken fakat yaklaşılınca aslında galeride ortamındaki dokulmaması gereken bir sanat eseri olduğunu belli eden bir obje yaratmak... Seninki gibi bir tepki almamıştık ama tanıtım videosu projede vermek istediğimiz mesajdan çok daha farklı bir mesaj veriyor. Video yüzünden işi görmeyenler iki farklı şekilde yanılgıya düştüler; birincisi çok karanlık ve ciddi bir eser sandılar ikincisi de işin ebatlarının çok büyük olduğunu düşündüler. Oysaki Floe 40 cm eninde bir obje. Hatta öyle ki galeriye gelen sanat yatırımcıları “Biz Floe’yu kocaman bir eser sanıyorduk saatlerdir mekanda onu arıyoruz” dediler. Biz bütçe sorunları nedeniyle küçük boyutta yapmayı tercih etmiştik. Tate Modern sergisi sayesinde kendimize bir sonraki versiyonunu yapmak için sponsor bulduk. Yakın zamanda, diğer projelerin yanı sıra, bunu da gerçekleştireceğiz. Ben de tam bu noktaya değinecektim. Floe’yu bir şehre büyük boyutta koyacak olsan nereye koyardın? Sanırım halka açık bir yere asla koymazdım. Hem işe zarar gelmemesi hem de dokunmaya çalışan birçok kişi olduğu için. Hatta sergi esnasında yaklaşan bir ele son anda vurup dokunma dediğimi hatırlıyorum. Galeride bu gibi durumları engellemek nispeten kolay ama halka açık bir yerde gecenin bir vakti sarhoşun teki üzerine atlar sonra bizim başımıza iş çıkar. Tehlikesini bir kenara bırakırsak Floe’yu, sudaki dalga hareketinden esinlenen bir hareketi olduğu ve üzerindeki cam kısımlar da su yüzeyinde serbest yüzen buzul parçalarını çağrıştırdığı için, ait olduğu yere, denize bırakmak güzel olurdu. Sanırım onu yaşanmayan adalardan birine bırakmak isterdim. Kesinlikle suya yakın olmalı. Floe interaktif bir proje değil yani? Aslında interaktif bir proje. İnsanlar uzaktayken Floe oldukça yavaş hareket ediyor hatta neredeyse sabit ve ışığı çok kuvvetli. Bu dikkat çekmesi için. Daha sonra insanlar yaklaştığında ise hareketi hızlanmaya başlıyor, ışığı hafif azalıyor. Daha canlı ve organik bir hale geliyor. Floe bir yana, yer değiştirmeyi seviyorsun diye duydum…
Küçüklüğümden beri çok fazla ev ve okul değiştirdim. Yerimde duramıyorum. Sürekli yeni bir yere gitmeyi, orada gelişigüzel bir şekilde insanlarla tanışıp o insanlarla neler yapabileceğimi düşünüyorum. Sadece iş olarak da değil, paylaşma amaçlı bir durum bu. Zamanı en iyi şekilde değerlendirme isteği belki de... Beklenmedik bir his gelip beni dürtüyor ve şuraya gidiyorum deyip biletimi alıyorum. Tek başıma İzlanda’ya gittim böyle, orada bir çalışma kampına katıldım. Şu an kuzey ve kuzeyle ilgili her şeye hayranım. Yakın zamanda Norveç’e Lofoten Adası’na gideceğim kuzey ışıklarını izlemeye. Eminim döndüğümde yapacağım işlerde de bu gezinin etkisi olacak. Sana ilham veren şeylerden bahsedersek… Bu benim de sürekli sorguladığım bir konu. Ne kadar net anlatabilirim bilemiyorum ama deneyeyim. Yaşadığım yerler mesela. Sabancı’yı kazandığımda ağabeyim de orada okuyordu ve babamın iş yeri de Sabancı’ya oldukça yakındı. Biz de şehrin o izole kısmına taşındık. Şimdi düşününce evden okula giderken geçtiğim yedi sekiz kilometrelik yolun hayatımdaki etkileri çok fazla. O yolun kenarında çok geniş tarlalar vardı. Arada koyun sürüleri geçerdi, kenara çeker beklerdim. Dersime geç kalmıyorsam inip sohbet ettiğim çoban bir çift vardı hatta. Son fotoğraf projelerimden çoğunu o peyzajda yaptım. O yolda geliyordu fikirler aklıma. Hatta