Kendi İçinden de Geçip Gitti mi Uzaklara? / Partie au loin, au fond d’elle-même ?

Page 1




à Aslı Erdoğan’a



A présent me voilà plus bas que tes précipices. Je t’enlace comme on étreint un mort que l’on doit ensevelir, “Ne me laisse pas” te dis-je, “Surtout ne me laisse pas”. Du bout de ma solitude infinie je m’adresse à toi, tu deviens de plus en plus petit, tu te pétrifies, te voilà une statue grise et en deuil, la trace d’un long passé, tu pleures à l’aube, aussi translucide que des gouttes d’eau. Je n’étais si seule, si fautive devant dieu, en portant le dernier coup de couteau... Tu as fermé les yeux et murmuré mon nom. Mon cœur ! Entendais-tu ? Entendais-tu, tout ce temps ?

Şimdi daha da aşağıdayım senin uçurumlarından. Gömülme vakti gelmiş bir ölüye sarılır gibi sarılıyorum sana, ‘Bırakma beni’ diyorum, ‘Sakın bırakma’ Uçsuz bucaksız yalnızlığın bir ucundan sesleniyorum sana, sonsuz küçülüyor, taşlaşıyorsun, gri ve yas dolu bir heykelsin şimdi, uzun bir geçmişin kalıntısı, gündoğumlarında ağlıyorsun, su damlası kadar saydam. Ne daha yalnız, ne daha suçluyum tanrıdan, son bıcak darbesini indirirken... Gözlerini kapadın ve adımı fısıldadın. Yüreğim! Yoksa duyuyor muydun? Duyuyor muydun bunca zamandır?



Car le monde veut entendre qu’il est le monde, il veut remplir de sa propre histoire toutes les coquilles, se réfugier dans l’infini de ce seul mot. Et moi… Je suis aussi vide que le monde.

Çünkü dünya, dünya olduğunu duymak ister, kendi öyküsüyle doldurmak ister bütün kabukları, tek bu sözcüğün uçsuz bucaksızlığına sığınmak ister. Ve ben... ben de bu dünya kadar boşum.




“Est-ce bien moi ?” demandais-je, m’appuyant à la statuette fêlée. Elle ne répond pas, elle ne doit pas m’entendre. Infinie, infatigable, retournant à un ancien rêve, avec un sourire lointain, elle serre la paume de sa main, déchire les femmes.

“Yoksa bu ben miyim?” diye soruyorum, çatlak heykelciğe dokunarak. Yanıtlamıyor, galiba beni duymuyor. Bitmez tükenmez, eski bir düşe geri dönmüşçesine, çok uzaklardan gülümseyerek, avcunu kapıyor, kadınları parçalıyor.




Un jour peut-être je te reviendrai. Dans le clair de lune, je me poserai sur une branche longue et dénudée. Un joyau couleur de charbon, scintillant dans la nuit...

Belki bir gün dönerim sana. Ay ışığında, uzun çıplak bir dala konarım. Kömür renkli bir mücevher, karanlıkta ışıldayan...




Mais qu’est l’Homme sinon un miroir et un écho ?

Ama nedir ki insan bir aynadan ve yankıdan başka?




Un mal imperceptible, semblable au regret, la douleur des spectres.

Belli belirsiz, pişmanlığa benzeyen bir sızı, hayaletlerin ağrısı.




Désormais mes ailes sont épuisées, à force de migrer dans les hivers de la mémoire. Un bec desséché, entremêlé de sable, frappe doucement ton sommeil, faisant frémir tes paupières, l’étirant vers le vaste lac de tes rêves...

Artık güçten kesilmiştir kanatlarım, belleğin kışlarında göç etmekten. Kupkuru, kumlara bulanmış bir gaga usulca vurur uykuna, gözkapaklarını titretir, uzanır düşlerindeki engin göle...




Je m’effacerai avec l’aube. Seule une ombre obscure recouvrira mes paupières.

Şafakla birlikte silinirim, koyu bir gölge kalır yalnızca gözünün üzerinde.




Alors que j’ai tout perdu, il ne me reste que la VIE.

Her şeyi yitirdiğimde elimde yalnızca HAYAT kalır.

Mais dans cette si vaste vie comment te retrouverai-je ?

Ama bu kadar büyük hayatın içinde, ben seni yeniden nasıl bulacağım?




La femme est maintenant couchée, allongée entre le jour et la nuit. Aussi déserte que les chemins qu’elle a traversés. Dorénavant elle reconnait le temps grâce aux traces profondes de pas qu’il a laissées derrière lui, elle reconnait le vide qui grimpe vers le haut en mordillant son épine dorsale… Il faut maintenant qu’elle oublie toutes les distances, tous les temps, tous les chemins et les mots… Elle doit rassembler des milliers d’images en les triant du brouillard qui se répand jusque sur le bout de ses ongles afin de mettre une fin à son destin, afin de se changer en terre pour revenir à la terre, elle doit ramasser de ses mains des milliers de débris de verre, créer cette image qu’elle laissera derrière elle.

Gece ile gündüz arasında uzanmış yatıyor şimdi kadın. İçinden geçip gittiği yollar kadar ıssız. Bıraktığı derin ayak izlerinden tanıyor artık zamanı, omurgasını ısıra ısıra yukarı tırmanan boşluğu... Bütün uzaklıkları unutması gerek şimdi, bütün zamanları, yolları ve sözcükleri... Tırnaklarının ucuna dek yayılan sisten binlerce imgeyi toparlaması gerek, kendi yazgısını sonlandırabilmek için, toprak olarak geri dönebilmek için toprağa, binlerce cam kırığını elleriyle toplaması, ardında bırakacağı görüntüyü yaratması gerek.




Ainsi va le monde, comme une main grande ouverte, inconcevable, fissurée, aussi froide qu’une peau de serpent, pleine de traces. Ouverte comme pour prier ou pour dire adieu. (Ma main, elle, s’est refermée comme un poing sur les mots.)

Öylece durur dünya, bir el gibi apaçık, kavranmaz, yarık yarık, yılan derisi gibi soğuk, izlerle dolu. Dua ya da veda edercesine açılmış. (Benim elimse bir yumruk gibi kapanmış sözcüklerin üzerine.)

Avec les traits qui donnent corps à la solitude et les routes désertes du destin...

Yalnızlığı biçimlendiren derin çizgileri ve yazgı denen bomboş yollarıyla...

Entre ses doigts épais il te tient fermement, te persuadant qu’il yaura un conte.

Kalın parmaklarının arasında hoyratça tutar seni, bir öykün olacağına ikna eder.




Où que je regarde, au-dedans ou au-dehors, je ne vois qu’un mur. Quelle que soit la direction, passé ou futur, un mur de pierre s’avance devant moi. Peut-être est-ce devant le vide insoutenable que je me cache entre ces murs. Le vide sans fond. Bruyant...

Nereye baksam, içeriye ya da dışarıya, yalnızca bir duvar görüyorum. Hangi yöne dönsem, geçmişe ya da geleceğe, üzerime bir taş duvar geliyor. Belki de boşluğa dayanamadığım için duvarların arasına saklanıyorum. Boşluğun dipsizliğine. Gürültüsüne...




Car elle s’est retirée du monde en s’abandonnant au brouillard. Car désormais elle est infinie et silencieuse. Parce que le brouillard parle désormais en son nom, le brouillard qui est en elle et le monde qui est dans le brouillard. Il parle ; il ment.

Çünkü artık dünyanın içinden çekip çıkardı kendini, sise terk etti. Çünkü artık, sınırsız ve suskun o. Çünkü artık onun adına konuşuyor sis, içindeki sis ve sisin içindeki dünya. Konuşuyor; yalan söylüyor.




Mais qui, qui a été capable de dire la vérité ?

Ama kim, kim söyleyebilmiştir ki doğruyu?

A qui le monde a-t-il parlé pour lui dire la vérité ?

Kiminle konuşmuştur dünya ve ona doğruyu söylemiştir?



teşekkürler remerciements Saadet Ersin Çağla Turgul Ahu Antmen Zeynep Avcı Hülya Şimga Ekim Öztürk Çağdaş İlke Ünal Onur Gürkan


Quand la parole rejoint l’image

Gözüne Söz Değdi

Ce qui m’a le plus impressionnée dans le livre « Hayatın Sessizliğinde » (œuvre non encore parue en français), tout autant que dans l’écriture d’Aslı Erdoğan, c’est le talent de l’œuvre à faire se rencontrer les textes avec l’image ; c’est sa capacité à emporter le lecteur vers une autre histoire, un autre temps, une autre quête, un autre voyage (comme c’est le cas de la photographie).

Aslı Erdoğan’ın düzyazı şiirleriyle fotoğraflarımı buluşturmak düşüncem çok önceden de vardı. “Hayatın Sessizliğinde” kitabını ilk kez 2005’de okumuştum. 16082016 tarihinden sonra da galiba elime aldığım ilk kitabı gene “Hayatın Sessizliğinde” oldu.

Une œuvre multiple qui donne l’impression d’être redécouverte à chaque lecture (sans en sous-entendre le tout), mais aussi une œuvre poétique où, « en l’analyse d’un seul instant, l’on découvre le crystal de l’ensemble ». Par ses paroles et ses poèmes, Aslı Erdoğan dérange, dissimule habilement son propos, s’attelant presque à le rendre confus. Elle laisse le lecteur en déroute, sème le trouble en jouant de l’inconnu, jusqu’à l’effrayer. Dans une rencontre image-parole, quand la force de l’imaginaire se libère et entrouvre la porte à des associations inattendues, à de nouvelles interrogations ; n’est-ce pas la quête, le sentiment, l’interprétation qui deviennent des constructions personnelles ? Ces associations et multiplicités infinies ne structurent-elles pas les mots, les écrits, les images ou les photographies ? N’est-ce pas l’incertitude, le trouble et la confusion des sentiments qui nous permettent de composer notre propre œuvre, qu’elle soit texte, image ou pièce ? Initialement, je n’avais naturellement pas ce projet en

Bu kitapta ve aslında Aslı Erdoğan’ın yazı dilinde beni en çok etkileyen, görüntüyle birleştirmek, buluşturmak üzere tetikleyen metinlerindeki görsellik her (d)okunuşunda insanı bir başka hikâyeye, zamana, algıya ve yolculuğa taşıyor olması (tıpkı fotoğrafta olduğu gibi) ve her seferinde ilk defa okuyormuş gibi hissetmeme sebep olan çok parçalı (asla bütünü ima etmeden) ama aynı zamanda “tekil anın çözümlenmesinde bütünün kristalini keşfeden” şiirsel yapı oldu. Aslı Erdoğan sözünde, şiirinde rahatsız ediyor, söylemek istediğini çok ustaca saklıyor hatta muğlaklaştırıyor; okura bırakıyor, okurun aklını karıştırıyor ve bilinmezlerin çokluğunda tedirgin ediyor, hatta sıklıkla ürkütüyor. Göz-söz buluşmasında hayal gücü katmanlaşarak özgürleşebildiğinde, bilmediğimiz çağrışımların ya da yeni soruların da kapısı aralanarak algı, duygu ve yorum da kişiselleştirilmiş olmaz mı? Kelimeleri yazıya, şiire, görüntüyü de fotoğrafa dönüştüren ve katmanlaştıran tam da bu çoğal(t)malar değil midir? Bir belirsizlik, tedirginlik ve karmaşa duygusu değil midir bizi yazıya, görüntüye ya da oyuna dahil eden kendi parçamızın kurgusunu yapabilmemizin yolunu aralayan?


tête en prenant ces photos. J’ai lu et relu « Hayatın Sessizliğinde ». Ce livre était en moi comme un texte enfoui, attendant - qui sait ? - une rencontre avec les images d’un hiver parisien en couleurs (et celles, intimes, du photographe).

