k l o k m a g şubat & mart 01
ücretsizdir
KEMAL ARDA GÜRDAL
Can Köroğlu‐“Çamur”, İstanbul 2013
1
İçİndekİler
klokwise
8
jennifer ipekel naz sirmen arda asena turkuaz aşiyan nilüfer elif tanman varsanı
20
avusturalya
28
kover story
30
nice
42
x
52
the look
54
kerim atlığ
64
bunun neresi sanat? (!)
72
musik
74
mekanlar
80
k Başlangıç anının her düşüncesi heyecan doludur. Bu düşünceler kafamın içini boyarken, size kısaca nedenini ve nasılını anlatmak isterim. Küçükken her yer çok büyük gelirdi. O kadar çok etrafı incelerdim ki kendi içime bir kere dönüp bakmadım. Büyüdükçe dışımdaki her şey içime işledi, gördüğüm her noktadan zihnime birer parça yerleştirdim. Şimdi ise zihmimde oluşan her rengi tekrar etrafıma saçıyorum. Sanırım ben büyüdükçe dünya küçülüyor. Kendini beğenmiş çocukluğumla dünyada eşim ya da benzerim olmadığını düşünüp durdum. Sonra fark ettim ki, etrafım eşi ve benzeri olmayan milyarlarca insanla doluymuş. Bu insanların çok küçük bir kısmını tanıdığımda bile, her birinin hayatı çok farklı şekillerde algıladığını fark ettim. Sanırım algılananı dışarı yansıtma biçimine “yetenek” deniyor. Ulaşabildiğim bütün yetenekleri bir araya getirme fikri ise beni bu başlangıç anına sürükledi. Elinizde tuttuğunuz dergi, içindekileri dışarıdakilerle birleştiren gençlerden oluşan bir topluluk ürünüdür. Her santimi öğrenciler tarafından hazırlanmış olmakla beraber, görebilen ve duyabilen herkes içindir.
Can Köroğlu
klokwise Klokwise, keşfettiğimiz yaratıcı ve yetenekli gençlerin işlerinin paylaşıldığı bölümdür.
Jennifer İpekel‐“Vietnam 01”, Ho Chi Minh City, Saigon 2013
Jennifer İpekel‐“Vietnam 02”, Ho Chi Minh City, Saigon 2013
fotoğrafçı
JENNIFER İPEKEL Parsons Mezunu 29 Ocak 1988 doğumlu Jennifer İpekel Parsons’da gördüğü “Integrated Design” eğitiminin ardından çizime ve fotoğrafçılığa yöneldi. Okulu bitirdikten sonra bir süre New York’ta kalarak A.P.C’de çalışan İpekel, geçen bahar döndüğü İstanbul’da da profesyonel çalışmalarına devam ediyor. Sergi çalışmaları üzerine yoğunlaşan İpekel’in planları arasında Londra’da çizim üzerinde ilerlemek var.
ilüstratör
NAZ SİRMEN Sabancı Üniversitesi 1990 İstanbul doğumlu olan Naz Sirmen ilkokuldan lise sona kadar Enka Okulları’nda okudu. İlkokuldan beri görselliğe önem veren Sirmen dersleri dışında boş vakitlerini hep resim çizerek ve kolajlar hazırlayarak geçirdi. Naz, sanat hocalarının her fırsatta grafik ve tasarım üzerine eğilmesini tavsiye ettiğini söylüyor. Üniversitede de bu yolu seçerek Sabancı Üniversitesi Görsel İletişim Tasarımı ve Görsel Sanatlar Bölümü’nü (vacd/ va) tercih etmesinin sebebi bu. Son sınıf öğrencisi Sirmen’in şimdilik tek isteği ileride iyi bir sanatçı olabilmek.
Naz Sirmen‐“Muladhara”, 2010
Arda Asena‐“Dünden Sonra”, New York 2011
fotoğrafçı
ARDA ASENA Parsons 28 Kasım 1992, İstanbul doğumlu Arda Asena Parsons’da Design & Management eğitimi görmekte. New York’da yaşayan Asena’nın ilgi odağı fotoğrafçılık. 3 senedir yoğun bir şekilde ilgilendiği alandaki ilk karma sergisine 2012 Eylul’de İstanbul’da katılan Asena’nın gelecek projeleri arasında dünyayı gezerek oluşturacağı portföy ile kendi bireysel sergisini açmak var. Niye fotoğrafçılıkla bu kadar ilgilendiği halde fotoğrafçılık okumadığını sorduğumuzdaysa cevabı: “Fotoğraf hayatımın zaten sürekli olarak içinde olduğundan, sanatın diğer dallarında da tecrübe kazanmayı tercih ettim”.
film
TURKUAZ Klok
“Turkuaz”, Klok grubunun çektiği ilk reklam filmidir. Bu film AB Yolunda Genç İletişimciler yarışmasının reklam kategorisinde Türkiye 3.lüğü kazanmıştır. Yönetmenliğini Can Köroğlu’nun yaptığı filmin, müziğini ve oyunculuğunu Bogatay Köprülü üstlenirken, kostüm ile Ceren Çetinoğlu, dekoru ile ise Lal Pekin ilgilenmiştir. Bu filme facebook sayfamızdan (facebook.com/klokmag) ya da vimeo linkinden (vimeo.com/52760622) ulaşabilirsiniz.
Aşiyan Nilüfer, “Ziraat Bankası” 2011
fotoğrafçı
AŞİYAN NİLÜFER Bilgi Üniversitesi
İlkokulun ilk dönemini Ankara’da okuduktan sonra eğitimine İstanbul’da devam eden Aşiyan, hayatının en güzel beş senesini, Saint Joseph’in çatısı altında geçirdiğini söylüyor. Aşiyan şu anda İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde hukuk okumakta. Aklı fikri fotoğraf çekmekte, kısa film senaryoları üretmekte, sergi sergi dolaşmakta olan Aşiyan sanata dair her şeye meraklı olduğunu, sanatçıya her zaman saygı duyduğunu belirtiyor. Bir de son olarak, klasik müzik dinlemeyi ve mandalina yemeyi çok sevdiğini ekliyor.
Elif Tanman‐“Çanakkale”, Çanakkale 2011
fotoğrafçı
ELİF TANMAN Saint Martin’s Fotoğraf çekmeye lise yıllarında en yakın arkadaşından aldığı ilham ile başlayan Elif, arkadaşlarıyla eğlence için yaptığı küçük çekimler ve Fabrika Photography’de yaptığı stajla fotoğrafa olan ilgisini ilerletti. Bugün “Central Saint Martin’s”de grafik tasarım eğitimi alıyor.
kısa film
VARSANI Klok
“Varsanı” filminin söyleşisini yapmak için Bebek Mangerie’de üç yetenekli genç adamla buluştuk. Filmin rollerini paylaşan Alican Solmaz ve Doğukan Yılmaz’ın ilk oyunculuk deneyimleri Varsanı. Can Köröğlu ise farkında olmadan ilk ciddi kısa filmine adını yazdırıyor. Can, Koç Üniversitesi’nde Medya ve Görsel Sanatlar okuyor, Doğukan da Paris Créapôle endüstriyel tasarım mezunu. Beni en çok şaşırtan ise Alican’ın Bilgi Üniversitesi’nde hukuk okuyor olup bu filme böylesine gönül vermesi oldu. Demek ki insan bir işi keyif alarak yapınca on kişiye değil on binlere ulaşabiliyomuş. Söyleşi, filmin hissettirdiklerinin aksine bol kahkahalı ve bol itiraflı geçiyor.
Filmde รงekilen ilk sahne
“Paris’te her yer kapalıydı, biz de film çekmeye karar verdik”
GİRİŞ FOTOĞRAFI & RÖPORTAJ ECE PEKBAŞARAN
Varsanı ekibi ile buluştuk. Hoş geldiniz. Doğukan daha sorular sorulmadan önce söyleşiyi durduruyor ve… Doğukan: Bir şey anlatmak istiyorum her şeyden önce. Bir gece filmde kullanılacak seslerin dublajını yapmak için Can’a gidecektik. Gece yarısı gittik, sabaha karşı dört buçukta çıktık. Artık filmin yayınlanmasına son bir ay kalmış. O gün doğru düzgün bir dublaj da yapamadık ama bayağı eğlendik. Neyse, Can’ın annesi İkbal Hanım Can’a bir sandviç getirdi. Biz de Alican’la nasıl açız. Aslında aç değiliz sadece gözümüz aç. Can da annesi de “yer misiniz?” diyor. Yok diyoruz. Ama yediği sandviçte gözümüz kaldı.
ve Doğukan’ın çok hoşuna gitti tabi bu. (Gülüyorlar) O sırada hepimizin aklında aynı anda “Film mi çeksek abi?” sorusu yankılandı Video çektiğimizde böyle oluyorsa film çeksek neler olur diye konuşmalar döndü. Sonra biz orada bir sahne çektik. Boş boş yürüyorlardı. Sadece çok güzel gözüküyordu ancak hiçbir anlamı yoktu. Alican: O zamanlar “The XX-Crystalised” dinlediğimiz için filmde de onu kullanmayı istemiştik.
Can: Kenan İmirzalıoğlu ağlıyor gibi olurdu. Doğukan: O zaman Paris’te çekmemize gerek kalmazdı.(Gülüyorlar) Bu filmi Paris yerine İstanbul’da çekseydiniz aynı etkiyi yaratır mıydı sizce? Doğukan: Benim için yaratmazdı. Kendim için düşünürsem dört senelik okul hayatımın sonunda benim için unutulmaz bir Paris hatırası oldu. Çok güzel bir nokta koymuş olduk. Alican: Paris bizim için anlamlı bir yer. Ben Doğukan’ı çok fazla ziyarete gidiyordum. Can da aynı şekilde... Üçümüzün o tatili hakikaten çok anlamlıydı. O tatildeki tüm anılarımızı ölümsüzleştirdik.
Doğukan: Ben Paris’te okuyordum. Ev kontratım bitiyordu, ve ev sahibiyle aram çok kötüydü. Taşınmam gerekiyordu. Bu sırada zaten Can ve Alican’la her gün konuşuyordum. “Paris’e gelir misiniz bu aralar, hem taşınmama da yardım edersiniz” dedim. İkisi de tamam dedi. Herkes biletlerini aldı. Paris’e geldiler.
Can: O günün sonunda bir kafeye gittik ve oturup bir senaryo yazmaya karar verdik Alican’ın mükemmel bir önerisi vardı. Dedi ki “Abi biz oynayacağız sen çekeceksin ya, o yüzden sen filmde olamayacağın için sen kaybolmuş ol Louvre’da, bizde seni bulmaya çalışalım. Polise soralım, müze görevlisine soralım, yoldaki kıza soralım, sonra seni bulalım. Nasıl fikir?” Rezalet bir fikirdi tabi bu o yüzden doğru düzgün bir fikir bulmak için biraz kafa patlattık. Bu sırada Doğukan ev arayışında, inanılmaz stresli. Biz de Le Pain Quotidien’e gittik. Doğukan ev ararken telefonda “çok açım bensiz yemeyin lütfen” dedi. Biz elimizde tereyağlı ekmekler “tamam tamam” deyip senaryoyu tartışmaya devam ettik. Yalandan Doğukan’a “açız açız, seni bekliyoruz” dedik. Hatta akşam yalanı anlaşılmasın diye Alican “midem bozuldu abi ben bir şey yiyemem” diyerek yırttı. Ben Doğukan anlamasın diye açmış gibi davranıp bir büyük pizza’yı götürdüm. Biz o gün Alican’la bazı şeylere karar vermiştik senaryo hakkında. Genelde bir çok yönetmenin ya da bir çok öğrencinin ilk filmi ya “meğerse rüyaymış” ya da “meğerse şizofrenmiş” diye biter. Biz “meğerse şizofrenmiş”i seçtik çünkü bir yerden başlamak gerekiyordu.
Alican: Ben bilmiyordum.
geleceğini
Kimin hangi rolde oynayacağına nasıl karar verdiniz?
