çizgili defter

Page 1

çizgili defter

1.

Sayı

Çizgi ile Köprü Kuruyoruz

çizgili defter

1


çizgili defter

Çizgi ile Köprü Kuruyoruz

Şubat 2018 - sayı: 1

Genel Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Uzman Dr. Adem DEMİRSOY Editör ve Tasarım Labib Faisal

Tasarım Koordinatörü Öğr. gör. Yasemin Gülşen YILMAZ Yayın Danışmanı Arş.Gör. Fatma Betül AYDIN VAROL Uzman Şenol KARAASLAN Medya Sorumlusu Ebru YAVUZ Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Alaaddin Keykubat Kampüsü, KONYA Tel- 05549691092, Eposta- godhulialo25@gmail.com, Instagram- cizgili_defter_dergisi.

2

çizgili defter


Selçuk Üniversitesi, İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölüm Başkanı

Yazı zamana meydan okumaktır. Özellikle farklı kültürler ve değerlerin buluştuğu bir dergide yer alan yazılar sadece zamana değil toplumsal ve bireysel farklılıklara da meydan okumaktır. Gazetecilik bölümü öğrencilerimiz amatör ruh ama profesyonel bir biçimde eğitimini aldıkları basın-yayın alanını pratiğe dökmek istemişlerdir. Denemelerini kendi duygu ve düşüncelerinden hareketle eyleme dönüştürmüşlerdir. Sevgili Labib, bu konuda önderlik yapsa da katkı sağlayan arkadaşların hepsi bu ortak amacın taşıyıcılarıdır. Yazarlar duygularını, düşüncelerini ve ruh dünyalarını açarak aynı zamanda bir araya gelmenin, kaderin onlara çizdiği rolleri yerine getirirken bu oyunu neşeli hale getirmenin çabası içindedirler. Zamanı değerli kılmak ve geleceğe bir parça tebessüm bırakma amacı taşıyan bu dergi için gayret gösteren, zaman ayıran, fikir ve eylem aşamalarında katkı sağlayan arkadaşlara teşekkür ederim. Örnek olması ve süreklilik kazanması dileğiyle...

Prof. Dr. Bünyamin AYHAN

çizgili defter

3


Genel Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü

Bir gün Labib’in “Hocam, biz bir dergi çıkarmayı düşünüyoruz. Yardım eder misiniz” demesiyle başladı Çizgili Defter’le tanışmamız. Çizgili Defter Dergisi’nin kurucu üyelerinin tamamı SÜ İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü ikinci sınıf öğrencileri, içeriği ise onların yazdıkları, deneme, öykü ve şiirlerdir. Ayrıca dergide, öğrencileri fakülteyle tanışmadan önceki çalışmalarda yer almakta. Bu dergi öğrencilerimizin gazetecilik alanında bir öğrenme, öğrendiklerini uygulama ve birlikte bir eser ortaya koyma çabası olarak görülmelidir. Çizgili Defter Dergisi yeni bir soluk, yeni bir ruhtur. Eserler, çok farklı kültürel değerlere sahip öğrencilerimizindir. Onların ileride hoşça anacakları bir platformdur, dergi. Derginin bu hale gelmesinde en büyük yükü çeken Labib Faisal ile ona manevi desteği veren Assane Diop’un çabaların saygı ve minnetle anmak gerekir. Çıktıkları bu yolda başarılı olmalarını dilemek ve onları yüreklendirmek bizlerin görevi olsa gerek. Yeni sayılarınızda buluşmak ve başarılı olmanız dileğiyle.

Dr. Adem DEMİRSOY

4

çizgili defter


Tasarım Koordinatörü

Sınıf olarak birlikte kısa bir film hazırladık izler misiniz? diye sorduklarında geçen seneydi. Birlikte, ortaklaşa, bize ait, anı olsun diye hiçbir ders için olmayan kendi kendilerine bizde bir şeyler yapalım diye yola çıkan Gazetecilik Normal Öğretim 2. Sınıf öğrencileri bu sene dergi hazırladı. Çizili Defter gazetecilik öğrencilerinin bir hatıra dergisi. İçindekiler sayfasında Cellat ve Balta, iyi dinle, Boşluk, İçimizdeki Çocuk, Manefi Harp, Türkiye’de İlk Günlerim, Bitmeyen Yol, Kendine İşkence Çektirme Yöntemleri, Bosna’ya Yolculuk, Git Uzaklara, Düşünemiyorum, Zaman, Yetişemiyorum, Buluşma, Geçiyor, Gürleyen Duman, Gazetecilik, “Ben Her Gün 10 Tane Gazete Alırım”, Descartes’in Öznesi, 1-2-3 Hazırlanın Çekiyoruz, Ruhun Gıdası, Bir Tutum Umut, Kendi Benliğinde Kaybolmak, Çok Hasretle, Hayatta Bir Şeylere Tutunacaksak ‘İyi kİ’ Lere Tutunalım, “Türkiye Çok Gelişmiş Bir Ülke”, İçimizdeki Fısıltı, Sen, ‘Osmanlı Sarayı’nda Avrupa Müziği’ başlıkları yer alıyor. Gazetecilik sınıfının birlikte ortaklaşa çalışmaları, merak etmeleri, nasıl yapabiliriz diye sormaları, araştırmaları, vazgeçmemeleri. Başta yazmaları konusunda sınıfı teşvik eden Uzman Dr. Adem Demirsoy’a ve fotoğraf konusunda yardımcı olan Uzman Şenol Karaaslan’a ve yayın danışmanı Arş. Gör. Fatma Betül Aydın Varol hocalarımıza ben öğrenciler adına bir kere daha teşekkür ederim. Bir diğer teşekkür ise dönem başında dergi hazırlamak için neler yapmalıyız diye ilk sorusunu soran ve soruların devamı gelen Labib Faisal’a. Şimdi seneye ne hazırlayacağınızı çoktan merak etmeye başladım bile. Ellerinize ve emeklerine sağlık Gazetecilik 2. Sınıf öğrencileri.

Yasemin Gülşen YILMAZ

çizgili defter

5


Editör

Hayal ve Hayat… Fonetik olarak ne kadar yakın olsa da bu kelimeler birbirinden ayrılamayacak kadar yakın. İnsanlar hayal kurar ve o hayalin aynasından kendi hayatına bakar. Gazetecilik Bölümü de benim hayalimdi. Ve ilk günden beri kendi hayatıma bu aynadan bakmaya çalıştım. Çizgili Defter düşüncesi de okuduğum bölüm çerçevesinde en büyük hayallerimden biriydi. Önce sınıf arkadaşlarıma, daha sonra Adem ve Yasemin hocalarıma Çizgili Defter fikrimi anlattığımda, onların bu fikrimi sıcak karşılaması ve bana destek vermelerini hiçbir zaman unutamayacağım. Ayrıca sosyal medyadan Çizgili Defter’in tanıtılmasında emeği olan Ebru ve Hasan’a ayrı ayrı teşekkür ederim. Çizgili Defter düşüncesi benim olsa da, o düşünceyi gerçeğe dönüştüren Gazetecilik Bölümü ikinci sınıf arkadaşlarım oldu. Onların güzel yazıları, Çizgili Defter’e ayrı bir özgünlük kazandırdı. O nedenle, yazılarıyla dergiye katkı sağlayan arkadaşlarıma ne kadar teşekkür etsem az. Üniversitedeki ilk yılımızda Merve, Aysun, Ebru, Fatmanur ve Hasan ile ‘Çekirdek filmi’nin projesini yaparken onların gözünde muhteşem bir gelecek görmüştüm. İşte o geleceğe bir merhaba demek için küçük bir adımımız Çizgili Defter...

Labib Faisal

Yasemin Gülşen YILMAZ

6

çizgili defter


İçerik

34

19 Buluşma

20

Manefi Harp

38

Kendine İşkence ‘Osmanlı Çektirme Sarayı’nda Yöntemleri Avrupa Müziği Yetişemiyorum 8 Bitmeyen Yol 9 Git Uzaklara 9 Sen 9

1-2-3 Hazırlanın Çekiyoruz 10 Geçiyor 11

Gazetecilik 11

“Ben Her Gün 10 Tane Gazete Alırım” 12 Boşluk 16

Bir Tutam Umut 17 Cellat ve Balta 18 Manefi Harp 19

‘Osmanlı Sarayı’nda Avrupa Müziği’ 20 İçimizdeki Çocuk 24

25 İyi Dinle

26 Zaman 27 İçimizdeki Fısıltı

28 “Türkiye Çok Gelişmiş Bir Ülke” 30 Sınıf Fotoğrafları

32 Descartes’in Öznesi 33 Bosna’ya Yolculuk 34 Buluşma

36 Gürleyen Duman

37 Türkiye’de İlk Günlerim

38 Kendine İşkence Çektirme Yöntemleri 40 Çok Hasretle

41 Ruhun Gıdası

41 Kendi Benlğinde Kaybolmak 41 ‘İyi Ki’lere Turunalım

çizgili defter

7


YETİŞEMİYORUM

Ebru YAVUZ Erzurum

Y

ürüyorum kaplumbağa misali gitmek istediğim yol, olmak istediğim yer Kafdağı’nın ardı. Yorulunca bazen ağustos böcekliği yapıyorum, öyle başıboş dolanıyorum. Sahi karınca mıydı ağustos böceğine yardım eden hep unutuyorum. Ha hatırladım gitmek istediğim yeri anlatıyordum. İyi de neden Kafdağı’nın ardı demiştim? Yorulmuş muydum hemen oysaki daha yeni başlamıştım hayata. Demek ki kaplumbağa gibi yavaş ilerlemiyormuş zaman, ben durduğumda gölgem gibi o da durmuyormuş. Zaten tek adil davranan da zaman değil miydi? Ne benim ona yetişmemi bekliyor ne de haksızlık ediyor; beni ne kadar yaşlandırırsa diğerlerini de aynı oranda yaşlandırıyor. Zaman kimi zaman çoğu şeyin ilacı, kimi zamansa geçmek bilmeyen belalı bir illet gibiydi. Bana hiç mehlem olmamıştı hâlbuki ne unutmama yetmişti anıları, ne de düzeltmeye. Kaç

88

çizgili defter

çocuk ağladı, kaç kadın dayak yedi, kaç kişi öldü? Ben saymayı unuttum, zaten sayının bir önemi yok ki zaman hiçbirini silmeyecek. O kadınların gözlerinde ki nemi yok etmeyecek, o çocukları mutlu da etmeyecek. Zaman işte karıncaya koca bir dağ gibi görünen gerçekte küçücük bir tepeden farksız karıncanın gözünde büyüttüğü taş yığını. Bak gördün mü yine konu atlamışım zamana yetişemediğimden yakınırken o kadar da güçlü olmadığına geçmişim. Hazır başlamışken zamandan şikâyetime hepsini anlatayım demişim herhalde. Neyse çok dert-lendim yine bir kahve molası vereyim ben. Siz devam edin uyduruktan dünyanızda yaşamaya birileri yine ölsün, çocuklar hep ağlasın, siz yine bilmezden gelin, yok sayın. Merak ettim de yok sayınca sahiden gülüyor mu çocuklar?


GİT UZAKLARA Abdulkadir YILMAZ Ankara

Git Git uzaklara Beni unutma Nasıl yaşanır ki bu hayat Sensiz olmuyor artık Umudumu yarına bırakma Kelepçelerimi aç kurtar beni bu acıdan Ben alışırım zamanla Anılarla bırak beni bu hayatta Gemilerime demir attın Bırak beni bu dalgalarda Sensiz olmuyor artık Umudumu yarına bırakma Git benden uzaklara

SEN Arif SELVİ İzmir Bir bulutun altında beraberdik sanki Sabahın taze umudu vardı üzerimizde Yine esti bir seher yeli Savrulduk birbirimize Kelimelerim, cümlelerimdin Sen her şeydin yüreğimde Hem suyum hem ateşimdin Sönsen bile akardın dilimde Belki bir elmas gibiydin Işıl ışıl parlardın yüzüme Değerliydin, kıymetliydin Şu aciz gönlümde İşte yine bir hazan vakti Yaprak misali döküldük yerlere Belki de hicranın ta kendisi Kaybolduk en derinlere..

çizgili defter çizgili defter 9 9


1-2-3

HAZIRLANIN ÇEKİYORUZ Azize Zehra YILDIRIM BURSA

H

ayatın içinde miyim, yoksa büsbütün dışında mı? Gözbebeğimde beliren bir harita ile nereye gidebilirim ki zaten. Keşke haritalar öfkeleri, acıları hatta mutlulukları da yazsa. Ya da müsaade var mıdır bayım, yeni bir harita hazırlasak? Üzerine kızgınlıklarımızı kussak, kinimizi akıtsak… İzin var mıdır? Ya da bu izin denilen şey nereden alınır? Bunun için insan haklarına başvurmamız gerekir mi? Elimizde ikinci bir şekerin olmamasına ağlar olduk. ‘Bu günde karnımız doydu Elhamdülillah’ diyen ağabeyleri unuttuk, filan mevkideki 400 metre kare evi almaya çalışırken, kapı komşumuzun aç yattığını duyunca gözlerimizi kapattık. Evet, yanlış duymadınız. Kulaklarımızı değil gözlerimizi kapattık. Akbaba usulca yaklaşırken minik Afrikalı çocuğa, bir taş atmak yerine flaşlarımızı patlattık. Elma kokularıyla kimyasal yapan zalimleri destekleyip, kardeşlerimizi derin bir uykuya hapsettik. Sana bir şey söyleyeyim mi? Sen insanlık öldü deyip gözlerini kapatırken, insanlık gerçekten öldü. Ha bir şey daha diyeyim mi? İnsanlığı sen öldürdün.

10 10

çizgili çizgili defter defter

Duraktaki kadın, topuklunun içine pembe çorap giydi diye dalga geçerken sen, ayağına ayakkabı niyetine çorap bulmaya çalışan kadını unuttun. Kardeşine çeşmeden bile su içirmeyen sen, çamurlu suları içmek için kilometrelerce yol yürüyen Afrikalı kardeşini aklına bile getirmedin. Sen, Coca-Cola üzerinde ismini ararken Filistinli kardeşinin ismini gömdüğünü düşünmedin. Bayım sana bir şey söyleyeyim mi? Son bir şey… Bunun için ilk önce yumduğun gözlerini ve tıkadığın kulaklarını aç. Derin bir nefes al… Yaramazlık yapmak isteyen çocukların ellerinden tut ve onları ait oldukları güzelliğe götür. Ellerine bir uçurtma ver. Salsınlar hayallerini, uçurtsunlar umutlarını… Eline bir sepet elma al. Böyle en kırmızısından, en kocamanından. Elmanın korkulacak bir şey olmadığını teker teker anlat onlara. Bayım, yeniden insan olduğunu hissedebildin değil mi? Şimdi bırakalım da uçmak kuşların, kuşlara yetişmek için de kırlarda koşturmak çocukların olsun…


GEÇİYOR Resul ÇANKAYA Niğde

Bu amansız hayatta geçiyor günlerim, Haftalarım, aylarım, yıllarım. Gülüşlerim geçiyor başta, Düşüncelerim, hayallerim, emeklerim. Ve duruşum geçiyor zamansız, Bir öyle duruyor karşımda bir böyle, Sanki dalga geçercesine kaygısız, Acımasız. Öylesine bir darbe alıyorum ki benliğime, Kalakalıyorum acısız, acımasız.