Fotoğrafları çekerken tabii ki böyle bir proje yoktu aklımda. “Hayatın Sessizliğinde”yi defalarca okudum ve içimde bir yerlerde bir alt metin gibi duruyordu, Paris’in renkli kış (ve fotoğrafçının iç) görüntüleriyle buluşmayı bekleyerek, kim bilir?

L’exposition présente treize textes et vingt-trois photographies. Chaque sélection et choix répond à l’idée d’un voyage temporaire, ni unique ni définitif, qui évolue sans empêcher retours et revirements. Ces approches et lectures mouvantes ne sont-elles pas valables autant pour le photographe que pour l’écrivain, l’acteur, le lecteur ou encore le spectateur ? L’image et la parole étant tellement liées par cette même vision, leur combinaison crée une nouvelle entité, encore plus puissante.

Her kararın ve seçimin aslında geçici, o seferlik olduğu, tek ve mutlak bir bütün olamayacağı, bizimle birlikte değişeceği, dönüşebileceği duygusuyla. Bu duygu, fotoğrafçı, yazar, oyuncu, okur/izleyici için de geçerli değil midir? Görüntü ile sözün tam da bu doğasından dolayıdır ki, böylesi bir buluşmanın sözü ve görüntüyü yeni, farklı bir bütünlük (ya da parçalanmışlık) duygusu üzerinden çoğaltacağı düşünülebilir.

La lumière de Paris est chaque fois plus magique et attirante. La photographie, pour se faire découvrir, n’a pas choisi ce décor, ce terrain au hasard. Même dans les moments ternes, sombres et brumeux, Paris est une ville dont les images recèlent mille et un tons clairs ou obscurs, qu’elle partage généreusement avec les Parisiens comme avec les visiteurs.

Bir yandan da Paris’in ışığı. Her gidişimde daha çok büyüleyen, kendine çeken. Fotoğrafın keşfedilmek üzere kendine bu toprakları seçmesi tesadüf değil. Paris, ışıksız, karanlık, kasvetli zamanlarında bile görünümlerinde aydınlığın ya da karanlığın bin bir tonunu içinde taşıyan ve hem Parislilerle hem ziyaretçileriyle cömertçe paylaşan bir şehir.

J’ai la chance et le bonheur que cette exposition ait pu permettre la rencontre de mes photographies avec les proses poétiques d’Aslı Erdoğan. Honnêtement, si le hasard n’existe pas, alors toutes les rencontres comme celles-ci sont un miracle, un cadeau que nous fait la vie...

Bu sergide fotoğraflarım Aslı Erdoğan’ın düzyazı şiirleriyle buluşabildiği için mutlu ve şanslı hissediyorum kendimi. Gerçekten tesadüf diye bir şey yoksa, o zaman tüm buluşmalar, tıpkı bu buluşmada olduğu gibi, hayatın bir mucizesi, bir armağanı bizlere...

Laleper Aytek 02022017

Laleper Aytek 02022017



Reportage avec Laleper Aytek et Aslı Erdoğan

Laleper Aytek ve Aslı Erdoğan ile Söyleşi

Kültigin Kağan Akbulut

Kültigin Kağan Akbulut

İstanbul Art News Mars, 2017

İstanbul Art News Mart, 2017


Commençons par le début. Qu’avez-vous pensé en découvrant en 2005 le livre d’Aslı Erdoğan Hayatın Sessizliğinde? Quelle partie vous a-t-elle inspirée ? Comment avez-vous entamé ce travail ?

En başından başlayalım. Aslı Erdoğan’ın Hayatın Sessizliğinde adlı kitabını 2005 yılında ilk okuduğunuzda ne düşünmüştünüz? Kitaptaki ilham verici kısım neydi? Bu çalışmaya nasıl başladınız?

Laleper Aytek Dans le livre, cette langue stratifiée, parfois troublante, voire effrayante, qui vous emmène vous perdre dans un passage, m’a beaucoup marquée. La raison qui m’a incitée à réunir ces textes en photo est qu’à chaque lecture le livre pouvait m’emmener vers une autre histoire, un autre voyage. Je l’ai encore davantage perçu lorsque j’ai repris le livre après le 16 août. Ce qui s’est passé après ce mois d’août m’ayant énormément affectée, j’ai voulu faire quelque chose, créer un sentiment de résistance, être aux côtés d’Aslı Erdoğan, et même de loin, tenter de l’accompagner. En sélectionnant les photographies que j’avais prises à Paris, il me semblait qu’elles rejoignaient en quelque sorte des phrases échappées de ce livre d’Aslı Erdoğan. Non pour se décrire ou s’expliquer, mais bien pour être réunies. Les textes choisis dans le livre ne doivent pas être perçus comme commentaire de la photo; je n’ai pas agi en pensent cela, je m’en suis même bien gardée. Les poèmes n’étaient pas du tout écrits ainsi. La photographie ouverte à une association est amplifiée, et le texte ouvert à une association a une action très stratificatrice. J’ai ressenti cela très profondément dans la langue d’Aslı Erdoğan. Parce que je la sentais proche, et proche de ma langue écrite, je me suis lancée en pensant que cette rencontre, la réunion de l’œil et du mot, pourrait déboucher sur d’autres associations.

Laleper Aytek Kitaptaki o katmanlı, arada sırada tedirgin eden, ürküten ama aniden bir dehlize girip içinde kaybolmayı sağlayan dil beni çok yakalamıştı. Benim o metinleri fotoğrafla birleştirmeme sebep olan şey, her okuduğumda kitabın beni başka bir hikâyeye, başka bir yolculuğa çıkarabiliyor olması. Ağırlıklı olarak 16 Ağustos’tan sonra bu kitabı tekrar elime aldığımı gördüm. Ağustos’tan sonra yaşananlar beni de çok içeriden etkilediği için bu konuda bir şey yapmak, bir direnme duygusu oluşturmak, Aslı Erdoğan’ın yanında olmak, uzaktan da olsa ona eşlik etmeyi denemek istedim. Paris’te çektiğim fotoğrafları ayıklarken sanki Aslı Erdoğan’ın bu kitabından uçuşan bir takım satırlarla fotoğraflarım bir şekilde buluşmaya başladılar. Birbirini tarif etmek ya da açıklamak üzerine değil; ikisi birlikte olmak üzere gibi.

Vous avez vu les photographies récemment. Comment les avez-vous associées à vos textes ? Comment avez-vous apprécié ce travail ? Aslı Erdoğan Ce n’est pas mon projet, c’est celui de Laleper et ce sont ses photographies. Ce projet m’a beaucoup impressionnée. En fait je pense que c’est un projet difficile. Il a été en grande partie, voire en totalité assumé par Laleper. On qualifie mes écrits de cinématographiques mais c’est très peu approprié pour définir ce livre. Je dirais ceci : la langue de ce livre ne peut facilement se transcrire en images. Ce sont des textes absolument évidents. J’ai notamment construit une œuvre en labyrinthe. Je montre de nombreuses directions au lecteur mais aucune n’aboutit. Je peux dire que dans le livre

Kitaptan seçtiğim metinler fotoğrafın açıklaması şeklinde algılanmasın; ben asla öyle düşünüp hareket etmedim ve hatta bundan kaçındım. Zaten düzyazı şiirler de hiç öyle değildi. Fotoğrafın çağrışıma açık olması onu çoğaltan, yazının çağrışıma açık olması ise onu çok katmanlaştıran bir şey. Aslı Erdoğan’ın dilinde bunun çok fazla olduğunu hissettim. Kendime ve kendi yazı dilime de çok yakın bulduğum için bu buluşmanın, gözle sözün birleşiminin belki farklı çağrışımları harekete geçirebileceğini düşünerek yola çıktım. Siz de fotoğrafları yakın zamanda gördünüz. Sizin metinlerinizle nasıl eşleştirdiniz? Bu çalışmaya nasıl tamam dediniz? Aslı Erdoğan Bu benim değil Laleper’in projesi ve onun fotoğrafları. Çok etkilendim bu projeden. Zor proje olduğunu düşünüyorum aslında. Yükün büyük bir kısmı hatta yüzde yüze olan kısmı Laleper’de. Sinematografik derler benim yazarlığım için ama bu kitabım bu tanımlamaya en az uygun olanı. Ya da şöyle diyeyim; bu kitapta kolayca imgelere dökülebilecek bir dil hiç yok. Son derece ucu açık metinler. Özellikle kurduğum, labirent unsuruna benzer bir yapı var. Okura pek çok yol gösteriyorum ama hiçbiri bir yola varmıyor. Aslında kitap bir tür bataklık diyebilirim. Sonda bir çıkış yolu var, bir tünel


il y une sorte de marécage ; à la fin il y a une issue, un tunnel. Mais j’ai intégré ce tunnel de force, de façon à ce que mes textes aboutissent quelque part. C’est pourquoi ce projet m’a tant impressionnée. Nous sommes engagés à partir des textes du livre Sözcüklerin Akşamı avec l’artiste français François Daireaux, mais je ne peux pas dire que c’est un travail commun. Nous avons découvert des points de rencontre de deux voies différentes. Elle m’a donné des photographies qu’elle avait prises auparavant. C’est donc tout le contraire. Elle m’a donné le thème : Surface et Entrée. Je ne veux pas écrire sur tes photographies, ai-je dit. Tout comme Laleper ne veut photographier ces textes. J’ai regardé 15 minutes et j’ai écrit le texte dont j’avais les images en tête : Sözcüklerin Akşamı. Et le travail que nous faisons actuellement n’est absolument pas, je pense, un texte efficacement photographié, ce sont les images d’une voie qui s’ouvre. LA Je me demande, que se serait-il passé si je vous avais donné les photographies ? AE Alors cela aurait été très difficile. Quoi que l’on me donne,

j’écris mon propre texte. LA Je pense qu’il s’agit exactement du concept

d’agrandissement. Une chose qui différencie pour chacun la compréhension, le regard, la rencontre avec le spectateur. Jeter l’homme dans ce marécage. Le marécage est une très belle définition. Si on peut le créer dans une dualité, le faire aboutir. AE Outre divers artistes visuels, les textes que j’ai intitulés Hayatın Sessizliğinde ont également été adaptés au théâtre. Chacun a pris une partie, c’est exactement ce que je voulais, ouvrir une voie chez un lecteur, une autre voie chez un autre. Peut-être chez un autre encore je ne peux ouvrir aucune voie, ces textes peuvent se révéler instratifiables. Je n’ai délibérément établi aucun lien entre les textes. On ne peut faire une histoire de ce texte; on n’y trouve pas les éléments de base d’une histoire, pas de personnification. Qui raconte l’histoire ? Tout le monde, il y a un anonymat. On entend deux voix, dont une est la voix d’une femme contemporaine. On sait seulement que c’est une femme. L’autre est une voix mythologique de l’ancienne Egypte. J’ai écrit ces textes dans une période spéciale de ma vie, je tentais de survivre à l’immense chagrin d’un deuil et cette voix mythologique m’a semblé émerger de