hala İstanbul’a ziyarete gittiğimde düşünmek, kafamı açmak için o yola sapıyorum bilerek. On dakikada aklıma gelen her şeyi not ediyorum daha sonra kullanmak üzere. Mesela Londra’ya geldiğimde gerçekleştirdiğim stop motion projem Circles var, o da tamamen günlük sıkıntılı hallerimden ve anlarımdan ilham alan dairesel hareketlerden oluşuyor. Circles’dan konuşalım biraz. Circles’la uğraştığım dönem sürekli evde kahvemi karıştırıyor ya da sokaklarda dönüp dolaşıp kayboluyordum. Gezmeye geldiğimde hakim olduğum şehirde yaşamaya geldiğimde kaybolmaya başlamıştım. Daha fazla odaklandığım için kafam karışmaya başlamıştı. Sanki etrafımdaki her şeyi tekrar tekrar görüyormuş gibi hissediyordum. Circles da böyle bir loop’tan ortaya çıktı. Evimin 100 metre ilerisinde farklı ülkelerden gelen duvar kağıtlarını satın alabildiğim çok güzel bir dükkan vardı. Bu dükkandan aldığım kağıtlar üzerinde çalıştım. Gördüğüm objeleri kağıtlar üzerinde on ikişer frame’de 360 derece dönüş yaparken çektim. Çekim esnasında kullandığım kağıtların renkleri harika olmasına rağmen, -o dönemdeki ruh halimden olsa gerek- son render’da siyah beyaz fikrinin projeyi daha iyi bütünlediğine karar verdim, videoyu desatüre edip son haline getirdim.
Projelerinden etkilendiğin oluyor mu peki?
sanatçılar
Theo Jansen! Yaptığım tüm projelerde en büyük ilham kaynaklarımdan bir tanesi bu adam. Hollanda’da deniz kenarında atölyesi var. Rüzgarla hareket eden dev yaratıklar yapıyor (Strandbeast). Doğanın ona sunduğu materyallerle, organizmalarla inşa ediyor heykellerini. Biz de Floe’yu yaparken dalgayı yaratan cam parçaları için, cam atölyelerinden aldığımız atık, çöp diyebileceğimiz parçaları kullandık aslında. İşe yaramaz diye kenara atılan materyalleri kullanarak ortaya estetik olarak tatmin edici bir iş çıkıp çıkamayacağının testini yapmış olduk bir yandan. Bir de Reuben Margolin! Bu adam doğuştan şanslı dediğimiz insanlardan. Babasının ahşap atölyesinde büyüyor, sonra atölye ona kalıyor ve bunu iyi değerlendirip mükemmel kinetik heykeller ortaya çıkarıyor. Reuben Margolin’e olan saygımın asıl kaynağı, bütün gün bir tırtılın hareketlerini inceleyip bu hareketin bir nevi simülasyonunu kendi kullandığı materyallerle gerçekleştirmeye çalışması. Kafanda aniden bir fikir belirdi, onu nerede not edersin ? Bundan dört beş ay önce sorsan cevap ev ortamıydı benim için. Sessiz olsun odaklanabileyim, arada gökyüzüne bakayım, kahvem önümde, müziğim kulağımda olsun. Yaz sonunda hemen her yerde çalışabilir bir hale geldim. Kuaförde ve trafikte kağıt katlayıp heykel yaptığımı biliyorum.. Son zamanlarda etrafımdaki insanların ve objelerin çıkardıkları sesleri kaydetmeye başladım. Sonra bu kayıtları tersten oynattığımda ya da mixlediğimde çok ilginç şeyler çıkabiliyor ortaya. Bugünün sanat algısını nasıl yorumlarsın? İnsanlar istedikleri yorumları yapmakta özgürler. Bence algı bakan kişinin ruh hali, o an’ı ile çok alakalı. “Ben bu işi yapıyorum ama anlatmak açıklamak zorunda değilim” kafa yapısına da saygı duyuyorum ama ben o bakışı savunan ya da uygulayan bir sanatçı değilim. Karşı taraftan gelecek bir yoruma karşı duvar örmek gibi defansif bir tavrım yok… Bana göre yapılan üretim, sunum tamamen bir paylaşım ve geri bildirim alma arzusundan ibaret. Hatta ben yaptığım işle ilgili yorum almadığımda kendimi asla doymuş hissetmiyorum.
