KLOK no.3 // Nightwatch

Page 1

k l o k m a g

Sonbahar

03

Muhteviyatı itibariyle piksellerden oluşur. Yetenekli gençleri konu alan bir portfolyo dergisidir. Üç ayda bir yayımlanır.

EREN TUNELİ




Belki de insanın kendini belirli sınırlar içinde yaşamaya zorlamasına sebep olan ilk etken güneşin batmasıdır. Güneş battığında insan yapımı ışıklarımızı yakar ve onların içinde kayboluruz. Birçok insan güneşin batmasıyla günün ilk yarısının bittiğini düşünür; ancak bana sorarsanız gece ve gündüz ikilisi bir günün iki yarısı olmaktan çok, birbirini hiç durmadan kovalayan iki farklı insana benzer. İkisi de hislerini birbirleriyle asla paylaşamaz çünkü gece sadece gündüzün olmadığı anlarda ortaya çıkar. Benim gibi gece ve gündüzün iki farklı gün olduğunu düşünenler gece diğerleri uyurken nöbet tutup, etrafta neler olup bittiğini gözlemler. Uyanık kaldığımız süre boyunca dokunduklarımız çoğu zaman görülmeye değerdir; ancak gecenin en ilginç anı güneş doğmadan bir kaç dakika öncesidir. O ana kadar uyanık kalmayı başarabilenlerin düşünceleri çıplak, kılıfsız ve yalnızdır. Bu sayı, bir yılı yediyüz otuz gün yaşayan tüm gece nöbetçileri içindir. İyi geceler.

Can Köroğlu


NO3

N I GHT

WAT C H

klokwise

4

burcum baygut nazlı ceren özerdem erman iştahlı alev takıl ali demirel sarp kerem yavuz

38

pia hakko & pelin yaşar

48

gece, aniden...

60

kover story

62

suma beach

74

the fuck is back

82

u can't touch this

84

yiğit timur & efe ersoy

102

prettyhip sounds

110

sanat deliorman

116

mutfak sanatları akademisi

120

begüm harmancı

124


Zeynep Enderoğlu Erman İştahlı


K L O K W I S E Klokwise, keşfettiğimiz genç sanatçıların portfolyolarından oluşur. Biyografilerin altında paylaştığımız linklerden portfolyoların tamamına ulaşabilirsiniz


fotoğrafçı

BURCUM BAYGUT Bahçeşehir Üniversitesi 1992 Bursa doğumlu ve bir yıldır Bahçeşehir Üniversitesi Fotoğraf Bölümü’nde öğrenimini sürdürüyor. Son 6 yıldır hayatının odak noktasını fotoğraf oluşturuyor. Bir dönem çizime merak saldı fakat çizimin sadece fotoğrafla bağdaştığı sürece kendini iyi hissettirdiğini fark ettiğinde çizimi bıraktı. Bu yüzden fotoğraf dışında pek istekli ve yetenekli olduğunu düşünmüyor. Bu da hayatını mümkün olduğunca fotoğraf üzerine kurmasını sağlıyor. Nasıl esinlendiğini çok fazla tarif edemiyor çünkü aklında belirli isimler yok, mümkün olduğunca internetten veya filmlerden besleniyor ve özellikle fotoğraf üzerine paylaşım yapılan sitelerde art arda insanların işlerine bakmayı tercih ediyor. www.behance.net/burcumbaygut


Burcum Baygut‐“Tittle”, Temmuz 2011


klokwise

Burcum Baygut‐“Time-Out”, Mart 2013


Burcum Baygut


klokwise

Burcum Baygut‐“Cartridge”, Ekim 2010


Burcum Baygut

11


Burcum Baygut‐“Lit”, Ağustos 2011


En sevdiğin diziler, filmler, belgeseller, çizgi filmler

DİLEDİĞİN ZAMAN, DİLEDİĞİN YERDE!

© Warner Bros. Entertainment Inc.

Digiturk Dilediğin Yerde uygulamasını indir, en sevdiğin programları ister cep telefonunda ister tabletinde izle.

Bu servisten yararlanmak için Digiturk üyeliği gerekmektedir. Cepten ve tabletten, üyelik paketi dahilindeki programlara ulaşılabilmektedir. Mobil uygulamalar üzerinden izlenen programlar, kullanılan mobil internet tarifesi üzerinden fiyatlandırılmaktadır.


Nazlı Ceren Özerdem‐“Ice Shell”, Dijital Baski Uzerine Akrilik ve Murekkep, 155cm x 110cm


ressam

NAZLI CEREN ÖZERDEM Brown University 1990 İstanbul doğumlu olan Nazlı Ceren, Robert Kolej'den 2009 yılında mezun olduktan sonra Brown ve RISD'nin çift diploma programına tam burslu olarak kabul edildi. New York'ta Dieu Donné El Yapımı Kağıt Stüdyosu’nda 2011 yılı yazı boyunca uluslararası enstalasyon sanatçısı Do Ho Suh'un işlerinde çalıştı. Okula döndüğünde edebiyat hocasının Afghan Women's Writing Project için bir araya getirdiği şiir ve düzyazı kitabi The Sky is the Nest of Swallows’un kapak tasarımını yaptı. 2012-2013 yılında Brown Üniversitesi Uluslararası Araştırma Fonu ile "İzlanda'nın tekstil gelenekleri ve yer şekillerinin ilişkisi" üzerine çalışmak için üç ay İzlanda'yı dolaştı. Bu gezisinin sonunda kendine tuval olarak kumaşı seçti ve kumaşın peşinde bir sonraki yaz New York'ta Ralph Lauren'in Black Label Fabrics Departmanı’nda Design & Creative Internship Programı'na kabul edildi. Şu anda okulda son senesine başlamak üzere olan Nazlı Ceren, mezun olduktan sonra uluslararası modaevlerinin koleksiyonlarında konsept tasarımcısı olarak çalışmak, doğru zaman geldiğinde de kendi markasını yaratmak istiyor. cargocollective.com/nazliozerdem


Nazlı Ceren Özerdem‐“Ice Shell”, Dijital Baski Uzerine Akrilik ve Murekkep, 155cm x 110cm



klokwise


Nazlı Ceren Özerdem

19

Nazlı Ceren Özerdem‐“Silence of the Sirens”, Vintage gelinlik uzerine akrilik boya


C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Nazlı Ceren Özerdem‐“İstanbul”, Kagıt uzerine baskı, mürekkep ve kolaj, 56cm x 26cm




fotoğrafçı

ERMAN ¡STAHLI Anadolu Üniversitesi Mersin doğumlu genç fotoğrafçı, önce Gazi Üniversitesi'nde grafik tasarım sonrasında ise Anadolu Üniversitesi'nde fotoğrafçılık eğitimi alarak üniversite hayatını tamamlamıştır. Şu anda başta Lara Sayılgan olmak üzere birçok başarılı fotoğrafçıyla birlikte Studio Plus'ta çalışmaktadır. Fotoğrafla tanışması küçük yaşlarda başlamış ve Kristian Schüller, Steven Meisel, Steven Klein gibi sanatçıları örnek almıştır. Yeşille özel bir bağı olan fotoğrafçının, modaya ilgisi de büyüktür. Pop, soul, jazz dinlemekten çok keyif alıp yeni şeyler denemeyi çok seviyor. İleride ülkesinin adından bahsettirecek güzel çalışmalar ve projelerle dünyaya açılmak hedefinde.


klokwise


Erman İştahlı

25


klokwise



fotoğrafçı

ALEV TAKIL Parson's 1989'da İstanbul'da doğdu ve ilkokuldan lise son sınıfa kadar Enka'da okudu. Lisede moda çizimlerine ilgi duymaya başlamasıyla beraber üniversitede moda tasarımı eğitimi almaya karar verdi. Amerika'da ve İngiltere'de gittiği yaz okullarından, ve üniversitedeki 'foundation' senesinden sonra moda tasarımı yerine grafik tasarıma daha meraklı olduğunu fark etti. Parsons The New School for Design'da Communication Design bölümünü okuyan Alev, 2012 yılında mezun oldu. Eğitimi sırasında moda fotoğrafçılığıyla ilgili bir iki ders almasıyla aslında bu işten ne kadar çok zevk aldığını keşfetti. New York'ta, Floransa'da ve Barselona'da aldığı moda ve portre fotoğrafçılığı eğitimlerinden sonra portfolyosunu tamamıyla fotoğrafa adadı. Bloglar, online dergiler ve bazı fotoğrafçılar için freelance fotoğrafçılık yaptı ve bu süreç boyunca kendisine ilham veren şeylerin genellikle gezip gördüğü şehirler ve bu şehirlerdeki bambaşka suratlar ve hayatlar olduğunu anladı. www.alevtakil.com


Alev Takıl

29

Alev Takıl “Black Swan”,


klokwise

Alev Takıl‐“Alta Rosa”


Alev Takıl

Alev Takıl‐“Alta Rosa”

31


Jennifer İpekel‐“Vietnam 02”, Ho Chi Minh City, Saigon 2013

Alev Takıl‐“Bridge”



klokwise

yönetmen

ALİ DEMİREL Işık Üniversitesi Ali Demirel 1989'da İstanbul’da doğdu. Babası iç mimar, annesi ise grafik tasarımcı olduğundan dolayı küçüklüğünden itibaren güzel sanatların içindeydi. Liseyi İstek Kemal Atatürk Güzel Sanatlar Lisesi’nde okuduktan sonra Işık Üniversitesi Güzel Sanatlar fakültesi Grafik Bölümü’ne girdi. Video çekmeye ortaokulda başladı, daha sonra lisede arkadaşlarıyla olan eğlenceli anları ve küçük kurgu hikayeleri çekerek devam etti. Bu videolar çoğaldıkça çoğaldı, çektiği videoları 'Sakin' grubunun görmesi ve klip istemeleri ile video klip piyasasına girdi. Üniversite zamanı geldiğinde ise Sinema-Televizyon yerine Grafik Tasarım'ı tercih ederek bir risk aldı ve bu ona göre verdiği en doğru kararlardan biri oldu çünkü bu sayede tüm bu video işlerine tamamen farklı bir açıdan bakabilme fırsatını yakaladı. Şu aralar ise üniversitede yüksek lisans öğrenimine devam ediyor. Freelance olarak çektiği video kliplerin yanı sıra reklam yönetmenliğine başlamaya hazırlanıyor.


Ali Demirel

35

Ali Demirel ‐“Showreel”, İstanbul 2013


Ali Demirel‐“Hazırlık Çalışmaları”



kendImI "bro" derken buldum fotograf癟覺

SARP KEREM YAVUZ School of the Art Institute of Chicaco




Sarp Kerem Yavuz

Real Men Are Ma d e , N ot B o r n Bazen bir fotoğraf göründüğünden çok daha fazla şey anlatır. “Babam yerine koyduklarım” serisindeki fotoğraflar da öyle. Her fotoğrafın hikayesi size “baba-oğul” ilişkisi idealini sorgulatıyor, ve her hikayenin ne kadar aynı ve ne kadar farklı olabileceğini gösteriyor. Samimi, kırılgan ve açıksözlü. Sarp Kerem Yavuz’un deyişiyle “Buruk” bir seri. Sarp Kerem Yavuz ile “erkek olma”, “baba-oğul ilişkileri” ve “bro kültürü” üzerine keyifli bir sohbet yaptık.

RÖPORTAJ MERT GÜMREN FOTOĞRAFLAR ECE PEKBAŞARAN

1991’de Paris’te doğan Sarp Kerem Yavuz, Oberlin Üniversitesinde Stüdyo Sanatları ve Siyaset bilimi okuduktan sonra, fotoğraf üzerine eğitim almaya karar verdi. Sarp Kerem Yavuz'un işleri Türkiye’de iki önemli modern ve çağdaş sanat galerisinde sergilendi.“In The Closet” serisinden seçilen fotoğrafları 21 Haziran- 27 Temmuz arasında “CDA-Projects'te “Genç, Yeni, Farklı” isimli seçkide sergilenen Sarp Kerem Yavuz’un “Babamın Yerine Koyduklarım” isimli fotoğraf serisini 27 ekime kadar İstanbul Modern’de görmek mümkün. Sarp eğitimine School of the Art Institute of Chicaco’da fotoğrafçılık yüksek lisansı yaparak devam ediyor.

Paris’te doğup, İstanbul’da yaşayıp, Amerika’da üniversiteyi bitirdin ve Chicago’da öğrenimine devam ediyorsun. Farklı ülkelerde yaşamış olmak seni hem kişisel olarak, hem de sanatsal üretim açısından nasıl etkiledi? Türkiye’de kalsaydım sanatçı olabilir miydim bilmiyorum. Çünkü planım Uluslararası İlişkiler ya da Siyaset okuyup, sonra Hukuk yüksek lisansı yapıp, Birleşmiş Milletler’de çalışmaktı. Amerika’daki ilk dönemimde o çizim dersini almak benim gerçekten hayatımı değiştirdi. Belki Siyaset bölümünde öyle bir profesöre denk gelemeyecektim. Çünkü Türkiye’de bölümler arası geçiş Amerika’daki gibi kolay değil. Kafama estiği gibi sanat dersi alayım diyemezdim. Ohio çok burnumu sürttü çünkü yaşaması çok zor bir yer. Özellikle İstanbul gibi bir yerden sonra kendini Çatalca’dan hallice bir köyde buluyorsun. Kar var, kış var. Amerikalılar her zaman ulaşılması kolay insanlar olmuyor. Çok farklı kültürlerden geliyoruz, ister istemez. Etrafımda gördüğüm bütün 70’lerden fırlama set dekoru gibi gözüken mimari

yapılar olmasa, büyürken izlediğim o futbol maçlarını gözlerimle görüp, o insanların hakikaten bir senaryoya bağlı kalmaksızın içtenlikle böyle olduklarını, ‘dude’, ‘bro’ moduna çok rahat girebildiklerini görmesem belki de bu işlerin hiçbirisini yapmayacaktım. O yüzden benim için Oberlin’deki 4 senem çok kıymetlidir çünkü bütün bu gidişatımı onun yönlendirdiğini düşünüyorum. Düşündüğüm şeyleri ve üretmek istediğim şeyleri onun tetiklediğini düşünüyorum. Farklı kültürlerde erkeklik kavramı ve eşcinselliğe bakış sence nasıl bir farklılık gösteriyor? Bambaşka. Çünkü orada sana saygı duyulması için düzenli olarak seks yapman gerekiyor. Burada daha çok yemekte hesabı ödemek, dik yürümek, futbol izlemek, küfür etmek erkekliğin bir parçası gibi. Türkiye ile karşılaştırırsak çok daha farklı ve daha çok cinsel ağırlıklı. Erkek olmak için bir kadınla beraber olmak gerekiyor. Erkeklerden beklentiler de daha farklı. Bizim okul aşırı liberal, aşırı feminist bir okul. Bir kız için kapıyı açarsan sana küfür

41


bile edebilir, ‘Ben kendim açabilirim onu!’ diye. Kaldı ki, edildi de bana, ben bütün iyi niyetimle bunu yapmaya çalışırken. Sonra ben Türkiye’ye geldiğimde yanımdaki kız arkadaşım kapıyı açmadım diye bana içerledi. İkisi arasında gidip gelmek çok komik oluyor o yüzden. Benim büyürken izlediğim o “bro” erkek modelini görmek ve onlarla dost olabilmek benim için önemliydi. Çünkü kendime yediremediğim ya da olamayacağımı düşündüğüm erkek figürü öncelikle oydu. Hoş, Türk erkeği figürü de var, onu da olamayacağımı düşündüm çok uzun süre. Oraya gittiğimde ilk keşfettiğim şeylerden biri bizim bildiğimiz tarzda olan futbol takımıydı. Her maçlarına gittim. Futbol takımındakiler benim en iyi arkadaşlarım oldu. Çok sonra da Amerikan futbolu ya da beyzbol gibi takımlardakilerle de dostluk edip onların dinamiklerini gözlemlemeye başladım. Hatta içimde bir Türk erkeğinin var olduğunu keşfettim. Kendime anlaşılan yeterince hak vermiyormuşum o konuda. Bro kültürüyle karşılaştığın zaman ‘Bu ne ya?’ dediğin oldu mu? Seni rahatsız etti mi? Hayır, tam tersine son derece matraktı. Sanki gözümün önünde Hallmark filmleri dönüyor gibiydi. Sanki herkes rol yapıyor gibi miydi? Evet ve hala emin değilim ne kadarı rol ne kadarı içten. Çünkü kültür o, öyle değilsen, takımdaysan ve kullandığın 3 kelimeden biri ‘bro’ değilse var etmiyorlar seni zaten. Ben birdenbire kendimi ‘bro’ derken buldum, o kadar çok vakit geçiriyordum ki onlarla. Bizdeki delikanlılık kültürüyle ortak tarafları var mı? Orada bir delikanlılık kültürü pek yok çünkü öyle bir erkeklik baskısının ne olduğu konusunda çok fazla bir fikirleri yok. Daha farklı erkeklik baskıları var orada. Para kazanacaksın, karın olacak, iki çocuğun, iki araban olacak, mortgage ile de olsa kendi evini alacaksın, beyaz çiti olacak…. ‘American Dream’ endeksli orada erkek olmak. Senin için erkekliğin tanımı nedir? Çok zor bir soru sordun. Birkaç yıl önce sormuş olsan başlardım sana saymaya: bıyık bırakmak, bira içmek, küfretmek, futbol izlemek, kadınlara karşı sahiplenici olmak, kıskanç olmak, ağır konuşmak,

sesinin incelmesine izin vermemek... Ama bir noktada tüm bunların hepsi kafamdan uçtu gitti oradayken. Nedeni fotoğraf çekmek miydi yoksa ‘bro’ erkeklerle takılmak mıydı bilmiyorum. Dört yıl önce kendimi adam gibi hissetmiyordum, ‘Adam olmam lazım’ diyordum. Şu anda belki daha adam olmadım, daha pişmedim. 22 biraz erken adam oldum demek için. Kendimle ve sahip olduğum erkekliğimle barışığım. Erkekliğin düzenli olarak bira içmek ve futbol izlemek ile alakalı olmadığını anladım. Bütün o yüzeysel duygulardan arındım diyebilirim. İstanbul Modern’de sergi sürecin nasıl başladı? Bundan 3 yıl kadar önce fotoğrafçı Sıtkı Kösemen’e fotoğraf çekmeye başladığımı ve kendisinin yorumlarının benim için çok önemli olacağını söyledim. O da ‘Tabii, çektiklerini hemen göster’ dedi. Sıtkı Kösemen’le önceden tanışmışlığım vardı. Kendisi sık sık Contemporary İstanbul ofisine gelirdi. Benim de o sırada çantamda ‘Babamın yerine Koyduklarım’ sergisinin adı konmamış taslak polaroidleri vardı. Tabi projenin çok başındaydım, sadece polaroid çekip insanlara babaları hakkında sorular soruyordum. Elimde belki 8 tane fotoğraf vardı. ‘Polaroid iyi iş. Türkiye’de portre kültürü çok az var, gelişmesi gereken bir dal. Bunlardan bol bol yapıp biriktir, bırakma hiç’ dedi. Ben de çok mutlu oldum. Bir daha da konusu açılmadı. Daha sonra temmuz ayında bir telefon geldi, numara bende kayıtlı değildi. ‘Sarp merhaba, ben Sıtkı’ dedi. ‘Merhaba Sıtkı Bey’ dedim. Ben Contemporary İstanbul ile ilgili bir şey söyleyecek zannediyordum ki, ‘Hala poloroid çekiyor musun?’ dedi. ‘Evet çekiyorum’ dedim. ‘Biz bir sergi hazırlıyoruz, sen bana çektiklerini yolla bir de biyografini ekle’ dedi. Daha sonra kendimi birden bire İstanbul Modern’in seçkisinde buldum. İlk iki ayı hatırlıyorum, kimseye söyleyemiyordum. Sergi daha anons edilmemişti. Her gün beynim patlayacak gibi hissediyordum heyecandan. Çünkü gerçek değilmiş gibi geliyordu. Daha mezuniyetime bir ay kadar varken mayıs ayında kendimi İstanbul’a dönen bir uçakta buldum. Amerika’daki tez sergimi bitirip topladığım günün ertesi sabahı polaroidlerimle birlikte uçağa bindim. Sergiyi kurduğumuz sırada CDA Projects’teki seçkiden haber geldi. İşlerimi yolladığım ‘Genç, Yeni, Farklı’ yarışmasına seçildiğimi öğrendim. İyi haber üstüne iyi haber oldu. Keyifliydi.