Doğukan: Bunu şu an öğrendim iyiymiş. (Gülüyorlar)
Doğukan: Sana geleceği gün söyledim ya. (Gülüyorlar). Taşınmama yardım etmeye geldiler. Sonra gezerken etrafta Louvre ‘un Tuileries Bahçesi’nde karnaval var. Can’da o sırada her yerde fotoğraf çekiyor.
Doğukan: Ben o sırada ev aradığım için geldiklerinde doğrudan bana sen şu roldesin dediler.
Can: Doğukan’ı ve Alican’ı aradım ismi söylemek için. Beğendiler. Abime söyledim, o da beğendi. Onun fikri benim için çok önemliydi.
Şu an itiraf ediyorum. Alican araya giriyor. Alican: Hiç unutmam, iki tane böyle tombul salamlı falan. Gülüşüyorlar, söyleşi son derece neşeli başlıyor. Varsanı’yı çekme fikri aklınıza nasıl geldi? Paris’e sadece bu filmi çekmek için mi gittiniz? Doğukan: Ben konuşmayayım. (Gülüyor) Alican: Doğukan taşınıyordu. Ben o yüzden Paris’teydim.
mesela
Can’ın
Can: O sırada ben video denemeleri yapıyordum. Nasıl durur nasıl gözükürler yürürken derken çok garip bir şekilde etrafta bir kaç tane kız Doğukan’la, Alican’la, benimle, kamerayla ilgilenmeye başladı. Alican
Alican: Doğukan’ı o role verdik çünkü onun suratı ve mimikleri daha uygun diye düşündük.
Can: Aslında zaten bizim tatilimizi videoya çekmek gibi bir fikrimiz vardı önceden de. Film konusu yoktu kafamızda ama güzel görüntülerden bir tatil videosu istemiştik. Ve bizim dezavantajımız Paris’te her yerin kapalı ve tatilde olmasıydı. Yapacak hiçbir şey olmaması da bizi biraz buna itti. Alican: Bazı dükkânların camında notlar gördük. Adam yazmış “Ağustosun sonuna kadar yokuz. Tatil için güneye indik.” diye. Filmin ismini ne zaman ve nasıl Varsanı koymaya karar verdiniz? Doğukan: Ondan hiç haberim yok. Alican: İsmini Can bana söyledi. Can: İsmini yayınlamadan galiba iki hafta önce koydum. Şizofreni kelimesinin kökenini araştırıyordum ve bu kelimenin hiç kullanılmayan, daha önce duymadığım Türkçe karşılığını buldum. Hoşuma gitti. Bu günlerde Türkçe karşılık bulmak zor.
Varsanı’yı kaç kişi izledi?
Can: Doğukan daha duygusal gözükebildiği için onu seçtik.
Can: Vimeo’daki istatistiklere göre 11.500 kişi izledi filmi.
Alican: Ben üzülemezdim, ağlayamazdım.
Doğukan: Onu beşle çarp herkes aile olarak
23
* Varsanı’nın başlangıç cümlesi: “Sadece hatırladığımı açıkça görürürm.” ( Les Confessions, J.J. Rousseau )
izliyor ne de olsa. (Gülüyorlar) Can: Ama açıkçası ne çekerken ne yayınlarken bu kadar çok kişinin izlemesini hiç beklemiyorduk. Çünkü fotoğraf makinesi ile çektik filmi ve üç kişiydik. Ses kaydı imkânsızdı. Senaryo yarım yamalaktı. Sadece fikir vardı. Mekânlar kendiliğinden gelişti. Doğukan: Ben açıkçası bekliyordum bir sürü insana ulaşmayı ama bu kadarını düşünmemiştim. Beni en çok şaşırtan da hiç tanımadığımız insanların bizi paylaşmaları oldu. Film böyle böyle yayıldı. Film yayınlandıktan sonra sizi tanımayan insanların gelip tebrik ettikleri oldu mu? Doğukan: Film yayınlandıktan iki hafta sonra bir gece kulübüne gittik. Bizi tanımayan insanlar “Varsanı’da oynayan çocuklar” diyerek bizi gösteriyorlardı. Ve bu durum hala devam ediyor. Alican: Üzerinden bir yıl geçmesine rağmen insanlar hala sokakta beni tanıyıp “Varsanı’da oynayan çocuk değil misin sen? Çok güzeldi, devamını bekliyoruz” Bizi tebrik ederken Can’ı ayrıca tebrik eden bir sürü kişi oluyor. Can: Beni tabi ki yolda kimse çevirmedi tanıyıp ama Facebook’tan yığınla mesaj aldım. Ben de film çekmek istiyorum diyenler, Koç Üniversitesi’ne girmek isteyen ve yorumlarımı soranlar, eleştirenler, beğenenler… Klokmag’i kurarkenki en büyük amacım da buydu aslında, insanların başka işleri görüp uyanmaları ve denemeleri. Sonuçta amatör bir iş yaptık ve binlerce kişiye ulaştı, binlerce eleştiri aldık. Bu sayede kendimizi geliştireceğiz. Sizce film kaç yaş kitlesine hitap ediyor?
Doğukan: Top koşturduğumuz yaklaşık 1000 kalori yakmışızdır.
sahnede
Alican: O çekimde resmen terledik. Can: Bence filmdeki en güzel görüntüler o bir saniyeliğine gördüklerimiz. Dinamik olmasının ve aslında çok küçük parçaların çok büyük hallere gelebileceğinin kanıtı... En az gösterdiğimiz sahne en çok düşünülmüş olabilir. Doğukan: Büyük ihtimalle bizden başka Louvre’un bahçesinde top oynayan çocuk yoktu. Can: Doğukan da Alican da inanılmaz rahat adamlar. Hiç bu kadarını beklemiyordum. Çorapları şortları giymeye kendileri karar verdiler. Doğukan: Paris’teki o rahatlık da bizi etkiledi tabi. Bir kişi dönüp yadırgamadı halimizi, top oynayışımızı. Filmin en vurucu sahnesi, fırlatılma sahnesi. Tam olarak nasıl bi mekanizma bu fırlatan alet? Bu çekimi kaç kere denediniz? İçinde nasıl bir duygu ile oynamanız gerekti?
“Varsanı amatör bir filmdi. Biz de onu kurgu ile kapamaya çalıştık. Pardon düzeltiyorum, Varsanı, çok profesyonel bir tatil videosuydu.”
Doğukan: Bazı arkadaşlarım var “Abi annem üç kez izledi ve ağladı” diyen. O yüzden bence çok geniş bir kitleye hitap edebilir. Filmin her sahnesinde farklı bir renk, bir duygu görüyoruz. Siz çekerken neler hissettiniz? Ağlarken nasıl bir ruh haline girdiniz? Doğukan: Can çok iyi bir yönetmen. Çok dobra. Arkadaş da olsak bağırdığı oldu. Benim de ilk deneyimimdi. Belki onun kızgınlığı benim ruh halimi göstermeme yardımcı oldu. Hep gülseydi ben o sahneyi çıkaramayabilirdim. Ağlama sahnesi bence bizim için en iyi sahneydi. Ama bir daha yap desen yapamayabilirim. Çeşitli müzikler dinleyerek belki. (Gülüyor) O gün yaz boyunca Paris’te yağmur yağan tek gündü. Alican: Bütün çekim boyunca montumla siper yaptım kamera için. Doğukan: Yağmurlu ağlama sahnesi filmin son sahnesiydi. Ama biz ilk o sahneyi çektik. Can: En zoru o sahneydi. Ve Doğukan’ın nasıl oynayacağını bilmeden bu işe girdik. Ama gayet iyi hallettiğini düşünüyorum. Filmde bazı sahneleri çok az görüyoruz. Sadece bir saniyeliğine görünen karelerin arkalarında neler yatıyor?
gözünü açamayışına çok gülüyorum. Ama tabi çekim esnasında ben kamerayı falan unuttum kalbimi düşünüyorum. Alican: La Boule’un içinde zaten hiçbir şey düşünemez oluyorsun. Kameraya bakmak istesen bile bakamıyorsun. Can: Aslında GoPro’yu Doğukan’ın kafasına takıp o yükseklikten görünüşü de vermek istedik. Ama sonra değer mi dedik. Gerçi 12.000 kişinin izleyeceğini bilseydim değermiş. Filmin çekimleri ne kadar sürdü? Can: 15 gün falan sürdü. Doğukan: Tatilimiz boyunca her gün her gece çekim yaptık. Uyanır uyanmaz, yatmadan önce… Hatta uyanma sahnesi hakikaten uyandıktan hemen sonra çekildi daha doğal olması için. Can: Ama ses kaydı ve montajıyla birlikte düşününce çekimlerden 6 ay sonra yayınladık. Şöyle bir şey var, filmi ne kadar çekip bitirsek de İstanbul’a döndüğümüzde keşke bu sahneyi şu şekilde çekseydik dediğimiz çok oldu. Bu da tamamen bizim amatörlüğümüzden ötürü. Filmde bir kirlilik varsa tamamen bu yüzdendir. Varsanı amatör bir filmdi. Biz de onu kurgu ile kapamaya çalıştık. Pardon düzeltiyorum, Varsanı, çok profesyonel bir tatil videosu’ydu. Varsanı’nın açılış sahnesi için Can Köroğlu “Vespa Volé” adlı bir şarkı yapmış bunun nedeni nedir? Can: Vespa volé çalınmış vespa demek. Vespa vole ilk sahnede gördüğümüz motor. Doğukan: Motorla yemek almaya gitmek istedik gece 03:00 te çıkıp. Ve bir baktık ki motor yok. Can: Aslında motor çalınmasaydı iki tane daha Vespa ile çekeceğimiz sahnemiz vardı. Filmin başı ve sonuydu. Motoru satacaktı falan. Çünkü onunla kaza yapacaklardı ve Alican ölecekti. Şimdi düşünüyorum da çok kötü bir sonmuş.
Can: Çekimi altı kez denedik çünkü Alican bir türlü yeterince korkamıyordu. (Gülüyorlar) Alican: Bu çekimi bir kez denedik. Doğukan: Bu mekanizma Louvre’daki bahsettiğimiz karnavalın içindeydi. İsmi “La Boule”. Açık bir top formunda. Biz bu alete senelerce çeşitli arkadaşlarla bindik ama her bindiğimizde daha da çok korkuyoruz. Çünkü sağ ve solun dengesi diye bir şey var. Dengesiz olursa dönmüyor ve garip bir sarsıntı oluşuyor. Ama Alican ve ben dengelendik ve bayağı döndük. Alican: Gerçekten bu kadar binmeme rağmen en çok çekim yaptığımız binişimde korktum. Doğukan: Aslında filmde sadece bir sahnede Can da gözüküyor. Ama çok dikkat etmek lazım. Biz yukarda çığlık atarken Can aşağıda tripodu ile çekim yapıyor. Karınca gibi de olsa yönetmeni gördüğümüz tek sahne bu. Can: Alfred Hitchcock. Doğukan: Bir de La Boule’un içinde Alican’ın
Doğukan: Sonra karakola gittik. Küçük bir soruşturma içindeyim, soruları yanıtlıyorum. Dışarı bir çıktım, Can ve Alican hala filmi nasıl tamamlayacağımızı tartışıyorlar. Vespa yoksa Can kapüşonlu giyip Alican’ı bıçaklasın Alican ölsün diye yorumlar oldu. Can: Bu Alican’ın fikriydi. Doğukan: Hiç hoşuma gitmedi valla. Can: Ben de filmin tek motor görünen sahnesini o çalınan motora adamaya karar verdim. Filmin başlangıcı için Café Le Nemours’u seçmişsiniz. Johnny Depp ve Angelina Jolly’nin oynadığı The Tourist filmi de Café Le Nemours’da başlıyordu. Orada çekmenizin özel bir sebebi var mıydı ? Alican: Önce öylesine bir kafede çekmeye başladık ama ben hep Le Nemours’da çekmek istemiştim. Nedense Can ve Doğukan istemedi. Can & Doğukan: Çok kasıntı olur diye düşündük.