açılıyor. Ama bu tüneli de zorlama bir şekilde koydum, metinler bir yere varsın diye. Dolayısıyla bu projeden çok etkilendim. Kendi kafamdaki imgeleri şimdi fotoğraf olarak görüyorum. Kitaptaki metinlerden bir başkası Sözcüklerin Akşamı için bir başka sanatçıyla, François Daireaux ile yola çıktık, ancak ortak çalışmamız diyemeyeceğim. İki ayrı yoldan gidip buluşma noktaları keşfetmiştik. O, fotoğrafları önceden çekip bana vermişti. Yani bunun tam tersi aslında. Bana temayı verdi: Yüzey ve Giriş. Dedim, ben senin fotoğraflarının üstüne yazmak istemiyorum. Aynı Laleper’in bu metinleri fotoğraflamaması gibi. 15 dakika baktım ve kafamda kalan imgelerle metni yazdım: Sözcüklerin Akşamı. Sanırım şimdiki çalışmamız da böyle birebir metnin fotoğraflanması hiç değil bu. Açılan yollardan birindeki imgeler. LA Şunu merak ediyorum, ben size fotoğrafları vermiş olsaydım, o şekilde nasıl olurdu? AE O şekilde çok zor olurdu. Kim ne verirse versin, ben kendi metnimi yazıyorum. LA İşte ben de çoğaltanın tam da böyle bir şey olduğunu düşünüyorum. Anlamı ya da bakmayı, izleyiciyle buluşmayı herkes için farklılaştırdığını, tam da böyle bir şey olduğunu. Yani o bataklığa atmak insanı. Bataklık çok güzel bir tarif. O bataklığı ikili yaratabilmek, akıtabilmek mümkün olsa. AE Hayatın Sessizliğinde adını verdiğim metinler farklı görsel sanatçıların dışında tiyatroya da uyarlandı. Herkes bir bölümünü aldı. Tam da istediğim buydu aslında. Demek ki bir okurda bir yol, diğerinde başka yol açıyorum. Belki bir başkasında ise hiç yol açamıyorum; katlanılmaz da bulunabilir o metinler. Metinler arasındaki bağlantıları da bilerek koymadım. Bir hikâye çıkaramazsın bu metinden. Bir hikâyenin temel ögeleri, kişileştirme yok. Hikâyeyi kim anlatıyor; herkes, bir anonimlik var. İki ses duyuluyor, biri çağdaş bir kadın sesi. Tek bildiğimiz bir kadın olduğu. Diğeri eski Mısır’dan gelen mitolojik bir ses. Metinleri yazdığım zaman hayatımın çok özel bir dönemiydi, ağır bir ölüm acısıyla baş etmeye çalışıyordum. Ve sanki o mitolojik ses kendiliğinden çıktı diyebilirim. O sesin bana ait olmadığını hissettiğim başka bir kitap olmadı. O yüzden bu metinleri sahiplenmiyorum, benim sesim diyebileceğim metinler değil. Belki de o yüzden çok fazla


moi-même. Cette voix ne m’appartenait pas, il n’y a pas eu d’autre livre. C’est pourquoi je ne m’approprie pas ces textes, je dirais que ce sont des textes qui ne sont pas ma voix. C’est peutêtre aussi pourquoi dans ces textes trop de chemins s’ouvrent et se referment. Vous avez parlé de marécage. Quel lien établissent les photographies avec ce marécage dans l’exposition ? AE Et bien dans ces textes il y a des voix et des silences... Dans les textes, les voix et les silences sont entremêlés, il y a aussi des jeux étranges d’ombre et de lumière. Des textes ombragés... La lumière semble jaillir mais pas totalement, comme si je pensais que ces photographies font le point. Comme si nous nous rencontrions au milieu. Regardez cette photo par exemple, j’y vois mon texte. Le monde dans la brume est comme le chemin où marche cette femme. Une voix anonyme. LA J’avais pris cette photographie dans le Jardin du Luxembourg. Prenons par exemple le texte Désormais mes ailes sont épuisées. Cette femme paraît sous l’emprise d’un sentiment d’ange ailé, au-dessus d’elle des branches semblent marcher vers l’infini. On établit un lien mais voilà que ce lien s’échappe, impossible à s’exprimer. Ce qui est dans mon regard et ce qui est dans ses propos se rejoignent en quelque sorte. Un autre peut en faire des choses différentes. Ou bien je peux écrire d’autres textes sur ces photographies, ouvrant de nombreux espaces. AE Quand je regarde la photo, je vois mon texte. Mais

croyez-moi, je ne saurais mettre des mots sur ma façon de le voir. LA Je suis très émue que ce hasard soit la cause d’une telle

rencontre. Quand avez-vous pris ces photographies ? Dans quels quartiers de Paris ? Pensiez-vous alors à cette exposition ? LA Non, je ne projetais pas une telle exposition. Je ne prends pas de photos en pensant à un projet précis. Mais comme j’ai toujours des pensées en tête, cela influence forcément ce que je photographie. J’ai pris les photographies au centre de Paris en novembre dernier. Le lieu où elles sont prises n’a pas

yol açılıp kapanıyor o metinlerde. Bataklık diye tarif ettiniz. Sergideki fotoğraflar bu bataklıkla nasıl bir ilişki kuruyor? AE Şöyle belirteyim, bu metinlerde sesler, sessizlikler var... Sesler ve sessizliklerin iç içe geçtiği metinler olduğu gibi, ışıkla gölgenin garip oyunları da var. Gölgeli metinler... Işık vuruyor gibi ama tam da vurmuyor. Sanki bu durumu yakaladığını düşünüyorum bu fotoğrafların. Ortada buluşmuşuz gibi. Şu fotoğrafa bakalım mesela; metnimi görüyorum burada. Sisin içindeki dünya, sanki o kadının yürüdüğü yol bu. Anonim ses. LA Bu fotoğrafı, Lüksemburg bahçelerinde çekmiştim. Buna mesela, “Artık güçten kesilmiştir kanatlarım” dediğin metni alalım. Sanki bu kadın bir tür kanatlı melek duygusu içerisinde, arkasındaki onun üzerinden sonsuza yürüyen dallar sanki. Bir bağlantı kuruyorsunuz ama artık bağlantı bir yerden de kaçıyor, illa anlatamıyor. Benim gözümdeki ve onun sözündeki şeyleri bir şekilde birleşiyor. Bunlarla başkası başka şeyler yapabilir. Ya da ben bu fotoğraflarla başka yazı yazabilirim. Ona çok alan açıyor. AE Ben fotoğrafa bakınca metnimi görüyorum. Ama nasıl gördüğümü inanın sözlere dökemem herhalde. LA Bunun habersiz olup böyle bir buluşmaya neden olması beni çok heyecanlandırıyor.

Ne zaman çektiniz bu fotoğrafları? Paris’in hangi bölgelerinde çekildi? Bu sergiyi düşünüyor muydunuz o zaman? LA Hayır öyle bir sergi planım yoktu. Şu proje için diyerek fotoğraf çekmiyorum. Ama aklımda mutlaka hep düşündüğüm şeyler olduğu için, o mutlaka çektiklerime de yansıyor. Geçen Kasım ayında Paris’in merkezinde çektim fotoğrafları. Nerede çektiğinizin önemi yok. Küçücük bir sokakta bile bu fotoğraflar çekilebilir. Çoğu zaten bana ait küçük alanlarda çekildi. Bir hafta, 10 günde çekildi bu fotoğraflar. Sonra da yazılarla bir şekilde bir araya geldi. AE Kitabın son metinlerinden birinden bahsedeyim: Burada Olmayanın Saati. Yazar kadın, anlatıcı kişi eve döner.


d’importance. Elles peuvent être prises même dans une petite ruelle. Pour la plupart, ce sont de petits endroits qui m’appartiennent. Elles ont été prises en une semaine, une dizaine de jours. Ensuite, elles ont en quelque sorte rejoint les écrits. AE Parlons d’un des derniers textes du livre : Burada Olmayanın Saati. La femme écrivain, la narratrice rentre chez elle. Elle est dans une pièce débarrassée des accessoires du jour et la soirée commence. Comme un récit dans un lieu spatial. La soirée commence. Il n’y a rien dans la pièce. Par exemple si on tournait un film, on dirait il n’y a dans la pièce qu’une femme qui écrit. Les heures se font labyrinthe et les mots, pour venir au bout de la nuit... A marteler sur les pierres, à marteler sur les mots... Une nuit obscure, infinie. Mais en fin de compte elle finira bien sûr. L’espace d’un bref instant. Mais cette nuit s’éternise. Comme figée entre deux rivages sans espoir de retour. Et la nuit prend fin. Comme toutes les nuits. C’est cela, le texte révélateur du livre. Après tout, un livre n’est pas autre chose qu’un écrit. Dans ce livre il n’y a rien d’autre qu’une femme qui écrit, assise à table. Les papiers, la table, un café refroidi. Mais elle pense à une pièce comme celle-ci. Elle s’enfonce dans une nuit comme celle-ci. Elle ne peut échapper à la nuit. Elle reviendra le lendemain. La nuit retrouvera la femme là où elle l’avait laissée. LA C’est bien la première fois que nous parlons avec tant de détails de ce travail. C’est d’ailleurs notre seconde rencontre avec Aslı Erdoğan. Nous n’avons pas eu l’occasion de parler en tête-à-tête. AE A mon avis c’est mieux ainsi. Ces textes ne se prêtent pas à ce qu’on leur impose des photographies. Ni vous ni moi ne pouvons travailler ainsi. Parce que ce que j’écris est très différent. LA Je suis incapable de prendre le texte comme base pour faire des photos. Texte et photographies se rencontrent après, c’est une autre association, un autre sentiment.

Comment pourrait-on tenter de définir ce sentiment ? LA C’est très difficile, aussi difficile à expliquer que d’expliquer une photographie. J’ai lu et relu ce livre, et à chaque lecture

Günün aksesuarlarından sıyrılıp bir odaya gelmiştir ve bir gece başlar. Mekansal bir yer kazanan bir anlatı gibi. Böyle bir gece başlar. Odada hiçbir şey yok. Filmini çeksek mesela, odada yazan bir kadın var sadece. Saatler bir labirente döner ve sözcükler geceyi atlatmak için... Bu taşlara basa basa, sözcüklere basa basa... Bitmek bilmeyen, karanlık bir gece. Ama eninde sonunda bitecek tabii. Kısıtlı bir zaman dilimi. Ama o gece giderek sonsuzlaşır. Dönemeyeceği iki kıyı arasında kalmış gibidir. Ve biter gece. Her gecenin bittiği gibi. Kitabında açıklayıcı metni o aslında. Kitap bir yazı sonuçta, başka bir şey değil. Masanın başında oturan bir kadından başka hiçbir şey yok bu kitapta. Kâğıtlar, masa, soğumuş bir kahve. Ama böyle bir odaya dönüşüyor. Böyle bir gece açılıyor. Geceden bir çıkış da yok. Ertesi gün yine geri gelecek. Kadını bıraktığı yerde bulacak gece. LA Bu arada ilk defa bu kadar ayrıntılı konuşuyoruz bu çalışma üzerine. İkinci karşılaşmamız zaten Aslı Erdoğan’la. Yalnız konuşma fırsatımız olmadı. AE Bence böylesi daha iyi. Ne bu metinler uygun, buyurun fotoğraflayın demeye. Ne siz öyle çalışabilirsiniz, ne de ben. Bambaşka bir şey yazıyorum çünkü. LA Bu metni alsam üstüne fotoğraf çekeyim desem asla yapamam. Metin ve fotoğraflar, daha sonra, başka bir çağrışımla, başka duyguyla buluşuyor.

Bu duyguyu tariflemeye çalışsak nasıl olur? LA Çok zor. Fotoğrafı anlatmak gibi bunu da anlatmak zor. Çok okudum ben bu kitabı. Her okuduğumda yeniden okuyormuşum gibi oluyor. Çünkü başı sonu yok gibi bu kitabın. Bir hikâye anlatmıyor. Sürekli kaybolmanızı sağlıyor aslında. O kaybolmayı çok güçlü bir şekilde hissettiğim için... Sözdeki ve fotoğraftaki belirsizlik, herhangi bir yazarla değil de Aslı Erdoğan’ın yazdıklarıyla buluşturdu beni diye düşünüyorum.