candas sisman Koç Üniversitesi kütüphanesinin yanında koskocaman bir konteynır var bu günlerde. İçine girince büyük bir duman bulutu etrafınızı sarıyor ve ışık sizi etkisine alıyor. “Scientific Inquiries” projesi kapsamındaki bu çalışmanın sahibi Candaş Şişman’la Akaretler’de buluştuk. Candaş projection mapping’de Türkiye’de ilklerden, NOHlab’in kurucularından. O çorbasını içti, ben ona sorular sordum. Sanata, hayata dair bol bol sohbet ettik. Bunlar da sohbetimizden arta kalanlar. Buyurunuz…
RÖPORTAJ NAZ CUGUOĞLU
Önce biraz Koç Üniversitesi için yaptığın çalışmadan bahsedelim… Bilimsel sorgulamalar sergisinde 7 farklı sanatçı ve okulun farklı yerlerine yayılmış farklı disiplinlerde çalışmalar var. Sanatçılar Koç üniversitesi’nden farklı bilim adamları ve araştırma görevlileriyle çalışarak projeler ürettiler. Küratörü Başak Şenova. Koç Üniversitesi’nde yaptığım işte fizik ve nörobilim arasındaki ilişkileri sorgulamak istemiştim. Projemin ismi ise I/P/O-cle. Konsept olarak etrafımızdaki fiziksel dünyada varolan gerçekliği algılayışımız ve bu algılama sürecindeki farklı katmanları, değişkenleri ve döngüleri simüle eden, bunlar sonucunda gerçekliği nasıl başkalaştırdığımızı anlatan bir enstalasyon. Yapısal olarak ise, karartılmış bir konteyner içerisine konumlandırılmış güçlü ışık kaynağı, lensler, dışbükey ayna, sis makinası ve ses sisteminden oluşmakta. Art arda asılmış lenslerin içerisinden geçecek şekilde yerleştirilmiş güçlü ışık kaynağı ve bu lensler sayesinde giderek başkalaşan ve mekâna yansıyan ışığın ulaştığı bir ayna bulunmakta. Bu ayna çevredeki görüntüyü ve yansıyan ışığı deforme ediyor, başkalaştırıp geri yansıtıyor. Ayrıca ışığın mekân içerisindeki dağılımını görünür kılmak için ortama sürekli sis verilmekte, bir yandan da ortamda derin bir bas frekans mevcut. Peki her şeye baştan başlamamız gerekirse nasıl başladı bu süreç? Liseyi güzel sanatlarda okumuşsun, nasıl karar verdin ona? O zaman küçüklüğüme ineyim. Ben 5 yaşında konuşmaya başlamışım, o zamana kadar
aileme isteklerimi ses efektleri olarak anlatıyormuşum. Su isteyince su sesi, çiş vakti gelince çiş sesi çıkartıyormuşum. Yani sanatın temeli olan yeni bir dil yaratma isteği küçüklüğümden beri varmış. Bunun dışında tabii aile ortamımla ilgili de etkiler var. Annem resim öğretmeni, babam mühendis ve abilerden biri çellist diğeri baterist ve matematikçi… Bunların da etkisiyle küçük yaştayken bile hastalanıp yatağa düşünce etrafımı çizerdim. Defter yapraklarına hareketli animasyonlar, Taso karakterleri, çeşitli endüstriyel tasarımlar ve birçok fantastik karakter çizerdim. Baktılar sanata ilgim var ve benden başka bir şey olmayacak, beni güzel sanatlar lisesine gönderdiler. Peki bu günkü çalışmaların nasıl şekillendi süreç içinde? Lisede sadece duran imgeler çizmek yani resim yapmak bana yetmemeye başladı. Yaptığım çalışmalarda zaman, hareket ve ses kullanmak ilgimi çekti. Bu noktada müzik beni çok etkiledi. Birbirinden çok farklı müzik türleri dinliyor olmam durumlara daha geniş ve objektif şekilde bakmamı sağladı, yapmak istediğim çalışmaları çeşitlendirmem konusunda beni teşvik etti. Bu noktada içerisinde birçok üretim disiplinini barındıran animasyon bölümüne gitmeye karar verdim. Üniversitede zaman, hareket ve dijital sanatlar üzerine yoğunlaştım. Bu noktadan sonra dijital bir çerçeve içerisinde kalmakta bana yetmemeye başladı ve bu dijital çerçevenin dışarısına nasıl çıkabilirim ve nasıl daha multidisipliner projeler üretebilirim sorusunu sormaya başladım. Bu aşamada ise interaktif teknolojiler ve yeni teknolojileri kullanmaya