Sarp Kerem Yavuz

"In the Closet" serisindeki bütün espri fotoğrafını çektiğim bütün çocukların hepsinin heteroseksüel olması ve benim onları yapabildiğim kadar şaşalı, parıltılı ve feminen birer eşcinsel yapmam.

Sarp Kerem Yavuz‐“Glen”, Archival injket print, 100 x 75cm, 2011


Sarp Kerem Yavuz‐“Cyrus”, Archival injket print, 100 x 75cm, 2012

CDA projects’deki işler daha cinsel içerikli, daha eşcinsel. O yüzden korkuyordum biraz. ‘İnsanlar tepki gösterir mi?’ diye. Daha sonra geldiğimde bir baktım ki serginin kapısından gözüken ilk iş benimki.

İnsanlar işlerine nasıl tepkiler verdiler? CDA Projects'teki ve İstanbul Modern'deki işlerine farklı tepkiler aldın mı? CDA projects’deki işler daha cinsel içerikli, daha eşcinsel. O yüzden korkuyordum biraz. ‘İnsanlar tepki gösterir mi?’ diye. Daha sonra geldiğimde bir baktım ki serginin kapısından gözüken ilk iş benimki. Ve inanamadım, "çok cesurca bir şey yapıyorlar" diye düşündüm. Sergiye gelen kimse de yadırgamadı aslında işleri. Bu da beni çok mutlu etti tabi. Ben daha tutucu bir tepkiyle karşılaşacağımı düşünüyordum. Tam tersi bir sürü insan hem İstanbul Modern hem CDA için çok olumlu tepkiler verdi. Bana bireysel e-mailler atıldı bir sürü. Çok etkilendim, hiç beklemediğim kadar olumlu tepki aldım. Hatta çok ilginç e-mailler gelmiş diye duydum. Bir cemaat üyesinden mail aldım, ‘İşinizin önünde ağladım’ diye. En büyük hayalim buydu. Tabi ki birilerini ağlatmak değil, fakat o yapıya dokunabilmek, ulaşabilmek… Tutucu insanların birazcık da olsun bir şeyleri yeniden düşünmesini sağlamak. Ama ben bunu hiçbir zaman

göreceğimi, buna tanıklık edebileceğimi düşünmüyordum. İstanbul Modern’deki serginin açılış gününde basın toplantısı yapıldığında gazetecilerden biri ağladı mesela. Hiç beklemiyordum. Aynı akşam açılışta yanıma yaşlı bir çift geldi, ‘Pardon sanatçısı siz misiniz?’ dediler. ‘Evet’ dedim. Kadın elini yüreğine koyup ‘Çok, çok güzel bir iş yapmışsınız ama çok acı’ dedi. Ben de ne diyeceğimi bilemedim, ‘Kusura bakmayın’ diyebildim. O da ‘Yok yok hayır, çok güzel iş, ama çok acıttı’ dedi. Ailemden ilginç tepkiler geldi. Yıllardır konuşmadığım babam geldi sergiye ve hiç istifini bozmadı, kaç tane röportaj yaptığımı sordu. Konuyu bilmiyordu çünkü. Ben de söyledim. O da bana ‘Bu işin pdf’ini atar mısın?’ dedi. ‘Tamam’ dedim ama hala atmadım. Serginin babanla aranızdaki buzları eriten bir etkisi olmadı mı? Hayır çünkü o işi yapış amacım babamı affetmekti. Ben kendi içimde babamı affettim zaten. Ama bir yandan da kavgalı olduğum babam, kendi içimdeki babam olduğu için karşılıklı bir ilişki yürütmek zorunda kalacağım baba figürünü artık hayatımda o kadar istediğimi düşünmüyorum. Eksikliğini


Sarp Kerem Yavuz

de hissetmiyorum artık. Yani benim için buzları eritmek söz konusu değildi, çünkü buz yok şu an. Ben sadece ‘Ben burdayım ve mutluyum’ diyorum. Türkiye’den bir sanatçının böyle konulara girip insanları biraz dürtebilmesi çok zor. Mesela İstanbul Modern’de ‘Erol Akyavaş retrospektifi’ var, orada +18 diye ayrılmış bir bölüm var. Aslında olağanüstü grafik işleri var orada. Bir yandan da düşünüyorsun. Adam ne zamandan beri insanları dürtmeye çalışıyor. Bir sürü sanatçının yapmaya çalıştığı şeyi yapıyor ve bizim yeni haberimiz oluyor. Aslında çok daha ses getirmesi gereken, hepimizin zihnini biraz açmış olması gereken işler yapmış. Türkiye’de şu anda tartıştığımız konular hala ‘düşünce özgürlüğü’ gibi temel konular olunca, ‘Ülkede ne zaman eşcinseller ile ilgili konuları tartışacağız?’ diye düşünüyor insan. Türkiye’de hala görmezden gelinen bir kitle var. Sorun özgürlük mü emin değilim ben. Amerika’da çok uzun zamandır zenciler ve beyazlar da eşit, fakat hala olağanüstü ırkçılık devam ediyor. Ben de özellikle Türkiye’de bir gün eşcinsel insanlar da evlenebilirse daha eşit ya daha özgür bir yaşantının onları bekleyeceğinden emin değilim. Çünkü çok içselleştirdiğimiz bir tutucu yapımız var bizim. Kanun bir şeye izin verdi diye o yapımızın değişeceğini düşünmüyorum. Genelde fotoğraflarını çekip daha sonra mı konsept buluyorsun, yoksa konsept önceden belli mi oluyor? Bazen konseptin nereye gideceği hakkında bir fikrim oluyor. Fakat çoğu zaman kendimi sıkıştırmamak adına, tesadüfi şeylerin projeye olacak katkısını göz önüne alarak kafamda bir şeyleri netleştirmeden çekime gitmeye çalışıyorum ki, proje adım adım büyüsün. ‘In the Closet’ sergisini bir kelimeyle anlatmak istesen nasıl anlatırsın? ‘Private Joke’. Oradaki bütün espri fotoğrafını çektiğim bütün çocukların hepsinin heteroseksüel olması ve benim onları yapabildiğim kadar şaşalı, parıltılı ve feminen birer eşcinsel yapmam. Hala internette ya da bir galeride birisi o fotoğrafları gördüğü zaman akıllarına ilk gelen şey o insanların eşcinsel olduğu.

Ben onların ‘bro’luklarının, ‘kanka naber’liklerini bildiğim için, aslında bir sürü fotoğrafa hem çekim sırasında hem çekim yaptıktan sonra kendi kendime çok güldüm. Aynı zamanda o fotoğraflardaki erkeklerle çok samimi olduğum için onların kimliklerinden çok uzak birer cinsel objeye dönüşmesi ya da bu süreci benim yaratmış olmam da bana aslında çok komik geldi. Bütün süreçte acayip bir mizah var aslında. Ama o mizahı sürece dâhil olduktan sonra ya da ben anlattıktan sonra anlayabiliyorsun.

Bütün süreçte acayip bir mizah var aslında. Ama o mizahı sürece dâhil olduktan sonra ya da ben anlattıktan sonra anlayabiliyorsun.

Okulda sergilendi mi bu proje? Okulda ‘In the Closet’ ve onun bir sonraki adımı olan ‘Shenanigans’ ile karışık bir sergi hazırladım. Bütün fotoğrafları bir antika soyunma odasına yerleştirdim ve hatta orada bir performans yaptım. Bütün olayın adı ‘They Used to Call Me a Fag…’ idi. Bu ismi söylediğim zaman fotoğraf profesörüm bana ‘Now they don’t?’ deyip gülmüştü. Ben de demiştim ki, ‘Olay artık deyip dememeleri değil’. Doğru olan tanım ‘They used to call me a fag and it hurt’ ve artık bana dokunmuyor, umurumda değil. Bütün fotoğrafları o soyunma odasına yerleştirmemdeki amaç, o soyunma odasına normalde giden insanların, o kültürün, bununla yüzleşmesini sağlamak, aynı zamanda bu sergiye gelecek olan insanların, kendilerini o kültürün içinde bulmalarıydı. Performans şöyleydi: Soyunma odasının iki tarafında da dolapların olduğu uzun bir bank vardı. O bankı bir nevi catwalk aracı olarak kullanıp üzerinde bir dans yapmıştım. Dansın sonunda da bankın ucunda bir tabureye asılı eski usul bir Amerikan futbol takımı ceketine ulaşmaya çalışıyordum. O cekete ulaştığım zaman da seyircilerin önceden ayarlamış olduğumu bilmedikleri, futbol takımından biri gelip ‘Sarp hoparlörlerimizi alabilir miyiz?’ diyordu. Ben de hiç istifimi bozmadan, şaşırmış bir surat ifadesiyle ‘Tabii, şurada’ diyordum. Müziğimin çaldığı hoparlörü birden bire on tane kramponlu herif gelip çat diye alıp bir yan odaya gidiyordu. Tabi herkesin gözleri fal taşı gibi açık, bana bakıyorlar. Kimse ne yapacağını bilmiyor. Ben de gözlerim açık, üzülmüş taklidi yaparak çocukların peşlerinden gidiyorum. Gittikleri odanın yanında buzlu cam var, içeride ne olup bittiğini görmüyorsun, ama içerideki figürlerin hareketini %50 görebiliyorsun. İçeri girmiyorum. İçeride bir grup erkek bir maçı kazanmış da onu

45


Peki ya ‘Substitutes for my father’ sergisini bir kelimeyle anlatmak istesen nasıl anlatırsın? Buruk. Her türlü baba-oğul ilişkisini kapsamak istedim. Çok olumlu hikayeler de duydum, çok üzücü hikayeler de duygum. Neticesinde benim hikâyem buruk kaldığı için ve duyduğum birçok hikâye de bu nedenden dolayı buruk geldiği için bunu vurgulamak istedim. O yüzden arka plandaki metin ‘Babam candır’ ile başlar ve ‘Hala beni aramasını bekliyorum’ ile biter. O eksiklik duygusu, babalarıyla ne kadar olumlu ilişkileri olursa olsun bence bütün oğulların yaşadıkları bir şey. En keyifli, en tatlı, ‘Hep balık tutardık’ vs. gibi hikâyelerin altında bile bir noktada bir burukluk ortaya çıkıyor. O benim için kıymetli bir duygu şu an. Projenin bir sonrasında vurgulamak istediğim şey burukluk mu olur onu bilmiyorum. Telefonla konuşurken ya da bir dersi dinlerken, kağıda en çok çizdiğin şey ne olur?

kutluyormuş gibi duşa girmeden önceki ritüellerini yapıyorlar. Oynuyorlar, dans ediyorlar, zıplıyorlar, birbirlerine sarılıyorlar ve aslında cinsel hiçbir şey yok. Ama bunu görüntülediğin an cinselleştirmiş oluyorsun. Olağanüstü matrak ve homoerotik bir şey. Tartışmalı bir seri yapıyordum bir anlamda ve okuldaki bir çok insan da garip eleştiriler yapıyordu bununla ilgili. Ben de aslında hepimizin içinde o röntgenci ruhun var olduğunu göstermek için o buzlu camlı odada soyunmalarını istedim. Benim şovumu izleyen herkes o cama yapışıp ‘Aaa gördün mü?’ diye röntgenlemeye başladı. Sonra birbirlerinin farkına varıp utandılar. Çok enteresan bir boyuta gelmiş olduk böylece. Fotoğrafta çıplak gördüğün çocuğun, birden omzunu çarparak yanından geçip içeride soyunması ve onun etten kemikten bir birey olduğunu fark etmen çok başka bir şey. Erkeklik fantezisi ve erkeklik gerçeğini yan yana koyup sergilemek istiyordum, o yüzden çok keyifli bir performans oldu. Hayalim benzer performansları İstanbul gibi daha tutucu yerlerde yapabilmek. Tabi bunun Türk kültürüne uyarlanmış hali nasıl olur bilmiyorum.

Karahindiba. Eskiden onları küçük çizerdim. Daha sonra, canımın çok çizim yapmak istediği bir gün bir top kâğıt aldım, duvarıma asmak üzere büyük bir 3 metreye 1 metre bir karahindiba çizdim. Onu bitirip duvarıma astım. Çok memnundum kendimden. O gün rüyamda, o gün çizdiğimin on katı büyüklüğünde bir çizimin önünde duruyordum. Önümde bir sürü pilot kalem vardı. Daha sonra uyandığımda ‘Neden yapmıyorum ki bunu?’ dedim. Gidip profesörüme sordum, o da onaylayınca kendimi devasa bir karahindiba çizerken buldum. O yaz babamla konuşmayı kestiğim yazdı, o yüzden onun da biraz etkisi oldu bunda. Çok obsesif bir çizimdir aslında bu. Bir sürü küçük karalama ve detaydan oluşur. O benim için bir nevi meditasyon ve bu süreci atlatma denemesiydi. Neden karahindiba? Hiroe Saeki adında lisede keşfettiğim enteresan bir sanatçı var. Uçlu kalemle olağanüstü detaylı resimler yapar. Çizdikleri çok organik şekillerdir, bitkiler, çiçekler... Çok hoş karahindiba resimleri yapardı. Çok etkilenmiştim ondan, çünkü o zamana kadar ağaç çizmeyi severdim. Saiki’nin çizdiği bitkileri çizmeye çalışırken karahindiba çizmenin keyifli olduğunu ve karahindibayı bir sembol olarak beğendiğimi fark ettim. Çünkü üfleyince dağılıyor. Ben çok kontrol odaklı obsesif bir insanım aslında. O yüzden karahindiba benim için biraz ‘let go’ hatırlatmasıydı. Karahindiba benim için kendimle barışmamın bir sembolü oldu. Gece senin için ne ifade ediyor? Gece insanı mısın? Geceleri mi çalışırsın yoksa sabah erkenden işe başlamayı mı seversin? Gece kıymetlidir benim için. Geceleyin iş yaparım çoğu zaman.

Gece benim için ilk önce çekimdir. Çünkü ben çoğu çekimimi gündüz antrenman olduğu için gece yaparım, futbolcu ve sporcu arkadaşlarımla. Gece, araba kullanmaktır. Normalde ben gece saat 3’e kadar fotoğraf laboratuvarında çalışırken çok bunalıp fotoğraf laboratuvarının tam arkasındaki araba kiralama dükkanından araba kiralardım. Arabaya atlayıp müziğimi açar Ohio’da gecenin köründe araba kullanırdım. Müthiş bir şeydir o, başka hiçbir şeye benzemez orada araba kullanmak çünkü hiçbir şey yok. Uçsuz bucaksız yol, senin müziğin, ay ışığı, cam gibi bir gökyüzü… Gece benim için odur. Çok da özlüyorum onu yapmayı. Son olarak ne tür müzik dinlemekten hoşlanırsın? Elektronik. Elektronik funk demek daha doğru olur aslında. Arkada illa ki çılgın gitarlar olacak. Deep house çok severim. Benim için en vazgeçilmez gruplar: Pet Shop Boys ve Depeche Mode’dur. Hatta ikisinin bazen kesişebildiği noktalar olduğu zamanı çok seviyorum. Justice’in çok güzel remiksleri oluyor. Ayrıca Xinobi ve Flight Facilities’i de severim.


Sarp Kerem Yavuz

Sarp Kerem Yavuz‐“(water dripping)",Archival injket print, 70 x 110cm, 2012

47

Neticesinde benim hikâyem buruk kaldığı için ve duyduğum birçok hikâye de bu nedenden dolayı buruk geldiği için bunu vurgulamak istedim. O yüzden arka plandaki metin ‘Babam candır’ ile başlar ve ‘Hala beni aramasını bekliyorum’ ile biter.



POP.SEE.CUL PİA HAKKO & PELİN YAŞAR



Pia Hakko, Pelin Yaşar

" W E OU T H ERE " Bir sanat ve tasarım blogu olarak hayatımıza giren Pop.see.cul bugün, eğlenceli t-shirt ve sweatshirt tasarımlarıyla çağdaş bir yaşam tarzı sunuyor. Tasarımlarının her detayı oyuncu ve vurdumduymaz bir ruhla birleşiyor ve ortaya özgür bir tarz çıkıyor. Titizlikle seçilen özel kumaşların, popüler kültüre ait detaylarla birleşmesi her parçayı eşsiz kılıyor. Markanın yaratıcıları Pia Hakko ve Pelin Yaşar sonsuza kadar eşsiz kalacak bir ürün için ona hayat, hayal gücü ve duygusallık katmanın gerekli olduğunun fazlasıyla farkında.

RÖPORTAJ İDİL ÇETİN FOTOĞRAFLAR GÖKAY ÇATAK

Pop.see.cul adıyla başlayalım. Çubuklu dondurmadan böyle bir marka yaratmak hanginizin fikriydi? Arkanızda bir yaratıcı ekip var mı yoksa sadece ikiniz misiniz? Aslında pop.see.cul ismi çubuklu dondurmadan çıkmadı. Blogumuzun popüler kültürle alakalı olacağını biliyorduk ve buna uygun eğlenceli, yaratıcı ve biraz da anlamsız bir isim bulmak istiyorduk. Pop. see.cul, içinde popüler, görmek ve kültür kelimelerini içeriyor ama okunuşu çubuklu dondurma "popsicle" gibi. Aslında ismi herkes farklı yorumluyor ve bunu çok seviyoruz. Pop.see.cul'ın hiçbir alanında şimdilik ikimizden başka yaratıcı bir ekip yok. Bu bizi oldukça yoruyor fakat ikimiz de pop.see.cul kimliği konusunda cok titiz olduğumuz için her şeyi yapmak ve her şeye karışmak hoşumuza gidiyor. Yalnızca çekimlerde çalıştığımız bir ekibimiz var ve onların da pop.see.cul ruhunu anlamaları, hissetmeleri bizi çok mutlu ediyor. Pop.see.cul’ı hepimiz bir sanat ve tasarım blogu olarak tanıdık, sevdik. Sonra ne oldu da bir moda markası haline geldi? Sizi ne tetikledi? İkimiz de her zaman bir yenilik arayışı içerisindeyiz. Blogu yaparken "Başka neler yapabiliriz?" diye düşündük hep. Birimiz grafik tasarım, diğerimiz ise moda tasarımı okuduğu için, tişört tasarımı ilgi alanlarımızı birleştirdi. Tabi ki tişört bir başlangıç, ilerleyen zamanlarda bir çok farklı ürünümüz olacak.