GAZETECİLİK Hüseyin KARACA Afyonkarahisar

Gazete okuyarak başlarız güne Alırız elimize bir bardak çay Zamanımızı okumaya ayırmak ne güzel Ekonomi, spor, sanat, magazin Tüm olan bitenden haberdar olmak ne güzel Elden ele ulaşan, kahvehanelerin vazgeçilmezi Cuma, cumartesi derken pazar günü İnsanlardan uzak bir hafta sonunda Lakin doğadan uzaklaşmamak şartıyla İlkbaharda açılan çiçekler gibi K onmalısın gazetenin ilk sayfasına

Düşünüyorum da, Fırtınada kalmış bir gemi gibi, Yönümü kaybetmişim Çaresizlik ve umutsuzluk içerisindeyim, Anlıyorum ki ayrılalı çok olmuş, O eski kara parçasından.

çizgili defter

11


“Ben her gün 10 tane gazete alırım”

Mehmet Fahri ÖZKAN Ankara

A

bdülkadir Özkan. 27 Aralık 1942’de çeltik tarlalarından dağın eteğine uzanan ve Kızılırmak’ın kıyısında bulunan Çorum’un Kargı kazasında dünyaya gelen yazar, ilkokulu burada bitirdi. Özkan, ailesinin Ankara’ya taşınması sonrasında ortaokulu Yıldırım Beyazıt Lisesi’nde tamamladı. Gazi Lisesi’nde birinci sınıfı okuduktan sonra dedesinin vefatıyla eğitimine ara vermek zorunda kalan yazar, lise öğrenimini ilk defa açılan akşam liselerinden Atatürk Lisesi’nde tamamladı. Abdülkadir Özkan’ın Ankara Hukuk Fakültesi’nde başlayan, basın ve halkla ilişkiler bölümüyle sona eren eğitimi ve mesleği olan gazetecilik üzerine ayrıntılı konuştuk. ÖĞRETMEN OKULUNDAN SONRA NEDEN GAZETECİLİK OKULUNU SEÇTİNİZ? Öğretmenliği, Hukuk Fakültesi’ne devam ederken

12

çizgili defter

bitirdim. Gazeteciliğe geçişim, öğretmenliğe geçişim, hepsi şartların sonucu gerçekleşti. Yüksekokulu bitiremezsem, öğretmenlik mesleğim elimde olsun diye. Gazetecilik ve öğretmenlik, lisenin hemen ardından karşıma çıktı. İkisi de farklı alan olmasına rağmen, ikisi de sevdiğim alanlar. Açıkçası, öğretmenlik ile gazeteciliği birbirinden çok da farklı görmüyorum. Belki alan olarak farklı görünse de, ikisinde de toplum ile iç içesiniz ve ikisinin de toplumu bilgilendirme, yönlendirme görevi var. Liseyi çalışarak bitiren bir arkadaşımız vardı. Öğretmenliğe onunla birlikte girmiştik. Arkadaşım, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’nde Felsefe okuyordu. O bitirir bitirmez öğretmenliğe tayin oldu, meslek hayatına girdi. Yani gazeteciliğe başlamadan bitirmiştim öğretmenliği ben.


ÖĞRETMENLİĞİ TERCİH ETME SEBEBİNİZ NEYDİ? Öğretmenliği oldum olası sevdim. Öğretmenlik diplomam elimdeyken, gazetecilikte de üçüncü yıla gelmiş, basın kartımı almış hatta yazı işleri müdürlüğüne kadar yükselmiştim. Ancak öğretmenlik daha ağır bastı ve öğretmenlik diplomamla Milli Eğitim’e müracaat ettim. Ankara’yı terk edip, köye öğretmenlik yapmaya gittim. Malum, hayatta her şey planlı programlı olmuyor. Şartlar insanı belli yollara zorluyor. Dolayısıyla Hukuk Fakültesi’ni bitiremedim. Çünkü, benim tahsil hayatım tamamen dersi derste öğrenmek üzerine olmuştur. Derslere devam edemiyordum ve o zaman sınavlardan on üzerinden altı almanız gerekiyordu. Bir de sınavdan önce dersler arasında iki kura çeliyordu o iki dersten 6 ve üzeri almayınca otomatikman sınıfta kalıyordunuz. Belki bunlar bahanede olmuş olabilir. Derslere katılamamaktan dolayı zorluk çektim. Bu arada hocalar, derslere devam edenler ile etmeyenler belli olsun diye kitabın dışında iki ya da üç soru sorarlardı. O sorulara da cevap veremeyince ‘olmadı ne yapalım’ dedim. Benim gazete okuma merakım, bir de lisede yazı yazma hevesim vardı. Tesadüf bu ya, hukuk fakültesindeki ikinci senemde gazetecilik yüksekokulları açıldı. Akşam bölümü de olan yüksek okulun ilk talebelerinden olan ben, 6 numarayla kaydımı yaptırdım. Gündüz çalışıp, akşam okudum. Daha sonra ise bizim gazetecilik ve halkla ilişkiler yüksekokulu Gazi Üniversitesi’ne bağlandı ve İletişim Fakültesi oldu. Ben Gazi’ye bağlanmadan önce mezun oldum.

GAZETECİLİĞE İLK NASIL BAŞLADINIZ VE İLK KÖŞENİZİ NEREDE YAZDINIZ? Gazetecilik de yapınca benim önümde memuriyet dışında bir kapı açılmış oldu. Ama basında kimseyi tanımıyordum. ‘Gazetecilik Yazı Türleri’ dersine giren hocam Şemsi Belli, beni evine davet etti ve “Ben bir gazete çıkaracağım, benimle çalışır mısın?” dedi. O arada benimle birlikte dört talebeyi daha çağırmıştı. Bunlar içinde bir tek ben müspet cevap verdim. “Ne kadar verirsiniz” diye ücreti de sormadım. Bunlar olurken evliyim üç çocuğum var. Tarım Bakanlığı’na istifamı verdim ve göreve başladım. Ne var ki hayatımda hiç sayfa yapmış biri değilken, gazetenin sekiz sayfası bana kaldı. Bunun dışında kendime gazetede bir köşe açtım. İlk köşemin başlığı da “Kavanoz dipli dünya” idi. Bu başlıkla günlük yazılar kaleme alıyordum. Ayrıca o arada yazı-dizileri de hazırlıyordum. Sekiz ay sonra gazetemiz resmi ilana geçti. Resmi ilan, gazetenin yaşaması için önemlidir. Resmi ilana geçtikten sonra patrona “Artık resmi ilana geçtik, ne vereceksiniz” diye sordum. “750 lira” lira cevabını alınca ben de “hadi eyvallah” deyip işi bıraktım. Bu kadar süre 500 liraya çalışırken, artık bu ücrete çalışmam mümkün değildi. Ertesi gün Ankara Ekspres gazetesinden teklif geldi. Ben de kabul ettim ve oraya geçtim. Ankara Ekspres’te de köşe yazmaya ve sayfa yapmaya devam ettim. Bu güne kadar kullandığım müstear isimlerim vardır. Ankara Ekspres gazetesinde de Peyami Gökhan adıyla köşe yazıyordum. En uzun süre kullandığım müstear ise Mehmet Fahri idi. Ekspres’te çalışırken patron yeni

çizgili defter

13


bir gazete aldı. Barış adıyla yeni bir gazete daha çıkarmaya başladık. Ekspres’in üçüncü sayfasını yaparken, Barış gazetesinde de gece sekreterliğindeydim. 2 buçuk sene bu şekilde geçti. Bu sırada idealizmimiz mi tuttu diyelim, köyde öğretmenlik yapmak istedim. Milli Eğitim Bakanlığı’na müracaat ettim. Ankara’ya 47 kilometre uzaklıkta bir köyde öğretmenliğe başladım. Orada 2 sene kaldıktan sonra Ankara’ya tayinim çıktı. Bu arada tatillerde gazeteciliğe devam ediyordum. Sonra öğretmenlikten istifa ettim ve yeniden gazeteciliğe devam ettim. Ankara Telgraf gazetesine oradan Başkent gazetesine geçtim. Başkent’te çalışırken Kıbrıs Barış Harekâtı oldu. O dönemde Hilal isimli bir derginin editörlüğünü yapıyordum. O zamanlar ideolojik farklılıklar gazeteciler arasında bu kadar köklü ayrışmaya yol açmıyordu. Milli Gazete’ye ziyarete gitmiştim. Gazetenin sahibi Hasan Aksay Bey ile sohbet ederken, gazete adına Erbakan Hocanın doğu gezisinde takibini yapar mısın? diye bir teklifte bulundu. Ben de kabul ettim. Murat 124 bir araba ile önce Muş’a sonra Malazgirt’e, oradan Bitlis, Van, Hakkâri’ye gittik. Döndüğümde Hasan Bey birlikte çalışma teklifinde bulundu. Kabul edip Milli Gazete’ye başladım. Gazeteciliğe başlayalı 47 sene geçti, hatta 48’in içerisindeyim. Gazeteciliğe tam tarih olarak 1 Haziran 1970’te başladım. Bunu şunun için söylüyorum. Bizim gazeteciliğe girişte sözleşme imzalanırdı. Sigorta giriş tarihim budur. GAZETECİLİĞİN BUGÜNÜNÜ VE GELECEĞİNİ DEĞERLENDİREBİLİR MİSİNİZ? Toplumsal alanda bir değişim dönüşüm var. Bu değişim bazı alanlarda müspet olurken bazı alanlarda da bu değişim ve gelişim toplumu tedirgin edici boyutlara gelebiliyor. Mesela, mesleğe başladığım dönemlerden bahsedebilirim. Benim mesleğe başladığım dönemden günümüze gerek iletişim gerekse baskı anlamında çok büyük değişimler oldu. Biz bu hıza yetişmede zorlandık. Bir de tabi bu hızlı değişim gazeteciliği pahalı hale getirdi. Medyada eskiden gazeteciler patron iken, bugün bizim meslekte masrafların artması sermaye sahiplerinin patron olmasına yol açtı. Sermaye sahibi gazetecilerde orada çalışan işçiler durumuna geldi. Şöyle söyleyeyim, o doğu gezisinde Milli Gazete adına gittiğimde, Erbakan’ın konuşmasının bittiği yerden haberi yazdırmak için orda kaç gazeteci varsa, postaneye koşar, sıraya girerdik. Konuşmadan aldığımız notları derleyip toplayıp yeniden yazma imkânımız olmadığından, İstanbul’u arardık. Gazetedeki arkadaş daktilonun başına geçer, biz de o notlardan haberi oluşturup yazdırırdık. O günlerden bugün geldiğimiz noktaya çok şey değişti. Mesela fotoğraf. İstanbul’a haberin filmlerini uçağa verdiğimiz haber verirdik. Onlar da filmi alıp, tabederlerdi. Onun ötesinde dizgimiz sıcak dizgi, kurşun dizgiydi kalıp çıkartılır onun üzerine kurşun kalıplar alınır öyle basılırdı. Kısacası,

14

çizgili defter

gerek teknolojik, gerek ekonomik gerekse de siyasi manadaki çok ciddi değişimler oldu. Yani toplumda liberalizmin gelişmesi ister istemez medyayı sermaye sahiplerinin malı haline getirdi. Sermaye sahiplerinin medyaya yatırım yapması, ister istemez iktidarlar üzerinde etkili olma düşüncesini gündeme getiriyor. Medyanın iktidar üzerinde etkili olması da devletle ilişkileri kolaylaştırıyor. Bunun sonucunda sermaye sahibi iş adamı, yatırımını karşılamayı düşünüyor. Siz de sermaye sahibinin çizdiği yayın politikasını çok iyi takip etmek durumundasınız. Sermaye sahibine ters düşemezsiniz ya da sermaye sahibinin iktidarla ters düşmesini sağlayacak yayın ya da yazı yazdığınız zaman kendinizi kapıda bulabilirsiniz. Çünkü iktidar baskı yapar. Eskiden bu tür kopmalar ideolojik farklılıklardan dolayıydı. Ancak giderek patronun devletle ilişkilerini gözlemeniz noktasında sizi mahkûm etti. TEKNOLOJİDEKİ GELİŞMELERİN YAZILI BASINA NE GİBİ ETKİLERİ OLDU? Günümüzde iletişim alanındaki gelişmeler, televizyonun devreye girmesi yazılı medyanın üzerinde olumsuz etkileri oldu. Televizyondan haberler akşamdan verilirken, malum gazetede haberleri ertesi gün verebiliyorsunuz. Televizyondan izlenen haberin başka bir yönünü verirseniz haberiniz okunma ihtimali bulur, yoksa bir işe yaramıyor. İkincisi bu internet ve sanal alemin devreye girmesi ister istemez özellikle, genç nesillerde bir bağımlılık oluşturdu. Bu bağımlılık, gazete gibi yazılı metinlerin okunmasında ciddi bir gerilemeye yol açtı. Bütün bunların karşısında internet gazeteciliği diye yeni bir medya ortamı daha devreye girdi. Dolayısıyla dünkü gazetecilik ve bugünkü gazetecilik çok farklı. Ancak, tirajlar eskisi gibi olmasa da yine de gazetelerin belli bir okuyucusu, taliplisi var. Gazetenin fiziki özelliği okuyucu ile bir rabıta sağlıyor. Mesela gazeteyi elime alıp, kağıt kokusunu almadan okuduğumu anlayamıyorum. YAZILARINIZI YAZMAK İÇİN GÜNDEMİ NASIL TAKİP EDİYORSUNUZ? Ben her gün 10 tane gazete alırım. Önce haberlerini okurum, ardından yazımı yazarım. Yazımı yazdıktan sonra sonra da köşe yazılarını okurum. Çünkü, köşe yazarlarını önce okursam etkilenebilirim. YENİ İLETİŞİM TEKNOLOJİLERİ, SİZCE HABERLERİN İÇERİĞİNİ ETKİLEDİ Mİ? Sanal alemin devreye girmesi ile haberin yerini dedikodu aldı. Dikkat ederseniz, artık gazetelerde de makalelerin yerini küçük küçük kulis haberleri aldı. Bu, bir bakıma değişen şartlara köşe yazarlarının ve gazetecilerin ayak uydurması sonucu oldu. Artık gazetecilerin eskiden olduğu gibi toplumu belirleme özelliği zayıfladı. Çünkü dikkat edilirse her gazete sahibinin bir de televizyon kanalı var, her gazeten-