başladım. Şimdi ise durum çok karışmış durumda, birçok farklı disiplin ile çalışıyorum (video, ses, performans, heykel, enstalasyon, resim). Amacım bütün bu disiplinlerin iç içe geçtiği ve 5 duyumuza hitap edebilecek işler üretmek. Hem yurt içinde hem yurt dışında pek çok residency (konuk sanatçı) programına katılmışsın. Nasıl kurdun ilişkileri? Onlar mı seni buldu yoksa sen mi onları? Ben hiç başvurmadım, genelde onlar geliyorlar. Öyle olunca daha güzel oluyor çünkü senin tarzını biliyorlar, kendini anlatman gerekmiyor. Genelde internetten buluyorlar. Mesela Budapeşte’deki residency için Ürdün’lü bir kadın benimle iletişime geçti. 4-5 sene önce bana “Beni hatırlıyor musun, seninle bir röportaj yapmıştık. Şimdi Budapeşte’de bir residency mekanında staj yapıyorum, seninle ne yapabiliriz?” diye mail attı. İnternet çok enteresan… NOHlab olarak 121
Amac ı m büt ün b u dis i p l i nl e r i n iç içe g e ç t i ğ i ve 5 d uy um uza hitap e d e bi l e c e k işle r ür e t m e k.
SYN–Phon 2013 Performance based on graphical notation Graphical Score, sound and video Photo By: Candas Sisman
“YEKPARE” Candas Sisman & Deniz Kader & Nerdworking 2010 Projection Mapping performance 18' 00''
Candaş Şişman
"Evrende olan bir olayla insan psikolojisi arasındaki ilişkileri seviyorum. Mikro düzeydeki yapılarla makro düzeydeki evren ve galaksi gibi yapıların arasındaki benzerlikler beni çok etkiliyor."
Apple California ofisiyle toplantı yaptık geçen aylarda, birlikte ne yapabiliriz diye. Arkada ortamı görmeniz lazım. Bizim mutfak rezalet; öğrenci evi gibi, bardaklar, pislikler, çöpler… Ama biz teknoloji devi Apple ile toplantı yapıyoruz. (gülüşmeler) Bu bir noktada üzücü bir durum ama bu tarz kontrastlar da hoşuma gidiyor. İşlerinde seyircinin zaman ve mekan algısını değiştirmeye ayrı bir önem veriyorsun gibi. Bunu yapmanda bilimin etkisi ne kadar? Genel olarak yaptığım işler dijital bazlı işler. Dolayısıyla bilim ve teknoloji bir araç olarak zaten işin içinde oluyor. Projeksiyon, ses, ışık ve kodla yazılmış görselleri sık sık kullanıyorum. Çalışmalarımın bilim ile olan ilişkisini anlamak için basit düşünmemiz gerekli. Evrimle bir şekilde dünya üzerinde insanlar meydana geldi. Sonra insanlık da bilinç olarak bir evrimleşme yaşadı, kendisine çeşitli araçlar, dil, politika, inanç ve teknoloji üretti. Ben insanın ürettikleriyle ilgileniyorum ama insanın yaratmadığı, doğa ve fizikte var olan temel formüllerle daha fazla ilgileniyorum. Çünkü zaten bu temel formüller üzerine biz bir şeyler inşa etmişiz, dolayısıyla benim için bu durumlar daha elzem şeyler. Evrende olan bir olayla toplumun davranış biçimi arasındaki ilişkileri seviyorum. Mikro düzeydeki hücre yapılarıyla, makro düzeydeki galaksi yapıları arasındaki benzerlikler beni çok etkiliyor. Bu tarz basit noktaları yakalayıp işlerime aktarmaya çalışıyorum ve aslında içerisinde