Tasarım felsefenizde trendlere pek yer yok gibi. Kendi vizyonunuz tasarımlara nasıl yön veriyor? Evet, trendlere uymak gibi bir kaygımız yok. İnsanların konuşmalarından, kullandıkları cümlelerden, tepkilerinden ilham almayı çok seviyoruz. Bu da bizce tişörtler ve insanlar arasında güzel bir bağ kuruyor. Bunun dışında, eski filmlerden, müzikten, kitaplardan da çok ilham alıyoruz. Gündemdeki tasarımlara?

olaylar

yansıyor

mu

Kesinlikle evet! Gündemdeki olaylar pop. see.cul'ı sürekli besliyor. İnsanların giydikleri tişörtle dış dünyayla iletişime geçmeleri, düşündüklerini ve hissettiklerini giymeleri çok hoşumuza gidiyor. Pop.see.cul’ın olmazsa olmazları nedir? Konu tişört ve sweatshirt’lere gelince ikimizin de 'kontrol delisi' yüzü ortaya çıkıyor. Kumaş da, desen de, rahatlık da bizim için çok önemli. Tişört aslında çok basit bir ürün ama hala herkes 'mükemmel' tişörtü bulmakta zorlanıyor. Bu bize çok ilginç geliyor, o yüzden hiç bir küçük detayı kaçırmamaya çalışıyoruz. Kimleri hedefliyorsunuz? Nasıl biri Pop.see.cul erkeği/kadını? Pop.see.cul, kendini ifade etmekten çekinmeyen, hayat dolu, sıradanlıktan sıkılmış ve yeniliği seven insanlara hitap ediyor. Biz onları böyle hayal ediyoruz. Kafamızdaki pop.see.cul kızı ve erkeği,

Londra sokaklarında kulaklığını takıp indie/rock şarkılar dinleyen, sanatı takip eden, akşamları tişörtünü ve jean’ini giyip konserlere giden, açık görüşlü, kendine güvenen, çalışkan biri. Hayata karşı alaycı bir tavrı var tasarımların, göndermeler yapıyorsunuz. Nasıl bir karakter Pop. see.cul? Pop.see.cul'ın, etrafında olup bitenlere tepki verebilen, bu tepkiyi de çoğunlukla mizahi, alaycı bir şekilde veren bir karakteri var. Mesela 'Ugh Couples' sloganımız her yalnız kızın hayatında en az bir defa kendi kendine düşündüğü bir şeydir, özellikle Sevgililer Günü’nde. Veya 'I'm not here, this is an illusion' herkesin Pazartesi günleri içinden geçirdiği bir cümledir. Bu sezonki pop.see. cul karakterini en iyi anlatan tişört ise 'We Out Here'. Biz bu koleksiyonu kendini iyi ifade edebilen, özgürlüğü seçen, susmayı değil sesini duyurmak isteyen gençleri düşünüp yaptık.

Erkekler t i şör t seç er ke n kızlardan çok da ha t i t i z davra nı y or

51



Türk tasarımcılar couture’e ağırlık verirken siz bir boşluğu görüp sokak giyimine atıldınız. Türkiye’deki bu boşluğun sebebi ne sizce? Şu anda bütün dünyada sokak giyimine ilgi her geçen gün artarken, çok ünlü markalar bile kimliklerini değiştirip daha gündelik giyime uygun tasarımlar yaparken Türkiye'de tasarım anlayışı çoğu zaman güzel gece elbiseleri yaratmakla sınırlı kalıyor. Bu da çok normal çünkü Türkiye'de moda yeni yeni önem kazanmaya başladı ve dünyayı yakalamak için biraz daha yolumuz var. Bu anlayış yeni yetişen genç tasarımcılarla hızlıca değişecektir. Geçtiğimiz sezon sadece kadınlar için koleksiyon hazırlamıştınız, bu sezon erkekler

için de bir koleksiyon hazırladınız. Kadın ve erkek koleksiyonu arasında benzerlik var mı yoksa ikisi tamamen farklı mı? Benzerlikler tabi ki var ama erkek tişörtlerinde daha az slogan yapıp, onun yerine küçük kolajlar, çizimler eklemeyi tercih ettik. İkimizin de daha önce erkek koleksiyonu hazırlamak gibi bir deneyimi olmadığı için başlarda biraz risk almaktan korktuk açıkçası. Erkekler tişört seçerken kızlardan çok daha titiz davranıyorlar anladığımız kadarıyla. İyi ki de erkek koleksiyonu eklemişiz, geri dönüş çok pozitif oldu. Her 2 koleksiyonunuz da basic tişört ve sweatshirt’lerden oluşuyor. Kendi tarzınız da böyle mi? Gündüz ve gece nasıl giyinirsiniz?



55


Evet, hatta pop.see.cul tişört çıktığından beri neredeyse başka bir şey giymez olduk! İkimiz de genelde oldukça rahat giyinmeyi severiz; sabahları bir kot, tişört üzerine de eğlenceli bir ceket. Geceleri de bir etek, yine tişört ya da gömlek altına da bot. Bot/ çizme giymeyi çok seviyoruz. Daha geçen gün konuşuyorduk "kış gelsin artık da bot giyelim" diye. Satış noktalarınız nereler? Türkiye'de Vakkorama mağazaları, Selfestate, Midnight Express ve Building. İnternet üzerinden ise artsetters.com ve popseecul. com'dan farklı ülkelere satış yapıyoruz. Çok yakında da shopigo.com’da satışımız başlayacak. Bir ayağınız Londra’da ve bu büyük bir avantaj olsa gerek. Orada da satılıyor mu Pop.see.cul? Londra’daki planlarınız nedir? Londra olmasaydı pop.see.cul olmazdı, bu yüzden Londra'da bir yer edinebilmek bizim için çok önemli. Yaklaşık bir ay önce iyi bir İngiliz PR şirketiyle çalışmaya başladık ve medyadan, mağazalardan çok olumlu yanıtlar aldık. Şimdilik belli bir mağazada satışımız yok ama çok yakında olacak! Bu bizi çok mutlu ediyor ve gelecek için şimdiden çok heyecanlıyız.

Sokak giyimi ile ilgili hangi markaları beğeniyorsunuz/kendinize yakın buluyorsunuz?

Bir insanın çalışma ortamı onun karakterini yansıtır derler? Sizin çalışma ortamınız nasıl?

Wildfox, Acne, T by Alexander Wang, Leon and Harper, James Perse, House of Holland sevdiğimiz markalardan bir kaçı. Mağaza olarak ise Oxford Circus'daki TopShop'u ve Urban Outfitters'i çok seviyoruz.

Aynı odada yan yana çalışmayı seviyoruz çünkü böylece fikirlerimizi anında birbirimizle paylaşabiliyoruz. Müzik, ortamımızın olmazsa olmazı. Bir şey üzerinde çalışırken sadece ona odaklanmak istediğimiz için de genelde masamızda çalıştığımız şey dışında çok şey olmaz ama yerler ve duvarlarımız doludur.

Sizce uluslararası bir marka olmanın yolu nerelerden geçiyor? Pop.see.cul da bir gün uluslararası arenada kendini gösterir mi? Uluslararası bir marka olmak için her şeyden önce farklı ve kreatif ürünler çıkarabilmek gerekiyor. Sonrasında bu ürünleri bir çok insana ulaştırabilmek kalıyor. Eğer ürün ilgi toplayabiliyorsa zaten diğer engeller domino taşları gibi bir bir yıkılır. Pop.see. cul'ın uluslararası bir markaya dönüşmesini çok istiyoruz ve umudumuz var ama bu tabii ki hemen olabilecek bir şey değil, çok çalışmak gerekiyor ve her zaman yaptığın işi çok sevip çok tutkulu olmak gerekiyor. 'Tutku' bizim için çok önemli. En küçük olayda bile ikimiz de bir anda çok duygusallaşıyoruz, bunu hiç bir zaman kaybetmek istemiyoruz.

Günlük yaşamınızda ilham almak için hangi dergileri ve web sayfalarını okursunuz? Listemiz uzun! ID, Pop, Love, Nylon, Dazed and Confused, Little White Lies sevdiğimiz dergiler arasında. Web sayfası olarak da Dazed Digital ve The Business of Fashion'ı (Bof) seviyoruz. Son olarak; Klokmag’in bu ayki konsepti “gece”. Size gece ne ifade ediyor? Gece nasıl yaşarsınız? Bizim için gece, gündüzden güzeldir. Geceler daha heyecanlı, daha gizemli, daha duygusal olur. Biz geceleri çok daha yaratıcı oluyoruz bu yüzden geç saatlerde çalışmayı tercih ediyoruz. Aslında bu soruya en güzel cevap: 'Who says the nights are for sleeping?' olacak. Bu da yeni koleksiyonumuzdan bir t-shirt.


www.popseecul.com



ANDREA POMPILIO moda tasarımcısı

1973’te İtalya’da doğan Andrea Pompilio, yaratıcı bir ortamda büyüdü. Annesi ressam, babası ise mimar olan Pompilio, çocukluğunu anneannesinin mağazasında geçirdi ve 8 yaşında tasarımcı olmaya karar verdi. Moda tasarım bölümünden diplomasını aldıktan sonra master eğitimini almak üzere Marangoni’ye gitti. Mezuniyetinden hemen sonra moda dünyasına adım attı ve İtalyan inceliğini, uluslararası görüşünü ve yeteneklerini geliştirdi. Alessandro Dell'Acqua, Prada, Calvin Klein ve Yves Saint Laurent gibi uluslararası markalar ile çalıştı. 2011-2012 Kış sezonunda kendi adını verdiği ilk erkek koleksiyonunu yarattı. Sonbahar/ Kış 2013 koleksiyonu için ilham kaynağı balta girmemiş ormanların büyük şehirle buluşması oldu. Andrea Pompilio’ya göre mükemmel stil, İtalyan burjuva sınıfının klaslığı ile rock’n’roll’un vahşi enerjisinin karışımından oluşuyor. Koleksiyonları sokak modasını baz alırken, İtalyan ve Fransız burjuva sınıfının rock’n’roll görünümüyle buluşuyor. Hayatımızdaki siyahlara bir cevap olarak koleksiyonlarına her geçen sezon daha çok renk katan tasarımcının sıradışı parçalarını en az onun kadar farklı olan shopigo.com’da bulmak mümkün.


“Biliyorum ki gece, gündüzle aynı değildir. Her şekilde farklıdırlar. Gecenin hissi gün içinde açıklanamaz, çünkü o his gündüz ortaya çıkmaz. Ve şunu unutmamak gerekir ki, bazen gece yalnız insanlar için korkutucu olabilir. Çünkü o vakit yalnızlıkları resmen başlamıştır.” Ernest Hemingway

“Yolculuk” bambaşka bir mesele, aynı gece gibi. Ve insanın büyüyen boşlukları doldurabilmek için kendi içine de büyük yolculuklar yapması gerekiyor.

Berlin, 2011


GECE, ANIDEN... Bilgi Üniversitesi

YAZI & FOTOĞRAF DENİZ YILMAZ

90’ların ortasındayız. Uzun bir gecede, uzun beyaz yol çizgilerini göz ucumla takip ediyor, buğday tarlalarının yanından geçerken hayaller kuruyorum. Hiç bilmediğim bir tatmin duygusu, büyük bir duygu kaplıyor içimi. Nereye gideceğini bilmemek, ya da bilip de hatırlayamamak gibi bir duygu... Alıp başını gidemeyecek kadar küçük bir yaştayım ve birilerinin alıp başını gitmelerine eşlik ediyorum. Bodrum, Ayvalık, Altınoluk, Dalyan ve biraz Ören. Arada bir sanki gündüz, arada bir de yeniden gece oluyor, bir de gözüme ilişen, uzunlarını yakmış kamyonlar geçiyor... Arkada her zamanki gibi Ruhi Su’nun kalın sesi yankılanıyor, babamın vazgeçilmez yolculuk arkadaşı. Bazen de Zülfü Livaneli’nin “Gün Olur”u çalıyor: “Gün olur alır başımı giderim, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda”... Kelimelerin tek tek anlamı olmadığı bir zaman diliminde, ileride bütün bu şarkıların benim için nasıl önemli bir hale geleceğini de bilmiyorum. Sadece camın dışından hızlıca geçen yüzleri, arabaları ve geniş tarlaları izliyorum. “Çanakkale içinde vurdular beni”, yine o kalın sesli adam şarkı söylemeye başlıyor. “Anne susadım”. Ve hiçbir yolculukta yanımızdan eksik etmediğimiz su termosumuzdan annemin arkaya uzanarak verdiği o soğuk su; kokusunu sonraları her plastik bardaktan su içerken hatırlayacağım o su hani... 90’ların vazgeçilmezi, küçük plastik bir şişeye doldurulmuş limon kolonyasını sürüyor, müthiş bir ferahlık hissediyorum, yalnızca bedenimde de değil üstelik. Tatlı bir uykuya dalıyorum; uyandığımda, bu defa “Hey Özgürlük!” diyor “Gün Olur”u söyleyen adam. Hala varamamışız menzile. O kadar uzun bir şarkı ki bu, sözlerini ezberlemem çok zor, tekerleme gibi; “okulda defterime, sırama ağaçlara kazırım adını” kısmını ezberliyorum şimdilik, bir de nakarat kısmını: “Hey Özgürlük!” Acaba “özgürlük” ne demek? Neden kazıyorlar sıraya, deftere adını? Teyzemin oğlunun adının da Özgür olduğu geliyor aklıma, acaba bir ilgisi var mıdır? Gözlerimi kapadığımda bir başka gece oluyor, açtığımda yine gündüz. Bu defa daha önce hiç duymadığım bir ses “Zaman zaman,

zaman hımmm o zaman” diyor. Hiç bir şeyi durup düşünemeyecek kadar hızlı akan bir zamanın içinde, küçücük bir yaştayım. Ama şunu biliyorum, ya da en azından hissediyorum: “N’olur yollar hiç bitmesin”. Ya da en azından ben hiç bitmeyen yollarda olayım. Derken bir benzin istasyonunda duruyoruz, keyifsizim, yolun sonuna geldik sanıyorum, halbuki bu sadece bir mola. Yıllar sonra kendimi yine yollarda, fakat bu defa yalnız ve başka bir ülkenin yol çizgilerinden geçerken buluyorum. Bir gece aniden bastıran bir coşkuyla, sadece bir sırt çantasına sığdırılmış eşyalarla ve kendimle baş başayım. Tekim ve yollardayım. Camın dışından seyredeceğim buğday tarlaları yok, ya da arkada çalan tanıdık ezgiler. Tabelaların ne yazdığını yakalamak da bir o kadar zor, dışarısı karanlık ve tren aşırı hızlı. Birden o şarkı çalmaya başlıyor; “Gün olur alır başımı giderim”, gerçekten de öyle oluyor. Alıp başımı gidiyorum ve içimde keşfetmenin verdiği müthiş bir hızla ilerliyorum. Artık söyleyenin kim olduğunu biliyorum, hatta “özgürlük” kelimesinin anlamını bile az çok oturtmuşum kafamda. Öyle ki sorulsa “nedir?” diye, uzun bir cümle içinde hem özne hem yüklem olarak kullanabilirim. Gecenin ortasında, o tatlı kısa uykudan uyanıyorum. Rayların üstünde gitgide yavaşlıyoruz, dikkatlice dışarıya bakıyorum ve küçük evlerin görüntüsünü beynime o an kaydediyorum. Yıllar sonra da hatırlamak için, nedeni yok, sadece bellekte bir kare olsun diye... Bir balkonun sönük ışığında yaşlı bir adam oturuyor ve trene bakıyor, acaba benim de O’na baktığımı hissediyor mudur? Bütün gereksiz düşünceler beynimde akıp giderken bir şeyi bir anda hatırlıyorum. Gece yolculuğunun kendisinin ne kadar mühim bir şey olduğunu. Gece zaten başlı başına mühim bir şeyken, bir de yolculuk ekleniyor üstüne ve iki katına çıkıyor hissettirdikleri. Varmak için değil, ya da varacağım yer için değil, tamamen bu gidilesi yollar için heyecanlanıyorum. Yolun kendisi, gecenin kendisi başlı başına yetiyor. O esnada, gözümün önüne, yolculuklar sırasında hafızama kazıdığım kareler geliyor: Halep girişinde terk edilmiş benzin deposunun

üstünde “Topkapı” yazısını, veya Venedik’e girerken ışıklı küçük evlerin bahçelerine asılmış renkli iç çamaşırları, karavanların içinde gidip gelen o gölge suratı, bulaşık yıkarken camdan bakan kadını, loş ışıklı mutfak lambasının altında suyunu içen yalnız adamı, teknesini boyarken trene kafasını çeviren yaşlı amcayı, garajına girmeye çalışan küçük kırmızı kamyonu ve yalın ayak bisiklet süren Bosna’lı çocukları… hepsini ve daha fazlasını bir çırpıda hatırlıyorum. Gözümü bir sonraki açışımda sabahın ilk ışıklarına biraz var, Bari İstasyonu'nda duraklıyoruz. Bir kız veda etmek için sımsıkı sarılıyor sevgilisine, bir ara çocuk kızın belini öyle bir kavrayıp kaldırıyor ki kızı havaya, bu kareyi de yolculuk belleğime kazımam gerektiğine inanıyorum. Ve orada öylece donuyorlar, kız veda etmiyor, çocuk da trene geri binmiyor, şimdi Bari’ye gidecek olsam biliyorum ki, o çift hala orada. Bir şeyden artık eminim, yıllar geçse de ve ben özgürlük kelimesinin anlamını iyice bildiğimi iddia etsem de; içimde büyümeyecek olan bir his var. O his hep çocuk kalıyor. Bitmek bilmeyen yolların özlemiyle, geceleri daha da olgunlaşıyor ama bir türlü büyümüyor. O his sayesinde çoğu gece arabalar, trenler ve yollar beni çağırıyor, nereye gideceğimi bilmesem dahi yolda olma hissi bana yetiyor. Gece aniden çocukça bir heves sarıyor içimi, ya da çocukça bir sadakate kapılıyorum. Dondurduğum kareleri, hafızama kazıdığım anları sanki yeniden görebilirmişim gibi umarak kendimi yine yollarda buluyorum. Belleğime kazıdığım görüntüler ve yol çizgileri gitgide çoğalırken, ben de çoğalarak sınırlardan geçiyorum. Bir gece yine yola çıkıyorum; arkada bu defa farklı bir şarkı çalıyor, gülümsüyorum. “Yolculuk” bambaşka bir mesele, aynı gece gibi. Ve insanın büyüyen boşlukları doldurabilmek için kendi içine de büyük yolculuklar yapması gerekiyor. Korkulacak bir şey yok, bazen nereye gideceğin belli olmasa da... Camın buharını sildiğinde görürsün ki ya karlı kayın ormanındasındır ya da uzun ince bir yolda.

61


Gรถmlek: Adidas SLVR / www. shopigo.com


THE

KOVER STORY moda tasarımı

EREN TUNELI Mimar Sinan Üniversitesi

FOTOĞRAFLAR CAN KÖROĞLU MODA EDİTÖRÜ CEREN ÇETİNOĞLU FOTOĞRAF ASİSTANI ECE PEKBAŞARAN



THE

NIGHTWATCH Kendini tamamen edindiği tecrübelerin çizdiği yollara bırakmış birisi Eren Tuneli. Uzun vadeli planlar yapmayarak, tesadüfler ve anlık seçimlerle hayatın çok farklı kısımlarından keyif almayı başaran ve bunu samimi bir şekilde dile getirebilen biri. Onu tanımasanız da iç dünyasına erişebileceğiniz samimi bir röportaj yaptık.