Doğukan: “Karınca gibi de olsa filmde yönetmenin göründüğü tek sahne”
Doğukan: Uzun süreler orada vakit geçirip çekim yapamayacağımızı düşündük.
bindi. Sonra taksiyle tekrar geri döndü. (gülüyor)
Alican: İlk denemelerimizdeki kafe gerçekten Paris gibi değildi. İçimize sinmeyen bir kaç çekimden sonra Le Nemours’a gittik.
Alican: Duygusal bir şey anlatıyorum burada içine ettin. Bir de unutamadığım motorla kaza sahnesi çekecektik. GoPro’yu motora bağladık. Biz bir yandan Doğukan’la motorla giderken Can’da bir arkadan koşuyor, bir yere yatıp bizi çekiyor falan. Bu arada yasak yerde motora biniyoruz hem de kasksızım ben. Polis geldi uyardı kaç kere.
Can: Le Nemours’un garsonları baya sıcak kanlı çıktı. Gidip biraz yalan söyledim ben Paris’te Creapole’de okuyorum bu da bitirme projem falan diye. Hatta adamı da oynattık filmde ama o kadar kötü oldu ki o sahne koyamadık. (adamın taklidini yapıp gülüyorlar) Doğukan: Bir de bu kafe eve çok yakındı o yüzden aklımızdaydı zaten. The Tourist’in burada çekim yaptığını biliyorduk ama gidip aynısını çekmeyi düşünmedik hiç. Filmi çekerken hiç aksilik yaşamadınız mı? Doğukan: Alican sağolsun son günümüzde evin anahtarını içerde unuttu. İtfaiyeyi çağırdık. Ve onların sunduğu zekice fikir arabayı yan sokağa sokup cama merdiveni dayayıp oradan girmekti. Alican: Bence en komiği araç yan sokağa sığmayınca karşı çatıdan atlayıp girelim demeleriydi. Çekimler sırasında unutamadığınız anlar oldu mu? Alican: Çekimlerden sonra Can Paris’ten Belçika’ya geçecekti. Yolcu ettik, trene gitti. Sonra telefon ettik “Can ne olur bir gün ertele gitme” dedik. Ve gitmedi. Bunu unutamıyorum çok güzel bi anıydı. Film bitmişti. Çok güzel bir akşam oldu. Ertesi gün herkes Paris’ten ayrıldı. Doğukan: Sabah evden bavulla çıktı taksiye
Doğukan: Fikir çok komikti. Ben kasklıyım Alican kasksız. O yüzden ölüyor. Can: Orada bir mesaj var. (gülüyor) Alican: Adam filminde ders de vermek istiyor. Kasksız motora binmeyin. Bu arada şunu da hatırlıyorum çekimler sırasında Can arkadan koşarken Doğukan pislik yapıp “hayır hayır durmayalım abi” falan deyip gaza basıyordu. (gülüyorlar) Doğukan: Belki de bunu en yoğun yaşayan benim. Hep kamera benim üzerimdeydi. Şunu yap bunu yap. Paris’te gerçekten yaşayan da bendim. Motoru çalınan da bendim. Ev arayan da bendim. Belki en çok hisseden benimdir bu filmi. Sonra montajını yaparken Can’ın bana “senden nefret ettim” dediğini hatırlıyorum. Çünkü beni o kadar çok gördü ki ekranda. Ben belki 20 sene sonra bu tatili hatırlayamayacaktım ama bu şekilde unutulmaz hale geldi. Alican: Bu tatil bizi dostluk olarak da çok birleştirdi. Doğukan: KES! (gülüyorlar) Can: Ben zaten film çekmek isteyen biriyim ama onlar, alakaları olmamalarına rağmen çok heveslilerdi.
Filmde unutamadığınız sahneler var mı? Doğukan: Benim en unutamadığım sahnelerden biri şu: Evdeyiz, Alican’la Playstation oynuyoruz. Alican İsabelle’le eve çıkacağız diyor. Ben doğaçlama bir şekilde “ben de geleyim mi?” diyorum. (gülüyorlar) Can: Yine aynı sahne, Alican’ın gelip konuyu açıp eve çıkacağını söylemesi gerekiyor. Alican geliyor masaya yaslanıyor iç çekiyor falan. Diyor ki “ Abi bir şey konuşmamız lazım. Geçen İsabelle’le konuşuyorduk. Aklıma bir fikir geldi. Daha doğrusu onun geldi, benim de hoşuma gitti.” Doğukan da diyor ki, “ne oldu oğlum kötü bir şey mi?” (gülüyorlar) Ben bu kadar kötü bir senaryo görmedim. Alican: O cümle ne zaten. Can: Sahnenin tekrarını yaparken Alican bir anda “hadi be abi” diye bağırdı. Anlamadım önce ben Doğukan’ın suratını görmüyordum o açıdan. Bir baktık, Doğukan uyuyakalmış. (gülüyorlar) Doğukan: Hatırlıyorum bunu. Çok geç bir saatti. Varsanı’nın devamını düşündünüz mü?
çekmeyi
hiç
Doğukan: Devamı değil ama yeni işler yapmayı düşünüyoruz. Varsanı’nın kamera arkası görüntülerine nasıl ulaşabiliriz? Mart ayında Facebook ve Vimeo sayfamızdan ulaşabilirsiniz. (facebook.com/klokmag.com) (vimeo.com/user9691518)
27
HOURS AWAY
FROM
NOW
AVUSTRALYA Koç Üniversitesi
"Saatin kendisi mekan , yürüyüşü zaman , ayarı insandır." Abdülhak Hamit Tarhan, Saatleri Ayarlama Enstitüsü.
YAZI & FOTOĞRAFLAR ASLI KUZU
“Şimdi Türkiye'de saat kaç?” sorusu şu an birçok okura manasız gelebilir. Ancak, siz de Türkiye'den 12.500 km uzakta, minimum 24 saat süren bir uçak yolculuğuyla varılan, “dünyanın sonunda”, ada sıfatı üzerinde gülünç duracak kadar büyük bir kıta parçasında, yani kısaca Avustralya'da yaşıyor olsaydınız bu sorunun sizin için neler ifade edebileceğini istemsizce deneyimlemiş olurdunuz. Avustralya'ya gittiğimde, aylardan Haziran, mevsimlerden Türkiye'de yaz, Avustralya'da ise kıştı. Atatürk Havalimanı'nda, otuz derecelik bunaltıcı sıcaklıkta sırt çantasından atkı ve bere çıkan o bir avuç güney yarımküre yolcusundan biri olduğum gözümden anlaşılıyor olmalıydı. Beni ve heybetli dört aylık bavulumu Avustralya'ya doğru uçurmakta olan uçaktaki ilk paniğimi ise 25 saat süren yolculuğun yaklaşık 18. saatinde, kısa bir süreliğine olduğunu düşündüğüm uykumdan uyandıktan hemen sonra yaşadım: saatin kaç olduğundan haberim yoktu. Durmadan Doğu yönüne doğru yol almak ve her bir kilometrede aslında yaşamadığın saatlerin akıp geçmesi fikri yeterince ilginç. Bu durum fikirde kalmadığında ve uçak klimalarıyla birleşince ise tüyler ürperticiydi. Avustralya ile saat farkının 7 saat olduğunu öğrendiğimde ise, “uçakta giderken üzerinden geçtiğim ülkelere düğünde geline para saçar gibi hediye edeceğim koskoca bir 7 saat” diye kendi kendime düşündüm durdum. ''Al sana Singapur bir saat, Endonezya gel iki saat, Hind…''. İşte şimdi uçakta o saatleri boşluğa armağan ediyorduk ve ben saatin kaç olduğunu bilmiyordum. Uyuyakalmışım. Uyandığımda mahmur paniğiyle saatime baktım, ne anlam ifade edecekti bilmiyorum
çünkü saatim Türkiye'ye ayarlıydı ve bu hiç yardımcı olmuyordu. Sakinleşmeye çalıştım ve nerede olduğumuzu ve saatin kaç olduğunu bize bildirmek için yerleştirilmiş olan önümdeki ekranı açtım. Bana Malezya civarında olduğumuzu ve saatin ise 21.08 olduğunu gösteren bu ekran ise sadece yan yana gelmiş dört rakamdan ibaretti. O değişik anda bir an durdum ve düşündüm: Zamana vakıf olmak neden bu kadar önemliydi? Cevabı ise hala bulamadım. Avustralya'ya Avrupa'dan gelen ilk güruh, insanlık tarihindeki diğer herhangi bir topluluktan daha fazla içki tüketmiş diye bir rivayet vardır. Bunun doğruluğuna inanmak ise hiç zor değil. Nitekim saat 17:00 gibi başlayan içki seansları sayesinde daha hava yeni kararmaya başlarken, etrafta bir çok “güzel” insan görmek mümkün. Bu, “Aussie”lerin (Kabaca kıtaya İngiltere’den göç etmiş Avustralyalılar) belki de en bilindik özelliği. Boşuna dünyanın en büyük ve değerli üzüm bağlarına sahip değiller (En bilindik Avustralya şarabı için bkz. Yarra Yering). Avustralya için, ironik bir şekilde kendileri de dâhil olmak üzere, “land down under” yakıştırması kullanılıyor. Bunun tek sebebinin konum olduğunu ise düşünmüyorum. Aussie'ler gerçekten de “dünyanın bir ucu”nda olduklarının farkındalar ve bu psikoloji onları çok daha özgür ve bağımsız yapmış. Kendilerine has hayvanlarıyla, inanılmaz ama gerçek olan doğal güzellikleriyle, aksanlarıyla, neşeleriyle “Aussie”ler gerçekten de eşsizler. Burada hayat daha farklı işliyormuş gibi bir hisse kaplıyorsunuz. Akşam 11'de sokakların bomboş olmasına ve barların kapanmasına
şaşırmamayı, şarabın en primitif ve zannımca başarısız versiyonu olan “goon” denen içkiyi meyve suyuyla karıştırıp içmeyi, kanguru veya koala görünce şoka girmemeyi, her köşeyi döndüğünüzde karşınıza harika bir deniz ve kumsal çıkabileceği fikrine alışmayı ve normal karşılamayı bir süre sonra öğreniyorsunuz. Klişelerin klişe olmalarının bir sebebi vardır. Avustralya denince akla gelen her şey doğru: Harika kumsallar, koalalar, kangurular, saat farkı, güzel içki, güzel insanlar, ilginç aksan, sörf, doğa… Ancak gidip görünce ve de üzerine bir de yaşayınca Avustralya'nın sadece bu klişelerden kesinlikle ibaret olmadığını anlamanız sadece 5 dakikanızı alacaktır. Uçağa tişörtle binip atkı ve bereyle çıkacağınız ve bilindik birinci dünya ülkelerinden farklı bir hissiyatı, yaşayışı ve işleyişi olan bu değişik ülkede ister turistik ister eğitim amaçlı yapılacak bir geziden pişman olma olasılığı oldukça düşük. Aman, saatinizi ayarlamayı unutmayın! 29
milli yüzücü
KEMAL ARDA GÜRDAL Koç Üniversitesi
FOTOĞRAF : CAN KÖROĞLU MODA EDİTÖRÜ : CEREN ÇETİNOĞLU MODA EDİTÖRÜ ASİSTANI : IŞIL TİYEKLİ
Gömlek: Hartford, Kazak: Topman, Ceket: Hartford, Papyon: Vakkoroma
Tak覺m: Vakko, Papyon: Vakko
1990 doğumlu olan Kemal Arda Gürdal Koç Üniversitesi İşletme Bölümü 3. Sınıf öğrencisi. Yüzmede serbest branşta ülkesini ve kulübü Galatasaray’ı temsil ediyor. Milli yüzücü’nün Kısa Kulvar’da 50-100-200 metre serbest açık yaş rekorları var. Arda birçok bayrak yarışı rekorunun yanı sıra, ulusal ve uluslararası madalyalarının da sahibi. 2012 Londra Olimpiyat Oyunları'nda 100 metre serbest yüzdü, sabah seçmelerinde kendi serisinde 1. ve genel sıralamada 27. oldu. Olimpiyatlara katılmaya hak kazandığı derece 49.64
RÖPORTAJ LÂL PEKİN
Şu an Koç Üniversitesi’nde okuyorsun. Seni okulda görmek biraz zor. Bazen “Yeter yahu koşuşturmaktan bunaldım” dediğin oluyor mu? Yoksa yüzmeye olan aşkın sayesinde bu durum seni pek yormuyor mu? Yüzmeyi çok seviyorum ve biraz da rahat bir yapım olduğu için cok stres yapmıyorum hayatta. Genelde olumlu olmaya ve yaptığım işten keyif almaya çalısıyorum çok yoğun dönemlerde. Bazen çok gelemediğim için okulu özlüyorum ama yüzmeyi de çok sevdiğimden dolayı kamp ve yarış dönemlerinde okulu pek aramıyorum. Bazı yüzücülerin totemleri vardır. Mesela Michael Phelps kulaklıklarını çıkarıp kollarını üç kere sallarmış yarış öncesi veya Avustralyalı Stephanie Rice’ınki çok garip, kollarını sekiz kere sallıyor, havuz suyunu dört kere vücuduna sıçratıyor ve tam yarış öncesi gözlüklerini dört kere yüzüne bastırıyor. Peki senin var mı böyle totemlerin? Yarış havuzuna hep sağ ayakla adım atarım. Bu illa ki yaptığım bir sey. Ben de kendimi ıslatıyorum yarış öncesi. Bir de köprücük kemiklerimi oynatırım yarıştan önce, bu da çok dikkat çeker dışarıdan. Kendimi bu şekilde rahat hissediyorum. Kamplar, yarışmalar derken tahmin ederim ki dünyanın pek çok ülkesine gitme şansın oldu. Gittiğin ülkelerin arasında en unutamadığın yer hangisiydi?