Peki niye Erdoğan’ın diğer kitapları değil de bu? LA Hepsi olabilirdi aslında. Ama bu kitaptaki hiçbir şeysizliği çok seviyorum. Mesela bir başka kitabını alalım, Kabuk Adam. Orada daha bir hikâye tanımı var. Ancak Hayatın Sessizliğinde’deki tanımsızlık, benim fotoğraflarla daha rahat


c’est comme une découverte. Parce que ce livre semble n’avoir ni début ni fin. Il ne raconte pas une histoire. En fait, il vous égare constamment. Et comme j’ai ressenti très profondément cet égarement... Je pense que de l’incertitude des mots et des photos est née ma rencontre avec les écrits d’Aslı Erdoğan et nul autre écrivain. Mais pourquoi précisément ce livre-ci et pas ses autres livres ? LA Cela aurait pu être le cas pour tous. Mais dans ce livre j’aime le vide absolu. Par exemple, prenons un autre de ses livres, Kabuk Adam. Il y a là une histoire nettement dévoilée. Pourtant l’incertitude dans Hayatın Sessizliğinde a facilité ma rencontre avec les photographies. AE Je peux lire un texte que cette photographie (intérieur-

jardin-reflet) m’a incitée à une association : « Le temps m’emplit et désire un corps. La vie occupe ce corps et lui réclame une voix. Cette voix appelle le monde innombrable. Le noir de la suie depuis longtemps éteint avec les mondes, se préparant à émerger du néant sauvage et tépide encore indistinct. Un monde où tout est amplifié dans les moments les plus vrais et les plus sombres. Le compte est une unicité prise à la lumière, au tremblement, aux forces et au sommeil. » Peut-on dire que les textes accompagnant les photographies pourront changer ? LA Les deux peuvent changer.

buluşmamı sağladı. AE Bu fotoğrafın bana çağrıştırdığı bir metnimi okuyabilirim: “Zaman içime doluyor ve bir beden diliyor. Hayat bu bedene doluyor ve bir ses olsun istiyor. Bu ses sayısız dünyayı çağırıyor. Çoktan sönmüş is karası dünyalarla, henüz biçimlenmemiş yabanıl, ılık boşluktan doğmayı hazırlananları. Her şeyin bütünlendiği en gerçek en koyu anlarına kavuştuğu bir dünya. Hesap ışıktan, titreşimden güçlerden ve uykudan alınmış bir başkasız.”

Fotoğraflara eşlik eden metinlerin de değişebileceğini söyleyebilir miyiz? LA İkisi de değişebilir. AE Buradaki metni direkt olarak fotoğraflayamayız, mümkün değil. LA İyi ki de mümkün değil. Kız Kulesi fotoğrafını görüp “Kız Kulesi’nde gün güzel batardı” demeye benziyor o. Oysa bu dil, onun dışında bir çağrışıma yolluyor seni. AE Burada sanırım bir sanatçı gözü gerekiyor. “Çoktan sönmüş is karası dünya ile henüz doğmamış ılık boşluktan doğmaya hazırlanan dünyayı görebilmek...” Ben Laleper’in fotoğraflarında bunu görüyorum. Benim metinlerimle çalışmanın bir başka zorluğu şu; ben sözel bir yazarım, tutunacak bir kulp vermiyorum, soyut bir yazarım. Özellikle bu kitapta olduğu gibi; Hayatın Sessizliğinde en soyut kitabım.

c’est impossible.

LA Beni de çeken şey buydu. Belki de bu bile birçok kişi için zorlayıcı. Soyut metinler okuru kitaptan uzaklaştırabilir diye düşünüyorum.

LA C’est aussi bien que ce soit impossible. Cela serait comme de dire « Le jour tombait joliment sur Kız Kulesi » en regardant la Tour de Léandre. Alors que cette langue t’envoie vers une autre approche, extérieure.

AE Hiç kolay bir metin değil. Bilakis çok zorlayıcı bir metin. Tam olarak ne demek istiyor? Nereye götürüyor?

AE On ne peut pas prendre directement en photo les textes,

AE Là, il faut je pense, l’œil d’un artiste. « Pouvoir voir le

monde du noir de la suie depuis longtemps éteint, se préparant à émerger du néant sauvage et tépide encore indistinct... » Je vois cela dans les photographies de Laleper. Il y a une autre difficulté à travailler avec mes textes : je suis un écrivain oral,

LA Bana da hep “Bu fotoğrafta ne anlatmak istemiştiniz?” sorusu sorulur. Böyle bir sorunun cevabını vermek o kadar zor ki. Ne diyeceğim? Yatak odası, duvara yansıyan çalılar... Tam olarak ne demek istediğim yok. O bataklık duygusunda herkesin tam olarak kaybolması lazım. İnsanlar kaybolmayı sevmiyorlar. İstiyorlar ki tanımlansın, tarifli bir şey olsun.


je ne propose pas de plan, je suis un auteur abstrait. Surtout dans ce livre, Hayatın Sessizliğinde est mon livre le plus abstrait. LA C’est justement ce qui m’a attirée. C’est sans doute fastidieux pour un bon nombre. Les textes abstraits peuvent éloigner le lecteur du livre, je pense. AE C’est loin d’être un texte facile. C’est même un texte très fastidieux. Que veut-il dire ? Où nous emmène-t-il ? LA On me demande toujours « Que vouliez-vous expliquer dans cette photographie ? ». C’est si difficile de répondre à cette question. Que dire ? Une chambre à coucher, le reflet des buissons sur les murs... Il n’y a en fait rien à dire. Chacun doit se perdre dans le sentiment de ce marécage. Les gens n’aiment pas s’égarer. Ils veulent une description, une chose définie. Parce que cela les rassure. Mais Aslı Erdoğan dérange. Et je veux transmettre cet inconfort dans mes photographies. Qu’ils soient troublés, incapables de décrire, d’expliquer. Si on le dévoile, il ne reste rien du charme d’un café. Si toi ou un autre regardez les photographies, c’est un autre sentiment. Ici, le but est qu’il y ait peut-être autre chose face au texte. C’est mon intention, mon but, amplifier cette stratification grâce aux propos. Avons-nous réussi, pouvons-nous le faire, je ne sais pas, on verra. Je pense même qu’il est important de voir comment l’écrit est utilisé de façon visuelle dans l’exposition. Comme je n’ai jusqu’à présent fait que des expositions de photographies, cela m’a été difficile. Dans ce travail parfois un texte commentait deux, parfois trois photos, et le texte réuni dans l’espace ne devait pas être explicatif. Il devait y avoir une autre vision des textes. Je n’aurais pas pu exposer ces photographies moi-même. Cela aurait été tout autre chose. Ces textes une fois intégrés sont devenus exposition.

Vous aviez déjà participé à de nombreux projets d’art contemporain, des travaux ont été influencés par les vôtres. Dernièrement à Karşı Sanat, Beral Madra et Feyyaz Yaman, ont organisé deux expositions pour vous. Ces expositions étaient centrées sur votre production dans le domaine de l’art contemporain. Pourquoi, à votre avis, vos travaux influencent les artistes visuels ? AE Mes travaux figuraient dans l’exposition de Karşı Sanat. Un

Çünkü öylesi rahatlatıyor. Ama Aslı rahatsız ediyor. Ben de kendi fotoğraflarımda o rahatsızlığı vermek istiyorum. Tedirgin olsunlar, tarif edemesinler, açıklayamasınlar. Açıkladığımızda, evet burası bir kafe dediğimizde hiçbir büyüsü kalmıyor. Sen, o ya da bir başkası fotoğraflara baktığında başka bir duygu olur. Buradaki niyet; yazıyla birlikte olduğunda belki daha başka bir şey olur. Kastım ve niyetim bu; o katmanlılığı sözle birlikte çoğaltıyor olmak. Yapabilmişsek, yapabiliyorsak, bilmiyorum göreceğiz. Sergide görsel olarak yazının nasıl kullanıldığı bile önemli diye düşünüyorum. Bugüne kadar sadece fotoğraflarla bir sergi kurduğum için, burada zorlandım mesela. İşin içine bazen üç fotoğraf bir yazı, iki fotoğraf bir yazı geliyor ve bir alana sığdırmak konusunda yazının açıklayıcı olmaması gerekiyordu. Başka bir görsel gibi algılanması gerekiyordu metinlerin. Ben bu fotoğrafları tek başına sergilemezdim. Başka bir şey olurdu muhtemelen. Bu metinler girdiğinde sergiye dönüştüler. Daha önce de birçok çağdaş sanat projesine katıldınız, sizin işlerinizden esinlenilen çalışmalar yapıldı. En son Karşı Sanat’ta Beral Madra ve Feyyaz Yaman, iki ayrı sergi gerçekleştirdiler sizin için. Bu sergiler sizin çağdaş sanat alanındaki üretimlerinize odaklanmıştı. Sizce neden görsel sanatçılar etkileniyor işlerinizden? AE Karşı Sanat’taki sergide benim kendi işlerim yer almıştı. Hayatın Sessizliğinde kitabına aldığım metinlerden biri, Narkissos’un Maskeleri, Beral Madra’nın açtığı serginin parçası olarak yazılmıştı. Beral Madra yıllar önce otobiyografi üzerine sergi yapıyordu. “Hiç düşündün mü bir sergiye katılmayı?” diye sordu. “Beral Hanım, ben yarı körüm, görsel sanatlardan anlamam,” dedim. O da bana şunu söyledi: “Kırmızı Pelerinli Kent’i okudum ve gördüm ki bu konuda çok düşünmüşsün.” Okumuş ve çok iyi anlamış beni. Kırmızı Pelerinli Kent’teki mesele şuydu; insan kendi hikâyesini niye anlatır? “Tam da serginin ele aldığı konu üzerine yazmışsın, böyle bir roman çıkarmışsın. Yaparsın,” dedi Beral Hanım. Bana çok cesaret verdi hakikaten. ‘Kırmızı pelerin’in kendisi üzerine düşünerek başladım oradaki Narkissos, Orpheus miti üzerine. Kendi imgenle karşılaşmak… Kırmızı Pelerinli Kent’in kendini özetlersek… İmgenin kendisiyle birleştiği an, yani bir ölüm anı. Narkissos’un ırmaktaki yüzüne kavuştuğu an. “Ben anlatılan kendimim,” cümlesinden yola çıktım. Daha fazlası


de mes textes de mon livre Hayatın Sessizliğinde, « Les masques de Narcisse », était écrit dans une partie de l’exposition ouverte par Beral Madra. Beral Madra faisait il y des années de cela des expositions à partir d’autobiographies. A sa question « As-tu jamais pensé participer à une exposition ? » j’ai répondu « Beral, je suis à demi aveugle, je ne comprends rien aux arts visuels ». Elle m’a dit ceci : « J’ai lu le livre La ville dont la cape est rouge et j’ai vu que tu as beaucoup réfléchi à la question. » Elle l’avait lu et m’avait très bien comprise. Beral m’a dit : « Le sujet de La ville dont la cape est rouge est le suivant : pourquoi l’homme raconte-t-il sa propre histoire ? Tu as écrit sur le sujet même de l’exposition, tu en as fait un roman. Tu peux le faire ». Elle m’a véritablement encouragée. C’est en pensant à La ville dont la cape est rouge » que j’ai commencé à travailler sur Narcisse, le mythe d’Orphée. A superposer l’image… Si on devait résumer La ville dont la cape est rouge… Le moment de la réunion, c’est à dire le moment d’une mort. Le moment de La ville dont la cape est rouge où Narcisse retrouve son visage dans le fleuve. Je suis partie de la phrase « C’est moi qui me raconte ». Je ne vais pas au-delà. Ensuite nous avons envisagé la façon d’en faire une exposition. Et ce travail m’a plu. J’ai pensé à la façon dont d’autres textes pourraient être perçus, il fallait leur donner forme. Entre-temps j’ai participé à quatre expositions. Un domaine auquel je ne prétendrai pas car je suis réellement à demi aveugle, j’ai une vision de près quasi nulle, une hypermétropie de deuxième degré. C’est peut-être la raison pour laquelle je me bats tant avec les mots. Müge Gürsoy Sökmen m’a demandé « As-tu appris à lire très tôt » ? En effet, j’ai appris à lire toute seule à l’âge de 4 ans. « Tu as regardé les mots sans regarder le monde », disait-elle. « Tu regardes le monde avec les mots ». Pourtant je pense que votre visualité est importante. Et je ne suis pas le seul, beaucoup ont écrit sur ce sujet. AE Dans mes textes il y a des descriptions très détaillées,on les dit cinématographiques. C’est réellement ainsi que je travaille. Dans « La ville dont la cape est rouge », en écrivant une scène je pensais comme un peintre, un photographe. Je regardais longuement, je pensais à la partie du visage de la femme qu’éclairerait la lumière. J’ai appris cela de Nabokov. Il ne suffit pas de dire que la boîte de douceurs était sur la table; où était-elle précisément, où tombait son ombre, comment était