RÖPORTAJ DORUK ONUR

R

öportaja tersten başlayalım. Genelde sonda sorulan klişe bir soruyla hatta… Gelecekte kendini nerede ve nasıl görüyorsun? Nereye doğru yol aldığını hayal ediyorsun? Gelecek için çok net bir şey söyleyemiyorum, şu anda dövmeyle ilgiliyim, bunu geliştirmek istiyorum. Planlarım arasında Londra’da master yapma düşüncesi var ama bunu şart olarak görmüyorum. Bu zamana kadar ilerleyişim çok planlı gelişmedi. Hep karşıma yeni fırsatlar çıktı. Sanırım en net olarak yaptığım seçim Güzel Sanatlar’da okumaktı. Ne olursa olsun, her zaman benim için birden fazla şey olacağını düşünüyorum, fonda hep moda tasarımı olacak tabii ki. Tek derdim gelecekte kendimi geliştirmek ve birden fazla işe ya da hobiye sahip olmak. O sebeple ‘Şuradayım ve kendi markamı kurmuşum, kendi işimi yapıyorum’ gibi bir cevap veremiyorum. Hazır bahsetmişken sorayım. Moda tasarımı okudun ama şu an zamanını en çok dövmeler alıyor. Dövmelere olan tutkun nereden geliyor? Şöyle ki, moda tasarımı çok da okumak istediğim bir alan değildi, yani severdim ama hep grafik okumak istemiştim. İlk sene kazanamayınca moda tasarımı okumaya başladım ve sonraki sene tekrar sınavlara girdim. Grafikte derece bir puan aldım ama bu sefer de bölüm değiştirmedim. Hem bilinçsiz, hem de çok bilinçli bir tercih oldu benim için. Dışardan ne kadar eğlenceli görünse de, aslında yoğun ve stresli bir iş. Çok seviyorum ve özellikle birinin benim

tasarımımı giydiğini görünce garip bir şekilde seviniyorum. Dövme konusundaki soruna gelirsek; henüz benim hiç dövmem yok! Sanırım yakın çevremden etkilendim. Zaten baskı tasarımları yapmıştım, dövmenin yapılışını izlerken bunu bir insanın üzerine kendi elinle yapmanın aslında ne kadar etkileyici bir şey olduğunu gördüm. Bir şekli ya da deseni dövme olarak düşününce daha yaratıcı, daha özgün bir şey yapmaya çalışıyorsun. Bu da beni etkiledi sanırım ama söyleyeyim, ben dövmeci değilim. Bunu senelerce çok iyi yaparak çalışan insanlar var, ben sadece öğrenmeye hevesliyim o kadar. Bir yandan hiç dövmem olmadan dövme yapabiliyor olma fikri hoşuma gidiyor açıkçası. Klokmag farklı görebilen, duyabilen insanların bulunduğu bir dergi, daha doğrusu bir topluluk. Sence üçüncü sayıya kapak olma nedenin nedir? Ben çok fazla dışarıda ya da her ortamda görünen birisi değilim, olabildiğince kendi işimdeyim ve çalıştığım insanlarla farklı ve düzgün bir şeyler yapma peşindeyim. Buna bağlı olarak insanlar içinde bulunduğum işleri gördüğünde farklı ve güzel buluyor diye düşünüyorum. Ceren de söyledi, ‘Kapak kim olsun diye düşünürken gözümün önüne sen geldin’ diye. Öncesinde bir sergi açılışında tanışmıştık. Galiba aynı frekanstaki insanlar birbirini çekiyor. Bunun dışında pozitif olup iyi iletişimler kurmanın insanların aklına gelme konusunda büyük katkısı var bence. Tasarladığın kıyafetlerde Osmanlı çizgisi fark ediliyor. Bu ilginin sebebi nedir?

Osmanlı’ya olan ilgim görsel olarak başladı, ilk olarak o dönemin mezar taşları ilgimi çekti. Bununla ilgili bir koleksiyon hazırlamak yaklaşık 4 senedir kafamda olan bir şeydi fakat sonrasında kaligrafinin ne kadar estetik olduğunu fark etmeye başladım. Mimari eserlerine zaten hayrandım. Şu anda bile bir Osmanlı çeşmesi keşke evim olsa diye düşünüyorum. Aslında daha çok mimaride kullandıkları süslemeleri etkileyici buluyorum. Kabartmalar, altın varaklar, yıldız deseni, çini, kaligrafi… Beni etkilemelerinin nedeni estetik olmalarının dışında hepsinin altında bir anlamın olması. Daha sonraları o dönemdeki yaşantıyı merak etmeye başladım. Sokak satıcılarını, sosyal hayatı… Ayrıca çocukluğumdan beri -bence hepimiz için böyle- bu eserlerin içinde yaşıyorum ve koleksiyon tasarlarken ya da herhangi bir şey tasarlarken bu eserlerden faydalanmamayı saçma buluyorum. En iyi tanıdığım konudan daha vurgulu bir şeyler ortaya koyacağımı düşündüm.

Osma nl ı ’ y a ola n ilg im görsel olara k b aşladı , ilk olara k o dönemi n mezar taşları ilg imi ç e kt i

65


Gรถmlek: Adidas SLVR / www.shopigo.com ล ort: Nike


Daha önce Vogue dansından etkilenerek kıyafetler tasarlamıştım, kanatları saydam olan bir kelebekten de ya da Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü kitabından...

Peki başka esin kaynaklarını öğrenebilir miyiz? Herkes gibi ben de vizyonumu geliştirmek için anı ve bir sonraki adımları takip etmeye çalışıyorum. Ama beni etkileyen bir çok farklı şey olabilir. Son koleksiyonuma kadar bu derece görsel malzemesi olan şeylerden etkilenmemiştim açıkçası. Genelde daha soyut konular ilgimi çekerdi. Daha önce Vogue dansından etkilenerek kıyafetler tasarlamıştım, kanatları saydam olan bir kelebekten de ya da Boris Vian’ın Günlerin Köpüğü kitabından... Aslında biraz değişken. Bir sergi, bir sanatçının işleri, bir kitap ya da bir obje… Neyin bende ne hissettireceği belli olmuyor. O yüzden olabildiğince araştırmaya, görmeye çalışıyorum. Peki sence okuduğun bölümün günlük hayatında yaptığın aktivitelere, giyimine ve yaşam tarzına yön vermesi gerekiyor mu? Okuduğum bölüm günlük hayatıma yön vermek zorunda değil ama Tophane’de nargile içmektense, İstanbul Modern’e gidip sergi geziyorsam, gözümü açmaya çalışıyorum demektir. Gidip nargile de içerim, hatta yanında melengiç kahvesi de çok güzeldir. Günlük hayatıma yön veren benim, okuduğum bölüme de ben kendi içimde bir yön vermeye çalışıyorum. Bu mesela Moda Tasarımı okuyorsun diye değişik giyinmeye benziyor ama ben gözüm nasıl görmek istiyorsa o şekilde giyiniyorum. Gittiğim, gezdiğim yerleri de merakım ve zevkim etkiliyor. Yani dolaylı olarak etkiliyor aslında moda. Moda tasarımı okuduğum için değil, ilgilendiğim için oradayım, böyle giyiniyorum ya da böyle yaşıyorum. Sen kendini şehrin neresine ait görüyorsun? Senin gözündeki İstanbul'u anlatabilir misin? İstanbul’u çok seviyorum ama artık bazı yerleri görmek beni gerçekten sıkıyor. Sanırım tek sıkılmayacağım yer, Eminönü. Çünkü orada aradığım her şeyi bulabiliyorum. Sonrasında balık ekmek yiyip, lokumla beraber Türk kahvesi içiyorum. Ayrıca Eminönü’nde insanların çoğu da çok yardımsever. Benim için İstanbul küçük bir şehir. Genelde hep aynı yerlerdeyim. Cihangir, Karaköy, Nişantaşı sevdiğim diğer semtler. Tabii arada Zeytinburnu’na da gidiyorum, kumaş bakmak için. Bence İstanbul gerçekten insan karakterine sahip bir şehir. İyisiyle, kötüsüyle bu zamana kadar bana çok fırsatlar sunmuş bir şehir. Karşıma güzel insanlar çıkartmış bir şehir İstanbul. Çeşitliliğini ve farklılığını seviyorum. Düşününce çok sakin bir şehirde yaşayamazdım herhâlde. Buradaki hız beni de uyanık tutuyor. Bu şehirde gece senin için ne ifade ediyor? Bu şehirde bana gece, eninde sonunda eve dönüş anlamına geliyor. Gece evim gibi, samimi, rahat hissediyorum. Arkadaşlarla güzel vakit geçirmeli, bu akşam da bizde kal demeli. Geceye yakıştırdığın müzikler, insanlar veya yerler var mı? Gece hayatı konusunda bir sıkıntı var bence benim için. Yani azdır bir yere gidip gerçekten çok eğlendiğim. Çok fazla dışarı çıkmam, ama çıktığımda da geceye en yakıştırdığım insanlar tabii ki yakın çevrem olur.

67





Kabartmalar, altın varaklar, yıldız deseni, çini, kaligrafi… Beni etkilemelerinin nedeni estetik olmalarının dışında hepsinin altında bir anlamın olması.

Gittiğim yerde insanları çok fazla tanımıyorsam genelde çok eğlenemiyorum, o pek kimseyi tanımadan gidilen partilerden sıkılarak geri dönen insan benim. Beni ve birbirini yakından tanıyan insanlarla bir arkadaşımın evinde geçirdiğim geceler hep en eğlencelisi olmuştur. Partiden eve dönen insan genelde senmişsin. Ev senin için nasıl bir ortam? Nasıl bir düzenin ve hayatın var orada? Ev benim için gerçekten özel bir ortam, fazla zaman geçirdiğim bir yer, bundan da memnunum. Çok yakın olduğum bir ev arkadaşım var onla zaman geçiriyorum genelde, yalnız yaşayacak bir insan değilim sanırım uzun süre yalnız kalınca depresifleşiyorum. Hemen yan odamda birinin bir şeylerle uğraşıyor olması hoşuma gidiyor. Yakın arkadaşlarım sıkça gelirler, yemekler yapılır ama bunlar dışında herkes evinde neler yapıyorsa, onları yaparım çok da farklı şeyler değil. Sonbahara giriyoruz. Moda açısından Avrupa'nın birçok şehrinde hareketli günler olacak. Moda haftalarını bir kenara bırakırsak Sonbaharın sende yarattığı his nedir?

Sonbahar bende ‘Evet, artık ceket giyebileceğim!’ hissiyatını yaratıyor. Bir de hep yeni bir şeylerin başlayacağını hissediyorum. Sonbaharı seviyorum. Herkes şehre döner, ortam hareketlenmeye başlar. Defileler, sergiler, konserler… Gözlerini kapatıp düşündüğünde olmayı istediğin başka yerler ya da olmayı istediğin başka insanlar var mı? Ya da şunu sorayım, küçükken olmayı istediğin Eren ile şu an olduğun Eren arasında nasıl farklar var? İstanbul çıkışlı olmayı çok sevsem de, olmak istediğim başka yerler var tabii ki. Yeni yerlerde yaşadıkça, çok fazla şey görüp öğreniyorsunuz. Ben daha çok yeni bir yere gittiğimde ‘Keşke siz de burada olsaydınız’ tavrına bürünen bir insanım. Yeni insanlarla tanışmayı seviyorum. Bu bir yanılsama olsa da, başka insanlarla şu anki yakın arkadaşlarımla olduğum kadar yakın olamayacakmışım gibi geliyor. O yüzden gözlerimi kapadığımda başka insanlarla olduğumu görmüyorum. Daha güzel sesli bir Eren olmak isterdim, şarkı söyleyebilmek isterdim. Küçükken olmak istediğim kişi... Bunu çok düşünmedim açıkçası ama şu anki halimi görsem heralde baya şaşırırdım. Hoşlanmayabilirdim bile

71


Genellikle farklı teknikleri bir arada kullanmayı seviyorum. Sonra da bu fikirler birbirlerini elemesinler diye aralarından seçim yapıyorum çünkü çok fazla fikir birbirini etkisiz hale getiriyor ve bunun sonu karmaşa oluyor.

ama elbet etkilenirdim. Bilemiyorum çünkü küçükken daha kapalı biriydim.

en güçlü olanları seçip bunu koleksiyona dengeli bir düzende yaymaya çalışıyorum.

Tasarımla uğraştığın için özellikle sormak istiyorum. Tasarlama evrelerinde takıntıya dönüştürdüğün yöntemlerin veya belli totemlerin var mı?

Kafanda bir anlık geçen bir düşünceyi ya da bir görüntüyü elle tutulur, gözle görülür hale sokuyorsun. Bu nasıl bir his?

Benim tasarım sürecim sıkıntılı geçer. Oturup da uzun uzun çizim yapmayı sevmem. Kumaşları görmek isterim öncelikle, onlar bende bir şeyler uyandırır. Çizim de yaparım tabii ki, bazı kalemlerim var onlarla çizmeyi tercih ederim, takıntı olmasa da. Üretim aşamasında da biraz stresli olurum, kalıplar istediğim gibi olsun diye insanları bezdirebilirim hatta. Bu arada kalıplarımı ve dikim işlerimi annem yapıyor, kendisini bile baya bezdirdim o aşamada. Tasarım yaparken ele aldığım konuyu iyi yansıtmaya çalışırım ve tasarladığım kıyafetlere bakılınca direkt olarak ‘Aaa, bundan esinlenmiş!’ denmesinden hoşlanmıyorum, konuyu farklı bir noktaya götürmeyi amaçlıyorum. Belirli bir totemim yok, sadece çizdiklerime hep bakarım birbirinden çok bağımsız olmasınlar diye. Ayrıca tasarım yaparken aklıma üzerinde çalıştığım konuyla alakalı hep yeni fikirler gelir, yeni teknikler bulmaya çalışırım ve en sonunda elimde bir sürü fikir ve teknik oluyor. Genellikle farklı teknikleri bir arada kullanmayı seviyorum. Sonra da bu fikirler birbirlerini elemesinler diye aralarından seçim yapıyorum çünkü çok fazla fikir birbirini etkisiz hale getiriyor ve bunun sonu karmaşa oluyor. Benim kafamda bir fikri bir kere kullanınca, sonraki parçalarda yeni fikirler bulmam gerekiyormuş gibi bir düşünce var. İstemsiz yaptığım bir şey ama doğru olan bu değil, en azından bunun farkındayım. O yüzden

Şu zamana kadar yaptıklarım, kafamdaki görsellerin bir kısmı. Kafamdaki ile uygun olanı bulduğumda beni heyecanlandırıyor ve beğenileceğinden emin oluyorum açıkçası. Ya da ‘Evet, bu farklı oldu’ diyebiliyorum net olarak. Sonunda yaptığım tasarımı ben de giymek istiyorsam olduğunu düşünüyorum. Belki röportajın ilk sorusu bu olmalıydı, ama sonda soruyorum. Bize biraz kendinden bahsedebilir misin? 24 yaşındayım, Ocak ayında Mimar Sinan'dan mezun olmuş, daha çok yeni bir tasarımcıyım. Uzun süredir deneyim kazanmaya çalışıyorum. Okurken aynı zamanda çalıştım ve farklı tasarımcılara asistanlık yaptım. Bunlardan biri, çok sevdiğim bir insan olan Gamze Saraçoğlu. Aynı zamanda kendisini akıl hocam olarak görüyorum. Ben çok hırslı bir insan ya da neyi nasıl yapması gerektiğini tam çözmüş bir insan değilim. Sadece yeni şeyler öğrenip, kendimi geliştirmek ve bunları yaptıklarıma yansıtmak istiyorum. Kafamda çok net düşünceler ya da çizilmiş yollar yoktur, zamanın şekillendireceğine inanıyorum.


Pantolon: DRKSDW / www.shopigo.com



YO K S A özgürlügümüz

S UM A LAŞMAMIZ

M I D I R ? Suma Han'ın kurucuları ve Suma Beach'in ortakları Cengiz ve Süreyya'ya sorduk


Cengiz Can Atasoy, S羹reyya Ar覺oba


Cengiz Can Atasoy, Sürreyya Arıoba

GayretkeS ve UmutvarI Siz onları bu yaz İstanbul'un en aykırı ve en benimsenmiş yeri olan Suma Beach'den biliyorsunuz. Ya da hiç bilmiyorsunuz. Suma Han'ın kurucuları, Suma Beach'in ortakları Cengiz Can Atasoy ve Süreyya Arıoba'yla samimi bir sabah kahvesi içtik. Kahveden size kalanlar...

RÖPORTAJ MÜGE TÜZER FOTOĞRAFLAR CAN KÖROĞLU

S

uma fikri nasıl başladı? Cengiz: Suma Beach fikri mi Suma fikri mi?

Suma Han. Bütün bu art/ commmunity fikri. Cengiz: Suma fikri ve ismi bize bırakılmış bir yadigar aslında. Bu han 1902'den kalmış,1940'larda geri elde edilmiş, bize de ismiyle beraber gelmiş bir rakı fabrikası, daha sonra da içlerinde dedemizin de bulunduğu sadece elektrikçilerle dolu olan bir iş hanı. 96 senesinde Suma'nın annemize kalmasıyla beraber binanın bütün kaderi değişiyor. Annemiz "Burası güzel bir bölge ilerde Soho gibi olabilir" diyor, binadaki elektrikçileri çıkarıp Suma Han'ı tepeden tırnağa renove ediyor. Üzerine Beral Madra'yı getiriyor. Beral Madra da önemli bir küratör. Ona 2. katta yer veriyor. Derken Suma'nın şu an sahiplendiği art/community sıfatının tohumları atılmış oluyor. Madra'nın Suma'da olduğunu duyanlar ''Aa burası güzelmiş'' diyor ve yavaş yavaş o komün oluşuyor. Tam bu esnada Sürreyya dönüyor İngiltere'den annemin başlattığı şeyi o devralıyor. Yani fikir annemle başlayıp Süreyya'yla devam ediyor. İnsanların seçimi, markanın oluşturulması tamamiyle Süreyya'nın elinden çıkıyor. Daha sonra da ben dönüyorum Türkiye'ye ve Süreyya'nın Hindistan'a gitme planları yüzünden ben devralıyorum Suma'yı. Gel gör ki Süreyya aşık oluyor ve bu plan aylarca erteleniyor. Şu an da karşındayız. (Süreyya'ya dönerek) Hindistan'a ne oldu peki?

Süreyya: Hindistan duruyor. Hala gitmem lazım, gideceğim. Düşününce Hindistan süreci aslında Cengiz için iyi oldu. Çünkü Cengiz 22 senedir İstanbul'da değildi ve buraya gelip ne olup bittiğini görmesi, Suma'ya dalması gerekiyordu. Hindistan sancılarım bir yana Suma'yı omuzlayıp hemen daldı işin içine. Partici ve sosyal karakterinin de bu dalışda payı büyük tabii. Cengiz: Ama Suma'nın sadece parti ve eğlenceden ibaret olmadığını vurgulamak çok önemli. Suma bir yaşam markası. Süreyya: Evet mesela Suma Han'da hepimizin kapıları açıktır. Beraber müzik yaparız, resim yaparız, aşağıda helkeltıraş atölyesinde heykel yaparız, dans stüdyosunda dans eder yoga yaparız, yetmedi organik yemek pişiririz. Herkese her zaman açık, özgürlükçü bir yaşam şeklimiz, felsemiz vardır. Ki bu ilk başlarda sağlaması zor bir felsefeydi. Şimdi çok değişti. İnsanlar bu konuda açıldılar. Biz ilk bu felsefeyle yola çıktığımızda bu konuları insancıl olarak, bütün azınlıkların korunması adına konuşurduk. O zaman konuştuğun

anda seni de gay zannederlerdi. Böyle bir şey yoktu ama kompleksimiz de yoktu. İnsanların hakkımızda ne düşündüğünü umursamazdık. Biz sadece herkesin kendini güvende hissedebileceği bir baloncuk yaratmayı hedeflemiştik. Öyle ki, Çerkezi de Kürdü de, eşcinseli de gelsin. Cengiz: Evet, tam da bunu istedik. Zaten Türkiye'ye politik ve kültürel açıdan bakacak olursak en büyük problemlerden biri herkes bir kalıba sıkıştırılmaya çalışılmış. Herkesi Alevi, Sünni gibi belirli kalıplara yerleştirip farklıları dışlayıp yok edip aynılık sağlanmak istenmiş. Bizim felsefemiz de tam aksine ''Çeşitlilik zenginliktir'' oldu hep. İsteğimiz farklılıklardan korkmayarak herkesin kendini rahatça ifade edebilmesine olanak sağlamaktı. Hatta öyle ki, sanatla yapılan ukalalığa bile karşı çıkmak. Yapılan işlere gelen ''Bu imitasyon, bunu çok gördük, bu iyi olmamış'' gibi ukala yorumlara engel olmak, herkesin yanında olmak. Süreyya: Nişantaşı topuklularının himayesindeki kasıntı sanat kültürüne karşı çıkmak.

Su ma Ha n' da h epİ mİ zİ n k apı ları açıktır. Beraber mü zİ k y aparı z, res İ m yap ar ız , aş ağı da h eY k eltı raş atö ly es İnde heykel y aparı z, dans s tü dy o s u nda da ns eder y o ga y aparı z, y etmedİ o rganİk yemek pİ ş İ rİ rİ z.

77


Cengiz'in yeni aldığı lazeri test edilirken




Cengiz Can Atasoy, Sürreyya Arıoba

Başka şehirleri düşünüyorum; İbiza, Berlin, New York... Suma Beach'in eşi benzeri yok. Belki Bar 25. Ama Bar 25'ı bile düşünecek olursak burdaki imkanlar yok. Biz geçen hafta bütün gece dansedip müzik dinleyip sabah sahilde sörf yapabildik.