in internet sitesi var, bizim gazetenin yarın çıkacak haberlerini ben internetten öğrenebiliyorum. Çünkü, mecburen veriyorlar. Dediğim gibi, değişen şartlar sonucu internet gazeteciliğiyle dedikodu haberleri ön plana geçti. Hâlbuki toplumun istediğini vermeye çalışmak gazetecinin işi değildir. Gazeteci, her alandaki doğruları topluma ulaştırmak ve kamuoyuna mal etmekle görevlidir. Ancak, dedikodu yerine kulisçiliğe yönelince gazetecilik güvenilirliğini kaybetmemeli. Kulis haberi dedikoduya dönüşmemeli. Böyle bir tehlike olsa da buna rağmen gazetelere ihtiyaç olduğu kanaatindeyim. GAZETECİ OLMAK İSTEYENLERE NELERİ TAVSİYE EDERSİNİZ? Tabi burada gazeteci derken, televizyonu da birlikte düşünüyorum. Toplumun bugününü anlamak için dününü çok iyi bilmek lazım. Çünkü bugün cereyan eden olayların bir geçmişi vardır. Bir olayı takip ederken, geçmişle bağını kuramazsanız haberiniz havada kalır. Bunun içinde çok okumak lazım. Okumayı sevmeyen bir insanın gazeteci olmak için uğraşmasına gerek yok. İkincisi mutlaka ve mutlaka lisan bilmek. En az bir yabancı dil bilinmeli. Ama bunun yanına bir başka yabancı dil daha eklenebilirse çok iyi olur. Lisan bilmeden gazetecilik yapılabilir ama gazeteci dünyaya açılamaz ve dünyadaki farklı kaynakları kullanamaz. Dil bilmeden, tercüme edilmiş eserlerden faydalanılabilir fakat onlar da tercüme edenin fikri yapısını barındır. O bakımdan lisan çok çok önemli. Yöneticilik yaptığım dönemde gazete eleman alınacağında sorduğum ilk soru lisan bilip bilmediği idi. İkinci so-

rum pasaportun var mı olurdu üçüncüsü de fotoğraf makinen ve daktilon var mı olurdu. Bir gazetecinin pasaportunun olması da çok önemli. Gazeteci olacağım diyenin mutlaka pasaportunun cebinde olması gerekir. Çünkü bir göreve gitmesi gerektiğinde “pasaportumu çıkarayım da gideyim” diyemezsin. “Atla uçağa git denir.” Ben birçok yere gittim, ondan söylüyorum. Bir gazetecinin en önemli gereksinimlerinden biri tabi ki de daktilo ve fotoğraf makinesi. Tabi daktiloların yerini günümüzde bilgisayar aldı. Büroda bilgisayar her zaman yetmeyebilir. O nedenle mutlaka evde bir tane olacak. Fotoğraf makinesi de öyle. Bir gazeteci fotoğraf makinesiz olmaz, ben hala o kanaatimi sürdürüyorum. Ha efendim telefonlarda fotoğraf çekiyor denebilir yerini tutar mı bilemiyorum ama ben klasik olarak bir fotoğraf makinesi olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla başta lisan sonra bilgisayar hatta hızlı yazmayı bilmesi gerekli. Muhabir günümüzde bir konuşmaya gittiğinde dizinde bir bilgisayar orda, konuşma esnasında haberini yazıyor. Son olarak, gazetecilikte zengin olunmaz ama aç da kalınmaz. Ben çok gazete değiştirdim, neredeyse hiç işsiz de kalmadım. Ama ben milyoner olacağım diyorsan ya gazeteci kimliğini kullanarak ve bunu istismar ederek yapacaksın. Böyle yapacağına ticarete atılmak daha iyi. Ben gazeteciliği en itibarlı mesleklerden görüyorum ama kendini kullandırmazsan, kendini pazarlamazsan. Bana sorsalar “Bir daha dünyaya gelsen, hangi meslekte çalışırsın?” diye ben yine gazeteci olmak isterim.

çizgili defter

15


BOŞLUK Yasemin MERT İstanbul

16 16

çizgili defter defter çizgili

küçük bir fabrikadan çıkıp dağılıyorlar atmosfere güneş yıllık iznini kullanmış belli ki çaktırmıyorum elbette rüzgar bozulmasın diye üşüyor üşüyor üşüyorum burun deliklerime dolduruyorum rüzgarı e biraz da bulut koyuyorum cebime bulut tatlı olur aynı kutudaki son yiyecek gibi mesai yine başladı yapraklar bir bir bırakıyor işi kavak kapıyor tüm uzuvlarını utançtan meşe herzamanki gibi cüretkar sen konuş ben dinleyeceğim sabaha kadar sürse de sabah giderim ama sabahları sevmem çoraplar da mı gelecekmiş gelsinler fazladan çay da yapmıştım sen sus şimdilik okuyacağım diyorum tüm sayfalarını anlattıklarını anlarım umarım güzel kokuyorsun tüm yaşamımı içine hapsetmiş kadar güzel ah başım ağrıyor gözlerim de kapanıyor sahi bu kadar güzel bakmayı nasıl beceriyorsun yeni bir gezegen keşfettim orada yaşayacağım izninle izin vermezsende gizlice girerim kahkahana saklanacağım ya da avuçiçine kimse bulamaz bizi orada varaolmaya devam ederiz sevgiyle


BİR TUTAM UMUT Esra KILIÇ Bursa

B

ir tutam umut kaldı senden bana. Bakışların kaldı, kokun kaldı, en kötüsü de özlem kaldı, hasret kaldı. Yoksa kalanlarla yetinmek miydi sevda? O olmadan da sevebilmek miydi? Umut kayıp ben kayboluşun resmiydim. Ama kıyıya vurmak üzere özlemim, dayanamıyor hastalıklı düşüncelerim. “Dayan” diyor yüreğim, dayan. Biz yanlış kişilerle yanlış zamanda bırakmışız kendimizi uçurumdan sonsuzluğa. Bir sonbahar akşamında tanışmamız gerekiyordu seninle. Dökülen altın sarısı yaprakların arasında yürümemiz gerekiyordu aşk dolu gözlerle. Dedim ya bir tutam umut kaldı diye. Tutunacak son dalım, dayanacak son gücümdü. Bir rüzgâr gibiydi sevdan da senin gibi. Bir esti darmadağın etti kalbimi. Baharı, yazı yaşayan kalbim; şimdi fırtınalı bir havada yolunu bulmaya çalışan bir çocuk gibi; üşümüş, korkmuş ve ağlamaklı. En çokta ne yapması gerektiğini bilmeyen, kendini rüzgara adamış bir uçurtma gibi. İstemiyorum artık bilmediğim çöllerde yağmur beklemeyi. Ruhum esirken sende, bedenim de hapsolmasın gözbebeklerine. Gitmek istiyorum sevdanın bir çocuk gibi koşup oynadığı bulutlara, umudumun yeşerdiği dağlara çıkmak istiyorum. Uçmak İstiyorum daha keşfedilmemiş sevdalarına. Dedim ya umut kayıp ben kayboluşun resmiyim. Bul beni sevdanın en derininde; ben yaşamak istiyorum senin gerçeğinde….

çizgili defter

17


CELLAT VE BALTA

Fatma YILMAZ Ardahan

18

çizgili defter

Hasretine düşmüşüm Beraberce sinesine diz çöktüğümüz sofraların Ayın karanlık tarafındayız şimdi Şimdi demirden ağır akşamüstleri Erteler demini gecelere Savurur durur yüreğimizi Kızıl bir sarmaşığa sarılı kalbim Oysa ben bay sarmaşık Dayanıksız bir berfinim karlarda Bir damla güneşe muhtaç Bahara yakın öleceğim Kavruk çöllere bir lahza rüzgar Çatlak toprağa bir damla su Hastaya şifa Dertliye deva Ve bana sen gerek Yanarım Yanarım da her gece Sonra yeniden doğarım küllerimden Yere düşen cansız yaprağım oysa Oysa ağacımdan düşünce Sessiz bir ölüm gelir katilce Katledilen hayallerin üstüne Şimdi ecel de imkansız bana Ölüm senin elinden olunca Yani bir cellat baltası edasıyla Almak istersin canımı Oysa cellat bendim balta sen Hadi şimdi vur yârim Öldür öldürebilirsen


MENFİ HARP Furkan YILDIRIM Kahramanmaraş

Nasıldır ki bu cihanı harp, Ne terbiye bilir ne adap, Gücüne güç yetmeyene ahbap, Gücü yeten ise çektirirmiş azap Müthiş soğuktur bu harb-î müessere, Faniyatmış meğer bütün mesele, İnanmazmış kâfir imandaki tesire, Acıma yokmuş bu harpte esire. Maddi kılıç kınına girmiş meğer, Acep dünyada ne oyunlar döner? Kalem olmuş artık tüfekteki mavzer, Kalkmış artık baştaki maddi miğfer.

Harb-î müessere- Etkin savaş Harp- Savaş Adap-Ahlak- Edep Ahbap- Dost, Arkadaş Faniyat- Fani olanlar Mavzer- Dakikada ortalama altı mermi atan ve Osmanlı ordusunda kullanılan Alman tüfeği. Miğfer- Savaş esnasında baş ve boyun bölgesini korumak için üretilmiş başlık.

çizgili defter

19


‘OSMANLI SARAYI’NDA AVRUPA MÜZİĞİ’ Mehmet ALİ MUTLU Konya

Y

ıllar önce tesadüfen YouTube’da denk geldiğim Sultan Abdülaziz’in bestesi Hicazkâr Sirto’dan sonra bir aydınlanma yaşadım. Bizden çok şeyi olan ama bize benzemeyen bir eserdi Hicazkâr Sirto. Hem oryantal hem klasik, hem Doğu hem Batı’ydı. Hicazkâr Sirto ile giriş yaptığım Osmanlı saray müziğinde çokça ve hoşça vakit harcadım. Abdülaziz’in diğer besteleri haricinde daha farklı isimler görüyordum: Donizetti ve Guatelli Paşalar… Militarist bir toplum olduğumuzdan mıdır bilinmez, yıllar boyu aldığımız tarih derslerinde hiç duymamıştım padişahların bestelerini ve Donizetti Paşa ile Guatelli Paşa’yı. Hep savaşları gören, duyan ve okuyan, Mercidabık’la yatıp Çaldıran’la uyanan biz neler kaçırmışız bir bilseniz! Tüm bu araştırmaları yaparken, Osmanlı’nın İtalyan Paşalarını tanırken ve padişah bestelerini dinlerken karşıma sürekli bir isim çıkıyordu. Emre Aracı. Biraz bu ismi araştırayım dedim. Orkestra şefi, müzikolog, besteci ve yazardı, Emre Aracı. Kendi sitesine göz attım ve Edinburgh Üniversitesi Müzik Fakültesi’nden BMus (Hons.) ve doktora (PhD) dereceleri ile mezun olduğunu gördüm. Biraz daha araştırdım, Ankara doğumlu ve bugünün Nişantaşı Anadolu Lisesi’nden mezun olduğunu gördüm. Sitesinde daha aşağılara inince şaşırdım. Makaleler, dergiler, kitaplar, albümler! Müzikle dolu bir hayattı Dr. Aracı’nın hayatı. Sadece besteci ya da müzikolog değil, tam bir müzik insanıydı. Çalıştığı orkestralar arasında Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası, Londra Osmanlı Saray Müziği Akademisi Orkestrası, Prag Filarmoni Korosu, Prag Senfoni Orkestrası, Portekiz Senfoni Orkestrası, Amsterdam Sinfonietta, Kahire Opera Orkestrası ve daha yazamadığım niceleri vardı. Bir gün internette Dr. Aracı’nın bir makalesini okudum ve onunla iletişime geçmeye kadar verdim. Hayli sıcakkanlı ve samimi bir insan buldum karşımda. Daha fazla uzatmadan hem Dr. Emre Aracı’yı daha iyi tanıyacağımız, hem de uzmanlık konusu olan Osmanlı Sarayı’ndaki Avrupa müziği hakkında çokça şey öğreneceğimiz röportajımıza geçelim.

20

çizgili defter


KÜÇÜKKEN ELİNE ANNEANNESİNİN ŞİŞLERİNİ ALARAK DUYDUĞU HER KLASİK MÜZİĞE ORKESTRA ŞEFLİĞİ YAPAN BİR İNSAN OLARAK SORMAK İSTEDİĞİM SORU ŞU: EMRE ARACI’YI KÜÇÜK YAŞTA PİYANO EĞİTİMİ ALMAYA NE YÖNLENDİRDİ? Ne güzel çocukluğunuzdan bu hatırayı benimle paylaşmanız; ben de çocuk yaşlarımda elime kurşun kalemi alır, aynı şekilde orkestra idare ederdim evimizdeki eski müzik dolabının içine yerleştirdiğim Rimsky Korsakov’un Şehrazat’ının hışırtılı plak kaydını çalıp dinlerken. Kendimi bildim bileli, evimizde her zaman piyano vardı; çünkü benden 8 yaş büyük olan ağabeyim piyano çalardı. Hatta o piyano çalmaya benden daha meraklıydı; hâlâ da öyledir ve amatör olarak çalmaya devam ediyor. Onu yönlendiren anne ve babam, beni de aynı şekilde yaşım gelince piyano çalmaya yönlendirdiler. KLASİK MÜZİĞE İLGİ DUYMAYA BAŞLADIĞINIZDA Kİ BU İLGİ PİYANO EĞİTİMİ SIRASINDA YA DA HEMEN ÖNCESİNDE BAŞLADI SANIYORUM, EN ÇOK ETKİLENDİĞİNİZ BESTEK R KİMDİ? Esasında ben klasik müziğe piyano çaldığım için ilgi duymadım; bilâkis piyano repertuvarından ziyade orkestra müziği hep ilgimi çekti ve sizin de belirttiğiniz gibi 6, 7 yaşlarımda piyanoya başlamadan önce de klasik müziğe içgüdüsel olarak bir sevgim vardı. O kadar ki başka hiç bir müzik tarzı benim üzerimde aynı etkiyi yapmıyordu, hâlâ da yapmaz. Radyoda bir beste duymuştum; bunun sonradan Beethoven’in 5. Senfonisi olduğunu öğrendim. O yıllarda kolay kolay plak kayıtlarına ulaşılamıyordu, ama annemden beni Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’nde konserler veren İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nın bir konserine götürmesini istedim ve ilk konserime, hiç unutamam, ilkokul 4. sınıfta gittim. Bir Çaykovski programıydı ve doğrusu büyülenmiştim. 1977 senesinden kalma, saman kağıdına basılmış o konser programını hâlâ saklarım ve hatta aynı salonda 2006’da İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nı şef olarak idare ettiğim zaman provaya o orijinal program kağıdını da beraberimde götürmüş ve orkestraya göstermiştim. Hayatımda unutamadığım anlardan birisidir. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ'NDE İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI BÖLÜMÜ ÖĞRENCİSİYKEN SİZİ İNGİLTERE'YE GİTMEYE YÖNLENDİREN SEBEP NEYDİ? VE ÜSTELİK OKULU BIRAKARAK GİTTİĞİNİZİ ÇIKARDIM YAZILANDAN, ZOR BİR KARAR OLMADI MI SİZİN İÇİN? AİLENİZ BU KONUDA ENDİŞELENDİ Mİ? Esasında İstanbul Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünü kazanmama ve kayıt yaptırmama rağmen ne yazık ki hiçbir derse girmedim; çünkü o aşamada artık çoktan klasik müziğe mesleki kariyer düşüncesiyle yönelme kararımı vermiştim. Bu tabii çok büyük bir riskti, ama bu kararı pek çok sanatçı hayata adım atarken almış; mesela Çaykovski İstanbul’da kitabımda da aktardığım gibi, o çok sevdiğim büyük Rus bestecisi kızkardeşi Aleksandra’ya bir mektubunda şöyle yazmış: “Sanma ki büyük bir sanatçı olacağımı hayal ediyorum. Sadece beni cezbeden işi yapmak istiyorum. Sonunda meşhur bir besteci, ya da fakir bir öğretmen olabilirim, ama hiç olmazsa inandığım şeyi yapmış olduğumu bileceğim ve ileride kadere veya insanlara kafa tutmak gibi acı veren bir davranışa da hakkım olmayacak”. Seneler sonra karlı bir Şubat günü konser vermek için gittiğim St. Petersburg’da Çaykovski’nin bembeyaz bir battaniye altındaki mezarını ziyaret ederken de onun bu sözlerini düşünüyordum. Tabii anne ve babamın desteği olmasaydı bu kişisel hayat yolculuğuna çıkmam mümkün olamazdı. Onlar beni her adımda desteklediler; hatta babama kendi arkadaşları bile oğlunun bu hayalperest yolculuğunda ona - kendilerine göre gerçek dünyanın ne olduğunu anlatmadığı için - şaşmışlardı; ama o hep benim inandığım yolda yürümemi bana telkin etti. Seneler sonra Edinburgh’da öğrenciyken Tevfik Fikret’in Haluk’un Vedaı şiirinin sözlerine aynı adlı bir bestem üniversitede çalınmış ve bir Türk gazetesi benim için “Fikret’in vefakâr oğlu” diye manşet atmıştı. O zaman babamın arkadaşları oldukça şaşırmışlardı; çünkü o başlığı atan gazeteci esasında babamın adının da Fikret olduğunu bilmiyordu. Bu sanki artık bizimle olmayan merhum babam için maneviyattan gelen bir teşekkür gibiydi. İLK ZAMANLAR BİR ÖĞRENCİ OLARAK, DAHA SONRA BİR AKADEMİSYEN OLARAK YURTDIŞINDA ÇALIŞMA VE YAŞAMA ZORLUĞU ÇEKTİNİZ Mİ? YURTDIŞINDA YAŞADIĞINIZ OLUMLU YA DA OLUMSUZ OLAYLARA KISACA DEĞİNEBİLİR MİSİNİZ? 1987’den beri Britanya adasında yaşıyorum; önce Londra’da, ardından İskoçya’da Edinburgh’da, sonra Cambridge’de ve 15 seneden beridir de İngiltere’nin güneydoğusunda Manş denizine karşı tarihi bir binada yaşıyorum. Ben esasında kendimi farklı ülkelerin değerlerini kucaklayan bir bilinçle, coğrafi sınırlardan uzak, geçmiş asırlarda yaşıyor gibi hissediyorum; araştırdığım, bestelediğim müzik eserleri, verdiğim konserler de zaten hep bu çeşit temalar etrafında dönüyor. Bir sanatçı için belki de en büyük zorluk yalnızlık, yerine göre fiziksel anlamda değil, kalabalık içerisinde dahi hissedilen yalnızlık olmalı. Ama bilemiyorsunuz ki belki de birileri sizden habersiz, sizin CD kaydınızla, ya da bestenizle dünyanın hiç bilmediğiniz bir köşesinde sizin anlatmaya çalıştıklarınızı algılayarak, yalnızlığınızı paylaşarak, sizinle manevi bir bağ kuruyorlar. Belki de o insanları hiç tanımayacaksınız, ama sanatın size tanıdığı o mucizevi iletişim ağına hep şükredeceksiniz. Üstelik sosyal medyayı kullanmayan, gündem yaratma endişesi duymayan ve hatta yerine göre gözle görülmeyen, ama ruhla hissedilebilen bir sanatçı olarak buna şükredeceksiniz.