Roma’daki 2009 Dünya Şampiyonasını unutamam. 7 gün süren bir yarışmaydı ve ilk Dünya Şampiyonası deneyimimdi. Phelps’i ilk kez canlı izleyebilmiştim. 19 yaşında Dünya Şampiyonası’na gitmek gerçekten büyük bir başarı. Benim ikinci gün yarışım bitmişti ve arkadaslarımla çok uzun süre şehri gezme imkanım olmuştu, çok eğlenmiştim. İtalya’yı ve özellikle Roma’yı çok seviyorum. Güney Afrika’daki 6 haftalık kampı da unutamam. İlk kez okyanusta bu kadar çok yüzme şansı elde etmiştim, buz gibiydi. Ayrıca burada kışken orda yazı yaşamak ve safari heyecanı unutulmazdı. Bir yurtdışı deneyimin olmuştu. Halbuki sen Drexel Üniversitesi’nde yüzme takımına girmeden geri dönmüşsün. Neden geri dönmek istedin? Drexel Üniversitesi’nin yüzme takımı beni istediğim kadar tatmin etmedi. Beklediğim kadar yüksek kalitede bir takımı yoktu üniversitenin. Bu arada Galatasaray Spor Kulübü’ne de Sırp bir antrenör geliyordu. Onunla çalışmak istedim. Koç Üniversitesi çok iyi eğitim veren bir kurum, Avrupa ve Dünya’da ismi duyulmuş bir üniversite. Kendi evimde böyle bir şansı değerlendirmek istedim ve Koç Üniversitesi’ne transfer oldum, Türkiye’ye geri dönüş yaptım. Tabi bunun yanında aileye ve ülkeye özlem de yok değildi. Tatile gittiğinde keyfine göre yüzmek nasıl bir duygu? Hala tanıdıklarından “Bi’ sırt yüz de görelim” diyenler oluyor mu?
Tatillerde babaannem gibi yüzüyorum. Aslında çok da yüzmüyorum tatillerde, daha çok müzik dinlemek, güneşlenmek, kumsalda eğlenmek, bunlar keyiflendiriyor beni. Birkaç sene öncesine kadar vardı da artık yok öyle isteklerde bulunanlar. Alıştılar artık herhalde. Yeni tanıştıklarım diyor “Bi’ kelebek yüz”. Pek hoşuma gitmiyor ama kırmamak için küçük örneklemeler yapıyorum tabii ki. Modaya karşı büyük bir ilgin var. Bunu kapak çekimlerinde de bize kanıtladın. Stilistimiz senin fikirlerine ve yorumlarına hayran kaldı. Bunu neye borçluyuz peki? Neye mi borçluyum? Sanırım aileme borçluyum, anneme ve babama. Mesela renkli giyinmeyi çok severim, annem babam
Roma’dakİ 2009 Dünya Şampİyonasını unutamam. 7 gün süren bİr yarışmaydı ve İlk Dünya Şampİyonası deneyİmİmdİ. Phelps’İ ilk kez canlı İzleyebİlmİştİm.
35
Takım: Vakko, Papyon: Vakko, Kuşak: Fabrika
“Bembeyaz görmek isterdim havuzun zeminini. Beyaz renk çok şey anlatır.”
GÜmlek: Topman Yelek: New England / Vakko Ceket: Arda’ya ait Mendil: Fabrika Pantolon: Topman
“Tatillerde babaannem gibi yüzüyorum.”
da renkli giyinen insanlardır. İyi, kaliteli ve sıradan olmayanı giymeyi seviyoruz. Yeniliklere açık bir aileyiz. “İstanbul’da bu giyilmez” diye düşüncelerim yok ve bu yüzden de farklı tarzları, renkleri almaktan çekinmiyorum. Alışveriş yapmayı seviyorum, kafamı dağıtıyorum alışveriş yaparken. Ayakkabı takıntım vardır mesela, yurtdışından bir seferde 8 çift ayakkabı getirmişliğim vardır! Bu büyük moda merakı sayesinde ileride havuz-deniz ürünleri tasarımcısı olma gibi bir hayali olabilir mi Kemal Arda Gürdal’ın? Olabilir aslında. Olabilir çünkü bunun örnekleri var. Brezilyalı Fabiola Molina çok ünlü bir yüzücüdür ve yüzücülere özel bikini ve mayolar tasarlar. Tasarımları da diğer markalara kıyasla yüzücüler tarafından tercih edilen rahat tasarımlardır. Kısacası böyle bir şey gerçekleştirebilirim, neden olmasın? Sen hayallerinde nelere yer verirsin? Hayallerin sıradışı mıdır yoksa başarabileceğin gerçekçi hayaller midir? Hayal kurmak çok güzel. İkisi de oluyor, sıradışı hayallerim de var ama genelde gerçekçiler. Mesela oyuncu olabileceğimi düşünmesem de bir Hollywood filminde başrol oynayabilmeyi hayal edebilmek gerçekten heyecan verici. Tüm dünyayı bir renge boyama şansın olsa, onu hangi renkte görmek isterdin? Mavi. Maviye karşı büyük bir ilgim var. Özellikle saks mavisi en sevdiğim renklerden. Bir mağazaya girdiğim zaman ilk olarak mavi renkteki ürünlere doğru yönelirim. Dikkat çekmeyi seviyorum, belki o yüzdendir. Suyun rengi yoktur ama hepimiz
onu mavi olarak kabul ederiz. Kendi havuzunu inşa etsen, havuzu ne renk mozaiklerden oluşturmak isterdin? Beyaz. Bembeyaz görmek isterdim zemini, duvarları. Beyaz renk çok şey anlatır. Hani herkes bir süper güce sahip olmak ister ya. Sen hangi süper güce sahip olmak isterdin? Ben zihin okumak isterdim. Ne düşünüyor diye merak ettiğim cok insan oluyor. Bu kadar yoğun tempoda hem üniversiteye gidiyor olman, hem sosyal olman, hem antrenman yapıyor olman zamanı çok iyi kullandığını gösterir. Saatin hayatındaki yeri nedir? Aksesuar olarak saat takmayı gerçekten çok seviyorum, saatsiz dışarıya çıkmıyorum. Hiçbir şeyden geri kalmamak ve yapmam gerekenleri yapabilmek için hayatımı çok planlı ve programlı, organize yaşamam gerekiyor ama spontane yaşamayı ve ani kararlar almayı da seviyorum. Bize en yoğun gününü anlatabilir misin? En yoğun olduğum gün, çift antrenman yapmam gereken ve aynı gün derslerimin de olduğu günler. Sabah 6:30’da kalkıp 7:30’daki antrenmanıma gidiyorum. 9:30’a kadar yüzüp 45 dakika 1 saat ağırlık veya kara çalışmasını tamamlıyorum. 11:00 gibi hazırlanıp 12:30’daki dersime yetişiyorum. Tabi bu arada kulüp Üsküdar’da okul Sarıyer’de olduğu için yol büyük zamanımı alıyor. 16: 00 gibi okuldan çıkıp kulübe geçip ikinci antrenmanıma başlıyorum. Bu da 1,5 – 2 saat sürüyor. 20:00 gibi de eve dönmüş oluyorum. Sonrasında akşam yemeği ve tekrarlamam gereken dersler
oyuncu olabİleceğimi düşünmesem de bir Hollywood fİlmİnde başrol oynayabİlmeyİ hayal edebİlmek gerçekten heyecan verİcİ. 39
oluyor. Uykuyu sevmediğim için geç yatarım genelde. Bünyem de buna alıştı, 6 yaşından beri bu şekilde hızlı bir tempodayım ama gerçekten çok yoğun ve yorucu, ama bir o kadar da zevkli. Çekimlerde çok rahat bir tavrın vardı. Bundan önce pek çok kanalda ve dergide röportajlar verdin ve yayınlara katıldın. Seni ileride televizyon reklamlarında ünlü yüzücüler gibi görme şansımız var mı? Böyle bir teklifle karşılaşsan tepkin ne olur ve hangi markanın yüzü olmak isterdin? Büyük bir zevkle kabul ederdim. Tarzımı yansıttığını düşündüğüm Tom Ford’un yüzü olmak isterdim. Hayatta kaybetmekten en çok korktuğun şey nedir? Ailem. Eğer bir ünlüyle 2 saat yemek yeme fırsatın olsa, ölü ya da diri bu kim olurdu? Anne Hathaway. Çok eğleniyorum onu izlerken, çok pozitif, kendisiyle barışık ve gerçekten çok doğal bir güzelliğe sahip.
İlerideki hedeflerin neler? 2013 yılında iki büyük şampiyona var. Bir tanesi ülkemizde, Mersin’de düzenlenecek 17. Akdeniz Oyunları ve ardından Barcelona’daki 15. Dünya Yüzme Şampiyonası. Şu anda bu iki hedefe kitlenmiş durumdayım. Bunun dışında en kısa sürede üniversiteden mezun olmak istiyorum. Koç Üniversitesi’nde İşletme okuyorum ve üniversiteden mezun olduktan sonra iş ve yüzmeyi birlikte yürütmeyi planlıyorum. Bunun dışında 2016 Rio Olimpiyatları’na katılmak uzun vadedeki öncelikli hedeflerimden bir tanesi. Eğer şartlar uygun olursa 2020’ye kadar da yüzmek istiyorum. Olimpiyatların İstanbul’da düzenlenme olasılığı var, aday şehirlerden biriyiz. 2020’de 30 yaşında olacağım, zaten aktif yüzme hayatına genelde 26-30 yaş arasında veda edilir. Tabi şimdilik uzun vadede çok kesin bir kariyer planı yapmak zor. Bu plan yüzme ve spor ile ilgili, eğitim aldığım bölüm ile ilgili ya da çok farklı bir alanda olabilir.