yaşadığımız karmaşıklığın ne kadar basit temellere oturduğunu yansıtmaya çalışıyorum. Bu düşüncelerin çalışmana yansıması nasıl oluyor? En son Contemporary İstanbul’da sergilenen işlerimden biri olan Noisefloor’da sessizliğin aslında var olmadığı fikrini işledim. Biyolojik yapımızdan dolayı etrafımızda duyamadığımız pek çok frekans var. Mesela şu an dünyanın dönme sesi var ama çok düşük frekansta olduğundan duyamıyoruz. İşte o frekansları algılanabilir şekle getirmeye çalıştım. Sessiz bir stüdyoda ses kaydı yaptık. O ses kaydındaki ses formuna da saniyenin onda biri kadar zoom yaptım ve o heykelin sahip olduğu form ortaya çıktı. Aynı sesi dijital ortamda işleyerek animasyona dönüştürüp heykelin üzerine yansıttım. Sanatsal üretiminde buna benzer düşüncelerini yansıtmakta daha özgürsün ama bir de ticari amaçlı ürettiğin işler var. Onlar nasıl oluyor? İşte onu dengelemeye çalışıyoruz. Ticari projelerde Türkiye çok zor, öncelikle bizim tarzımıza yatırım yapacak ve tüketecek müş-
125
Röportaj
"Benim için sanat düzene karşı kendimize yaratabileceğimiz ütopya parçaları ve özgürlük alanları yaratmaktır. Ben çalışmalarımda hedef koymak istemiyorum. Soru sormak ya da cevap vermek hedef koymaktır. Aslında doğada hedef diye bir şey yoktur."
teri ve izleyici sayısı az. Sanat dünyasında da bu böyle. Mesela video art satmak zordur. Benim video art’a göre daha çetrefilli enstalasyon çalışmalarımı ancak Borusan gibi yeni medyaya yatırım yapan birkaç yer alabilir. Şu anki konumumda onlara ulaşmak zor olduğu için ne yazık ki henüz satış olmadı. Tabii diğer taraftan bu işler Türkiye’de yeni yeni çıkıyor. Belki de ileride bu zorlanmalarımızın çok meyvelerini yiyeceğiz. Türkiye’de koleksiyonerler bilinçlendikçe ve yeni medya dediğimiz alan sektörleşmeyi becerebildikçe her şey daha iyi olacak. İlklerden olduğumuz için de biraz zorluk yaşıyoruz, hem sanatsal konuda hem de ticari satış konusunda. Ticari anlamda da bizim yaptığımız işler Türkiye piyasasına sanatsal kaçıyor. Yurt dışındaki örneklerle karşılaştırırsan? Mesela ticari anlamda Nike gibi büyük firmaların yurt dışında yapılan reklamlarını izlerseniz oldukça sanatsal veya soyut diyebileceğimiz projeler. Türkiye’de maalesef bu tarz reklamları finanse eden veya tüketen bir zihniyet yok. Nike’ın orada düşündüğü sanatsal reklam yaparak itibarına ve markaya değer katmak. Türkiye’deki markalar ise kısa vadede günü kurtarmaya yönelik reklamlar yapıyor. Türkiye’de böyle bir eksiklik olduğundan dolayı genelde iş teklifleri bize yurt dışından geliyor. Şu an Chanel’e bir iş yapıyoruz. LandRover’a ses görselleştirmesi ile ilgili bir proje yaptık. Küçük projeler olsa da kendimizi sanatsal ve tasarımsal anlamda daha rahat ifade edebildiğimiz işler ve bize kazanç da sağlıyor. İyi bir markayla çalışınca bizim markamız da değerleniyor. Türkiye’de ise daha hızlı üretip tüketilebilecek ticari işler alıyoruz. Bu sayede ticari projelerle para kazanıp bir süre sanatsal projeler yapabiliyoruz. Aslında ticari iş yaparak kendi sanatsal üretimlerimi yapabileceğim zamanı satın alıyorum. NOHlab ve Nerdworking hikayenin neresinde? NOHlab’i lise arkadaşım Deniz Kader ile birlikte kurduk. Deniz ile birlikte liseden beri birçok proje gerçekleştirdik, lisede reprodüksiyon bile yapmışlığımız var, bu birikime