da değilim. Sonra nasıl sergileyeceğimize baktık. Ve sevdim o işi. Başka metinlerin de bir gözün önünde nasıl olabileceğini, bir formu olması gerektiğini düşündüm. Bu esnada dört sergiye katıldım. İddialı olamayacağım bir alan çünkü hakikaten yarı körüm, yakını hiç göremiyorum, iki derecenin üzerinde hipermetropum. Belki de bu yüzden sözcüklerle bu kadar uğraşıyorum. Müge Gürsoy Sökmen, “Sen okumayı çok mu erken öğrendin?” diye sormuştu. Evet, 4 yaşında kendi kendime öğrendim okumayı. “Sen dünyaya bakmadan sözcüklere bakmışsın. Sen sözcüklerle bakıyorsun dünyaya,” demişti. Ancak ben görselliğinizin önemli olduğunu düşünüyorum. Sadece ben de değil, bu konu hakkında birçok kişi yazdı hatta. AE Metinlerimde çok detaylı betimlemeler vardır, sinematografik derler. Hakikaten öyle de çalıştığım oluyor. Kırmızı Pelerinli Kent’te bir ressam ve fotoğrafçı gibi düşünüyordum sahneyi yazarken. Uzun uzun bakıyordum, ışık kadının yüzünün neresine vuruyor, diye düşünüyordum. Bunu da Nabokov’dan öğrendim. Masanın üzerinde tatlandırıcı kutusu duruyordu demek yetmez; tam olarak neredeydi, gölgesi nereye vuruyordu, pembe kapağı nasıldı... Bunlara bakmayı önerir Nabokov. Öyle bir bakış çabam elbette var. Açıkçası kendimi görsel yanı zengin bir yazar olarak hiç görmedim. Tam tersi, bilinçli bir şekilde, tam anlamıyla göremediği dünyayı sözcüklerle anlatmaya çalışan bir yazar olarak görüyorum kendimi. Tabii kendi yazımı doğru değerlendirecek son kişiyim elbette. Ne yapmaya çalıştığımı söyleyebilirim. Sonuçta tabii ki okur daha iyi değerlendirir; kâğıtta gördüğünden yola çıkarak. Aslında karmaşık bir nokta demek istediğim. Bir insan nasıl hem sözel hem de sinematografik olur bilmiyorum. Ama bu çabayı belki de veriyorum. Burada da körlüğün getirdiği bir dengesizlik olduğunu sanıyorum. Şu pembe üzerine hikâyeyi kuruveriyorum. Halbuki görsel yönü gelişmiş bir yazar buradaki her hikâyeyi dengeli bir şekilde oturturdu. Ben dengesizim bence. LA Ama fotoğraf da dengesiz olduğunda fotoğraf oluyor diye düşünüyorum. O pembe üzerinden benim bir fotoğraf çekmem; etrafı düzenleyip, dengeleyip mükemmellik katmadan fotoğraf çekmem onu fotoğraf yapıyor. Dünya mükemmel değil. Türkiye’de fotoğraf alanında böyle bir şey var; güzel, mükemmel fotoğraf çekmek. Hayat böyle bir şey değilse,


son couvercle rose... Nabokov conseille de regarder tout cela. Je tente sans aucun doute d’avoir un tel regard. Franchement, je ne me suis jamais considérée comme un écrivain riche du point de vue visuel. Au contraire, je me vois comme un écrivain qui tente d’expliquer avec des mots le monde qu’il ne peut percevoir totalement. Bien sûr je suis la dernière personne à faire une évaluation juste de mon écriture. Je peux dire ce que j’ai tenté de faire. En fin de compte c’est bien le lecteur qui évalue mieux, à partir de ce qu’il voit sur le papier. En fait ce que je veux dire est un point confus. Je ne sais pas comment on peut être à la fois verbal et cinématographique. Mais il se peut que je m’y efforce. Je pense qu’il y a là une instabilité due à la cécité. Je m’empresse de construire une histoire sur ce rose alors qu’un écrivain à la vision développée construirait ici toute histoire de façon stable. A mon avis je suis instable. LA Mais je pense que la photographie devient photographie quand elle est instable. Je ne prends pas de photo sur ce rose, je ne prends pas de photo en ordonnant l’environnement, en créant la stabilité parfaite, c’est la photographie qui le fait. Le monde n’est pas parfait. En Turquie, il y a quelque chose dans le domaine de la photographie : prendre une photo belle, parfaite. Si la vie n’est pas telle, pourquoi nous escrimons-nous dans la photographie à intégrer une fiction parfaite. Tout le monde n’est pas la beauté universelle, tout le monde a des défauts. Je trouve plus attrayant de passer par des défauts. Cacher ses défauts est à mon avis comme créer des histoires inexistantes. AE L’un des principaux textes du livre Hayatın Sessizliğinde

est Eksik Kalan. On peut le lire avec une interprétation lacanienne. Un défaut, un manque de complémentarité, c’est un œil inexistant. Là, il a été arraché, retiré à la femme. Oui, je découvre à ce moment ce qui explique mon écriture. Et dans mon livre je dis que je n’ai pas d’yeux, je vous montrerai l’obscurité et l’ombre. En ce moment je ne vois pas, et je ne peux monter l’obscurité s’il n’y a pas un peu de lumière. Il faut un peu de lumière. Ce qui manque ici est ce qui manque depuis le début. L’homme est toujours voué à manquer son histoire. Si j’étais photographe, si je devais rendre ce texte en photo, je commencerais peut-être par là. Comment photographier le manque ? Par exemple les photographies de Laleper sont parfaitement appropriées. Un monde inexistant, le manque et le néant... Peut-être l’art visuel est- une langue

biz neden fotoğrafta mükemmel bir kurgu içine girmeye debeleniyoruz. Herkes kâinat güzeli değil, herkesin bir kusuru var. Kusur üzerinden gitmek bana daha cazip geliyor. Kusurları saklamak, olmayan hikâyeler üretmek gibi bence. AE Hayatın Sessizliğinde kitabındaki en önemli metinlerden biri “Eksik Kalan”. Lacanvari bir yorumlamayla da okuyabiliriz. Bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık, olmayan bir gözdür. Orada gerçi koparılıp alınmıştır kadından. Evet, şu an kendim buldum kendi yazınımı açıklayan şeyi. Kitabımda da diyorum benim gözüm yok diye, size karanlığı ve gölgeyi anlatacağım. Şu an görmüyorum elbette, biraz ışık olmadan karanlığı da anlatamam. Azıcık bir ışık girmek zorunda. Burada eksik kalan şey baştan beri eksik olan. İnsan hikâyesi de hep eksik kalmaya mahkûm. Fotoğrafçı olsaydım, bu metni fotoğrafa taşımak zorunda kalsaydım belki buradan başlardım. Eksikliğin fotoğrafı nasıl çekilir? Mesela Laleper’in fotoğrafları oturuyor tam oraya. Doğmamış bir dünya, eksiklik ve yokluk... Belki de görsel sanat çok daha kuvvetli bir dil, burayı yakalamak için.

Metinleri nasıl seçtiniz kitap içinden? LA Çok duygusal bir şey, sistematiği yok. Metni okuyup bu buna uyar gibi bir şey değil. Mıknatıs gibi çekildiler. Kitabı o kadar çok okuyunca ve çektiğin fotoğrafları bilince bir şekilde birleşme doğal olarak gerçekleşti. Duygusu çok iç içe geçtiğinde buluyorlar birbirlerini bir şekilde; bunun bir tarifi yok. AE Belki bir sene sonra yapsaydınız bu sergiyi başka fotoğraflarla başka cümleler bir araya gelecekti. LA Onu yapabildiysem eğer, bu iş sözle, gözle çoğalabilir diye düşünüyorum. Aksi halde tek bir tanıma hapsettiğimiz, tek bir açıklaması olan bir yazı-fotoğraf orada yazılıyor ve bitiyor diye düşünüyorum. Burada bitmeyen şey o çoğalmayı sağlıyor. Ne zor anlatmak... Söyledikçe kendi cümlelerimden korkuyorum. AE Kitap üzerinden de anlatmak zor. En zorlandığım kitap budur.

LA Boğaziçi Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra,okula dia gösterisine çağırmışlardı. Çocuklar fotoğraflara bakıp


plus puissante pour capter cela. Comment avez-vous choisi les textes dans le livre ? LA C’est quelque chose de très émotionnel, pas systématique. Pas comme si en lisant un texte on y associait une photo. Elles ont été prises comme sous l’effet d’une force magnétique. Après avoir tant lu le livre et connaissant mes photographies, l’association s’est opérée naturellement. En quelque sorte textes et images sont émotionnellement liés et s’associent spontanément ; c’est indescriptible. AE Peut-être que si cette exposition était faite l’an prochain, d’autres photographies et d’autres phrases se seraient associées. LA Si j’ai pu la faire, je pense que ce travail peut être amplifié

du point de vue verbal et visuel, sinon l’écrit-photographie enfermé dans une description unique est inscrit sans suite. Ce qui est infini assure cette amplification. Comme c’est difficile à expliquer... En le disant, je crains mes propres phrases. AE C’est difficile aussi d’expliquer le livre. C’est celui qui m’a été le plus difficile. LA Quand j’ai été diplômée de l’Université de Bosphore, une école m’a invitée à montrer mes diapos. Les enfants ont regardé les photos et m’ont demandé : « Il y a beaucoup de blanc dans vos photos, est-ce le reflet de votre mélancolie ? » J’ai dit : « On peut dire cela. Et pour vous, cela reflète quoi ? Voulezvous me définir par exemple comme une photographe qui fait des photos mélancoliques ? » On veut me mettre dans une case et me définir en fonction de mon travail. Je veux retirer aux gens ce genre de définition. Puis-je être une photographe mélancolique si je ne photographie que le blanc ? Ou bien serais-je une femme d’essence très mélancolique ? Ni l’un ni l’autre ne sont vrais. Par exemple, on me demande : « Qu’avezvous ressenti dans ces moments-là ? ». Je ne sais pas. Le blanc, est-ce la mélancolie ? Aujourd’hui à ça l’est, demain ce sera autre chose. Il n’y pas de définition unique. Il y aura certainement des choses manquantes. Je pense qu’il ne faut pas définir à tout prix le sentiment, la photographie, l’écrit. AE Je pense que le vide est ce que les gens tolèrent le plus