Arda’nın havuzdan yansıması
ECE PEKBAŞARAN, Université Nice Sophia-Antipolis
ICI, C’ES “Çığ”- Promenade - des -Anglais, 2012
ST NICE
“90 Der Ece�- Magnan, Promenade-des-Anglais, 2012
“Camdan”- Nice- Cannes tren yolculuğu, 2011
“Hotel”- Cannes, 2011
“Boulevard Victor Hugo”- Cours Saleya, 2011
“Bi Nokta Bi Siklet”- Promenade-des-Anglais, 2012
Naz Cuguoğlu‐“Huzur ile Kadın”, Washington DC, 2012
“I am 91 cm away from where I should be. There was no actual damage after all, is that right?” (Skhizein, 2008)
X
Koç Üniversitesi
YAZI & FOTOĞRAF NAZ CUGUOĞLU
Size X ile nasıl tanıştığımızı anlatayım. Kuzguncuk’ta bir galerinin önündeydik. Camın ardındaki tabloya işaret etti, baksana renkler değişiyor, dedi. Sonra, bir ara kafayı sıyırmak üzere olan bir arkadaşından bahsetti. Kafayı sıyırmak tam ne demekti bilmiyordum ama yine de dinledim. Doktor, arkadaşına balık tutmasını öğütlemişti. Birdenbire, hayatı kaçırıyoruz diye üzülüverdim, yine. Anladı. Güvercinlere takıldı gözüm. Sanki geçen geldiğimde de aynı şişko güvercin aynı pencereydi, Kuzguncuk’taki güvercinler hiç yer değiştirmiyorlar mı, diye kendi kendime efkârlandım. X, kol saatini işaret ederek saatleri geri almalıyız, dedi. Başka gezegenlerde hayat olsa yine de saatler geri alınır mıydı diye bir tartışmanın ortasında bulduk kendimizi. Kim kimi kandırıyordu bu saatleri geri almak konusunda bilemedik. Anlamadık. Geri geri yürüyünce beynimizin daha çok çalıştığından ve yaratıcılığımızın arttığından bahsettim biraz. O sırada sahile vardık. O şişko güvercin olmak vardı, ama bunu hayal etmeye bile vakit yoktu. Efkarlansam doktora gitsem, elime oltayı verir beni balığa yollamazdı. Reçeteyi açar 5 kapsül antidepresan yazardı. Tabloya bir daha baktım, bence renkler değişmiyorlardı. Belki de daha yaratıcı olmak için geri geri yürümeyi denemeliydim. Ama tabi ona da vakit yoktu. Biraz algı, zaman ve sanat hakkında düşündüm, sonra bana gelecek planlarından bahsetti, duydum, Ay’a gezi düzenleyecekmişsin, dedim, küçümseyici bakışlar attı ve “Mars” diye düzeltti. Martılara yem attık, dağıldık.
Bir daha ki buluşmamızda Tophane Art Walk’ta bulduk kendimizi. X’in yakın alakasından ötürü önce Mixer’in açılışına uğradık. Şarabımızı içtik, sanatımıza doyduk, yollara koyulduk. Galeriden galeriye hoplaya hoplaya Tütün Deposu’na vardık. Serginin adı bu defa Davutpaşa: Orta 3’tü. 12 eylül’e dair çok etkileyici bir sergiydi. Son durak, Mısır Apartmanı’ndaki sergilerdi. X, Lovers of Arctic Circle’ı izlememişti, ona biraz paralel evrenler hakkında nutuk çektim. Paralel evrende olsam, çok vaktim olurdu ve Nicolas Jaar dinler, her istediğimi yapardım dedim. Nasıl yani, sence burası paralel evren mi, dedi? Onunla uğraşacak halde değildim, neyse ki o sırada bir galeriden içeri girdik. Bir performans sanatçısı üzerine küçük gelen bir takım elbiseyle her gün oraya gelip günde 5 saat çalışarak Almanca’yı öğreniyordu. Bir vidyoda da bir adam durmaksızın, kağıt kesme makinesiyle kağıtları daha küçük parçalara ayırıyordu. Varoluşsal çatışmaların eşiğinde çırpınırken, neyse bize müsade, herhalde bugün sanatımıza doyduk, dedik. Karaköy Bank’ta Mixer’in açılışının devam ekibi vardı, orada da manzaraya doyup kendimizi eve attık. Yorgun ama gururlu bir güzel uyuduk. X, beni bir kaç gün sonra aradı, Black Mirror’ı izleme talimatı verdi. Üstüne küçük gelen bir pantolonla Kongoca öğrenip dünyayı gezme planları olduğundan bahsetti. Bu plan pek de yabancı gelmemişti. Ben de oturdum, üç bölüm arka arkaya Black Mirror izledim. 3 farklı kadro, 3 farklı hikaye, tek bir konu: teknoloji. Son bölüm de bittiğinde, ben de şoktaydım. Gelecekteki hallerimize acıdım.
Yaratıcı İşler Enstitüsü’nün happy hour’u için Babylon Lounge’da buluştuğumuzda hala kendime tam da gelememiştim. Bir de Milk Gallery’de Sadi Güran’ın sergi açılışını yakalayınca tadından yenmedi. Ne güzel şehirde yaşıyoruz yahu diye sevindik. X, piyanoyu gösterdi, çal, düşünme, dedi. Güvercin olmak için belki çok geçti ama hayatıma 36 derece batıdan baktığım zaman o kadar da kötü gözükmüyordu. Evet, saat geçiyordu, zaman azdı, tablodaki renkler pek de değişiyor gibi gözükmüyordu. Balık tutsak geçer miydi? Bilmiyorduk. Öğrenecektik. “Are you now or have you ever been? Are you aware of the fact?” The Medium is the Message
Paralel evrende olsam, çok vaktİm olurdu ve Nicolas Jaar dİnler, her İstedİğİmİ yapardım dedİm. Nasıl yanİ, sence burası paralel evren mİ, dedİ?
53
“The Look” PHOTOGRAPHER KEREM YILMAZ STYLING CEREN ÇETİNOĞLU
Model Simone K. Photography Assistant Damla Mersin Styling Assistant Işıl Tiyekli Hair İbrahim Zengin Make Up Rıfat Yüzüak
THE LOOK
Sol Sayfa Gömlek: Zara Tulum: Stefanel Kaban: Stefanel Küpeler: Editöre ait
Bu sayfa Gömlek: Dilara Acar/ Building Yelek: Massimo Dutti Kaban: Sonia Rykiel/ Brandroom Pantalon: Machka
Boğazlı Kazak: Stefanel Kazak: Autumn Cashmere/ Brandroom Ceket: Machka Kaban: Milly / Brandroom Şapka: Adidas / İntersport
Kazak: Asos Kaban: Zara Pantalon: Massimo Dutti Gözlük: Tecno Pro / Intersport Çorap: Penti Ayakkabı: Superga / Bilstore
T‐shirt: Vakkorama Kazak: Stefanel Hırka: Fred Perry / Bilstore Etek: Stefanel Kaban: Vintage Tony Rako Çorap: Penti Ayakkabı: Superga
“Just remember how we shook shook”
Gömlek: Machka Bluz: Sportmax / Maxmara Palto: Topshop Pantalon: Eskandar Kemer: Stefanel Eldiven: O’neill / Intersport Küpeler: Editöre ait Ayakkabı: Reebok / Intersport
ilüstratör
KERİM ATLIĞ Koç Üniversitesi RÖPORTAJ & FOTOĞRAF ASLI KUZU
“Bir düşünce akışım var ve bu düşünce akışında ben, aklıma ne gelirse çiziyorum.”
Çizdiğin ilk çizgiyi hatırlıyor musun? Çizdiğim ilk çizgiyi hatırlamıyorum ancak ilk defa manalı bir şeyler çizdiğim kağıtları gördüm. Kendimi Superman kılığında çizip yanıma da dev bir King Kong koymuşum. Aramızda da bir apartman var. Tahminimce 5 yaşlarında çizmişim bu resmi. Onun dışında, ilkokul zamanlarında Power Rangers çok popülerdi. Defterlerimin kırmızı çizgiyle ayrılmış olan sol tarafı benim seçilmiş alanımdı. Her sayfada orası Power Rangers’la, adamlarla, figürlerle dolu olurdu. O zamandan beri o adamlar, fikirler bana gelmeye devam etti. İllustrasyon yaparken nasıl bir ruh halinde olursun ve de nelere ihtiyaç duyarsın? Bu konuda bir kaç tane opsiyonum var aslında. İlk ve en çok tercih ettiğim okulda ders esnasında çizmek. Çünkü ilkokul 1. sınıftan beri, derslerde çizme motivasyonu yakaladım. Sınıfın sessizliği, hocanın anlattıkları bir yerden, bir şekilde bana bir ışık veriyordu. Aynı zamanda dersi dinlemekten de geri kalmıyordum. Belki en önde oturan bir arkadaş kadar konsantre olmasam bile, hocayı dinleyip bir yandan da çizimime devam ediyorum. Kalabalık, gürültülü bir ortamdansa sessizliği daha çok tercih ediyorum. Onun dışında loş ışığı tercih ediyorum. Müziğin de her zaman olmasını isterim ama çok da kafamı yormaması şartıyla. Çünkü diğer türlü çizim yapmak benim açımdan zorlaşıyor. Ruh halim için ise tamamen boşlukta olduğumu söyleyebilirim. Bir düşünce akışım var ve bu düşünce akışında ben, aklıma ne gelirse çiziyorum. Çoğu çizer, çizmeden önce bir taslak hazırlar, kağıt üzerinde bir planlama
yapar. Ben bunu pek yapmıyorum çünkü o zaman akışında çizimimin kendi akışında devam etmesini sağlıyorum. Tamamen yeniyi bekleyen bir ruh hali içinde oluyorum. Ne tür müzik dinlersin? Hiç sevdiğin bir şarkıyı çizmeye çalıştığın oldu mu? Lise hayatım boyunca çok fazla hiphop, rap dinledim. Arkadaşlarım arasında “rapçi Kerim” ya da “zenci Kerim” gibi lakaplarım vardı. Üniversiteyle birlikte elektronik müziğe kendimi çok kaptırdım. Bir sınıflandırmaya sokmadan neredeyse hepsini dinlemeye çalıştım, hala da çalışıyorum. Benim her modumu yansıtabilecek müzikler bulabiliyorum elektronik müzikte. Rusko’nun Jahova şarkısı beni ilk dubstep’e başlatan şarkıdır. Mesela o şarkıyı dinlerken aklımdan geçen tek şey, normal boyutlardan 7-8 kat daha büyük bebeklerin çığlık atmalarıydı. Birkaç sene önce bunu çizmeyi denediğimi hatırlıyorum. Takıntılı olduğun ve kullanmaktan çok zevk aldığın renklerin var mı? İlk olarak belirtmem gerekiyor ki, şu zamana kadar en çok kurşun kalem hatta 1.0 uçlu kalem kullandım. Belki de çok fazla kullanmam nedeniyle, griyi artık bir demirbaş renk olarak sayıyorum. Bunun dışında çok açık bir sarı, mavi ya da yeşil, grinin arasında göz alabiliyor. Bu nedenle renk kullanmaktan da aslında çekinmiyorum. Ama sanırım takıntılı olduğum renk olarak griyi söyleyebilirim. Hayal gücünü geliştirmek ya da açığa çıkarmak için neler yaparsın? Enteresan bir fikir olarak tarihe bakarım. Herhangi bir zaman olabilir, hiç bir kısıtlama yok. Mesela George Washington’dan girip
Amerikan Başkanları üzerine bir çizimle çıkabilirsin. Ya da mesela bir komutandan bahsedilirken ortaya bir komutan figürü çıkartabilirsin. Tarih bu konuda bana çok yardımcı olan bir olgu. Onun dışında kesinlikle müzik ve film endüstrisi insanın hayal gücünü ortaya çıkarmada çok fazla paya sahip. Ayrıca suratlara çok önem veriyorum. Vücut figüründen çok, surat benim için hep daha önemli olmuştur. Etrafımdaki insanların, arkadaşlarımın keskin yüz hatları ya da fark edilen bir özellikleri olduğu zaman ister istemez bilinçaltıma bir yer ediyor ve çizimlerime yansıyor. Sence herkes illüstratör olabilir mi? Bence herkes illüstratör olabilir. Biraz klasik olacak ama asıl olay, çizim veya illüstrasyondansa verdiği fikir, düşünce, duygu. Bunu herkes verebilir mi, işte bence bu tartışılır. Ben çizim konusunda üstün bir tekniğe sahip olduğumu düşünmüyorum, geliştirmem gereken çok fazla şey olduğuna inanıyorum. Teknik öyle ya da böyle bir şekilde kazanılabiliyor. Ancak asıl olay kafandaki görseli nasıl yansıttığın. Eğer istediğin gibi yansıtabiliyorsan bence o zaman illüstratörsündür. Hiç kendini çizmeye çalıştığın oldu
Belkİ de çok fazla kullanmam nedenİyle, grİyİ artık bİr demİrbaş renk olarak sayıyorum.