bir isim koyalım dedik artık ve o da NOHlab oldu. NOHlab’in öncesinde bir süre freelance olarak çalıştık. Bu dönemde Erdem Dilbaz Nerdworking’i kurdu ve sağ olsun bize büyük bir proje getirdi. Bu proje de Haydarpaşa Yekpare projesiydi. Deniz’le 2009-2010 yılında projection mapping’le ilgili denemeler yapıyorduk. Küpü nasıl üç boyutlu kaplarız diye düşünüyorduk. Birden küpten kocaman bir binaya geçtik. Çok zor bir süreçti ama atlattık. Sonra Nerdworking’le başka ticari ve sanatsal projeler de yaptık fakat kendi oluşumumuz olsun istiyorduk ve NOHlab’i kurduk. Burada daha çok işbirlikçi ve ticari projeler yapıyoruz. Aslında bizim yönetmenliğini üstlendiğimiz bir network projesi olarak düşünebilirsiniz, proje neye ihtiyaç duyuyorsa ona göre takım kuruyoruz. Sadece ticari işler değil, aynı zamanda birçok sanatsal proje de gerçekleştiriyoruz. Amacımız ticari ve sanatsal anlamda yüksek kalitede uluslararası projeler gerçekleştirmek. Bütün bu hikayenin yanında, kendi kişisel projelerime devam ettim ve birçok sergiye katıldım, ödüller kazandım. En önemlisi 2011 de ARS Electronica festivalinden aldığım ödül idi. Şu anda PG Art Gallery’nin sanatçısıyım.
daha farklı bir formata sokup başka bir olgu ile kombine ediyorum ve ortaya farklı bir dil çıkartmaya çalışıyorum. Kısacası birkaç farklı fikri, ışık ile kombine ederek insanlara yeni bir dil sunuyorum. İnsanlar onlara sunduğum bu dili deneyimleyip soru sormaya başlıyorlar. Önce deneyimi ortaya çıkartıyorum ve o soruları üretiyor. Kavramsal sanatta bu tam tersidir, yani genel olarak ilk konsept ortaya çıkar sonra bu fikir doğrultusunda işler üretilir. Bu noktada şunu söyleyebilirim, benim için sanat yerleşik düzene karşı kendimize yaratabileceğimiz ütopya parçaları ve özgürlük alanları yaratabilmektir. Şu an içinde yaşadığımız düzen soru sorar, cevap verir. Soru sormak ya da cevap vermek hedef koymaktır. Ben çalışmalarımda hedef koymak veya şartlanmak istemiyorum. Çünkü alternatif düşünce ve algılama biçimleri üzerinde kafa yormamız gerektiğini düşünüyorum ve bu yüzden de sistemin kurallarından işlerimi üretirken kaçınmaya çalışıyorum. Bir diğer sebep ise, daha organik ve doğal bir üretim biçimi yakalamaya çalışmam. Aslında doğada hedef diye bir şey yoktur, örneğin evrimde bir hedef yok. Amacım bu doğallığı yakalamaya çalışmak.
NOHlab’in ismi nereden geliyor?
Genç sanatçılara önerilerin neler olur?
Noh, Japonların geleneksel maskeli tiyatrosu. Bir de Kabuki tiyatrosu vardır, o da maskeli ama toplumu eğlendirmeye yönelik. Noh daha çok yaşama, ölüme, daha derin, daha düşündürücü temalara odaklanıyor. Bizim de yapmak istediğimiz şeyler herkesi mutlu etmeye yönelik olmaktan çok daha dolaylı anlatımlar, daha düşündürücü mevzular
Çalışın (Gülüyor). Olabildiğince tek tür olmamaya çalışmak. Tek müzik türü dinlememek, tek bir işle ilgilenmemek, tek bir tarz şekilde yaşamamak, olabildiğince farklı fikirlere açık olmak ve objektif olmak. Doğru, yanlış, gerçek gibi kavramların olmadığını bilmek. Gözlem yapmak, araştırmak, bakmak ve görmek lazım. Sadece batı kültüründen değil doğu kültüründen de beslenmek. Ve tabii yapmayı sevdiğin şeyi yapmaktan vazgeçmemek lazım.