Başardınız da... Süreyya: Zamanla oldu. Hem felsefenin hem de Suma Han'ın oluşumu. Annemin zamanında Suma Han'a taşınan insanlardan ücret talep etmediğimiz bile oluyordu. Yeter ki felsefemizi yaşatabilecek insanlar bulabilelim. İlk başta hep yabancı arkadaşlarımıza yer verdik. Çünkü Suma onlara çekici gelirken, Türk aileler hala bu bölgede yaşamaya çekiniyordu. Fakat zamanla mahalle de kendini toparladı. Şöyle de bir gerçek var ki Türkiye'de öncüler genelde hep yabancılar oluyor. Suma Han da bunun örneği. Suma Han da, Suma Beach de dediğiniz gibi çok farklı bir felsefeyi savunan işler. Bu işleri yapan sizler aykırı hissediyor musunuz? Murathan Mungan'ın bir şiiri vardır ''Eve döndüğünde babaannen namaza dururken, neyi değiştirir David Bowie posteriyle çiftleşmen?'' böyle bir dışlanmışlık ya da karamsarlık tecrübe ettiniz mi hiç? Süreyya: Hayır. Bizim annemiz babamız böyle hissetmişler zamanında. Bu dediğini onlar yaşamış, değişimi onlar geçirmiş. Biz onlardan sonra çok şanslıydık çünkü açık ve liberal bir ortamda yetiştik. Bizi kimse bir şeye zorlamadı. Her hareket, her din, her şey kabuldü bizde, evimizde. Cengiz: Hatta ailemiz bizi rahatlıkları ve farklılıklarıyla.

şaşırtırdı

Süreyya: Biz niye normal bir aile değiliz derdik kendi kendimize. Cengiz: Yatılı okulda okuduğum zamanlarda tatile eve gelirdim. Bir bakardım yogaya, meditasyona başlamış bizimkiler. Saat 6'da kalkıp ayaklarımızı soğuk suya koyup meditasyon yapardık. Çok değişken bir evde büyüdük. Çok özgür ve açık bir ev. Böyle özgürlükler akla Gezi'yi getiriyor.

Gezi'nin ulaşmaya çalıştığınız felsefeyi desteklediği ortada. Bu seneki LGBT yürüyüşünün bu kadar coşkulu geçmesi, farklı siyasi görüşlerin bir arada barınabilmesi sizi de mutlu etmiş olsa gerek. Sizce Gezi, Suma Beach'i nasıl etkiledi?

(kahkahalar)

Cengiz: Bu aslında hiçbir zaman bilmeyeceğimiz şeylerden. Çünkü öbür türlüsünü yaşamadık. Etkilerine bakacak olursak, bir, Gezi yüzünden artık çoğu insan eğlenmek için Taksim'i tercih etmez oldu. İki, bir sürü festival ertelendi, alternatifler elendi. Üç, insanlar doğaya karşı daha da kenetlendiler ve bu kesinlikle Suma Beach'de hissediliyordu.

Süreyya: Zaten biz Suma Beach'i de bir kurum olarak görmüyoruz. Orası bir aile. Kâr etmek oranın tek varoluş sebebi değil. Biz, "Wake Up Call"cular -ki onlarsız Suma Beach olmazdı ve özellikle Evrim'i unutmamalıyız- bir aileyiz.

Süreyya: Bizimle beraber çöp toplayan müşteriler bile vardı ilk haftalarda. Cengiz: Ama bence Gezi olmasaydı da Suma Beach bu hale gelirdi. Çünkü konsept olarak Türkiye'de, hatta dünyada bile olmayan ve ihtiyaç duyulan bir şeydi. Başka şehirleri düşünüyorum; İbiza, Berlin, New York... Suma Beach'in eşi benzeri yok. Belki Bar 25. Ama Bar 25'ı bile düşünecek olursak burdaki imkanlar yok. Biz geçen hafta bütün gece dansedip müzik dinleyip sabah sahilde sörf yapabildik. Bu rahatlık hiçbir yerde yok. Peki gerek Suma Beach'de gerek dünyada olsun rave ruhu hakkında ne düşünüyosunuz? İnsanlar bu müziklerle gerçekten eğleniyolar mı yoksa ambalajlanıp piyasaya sürülmüş bir şey mi? Cengiz: İkisi de eş zamanlı yaşanıyor aslında. Mesela Suma Beach'e müzik için gidenler de var, orda tanıdıkları var ve Suma Beach bir trend teşkil ediyor diye gidenler de var. Bu hep böyle. Dünyada trend olanı trend yapan, ona sadık kalıp zevk alanlarla, trendi takip edenler hep eş zamanlı varolacaklar. (Duraksayarak)

Nerede

kalmıştık?

Gerçek mi değil mi de kaldık. Cengiz: Evet bence gerçek. Hip olsun olmasın şu anın gerçekliği bu. Ambalajlanmış bir yapımız var mı düşünüyorum ve sanmıyorum.

Son olarak gelecek projelerden bahsedelim. Ortak ya da ayrı projelerinizden? Cengiz: Suma olarak şu an üzerinde çalıştığımız değişik projelerimiz var. Onun haricinde benim Maxi Storrs'la beraber yürüttüğüm Dusty Eardrums etkinliklerim oluyor ve kendim de müzikle ilgileniyorum. Süreyya: Cengiz'in pişmesini bekliyoruz. Cengiz: Süreyya'nın projeleri var.

kültürel

politik

Süreyya: Ben iki ay Diyarbakır'da yaşadım, bütün Kürt bölgelerini, Suriye'yi, Irak'ı gezdim. Uzun zamandır Türkiye'de olmadığım için oraları öğrenmek istedim. Bizim, Cengiz'in de içinde olduğu bir Tarihi Mirası Koruma Vakfımız var. Bu vakfın Artvin'deki ahşap bir evin, Akhtamar'daki kilisenin ya da bir sinagogun renove edilmesini üstlendiği projeleri oluyor ve başta annem olmak üzere ailecek bu projelerle ilgileniyoruz. Bu vakfın sürekliliği benim için ve aynı zamanda Suma'nın vizyonu için çok önemli. Cengiz: Mesela ben şu an piyango kazansam ve sonsuz bütçem olsa hayalimdeki proje Tokatlıyan Han gibi koca bir yapıyı doğasını koruyarak yenilemek, orada kendi kültürümüze ait işlerimizi, yemeklerimizi ve içkilerimizi sergilemek olurdu.

81


THE FUCK IS BACK


The Fuck is Back

day ıs Slavery nıght ıS frEEdOm Bugün gerek festivallerin, gerekse underground partilerin alışılan yüzlerinden olan Çağan Okuyan’ın projesi The Fuck Is Back kendi deyimiyle sarhoş, genç ve renkli. Sadece birkaç yıllık bir serüven olmasına rağmen, bir fenomen haline dönüşen bu projenin başlangıcından, Çağan Okuyan’ın yaşadığı deneyimlerden ve The Fuck Is Back’in ne anlama geldiğinden bahsettik.

RÖPORTAJ DORUK ONUR The Fuck Is Back hakkında konuşmaya başlamadan evvel biraz seni tanıyalım. Uzun yıllar Paris’te yaşadım, hatta orada büyüdüm. Grafik Tasarım okuduktan sonra, fotoğraf ile daha da yakınlaştım. Sonra vaktimin çoğunu fotoğraf almaya başladı, şimdi ikinci mesleğim, aslında hayatımın büyük bir bölümünü oluşturuyor diyebilirim. Almanya ve Paris’te sürekli çalıştığım kulüplere gidiyorum. Hayat TFIB ile bol gezmeli, bol müzikli ve renkli kokteylli. Fotoğraf makinesiyle tanışman hangi döneme denk geliyor? Çok eski değil, hatta yeni bile denebilir, 5 yıl önce ilk kameramı aldım, sokak fotoğrafçılığı yapıyor, geceleri tanımadığım insanları ve özellikle arkadaşlarımı çekiyordum. ‘Dün gece neler yaptık?’ sorusuna cevaplar fotoğraflardı. Bir kaç ay sonra elimdeki fotoğrafları paylaşmak için Google’dan bedava bir blog kurdum. Ve şimdi buradayız. Peki The Fuck Is Back’i tasarlarken nelerden/kimlerden esinlendin? Berlin'de bir street art galerisindeydim, orada satılan bir skateboard dergisinin fotoğraflarına âşık oldum, kitap sadece siyah beyazdı ve geceye dair güzel belgelenmiş hikâyeleri vardı. Satılık değildi ve orada bütün gecemi harcadım. Sonra bir isim bulup kendi tarzımı oluşturdum ve yoluma devam ettim. The Fuck Is Back’e başlarken kendine bir amaç edinmiş miydin? Kesinlikle evet. Hem de inanarak. Sadece

benimle ayni dili konuşan insanların olduğu, piyasa müziklerin ya da Rihanna'ların çalmadığı mekânlara gidip orada çalışacaktım. Mavi saçlı kızların geldiği o yerlere... Sonra gittikçe yeni partiler keşfettim. Facebook üzerinde paylaşılmayan, kulaktan kulağa duyulan partileri... Anlatmak istediğin bir hikâyen ve amacın varsa o zaman işler çok daha zevkli bir hal alıyor. En güzeli yeni insanlar ve renkli kokteyller… Kendi fotoğraflarını dışarıdan bir gözle 3 kelimeyle yorumlasan bunlar neler olurdu? Sarhoş. Genç. Renkli. Biz bu fotoğraflara baktığımızda kimleri görüyoruz? Bu insanlar şehrin, gecenin hangi kısmındalar? Galiba çoğu hayatı gece yaşıyor, kafaları rahat insanlar, hepsi birbirini anlayan ve en güzeli aynı dili konuşan insanlar. Herkes kabul eder ki, böyle cesur pozlar vermek kolay bir iş değildir. Sana poz veren insanların yaklaşımları genelde nasıl? Biraz tatlı sözler ve bir gülücük ile çok kapılar açabilirsin. Önemli olan tatlı dil. Ben bu işi insanları, geceyi, müziği ve alkolü sevdiğim için yapıyorum. Benim amacım o an orada ne olduysa onu belgelemek. Hem insanlara güven vermek gerekir, beni seviyorlar. Paris'te ve İstanbul’da birçok parti ve etkinlikte çekim yaptın. Bir genelleme yapacak olsan, kimler sence daha rahat

ve bu tarz işlere daha açık? İstanbul'da hep, acaba nasıl gözüküyorum diye bir endişe var. ‘Acaba sevgilim ne der?’ diyen tipler var mesela, o tavırları sevmiyorum. Bir de ‘hangi kanal?’ der gibi ‘Nereye çekiyorsun?’ diye soranlar var. İkisi arasında bir yaşam sürsem de Paris-İstanbul karşılaştırması çok zor, İstanbul uykusuz 7-24 ayakta bir genç çocuk, insanları seven. Çok heyecanlı hem de. Paris kendisinden başka herkesten nefret eden, yaşlı ama çok güzel bir kadın gibi, egosuz ama burnu çok havada… Portekiz'e ve Ukrayna’ya fotoğraf için âşık oldum. Hem de kızları çok güzel. Gece çekim yaparken her şey spontane mı, yoksa geceye başlamadan kafanda belli başlı taslaklar oluyor mu? Bazı geceler kafamda planlar yaparak sadece kendim için dışarı çıkıp fotoğrafları çekiyorum. Ama işin büyük bir parçası kendiliğinden gelişiyor, yeni birileriyle tanışmak, konuşmak ve sarhoş olmak bu işin en güzel tarafı. Bazen gece bitiminde tanıştığın biri gecenin en güzeli olur. ‘DAY IS SLAVERY NIGHT IS FREEDOM’ The Fuck Is Back’in mottolarından biri. Bunu biraz açıklar mısın? Buna inanıyorum, yani gecenin insanlar için özgürlük olduğuna, gündüzün o yorucu stresinin, kalabalık sokakların daha rahatladığı zamana. Bütün o sokak insanları, sarhoşlar, sohbetler, taksiler, geceleri yenen ucuz yemekler, o son biralar… Gecenin bambaşka bir tadı var.

83




Sana poz verip, daha sonra ertesi gün sitende fotoğrafları görünce pişman olanlar sıkça oluyor mu? Aslında insanları zor durumda bırakmamaya baya uğraşıyorum. Onları rahat ve o an yaşadıkları kafa ile yakalamayı seviyorum, poz versinler istemiyorum. Herkes doğalken çok güzel. Eskiden daha kolay gibiydi, insanlar beni o kadar tanımıyordu ve ben daha rahat olabiliyordum, şimdi biri senden fotoğrafını çekmeni isteyince çekiyorsun ve beğenmeyip paylaşmayınca da kötü çocuk oluyorsun. İstanbul’da gece hayatını yakından takip eden biri olarak son yıllarda gözlemlediğin değişimler neler? İki sene önce bunu sorsaydın, Paris’ten bütün enerjim ile döndüğümde harika şeyler anlatırdım sana. Ama şimdi zor, önce sokakta içilen içkiler -ki en büyük tadıdır gecenin- yasaklandı, masalar kalktı, şimdi içki satışı yasaklanacak diyorlar, anlamak o kadar zor ki. Hayat sokakta aslında. İnsanlar istedikleri gibi giyinemiyorlar bile, geçen bir partide çocuğun birini tuvalette makyaj yaparken

gördüm. Burası Paris ya da Berlin olsaydı, o çocuk makyajını evde yaparak metroda arkadaşlarıyla içerek gelirdi. Ama burada bu söz konusu bile değil. Özel partiler ve ev partileri giderek moda oluyor. TFIB ev partilerine bekleriz. Geriye dönüp baktığında, yaptığın çekimlerde seni şaşırtan olaylar ya da insanlar olmuştur. Birkaçını bizimle paylaşabilir misin? Gecenin ortasında karşında kocaman makinesiyle dikilen bir adam düşünsene, rahatsız olmaz mısın? Eğlenmek için oradasın ve belki 17. votkanı içiyorsun, o an neye benzediğini tahmin bile edemezsin. Ve bunu biri gelip fotoğraflasın hiç istemezsin. Ya da kız arkadaşını tuvaletlerin çıkışında bir adam ile görüyorsun, hem sarhoş hem de poz veriyor. Geçen yaz Ukrayna'da böyle bir olay geldi başıma ve ilk defa korktum. İngilizce bilmezler ülkesinde adamın biri kafayı taktı bana, galiba kız arkadaşını ya da kestiği kızın fotoğrafını çekmiştim, pasaportumu ve orada kiraladığım arabanın anahtarlarını çantamdan almışlardı, bütün gece onlarla uğraştım ama o fotoğraflar hala thefuckisback.com'da. Bunun dışında kusanlar, bayılanlar ya da ambulans ile eve dönenler, çöpün içinde uyuyakalanlar artık öyle enteresan gelmiyor.


kusanlar, bayılanlar ya da ambulans İle eve dönenler, çöpün İçİnde uyuyakalanlar artık öyle enteresan gelmİ yor.

Fotoğrafların ve yine kaydettiğin görüntülerle hazırladığın videolar da oldukça ilgi çekiyor. Bedük için hazırladığın klibe benzer çalışmaların olacak mı? Bedük - Beat-freak projesinden sonra bir kaç teklif aldık aslında fakat kafa yapımız bir olmadıkça maalesef yapılan isler "TFIB" olmuyor, şimdi bir kısa film tadında İstanbul gece hayatı üzerine çekilen belgesel ile uğraşıyoruz. İstanbul’da kısa filmler, Avrupa'da festivaller... Son olarak The Fuck Is Back nereye doğru gidiyor ve ileride ne tarz işler yapmanın hayalini kuruyorsun? Paris'te başlayıp İstanbul’da yükseldi aslında TFIB, şimdi Türkiye'deki bütün festivallerde beni görebilirsiniz aslında, şu an Portekiz’de bir festivalde çalışıyoruz, Paris ve Almanya'da sürekli çalıştığımız kulüpler var, her ay bir kere oradayız. Şu an kafamızdaki hedef TFIB projesini Avrupa'ya taşımak, festivaller ve after party’lere. Bu yaz direnmekten fazla çalışamazsak da seneye bütün festivallerde beraber sarhoş olacağız.

87


THEFUCKISBACK.COM



Carolla: Bluz: Fere Sweatshirt: Carven / www.shopigo.com Şort: Nike Eşofman: Topshop Ayakkabı: Nike Takılar: Editöre ait Urban: Tshirt: Nike Sweatshirt: Carven / www.shopigo.com Şort: Topman Ayakkabı: Nike Kolyeler: Topman


“U CAN'T TOUCH THIS” FOTOĞRAF DENİZ ÖZGÜN MODA EDİTÖRÜ CEREN ÇETİNOĞLU

Modeller Carolla, Urban / Option Model Management Moda Editörü Asistanı Ceren Tosun Saç Akın Ünal Makyaj Ömer Faruk

91


Tshirt: Nike Gรถmlek: Topman Kolye: Topman


Bluz: Editรถre ait Mayo: Moschino Kolye: H&M


Carolla: Bluz: Editöre ait Mayo: Moschino Şort: Maid in love / Fashion incube Tayt: Penti Ayakkabı: Topshop Kolye: H&M Gözlük: Editöre ait Urban: Tshirt: Nike Gömlek: Topman Şort: Topman Kolye: Topman Ayakkabı: Nike


95

“Go with the funk, it is said”


Bluz: Ferre Elbise: Juicy Couture / Brandroom Pantolon: Topshop Ceket: Maid in love / Fashion incube Boyunluk: Zeynep Tosun Bilezikler: Accesssorize Saat: 5th Ave Galata Ayakkabı: Nike

“If you can't groove to this..”


Gömlek: Emre Erdemoğlu / Fashion incube Jean gömlek: Topman Pantolon: Mavi Ayakkabı: Nike Kolye: H&M


Gömlek: Zeynep Tosun Tshirt: Asos / 5th Ave Galata Elbise: Editre ait Sewatshirt: Zara Gözlük: Emporio Armani


Tshirt: Nike Pantolon: Edwin / Vakkorama Gรถmlek: Zara Sweatshirt: Popseecul / Vakkorama ล apka: Trukfit / 5th Ave Galata Kolye: Topman


“...then you probably are dead”

Tshirt: Sandro / Brandroom Pantolon: Free City / Brandroom Şapka: Editöre ait


Gömlek: Topman Tshirt: 5th Ave Galata Şort: Topman Gözlük: Editöre ait Kolye: Marc Jacobs



zaman oldugun yere göre degI sIr rall¡ pIlotu

rall¡ co-p¡lotu

YIGIT TIMUR

EFE ERSOY

Sabancı Üniversitesi

İzmir Ekonomi Üniversitesi


spor

Yiğit Timur ve Efe Ersoy ikilisi 2 yıldır bu işte omuz omuza mücadele veriyor. Yiğit eğitimine Sabancı Üniversitesi’nde devam ederken Efe ise bu yıl İzmir Ekonomi Üniversitesi’nden mezun oldu. Bu işe tüm benlikleriyle tutkuyla bağlı olan ikili için ralli bir yaşam biçimi halini almış durumda.

Yiğit Timur, Efe Ersoy


Yiğit Timur, Efe Ersoy

takla atmadan rallI c I olunmaz Hayatımızı aldığımız kararlar belirler. Bir gün hatta bir ay içinde aldığımız kararlar belki de bütün hayatımızın resmini çizmeye yeterlidir. Onların ise bu kararları almaları için saniyeleri vardır. Türkiye'nin en genç rallicileri Yiğit Timur ve Efe Ersoy bize bu saniyeleri anlatıyor.