çizgili defter

21


DOKTORA TEZİNİZDE ADNAN SAYGUN’NUN HAYATI VE ESERLERİ ÜZERİNDE ÇALIŞMA YAPMIŞTINIZ. BİR BESTEK R VE MÜZİK BİLİMCİSİ OLARAK ADNAN SAYGUN’UN SİZE ÖRNEK OLDUĞUNU SÖYLEYEBİLİR MİYİZ? Tabii ki; Ahmed Adnan Saygun, çağdaş Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli bestecilerden bir tanesidir. Geçenlerde Berlin’de bir Alman korosu onun Yunus Emre Oratoryosu’nu Türkçe olarak seslendirdi. Ben de konser öncesi Konzerthaus’ta bir konuşma yapmak üzere davet edilmiştim. Hatta provalarda ben de elimde bas partisi koroya katıldım. Doktora tezimi yazarken onun bir besteci olarak hayatta tutunabilmek için karşılaştığı zorlukları ilk elden okumuş ve görmüştüm; ama Berlin’de o koroda söylerken bütün bunların izafi olduğunu çok daha iyi anladım. Bir sanatçı için önemli olan hayal kurabilmek ve o hayalleri sanatıyla bir gün hakikate dönüştürebilmek. Saygun, Berlin’de oratoryosunu dinledi mi? Hayır; ama bizler seneler sonra onun ruhundan yükselen sesleri kendi sesimizle yaşatmaya devam ediyoruz. NEDEN AVRUPAİ OSMANLI MÜZİĞİ? SİZİ BUNA İTEN SEBEP MİLLİYETÇİ DUYGULAR MI YOKSA DAHA ÖNCE ÇALIŞILMAMIŞ BİR ALANDA ÇALIŞMA İSTEĞİ Mİ? Milliyetçi duygulardan çok öte ve uzak; esasta milletleri aşan bir hissiyatla ben senelerdir üzerinde çalıştığım bu repertuvarın ortaya çıkmasına gayret ediyorum. Nedense insanlar farklılıklarını irdeleyerek birbirlerinden kopuyorlar; oysa ben o farklılıklar içerisinde ortak noktaların kesiştiği değerlerin peşindeyim. Buna bir tür bir başkasının kültüründe insanın kendi kültürünü keşfedebilmesi diyebiliriz. Bu yüzden valsler besteleyen, piyano çalan Sultan Abdülaziz ve Sultan V. Murad gibi Osmanlı padişahlarını daha yakından tanımamız gerektiğine inanıyorum. Katolik bir İtalyan olan ve aynı zamanda “Paşa” ünvanı taşıyan, padişahların başmüzisyeni Giuseppe Donizetti’yi de bilmeliyiz diye düşünüyorum. Donizetti İstanbul’a geldiği 1828 senesinden öldüğü yıl olan 1856’ya kadar Osmanlı başkentinden hiç kopmamış, sarayda büyük itibar görmüştür ve mezarı bugün de hâlâ Taksim yakınlarındaki St. Esprit Katedrali’nin mahzenindedir. Kendisinden çok daha meşhur olan opera bestecisi kardeşi Gaetano Donizetti’den dolayı “Donizetti” ismi opera tarihi için çok önemlidir. Ama kaç kişi onun ağabeyinin İstanbul’da gömülü olduğunu ve Türk askerleri için bir zamanlar marşlar kaleme aldığını bilir? Tarihler hep savaşlarda, ganimetlerde yazılı değil; bu karşılıklı kültürel hoşgörünün tarihinin de çok iyi idrak edilmesi gerektiğinin inancındayım. DONİZETTİ VE GUATELLİ PAŞALAR OSMANLI’YA GELMEDEN ÖNCE NE KADAR BAŞARILIYDI? İMPARATORLUK NEDEN ONLARI SEÇTİ? Giuseppe Donizetti’nin 1856’daki vefatından sonra bir başka İtalyan, Parmalı Callisto Guatelli onun yerine getirildi; ikisi de zanaatkar müzisyen olup, aynı zamanda eğitmendiler. Şüphesiz her ikisi İtalya’da kalsa kendi vasıflarını taşıyan pek çok eğitmen arasında bir başka eğitmen olarak kalabilirlerdi; ancak Osmanlı gibi eski ve köklü bir imparatorluğun hizmetinde farklı bir kültürün temsilcisi olarak ve aynı zamanda o kültürü kurumsallaştırmak için görev yapmış olmaları hiç şüphesiz kişilik ve kimliklerine, yerine göre, egzotik bir boyut katmıştır. “Donizetti Paşa” veya “Guatelli Paşa” derken dahi ne kadar melez, eklektik ve sıradışı bir hayat sürmüş oldukları hissedilmiyor mu? Her ikisinin hayatı da filme konu olabilecek kadar renkliydi. Giuseppe Donizetti, Sultan II. Mahmud’un hizmetine girmeden önce Napolyon Bonaparte’ın bandolarında görev yapmış ve hatta sabık imparatorla birlikte Elbe adasına dahi gitmişti. Ben bütün bunları Donizetti Paşa kitabımda anlattım. AVRUPAİ OSMANLI SARAY MÜZİĞİNİ ARAŞTIRMAK SİZİN İÇİN KAYNAK YA DA MOTİVASYON SIKINTISINA YOL AÇTI MI? İnsan bir kere araştırmaya görsün; nereden ne çıkacağı hiç belli olmuyor. Belki de müzik araştırmacılığını bu yüzden seviyorum; çünkü yitik pek çok belgenin izinde kitapların yazmadığı bir tarihi arıyor, buluyor, kaleme alıyor ve ilim zincirinin bir halkasını daha yerine yerleştirmiş olmaktan insan büyük mutluluk duyuyor. Donizetti Paşa’nın mektup ve yazma notalarının izinde Napoli Konservatuvarı’ndan Paris Operası’na, Topkapı Sarayı’ndan Ankara’daki TSK Armoni Mızıkası Arşivi’ne kadar pek çok yer dolaştım. O seyahatlerin dahi ayrı hikâyeleri var. Esasında insan bir tarihi araştırırken kendisi de ileride başkalarına tarih gibi görünecek olan bir yolda ilerlediğini hissetmiyor değil. OSMANLI MÜZİĞİ DENİLİNCE TÜRK TOPLUMUNUN AKLINA SADECE MEHTER MARŞLARININ GELDİĞİ, TOPLUMUN BÜYÜK BİR BÖLÜMÜNÜN SULTAN V. MURAD YA DA SULTAN ABDÜLAZİZ'İN BESTEK R OLDUĞUNDAN HABERİ BİLE OLMADIĞINI SÖYLEYEBİLİRİZ. SİZ BU KONUDA NELER DÜŞÜNÜYORSUNUZ? Popüler kültür bambaşka bir mecra; herkesin herşeyi bilmesini tabii ki bekleyemeyiz. Aksi durum bence bir tür ütopya olur; ama mesleği açısından bunları bilmesi gerekenlerin bilmemesi tabii farklı bir durum. Doğrusu ben yakınmak istemiyorum; çünkü bu iletişim çağında bir konuyu merak edip de o konu hakkında bilgiye ulaşamamak artık neredeyse imkansız bir hal aldı. Önemli olan o bilincin, o bilginin bir şekilde kayıt altına alınmasıdır; Virginia Woolf’un “Bir olay kayıt altına alınmadıktan sonra o olay olmamış anlamına ge lir” dediği gibi. Bu bir hatırat, roman, şiir, resim, sahne eseri, ya da bir beste olabilir, örneğin.