Çalışmalarında ışık önemli bir yere sahip. Nasıl kullanıyorsun genelde ışığı? Yaptığım işler genelde görsel sanatlar ile ilgili olduğu için ışık çok önemli, çünkü ışıkla var olabiliyorlar. Bu önemli olguyu ben ayrıca bir aktör olarak kullanmaya çalışıyorum. Böylece temelde çok önemli olan bir olguyu daha görülebilir kılmaya çalışıyorum. Kavramsal olarak daha önce de belirttiğim gibi temel olguları sorguluyorum, ışık da önemli bir varoluş nedeni. Fakat bu olguya çözülmesi gereken bir problem olarak bakmıyorum. Bunun yerine ışığı olduğundan
Seni takip etmek isteyenler sana nereden ulaşsınlar? Kişisel çalışmalarımı websitemden takip edebilirler: http://www.csismn.com/ Ayrıca kolektif çalışmaları da NOHlab’in sitesinden görebilirler: http://www.nohlab. com/
Candaş Şişman
I/P/O–cle 2013 Light Installation Lenses, light, mirror, sound, container, fog 1200X240X240 cm Photo By: Yunus Dilen
Deep Space Music – Ars Electronica festival NOHlab & Plato Media Lab 2012 Audiovisual performance 32' 00
LOMOGRAPHY
Fotoğrafı yakabilirsin, ışıkları patlatabilirsin, renkleri tersine çevirebilirsin. Lomography bir parçan olmuşsa gördüğün her şeye dokunabilirsin. Çok düşünmeden gülümsemek, kimyasallara güvenmek ve çat kapı gelen Lumière kardeşleri ağırlamak üzerine ben sordum Özde, Dilşad, Özge ve Merve yazdı. RÖPORTAJ ÖZGE AKPINAR FOTOĞRAF CAN KÖROĞLU
Dilşad Aladağ–"huhtikuu" Makine: Zenit 122
Dilşad Aladağ–"ev" Makine: Zenit 122
Merve Engin, "İsimsiz", Ekim 2011 Makine: Canon T–70 Film: Lomography CN 400
Özde Karadağ‐“Eureka!”, Antalya 2013 Makine: Yashica Fx–3
Özde Karadağ‐“Yaşayan İstanbul”serisinden, İstanbul 2013 Lomo LC–Wide (El yapımı Redscale film ile),
Özge Mutlu‐"Wholeness and Separation", İstanbul, 2012 Makine: Canon EOS500n
Özge Mutlu‐"When your mind is made up",Maribor–Slovenya, 2012 Makine: Canon EOS500n
k l o k m a g Kış 04
İmtiyaz Sahibi: Era ltd. Şti. adına Ali Köroğlu Genel Yayın Yönetmeni: Can Köroğlu Yazı İşleri Sorumlusu: Mert Gümren Kreatif Direktör: Ece Pekbaşaran Konu Editörü: Müge Tüzer Moda Direktörü: Ceren Çetinoğlu Tasarım: Klok İletişim Koordinatörü: Lal Pekin (lalpekin@klokmag.com) Reklam Sorumlusu: Mert Yılmaz (mertyilmaz@klokmag.com) Katkıda Bulunanlar: Ali İhsan Gülşener, Bedia Günaydın, Begüm Yetiş, Burak Erkil, Can Koçak, Deniz Yılmaz, Doruk Onur, Emir Cendere, Hazal Ilgım Çelik, Naz Cuguoğlu, Özge Akpınar Matbaa: Stil Matbaacılık Yayıncılık San. Tic. Aş. İbrahim Karaoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası No:5 Seyrantepe 4.Levent İstanbul (0 212 281 92 81) Yönetim Yeri ve Adresi: Asmadalı Sok. No: 15 Koşuyolu İstanbul (0 216 340 80 85) Yayın Türü: Yerel Süreli İletişim: info@klokmag.com
facebook.com/klokmag
soundcloud.com/klokmag
twitter.com/klokmag
Tüm hakları saklıdır. Dergİdekİ hİçbİr yazılı veya görsel materyalİn bütünü veya parçası yayıncının İznİ olmadan kullanılamaz. bu dergİ basın meslek İlkelerİne uymayı taahhüt eder.
Kapak Fotoğrafı: Begüm Yetiş
klokmag yeteneklİ GENÇLERİ KONU ALAN BİR PORTFOLYO DERGİSİDİR. ÜÇ ayda bİr yayımlanır. ücretsizdir