RÖPORTAJ ROKSAN SARIOĞLU FOTOĞRAFLAR ECE PEKBAŞARAN

İlk olarak tanışmanızdan ve ralli için bir araya gelmenizden bahsedelim. Efe: Kuzenim Kaan sayesinde tanıştık. 2011’de İzmir’de Yiğit’in de katıldığı bir pist günü düzenlemiştik. İlk tanışmamız o gün oldu diyebilirim. Benim 2007’de başladığım bir ralli kariyerim var. Yiğit’i birkaç kez toprak zeminde izledikten sonra hızından ve kontrolünden çok etkilendim ve co-pilotluk teklifiyle geldiği anda hiç düşünmeden kabul ettim. Tanışalı 2 yıl olmasına rağmen arabada geçirilen 10 dakika bile yılları kapatmaya yetiyor. Arkadaşlık ilişkisi ve profesyonel ilişki nasıl bir arada gidiyor, yaşadığınız bir tartışma performansınızı etkiler mi? Efe: Şu ana kadar adamakıllı bir tartışmamız olmadı. Tek tük olan tartışmalar yarış esnasındaki gerginlikten kaynaklanan anlar. Araba içindeyse "Ayağını çek, bu viraj sert, yavaşla" gibi müdahaleler olur sadece. Araba içinde nasıl bir atmosfer var? Yiğit: Arabada ayrı iki kişi değil, tek bir ruh olarak hareket ediyoruz. Elimizden gelenin daha da fazlasını ortaya koymaya çalışıp gerisini düşünmüyoruz. Her yarış bir mücadele, bir gerginlik bulutu altında geçiyor. En önemli konu günlük hayatımızda yaşadıklarımızı birkaç saatliğine geride bırakmak. Eğer yarış esnasında 90 derecelik bir viraja girerken aklınıza kız arkadaşınızla yaşadığınız bir tartışma gelirse o virajın bir ağaçta veya uçurumda sonlanması çok yüksek ihtimal. Özel hayatınızı, sorunlarınızı bir kenara

bırakıp birkaç günlüğüne şalteri kapatmak zorundasınız. En ufak bir konsantrasyon dağınıklığı çok büyük bir yaralanmayla sonuçlanabilir. Efe: Arabanın içinde benim düşünceme göre müthiş bir denge söz konusu. Yiğit daha heyecanlı, olayların hemen çabucak gerçekleşmesini isteyen taraftır, ben ise daha sabırlı, olayları kontrol altına almaya çalışan tarafım. Yiğit’e araba içinde sonsuz bir güvenim var, birbirimize birbirimizi emanet ediyoruz, sadece bazı noktalarda müdahale edip o heyecanı, hızı biraz olsun kontrol altına almaya çalışıyorum. Co-pilotun misyonu tam olarak nedir? Efe: Yarıştan önce yarışacağımız etapları yol otomobili ile 3 kez geçme hakkımız var. İlk geçişte düşük bir tempo ile Yiğit yol notu dediğimiz viraj ve düzlük karakterlerini kendi sistemi ile bana yazdırıyor. Düzlüğe bir metraj veriyor, virajları ise sertliklerine göre 1’den 6’ya kadar numaralandırıyor. Yol notunu yazdıktan sonra bir sonraki geçişimizde biraz daha yüksek bir tempo ile ben Yiğit’in bana yazdırdığını okuyorum ve kontrol ediyoruz, gerekli revizyonları yapıyoruz. Son geçişte ise artık yarıştayken kullanacağımız haline ulaşıyor notlar. Yol notundaki en küçük bir hata, Yiğit’in “Sağ 2” yerine “Sağ 3” yazdırması, %50

ihtimalli bir kaza sebebidir. Ralli’de püf nokta notlardır ve notun doğru anda pilota ulaşmasıdır çünkü süratlar oldukça yüksek olabiliyor ve timing çok büyük önem taşıyor. Notu kaçırmak söz konusu bile değil. Co-pilotun meziyeti bu. Bu sporda fiziksel kondisyon ne kadar önemli? Nelere dikkat ediyorsunuz? Yiğit: Bu sporda pilot için kondisyon her şey demek. Haftanın 5 günü spor yapıyorum, yarıştan önce yediklerime ve uykuma dikkat ediyorum. Ralli "sprint" değil, enduranstır. Kalıcı kondisyon gerektirir. Eğer yeteri kadar kondisyonlu olmazsam beynim de otomatikman düşüşe geçer ve farkında bile olmadan yavaşlamaya başlarız. Her an aracın verebileceği beklenmedik olumsuz bir reaksiyon için tetikte beklemek durumundayız. Çok yüksek limitlerdeyken aracın lastiği patlayabilir ve araç kontrolden çıkabilir. Bir yarış otomobilinden kapasitesinin daha fazlasını istediğinizde her an her şey olabilir çünkü bu mekanik bir spor. Hata yapma şansımız yok. Efe: Co-pilot olduğum için benim Yiğit kadar yüksek kondisyonda olmam gerekmiyor ama elbette ben de yarışlardan önce ve sonra yediklerime, içtiklerime oldukça dikkat ediyorum.

Yo l no tu ndak İ en k ü çü k b İr hata, Yİ ğİ t’ in “Sa ğ 2 ” y erİ ne “Sağ 3” y azdı rma s ı , % 5 0 İ h tİ malle bİr kaz a s ebebİ dİ r.

105


spor

Enteresan bir başarı grafiğimiz var. 2011’den beri katıldığımız tüm rallilerde namağlubuz; ya birinciyiz, ya da yarış dışıyız.


Yaklaşık bir saat boyunca bir uçurumun tepesinde çekicinin gelmesini bekledik. O anda bir ayağım frende, bir elim el freninde dakikalar geçmek bilmedi

Bizim normalde 60 km ile geçtiğimiz çukurdan siz 160 km ile geçiyorsunuz. Günlük hayatta araba kullanırken nasılsınız, hız yapıyor musunuz? Yiğit: Bu işe başlamadan önce gaza geldiğim zamanlar oluyordu, fakat motor sporlarına profesyonel anlamda adım attığınızda zaten pistte, toprakta, yarışta o hız yapma ve adrenalin ihtiyacınızı tamamen karşılamış oluyorsunuz. O yüzden de günlük hayatta hız yapma gibi bir istek hiçbir şekilde kalmıyor. Tam tersine ben günlük hayatımda gayet yavaş araba kullanırım. Efe: Yiğit’in de söylediği gibi yarıştıktan sonra günlük hayatta, sokakta hız yapma gibi bir hevesiniz tamamen bitiyor. Şöyle bir anekdot anlatayım: Eskişehir’de düzenlenen yarışa giderken İstanbul-Eskişehir arasında otomobili Yiğit kullandı ve biz yaklaşık 2.5 saatte Eskişehir’e vardık. Ancak yarıştıktan sonra yine otomobille İstanbul’a dönmemiz gerekiyordu. Yiğit araba dahi kullanmak istemedi, onun yerine ben kullandım ve o yolu 4 saatte geldik. Türkiye’de eğitim ve sporun beraber çok da pürüssüz yürümediğini hepimiz biliyoruz. Sizin için eğitim hayatı ve ralli bir arada nasıl yürüyor? Yiğit: Benim için oldukça zor yürüyor. Akademik hayatı pek başarıyla yürüttüğüm söylenemez. Açıkçası okulumun gereken desteği vermediğini ve anlayışı göstermediğini düşünüyorum, üniversitenin öneminin ve bitirmem gerektiğinin tabii ki farkındayım ama şu anda önceliğim ne kadar kulağa yanlış gelse de ralli olmuş durumda. Efe: Ben Yiğit’e göre biraz daha şanslıyım sanırım. O yüzden bu süreç benim için daha az zorlayıcıydı. Bu yıl İzmir Ekonomi Üniversitesi Mutfak Sanatları ve Yönetimi bölümünden

mezun oldum. Ailenize ilk ‘Ben ralli sporunu yapacağım’ dediğinizde nasıl bir tepki aldınız? Efe: Benim için ilk zorlu etap annemi ikna etmekti. Bir gün yarışacağım piste annemi de götürdüm ve ‘Anne ben bu işi yapmak istiyorum, istediğim bu’ dedim. Bir yarış otomobilinde alınan güvenlik önemlerini ve bizim üzerimizde bulunan, pilot ve co-pilotu koruyan kıyafetlerimizi ve kaskları gösterdim. O gün sanırım beni üzmemek için ikna olmuş gibi gözüküyordu. Ancak ilk yarışımda takla attım ve bunu ilk olarak anneme telefonda söylediğimde şok geçirdi. O andan sonra babama söylemek daha da zor oldu tabi. Bu arada rallide takla atmak bir milat olarak sayılır, takla atmayana gerçek rallici denmez. Aileleriniz sizi birbirinize emanet ediyor da diyebiliriz. Yiğit sana Efe’nin annesi hiçbir zaman ‘Aman Yiğit, lütfen yavaş git’ gibi ricalarda bulunuyor mu? Yiğit: Şu ana kadar ‘Yavaş git lütfen’ gibi bir ricada bulunmadı, bulunduğu takdirde üzerimde müthiş bir baskı olacağına eminim. Şunu da söylemek istiyorum, ben direksiyondayken yanımda bir can taşıdığımın tamamıyla farkındayım. Şu ana kadar başınıza gelen en kötü kaza nedir? Yiğit: 45 metrelik bir uçurumdan yuvarlanmanın eşiğine gelmemiz. Yaklaşık bir saat boyunca bir uçurumun tepesinde çekicinin gelmesini bekledik. O anda bir ayağım frende, bir elim el freninde dakikalar geçmek bilmedi. Uçurumun başındayken ilk 10 dakika sağ ayağımla, diğer 10 dakika sol ayağımla basıyordum frene, ayaklarım uyuşuyordu. Neyse ki araç herhangi bir hasar almadı, biz de yaralanmadık. Sadece çok şanslıydık.

107


Ralliyi hayatınızda neyle, hangi hisle özdeşleştirebilirsiniz? Efe ve Yiğit: Her şey çok doğru gittiğinde, not doğru salisede geldiğinde kelimelerle tarif edilemeyen, ilahi diye tabir edebileceğimiz bir an oluyor. Denebilir ki Ralli gerçekten, tam anlamıyla bir ‘Orgazm’. Allah korusun olur da bir gün ayrılırsanız, yan koltuğunuzda nasıl başka biriyle yarışırsınız, yarışabilir misiniz? Efe: Ben bunu daha önce Yiğit’e de söyledim, Yiğit ralliyi bırakma noktasına geldiğinde, ya da bana ‘Efe, ben başka copilotla çalışacağım’ dediği an, ben de ralli kariyerime son vereceğim. Yiğit: Aramızdaki bu iletişimi, enerjiyi başka kimseyle yakalayabileceğimizi düşünmüyorum. Aramızdaki kelimelerle ifade edilebilecek bir duygu değil. Üzüntümüzü, sevincimizi, hayal kırıklıklarımızı, heyecanlarımızı olabilecek en doruk noktada sürekli beraber yaşıyoruz. Arabanın içinde tek bir vücut, tek bir kalp olarak hareket ediyoruz. Ralli size bu hayatta şu ana kadar ne kattı? Karakterinizde ne gibi değişiklikler oldu?

Ralli aslına bakarsanız tamamen bir kriz yönetimi ve strateji sporu. Bana kesinlike stratejik düşünmeyi aşıladı.

Yiğit: Bana kesinlikle soğukkanlı olmayı öğretti. Rallide saniyeler, saliseler büyük önem taşıdığı için yarışmacı ruhumu da körüklediğini söylemeliyim. Ama en büyük katkısı Efe ile yarattığımız takım olma, bir bütün olma hissi ve beraber başarmanın verdiği sonsuz bir tatmin. Efe: Ralli aslına bakarsanız tamamen bir kriz yönetimi ve strateji sporu. Bana kesinlike stratejik düşünmeyi aşıladı. Bu öyle bir spor ki co-pilot olarak inisiyatifi ele alıp saniyeler içerisinde muhakeme yapıp bir karar vermek durumundasınız. Şu anda bu hummalı hazırlık ne için? Yiğit: Eylül ayında İstanbul’da düzenlenecek olan Avrupa Ralli Şampiyonası’nın bir ayağı olan “Bosphorus Rally”e hazırlanıyoruz. Gelecek hedefleriniz neler? Yiğit: Aslında bizim enteresan bir başarı grafiğimiz var. 2011’den beri katıldığımız tüm rallilerde namağlubuz ve yani ‘Ya Birinciyiz, Ya Yarış dışıyız’. Bugüne kadar Türkiye motor sporları tarihinde gördüğü her bitiş çizgisini birinci sırada bitiren tek ekibiz. Birinciliklerimiz haricinde sadece teknik aksaklıklar yüzünden yarış tamamlayamadık. Bu işte iyi olduğumuzun ve çok daha iyi olabileceğimizin farkındayız. Şu an için bizim en büyük hedefimiz bir gün Dünya Ralli Şampiyonası’nın herhangi bir kategorisinde yarışıp Türk bayrağını en üst basamakta onurlandırmak. Hedef şu ana kadar gelmiş geçmiş en iyi Türk ekip olmak. Hiçbir zaman birincilikten başka bir hedef için yarışmadık. İkincilik veya üçüncülüğü pek kabul edemeyen bir ekibiz. Eğer bu sporu yapıyorsak en iyisi olmak için yapıyoruz.




MUSIC IN BLACK & WHITE

PRETTYHIP SOUNDS Manolya Sağışman Cem Ruso Ekin Sezgen


Manolya Sağışman - Bilgi Üniversitesi (Sanat ve Sahne Sanatları Yönetimi) Cem Ruso - New York University (Ana dal: Ekonomi, Yan dal: Web Yazılım ve Uygulamalar) Ekin Sezgen - Columbia University (Ana dal: Ekonomi yan dal: Politika) Ekin ve Cem mezun; Cem hepsiburada.com'da, Ekin ise Amsterdam'da Garanti Bankasi'nda çalışıyor, Manolya da üniversitenin son senesinde.

Cem Ruso, Manolya Sağışman


Prettyhip Sounds

prettyhıp sounds Prettyhip Sounds üç müzik tutkunu Cem Ruso, Manolya Sağışman ve Ekin Sezgen’in beğendikleri sanatçıları ve onların müziklerini paylaştıkları bir müzik blogu, onların deyimiyle de “hiç hayal kırıklığı yaşatmayan bir playlist oluşturma çabasıdır”.

RÖPORTAJ & FOTOĞRAFLAR LÂL OMUR

P

rettyhip Sounds nedir bir sizden duyalım isterseniz?

eğlendiğimiz ve keyifli zaman geçirdiğimiz güzel bir ortak noktaya sahip olduk.

Manolya: Prettyhip Sounds bizi temsil eden, zevklerimizi yansıtan bir müzik blogu.

Manolya ve Ekin girdikten sonra daha farklı bir yol izlemeye başladı mı Prettyhip Sounds?

Prettyhip Sounds nasıl ve hangi amaçla başladı peki? Cem: Ben üniversitede aldığım Web Development dersiyle web sitesi yapıp tasarlamaya başladım. Kendi kendime ‘Hadi güzel bir site yapayım’ dediğimde müzik dinlemekten de çok keyif aldığım için Prettyhip Sounds’un ilk taslağı ortaya çıktı. Baktım ki böyle bir siteyi manuel olarak güncellemek çok zor, ben de siteyi blog platformuna taşıdım. Şarkılar koymaya başladım, ‘Bakın site yaptım’ diye arkadaşlarıma gösterdim, arkadaşlarımdan da güzel tepkiler almaya başladım ama ben yine de çok önem vermiyordum. Bir süre sadece arkadaş çevremle paylaştığım bir oluşum olarak kaldı. New York’ta son senemde Ekin’le ev arkadaşı olduk ve yine aynı sene Manolya’yla tanıştım. Manolya: Üçümüz Facebook’tan sürekli birbirimize beğendiğimiz şarkıları yolluyorduk zaten. Ben New York’a gittiğimde Cem bize siteyi gösterdi. Ekin’le ilk tepkimiz ‘Niye devam ettirmiyorsun?’ oldu, Cem ‘Vaktim olmuyor, üşeniyorum’ deyince üçümüz devam etmeyi teklif ettik. Hem Cem’in üzerindeki yük azalır hem de keyif aldığımız bir şey yaparız diye düşündük. Ekin: Hem de 3 kişinin paylaştığı bir hobi haline geldi. Birbirimizi motive ettiğimiz,

Manolya: Evet, kesinlikle. Cem: Öyle oldu. Üçümüzün müzik zevki ne kadar birbirine benziyor olsa da herkesin kendine has bir çizgisi var. Ekin mesela daha elektronik müzik sever, Manolya’nın meşhur bir saksafon aşkı vardır; daha enstrümantal müzikler sever. Manolya: Cem electro’cudur.

de

indie’cidir,

indie

Cem: Evet, böyle olunca tabii güzel bir şey çıktı ortaya. Manolya: Bir de biz girdikten sonra Cem de daha ciddileşti. ‘Hakikaten güzel bir şey yapmışım bunu daha da güzelleştirelim’ gibi bir düşünceye girdi. Cem: Sonra site yenilenmeye gitti zaten. Manolya: Aynen. Bu yenilenmeyle birlikte tamamen farklı bir şey deneyip blog havasına girip sanatçıları tanıtan kısa yazılar da yazmaya başladık. Çünkü ciddi bir blog olmak ve kaale alınmak istiyorsan yazı da olması lazım yoksa sadece müzik paylaşımı yapıyorsun. Biz de yazı yazmaya başladık. Cem: Seviyoruz da zaten, sanatçıları araştırmak, onlar hakkında okumak her gün severek yaptığımız bir şeydi. Ekin: Cem’in web tasarımındaki ekstra

yeteneğine benim ve Manolya’nın aşırı kaliteli şarkı seçimleri eklendiğinde ortaya olağanüstü bir site çıktı. Neden sloganınız "music in black and white"? Cem: Biz bir müzik blogu yapıyoruz ve insanların görme duyusundan çok işitme duyusuna hitap etmek istiyoruz. Bu yüzden müzikler dışındaki her şeyi sade tutup gereken önemi olabildiğince müziğe vermek istedik. Sitenin tasarımına veriyorsunuz?

nasıl

karar

Manolya: Onlarla Cem daha çok ilgileniyor, web development onun dalı olduğu için. Cem: İnternet sitelerine çok bakıyorum, yeni tasarımlara ve yeni sitelere, görsellik de çok önemli sonuçta onun üzerinde de çok çalışıyorum. Manolya: O her şeyi 40 kere deneyip beğendiği bir tasarıma ulaşınca bizimle paylaşıyor. Beğenmediğimiz olmuyor hiç,

müzİ kler dışında kİ her ş e y İ sade tutup m üzİ ğ e gereke n önemİ verme k İ st edİ k

113


müzik

Bizim hep üç ruh halimiz olur. Bir gece çıkarken dinleyeceğimiz bir playlist olsun istedik, techno falan değil ama coşkulu müzikler, "Soft Drugs" dediğimiz uyku öncesi, "Right in the Middle" da belki güzel bir roadtrip playlisti olabilir

olursa sadece minik tavsiyeler oluyor.

soruyoruz kendimize

Cem: Estetik dışında önem verdiğimiz diğer bir şey de kullanımının olabildiğince kolay olması.

Ekin: Belirli bir kriter yok aslında, genellikle bizi şaşırtan, beklemediğimiz anlarda ufak detaylarla bütün resmi, hissedilen duyguyu değiştirebilen ve beklentilerin üstüne çıkan şarkılar seçimlerimizi şekillendiriyor diye düşünüyorum.