difficilement. C’est très difficile de regarder le vide. C’est un

şöyle bir şey sordular: “Sizin fotoğraflarınızda çok beyaz var, bu içinizdeki hüzne mi karşılık geliyor?” Ben de “Diyelim ki geliyor. Bu sizde neye karşılık geliyor? Beni mesela hüzünlü fotoğraf çeken bir fotoğrafçı olarak mı tanımlamak istiyorsunuz?” dedim. Beni bir yere koymak yaptığım işi bir şekilde tanımlamak istiyor. İşte ben o tanımı insanların elinden almak istiyorum. Sırf beyaz çekip hüzünlü bir fotoğrafçı olabilir miyim? Ya da içim çok huzurlu bir kadın mı olurum? Bunların hiçbiri doğru değil. “O anda neler hissettiniz?” diye soruyor mesela. Bilmiyorum. Ya da beyaz hüzün müdür? Bugün hüzündür, yarın başka bir şeydir. Tek bir tanımı yok. Eksik kalan bir şeyler mutlaka olacak. Duyguyu, fotoğrafı, yazıyı illa ki tarif etmemek lazım diye düşünüyorum. AE İnsanların sanırım en zor katlandığı şey boşluk. Boşluğa bakmayı bilmek çok zor. Bu kitapta da okuru zorlayan yönlerden biri bu. Kişisel bir hikâye, bir kişi yok, belli bir duygu, belki hafif hüzün duygusu var ama acı duygusu bile daha katlanılabilir. Aslında varoluşsal bir boşluk. O duygunun içinde tutmak istedim. İmgeler, metaforlar var; yer yer güçleniyor ama hiçbiri birbirinin anahtarı değil. Gerçek hayatta da böyle. Hayatın bir anlamı yok. Kilit yeri yok. Hayatın anlamı budur, anladım bitti diyebileceğin bir şey yok. Bu boşluğun içinde bir şekilde akıp gitmeyi öğreniyorsun. Sözcükler, resimler ise belki bu boşluğu biraz doldurma çabası. Boşluğun içinden fotoğraf çekiyorum da diyebilirsin, konuşacağım da. Belki de farklı okumalara açık oluşunu da kılan o boşluk. LA Ama bir yandan da engelleyen bir şey. AE Edebiyatın artık sınırında bir kitap Hayatın Sessizliğinde, iyice kenarından, marjinal bir yerinden gidiyorum artık. Okuyucunun işini kolaylaştıracak bir şeyler yapabilirim pek çok yerde ama yapmıyorum. Güzel bir hikâye katabilirim, istediğim duygusal etkiyi yaratabilirim. 25 yıllık bir yazar olarak; hüzün mü, neşe mi, ağlamak mı istiyor okur,onu verebilirim. Ama izin vermiyorum okura. Böyle bir duygusal özdeşleşme alanı tanımak istemiyorum. Edebiyatta okurların istediği budur aslında; duygusal özdeşleşme. Ama bu, işin biraz kolayına kaçmak bence. LA Bu bence fotoğrafta da böyle. Türkiye fotoğrafında da, yani ‘80 sonrası çekilen fotoğraflarda mutlaka o duygudaşlığı yakalamak, tarif edebilmek o boşluktan kurtulmak istiyorlar.


des aspects de ce livre qui est contraignant pour le lecteur. Dans une histoire personnelle, l’absence de personnage, un sentiment précis, peut-être un léger sentiment de mélancolie, même un sentiment douloureux est tolérable. C’est en fait un vide existentiel. J’ai voulu persister dans ce sentiment. Il y a des images, des métaphores, parfois plus fortes, mais aucune n’est la clé de l’autre. Il en est ainsi dans la vraie vie. La vie n’a pas de sens. Il n’y a pas de serrure. C’est cela, le sens de la vie, rien dont je puisse dire que je l’ai compris. On apprend à survivre dans ce vide. Et les mots, les images, ne sont peut-être qu’une tentative de combler ce vide. On peut dire que je photographie dans ce vide, j’en parlerai. Et peut-être que ce vide acquiert une forme évidente selon les lectures. LA Mais d’un côté c’est une entrave. AE Hayatın Sessizliğinde est un livre en marge de la littérature. Je prends désormais un côté affranchi, marginal. Je pourrais très souvent faciliter la tâche du lecteur, mais je ne le fais pas. Je peux construire une belle histoire, susciter un sentiment. J’écris depuis 25 ans, si le lecteur veut être triste ou joyeux, s’il veut pleurer, je peux lui procurer ces sentiments. Mais je ne le lui permets pas. Je ne veux pas d’un espace de partage des sentiments. C’est en fait que les lecteurs attendent de la littérature, le partage des sentiments. Mais à mon avis c’est un peu rester dans la facilité. LA C’est d’après moi la même chose dans la photographie. En Turquie, dans les photographies prises après 1980, on veut absolument capter ce partage des sentiments, définir, échapper à ce vide.

Il y a d’une part vos textes très appréciés, accessibles, et d’autre part vos chroniques de journaux. Où placer les textes du livre Hayatın Sessizliğinde ? Où avez-vous voulu faire dans l’originalité ? AE J’ai mis 6 ans à écrire ce livre, il n’a pas émergé du jour au lendemain. C’est mon style. Mes éditeurs ne cessaient de me mettre en garde de ne pas faire autre chose, me conseillaient de retourner à ce roman. Mais c’était ma seule façon d’avancer. « Le bâtiment de pierre » en est proche aussi. Il contient tant de voix et de silences. Il raconte une histoire mais le narrateur n’est pas unique, on passe d’un narrateur à l’autre. C’est

Bir yandan çok sevilen, içine girilen metinleriniz var diğer yandan da gazete yazılarınız. Hayatın Sessizliğinde kitabındaki metinler nerede duruyor? Asıl yapmak istediğiniz mi bu mu yoksa? AE Bu kitabı 6 yılda yazdım; bir günden diğerine çıkmadı. Asıl tarzım bu. Yayıncılarım da hep uyardı, yapma etme, dön şu roman işine diye. Ancak gidebildiğim yol bu. Taş Bina ve Diğerleri de biraz yakın buna. Hep sesler ve hep sessizlikler vardır orada da. Hikâye anlatır ama anlatıcı tek kişi değildir; anlatıcıdan anlatıcıya geçer. Onun için okura yine kolay bir alan vermem. Kim öldü, kim sağ kaldı, kim ele verdi, kim ele verildi? LA Taş Bina ve Diğerleri kitabındaki Sabah Ziyaretçisi’ni açıp baktım bu sabah. “Çoğumuzun yaraları daha sessiz,” diyor. Ne kadar çok şey söylüyor aslında bu cümle; “Çoğumuzun yaraları daha sessiz”. Şimdi siz burada ne demek istiyorsunuz diye sorulabilir aslında. Ama demek istediğini demiş zaten.”Son sahipsiz çığlık” diyor mesela. Sahipsiz nedir yani? Çığlığı birisi atar. O kadar teknik düşündüğünüzde tabii ki altüst ediyor bir şeyleri. Bu bana inanılmaz çağrışımsal geliyor aslında. Düz anlamları yok edip yan anlamları üzerinden gidildiğinde bu bana da fotoğraf için alan tanıyor.

Sizin fotoğrafçılığınızda şehirler önemli. Buradaki metinler de zamansız ve mekânsız. Bir mekân olarak Paris’le bu metinler nasıl buluşuyor? LA Bir önceki non paris çalışmamdan başlayıp buna geleyim. Paris çok nefret ederek gittiğim bir şehirdi. Birden dönüştü ve Paris’i çekmeye başladım. Paris fotoğrafın doğduğu şehir. Bugüne kadar Paris’le ilgili her alanda milyonlarca iş üretilmiş. Belki Paris’in çekilmemiş fotoğrafı bile kalmamıştır. Fotoğrafları çektikten sonra düşündüm ve “Bayağı bir cahil cesareti göstermişim,” dedim. non paris oradan çıktı aslında. Paris olmayanı çekmek benim için daha farklı bir şeydi. Burada da aslında bakıldığında, birkaç arkadaşım, “Bunların Paris’te çekildiği belli olmuyor” demişti. Tam da böyle bir şey işte. Hem zamansız hem mekânsız olması, belirsizliği daha da çoğalttığı için bana cazip geliyor.

Sizin de bazı metinlerinizde şehirler önemli. Kırmızı Pelerinli Kent’te Rio önemliydi mesela. Bu kitap pek yüz vermiyor ama mekân konusunda neler söylersiniz?


pourquoi je ne facilite pas la tâche du lecteur. Qui est mort, qui reste en vie, qui trahit, qui est trahi ? LA Ce matin j’ai ouvert le livre Le bâtiment de pierre et j’ai lu Sabah Ziyaretçisi. Il y est écrit « Les blessures de la plupart d’entre nous sont plus muettes ». Cette phrase veut dire tant de choses : « Les blessures de la plupart d’entre nous sont plus muettes ». On peut se demander ce que vous avez voulu dire ici. Pourtant tout est dit. Par exemple « Le dernier cri d’abandon ». Qu’est-ce que l’abandon ? On pousse un cri. Certaines choses dérangent bien sûr quand on réfléchit techniquement. Cela me paraît incroyablement associationnel. Supprimer les surfaces planes et suivre les chemins de traverse, c’est aussi ma démarche en photographie.

Les villes sont importantes dans votre univers photographique. Or, il s’agit là de textes hors du temps et de l’espace. Comment ces textes et Paris - le lieu - se rejoignent-ils ? LA Nous y viendrons, commençons par mon travail précédent non paris. Paris était une ville où je suis allée avec une grande aversion. Soudain elle a disparu et je me suis mise à photographier Paris. Paris est la ville de naissance de la photographie. Il y a à ce jour des millions de travaux relatifs à Paris, dans tous les domaines. Il n’y a peut-être plus une photographie qui n’ait été prise à Paris. Après avoir pris des photographies, j’ai réfléchi et je me suis dit « Tu as vraiment fait preuve d’un courage profane ». C’est de là qu’est né non paris. C’était pour moi plus différent de ce qui n’existait pas de Paris. Quelques amis m’ont dit. Il n’est pas évident que tu as photographié Paris. C’est précisément ainsi. Ce qui est hors du temps et de l’espace m’attire davantage, car cela amplifie le côté imperceptible.

Dans certains de vos textes aussi les villes ont de l’importance. Par exemple Rio dans La ville dont la cape est rouge. Ce n’est le cas de ce livre mais que diriez-vous des lieux ? AE Si on met de côté Kabuk Adam, dans mes autres livres les lieux sont parmi les principaux éléments. Même le personnage principal. Dans La ville dont la cape est rouge la métaphore centrale du livre est une ville, Rio de Janeiro. Bien sûr c’est

AE Kabuk Adam’ı bir kenara koyarsak diğer kitaplarımda mekân ana öğelerden biri. Ana karakter hatta. Kırmızı Pelerinli Kent’te kitabın ana metaforu bir kent; Rio de Janeiro. Tabii bu yaratılmış bir kent. Gerçekte öyle bir Rio var mı, yok mu? Her makul okur bu soruyor bir zaman sonra. Gerçekten kitabın kahramanı Özgür’ün ya da Aslı Erdoğan’ın anlattığı gibi mi Rio? Aslında iç dünyanın yansıtıldığı bir tuval o kent. Fakat hayat hiçbir zaman bu kadar basit değil, yazı da değil. Dış dünya da senin içine yansıyor. Rio kolay, o kitap için denk düşen bir şehirdi. Orpheus miti üzerine yazdığımı anladım bir noktada, bunun için ideal bir şehir. İstanbul’dan Orpheus ortaya çıkmaz. İstanbul için başka mitoslarla çalışmak gerekir. Rio’yu görür görmez Orfeu Negru filminin neden orada çekildiğini anladım hemen. Oradaki ölümle müziği duymamak için çok kütleşmiş olmak gerekiyor. Hayatın Sessizliğinde’de şöyle bir mekân var aslında: Camdan bakan bir kadın var. Geceye bakıyor. Dışarıda bir dış dünya var. Paris de olabilirdi ama İstanbul burası. Fakat Galata Kulesi yok. Okura ipucu verebileceğim bir şehir değil. O, bir şehre bakıyor. Ama ışığı arkasına alıp da geceye bakan biri kendi yüzünün yansımasını görür. O yansımanın arkasından dünya belirir. Çok fiziksel bir şey anlattığım; camdan bakarsanız yüzünüzü görürsünüz. O yansıma her şeyin üzerine biner. Koskoca dünya da o yüzün bir parçası olur. Bir bakıma senin yüzünün ardında koskoca bir dünya açılır. Az çok böyle baktım Hayatın Sessizliğinde’nin metinlerinde. Tam olarak dış dünyaya bakışım böyle. Kırmızı Pelerinli Kent’te de böyle aslında. Özgür’ün imgesiyle Rio’nun imgesi birbirlerinin üstüne binerler. Ama orada bir kişileştirme, bir metafor olarak kent var.