22

çizgili defter


DÖNEMİNİN MÜZİĞİNE GÖRE SARAYI’NDAKİ NEBakanlığımız KADAR lir” dediği gibi.AVRUPA Bu bir hatırat, roman, şiir, OSMANLI resim, sahne kirim. UzunAVRUPA seneler MÜZİĞİ boyunca SİZCE Dışişleri için BAŞARILI? eseri, ya da bir beste olabilir, örneğin. pek çok değişik misyonda pek çok konser ve konferBaşarı neye göre tartılabilir bilemiyorum; padişahlar elbetteki bestelerken bunları gündelik hayatlarının ansvalsler verdim. Bunların hikayeleri ve hatıraları zamanbir parçası, kitap okumak, sanatlarGÖRE ya da marangozlukla içerisinde ilgilenmekAndante gibi bir tür meşgale kaleme olarak ortaya çıkartıyorDÖNEMININ AVRUPAgüzel MÜZIĞINE dergisinde aldığım makalellardı. YoksaSARAYI’NDAKI dâhiyane bir bestecilik iddiasıyla eserlerin ortaya konulduğunu düşünmüyorum. eğitim OSMANLI AVRUPA MÜZIĞIbuSIZCE ere dönüştü. “Kim okuyor?” dersenizAvrupai bilemem, ama siz almış şehzadelerin 19. yüzyıldaki saray hayatlarının bir parçası olarak bu eserler ortaya çıkmıştır. Sarayda opera NE KADAR BAŞARILI? de okundunuz ki bana yazdınız. Bilginin benim için en temsilleri olur, Franz Liszt, Henri Vieuxtemps gibi meşhur virtüözler İstanbul’dan geçerken padişah huzurunda da Başarı neye göre tartılabilir bilemiyorum; padişahlar anlamlı şekilde dağılımı, Proust’un da “istemsiz bilinç” resitaller Beyoğlu’nda düzenli İtalyanhayatoperası sezonları vardı; anlattığı orkestra konserleri verilirdi. Ama İstanelbetteki verirlerdi. valsler bestelerken bunları gündelik kavramında gibi, bazendeböyle tesadüfen bul tabiibir ki parçası, Avrupa müziğinin merkezi değildi. larının kitap okumak, güzel sanatlar ya da karşımıza çıkan bir yazıda, ya da bir CD kaydında marangozlukla ilgilenmek gibi bir tür meşgale olarak bize ulaşan ve içimizde bir anda bazı hisleri harekete BİR DEçıkartıyorlardı. SULTAN V. MURAD’I ANLATANbir BALENİZ VAR. MURAD DA ÇOK yatıyor. ŞANSSIZ BİRde İNSAN. V. ortaya Yoksa dâhiyane bestecilik id- SULTAN geçirenV.küçük mesajlarda Belki bu yüzden MURAD’A DUYDUĞUNUZU, ONU ONURLANDIRMAK İSTEDİĞİNİZİ MİYİZ BURAdiasıyla bu SEMPATİ eserlerin ortaya konulduğunu düşünmüyosanatçıların çoğunluklaÇIKARTABİLİR kendi reklamlarını yaptığı soDAN? rum. Avrupai eğitim almış şehzadelerin 19. yüzyıldaki syal medyadan her zaman şahsen uzak duruyorum. Sultan V. Murad 3 ay saltanatıyla az hüküm sürmüş ve bu kısa devrenin ardından akıl hastası olarak saray hayatlarının birsüren parçası olarak buen eserler ortaya 1876’da feragat bir padişah olarakLiszt, tarihimizdeOSMANLI bilinir. Oysa ben okuyup araştırdıklarımdan çok çıkmıştır.tahttan Sarayda operaemiş temsilleri olur, Franz SARAYI’NDAN AVRUPA MÜZIĞIonun ILK ALokuyan, Fransızca bilen, kültürlü, adil ve aynı zamanda aşırıBÜMÜNÜZ, hassas bir yapıya sahip birÇIKARMA insan olduğunu Henri Vieuxtemps gibi meşhur virtüözler İstanbul’dan BU ALBÜMÜ FIKRIgördüm. NEREDEN 28 yılını bir daha kapısından çıkamadığı Boğaz kıyısındaki Çırağan Sarayı’nda hapis olarak ve bu zamanını geçerken padişah huzurundadışarı da resitaller verirlerdi. GELDI? piyano başında besteler yaparak geçirmiş. Bunlar vals, kadril ve polkadagibi kısa kısa dans Kimi altına bestesiBeyoğlu’nda düzenli İtalyan operası sezonları vardı; Yukarıda bahsettiğim gibi parçaları. bulgular kayıt ni onunlakonserleri birlikte sarayda hapis yatan aile fertlerine ithaf etmiş. Osmanoğlu ailesinden onun soyundan gelenleri orkestra de verilirdi. Ama İstanbul tabii ki alınmadıktan sonra kaybolup gidiyorlar; ama dijital zaman sayesinde tanıdım ve onlarla kurdum; hatta V. Murad’ın yazmalarını, Avrupaiçerisinde müziğininaraştırmalarım merkezi değildi. sesahbaplıklar kayıtları dünya var oldukça her zaman bir arşibestelerini yaptığı piyanoyu gördüm ve tuşlarına dokundum. Onun yaşadıkları bütün sanatçıların vde duracak. Ben deçerçevesinde, bu ve diğer albümlerimi hep buyalnızlığına ve anlaşılamamasına bir gönderme niteliğinde, piyano içinhazırladım. bestelerininZaman dans türlerinde oluşundan da yola BIR DE SULTAN V. MURAD’I ANLATAN BALENIZ bilinçle zaman dünya radyolarında çıkarak hayatınıV.koreografili baleye dönüşmüş Sarayı’nda birOsırada hayal ve gün VAR. SULTAN MURAD DAbirÇOK ŞANSSIZ BIRolarak IN- Çırağan çalındığına tanık kaldığım oluyorum. zaman tabiiettim ki bundan geldi gerçekSEMPATI oldu. Ankara Devlet Opera veONU Balesi’nin ilkmutlu olarakoluyorum; 2012’de sahneye tanıtımı SAN. oV.hayal MURAD’A DUYDUĞUNUZU, çok çünkü koyduğu amaca bireserin yerdeilk ulaşılmış da ne enteresan ki Çırağan Sarayı’ndaÇIKARTABILIR oldu. ONURLANDIRMAK ISTEDIĞINIZI olduğunu hissediyorum. MIYIZ BURADAN? ŞU AN V BEKLEDİĞİNİZ MANEVİ DESTEĞİ ALIYOR TÜRK TOPLUMU VE DEVLETİ AVRUPAİ OSSultan . Murad 3 ay süren saltanatıyla en az hükümMUSUNUZ? KENDINIZLE VE ÇALIŞMALARINIZLA EN GURUR MANLI MÜZİĞİ'NİN ORTAYA ÇIKMASINA DESTEK VERİYOR MU? sürmüş ve bu kısa devrenin ardından akıl hastası DUYDUĞUNUZ AN HANGI ANDI? Çalışmalarımı uzun senelerdir Çarmıklı ailesi ve Nurol Holding kendilerine her zaman olarak 1876’da tahttan feragat emiş bir padişah olarak Bunadestekliyor; “gurur duymak” demeyelim, amamüteşekkirim. ruhumun Uzun senelerbilinir. boyunca Dışişleri Bakanlığımız için pek çok değişik misyonda pek çok konserhatıralarımı ve konferanskişisel verdim. tarihimizde Oysa ben okuyup araştırdıklarımderinliklerindeki duygularımı, Bunların hikayeleri ve hatıraları zaman içerisinde Andante dergisinde kaleme aldığım makalelere dönüştü. “Kim dan onun çok okuyan, Fransızca bilen, kültürlü, adil bir eserim olan Kayıp Seslerin İzinde Senfonisi’nde okuyor?” derseniz bilemem, ama siz de okundunuz ki bana yazdınız. Bilginin benim için en anlamlı şekilde ve aynı zamanda aşırı hassas bir yapıya sahip bir insan müziğin evrensel diliyle kendimce dillendirebildiğim dağılımı, kavramında anlattığıvegibi, bazen tesadüfen karşımıza çıkan bir yazıda, olduğunuProust’un gördüm. da 28“istemsiz yılını bir bilinç” daha kapısından dışarı bunun da böyle kaydına tanık olabildiğim için bahtiyarım. ya da bir CD kaydında bize ulaşan ve içimizde bir anda bazı hisleri harekete geçiren küçük mesajlarda yatıyor. Belki çıkamadığı Boğaz kıyısındaki Çırağan Sarayı’nda de bu yüzden sanatçıların çoğunlukla kendi reklamlarını yaptığı sosyal medyadan her zaman şahsen uzak duruyohapis olarak ve bu zamanını piyano başında besŞEFLIK NASIL BIR HIS? TÜM ENSTRÜMANLARI rum. teler yaparak geçirmiş. Bunlar vals, kadril ve polka YÖNETMEK, HATTA KENDI YAZDIĞINIZ BESTEYI gibi kısa kısa dans parçaları. Kimi bestesini onunla ILK KEZ NASIL BIRNEREDEN HIS UYANDIRIOSMANLI SARAYI’NDAN AVRUPA MÜZİĞİ İLK ALBÜMÜNÜZ, BUÇALMAK ALBÜMÜSIZDE ÇIKARMA FİKRİ GELDİ? birlikte sarayda hapis yatan aile fertlerine ithaf etYOR? Yukarıda da bahsettiğim gibionun bulgular kayıt altına alınmadıktan sonrabukaybolup gidiyorlar; amakelimelerle dijital ses kayıtları miş. Osmanoğlu ailesinden soyundan gelenleri Doğrusu hissin tarifi benim için pek dünya oldukçaaraştırmalarım her zaman bir sayesinde arşivde duracak. Ben de bu ve diğerdeğil; albümlerimi bu bilinçle hazırladım. zamanvar içerisinde tanıdım mümkün sanırımhep bu sorunun cevabını, ancak Zaman zaman dünya radyolarında çalındığına tanık oluyorum. zaman tabii ki bundano çok mutlu doğan oluyorum; ve onlarla ahbaplıklar kurdum; hatta V. Murad’ın canlıObir konser ortamında, müzikten titreşimçünkü amacabestelerini bir yerde ulaşılmış olduğunugördüm hissediyorum. yazmalarını, yaptığı piyanoyu ve leri aynı şekilde ruhlarında hissedebilen insanlar bulatuşlarına dokundum. Onun yaşadıkları çerçevesinde, biliyorlar. Abdülhak Şinasi Hisar en sevdiğim yazarlarKENDİNİZLE VE ÇALIŞMALARINIZLA EN GURUR DUYDUĞUNUZ AN HANGİ ANDI? akımlardan uzak kendi bütün sanatçıların yalnızlığına ve anlaşılamamasına dan biridir; o da çevresindeki Buna “gurur duymak” demeyelim, ama ruhumun derinliklerindeki duygularımı, hatıralarımı kişisel bir eserim olan bir gönderme niteliğinde, piyano için bestelerinin iç sesine kulak vermiş, yerine göre anlaşılamamış, ama Kayıp Seslerin İzinde Senfonisi’nde müziğin evrensel diliyle kendimce dillendirebildiğim ve bunun da kaydına tanık dans türlerinde oluşundan da yola çıkarak hayatını onu anlamak isteyenlere çok şeyler anlatmış bir sanolabildiğim için bahtiyarım. koreografili bir baleye dönüşmüş olarak Çırağan atçıdır. Onun Fahim Bey ve Biz romanındaki şu sözleri Sarayı’nda kaldığım bir sırada hayal ettim ve gün geldi belki bir nebzeKENDİ sorunuza cevap olabilir: “Bir İLK insanın ŞEFLİK NASIL BİR HİS? TÜM ENSTRÜMANLARI YÖNETMEK, HATTA YAZDIĞINIZ BESTEYİ KEZ ÇALMAK SİZDE NASIL BİR HİS UYANDIRIYOR? o hayal gerçek oldu. Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin içinde daima saklı kalan hakiki benliğini tanıdığını kim Doğrusu hissin tarifi benim için kelimelerle mümküniddia değil; sanırımKimse bu sorunun cevabını, canlı bir ilk olarakbu 2012’de sahneye koyduğu eserin ilkpek tanıtımı edebilir? göründüğü gibiancak değildir. Fakat konser ortamında, müzikten doğan titreşimleri aynı şekilde ruhlarında hissedebilen insanlar bulabiliyorlar. Abdülda ne enteresan ki oÇırağan Sarayı’nda oldu. kimse görünmediği ve kendi olduğunu sandığı gibi hak Şinasi Hisar en sevdiğim yazarlardan biridir; o da çevresindeki akımlardan uzak kendi iç sesine kulak vermiş, de değildir. Kimse bizi olduğumuzu sandığımız gibi yerine anlaşılamamış, ama onu anlamakALIYOR isteyenlere çok şeyler anlatmış birnasıl sanatçıdır. Onun ve Biz ŞU ANgöre BEKLEDIĞINIZ MANEVI DESTEĞI göremez. Kimsenin olduğunu hiçFahim kimseBey bilemez”. romanındaki şu sözleri belki bir nebze sorunuza cevap olabilir: insanın içinde daima saklı kalan hakiki benMUSUNUZ? TÜRK TOPLUMU VE DEVLETI AVRUPAI Beni“Bir tanımak için başladığınız röportajınızı, arzu liğini tanıdığını kim iddiaORTAYA edebilir? ÇIKMASINA Kimse göründüğü gibi değildir. Fakat kimse ve kendi olduğunu OSMANLI MÜZIĞI’NIN ederseniz, böyle birgörünmediği bilmeceyle noktalayalım. Kim bilir, sandığı de değildir. Kimse bizi olduğumuzu sandığımız belki gibi göremez. Kimsenin nasılbir olduğunu hiççözmeye kimse bileDESTEKgibi VERIYOR MU? de hepimiz bu hayatta bilmeceyi mez”. Beni tanımak başladığınız röportajınızı, arzu ederseniz, böyle bir bilmeceyle noktalayalım. Kim bilir, belki Çalışmalarımı uzun için senelerdir Çarmıklı ailesi ve Nurol gayret ediyoruz. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. de hepimiz bu hayattakendilerine bir bilmeceyi gayret ediyoruz. Çalışmalarınızda başarılar dilerim. Holding destekliyor; herçözmeye zaman müteşek-

çizgili defter

23


İÇİMİZDEKİ ÇOCUK

Aishe MUSTAFAİEVA Kırım,Ukrayna

H

ani çocukken bir şeyi çok isteyip alamayınca oturup ağlardık ya, bazen de benim çocuk gibi ağlayasım var. Fakat kendime her defasında “Ağlama, sen güçlüsün bütün zorlukları aşarsın” derim. Sonra da gözyaşlarımı silip yoluma devam ederim. Biz ne ara bu kadar ciddi olduk? O coşkuyu ne zaman kaybettik? Herkes başkasının gözünde küçük görünmekten korkuyor. Düşüncelerini, yaşadıklarını, hissettiklerini ve duygularını bir başkası ile paylaşmaktan çekiniyor. Her birimiz kapalı kutu olmuşuz artık. Ve biri o kutuyu açmaya çalıştığında onu kendimizden uzaklaştırırız. Benim gerçekten nasıl biri olduğumu sakın öğrenmesin düşüncesiyle kalbimizdeki bütün kapıları kilitleyip anahtarı da yüreğin en uzak odalarında saklarız. Bu yaptıklarımız doğru mu sizce? Yani gerçekten mutlu olmak yerine seçtiğimiz yalnızlık sırf başkasının gözünde güçlü birisi gözükmemize değer mi? Söylesenize. Niye susuyorsunuz? Yoksa yine mi susmayı tercih ettiniz? O zaman cevabı ben vereyim. Değmez. Her gün, her saat, her dakika sadece ve sadece kendimizi kandırmaktayız. Neymiş efendim ben şöyleyim, ben böyleyim deyip etrafınızdakilerini değil kendinizi ayakta uyutuyorsunuz. Çünkü aslında hepimiz halâ birer çocuğuz. Ve bu çocuk içimizden dışarı çıkarsa başkalarının bizimle dalga geçmeye kalkışacağını düşünürüz. Tam tersi hep çocuk kalın. Ruhunuzun diğer tarafını insanlarla tanıştırmaktan korkmayın. Çünkü artık bu pis, karanlık dünyada insana tutunabilecek, onu hayal dünyasına götürebilecek biri lazım. Ve bakarsın o kişi sen olursun. Senin o benzersiz yanın karşındakini sana bağladı, tutturdu. Artık sensiz yapamıyor.

24

çizgili defter

Sen olmadan bir adım atamıyor bile. Günü sen ile başlayıp sen ile bitiyor. Ne güzel değil mi? Böyle olmasını sen de isterdin değil mi? “Tabi istemez miyim? Bunu her gece düşünüyorum. Kendim ile baş başa kaldığımda böyle bir hikaye gözümde canlanıyor” diye cevap verirsin. Haksız mıyım? Değilim. İşte yalnızlığı seçtiğin için elini tutan, ısıtan yok. Bunun yüzünden geceleri yalnız uyursun. Arkadaşlar ve ailen dışında arayıp hatırını soran olmaz. Ki gerçek arkadaşın, can dostu denilen kişinin sayısı da az. Etrafımız ne kadar çok insan ile dolu olsa bile çoğu bizim onlara bir şey verebileceğimiz sürece yanımızda olur. Elimizde hiç bir şey kalmadığında uçar giderler. Sonra da yüzümüze bile bakmazlar. Size verilen şeylerin değerini bilin. Yoksa onları kaybettiğinizde pişman olursunuz. Bir daha da geri döndüremezsiniz. Saatlerce deli gibi ağladıktan sonra “Vay be ben ne kadar yalnız biriymişim” diye bir düşüncede bulunursunuz. Ama artık hiç bir şeyi değiştiremezsiniz. Neden biliyor musunuz? Yıllarca içinizdeki o çocuğu öldürmeye çalıştığınız için şu an yanınızda kimse yok. Bazen ben de kendime yeterliyim derim ama yanılıyorum. Tek başıma kalınca içim param parça oluyor, zihnimi arkadaşlarımla geçirdiğim günler dolduruyor ve bir anlık olsa bile onlarla olduğum sürece hep bahsettiğim o çocuk olurum. İnanın ki o an dünyada benim kadar mutlu olan birisi yok. Hep önce düşün sonra söyle derler ya. İşte “Ben tek başıma yaparım kimseye ihtiyacım yok” demeden bir düşün gerçekten yoluna tek başına devam etmek istiyorsun musun?


İYİ DİNLE ŞİMDİ SANA BİR ŞEY ANLATMAK İSTİYORUM

Melike BALCI Konya

H

ani geçen gün komşunun kızı Feride ‘ Çalışmak istiyorum abla ama kocam izin vermiyor, hayattı çocuklardı masraflara yetişemiyoruz üzülüyorum. ‘ dediğinde ‘Şimdiki kızlarda pek aç gözlü otur evinde kocan kazanır sen de idare et’ demiştin. Şimdi o Feride’nin kocası iş kazası geçirdi. İnşaatın üçüncü katından düştü, kalça kemiği kırıldı. Senin anlayacağın biçimde, yatalak kaldı bir süreliğine. Ellerinde ancak bir aylık maaşları var, evleri kira iki de çocukları var. Beslenmesi barınması eğitimi sağlığı derken iki hafta güç bela yeter o senin kocan kazanır sende idare et dediğin para. Feride şimdi dayıoğluyla beraber gece çorbacıda çalışıp bulaşık yıkıyor. Senin o sen aç gözlü dediğin Feride seni dinleseydi ve bu işi bulmasaydı o iki çocuğa sen bakar mıydın? ‘’ Yukarıda verdiğim örnek tamamen benim hayal gücüme dayanan basit bir örnek olmakla beraber her gün biraz farklısını okuduğumuz Feride gibilerin öyküsü.