Neden sitedeki müzikler "Hard Drugs", "Right in the Middle" ve "Soft Drugs" olarak ayrılıyor? Cem: Drug dediğin şey sonuçta insanın hiçbir zaman bırakamadığı, bağımlı olduğu bir şey, müzik de bizim için böyle, belki de ondan. Üç kategori olmasının sebebiyse bizim ihtiyaçlarımızın hep öyle olmasıydı. Bizim hep üç ruh halimiz olur. Bir gece çıkarken dinleyeceğimiz bir playlist olsun istedik, techno filan değil ama coşkulu müzikler, "Soft Drugs" dediğimiz uyku öncesi, "Right in the Middle" da belki güzel bir roadtrip playlisti olabilir. Peki yer verdiğiniz sanatçılara, seçtiğiniz müziklere gelecek olursak, tercih ettiğiniz belirli bir müzik turu var mı? Manolya: Artık genre diye bir şey kalmadı. Eskiden poptu, rocktu, sonra electro oldu ama artık indie pop, indie rock, indie swing vs. bütün genre’alar artık birbirine karıştı. Cem: Biz de onu seviyoruz aslında. Manolya: Aynen. O yüzden belirli bir tarz müzik koymuyoruz. Cem: Bize mesela ham haliyle electro versen, swing versen dinlemeyiz ama electro swing çok seviyoruz. Sanatçıları, müzikleri kriterleriniz nedir peki?

seçerkenki

Manolya: Artık bütün şarkılar birbirine çok benzemeye başladı, bir kulağa güzel gelenler var, bir de işte bu iyi bir şarkı dediklerimiz var. Biz Cem’le müzik bulma seanslarımızda hep bir şarkıyı ilk dinleyişimizden sonra ‘Bir daha başa alıp dinlemek ister miyiz?’ diye

Sanatçıları daha çok siz mi buluyorsunuz yoksa onlar mi sizi buluyor? Manolya: Sanatçılar hakkında bu tanıtım yazılarını yazmaya başlayınca bir sürü yükselmekte olan DJ’lerden de mesajlar almaya başladık. Cem: Değişiyor sanırım, bizi Facebook ve Soundcloud gibi yerlerden bulup temasa geçen müzisyenler de oluyor, bizim internet sitelerinden, bizim gibi müzik bloglarindan bulduklarımız da. Gece hayatınız Prettyhip Sounds’u ve seçilen müzikleri nasıl etkiliyor? Cem: Gece hayatımız Prettyhip Sounds’u değil de Prettyhip Sounds gece hayatımızı etkiliyor daha çok. Manolya: Tabii canım sırf onun için geziyoruz artık. Tabii ki güzel bir müzik duyunca o siteye yansıyordur bir şekilde ama sitede yer verdiğimiz sanatçılara bu şekilde rastlamıyoruz genelde. Okuduğunuz bölümlere veya çalıştığınız sektörlere ne kadar yakın Prettyhip Sounds? Yakın değilse hayatlarınızın bu iki farklı parçası birbirini besliyor mu? Manolya: Ben sahne ve gösteri sanatları okuduğum ve daha çok müzik odaklı stajlar yaptığım için ikisi birbirini besliyor. Cem: Benim için de şirkette öğrendiğim bir sürü şeyin deneme tahtası Prettyhip Sounds oluyor. Ekin: Ben aslında ekonomi ve politika

okudum. Bu eğitimin yanında hayatımı şekillendiren 2 tane hobim vardı: tenis ve piyano. 8 sene piyano eğitimi almıştım, sonra bıraktım. Ama müzik hep hayatımın büyük bir parçasıydı. Üniversitenin son senesinde Cem’le oda arkadaşıyken New York underground scene’i kesfettik. Ben şu an Amsterdam’da yaşıyorum, ve buradaki de fena değil (gülüyor). Bu süreçte hem müzik zevklerimiz, hem de müziğin bize hissettirdikleri değişti ve cok daha fazla yer almaya başladı hayatımızda. Masa başı iş yapıyorum burada ve beğendiğim müzikleri diğer insanlarla paylaşmak, iş dışında beni hayatta tutan ve deşarj eden bir mutluluk kaynağı. Prettyhip Sounds bir servis mi yoksa sadece sizin keyif aldığınız bir uğraş mı? Cem: Kesinlikle bizim keyif aldığımız bir uğraş; bu çok para kazanılacak bir şey değil zaten. Kendi aramızda yaptığımız ve güzel geri bildirim aldığımız bir şeyi biraz daha geniş bir kitleye taşımak belki de bizim için amaç. Ekin: Bence insanın her keyif aldığı konu, seçim, uğraş, güzel bir servis olarak etrafına ve diğerlerine yansıyor. PHS tamamen bir eğlence olarak başladı bizim için. Bir şeyi sıfırdan yaratıp onun güzel sonuçlar getirdiğini görmek bence çok güzel bir duygu. İleride Prettyhip görmek istersiniz?

Sounds’u

nerede

Manolya: Bizim hayalimiz küçük bir yerimiz olsun orada hep yeni yeteneklere sahneyi verelim. Belki Prettyhip Sounds başarılı bir blog olduktan sonra bir record label’a dönüşse de üzülmeyiz (gülüyor). Cem: Daha küçük çapta şeyler düşünüyoruz ama bizim için önemli olan her zaman kaliteli ve güzel müziğin en ön planda olması.


the playl覺st winter is all over you (baauer remix) - first aid kit praise you (maribou state remix) - fatboy slim sonnenschein - monkeybrain slowdre - alt-j f羹r hildegard von bingen - devendra banhart maker (synapson remix) - fink been there before (shook remix) - ghost beach forever&ever - boogie belgique home (Rac remix) - edward sharpe & the magnetic zeros braves - john talabot feat. pional dancin(krono remix) - aaron smith de ciel - humans ordinary things (wankelmut remix)- lukas graham mosambique travelplan - ost&kjex Lonely C - soulclap feat Charles LEvine flummifreuden - emil berliner

prettyhipsounds.com


Caz cazgırlık deg¡l, oturup hal hatır Sormak caz vokalIst¡

SANAT DELI ORMAN Mimar Sinan Üniversitesi


Sanat Deliorman

Sanat Deliorman 1984’de İstanbul’da doğdu. Sanatçı bir ailenin kızı olan Sanat’ın anne babasından aldıklarını hayat hikayesine dönüştürüp kendi yolunu inşaa etmesi de çok uzun sürmedi. Çevirmenlik okumak için girdiği Boğaziçi Üniversitesi’nde a capella caz korosuyla birlikte küçüklüğünden beri tutkusu olan müziğe ve şarkı söylemeye caz ile tutundu. Sonraki yıllarda Sibel Köse ve Randy Esen’in öğrencisi oldu. 7. Nardis Genç Caz Yarışması’nda mansiyonları topladıktan sonra konserler de art arda dizilmeye başladı. Şu anda en büyük hayali Nezh Yeşilnil (bası), Emre Tankal (gitar), Berkan Tilavel (davul) ile birlikte çaldığı grubu Sanat Deliorman ve Caz Biraderleri’nin gelişmesi olabilir ama böyle bir yeteneğin aklına belki de bu yazı okuyup bitirilene kadar kim bilir neler gelir. Aynı zamanda Mimar Sinan’da Grafik Tasarım okuyan Sanat ile burada konuşulanlar her ne kadar müzik üzerine olsa da onu her an her yerde çizgileriyle görmemiz de muhtemel.

RÖPORTAJ & FOTOĞRAFLAR ÖZGE AKPINAR

B

ir insanın adının Sanat olması sık rastlanan bir durum değil. Sanatçı bir ailede doğdu ve büyüdü, bu isim malum. Sanatın içine doğmanın verdiği haklı gururla seni bu isimle buluşturan hikâye nedir? Babamın üniversite yıllarından tanıştığı müzisyen bir arkadaşı var. Arkadaşının üç kızından küçüğüne hayran olan babam bir söz veriyor, ‘Kızım olursa adını senin kızının ismini koyacağım’ diye. Ben doğuyorum, adımı koyuyorlar: “Sanat Deliorman”. Yıllar sonra babam arkadaşıyla karşılaşıyor, ‘Kızım oldu adını Sanat koydum’ diyor. Meğer kızların adları Sonat, Serenat, Beste’imiş. Babam ve arkadaşının hayal gücü işte bana böyle bir isim hazırlıyor. Caz senin içinde olup açığa çıkmayı bekliyor muydu, sen mi onu buldun? Kasetten Mozart, Beethoven çalınan bir evde büyüdüm. Babam lise hayatında bongoculuk yapıp Anadolu’yu geziyor, ondan müziğe olan eğilimimi alıyorum. Annemlerin tarafındaki tiyatroculardan sesimi alıyorum. O sizin içinizde varsa bir şekilde çıkmak için çabalıyor. İlk başlarda aklımda bu noktaya gelme fikri yoktu sadece söylemek istiyordum. Ben tek başıma söyleyeyim o bile yetiyordu. Bir gün ‘Çocuğum git bakayım babana şarkı söyle’ dediler ve aile konseyi tarafından şarkı söyleyebildiğime karar verildi. Küçükken konservatuara gidip piyano bölümünü yarıda bıraktığım için mimliydim. İlk başlarda heves olabilir diye üstüne gitmediler; ama benim heves bir türlü bitmedi.

Ardından bir sürü koro macerasının içinde buldum kendimi. Mahallenin teyzeleriyle TSM’de söyledim, lisede çok sesli müzikle tanıştım, Boğaziçi’ne girince Ali Göktürk’ün Akapella caz korosuna katıldım, orada iki sene söyledim. Sonrasında hayat girdi araya, Boğaziçi’nden çevirmen olarak mezun oldum. Bir şeyler yapıyordum ama sürekli aklımda şarkı söylediğim günlere geri dönmek vardı. En sonunda internete ‘Caz vokali aranıyor’ diye yazdım ne çıkarsa bahtıma diyip. Bir sürü ilginç macera sonunda bir şey çıkmadı ama en azından ne yapmamam gerektiğini öğrenmiş oldum. Boğaziçi’nde okurken bir dönem Evin İlyasoğlu’na asistanlık yapmıştım, o da o dönemde klasik müzik geceleri düzenlerdi. Evin Hanım ile birlikte çalışırken Sabri Tuluğ Tırpan ile tanışmıştım, sonrasında bağlarımız da kopmadı. Sabri Bey’e ‘Ben şarkı söylüyorum ve bunu düzgün bir şekilde yapmak istiyorum’ dedim ve kendimi Sibel Köse’nin atölyesinden buldum. Bu uzun zaman alan bir eğitim. Zor olan kısmı habire yeni bir şey yapabilecek şevkte misin bunu fark etmen, bir de kendini keşfedebilmen. Aynı parçalardan milyon kere farklı bir şeyler çıkarabilmek... ‘Bütün derdi adamın müziği’ diyebilmek… Gidilecek çok yol var ve bu beni çok heyecanlandırıyor. Şarkılar

söylenir biter ama birlikte yapılan müzik bitmez. Herkes bir cümle kurmaya çalışıyor ve caz çalan insanlar arasında yapılan bir sohbet gibi. Caz cazgırlık değil oturup hal hatır sormak. ‘Bu benim dönüm noktamdır’ diyebileceğin bir an oldu mu? Aslında seni müziğe profesyonel olarak bu kadar yaklaştıran neydi? Belki de babamın hastalanması benim dönüm noktamdı. Babam yıllar önce büyük bir beyin kanaması geçirdi. Öyle meseleleri atlatmak çok zor çünkü çok sevdiğin bir insan hastalanıyor ve onun ömür boyu öyle yaşaması gerektiğini kabullenmen gerekiyor. Birlikte yaralana yaralana temize çıkmayı öğreniyorsun. Başta bir sürü cümleler kurardım ‘Nasıl olacak?’ diye, sonunda ‘İşte böyle’ noktasına geldim ama bu seneler aldı. Müziğe profesyonel girişim bunları ilk yaşadığım sıralarda oldu. Çünkü ben babamın kızıydım, babam benim en büyük dostumdu ve hayatımdan çok büyük bir parça koparılıp gitmiş gibi hissediyordum. Babam yaşıyordu ama eski babamı kaybetmiştim. Birden bire babamın kızı olmaktan çıktım ve tek başına bir birey olma yolculuğunda buldum kendimi, bir şeyleri yeniden inşa etmem

Bİ r gü n "Ço cu ğu m gİ t bak ayım babana ş ark ı s ö y le" ded İ ler v e aİ le konseyİ tarafı ndan ş ark ı s ö y ley ebİ ldİğ İme karar v erİ ldİ .

117


m端zik


Sanat Deliorman

Reçel yap ar ken vİ ş n eler İ ko y ars ı n , üs t ün e ş e k er İ örtersİ n, ert eSİ g ün ş e ker vİ ş n e ren gİ o lm uş t u r , b u da aynı bö yle bİ r şey İ ş t e , m üz İ ğİ n de ke n d İ l İ ği n de n T ü r k ko kmas ı n ı İ s t İ yo r um .

gerekiyordu. ‘Her şerde bir hayır vardır’ misali bu dönemde müziğe girdim. ‘Vokal aranıyor’ cümlesini o zaman yazdım çünkü bana hiçbir şey mantıksız gelmiyordu. İnsan hayatta yapılabilecek hiçbir şeyden utanmamak gerektiğini düşünüyor, yani denemediğiniz her şey size kayıp. Hata yapmak ayıp gösterilir bizim kültürde ama hata yapmak ayıp değildir, bazı durumlarda sadece hata yaparak doğruyu görebilirsin.

Sanki şarkıların her biri benim başka bir sevgilimmiş gibi hissediyorum. Kimisinin sözleri, kimisinin melodisi hoşuma gidiyor. Hepsiyle ayrı bir aşk... Hatta bazen diyorum ki ‘Ben de çok şıpsevdiyim’. Yeni bir şarkı bulunca bu başka, bu sefer çok başka diyorum. Aslında hayatımın şarkısını arıyorum ve bu şarkıyı ya siz yazarsınız ya da zaten yazılmıştır. Onu bulduğumda beni evimde hissettirmesi lazım.

Şu anda olmak istediğim yerdeyim veya o yoldayım diyebilir misin?

Hayatta elinden tutan insanlar kimler?

Sürekli arayan bir insan oldum, tabii bizim ülkede arayan insan olmak çok makbul değil. Bunun ayıp olduğunu düşünmüyorum ama burada lüks bir davranış olarak görülüyor. Geçenlerde bir sosyologun konuşmasını dinledim, ‘Eskiden meslek aranırdı, şimdiki gençler hayatın anlamını bulmaya çalışıyorlar’ dedi. Benim durumumda da tam olarak böyle oldu. Boğaziçi’nde çeviri okumuşum, benden ne bekleniyordu? Bir şirkete girmem, orada ömür boyu çalışmam. Ama ben ‘Hayır istemiyorum, Mimar Sinan’da grafik okuyacağım’ dedim. Sonra bir de üstüne caz şarkıcısı olunca pes ettiler artık. Sadece ‘Senin konser ne zamandı?’ diye soruyorlar. Cazın başka hangi noktalarına parmak basmak istiyorsun? Fusion yapmak istiyorum ama zorlama fusion olmasını istemiyorum, hatta grubun içinde doğsun diye bekliyorum. Reçel yaparken vişneleri koyarsın, üstüne şekeri örtersin, ertesi gün şeker vişne rengi olmuştur, bu da aynı böyle bir şey işte, müziğin de kendiliğinden Türk kokmasını istiyorum. Bol ilham isteyen bir işin içindesin. Şarkılarını söylerken nelerden besleniyor sesin, hayaller kuruyor musun yoksa şarkının içindeki karakter mi seni buluyor?

Babam, beni ben yapan insandır. Altyapımın oluşmasına çok katkısı vardır. Cesaretimde annemin etkisi büyüktür; annemin ailesinde sanatçılar olduğu için o yol yordam bilir. Benim menajerim annemdir, o her şeyi benden önce tahmin eder. Randy Esen’in katkılarını hiç azımsayamam. Emre Tankal da öyledir. Leyla Diana Göcük bir şeylerin başlamasında, ciddi adımlar atabilmemde büyük katkısı olmuş bir insan. Sibel Köse’nin atölyesine Şirin Soysal ile birlikte giderdik, o da bana cesaret veren, elimden tutan insanlardan birisidir. Randy ile beni o tanıştırmıştır. İnsan dışarıdan gelince kafasında kuruyor, ‘Bana bakmaz, ben amatörüm’ diyor, bu yüzden cesarete ihtiyacın oluyor. Zor bir şey aslında caza gönül vermiş olmak ve sadece bununla kalmayıp ona kendinden bir parça armağan edip şarkı söylemek, yorumlamak. Senin bu zorluklardan sonra bile devam etmeni sağlayan ne oldu? ‘Bir iş yaparken o işte çıkan problemleri çözmek sana eğlenceli geliyorsa o iş senindir’ derler. Sorun her zaman olacak, hele ki gösteri sanatlarında. Başlarda çok hiddetleniyordum, çok asabiydim, sonra yavaş yavaş anladım ki bu başka bir kafa. Birincisi oraya gelip çıkan insanın keyif alması lazım yoksa hiçbir anlamı yok. İşleri akışına bırakabilmeyi öğrendim. Benim için kötü görünen tarafı kötü görünmez hale getirdim. Yine de bir sürü aksilik çıkıyor

ama ağlasan da zırlasan da o iş senin. ‘Bana acı çektiren adamı daha çok seviyorum’ derim hep. ‘Her şey muhteşem gidiyor’ dediğinde iş kendini yitirmeye başlıyor müzikte. Çok mutlu olduğun zaman konsantrasyonunu kaybetmeye başlıyorsun. Gerçekten onu sev, emek ver ve onunla vakit geçir ama sonunda büyük elmayı ısırmayı bekleme. Cazda sadece menfaat için sevemezsin. Dışarıdan bakıldığında birçok insan tarafından çok naif karşılanan bir tür, caz. Bunun içinde olan biri olarak sence karanlık tarafları da var mı? Cazın bir karanlık yüzü var ve hatta beni asıl cezbeden o yüzü. Parça seçiminde minör tonlarında şeyleri çok severim hatta ‘Muhallebi gibi oldu yine repartuar’ dediğim çok olmuştur ama gerçekten de ağır ağır basılan müzikler asıl beni etkileyenler oluyor. Kendi hayatımla doğrudan bağlı olaraksa ben gece yaşayan bir insanım, geceyi ilgilendiren parçaların hepsi bana bir yerden dokunuyor zaten. Neşeli bir insanım ama şarkılarda başka bir şeyi arıyorum demek ki. Gelecek projelerin neler? Sanat Deliorman ve Caz Biraderleri’nin gelişmesini istiyorum, zaten aklımızda hep ‘Bu müzik daha nerelere gidebilir?’ düşüncesi var. Bir de her imkân bulduğumda stüdyo kayıtları yapabilmek… Profesyonel olmasına gerek yok, bu kayıtlar not defteri gibi olacaklar ki en sonunda kitabı yazabileyim.

119


IS IT

ONLY the TASTE? ŞEHRİN EN İYİ YEMEK OKULU CEVAPLIYOR


FOOD STYLING Bugün dünyanın en iyi aşçılık okullarından biri olarak gösterilen Mutfak Sanatları Akademisi’ndeyiz. Ferah kampüsünde profesyonel aşçılıktan macaron derslerine, kahveden profesyonel barmenlik ve miksoloji eğitimine kadar onlarca farklı meslek eğitimi, uluslararası diploma ve workshop programları sunan MSA’nın Food Styling dersini veren yemek fotoğrafçısı Bahar Kitapçı ve MSA’da Eğitmen Şef Özgür Önol ile beraberiz.