Fakat Hayatın Sessizliğinde’de ona ihtiyaç duymadım. Artık onu bile çaldım okurdan, öyle diyeyim. Benim dünyamda karanlık, bir çatlak var; masada bir delik, odaya vuran bir ışık var. Bu oda Viyana’da da olsaydı aynı oda olacaktı, İstanbul’da da olsa. Taş Bina’da yine bir mekân var, bir taş bina. Her yerde olabilecek bir taş bina. Bir karakol, akıl hastanesi, bir cezaevi olabilir. Taş bina da hikâye içinde değişiyor. Hatta en sonunda sadece duvarlara indirgeniyor. Başka hiçbir şey kalmıyor. Tepeden yağmurun yağdığı, altta çamurlu suların yükseldiği... Benim hikâyem bu, taş binam buymuş. Bir karakol veya işkencehaneden geriye kalan bu binanın kaburgası gibi. Yani mekân kullanımım biraz böyle oldu. Önce iç dünyanın yansıması gibi kuruyordum hikâyeleri, iç ve dış dünya birbirine


une ville créée. Une telle Rio existe-t-elle ou non ? Toute personne sensée pose la question au bout d’un moment. Le véritable héros du livre est-il le Rio évoqué par Özgür ou par Aslı Erdoğan? En réalité cette ville est une divagation reflétant le monde intérieur. Mais la vie n’est jamais aussi simple, pas plus que l’écrit. Le monde extérieur se reflète en toi. Rio était une ville facile, qui correspondait à ce livre. J’ai compris ce que j’avais écrit sur le mythe d’Orphée, c’était la ville idéale. Orphée n’émerge pas d’Istanbul. Pour Istanbul il faut travailler sur d’autres mythes. Dès que j’ai vu Rio j’ai compris pourquoi le film Orfeo Negro avait été tourné là. Il faut être vraiment simpliste pour ne pas y ressentir le lien entre la musique et la mort. Il y a par exemple un lieu dans Hayatın Sessizliğinde : une femme regarde par la fenêtre. Elle regarde la nuit. Au dehors il y a un monde extérieur. Ce pourrait être Paris mais c’est Istanbul. Pourtant la Tour de Léandre n’existe pas. Ce n’est pas une ville que je pourrais donner comme indice au lecteur. Elle regarde une ville. Mais celui qui regarde la nuit au-delà de la lumière voit le reflet de son propre visage. Derrière ce reflet apparaît le monde. J’ai raconté quelque chose de très physique, si vous regardez la vitre vous verrez votre visage. Ce reflet recouvre toute chose. Et l’immensité du monde devient une partie de ce visage. En un regard un monde infini se révèle derrière votre visage. C’est à peu près ainsi que j’ai regardé dans les textes de Hayatın Sessizliğinde. C’est mon regard sur le monde extérieur. C’est le cas dans La ville dont la cape est rouge. L’image d’Özgür et l’image de Rio se superposent. Mais là, il y a une ville personnifiée, une métaphore. Je n’ai pourtant pas ressenti ce besoin dans Hayatın Sessizliğinde. Je l’ai pour ainsi dire volée au lecteur. Dans mon monde il y a l’obscurité, une déchiruré; un trou dans la table, où jaillit une lumière. Si elle avait été à Vienne ou à Istanbul, cela aurait été la même pièce. Dans Le bâtiment de pierre il y a aussi un lieu, un bâtiment de pierre. Un bâtiment de pierre qui peut se trouver partout. Ce peut être un commissariat, un hôpital psychiatrique, une prison. Et le bâtiment de pierre change dans l’histoire, à la fin il se réduit même à des murs. Il ne reste rien d’autre. La a pluie tombe d’en haut, les eaux boueuses montent d’en bas... C’est mon histoire, mon bâtiment de pierre. Comme le châssis de ce bâtiment restant d’un commissariat ou d’une salle de torture. C’est un peu la façon

karışıyordu. Ne gerçek, ne değil? Bence gerçek hayatta da böyle. İstanbul dediğinizde bir tane İstanbul yok. Sizin İstanbul’a yansıttığınız kadar İstanbul var sizin içinizde. Her gün İstanbul’unuz değişiyor. Bu sergi için Fransız Kültür Merkezi’yle işbirliğiniz nasıl gerçekleşti? Açılış için ilk başta 8 Mart tarihini belirlemiştiniz, sonradan değişti. LA Ben bu projeyi aralık ayında Fransız Kültür Merkezi’ne önerdiğimde tarih belli değildi. Önce açılışın 8 Mart’ta olmasını önce tercih etmiştik. Teknik nedenlerle 10 Mart’a aldık. İlk açılış tarihi, hem Aslı’nın yaş günü hem Dünya Kadınlar Günü’ne denk geliyordu; birbirini bulmuş olması çok hoştu.

Peki kitap çalışması nasıl doğdu? LA Son işlerimde tek başına sergi değil, kitap da olmasından yanayım. Ve onun olması için de her türlü koşulu zorluyorum. Sergi bitecek, görüntüler çekilecek mutlaka o yayının kalması lazım. Türkiye’de fotoğraf albümü yayımlamak deveye hendek atlatmak gibi bir şey. Mutlaka bir destek bulmanız gerekiyor. Şimdiye kadar hep öyle oldu. Bu projeye en başından kitabı da olacak diye düşünerek giriştik. Hem kitabın, hem esasen bütün projenin Aslı Erdoğan’a armağan anlamı da var.

Son zamanlarda çok fazla Aslı Erdoğan röportajı okuduk, politik konulara değindiniz. Ancak benim en çok merak ettiğim şu, bundan sonra ne yazacaksınız? AE Köşe yazılarımdan oluşturduğum kitap, bir yıl öncesinden hazırdı. Aslında politik bir ün kazanmama rağmen, politik yazılarım şaşılacak kadar azdır. En politik yazım bile siyasetle uğraşan birinin “Bu mu politika!” diyeceği türden. Bir de Hayatın Sessizliğinde’ye benzeyen, köşe yazılarımdan da toparladığım, şimdi bir ölçüde gerçek hayat hikâyelerinden de beslenen metinlerim vardı. İki kitap çıkaracaktım ama her şey alt üst oldu. Geçen sene yayıncı krizi yaşadım. Meseleyi çözemediğim için kaldı. Tabii bu arada bütün hayatım değişti. Haziranda yurtdışına gidiyordum. Köşe yazarlığını bırakmıştım. Aralıklarla yazıyordum Özgür Gündem’e. 2015’te Polonya’daydım, Türkiye’nin karıştığı dönemi çok uzaktan izledim. Geçen sene ocak ayında döndüm. Son olarak da Cizre üzerine yapılan belgeseli izledim. “Ben bunu yazmalıyım,”


dont j’utilisais les lieux. D’abord je construisais des histoires comme le reflet du monde intérieur, puis les mondes intérieur et extérieur s’entremêlaient. Qu’est-ce qui est vrai, qu’est-ce qui ne l’est pas ? A mon avis il en est ainsi aussi dans la vraie vie. Il n’existe pas un seul Istanbul, celui dont on parle. Il y a en vous autant d’Istanbul que votre reflet dans la ville. Votre Istanbul change chaque jour. Comment s’est concrétisée votre collaboration avec l’Institut Français pour cette exposition ? Vous aviez fixé le vernissage au 8 mars puis la date a été modifiée. LA Lorsque j’ai proposé ce projet à l’Institut Français en décembre, la date n’était pas fixée. Nous préférions d’abord que le vernissage soit le 8 mars. Nous l’avons reporté au 10 mars pour des raisons techniques. C’était à la fois l’anniversaire d’Aslı Erdoğan et la Journée Internationale de la Femme, la coïncidence était plaisante.

Et comment est né le travail du livre ? LA Dans mes derniers travaux je souhaite non seulement une exposition personnelle mais aussi un livre. Et j’envisage toutes les possibilités. A la fin de l’exposition, les images seront retirées, il faut à coup sûr que l’écrit reste. En Turquie, publier un album de photographies c’est comme faire franchir un fossé à un chameau. Nous devons absolument trouver un soutien. Cela a été le cas jusqu’à maintenant. Nous avons entamé ce projet en pensant dès le début qu’il y aurait un livre. Le livre et l’ensemble du projet sont perçus comme un cadeau pour Aslı Erdoğan.

Dernièrement on a lu de très nombreux reportages d’Aslı Erdoğan, vous avez abordé des sujets politiques. Mais ce qui m’intéresse c’est ce que vous allez écrire ensuite. AE Le livre que j’ai fait à partir de mes chroniques journalistiques était prêt depuis un an. En fait, malgré une notoriété politique, il n’y a tant que cela d’écrits politiques. Même mon écrit le plus politique est de nature à faire dire aux spécialistes politiques « Quelle politique ! ». Et puis j’avais des textes semblables à Hayatın Sessizliğinde, rassemblés parmi mes chroniques et qui se nourrissent maintenant dans une certaine mesure des histoires de la vraie vie. Je devais publier

dedim. Bu benim sessiz kalacağım bir durum değil. Nerden esti aklıma? Nasıl bir çılgınlık anıydı? Ama duramadım. O arada da yayınevi krizi çıktı. Kitabım çıksaydı 1 Haziran’da Danimarka’da olmak zorundaydım. İki yıl orada kalıp tamamen edebiyata dönecektim. Tam vize için başvuracağım hafta tutuklandım. Birdenbire her şey iç içe geçti ve alt üst oldu. Tam köşe yazarlığını bırakacağım dediğim anda birdenbire köşe yazılarım Fransa’da, Almanya’da yayımlandı, ses getirdi. Bu kadar yazı hiçbir kitabımın üzerine çıkmamıştı. İnsan sevinsin mi üzülsün mü bilmiyor. Tabii anlıyorum, politika her zaman sanattan daha çok ilgi çekiyor. Kabul etmemiz gerek. En şaheser kitabı da yazsan üstüne üç yazı çıkar. Benim istediğim de aslında en fazla oydu. Üç yazı, iyi bir edebiyat dergisinde iyi bir yazı. Bunlarla yeterince tatmin almıştım. Türkiye’de değil ama yurtdışında gayet memnundum. Aslında köşe yazarlığına dönmek istemiyorum. Şu an dönemem de zaten; hiçbir gazete beni istemez. Zaten benim niyetim bütünüyle edebiyata dönmekti. Bir şeyi çok iyi öğrendim; benim hayat üzerine karar verme, stratejiler belirleme, geleceğimi hayal etme gibi bir lüksüm yok. Kafkaesk dediğimiz tam da budur: Hayatın üzerine karar veremiyorsun, hayatın üzerine karar çoktan verilmiş. Sen onu az, çok, zarifçe ya da perişan olarak taşıyorsun. Ne yazayım ki şimdi? Ne bileyim bir sene sonra cezaevinde mi olacağım, mezarda mı, bilmiyorum. Ama iki kitap bitmiş durumda. Yayımlanmaları an meselesi. Bir köşe yazıları toplamı, bir de hikâyeler... İsimleri ne olacak? AE Kitaplarımın birinin adı Artık Sessizlik Bile Senin Değil. Diğerinin adını bilmiyorum. İsim seçmek o kadar zor ki. Benim yayınevime verdiğim söz var tabii. İki kitap bitmiş gibi bekliyor.