67
mu? Çocukken yaptığım Süpermen dışında, karikatür olarak kendimi bir kaç kez çizmeye çalıştım. Ancak karikatür olduğu için çok daha primitif kaldı. Bir gün ciddi anlamda bir self portrait yapacaksam eğer, çok daha yüksek bir tekniğe sahip olduğumda, çok daha büyük bir parçaya yaparım gibi geliyor. Biraz narsisist bir hareket biliyorum ama bence yapılması gereken bir şey. Var olmayan bir şeyi yaratmak nasıl bir duygu? Kendini o illüstrasyonun ya da o karakterin babası gibi hissettiğin oldu mu? O duyguya çok fazla kapılıyorum. Özellikle bir şeye bakarak çizmek bana hiç kafamdakini çizmek gibi istediğim bir tat vermiyor. Kafamdaki bir şeyi çizdiğimde de, bu bana özel bir karakter oluyor ve ister istemez bir babalık duygusu oluyor aramızda. Olmayan bir şeyi yaratmak ise, sayabileceğim duygular arasında en muhteşemi, en fazla haz vereni. Etrafında gördüklerinden memnun musun? Yoksa sen yaratıyor olsaydın, daha farklı bir dünya mı hayal ederdin? Bu konuyu aslında önceden düşünmüşlüğüm var. Benim kafamdaki dünyada bir konsept ya da ideoloji yok. Çünkü ideoloji bence günün sonunda insanları kısıtlayan, diğer düşüncelerden, diğer fikirlerden uzaklaştıran bir şey. X ideolojisi ve Y ideolojisi tamamen farklı ve uyumsuz, ve insan Y’yi kafasında o kadar yok ediyor ki kendi vizyonunu limitliyor. Kısaca, her şeyden öte benim ütopik dünyamda kesinlikle ideolojiler yok. Onun dışında, şu an yaratıcılıktan çok uzak bir dünyada yaşıyoruz. Sadece basmakalıp fikirler tekrar tekrar söylenerek bir şeyler pazarlanıyor, bir sistem yürüyor. İnsanların daha yaratıcı olduğu, daha özgür olduğu bir dünya yaratmak isterdim. Saatin hayatındaki yeri nedir? Saati hiç bir zaman yerinde kullanamadım. Her şeyi, saatin tiktaklarının son dakikaya geldiği an yetiştirdiğimi, bitirdiğimi ya da hazırladığımı gördüm. O saat beni hep bir şekilde gerdi, ancak onsuz da asla yapamayacağımız bir durumdayız. O saati bir şekilde değerlendirmen lazım çünkü geriye alamadığımız bir şey. O nedenle her saniyesi, her tiktak’ı değerli. Saatle ilişkimi iyi ayarlayabilseydim belki de kabataslak yaptığım, yarım bıraktığım, devam etmediğim tonlarca resim olmazdı. Bu açıdan aslında saat benim için çok önemli. Zamanı çizerek anlatman gerekse onu nasıl renklendirirsin ve zamanı nasıl çizmeye çalışırsın? Demirbaş renk gri olduğu için sanırım gene griyle devam ederdim sanırım. Zaman benim için, katı-sıvı-gaz üçlemesinde gaz olurdu. Yani elinde tuttuğunu düşündüğün, bir balonun içinde bekleyen bir cisimmiş gibi aslında zaman. Ama sonrasında o balon gittiği anda, zamanın da kalmadığını görüyorsun. Yani kısaca elinde var ama aslında yok.
Zamanı dumanlarla, bulutlarla çizmek isterdim sanırım. Hayatta kaybetmekten en çok korktuğun şey nedir? Görme yetimi kaybetmek veya renkleri görememek beni gerçekten korkuturdu. Çünkü o renkler sana tamamen hayatın ışığını veriyor. İllüstratörlüğü bir meslek olarak nasıl görüyorsun? Sence Türkiye’de geleceği var mı? Yurt dışında illüstratörlük çok daha fazla ilgimi çekiyor aslında. Çünkü bu işin animasyonundan giyim sektörüne kadar her yerde çizdiğiniz illüstrasyonları görebiliyorsunuz. Türkiye’ye baktığımda çok fazla büyük illüstrasyon “karakter” göremiyorum. Yurtdışında ise illüstratörler bir karakter yaratıp bunu her konsepte, alana uygulayabiliyor ve benim ilgimi çeken de bu. Türkiye’de bunun çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. Çünkü mesela ben bir X karakteri yarattım diyelim, bu karakteri eğer ünlü bir marka öğesi yapmazsam tutması neredeyse imkânsız oluyor. Ama Türkiye’de de mesela mizah dergileri var ve çok ünlü karakterleri var. Onlar kendilerini bir markayla bağdaştırmadan bu noktaya geliyorlar.. Evet, mesela Kötü Kedi Şerafettin’in çizeri olan Bülent Üstün bu anlamda benim en yüksekte gördüğüm karikatüristlerden. Ben de Kötü Kedi Şerafettin’le büyüdüm ve sonunda gerçek anlamda bu Kötü Kedi Şerafettin’in bir filmi çıkıyor. Ama bu benim gösterebileceğim sınırlı sayıda örneklerden biri. Karikatür dergilerinde tabii ki birçok karakter var ama bunlar genelde derginin dışına çok fazla çıkamıyorlar. Mesela bir Hello Kitty karakteri telefon kapağınızdan, bulaşık makinenizin üstüne kadar her yerde sizin hayatınıza girebiliyor. Bence ne zaman ki karakterler her yönüyle hayatınıza girmeye başlarsa, o zaman o karakter başarılı olmuş olur. Bunun sanat olayından çıkıp bir pazarlama olayına girdiğinin farkındayım ama karakteri de hayata taşımış oluyorsun aynı zamanda. Yani sokakta yürürken yanında dev pelüş bir Hello Kitty dolaştığında garipsemiyorsun. Koç Üniversitesi’nde MAVA (Media and Visual Arts) bölümünde okuduğunu biliyoruz. Sence bir sanatçı için okuduğu okul önemli mi? İlk olarak okulumu çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Ama okulumun biraz daha karikatür yapmak isteyenlere, bir şeyler yaratmak isteyenlere daha fazla ulaşması gerektiğini düşünüyorum. Bir şikayet ya da sitem olarak algılanmasın ancak şu an için okulumun illüstratör olmak isteyenlere yeteri kadar ilgiyi gösterdiğini pek düşünmüyorum. Peki, illüstratör olmak isteyen biri için okumak önemli mi? Kesinlikle önemli çünkü okul sana ister istemez
bir vizyon katıyor. Yanındaki insandan, sana ders veren hocasına, olduğun kampüse kadar okul sana bir ilham kaynağı olabilir. Okumak gerçekten de çok önemli bir faktör. Geçmişe baktığımızda çok ünlü olan ancak okumamış sanatçılar olduğunu da tabii ki görüyoruz ancak bu demek değil ki onlar okusaydı hiç bir şey fark etmezdi. Eğer -ölü ya da diri- bir ünlüyle 2 saat yemek yeme fırsatın olsaydı bu kim olurdu? Benim sanatçı olarak birini en tepeye koymam gerekiyorsa o sanatçı kesinlikle Salvador Dali olurdu. Benim ufkumun çok daha ötesinde olan şeyleri gösteren bir sanatçı. O yüzden Salvador Dali’yle oturup ona “sen ne kadar büyük bir insanmışsın” diyebilmek isterdim. Onun dışında yaparken ne düşündüğünü merak ettiğim bir kaç resmi var, onları sormak isterdim. Onun ufkunu açan, onu bu kadar farklı bir insan yapan şeyleri duymak isterdim ondan. Tekniğin çok ötesinde, onun tamamen kafasının içine girebilmek isterdim. Bir şeyler yaratırken bir beğenilme kaygısı hissediyor musun? Bunu ben de ister istemez zaman zaman sorguluyorum çünkü çıkarttığım işlerin hiç birinin dev bir sergide baş köşeye asılacak şeyler olduğunu düşünmüyorum. Bunun kendimi geliştirmekle gelecek bir şey olduğunu düşünüyorum ve de bu kendimi geliştirme sürecinde benim düşünce akışımı birilerinin onaylamasını beklemiyorum. Daha ileride, asıl o zaman daha çok sanat için bazı işler yapacağıma inanıyorum. İlk önceliğim yaptığım işle kendimi memnun edebilmek. Zaten eğer aklımdakini bire bir kâğıda yansıtabiliyorsam beğenilmemesi için -istisnalar dışında- çok da fazla bir unsur göremiyorum. Türkiye’de değil de başka bir ülkede yaşıyor olsaydın sence çizimlerin etkilenir miydi? Yüzde yüz etkilenirdi. En basitinden insanın konuştuğu dilin bile, o insanın hayatını değiştirebileceğine inanıyorum. Yaşanılan yerin tamamen farklı duygular, farklı estetik görüşler katacağını düşünüyorum. Mesela Japonya’da yaşıyor olsaydım belki animasyonla daha fazla ilgilenirdim. Esinlendiğin ya da çalışmalarını takip ettiğin bir ressam ya da illustrator var mı? Türkiye’de en çok etkilendiğim insan Gürbüz Doğan Ekşioğlu. Sanatını çok ayrı bir noktaya koyuyorum. Bu kadar basit sembollerle, bu kadar derin düşünceleri yansıtmak bence her yiğidin harcı değil. Ona çok büyük bir saygım var bu yüzden. Karikatürist olarak ise Ersin Karabulut’un çizimlerini çok beğeniyorum, takip ediyorum. Küçüklüğümün kahramanı olarak da Erdil Yaşaroğlu’nu söyleyebilirim. İlkokuldan ortaokula kadar Erdil Yaşaroğlu’nun karikatürleri benim tüm çizimimi etkilemiştir.
“Görme yetimi kaybetmek veya renkleri görememek beni gerçekten korkuturdu. Çünkü o renkler sana tamamen hayatın ışığını veriyor.”