RÖPORTAJ LAL PEKİN

M

utfak Sanatları Akademisi’nde Food Styling eğitimi vermeye nasıl başladınız? Özgür: Günümüzde insanların hem yemeğin kendisine hem de bu yemekleri fotoğraflama ve yazma konularına duydukları ilgi ciddi şekilde artıyor. MSA’ya gelen birçok mutfaksever de yemek stilistliği, fotoğrafçılığı, yemek yazarlığı gibi farklı ama paralel alanlara eğiliyor, bu alanlarda farklılaşmak, uzmanlaşmak istiyor. Bu yüzden MSA’da çalışmaya başlamamın ikinci senesinde böyle bir eğitim açma kararı aldık. Bahar ile tanışıyor olsak da beraber çalışmıyorduk. İkinci eğitimin haftasında bu eğitimi beraber yapmaya karar verdik. Zaten Bahar MSA ile çeşitli fotoğraf projelerinde çalışıyordu, böylelikle biz de biraraya gelmiş olduk. Yemek stilistliği eğitimi insana neler katıyor? Öğrenciler nasıl bir eğitimden geçiyorlar? Bahar & Özgür: 14 öğrencilik kontenjanıyla 2 günlük bir haftasonu eğitimi FoodStyling. Yemek stilisti olmak isteyenler için temel bir eğitim. Güzel bir yemek fotoğrafı çekebilmenin ilk adımı yemeği kameranın önünde güzel görünecek şekilde hazırlamak ve onu doğru bir şekilde tabaklamaktır, biz de burada bu aşamalarda kullanılan bazı teknikleri ve püf noktalarını öğretiyoruz öğrencilerimize. Mesela bir dondurma fotoğrafı çekeceksiniz ve o dondurmanın erimemesi gerekiyor. Dakika dakika eriyen bir dondurmayı en uzun ve en iyi nasıl koruyabilirsin, ya da bir hamburger çekeceksin ama onu hazırlarken nelere dikkat etmek gerekir nasıl tabaklamak

gerekir bunları öğretiyoruz. Food Styling’de yemek sahte de olabilir, boyalı da olabilir, fotoğrafa göre uyarlanmış gerçek bir yemek de olabilir. Peki Food Styling eğitimi kimler için ideal? Öğrenciler hangi motivasyonlarla sizin dersinize katılmalılar? Bahar: Buradan çıkan bir öğrenci çok rahat bir yemek stilistinin yanında asistanlık yapabilir. Eğer amaç yemek stilisti olmak ise, buradan aldığı temel eğitimden sonra kendi kendine çok çalışarak sürekli yemekler reçeteler deneyerek, ve hatta kendine portfolyo hazırlamak isteyen bir fotoğrafçı ile birlikte çalışarak kendini ilerletebilir ve kendi portfolyosunu hazırlayabilir. Yemek fotoğrafçılığı ile ilgilenen bir öğrenci ise

Bahar Kitapçı’nın küçükken en büyük hayali National Geographic’de fotoğrafçı olmaktı. Fakat üniversitenin ardından kendini 8 yıl sürecek pazarlama kariyerinin içinde buldu. 30 yaş krizi geldiğinde eskiden hayal ettiği şeyi yapmaya karar verdi ve İspanya’da oluşturduğu bir ekiple fotoğrafçılığa yöneldi. Türkiye’ye dönüşüyle alanında daha da uzmanlaşarak yemeğe yöneldi ve şu an freelance yemek fotoğrafçılığı ve prop stilistliği yapıyor. Özgür Önol ise MSA’nın profesyonel aşçılık eğitmen şeflerinden. Aslında iktisat mezunu olan Özgür, bu mesleğin kendisine göre olmadığını anlayıp 2005 yılında Fransa Cordon Bleu’de aşçılık eğitimi aldı. Restorancılığın ona her zaman çok samimi geldiğini söyleyen Özgür, yurtdışı eğitiminin ardından Türkiye’de farklı restoranlarda çalışmaya başladı ve en sonunda kendini eğitmen şef olarak MSA’da buldu.

121


Prop Stilistliği: Yemekleri çekerken sunulan tabaklar, fonlar, örtüler, masaya koyulan objeler ve malzemeleri belirlemek ve bir araya getirmektir. Bir yemek fotoğrafı çekileceği zaman o yemeğin her açıdan nasıl görüneceğini hem hayal ediyor olmak hem de etrafındaki renkleri iyi seçmek gerekir.

çekeceği yemeklerin stilistik tarafıyla ilgili donanımlı bilgiye sahip olur, bu bilgiler stilist olmadan yapılacak çekimlerde hayat kurtarıcı olabilir. Yemek stilistliği ne demektir bilmeyenler için bu derste kaybolmak mümkün tabi. Dolayısıyla istediğimiz ideal öğrenci tipi bu işi profesyonel olarak yapmak isteyenler, bloggerlar, veya en azından amatör olarak yemek hazırlayıp bunların fotoğraflarını çeken kendini geliştirmek isteyenler. Öğrettiğimiz teknikler ve bazı styling hileleri belki bir blogger için çok detaylı kalabilir ama bu dünyaya ilgi duyuyorsanız bu dersten muhakkak yeni ve zevkli şeyler öğrenerek çıkacaksınız. MSA eğitimde öğrencilerine Yemek Stilistliği Seti hediye ediyor. Eğitimden sonra da öğrencilere bir sertifika veriliyor, ama daha da önemlisi onlara lezzetli bir kapı açılmış oluyor. Türkiye’de gastronomi eğitimi veren okul, üniversite ve MSA gibi akademiler hızla çoğalıyor. Ülkenin farklı sektörlerde büyümüş şirketleri hızlı bir şekilde yeme-içme sektörüne yatırım yapıyor. Bunun sebebini neye dayandırıyorsunuz? Özgür: Aşçılık bir meslek olarak geçtiğimiz 3-4 yıl içerisinde daha tercih edilir oldu. Ben 2005’te Paris’e giderken çevremdekiler ‘saçmalama!’ diyorlardı. Son yıllarda TV’deki yemek programlarının artmasıyla yemeğin değeri arttı diyebilirim. Bir diğer sebebi de insanlar, kendi mutfaklarında yaptıkları yemek ve tatlıları neden iş olarak da yapmayayım diye sorgulamaya başladılar. Aslında bu çok güzel bir mantık ama aşçı olmanın zorluklarını da unutmamak gerekir. Bunun dışında tabi insanların daha bireyselliğe kayması ve hatta daha kariyer

Çek tİ ğ İ m fo t oğ ra f benİ a c ı k tı rı yo rs a o k are tamam demek tİ r.

odaklı yaşamaya başlaması da bu sektörü büyüten belli başlı sebeplerden. İnsanlar tek başlarına evde yemek yapmak zorunda kaldılar fakat bu zorunluluk mutluluğa dönüştü ve trend haline geldi. Bahar: Yemek bütün dünyada hızla büyüyen bir sektör artık. Aşçılar rock yıldızlarından, aktörlerden bile daha ünlü oluyorlar, gerçekten birer idol olabiliyorlar. Yeme içme sektörü genişledikçe yemek stilistliği, yemek fotoğrafçılığı, yemek blogger’lığı gibi

farklı dallar da ortaya çıktı ve dolayısıyla bu alanı büyüttü. Bir taraftan da yemek anında yapıp sevdiklerinizle paylaşabildiğiniz ve tepkiyi hemen alabildiğiniz bir şey. Sıradan bir alışverişten çok daha farklı bir hediye oluyor önünüze sunulan güzel bir masa. Üstelik Türkiye’de yemek hayatımızdaki en önemli konulardan biri neredeyse yemekte bile yemek konuştuğumuzu düşünürseniz :) Yemek fotoğrafçılığı son yıllarda nasıl bir değişiklik gösterdi? Bahar: Yemek fotoğrafları eskiden çok kalabalık, soğuk ve mesafeli idi. Şimdi baktığımızda herşeyin doğallaştığını ve sadeleştiğini görüyoruz. Artık fotoğraflar gün ışığında çekiliyor ve fotoğraflanan yemeğin çekimden sonra afiyetle yenecek kadar gerçek ve doğal olmasına ve de öyle gösterilmesine gayret gösteriliyor.

Fotoğraftaki yemeğin insanı korkutmaması gerekiyor, çok mükemmel adeta bir heykel gibi duran yemeği kimsenin canı çekmez, sosları akmış, içinden malzemeleri taşmış olmalı ki hem bakanın ağzının suyu aksın, hem de bunu ben de yapabilirim deyip arada bir bağ kursun, hatta belki mutfağa yönelsin. İşte yemek stilistlerinin ve yemek fotoğrafçılarının amacı da bu ağız sulandıran yemekleri hazırlamak ve fotoğraflamak. Çektiğim fotoğraf beni acıktırıyorsa o kare tamam demektir. Sosyal medyadaki yemek paylaşım çılgınlığı da bu işin bir parçası bence, çiçek böcek ne paylaşırsanız paylaşın bir yerden sonra etkisini kaybediyor ama yemek herkesin ortak noktası, üstelik restoranlarda karşınıza süper hazırlanmış tabaklar geliyor bir fotoğraf ile birçok insanın ağzını sulandırma şansına sahipsiniz.. Sizce styling’i en zor yapılan yemek türü nedir? Bahar & Özgür: Eridiği için dondurma, veya pörsüdüğü için taze malzemeler olabilir. Ama çok pişmiş, bol sulu veya soslu yemeklerin stilistliği de zor olabiliyor. Bir fotoğraf çekmek yaklaşık 1 saat sürebilir. Tabi bunun bir ön çalışması yani hayalinde canlandırma kısmı oluyor, ardından set-up kurularak örnek çalışılıyor ve en sonunda kahraman yemeğimiz bize poz veriyor. Mutfak Sanatları Akademisi’nde Food Styling dışında hangi eğitimi önerirsiniz? Özgür: Food Styling benim ek olarak verdiğim bir eğitim. Aslında Eğitmen şefiyim. Sektörde genç aşçılara ilgi büyük, bu nedenle öğrencilerimize sunduğumuz 8 veya 12 aylık iki farklı ama paralel profesyonel aşçılık eğitimimiz var. Profesyonel Aşçılık ve Uzun Dönem Profesyonel Aşçılık. 4 veya 8 ay süren teori-uygulama bazlı mutfak eğitimimizin ardından öğrencilerimizi 4 ay dastaja gönderiyoruz. Maslak Meydan Sokak Beybi Giz Plaza B Blok Şişli İstanbul 0212 290 35 50 / 4449MSA / facebook.com/ mutfaksanatlariakademisi twitter.com/msaistanbul www.msa.com.tr






Begüm Harmancı

BEGÜM'ÜN ÇEYIZLIK TARTI Begüm Harmancı tam bir aşk insanı. Bir yemek aşığı. Üniversitede Hukuk okuduktan sonra, yoga öğretmeni olan Harmancı 3 senedir mutfaktan çıkmıyor. Raw/vegan yemek kültürünün İstanbul'daki en hakikatli temsilcilerinden biri olma yolunda ilerlerken kendisiyle konuşuyoruz. Karaköy'de açacağı küçük cafesinin toplantısından önce mahallenin yeni incisi Komodor'da sohbet ediyor ve ondan bir tart tarifi alıyoruz. O kadar alışmış ki tezgahın öbür tarafında olmaya, yemek siparişi verirken bile bir şeyler ekleyip çıkarıyor pizzasından.

RÖPORTAJ MÜGE TÜZER FOTOĞRAFLAR CAN KÖROĞLU

Begüm: Bu tatlısert pizzasının üzerine patlıcan ekleyebilir miyiz? Bir de ceviz yerine badem koysak olur mu üstüne? (Begüm garsonla pazarlık yaparken) Her şey nasıl başladıyla başlayacağız. Begüm: Yemek için yaşayanlardan olduğumu anlamamla başladı diyebiliriz. Bu keşif de şöyle gerçekleşti: Bundan taa 3 sene önce bir yoga kursu için Portland'a gittim. Bu yoga kursu esnasında bir gün yolum ordaki raw/vegan cafelerden Cafe Gratitude'a düştü. Menüyü uzun uzun inceledikten sonra kendime muzlu bir içecek söyledim. Nasıl desem dondurmamsı shake'e benzeyen değişik bir şeydi. İlk yudumumu aldım ve bir anda her şey değişti. O kadar güzeldi ki tadı. Ferah ve sarmalayıcı. Saf bir aşk adeta. Yemeğe duyduğum aşk. Sanırım o ilk yudumda anladım hayatımın geri kalanını mutfakta geçireceğimi. Ne muzlu shakemiş ama... Begüm: Hakikaten öyle. O cafeden anında yemek kitapları aldım. İstanbul'a döner dönmez içindeki bütün tarifleri denemeye başladım. Hepsi birbirinden güzeldi. Raw/ vegan yemekler içecekler beklenilenden çok daha güzel olabiliyor. Peki bu raw/vegan aşkının yogayla bir bağlantısı var mı? Begüm: Yok, yoga ayrı yemek ayrı.

Kesinlikle sağlıklı yemek takıntısı olan bir insan değilim. Hepimiz her tada açık olmalıyız. Sadece benim başlangıç noktam raw/vegan ürünler oldu. Yoganın bu işteki tek parmağı beni ilk başta Portland'a göndermesi ve o cafeye sokmasıdır. Cafe Gratitude ve o muzlu shake olmasa çok farklı bir yerde olabilirdim belki de. Bir mutfak itirafında bulunacak olsan ne olurdu? Begüm: En sevdiğim yemek Spagetti Bolonez. Hah! Güzel bir itiraf oldu bu. Neden Bolonez ve en önemlisi neden bu bir itiraf niteliği taşıyor senin için? Begüm: Dediğim gibi ben her türlü yemeğe bayılıyorum ve bolonez kadar temel bir şey beni inanılmaz baştan çıkarıyor. Sadece benim kadar sağlıklı yemekler içecekler yapan bir insanın en sevdiği yemeğin Spagetti Bolonez olduğunu duyanlardaki şaşkınlık ifadesine bayılıyorum. Bunu küçük sırrım olarak saklıyıp sıkıştığım anlarda kullanıyorum. Hala makarnacı, hala taşra kızı! En çok ne pişirmeyi seviyosun ya da seninkiler pişmiyor genelde, hazırlamayı diyeyim? Begüm: En çok tatlı yapmayı seviyorum ama işin komik kısmı tatlı yemezdim bile eskiden. Yapa yapa saygı duymaya başladım

tatlılara. Bir insanın tatlıdan aldığı zevk, suratındaki yüz ifadesi hep bir farklı oluyor sanki. Tatlı yapmaya başlamadan önce bu kadar özel bir şey olduğunu bilmiyordum. Yemeği sonlandırmak ve ödüllendirmek için yaratılmış çok özel bir nokta olduğunu geç keşfettim. Tatlı yapımı için hep disiplin işi derler. Kurallara ve tariflere sıkı sıkıya bağlı kalınması gerektiğini, diğer yemeklere göre yaratıcılığa daha az yer verildiğini iddia ederler. Sence de böyle mi? Bu karakterin hakkında bir şeyler söylüyor mu? Begüm: Aslında doğru. Tatlı yapmak disiplin işidir ve diğer yemek ürünlerine göre daha sıkıcıdır. Fakat raw tatlılar için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Benim yaptığım

benİ m kadar s ağlı k lı yemekler İ çecek ler yap an bir İ ns anı n en sevdİğ İ y eme ğİn Sp ag ettİ Bo lo nez old uğ unu du y anlardaki ş aş k ı nlık İf adesine bay ılıyorum

127


M alzemeler: Tart hamuru için: 1 buçuk kap* çiğ badem 7-8 hurma 1 vanilya cekirdeği içi 1 Limon kabuğu rendesi 1 pincik deniz tuzu Krema için: 2 buçuk kap çiğ kaju

1/2 kap badem sütü 1 çay kaşığı vanilya ekstresi 1 limon suyu 1/2 kap hindistan cevizi yağı 1 kap frambuaz, yabanmersini, böğürtlen Tart Hamurunun Hazırlanışı: Ciğ bademleri ufalanana kadar mutfak robotundan geçirin. Ufalanmış bademleri bir kaba alın. Hurmaların çekirdeklerini çıkarın. *Amerikan ölçüm birimi olan 1 cup'a denk gelmektedir

Hurmaları da mutfak robotunda geçirerek püre haline getirin. Püre haline gelmiş hurmaları da ayrı bir kaba koyun. Ufalanmış bademleri tekrar mutfak robotuna koyarak hurma püresi hariç tüm diğer malzemelerle birleştirin. Hurma püresini de mutfak robotu calışırrken bademli karışıma azar azar ekleyin. Hamur kıvamına gelene kadar karışımı robotta çevirin. Karışım hamur kıvamına gelince tart kalıbınıza dikkatlice yerleştirin.


Kremanın Hazırlanışı: Hindistan cevizi yağı ve meyveler hariç bütün malzemeleri blendera koyun ve krema kıvamına gelene kadar blenderdan geçirin. Krema kıvamına gelince hindistan cevizi yağını ekleyin. Tekrar bir kaç dakika blenderdan gecirin. Daha sonra tart hamurunun üzerine kremanızı dökün ve üzerine meyveleri yerleştirin. Tartı olduğu

gibi buzlukta donmaya bırakın. 1 gece buzlukta kalan tartı yemeden en az yarım saat önce servis edeceğiniz tabağa koyun. Yarım saatten daha kısa bir süre içersinde çıkarırsanız tart yeterince erimeyecektir. Servis esnasında, isteğe göre tartı daha fazla meyve ile süsleyebilirsiniz. Afiyet olsun!


İçlerinde un yok şeker yok hatta kutulanmış süt bile yok. Tatları alıştığımız tatlara göre tabii ki de daha farklı oluyor. Ortada bayağı post-modern bir durum var yani. İnsanlar gişe rekorları kıran bir film beklerken onlara festival filmi sunuyorum aslında.

tatlıların hiçbiri pişmediği için kurallar zaten yıkılmış durumda. Tamamiyle yaratıcılığımı takip ediyorum. Birkaç püf noktayı benimsedikten sonra insiyatif tamamiyle bende. Sorunun son kısmına gelince aslında çok disiplinli ve çalışkan bir insanımdır ama mutfakta asla. Orası benim diyarım. Her şey mümkün, her şey.

Yeni bir eve taşınmak üzereyim ve açık bir mutfağı olsun diye uğraşıyorum. Bütün günümü mutfağımda geçirebileyim diye. Rahat ve ferah bir mutfak. Oradan her şey çok daha güzel gözükecek diye umuyorum başka da bir şey yok önümde.

Bundan sonra ne var sırada? Önünü görebiliyor musun?

Begüm: Yanlış beklentiler yaratmak. En çok korktuğum şey bu. "Nasıl oluyor?" diyeceksin. Çok güzel gözüken tatlılar yapıyorum. Masaya ilk konduğu anda herkes ''Bu da ne

Begüm: Bundan sonra açık mutfaklı bir ev var beni bekleyen. En büyük hayalim.

Bu yolda en çok korktuğun şey ne?

böyle?'' oluyor ama aslında bunlar raw/ vegan ürünler. İçlerinde un yok şeker yok hatta kutulanmış süt bile yok. Tatları alıştığımız tatlara göre tabii ki de daha farklı oluyor. Ortada bayağı postmodern bir durum var yani. İnsanlar gişe rekorları kıran bir film beklerken onlara festival filmi sunuyorum aslında. O yüzden ne yiyeceklerini bilerek gelmelerini istiyorum. Başka bir beklentiyle geldiklerinde hayal kırıklığına uğramasınlar istiyorum. Erkek arkadaşım ya da babam gibi üzülmesinler sonra.


Begüm'ün Çey izlik Tartı


k l o k m a g Sonbahar 03

İmtiyaz Sahibi: Era ltd. Şti. adına Ali Köroğlu Genel Yayın Yönetmeni: Can Köroğlu Yazı İşleri Sorumlusu: Mert Gümren Kreatif Direktör: Ece Pekbaşaran Tasarım: Klok İletişim Koordinatörü: Lal Pekin (lalpekin@klokmag.com) Moda Direktörü: Ceren Çetinoğlu Reklam Sorumlusu: Mert Yılmaz (mertyilmaz@klokmag.com) Redaktör: Naz Cuguoğlu Katkıda Bulunanlar: Berkcan Okar, Deniz Özgün, Deniz Yılmaz, Doruk Onur, Gökay Çatak, Lal Omur, İdil Çetin, Müge Tüzer, Naz Cuguoğlu, Özge Akpınar, Roksan Sarıoğlu, Serdar Kurhan, Yiğit Köroğlu Matbaa: Stil Matbaacılık Yayıncılık San. Tic. Aş. İbrahim Karaoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası No:5 Seyrantepe 4.Levent İstanbul (0 212 281 92 81) Yönetim Yeri ve Adresi: Asmadalı Sok. No: 15 Koşuyolu İstanbul (0 216 340 80 85) Yayın Türü: Yerel Süreli Reklam: reklam@klokmag.com İletişim: info@klokmag.com facebook.com/klokmag

soundcloud.com/klokmag

twitter.com/klokmag

Tüm hakları saklıdır. Dergİdekİ hİçbİr yazılı veya görsel materyalİn bütünü veya parçası yayıncının İznİ olmadan kullanılamaz. bu dergİ basın meslek İlkelerİne uymayı taahhüt eder.

Kapak Fotoğrafı: Can Köroğlu

klokmag yeteneklİ GENÇLERİ KONU ALAN BİR PORTFOLYO DERGİSİDİR. ÜÇ ayda bİr yayımlanır. ücretsizdir


Rembrandt van Rijn‐“The Night Watch", Oil on Canvas, 363 cm x 437 cm , 1642



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.