Güçlü toplumlar sağlıklı aileler yetiştirmek istiyorsak kadınlarımıza kız çocuklarımıza destek olup güven vermeliyiz. Birey olduklarının farkında olmalıyız. Kız çocukların davranışları ebeveynlerinin birbirlerine ve ona olan tutumundan şekil alır. Kızlarımızı ve erkek çocuklarımızı özgür çağdaş ve cinsiyet eşitliğine önem vererek birbirine saygı duyarak yetiştirmeliyiz. Sağlıklı ve verimli toplum böyle olabilir. ‘’Etraf ne der ?’’ gibi söylemleri bir kenara bırakıp tabuları yıkmazsak o toplum bizi kahredecek. Bir kadın gece on ikide sokağınızdan geçti diye onun yollu olmadığını düşünen erkek çocukları yetiştirerek iyi bir dünyaya sahip oluruz. Çünkü kadın gece dışarı çıkabilir; hava almaya, markete gitmeye yahut işten dönerken yürüyebilir. Belki de Feride gibi bakması gereken iki çocuğu vardır. Kızınız gece okuldan, işten dönerken biber gazından güç almadığında güçleniriz. Bin düşünüp bir söylemek gerekir. Yargılarken vicdanlı olmak gerekir.

çizgili defter

25


Mutlu KUTLU Konya

ZAMAN

Z

aman yönetimi konusunda bir kurs düzenleniyor. Zamanın iyi ve üretken kullanma ile ilgili verilen derste, uzman, öğretmen, çoğu hızlı olmaları gereken ve stresli mesleklerde çalışan öğrencilerine demiş ki: – Sizinle küçük bir deney yapalım. Masanın üzerine kocaman bir cam kavanoz koymuş. Sonra bir torbadan küçük kaya parçaları çıkarmış, dikkatle kavanozun içine yerleştirmiş. Kavanozda taş parçaları için yer kalmayınca sormuş: – Kavanoz doldu mu? Sınıftaki öğrenciler: – Evet, doldu. – Dolduğunu düşünüyorsunuz demek ha! Hemen eğilip başka bir torbadan küçük çakıl taşları çıkartmış, kavanozun tepesine dökmüş, kavanozu eline alıp sallamış, küçük parçalar büyük taşların sağına soluna yerleşmişler… Yeniden sormuş öğrencilerine: – Bu sefer kavanoz doldu mu? İşin sanıldığı kadar basit olmadığını sezmiş olan öğrenciler: – Hayır, tam da dolmuş sayılmaz. – Aferin! Masanın altından bu kez de bir torba dolusu kum çıkartmış. Kumu kaya parçaları ve küçük taşların arasındaki bölgeler tümüyle doluncaya kadar dökmüş. Ve sormuş yeniden: – Kavanoz doldu mu? Öğrenciler bağırdı: – Hayır dolmadı!

26

çizgili defter

Yine “Aferin” demiş öğretmen. Bir sürahi su çıkarıp kavanozun içine dökmeye başlamış ve sormuş: – Bu gördüğünüz deneyden nasıl bir ders çıkarttınız? Bir öğrenci hemen atılmış: – Şu dersi çıkardık ki günlük iş programımız ne kadar yoğun olursa olsun, her zaman yeni işlere zaman ayırabiliriz. Öğretmen: – Hayır, çıkartılması gereken asıl ders şu; eğer en başta büyük taş parçalarını kavanoza koymazsanız daha sonra asla koyamazsınız. Hayatınızdaki önemli olan büyük taş parçaları hangileri? İlk iş olarak onları kavanoza koyuyor musunuz? Yoksa kavanozu kumlarla ve suyla doldurup büyük parçaları ihmal edip dışarıda mı bırakıyorsunuz? Hayatın akışında sürüklenirken, hayatınızı en çok önem verdikleriniz ile mi yoksa daha az önemli olanlarla mı dolduruyorsunuz...


İÇİMİZDEKİ FISILTI Hatice KAYNAK Konya

Başarıya ulaşmak için koşarız, onu elde etmek için bütün gücümüzü, vaktimizi harcarız ama bir türlü elde edemeyiz. Aslında başarı bizim başucumuzda, eğer başarıyı gün yüzüne çıkarmak istiyorsanız o da sizin elinizde. Başarısız olmamızın en önemli sebebi bizim yeteneklerimizin farkında olmamamız ya da yeteneklerimizi küçümsememiz. “Ortaya konmayan yetenek, gömülü ve yeri bilinmeyen defineden farksızdır” demiş Henry Ford. Biz yeteneklerimizin farkında varalım ki başarı kendiliğinden gelsin. Eğer sizde şair olma yeteneği varken, siz yeteneğinize değer vermeyip sizi mutsuz edecek işlerle uğraşırsanız maalesef başarılı olmuş sayılmazsınız. Sahip olduğunuz her şeyin kıymetini bilin. Bir bilgine sormuşlar: “Güneş bu kadar güzel olduğu halde onu seveni hiç işitmedik, nedendir? “ Bilgin şu cevabı vermiş: “Her gün görülebiliyor da ondan. Baksana kışın hep bulut arkasında saklanıp da arada sırada görününce insanlar nasılda seviniyor ve onu seviyor.” Sahip olduğunuz şeyleri kaybettikten sonra kıymetini anlamayın. Zamanınız varken kendinizi mutlu edecek, başarıya ulaştıracak değerlerinizin kıymetini bilin onların peşinden koşun. Çünkü zaman gözümüzün önünden bir su gibi akıp gitmekte ve biz hiçbir şey yapamamaktayız. Bu hayattaki hedefimizin başarılı olmak ve bizi başarıya götürecek en önemli etken ise zamanımızı kontrol altına almaktır. “Mutluluk başarıya, başarı ise zamanı değerlendirmeye bağlıdır.”(Seneca) Son olarak Sıtkı Aslanhan’ın dediği gibi de “ Başarı ve mutluluk için Hayata Gülümsemeyi” unutmayın.

çizgili defter

27


“TÜRKİYE ÇOK GELİŞMİŞ BİR ÜLKE”

Şengül BÜYÜKTÜRKMEN Kahramanmaraş

Mevlana Değişim Programı kapsamında Konya’ya gelen ve Selçuk Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nde öğrenim gören Kırgız öğrenciler Aydana Topçuyeva ve Argen Nadirkulov, Dergimiz Çizgili Defter’e Konya ve Türkiye ile ilgili düşüncelerini anlattılar. Kırgızistan’ın Oş ve Karaköl şehirlerinden gelen Kırgız öğrenciler Konya ve Türkiye’de kendilerine çok iyi davranıldığını ve saygı duyulduğunu söylediler.

oldukça temiz ve mekân olarak çok güzel. Bizim ülkede Eski Sovyet devletlerinden kalan binaların dış cepheleri hala boyanmamış bir şekilde duruyor. Türkiye’de binaların dış cephelerine devlet tarafından özen gösterilmesi oldukça güzel bir şey. İnsanlarına bakarsak; insanlar hemen hemen aynı. Tabii Türklerin de Kırgızların da kendine özgü karakterleri var. Mesela; “Türkler Kırgızlara saygı duyuyor, çok güzel davranıyor, seviyor” diye düşünüyorum. Türk Milleti hiç ayrımcılık yapmıyor. Argen Nadirkulov: Türkiye gelişmiş olduğu için; sebze ve meyveleri kimyasal ilaçlar ile üretebiliyorlar. Çünkü gelişmiş, bunun için fabrikaları var. Kırgızistan gelişmemiş olabilir ama meyve ve sebzeler doğal olarak yetiştiriliyor.

“TÜRK KÜLTÜRÜ VE SİSTEMİ HAKKINDA BİLGİMİZ VARDI” Aydana Topçuyeva: Biz Kırgızistan’da, iki devlet arasında ortak üniversite olan Kırgızistan- Türkiye Manas Üniversite’sinde okuduğumuz için az çok Türk Kültürü ve sistemi hakkında bilgimiz vardı. Türkiye, bizim ülkeye göre; ulaşım, eğitim, ekonomi açısından daha çok gelişmiş bir ülke. Ama Kırgızistan’daki hayatın bana daha uyumlu olduğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye her ne kadar gelişmiş bir ülke olsa da, doğup büyüdüğüm yer gibi değil. Türkiye’nin turistik olarak, gezilecek yerleri çok. Tarihi binaları çok estetik, sokakları, caddeleri

“EN SEVDİĞİM NOKTA; DERSLERİN TAM SAAT İŞLENMEMESİ” Aydana: Buradaki eğitim sistemi ile bizim oradaki eğitim sisteminin kaliteli olmadığını düşünüyorum. Çünkü bizim geldiğimiz üniversitenin neredeyse yarısı Türkiye, yarısı Kırgızistan eğitim sisteminden oluşuyor. Öğrenciler derse girip çıkıyor, çoğunlukla ödev yapılmıyor. Sadece sınav zamanı, öğrenciler sınava 1-2 hafta kala hazırlanıyor, ezber üzerinden sınavlara giriyor. Uygulama var ama çok az. Argen: Buradaki sınav sistemi, gerçekten öğrencilerin bilgilerini kontrol edemiyor. Çünkü sınavların hemen hepsi test olarak yapılıyor. Bence; testte öğrenci bildiğini ifade edemiyor. Oysa klasik sınav yapıldığı

28

çizgili defter


zaman bilinenler daha çok yazılıyor. “MEVLANA DEĞİŞİM PROGRAMI İLE TÜRKİYE’YE GELDİK” Aydana: Manas Üniversitesi Gazetecilik 3. Sınıf öğrencisiyiz. Selçuk Üniversitesi’ne “Mevlana Değişim Programı” ile geldik. Bir dönem boyunca burada eğitim göreceğiz sonra tekrar kendi üniversitemize döneceğiz. “BOSNA HERSEK’TE KURULAN PAZAR ÇOK HOŞUMA GİDİYOR” Argen: Kırgızistan’a döndüğümde Türkiye’deki birçok şeyi özleyeceğim. Cumartesi günleri Bosna- Hersek’te kurulan pazar çok hoşuma gidiyor. Meyve-sebzeleri estetik olarak düzenlemeleri bile, insanın alacağı yoksa da almaya teşvik ediyor. Hatta fotoğraflarını bile çektim. Hem yiyecekte hem kumaşlarda olsun; estetiğe ve düzenlemelere önem veriyorlar. Aydana: Alışverişi, portakalı, mandalinayı, çikolata ve bisküvilerini çok özleyeceğim. Türk malları, Kırgızistan’da çok kaliteli ve değerlidir. Burada mağazada olsun, bir çay içmek için oturduğumuz kafede olsun servisle ilgileri çok güzel. Kırgızistan’da böyle ilgilenilmiyor. Mesela; bir kafede, bozuk paramız olmayınca “tamam sonra bırakırsınız, ödersiniz” diyerek almıyorlar. “SİZİN SINIFTAN HACER VE SAMET İLE ÇOK İLETİŞİM KURUYORUZ” Argen: İlk fark ettiğim şey, burada ki sınıflarda öğrenci çok fazla. Bir sınıfta 100’den fazla öğrenci olabiliyormuş. Bundan dolayı sınıftaki bazı öğrenciler birbirlerini hiç tanımıyor bile. Kendi aralarında küçük küçük gruplar olduğunu gördük. Bu durum, bütün sınıfların hepsinde mevcut. Sınıfa ilk girdiğimde, genel olarak; Çinlilere, Japonlara benzettiler. Sınıfların birinden, bir çocuk beni Çinli sanmış ve beni dövmeyi düşünmüş. Anladığım kadarıyla Türkler Çinlileri sevmiyormuş. Kırgız olduğumu öğrenince dövmekten vazgeçti, kanka olduk. Samet benimle ilk konuştuğunda Kırgızca konuştu. Çok şaşırmıştım. Kendisi de Karaçay’lı olduğu için; oranın dili ile Kırgız dili hemen hemen aynıymış. Konuşa konuşa daha samimi olduk. Ders dışında da Gökkuşağı’na yemek yemeye gittik. Gerçekten çok iyi arkadaşlar edindik burada. Aydana: Bütün ders gördüğümüz sınıflar arasında, 2. ve 4.sınıfları daha iyi tanıyoruz. Çünkü onlarla daha çok dersimiz var. Sizin sınıftan Hacer ve Samet ile daha çok iletişim kuruyoruz. Hacer ile çok iyi arkadaş olduk. Memlekete döndüğüm zamanda unutmayacağım. Çünkü o bizi, biz onu tanımış olduk. Sınav zamanında birbirimize yardımcı olup, ders çalışıyorduk. Hacer evine bile davet etti. Orada ailesi ile beraber tanışıp, hem sohbet ettik hem de Türk kültürü ve yemeğini tanımış oldum. Mesela; bizim

ülkede bütün misafirler bir masa etrafında toplanır. Fakat oraya gittiğimde, herkesin önüne sehpa getirilip yemekler onun üzerinde ikram ediliyormuş. Yemek kültürümüzü birbirimizle paylaştık. Et ve hamur yönünden yemek kültürlerimiz benziyor. Türkiye’nin yemek kültürü daha zengin diyebilirim. Fakat biz yemeklerimizde çok fazla baharat kullanmıyoruz. Bizim yemeklerimizde Özbeklerin ve Rus kültürünün etkisi var. Buranın yemeklerini seviyorum ama burada salata hiç yapamıyorlar, özellikle Rus Salatasını. Türklerde tatlı ve yemek çeşidi çok fazla, bizde ise salata çeşidi çok fazla. “ESKİŞEHİR KÜÇÜK BİR AMSTERDAM GİBİ...” Aydana: “Türkiye’ye gelmişken bundan yararlanayım” dedim. Antalya, Ankara, İzmir, Denizli, Bodrum, Pamukkale’ye gittim. En sevdiğim ve en çok gittiğim yer Eskişehir. Orayı küçük bir Amsterdam gibi buldum. Öğrenci açısından genç ve dinamik bir şehir. Her yere yürüyerek ulaşabiliyorsun. İzmir’i de çok sevdim. Orada özellikle kumruyu çok beğendim, bir de orada ulaşımın her çeşidi var. İnsanları Avrupalılara çok benziyor. Daha “özgür” bir şehir. Ankara’yı pek sevemedim. Bana biraz “gri şehir” gibi geldi. Boğucu ve insanları çok hızlı hareket ediyor. Yani; arabadan çok insan trafiği vardı. Ankara’nın sokaklarında, caddelerinde çok çöp gördüm. Başkent olduğundan dolayı sanırım. Bodrum; masal gibi bir yer. Denizli de Eskişehir ve İzmir’e çok benziyor. Özellikle Pamukkale gerçekten çok farklı bir yerdi benim için. İstanbul’a henüz gitmedim, dönerken gidip gezmeyi düşünüyorum. Bir de Türkiye’de en çok hoşuma giden şey şu; yoldan geçerken tanımadığın birine “kolay gelsin”, karşıdan hasta biri geliyorsa “geçmiş olsun” gibi ifadeler kullanılması. Bu durum oldukça samimi bir hareket ve çok hoşuma gidiyor. Konya’ ya ilk olarak yani görmeden önce küçük bir şehir sanıyordum ama öyle değilmiş. İlk izlenimi kötü olmuştu büyük bir çöl gibiydi. Öğrenciler geldiğinde kalabalıklaştı ve gözümde farklılaştı. Konya’yı sevmeye başladım. Argen: Geçen sene 3 ay Kuşadası’nda bir otelde çalıştım. Kuşadası’nı gerçekten çok beğendim. 8 saat çalışmamıza rağmen; iş bittikten sonra denize girdiğimizde bütün yorgunluğumuzu atıyorduk. Sonra İzmir/ Efes’e gittim. Yunanlılardan kalan “Amfi Tiyatrosu”nu gezdik. Önceden sadece filmlerde görüyorduk. Canlı bir şekilde görmek çok farklı bir duyguydu. İstanbul’u bir gün gezdim ona rağmen çok sevdim. Son olarak; Türkiye’nin coğrafi konumu çok güzel. Ekonomisi, ulaşımı, servisi açısından gelişmiş bir ülke. Tarihi mekanları ve eserleri, gezilecek yerleri çok fazla bence insanlar böyle bir ülkede yaşadıkları için şükretmeliler.