Lucio Fontana -“Waiting”, 1960
BUNUN NERESİ SANAT?(!) Sabancı Üniversitesi Modern Sanatı Anlama ve Ondan Keyif Alınması Üzerine
YAZI SELİN ZEYNEP ESEN
Küçüklüğümden beri sanatla ilgilenmişimdir. Gezdiğim her ülkede özellikle sanat müzelerini gezmeye özen göstermişimdir. Hatta hatırladığım ilk müze Washington’daki Smithsonian Müzesin Sanat Bölümü’dür. İlk başlarda en sevdiğim dönem Rönesans’tı çünkü onları incelediğimde dönemin dönem hakkında hiç düşünmeden bilgi alabiliyordum. Bu dönemin en önemli özelliği içinde bulunduğumuz dünyayı gerçeğe en yakın şekilde yansıtmaktır. Bu nedenle de sen resime baktığında aslında sanatçı sana ne düşünmen gerektiğini söylüyor ve sen pasif bir şekilde resimi inceliyorsun. Zaman geçtikçe kendimi incelediğim eserlere daha yakın hissetmek istediğimi fark ettim. Benim sanattaki arayışım ona kendimden bir şeyler katmak, onun hakkında uzun zaman boyunca düşünmek olduğunu anladım. Sanatçının benim üzerimde yarattığı bu tek şekilde düşünme tarzını kırmak istiyordum ve eserle bir bütün haline gelmek istiyordum. Bu düşünme tarzım benim modern sanatla tanışmamdaki en büyük nedendir. Modern sanat insanların gözünde karmaşık ve anlaşılmaz olarak beliriyor. Kendi yakınlarıma bile sorduğumda bu şekilde tepkiler alıyorum. “Ben modern sanatı sevmem, diğer sanat eserlerini tercih ederim, onlarda çizim yeteneği var her şey anlaşılır” gibi yorumlarla karşılaşıyorum. Bu yorumlar arasında en çok duyduğum ise: “bunu ben de yaparım, çok kolay” gibi yorumlar oluyor. Geçenlerde bir kitabevinde gezerken gözüme değişik bir kitap ilişti. Kapağında Lucio Fontana’nın Waiting tablosu ve kitabın adı dikkatimi çekmeye yetti. Kitabın adı “Why Your Five Years Old Could Not Have Done That” yani, “Sizin Beş Yaşındaki Çocuğunuz
Neden Bunu Yapmış Olamaz” idi. Kitabın adı aslında çok klişeleşmiş bir söz. Bunu sık sık etrafımızdakilerden duyarız, “bunu ben de yaparım” ya da “bunu yapmaktaki zorluk ne ki?” gibi modern sanatla ilgili klişeleşmiş cümlelerdir. Susie Hodge da “Why Your Five Year Old Could Not Have Done That” kitabında bunun üzerinde duruyor. Kitabın ön sözünde modern Sanatın başlayışını söyle anlatıyor: “Fotoğraf makinasının icadıyla artık resimlerde gerçeğin yansıtılması bir şey ifade etmiyor çünkü artık bunu yapacak bir makina var. Fotoğraf makinasının icadı ile yeni bir düşünce biçimi ortaya çıkıyor. Artık sanatçının görevi dış dünyayı aynı şekilde yansıtmaktansa kendi perspektifinde aktarabilme özgürlüğüne kavuştu.” Artık her türlü kural ortadan kalkmıştı ve bir pisuar bile sanat eseri olarak sayılabiliyordu. Susie Hodge da kitabında bu durumu ve modern santatın en bilinen ve daha az bilinen eserlerini sade bir dil ile anlatıyor. Kitap her eser için iki sayfa ayırıyor. Sayfanın bir kısmında eserin kendisi, şu an nerde bulunduğu ve eser hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra eseri neden beş yaşında bir çocuğun yapmış olamayacağını açıklıyor. Kolay okunabilen ve espirili tarzı, bu kitabı okumayı daha da eğlenceli hale getiriyor. Modern sanatın ortaya çıkmasıyla sanatla ilgilenme pasif bir aktivite olmaktan çıkıp eseri inceleyenlerin sanat eserine kendi düşüncelerini katmasına izin veriyor. Başka bir değişle modern sanat hem sanatçıyı, hem eseri hem de eseri inceleyeni özgürleştiriyor. Sanatçı ve eseri inceleyenin arasında bir bağ kurmasına izin veriyor. Artık resim yapmak için çizim yeteneğinin olması ve gerçeği olduğu gibi yansıtması ortadan kalkıyor
ve sanat eserine bakanın düşünceleri de bunlar kadar önemli bir hal alıyor. Kısaca kitap boyunca önemli modern sanat eserleri hakkında sizinle konuşur gibi bilgi veriyor. Benim bu kitabı çok beğenmemin en önemli sebeplerinden biri de kitaptaki ilk eserin Salvador Dali’ye ait olması. Dali’nin eserlerini ilk gördüğüm günden beri sadece eserlerinden değil kendisinden de çok etkilendim. Dali benim için özgürlüğü simgeler. En büyük hayallerimden biri de Dali’yle aynı dönemde yaşayıp en azından onunla bir akşam yemeği yemek. Dali’nin ıstakoz telefonunu bu kitabın ilk sayfalarında göremek beni bu kitaba biraz daha bağladı. Modern sanatın bana sağladığı bu özgür düşünme şekli en sevdiğim özelliklerimden biridir. Modern sanatla beraber dışarda bir sanat eserinin parçası olarak bakmayacağımız şeyler sanatın bir parçası oluyor. Ben hala Rönesans resimlerine hayranım. Onlar olmadan modern sanat hiç bir şekilde olamazdı ama bir modern sanat eserine baktığımda ve orda sanata ait olmayan bir şey görmek ve onun hakkında resime bakıp geçtiğimde bile onun hakkında düşünebiliyor olmak mutlu olmama sebep oluyor. Eğer siz de benimle aynı düşünceleri paylaşıyorsanız veya modern sanata merakınız varsa Susie Hodge’un kitabı evinizde bulunmalı.
73
MUSIK IS THE HEA NO MAT WHO YO
S ALER TTER OU ARE “Walk In The Sky (feat. Bajka)”-Bonobo, 2006
YAŞASIN 40 YILI DEVİRMİŞ PIONEER SETİM! Bilgi Üniversitesi
YAZI & FOTOĞRAF BOGATAY KÖPRÜLÜ
Yaklaşık on yaşına kadar, ellerim titreye titreye babamın plaklarından müzik dinledim. Ellerim titrerdi, çünkü “plak koymak” hassas bir işti. Karton kutusundan çıkarılır, sonra koruma kağıdından ayrılır, özel sıvısı ile temizlenir, yumuşak bezi ile toz bırakmadan silinir, son olarak da kenarlarından parmak izi yapmadan yerleştirilir. Benim elim o zaman küçüktü, babamın yaptığı gibi orta üç parmağım plağın göbeğindeyken baş parmağım da kenarından sıkıştırarak tutamazdım. Hele 33‘lük plaklar tam anlamıyla kocamandı. Şimdi, piyano çalarak boyutu bir hayli büyüyen ellerim rahatlıkla tutuyor o ayrı bir konu. Bir de o pikabın (60 hele 70’li yıllarda ingilizce “pick-up” sisteminden Türkçeye uyarlanmış, aslı “turntable” olan ve günümüz Türkçesinde “törnteybıl” olarak kullandığımız bir çeşit plak-çalar da diyebiliriz, kaset-çalar gibi) üstündeki plağı temizlemek için olan fırçalı kolu vardır, onu nazikçe bırakırsınız dış çizgisine. Sonra iğneyi modeline uygun olarak hazırlar ve başlangıç boşluğuna doğru hizalarsınız. Bazı modeller 33‘lük ve 45‘lik plaklar için kilitlenebilir başlama açılarına sahiptir, bazıları plağın yüzü bitince kendiliğinden “yukarıya atar” iğne kolunu. Bizim “Dual” marka pikabımız, hem ayarlananındandı, hem de bitince atanından. Ayrıca hassasiyet ayarı, ağırlık ayarı, başlarken kaçmasın diye basıklık ve açı ayarı, yetmezmiş gibi hassas hız ayarı ve bir türlü 33‘lükten 45‘liğe geçemeyen kayışlı bir vites kolu vardı. 70‘lerin modeli olunca işin içine “belt drive” ve “direct-drive” gibi motorun göbek miline kayış ile mi yoksa doğrudan mı bağlı olduğu hususu, benim çocukluk zevkimdi. Evlerine gittiğim insanların, eğer
pikapları varsa hep bu konuyu bir şekilde ya açtırırdım, ya da eve gelince babamdan tekrar tekrar dinlerdim. Bizimki “belt drive” yani; kayışlı olanı, amatör modellerdeki gibi olanı, kayışı koparsa çöpe dönüşecek olanıydı. Ama tüm diğer özellikleri, “direct-drive” olan üst model profesyonel kardeşiyle aynıydı. Bu da bizimkini yarı profesyonel hale getiriyordu. Hem düşük fiyat hem de çok özellik, bir bakıma Android telefon kullanmak gibi. Esas olay, bu nostaljik sayılan ama günümüzde tekrar ona dönülmeye başlanılan pikap yani törnteybıl değil, onun müziğini sese çeviren korkunç ampli ve hoparlörlerdeydi. Hala odamdadır, Pioneer HPM-60 “kolon” çifti ve bağlı olduğu SX-750 ampli (ağız alışkanlığı ile amfi dediğimiz ve kökü Türkçe düşündüğümde yeterince terbiyesiz olan, amfibik’e benzeyen kelimenin doğrusu ampli oluyor). Bu müzik seti, 60 wattlık her hoparlöre ampliden 50 watt çıkışlı bir sistemdi. Ayrıca hoparlörlerin -şunlara kolon diye hitap etmek istiyorum- Ayrıca kolonların her biri 8 ohm gibi yüksek bir sargı direncine sahipti. Dört yollu olan bu sistem, hepsinin kendine has ve havalı ingilizce terimleriyle; Subwoofer, Mid(woofer), Tweeter ve SuperTweeter’dan oluşmaktaydı. 20Hz’den 25kHz’e ulaşan temiz frekans aralığı ve kolonların ampliden daha güçlü olması, parlak “volume” topuzunu çevirdiğinizde inanılmaz güçlü ve dengeli bir sesin çıkmasını sağlıyordu, hatta camların patlamasına bile neden oluyordu. Keyfi de en güzel hem “Bass” hem de “Treble” ayarını +5’e getirince alıyordunuz. Yetmezmiş gibi üstüne açılan “Loudness” kolunu hiç anlatmıyorum bile. İnsanın kalbinde ritmi duymasına sebep olan, kasıklarınızı titreten bir bas ve harika
armonikler veren tizler. Tabii tüm bu sistemler taşınması çok zahmetli, boyutları heybetli ve ağır yapıdaydı. Ayrıca bu sistemlere havadan ilahi-maddi bir güçle kavuşanlar, hoparlörlerin üstüne oturmayı, üzerinde yemek tabağı bırakmayı bile ihmal etmiyorlardı. Çok şükür, günümüzde tam anlamıyla “uyduruk ama isminden ötürü korkunç pahalı” müzik sistemleri var ki; bu bahsettiğim türde insanlar, aslında isimleri ve havaları dışında değeri olmayan bu
BEN BABAMDAN BANA KALAN 70 MODEL MÜZİK SETİMİN KIYMETİNİ BİLDİM. kalitesiz cihazları harcıyorlar evlerinde ve yurt odalarında. Ben babamdan bana kalan 70 model müzik setimin kıymetini bildim. Profesyonel bir çalışma yapıyorken, önce hoparlörleri arkalarındaki ince ayarlarından dengelerim (dört yolun her biri için bir parametre olmak üzere) ve sonra “test signal” ile 5Hz’den 20kHz’ye kadar dinleyerek her alanı eşitlerim. Sonuçta, günümüzün Adam A7X gibi leyla referans monitörleri kadar dengeli ses alırım. Tüm bunları, zamanında o “kolon”ların üstüne oturmadığım, üstünde yemek yemediğim ve onları tekmelemediğim için hala yapabiliyorum. Siz de elinizdeki her müzik aleti karşısında saygıyla eğilin ve onları temiz, bakımlı tutun...