çizgili defter

29


30

รงizgili defter


รงizgili defter

31


DESCARTES'İN ÖZNESİ Oğuzhan DEMİR Antalya

D

escartes her şeyi zihnimizle algıladığımızdan bahseder. Görsel olan duyu yoluyla algıladıklarımız biz farkında olmasak da zihnimize aktarılır. Ruhla bedeni keskin bir çizgi ile ayırır. Ruh yüceltilir. Bir şeyin kendisi imgesinden farklıdır. Ruh imgesel olanı algılarken beden aslında yüzeyin artıklarıdır. Ruh akıl bedense duyu şeklinde ayrılmıştır. Descartes ruhu ön plana çıkarırken aslında hakikat arayışını imgesel olanın içindeki gerçek varoluşu aramıştır. Beden bize sunulan ve kabul görmeyi bekleyen algılardır. Yani ait oldukları nesnenin kendisidir. Bu durumda öznelcilik yiter. İnsan farkındalık gelişmeden bilinci olmadan var olur. Bu duyu yoluyla algılanan dünyadır. İnsanın ilkel noktasını Descartes betimlemiştir. Bu duyu dünyası insanı kurban psikolojisine sürükler. Artık imgesinin içinde var oluşunda kendi yoktur nesnesi var olur. Descartes felsefesinde ruh bu yüzden ön plandadır orada insanın algıları oluşur. Kişi ilkel olanla değil de deneyim ve öğrenme yoluyla özdeşleştiğinde bir anlam ve fikir oluşturabilir. Ruh algı yani algıladığını geliştirebilir. Gelişim ancak akıl akılsa erdemle var olur. Descartes'in ideleri belli kalıplar halinde bize sunulandır. Bunlar bulunduğumuz çevre yapı ve sistemlerden kaynaklanır. Bizim seçemediğimiz ancak içinde bulunduğumuz. Kaderi yanlış anlaşılmış eksiklikten doğan acı olarak algılamak içinde bulunduğun durumu bir girdap haline getirmektir. Asıl olan kötü olanı benimsemeden içindeki iyinin peşinden gitmektir. İstenileni bulmak değil istediğini bulmaktır asıl olan. Birey olmanın temeli buradan gelir insan arzularını

32

çizgili defter

duygu zanneder ve onun tesirine girer. Denetlenmeyen benliğine ait olmayan duyu yoluyla algılanan şey kişiyi nesne haline getirir. Artık orada birey kavramından bahsedemeyiz. Hayatın her alanında insanlar nesneler ve semboller yaratır bu kendi mezarını kazma deneyimi aslında kişinin varlığını yok sayma halidir. Olması gerekeni saf iyiye ulaşmanın yolunu aramıştır felsefe. İnsanın içindeki akıl ve duygu çatışması yerine, hepsini anlama ve değeri kadar algılamak önemlidir. Tanımlamak tanımak anladığın şeye insan yabancılaşamaz bunun için tevazu olması ön yargıların kırılması gerekir. Bu katmanda çatışma aslında insanın öznelliğinin benliğinin olmadığı yerde oluşur. Bir başkasıyla olmak için önce kendimiz olmalıyız. Descartes’in bahsettiği ve önemsediği ruh benliği olanın arzusu ve gerçek duyguları ruhlarındadır. Bilincin yani kendisinin olduğu yerde vardır duyguları. ''Mağrurlar diğer bütün insanları aşağılamaya çalışırlar ve kendi arzularının kölesi olduklarından ruhları durmadan kin, haset, kıskançlık ve öfkeyle çalkalanır. Varlığını kendi başına sürdüremeyeceğine ve edinilmesi başkalarına bağlı olan şeylerden vazgeçemeyeceğine inanır. Böylece doğrudan doğruya yüce gönüllüğe karşıdır.’’ Descartes'in bu vurucu betimlemesi kötü ve karanlık olanın tanımlamasıdır. Bu günün dünyasında aklın ve duygunun kendisi öğretilemezken yada yanlış aktarımdan kaynaklanan aslı olamayan şeyi yaşama hali vardır. yaşama hali vardır. Bu durumda insanın yönelimi aslında bilmediği şeyi deneyimleyerek anlamlandırmak ondan yeni bir varoluş yaratmak olmalıdır.


BOSNA’YA YOLCULUK Şeyma KÖKSAL İzmir

2017 Temmuz ayında bir gezi yapmıştım balkanlara. Benim için en can alıcı yer balkanların yetim ülkesi Bosna-Hersek’ti. Bosna’ya adım atınca Türkiye’deymişsiniz hissi veren tek balkan ülkesi diyebilirim hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Sarajevo’da etrafınıza bakınca Türk bayraklı dükkanlar, dönercilerle karşılaşıyorsunuz. Konya ve Sarajevo kardeş şehirmiş hatta Konya Büyükşehir Belediyesi yazan tramvayları bile görüyoruz, Konya tramvaylarını kardeş şehrine hediye etmiş. Tabi mermi izleriyle dolu binaları görmemek mümkün değil… Grafiti ve resimlerle daha da anlamlı hale getirmişler acılarını. Fakat o kadar yıkıcı bir savaştan sonra toparlanmayı çok iyi başarmışlar. Girdiğimiz her dükkan da Türk olduğumuzu söyleyince, yüzlerde bir gülümseme beliriyor bu bizim için bir gurur oldu. Tabi ki Bosna’nın simgesi olan Mostar’ı görmeden ayrılmıyoruz buralardan. 1992 savaşında yıkılan köprüsüyle anılan Mostar şehri 600 yıllık geçmişe sahip. Türkiye’nin de

katkılarıyla 2004’te köprü orijinal haline getirilmeye çalışılmış. Bosna-Hersek sadece Müslüman Boşnaklardan oluşmuyor, Hırvat ve Sırplarla birlikte 3 etnik grup aynı topraklarda yaşıyorlar. Şehirde hem çan sesleri hem de ezan sesi duymak gayet normal geliyor. Bosna-Hersek yeşillikler ve akarsular ülkesi, burada yeşilin her tonunu dağlarda, vadilerde görebiliyorsunuz. Bosna hakkında anlatılacak çok şey var, bir sayfaya bütün güzellikleri yazmak imkânsız. Bosna’yı daha yakından tanımak için okumak değil gidip oraları yaşamak gerekiyor. Makedon rehberimiz Talha’nın bir sözü vardı ‘’Sizler birlik ve beraberlik içinde var olun ki, bizler de burada sağ olalım.’’ Bizde aynen bu şekilde birlik olalım. Başçarşıdaki Hüsrev Paşa Camii’nin çeşmesinden suyu içenin tekrar Bosna’ya yolu düşermiş ben avuç avuç içtim tekrar görüşmek üzere cânım Bosnam…

çizgili defter

33


BULUล MA Meryem YILMAZ Ardahan

30 รงizgilidefter defter 34 รงizgili


G

enç adam sabah erkenden uyandı ve koşarak evden çıktı. Ne kadar erken uyanmış olsa da geç kalmak üzereydi; koştu, koştu hızla arabasına bindi. Mutlu bir pazar sabahıydı; yani her zaman ki gibi buluşma günleri… Arabasını yine mütevazi çiçekçi dükkanının önünde durdurdu ve çiçekçi kadına seslendi; -Aynısından abla koca bir demet lütfen Dedi. Ve sarı renkli mis gibi kokan, kucak dolusu bir buket çiçeğini alıp tekrar arabasına yöneldi. Yalnızca bir gün görüşmek iki tatlı aşık için çok az bir süre olsa da pazar günü hariç boş vakti yoktu. Yine de Pazar gününün iki uğuru vardı ki; biri tatil günü olmasıydı yani tüm gün onlarındı. Diğeri ve en önemlisiyse tanışma günleri olmasıydı. Bir Pazar günü göz gözü görmeyen bir yağmur yağarken rastlaşmışlardı. Klişe bir film karesi gibi çarpışmışlar

ve yere düşen telefonlarını karıştırarak tekrar buluşma fırsatı yakalayıp aşık olmuşlardı birbirlerine… Nihayet varmıştı sevgilisinin yanına; elindeki çiçekleri kucağına bıraktı ve küçük bir buse kondurdu alnına. - Nasılsın; hava da soğudu umarım akşamları çok üşümüyorsundur. Yine en sevdiğin çiçekleri aldım; biliyorum özledin. Bende özledim seni ama tatlı limon hemen yapılan araştırmalara göre özlem aşkı arttırırmış. Konuşma böyle birkaç saat sürdü, genç adam konuştu güzel kız sustu. Kalktı ve arabasına yöneldi; son bir kez daha bakmak için sevilisine arkasını döndü. Gözleri dolmuştu çünkü ayrılmak kolay değildi. Epey terlediğini hissetti; hava sıcaktı ama mezarlık çok soğuktu…

çizgili defter

35


GÜRLEYEN DUMAN Reason Moses RUNYANGA Zimbabwe

H

ayatınızda hiç gürleyen duman kelimesini duydunuz mu? Muhtemelen hiçbir zaman duymadınız ve düşününce nasıl bir şey olduğunu bile hayal edemiyorsunuz değil mi? Şimdi hep birlikte bu kelimenin anlamını öğrenelim. Afrika’nın güneyinde uzaktan bile duyulabilecek kadar gürleyen bir ses ile duman üreten bir vadi yatmaktadır. Bu yere Victoria Şelalesi denmektedir. Şelalelere adını veren İskoç kâşif David Livingstone, şelaleleri 1855’te ziyaret etmiş ve Kraliçe Victoria’nın anısına Victoria Şelaleleri ismini vermiştir. Bununla birlikte Victoria Şelalesi yöresel olarak “Mosi-oa-Tunya” yani “gürleyen duman” diye anılmaktadır. Zambiya ve Zimbabve sınırları arasında yer alan şelale yaklaşık olarak 1,7 km genişliğinde ve 128 m yüksekliğindedir. Victoria Şelalesi, Zambezi Nehrinin güzelliği ve ihtişamı ile birlikte birleşince muhteşem bir manzara sunmaktadır. Bu nedenle bu kadar doğal güzellikleri içinde barındıran yer turistlerin sık ziyaret ettiği mekanlardan biri olmuştur. Zambezi Nehri’nin sakinliği ve durgunluğu, Victoria şelalesinin hırçın akıntısıyla birleşince ortaya insanlar tarafından adını alan gürleyen dumanlar hem görselliği hem de sesi ile uzaklardan hissedilmektedir. Şelaleye yaklaştığınızda şemsiyeniz ya da yağmurluklarınız olsa bile, ıslanmaktan kurtulamıyorsunuz. Şelalenin çevresindeki bitki örtüsü yıl boyunca herdem yeşildir. Victoria Şelalesi’nin üzerinde ise, hiç kaybolmayan bir gökkuşağının bulunması nedeniylede turistlere bir görsel şölen sunmaktadır.

36

çizgili defter

Uçurumun kenarında yer alan Devil’s Pool (Şeytanın Havuzu) denilen bir havuz bulunmaktadır bu yer adrenalin seven turistlerin sıkça ziyaret ettiği eğlendiği yerdir. En çok sorulan sorulardan biride “Victoria Şelalesi, Zimbabve ve Zambiya arasındaki sınırda bulunduğu için hangi taraftan şelalenin manzarasını daha güzel görebiliriz?” Bu soru her sorulduğunda iki taraftanda gelen cevaplar nedeniyle birçok tartışma konusu olmuştur. Yerli insanlar ve turistlerin bir çoğunun verdiği cevaplara göre Zimbabve tarafı şelalenin en iyi görünümünü sunmaktadır. Şehirde yaşayan yerli insanlar turistlerle iletişim kurmakta zorlanmamaktadırlar, aksine İngilizce ve diğer yerel dilleri konuşabilen yerel insanlar oraya gelen ziyaretçilere bu sayede yardımcı olabilmektedirler. Victoria Falls Havalimanı’nın Zimbabwe hükümeti tarafından turizmi geliştirmek amaçlı yapılan çalışmalarının sonucu olarak dünyanın herhangi bir yerinden Victoria Şelalelerini görmek için gelen turistlere ulaşım konusunda ucuz ve güvenli bir uçuş olanağı sağlanmaktadır. Kent içi ulaşım turistler için elverişli ve uygun olarak görünse de genellikle çoğu turist otellerinden şelalelere yürüyerek gitmeyi tercih etmektedir. Zimbabve da bulunan oteller her kesimden insanın zevkine hitap eden ve fiyatlarına göre çeşitlilik sunan seçenekleri bulunmaktadır. Kasabada yer alan geleneksel ve Avrupa yemekleri bulunan bir dizi restoranda, turistlere zengin bir çeşitlilik sunmaktadır. Victoria Şelalesi’nde görüşmek dileğiyle...