77
BU DEVİRDE MÜZİK NASIL KEŞFEDİLİR? Koç Üniversitesi YAZI MERT KAHRAMAN
Günümüz elektronik müziğinde, 2000’li yılların başlarındaki House ve Trance hâkimiyetinin aksine, Nu Disko, Dubstep, Trip Hop vb. alt tarzların kendilerini daha sağlam ifade etmeye başladığı gözlemlenmektedir, özellikle de İstanbul’da. Bunun temel sebeplerinden birisi, İstanbul’daki dinleyici topluluğun bu tarzları daha iyi takip ediyor ve keşfediyor olması, bir diğeri ise bununla beraber bu dinleyicilerin bu tarzlardaki seçiciliğinin artmış olmasıdır. Müzikte seçicilik ve takip söz konusu olduğunda, özellikle dans müziği yakından takip eden kişilerin ilgisi ve heyecanı rahatça gözlemlenebilmektedir. Bunu tetikleyen faktörlerden başında bu müziğin, popüler tarzlara nazaran çok daha akışkan olmasıdır. Aslına bakarsanız, günümüz elektronik müziği, güncelliğin iyice ön planda olduğu bir kültür haline gelmiştir. Öyledir ki, hepimiz, sosyal medyada, müzik paylaşım sitelerinde veya çeşitli bloglarda, güncel şarkıları, release’leri ve kendi listelerini paylaşan bir kitleye daha sık rastlamaktayız. Bu paylaşımları motive eden ise, her gün onlarca şarkının piyasaya çıktığı bu camiada, yeni bir şarkıyı çevreye kıyasla çok daha erken keşfetmenin verdiği heyecandır diyebilirim. Çevremizdeki insanlardan da öte internet üzerinden kendimiz de rahatça güncel şarkılara ulaşabiliriz. Peki, güncelliğin bu kadar ön planda olduğu bu ortamda, güncel şarkıları nereden takip edebiliriz? Bununla ilgili internet üzerinden yakından takip etmek isteyeceğiniz bazı sitelerden aşağıda kısaca bahsetmek istiyorum
Beatport.com : 2004 yılından kurulmuş olan site günümüzde dünyanın en büyük online dans müzik mağazasıdır. Geçtiğimiz yıl içerisinde ara yüzünü tamamen yenilemiş olan bu site tam bir şarkı araştırma makinesidir. Yeni albümlerin, şarkıların veya release’lerin en hızlı yayıldığı sitelerin başında gelen Beatport, dünya genelindeki profesyonel yapımcı, DJ ve plak şirketlerinin kendilerini sergiledikleri en önemli ortamlardan biridir. Site içerisinde güncel veya eski şarkıları araştırabiliyor, şarkıların site tarafından belirlenmiş yani sınırlandırılmış kısımlarını dinleyebiliyor, beğenirseniz sepetinize ekleyip sonra satın alabiliyorsunuz. Tarzlara, plak şirketlerine, sanatçılara ve en önemlisi tarihe göre aramalarınızı detaylandırabilmek de mümkün. Entegre medya oynatıcısı ve kendi download programının yanı sıra tüm şarkıları MP3, AIFF veya WAV formatlarında satın alabiliyorsunuz. Şarkıların fiyatları ise, yeni veya eski olmalarına göre değişmekte olup $1.49’dan $2.49’a kadar değişmekte. Toplu alımlarda veya albümlerde ise indirimler de söz konusu. Benim size tavsiyem, siteyi tam anlamıyla güncel şarkı bulma yöntemi olarak kullanmak için “mybeatport” özelliğini kullanmanız. Bu özellik tıpkı sosyal medya sitelerindeki gibi, sanatçıları veya plak şirketlerini takip edebilmenizi sağlıyor. Tonlarca şarkının yayınlandığı bu sitede kendi çizginizi oluşturabilmek için, zamanla sevdiğiniz ve ilgi duyduğunuz yayıncıları takip edin. Belirli bir süre sonra oluşan mybeatport portfolyonuzu tarihe göre sıralayıp araştırma yaptığınızda kendi tarzınızı yansıtan en güncel şarkılara ulaşmış olacaksınız. Bunun dışında popüler DJ’lerin haftalık listeleri, DJ profilleri ve güncel haberlerin de yer aldığı Beatport, elektronik müzik camiasının kalbinin attığı merkezdir diyebilirim. Mobil cihazlar için aplikasyonları da mevcut.
Juno.co.uk & Junodownload.com: 1996 yılında internet sitesi üzerinden satışa başlayan Londra merkezli İngiliz müzik mağazasıdır. Juno’nun popüleritesi 2000’li yılların başından itibaren dünya genelinde yayılmıştır. Albümleri veya şarkıları MP3 ve WAV formatlarının yanı sıra plak veya CD halinde sipariş edebildiğiniz bu sitede, DJ ve stüdyo ekipmanları da satılmakta. Juno’nun itibarı, popüler müziğe çok yanaşmaması, DJ’lerin tercih ettiği, sanatsal bağlamda kalitesini koruyan bir mağaza olmasından kaynaklanmaktadır. Ara yüzü çok şık olmasa da içeriği sağlam olan bu sitede ünlü DJ’lerin listelerini ve güncel müzik haberlerini takip edebilirsiniz. Juno Player size şarkıların tamamını dinleme imkânı sunuyor, ayrıca My Juno sayesinde (tıpkı mybeatport gibi) kendinize bir takip ortamı kurup kendi tarzınızı daha iyi ifade eden bir arama sistemi kurabiliyorsunuz. Bu sitede kendi listenizi oluşturabilir, junoplus ile haberleri takip edebilirsiniz. Siteyi kesinlikle keşfetmenizi öneriyorum. Fiyatlar ise formata bağlı olarak çok değişken, downloadlar için WAV formatı fiyatları $2.64’ten $1.64’e kadar değişmekte.
Soundcloud.com: Soundcloud elektronik ve dans müzik paylaşım ortamı olmaktan öte adı üstünde bir müzik paylaşım ortamıdır. Aslına bakarsanız her türlü işitsel materyali paylaşabileceğiniz bu site, günümüzde bir çok dans müzik tutkununun göz bebeğidir. Bu sitede başkalarını takip etmek, şarkıları bedava indirmek veya linkler aracılığı ile satışı yapılan ortama ulaşmak mümkün. Kendi profilinizi oluşturabilir, müziğinizi paylaşabilir, widgetları sayesinde, kendi sitenizde soundcloud player ile paylaşabilirsiniz. İşte bu özelliklerinden ötürü Soundcloud aslında çok iyi bir takip ortamıdır. Beğendiğiniz müzisyenleri buradan takip etmek sizi oldukça “güncel” bir hale getirecektir. Zira ünlü DJ’lerin henüz piyasaya sunmadığı şarkılardan örnekleri yayınladıkları bile oluyor. Size tavsiyem, kendi profilinizi oluşturduktan sonra ünlü DJ’leri veya grupları takip etmenin yanı sıra güzel müzik paylaşan insanları da takip etmeniz. Bu kişileri bulmak zamanla araştırmaya bağlı olarak hızla gelişecektir, emin olun. Bu sayede sizin gibi araştırma yapan tonlarca insanı bulduğunuz bir sosyal ağınız olacaktır. Ayrıca elektronik ve dans müzik setlerinin takibini bu siteden yapabilirsiniz. Ara yüzü ve kullanması da oldukça kolay, mobil aplikasyonları mevcut olan Soundcloud sayesinde bir çok sosyal ağ ile eşzamanlı paylaşımlar da gerçekleştirebilirsiniz (klokmag’in Soundcloud profilini takip ederek başlayabilirsiniz: soundcloud.com/klokmag).
79
Karaköy
KARABATAK Kemankeş Kara Mustafa Paşa Mah. Kara Alİ Kaptan Sok. Şehrin herhangi bir noktasında kahve molası verilecekse akla gelen ilk mekan tabii ki de Karabatak olacak. Gittikçe popülerleşen Karaköy semtinin incilerinden olan mekan, servis ettiği Julius Meinl kahveleri ve özel karışımlarıyla ünlü. Menüsünün 3 sayfasını farklı çeşit kahvelere ayıran Karabatak, ziyaretçilerine hazırladığı rahat, bohem ve bir o kadar da sıcak ortamıyla dillerden düşmüyor. Mekana girmenizle beraber sizi karşılayan duvarları da yakından incelemenizi öneririm. İşçilik muazzam! Hem içerde hem de dışarda masa bulunduran Karabatak’ta herkese yetecek kadar yer var. Fiyatlar düşük olmasa da, Karabatak’ın şehirdeki en cool kahveci olduğunu hatırlatarak sizi sıcak bir yudum almaya davet ediyorum.
ŞU A N BAŞK A BİR YER DE DE OLABİLİ RDİN YAZI MÜGE TÜZER
FOTOĞRAFLAR ASLI KUZU
Cihangir
DATLI MAYA Fİruzağa Mah., Türkgücü Cd 59/A Sahiplerini Arnavutköy Abra Cadabra’dan tanıdığımız Datlı Maya Türk ev yemekleriyle, Cihangir’de salaş ve otantik bir rüzgar estiriyor. Ürünlerini taş fırınında ya da güveçte pişirmesiyle bilinen mekanın değişmeyen başarısı lahmacun ve pidelerinde saklı. Yemeklerin yanı sıra Datlı Maya’nın çoğunlukla yabancılardan oluşan kalabalığı ve farklı dekorasyonu da ilginizi çekeceklerden olacak. Mekanda sıra bekleme sıkıntısı pek olmasa da çok işlek bir saatte sipariş vermeniz biraz uzun sürebilir. Fiyatlara gelince; hamur işleri makul rakamlar seyrederken, ana yemekler için aynı şeyi söylemek zor.
Beyoğlu
SEKİZ İSTANBUL Kuloğlu Mah. Erol Dernek Sok. No:1 34433 Birkaç sene önce kapanan 8, başarılı şef Maksut Aşkar’ın ellerinde yeniden doğuyor. El ve şef değiştiren mekan akşam yemeği için gidebileceğeniz en iyi yerlerden. Hatta öyle ki mekanın yemekleri hiçbir kriterde daha başarılı olamaz. Her şey kusursuz, lezzetli ve uyumlu. Uzun uzun iltifat etmektense direk menüden sizin için seçtiklerime geçiyorum. Başlangıç olarak pate, midye içine doldurulmuş mücverleri ve küçük et burgerlerini önerirken; ana yemek olarak da tereyağlı tavuk ve pancarlı kuskusu tavsiye ederim. 8’in sakin ve rahat ortamıyla içinizi kaplayacak olan huzur, hesap geldiğinde daha da büyüyerek sizi sarmalayacak. Mekanın fiyatları fazlasıyla uygun hatta yemeklerin başarısına göre ucuz.
Karaköy
NUBLU Voyvoda Caddesi 2/1 Karaköy Meydanı İlhan Erşahin’in gurbet ellerde taa New York’ta açarak başarıya ulaştığı caz barı Nublu, ilk denemesinden sonra yeniden İstanbul’da. Bu sefer mekanını Karaköy’de açmayı tercih eden Erşahin, her gece farklı bir programla takipçilerini monotonluktan uzaklaştırıyor. Epey popüler olan Nublu’da ortam oldukça eğlenceli, rahat ve mekana girmek için kesinlikle çok şık bir giyime ihtiyacınız yok. Ama küçük bir dipnot olarak şunu da belirtmeliyim ki, Nublu’nun bu rahatlığına rağmen spontane bir şekilde gitmeden önce, mekanın o geceki programına göz atmak da fayda var. Ne de olsa Hüsnü Şenlendirici’den Nil Karaibrahimgil’e kadar çok geniş bir yelpaze sahne alıyor içerde. Herhangi bir giriş ücreti talep etmeyen mekanın, fiyatları da bir caz bara göre ideal. Hava kararınca, Nublu’nun kırmızı ışıklarında, canlı caz melodileri eşliğinde içkilerinizi yudumlamaya hazır olun.
k l o k m a g şubat & mart 01
İmtiyaz Sahibi: Era ltd. Şti. adına Ali Köroğlu Genel Yayın Yönetmeni: Can Köroğlu Yazı İşleri Sorumlusu: Mert Gümren Kreatif Direktör: Ece Pekbaşaran Tasarım: Klok İletişim Koordinatörü: Lal Pekin (lalpekin@klokmag.com) Moda Direktörü: Ceren Çetinoğlu Editör: Naz Cuguoğlu Katkıda Bulunanlar: Aslı Kuzu, Bogatay Köprülü, Ceylan Göksel, Mert Kahraman, Müge Tüzer, Naz Cuguoğlu, Roksan Sarıoğlu, Sami Morhayim, Selin Zeynep Esen, Yüksel Makuloğlu Matbaa: Stil Matbaacılık Yayıncılık San. Tic. Aş. İbrahim Karaoğlanoğlu Cad. Yayıncılar Sok. Stil Binası No:5 Seyrantepe 4.Levent İstanbul (0 212 281 92 81) Yönetim Yeri ve Adresi: Asmadalı Sok. No: 15 Koşuyolu İstanbul (0 216 340 80 85) Yayın Türü: Yerel Süreli Reklam ve İletişim: info@klokmag.com
facebook.com/klokmag
soundcloud.com/klokmag
twitter.com/klokmag
Tüm hakları saklıdır. Dergİdekİ hİçbİr yazılı veya görsel materyalİn bütünü veya parçası yayıncının İznİ olmadan kullanılamaz. bu dergİ basın meslek İlkelerİne uymayı taahhüt eder.
Kapak Fotoğrafı: Can Köroğlu
klokmag İkİ ayda bİr yayınlanır. ÖĞRENCİ İŞLERİNDEN OLUŞAN bİR PORTFOLYO DERGİSİDİR. ücretsizdir
Can Köroğlu- “Şehir”, İstanbul 2011
Muhteviyatı itibariyle piksellerden oluşur