TÜRKİYE’DE İLK GÜNLERİM

Assane Diop Senegal

Ç

ocukluğumdan beri çok büyük hayallerim vardı ama yurt dışından eğitim almak hiç değildi. Bir gün arkadaşlarımla sohbet ederken bana bir mesaj geldi. O mesaj iki ay önce Türkiye’ye gelebilmek için yaptığım mülakatın sonucuydu. Ailemle konuştuktan sonra Türkiye’ye gelmeye karar verdim ama verdiğim karar o kadar zordu ki doğumdan beri ilk defa yurt dışına çıkacaktım. Ve gideceğim ülkedeki insanların kültürü, yaşama ve adetleri bizimkilerden çok farklıydı. Ama ben bütün karşılayacağım zorluklara tahammül etmeye hazır oldum. Çünkü hayata başarılı olabilmek için çabalamak gerekmektedir. 19 Eylül 2015’te Türkiye’ye geldim. Geldiğimde ilk dikkatim ve merakım çeken şey Türkiye’deki gençlerin selamlaşırken birbirleriyle öpüşmeleriydi. Türkiye’ye geldiğimde biraz endişeliydim fakat bir yandan çok mutluydum çünkü yeni bir hayat ve yeni bir ülkeye yaşamaya başladım. Gerçekten zorluklar

yaşadım, bazen yemek yiyemiyordum, çünkü Türk mutfağına o anda alışamamıştım, aynı zamanda Türkçe’de bilmediğim için dışarıdan yemek alamıyordum. Bir gün akşam yemeği için arkadaşlarla lokantaya gittim, lokanta çok kalabalıktı, ben o anda her tarafa bakıyordum, sanki başka bir dünyada yaşıyorum, diye düşünüyordum, yemekten sonra hesabı almaya gittim, ne yazık ki ödeyeceğim param yoktu, çünkü cüzdanım düşmüştü. Bir yıl Türkçe hazırlık yaptıktan sonra Üniversite hayatıma başladım, yeni hocalar ve yeni arkadaşlarla tanıştım. Birinci sınıfta dili yetersiz öğrendiğim için gerçekten çok zorlandım. Çünkü kursta okuduğum Türkçe ve Üniversitedeki akademik dil çok farklıydı, ama bir kısa süre sonra üniversiteye alışmaya başladım. Türk arkadaşlarım her hangi konuda bana yardımcı oldu. İlk sene zor olmasına rağmen büyük başarıyla bitirdim. Aynı zamanda Üniversitenin Uygulama gazetesi “Selçuk İletişim” de çalışmaya başladım.

çizgili defter

37


KENDİNE İŞKENCE ÇEKTİRME

YÖNTEMLERİ Hacer TAN Konya

İ

çimde büyük bir boşluk var. Fark etmemiştim onun benim hayatımı bu kadar doldurduğunu bu kadar renklendirdiğini. Sevmek ve sevilmek ne kadar da güzelmiş. Doğru ben sevmiştim ama demek ki hiç sevilmemişim. Evet, bu umutsuzluğumun sebebi, yıllardır çıktığım ve evlilik hayalleri kurduğum kişi… Ondan ayrılınca hepimiz nasılda arabesk cümleleri kurabiliyoruz değil mi? Kendimizi ona ne kadar bağlamışız. Ortak cümlemiz ise “değmezmiş” oluyor genelde. Bir gün sevgililikle ilgili şöyle demiştim: “kendi kendine işkence çektirme yöntemi”. Bu cümleleri sarf ettikten sonra bir haber çıktı karşıma ‘annesine kendini öldürttü’. Başlık ilgimi çekti ve televizyonun sesini açtım o anda şoka uğradım… Sarf ettiğim cümlelerin haklılığı önüme serildi resmen. Haber sevgilisinden ayrıldığından dolayı psikolojik sorunları olan ve odasından çıkmayan bir genci anlatıyordu. Kapıya annesinin içeriye girmesiyle çalışan bubi tuzağı kurmuş. Annesinin kapıyı açmasıyla silah ateşlenmiş. Ve çıkan saçmalar gencin

38

çizgili defter


başına isabet etmesiyle hayatını kaybetmiş. Bir kişi, bir aile ve bir toplum… Bir iş yapıyoruz. Kendimizi kaptırdık gidiyoruz. Ona yönelik hayal üstüne hayal kuruyoruz. Bir anda hesapta olmayan bir sorun ve her şeyimizi alıp götürüyor. Bir türlü bunu kabullenemiyoruz. Bütün hayallerimiz yıkılıyor. Emeklerimiz heba oluyor. Ama bu hayatın sonu değil. Hayatın sonu olan umudu kaybetmektir. İnancı, azmi, heyecanı yitirmektir. Düşmek değil düştüğü yerden kalkmamaktır. Fakirsin, beş meteliksizsin. Kaç kuruşluk insan muamelesi görüyorsun. Bu sana çok dokunuyor. Seni yaralıyor. Ruhunda fırtınalar koparıyor. Şeytan kanına giriyor. Yoldan savruluyorsun. Çıkmaz yollara girmek üzeresin. Ama asıl değersizlik parasızlık değildir. Değeri sadece parada görmektir. Tek arkadaşı para olan, tek derdi para olan, tek değeri para olan asıl değersizdir. Çünkü kendisinde bir değer yoktur. Sadece paradan aldığı değer vardır. Sen asaletinden, saygından, efendiliğinden, cana yakınlığından, dostane tavrından değer kazan. Sen ruhundan, asaletinden, güler yüzlülüğünden, insana olan saygından değer kazan. Sen çıkmaz sokaklardan kurtaracağın insanlardan, çevrene kattığın

değerden değer kazan. Bir boşluktayız çoğumuz… Sonu gelmez gibi hissettiğimiz bir boşluk. Bunu nelerle dolduracağımızı bilmediğimizden her birimiz farklı yerlere savrulmuşuz. Kimimiz ideolojilere, kimimiz oyunlara, kimimiz film ve dizilere, kimimiz bizi çok sevdiğini düşündüğümüz insanlara… Kendimizi kandırmayalım. Hiç biri bizi doyurmayacak, hepsi bizi bırakacak. Ve onlar giderken bizden birer parça da götürecekler. Kurtulabilirsek hayatta kalırız… Peki çözüm ne? Ölümlü birini, ölümlü şeyler doyurur mu? Bir baki bulabilir miyiz? Biraz etrafımıza bakalım ve devam eden düzenin ne kadar mükemmel olduğunu görelim. Sonbahar, kış, ilkbahar ve yaz. Ne kadar güzel sıralanmış… Gece gündüz nasılda düzenli ilerliyor. Kâinat hayat veren tüm canlılığıyla bize sesleniyor, gel sen de bize katıl, biz büyük bir aileyiz. Bizde düzelebilir ve bu mükemmel dizaynın bir parçası olabiliriz. Kendinizi hiçbir şeyin bir parçası değilmişsiniz gibi görmeyin. Bir başına ve yalnız hissetmeyin. Bir görev ve bir sorumluluğunuz olduğunu, bu düzenin önemli bir parçası olduğunuzu unutmayın…

çizgili defter

39


ÇOK HASRETLE

Dilan ASLAN Van

D

alından koparılmış taze bir elmanın kokusu bile Ömer’e eskisi gibi huzur vermiyordu. Sabah evden çıkarken sıkı sıkı bağladığı kravatını çıkararak sahil boyunca yürümeye başladı can sıkıntısıyla. Aslında iki hafta önce işten çıkarılmıştı. Ama bunu kimseye söylememişti. Daha doğrusu annesinin onu her sabah işe uğurlarken, gözlerinin içinin gülmesi, Ömer’e işten çıkartıldığını söyletmiyordu. Sigarasını içtikten sonra iki haftadır yaptığı gibi, önce bankalara iş başvurusu yapıp daha sonra her zamanki kahvehanede mesai saatinin dolmasını bekleyecekti eve dönmek için. Kalabalık arasında dalgın dalgın yürürken yanından geçen bir yüzü tanır gibi oldu. Arkasına dönüp baktığında hemen tanıdı. O yüz, Bahar’dı. Uzaklaşana kadar ardından uzun uzun baktı. Anca gözden kaybolunca dalgınlığını üzerinden atabildi. Kahvehaneye vardığında sigara paketinde sadece iki tane sigara kalmıştı. Aklında da Bahar… Hemen bir çay söyledi ve sigarasını yakarak onu düşünmeye başladı; üniversite de ilk tanıştıkları zamanı ve sonrasını. Bir gün Bahar’a: “Sevgi nedir?’’ diye sormuştu. Bahar’da ‘’Sevgi hatırlamaktır, unutmamaktır’’ demişti. Oysaki bugün Bahar hem hatırlamamıştı, hem de unutmuştu. Bahar’ı düşünmek az da olsa can sıkıntısını almıştı ama yine de işsizliğini unutturmamıştı. Sıradanlaşan hayatının içinde dolaşan birkaç anıydı, Bahar’dan ona kalan. Mesai saatini dolmasına az kala yerinden kalkarak hesabı ödedi ve evine doğru yol almaya başladı. Eskiye dair hiçbir şey anımsamamış, Bahar’ı

40

çizgili defter

görmemişçesine hayatına devam edecekti. Sabahları işe gidiyormuş gibi evden çıkıp, biraz iş aradıktan sonra kahvede oturup mesai saatinin dolmasını bekleyip, iş bulana kadar annesine yalan söylemeye devam edecekti. İstanbul’un bu kafa karıştırıcı karma karışık sokaklarında yürürken karşıdan karşıya geçeceği sırada bir kalabalığın toplanmış olduğunu fark etti. Merakla kalabalığın toplandığı yere doğru yürümeye başladı ve bir yaşlı amcaya ne olduğunu sordu. Amca, “Genç bir kıza araba çarptı oğlum” dedi. Ömer de kalabalığın arasına sıkışıp, kafasını uzatarak yerde yatan kişiye baktı. Yerde yatan Bahar’dı. Hemen yanına giderek, yüzünü avuçlarının arasına aldı ve kapalı olan gözlerinin içini görürmüşçesine bakışlarını Bahar’ın solgun yüzünde gezdirdi. Bahar, yüzündeki ellerin sıcaklığını hissederek hafifçe gözlerini araladı ve bir şeyler fısıldadı. Ömer, ne söylediğini duymak için ona doğru eğildi. Sadece bir kelime duymuştu ama bu onu şaşırtmaya yetmişti. Genç kız kulağına “Ömer” diye fısıldamıştı. Yani onu unutmamıştı. Gözlerindeki aralık kapandı, sesi ve nefesi kesildi. Yanağından bir damla gözyaşı süzülerek Ömer’in avcunu ıslattıktan sonra, başı yana düştü. Bahar, Ömer’in ellerinin arasında can vermişti. Ömer avcunun içindeki gözyaşına bakarken kendi gözlerinden süzülen yaşların farkında bile değildi. Ömer onu hiçbir zaman unutmamıştı. Bundan sonrada unutmayacaktı. sevmenin verdiği yorgunlukla onu her zaman anacaktı. Bazen bir burukluk, bazen bir özlem, bazen de çok hasretle…


RUHUN GIDASI Oğuz AVCI Antalya

Önceleri zoraki duyabildiğimiz, şimdi ise her kulaklıkta her dükkanda bazen de sokaklarda ... tabii ki müzikten bahsediyoruz. Her ne kadar herkesin kolayca yaptığı bir şeye dönüşmüş olsa bile, müzik basit bir iş değildir. İçinde olması gerek insanın. Bazen kör bir adam ülkenin ozanı olur. Kolları olmayan bir insan, ayaklarıyla çaldığı bir melodikayla herkesi başına toplar. Çoğu çocuğun ilk sazını ailesi kırar, anlamsız bir öfkeyle karşı çıkılır, “ders çalış” diye bir ses duyar çocuk ama müzik matematik değil midir zaten, dil bilgisi, edebiyat hatta İngiliz alfabesini bile müzikle öğretmediler mi bize? Çoğu zaman müziğe muhtacız doğrusu. Sözünü ettiğim şey dans etmek için müziğe ihtiyaç duymak gibi bir şey değil, daha çok “ruhun gıdası” anlamında. Herkes bilir ruhunu doyuracak müziği aslında ama duygusal müzikler daha çok ilgi görüyor canım memleketimde, genlerimizden kaynaklı diye tahmin ediyorum bu durumu. Her ne kadar mutluluğumuzu en uçlarda yaşasak ta, acımızı daha uç noktalarda yaşarız biz. Çoğu türkümüz acı, ölüm, sevda üzerinedir, bunlar da daha çok duygu katan şeyler müziğe.

Paranın duygudan yada sesten daha önemli olduğu şu dönemlerde, çokça kötü sesler duymaktayız maalesef . Sadece parası olan kirletmiyor kulaklarımızı, para peşinde koşanlarda bir o kadar kirletmekte. Gelişen teknolojiyle beraber herkesin hayatına giren sosyal medya, insanı “müzik insanına dönüştüren” bir yol oldu artık. Çoğu insan bu yola girip zengin olma hayali kurarken, olan bizim kulaklarımıza oluyor. Bu yola girmek isteyen gözünü para bürümüş “müzisyen” önce çok güzel bir şarkı paylaşılıyor sosyal medyada ama sonrası yok. Hele ki o şarkı çok ilgi görmüşse nedendir bilinmez artık şarkı bile üretmiyor. Nasılsa artık ünlü, coverla yaşamını devam ettirme hakkı varmış gibi düşünüyor herhalde. Bu durumda müzikte duygu aramakta çok saçma oluyor, eve ekmek götürme derdine dönen müzik yaşamının içindeki kaliteli sesleri duymaksa bu kirlenmiş kulaklarla baya zor olacakmış gibi görünüyor önümüzdeki dönemlerde. Yine de her zaman bir umut olması gerek, her yönüyle müzisyen diyebileceğimiz insanlar elbet olacaktır, ruhumuzu doyuran müzik dünyasında.

KENDİ BENLİĞİNDE KAYBOLMAK Fatma BUDAK İzmir

K

imi zaman içimizde kayboluruz. En derinlere doğru, sonra kaçmak isteriz nereye kaçacağımızı bilmeden… Uçsuz bucaksız bir yolda buluruz kendimizi, çıkmazların içinde. Aniden toparlanmak gelir akla ama nasıl? Kolay mıdır aniden toparlanmak? Toparlanmayı bilen insan kaybolur mu kendi benliğinde? Ya da ne yapacağını bilmeden kaybolmuş bir yolcu gibi doğru yolu bulabilir mi? Kendi içinde kaybolan insan kolay kolay gelir mi geriye?

Sığınmak isteriz bir yerlere; tutunmak isteriz. Belki şarkılara, belki kitaplara belki de bir insana… Ya dönersin benliğine ya da hiç gelmeyecek şekilde kaybolur gidersin. Kim bilir elinden tutan şey hiç ummadığın bir şarkının nakaratında ya da bir kitabın satırların da geçer ya bir ucundan tutar gerçeğe dönersin ya da uçsuz bucaksız kaybolur gidersin…

HAYATTA BİR ŞEYLERE TUTUNACAKSAK ‘İYİ Kİ’ LERE TUTUNALIM

Hikmet YAVAŞ Edirne

İ

yi ki şarkılar var. Yoksa otururken bir ağacın altında sevdiğimizin kolunda uzun uzun nasıl yürürüz. Karanlık bir sokakta ağlayamıyorken bir türlü bir ses bir şarkı delip geçerken yüreğimizi gözyaşlarımızı bırakırız o soğuk kaldırımlara. Bir şarkı alıp götürür bizi ilk aşkımıza, sevdiklerimizin

gözündeki son bakışa, annemizin elinde giderken okula yada dostunun omzunda bıraktığın acılara kaybettiğinde sevdiğinu ha ölüş olsun ha terketmiş önce sesi kaybolur sonra yüzü hatıralında bulanık bir resim kalır ama bir şarkı senin kaybettiğin bütün sesler olsur bütün yüzler...

çizgili defter

41


Üniversitesi İletişim Fakültesi, çizgili Selçuk Alaaddin Keykubat Kampüsü, KONYA 42 çizgili defter defter

E-posta: godhulialo25@gmail.com, Instagram- cizgili_defter_dergisi.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.