Peki, bu kadar şeyden sonra okur olarak ben nasıl metinlerle karşılaşacağımı merak ediyorum. AE İlk etapta çıkaracağım kitaplarımı milattan önce yazmış olduğum için birebir cezaevi üzerine olmayacaklarına eminim. Onu çabucak tüketmek niyetinde değilim. Çok satacağını bilsem bile yapamam. Ama bundan sonra yazacağım her şeyde cezaevinin gölgesi olacağına eminim. Fakat o gölge nasıl olacak ben bile bilmiyorum. Hatta fotoğrafçılardan, görsel sanatçılardan öğreniyorum. Dün bir röportaj için bir İspanyol


deux livres mais tout est allé sens dessus dessous. L’an dernier j’ai vécu la crise de l’édition, je n’ai pas pu résoudre la question. Entre-temps bien sûr ma vie a radicalement changé. En juin je me rendais à l’étranger. J’avais laissé mes chroniques, j’écrivais de façon sporadique pour Özgür Gündem. En 2015, j’étais en Pologne, j’ai suivi de très loin la période de confusion en Turquie. Je suis rentrée l’an dernier au mois de janvier. J’ai vu récemment le documentaire au sujet de Cizre. Je me suis dit « je dois écrire cela ». Ce n’est pas une situation où je reste muette. Comment cela m’est-il venu à l’esprit, était une période d’exaltation? Je n’ai pu m’arrêter. C’est alors qu’est survenue la crise de l’édition. Si mon livre sortait je devais être au Danemark le 1er Juin, y rester deux ans à me plonger dans la littérature. J’ai été arrêtée la semaine même où j’allais demander mon visa. Soudain tout s’est emmêlé, tout a été chamboulé. Juste moment où j’ai décidé de ne plus écrire de chroniques, soudain celles-ci ont été publiées en France, en Allemagne, elles ont fait du bruit. Aucun de mes livres n’avait suscité tant d’articles. On ne sait s’il faut s’en réjouir ou s’en inquiéter. Bien sûr je comprends, la politique attire toujours plus d’intérêt que l’art. Il faut l’accepter. Si on écrit un chef-d’œuvre il suscite trois articles. Ce que je voulais c’était cela tout au plus. Trois articles, un bon article dans une revue littéraire de renom. Cela me plaisait assez. J’étais très heureuse, pas en Turquie mais à l’étranger. En fait je n’aimerais pas reprendre les chroniques. Actuellement je ne le puis pas d’ailleurs ; aucun journal ne m’accepterait. Et mon intention était de revenir à la pure littérature. J’ai appris une chose, je ne peux pas me payer le luxe de décider de ma vie, d’établir des stratégies, de rêver à l’avenir. C’est exactement kafkaïen : on ne peut décider de sa vie, la décision a été prise depuis longtemps. On la supporte plus ou moins, avec élégance ou désolation. Qu’écrire à présent ? Je ne sais si d’ici un an je serai en prison ou au cimetière. Mais deux livres sont terminés. Le problème est le moment de leur publication. Un recueil de chroniques, et des nouvelles... Quels en seront les titres ? AE L’un des livres a pour titre Le silence même n’est plus à

toi . L’autre, je ne sais pas. C’est si difficile de choisir un titre. Je me suis engagée auprès de mon éditeur bien sûr. Il attend les deux livres terminés.

gazeteciyle buluştuk. Arkadaşı serbest fotoğrafçı olarak çalışıyor ama aslında ressam. Fotoğrafları da resim gibi. Rembrandt portreleri gibi fotoğraflar çekiyor. Ona “Ben kendi yüzümdeki cezaevini ilk kez senin çektiğin fotoğraflarımda gördüm,” dedim. Daha önce aynada da görmedim ama o fotoğraflarda gördüm. Son olarak bu sergiyle ilgili ne demek istersiniz? AE Bu projede önemli unsur kendiliğinden doğmuş olması. Biz birlikte çalışalım, ben sizin fotoğraflarınızı yazayım, siz benim metinlerimi fotoğraflayın şeklinde olmadı. Biz kendinden, bir yol ağzında buluştuk. LA İyi ki böyle bir tanışma oldu. En büyük teşekkürüm de, iyi ki bu dünyada Aslı Erdoğan diye biri yazı yazıyor. Büyük bir kazanç gerçekten. Bana çok dokunuyor yazdıkları ama iyi ki yazıyor ve bir yerde de o yazdıkları kalıyor.


En tant que lecteur je me demande comment je vais appréhender ces textes après tout ce qui s’est passé. AE D’abord, comme mes livres à paraître ont été écrits avant Jésus-Christ, je suis sûre qu’ils ne pourront avoir pour thème la prison. Je n’ai pas l’intention de l’exploiter aussi vite. Je ne peux pas, même si je sais que j’en vendrais beaucoup. Mais je suis sûre que dans tout ce que j’écrirai dorénavant il y aura l’ombre de la prison, sans que je sache moi-même comment sera cette ombre. J’apprends même beaucoup des photographes, des artistes visuels. Hier j’ai rencontré un journaliste espagnol pour un reportage. Sonami travaille comme photographe indépendant mais il est en fait peintre. Ses photographies sont comme des tableaux. Il prend des photos comme les portraits de Rembrandt. Je lui ai dit : « J’ai vu la prison sur mon visage pour la première fois dans tes photographies ». Ce que je n’avais pas vu dans le miroir, je l’ai vu sur ces photographies.

Pour terminer, que voulez-vous dire de cette exposition ? AE L’élément important dans ce projet émerge de lui-même.

Cela n’a pas été du genre : travaillons ensemble, je vais écrire vos photographies, vous allez photographier mes textes. Nous nous sommes trouvées de nous-mêmes, à l’orée d’un chemin. LA C’est bien qu’une telle rencontre ait eu lieu. Avec ma profonde gratitude, c’est bien qu’en ce monde une personne nommée Aslı Erdoğan écrive. C’est vraiment une grande réussite. Ce qu’elle écrit me touche énormément, mais c’est bien qu’elle écrive et que ses écrits restent quelque part.

Remerciements à Yasemin Bay et à Hüseyin Yıldız...

Yasemin Bay ve Hüseyin Yıldız’a teşekkürler...


Aslı Erdoğan (1967)

Laleper Aytek (1960)

İstanbul doğumlu yazar. Bilgisayar mühendisliği ve fizik okudu, yüksek lisansını CERN’de hazırladı. Rio de Janerio’da başladığı fizik doktorasını yarıda bırakarak yazmayı seçti, iki yıl Güney Amerika’da yaşadı. İlk romanı Kabuk Adam 1994’te, öykü kitabı Mucizevi Mandarin 1996’da yayımlandı. Mucizevi Mandarin Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. İkinci romanı Kırmızı Pelerinli Kent (1998) belli başlı dillerin tamamına tercüme edildi. Lire dergisi tarafından “Geleceğin 50 Yazarı” arasında gösterildi. 2005’te yayımlanan şiirsel düzyazı metni Hayatın Sessizliğinde Dünya Kitap tarafından yılın kitabı seçildi. 2006’da gazete ve dergi yazıları derlenerek Bir Kez Daha ve Bir Delinin Güncesi ismiyle yayımlandı. 2009’da Taş Bina ve Diğerleri öykü kitabı okuyucu karşısına çıktı. Uluslararası PEN dahil olmak üzere birçok kurum tarafından ödüllendirildi. Kitapları halen dünya dillerine çevrilmektedir. Aslı Erdoğan est une écrivaine née à Istanbul. Elle a étudié l’ingénierie informatique et la physique, et a préparé un master au CERN. Abandonnant à mi-parcours un doctorat de physique à Rio de Janerio, elle choisit l’écriture et passe deux ans en Amérique du Sud. Son premier roman Kabuk Adam est paru en 1994, son recueil de nouvelles Mucizevi Mandarin en 1996. Ce recueil suscite un vif intérêt en Europe. Son second roman Kırmızı Pelerinli Kent (1998) est traduit dans toutes les principales langues. La revue Lire l’a désignée parmi “les 50 auteurs du futur”. Son texte poétique Hayatın Sessizliğinde publiés en 2005 a été choisi comme livre de l’année par Dünya Kitap. En 2006, l’ensemble de ses textes écrits dans les journaux et revues a été publié sous le titre Bir Kez Daha et Bir Delinin Güncesi, et en 2009 est paru son recueil de nouvelles Taş Bina ve Diğerleri. En 2016, elle est arrêtée au motif qu’elle est membre du conseil consultatif du journal Özgür Gündem et relâchée au bout de 133 jours pour insuffisance de preuves. Elle a reçu de nombreux prix dont celui du PEN International. Ses livres sont traduits dans de nombreuses langues.

Türkiyeli fotoğrafçı, öğretim görevlisi, eleştirmen. İstanbul’da çalışıyor ve yaşıyor. 2000 yılından bu yana fotoğraf yazılarında, öznellik kapsamında “görme biçimleri” ve “fotoğraf tarihi” üzerine yoğunlaşmaktadır. Bu temel yaklaşımını “Fotoğraf Tarihi Kanonunu Yeniden Düşünmek: Öznellik Üzerine Bir İnceleme” başlıklı yüksek lisans tezinde geliştirmiştir. 2009’dan bu yana Koç Üniversitesi, Medya ve Görsel Sanatlar Bölümü’nde (MAVA) fotoğraf dersleri vermektedir. Yayımlanmış çalışmaları arasında fotografik düşünce üzerine yazılarını bir araya getirdiği Kendine Ait Bir Fotoğraf (2005) ile Issız (2013), Palimpsest Istanbul (2010), non paris (2014) fotoğraf albümleri sayılabilir. Aytek 1991’den bu yana 17 kişisel sergi açtı, 22 grup sergisine katıldı, 1 solo ve 7 grup sergisinin küratörlüğünü üstlendi. Laleper Aytek est une photographe, enseignante et critique turque. Elle vit et travaille à Istanbul. Depuis 2000, ses travaux photographiques au contenu subjectif sont axés sur “les façons de voir” et “l’histoire de la photographie”. Elle a développé cette approche dans sa thèse intitulée “Repenser les canons de l’histoire de la photographie : une étude de la subjectivité”. Depuis 2009, elle donne des cours de photographie au Département des Medias et Arts Visuels (MAVA) de l’Université Koç. Parmi ses travaux publiés figurant ses écrits sur la pensée photograhique, on peut citer les albums Kendine Ait Bir Fotoğraf (2005), Issız (2013), Palimpsest Istanbul (2010), non paris (2014). Depuis 1991, elle a présenté 17 expositions personnelles, a participé à 22 expositions de groupe, et a été curatrice d’une exposition solo et de 7 expositions de groupe.


YAYIN NO PUBLICATION NO 1637

Laleper Aytek Kendi İçinden de Geçip Gitti mi Uzaklara? Partie au loin, au fond d’elle-même ?

KONSEPT CONCEPT

Laleper Aytek

TASARIM VE UYGULAMA GRAPHISME ET MISE EN PAGE

Çağla Turgul Çağdaş İlke Ünal

©2017, Laleper Aytek ©2017, Everest Yayınları 1. Baskı: İstanbul, 2017, 1000 adet 1ère édition İstanbul, 2017, 1000 exemplaires

ÇEVİRİ TRADUCTION

Shirin Mélikoff Sayar Esin Soysal Dauvergne

BASKI IMPRESSION

A4 Ofset A4 Ofset Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Oto San. Sitesi, Yeşilce Mah. Donanma Sk. No:16 34418 Kağıthane, İstanbul www.a4ofset.com Sertifika No: 12168

YAYINCI ÉDITEUR

Everest Yayınları Ticarethane Sk. No:15 Cağaloğlu, İstanbul T. 0212 513 3420-21 F. 0212 512 3376 info@everestyayinlari.com everestyayinlari.com twitter.com/everestkitap facebook.com/everestyayinlari

ISBN 978-605-185-125-9

Bu kitabın yayın hakları Everest Yayınları’na aittir. Everest, Alfa yayınları’nın tescilli markasıdır. Kitapta yer alan metinlerin tümü Aslı Erdoğan’ın “Hayatın Sessizliğinde” kitabından alınmıştır. Tous droits réservés aux éditions Everest. Everest est une marque déposée des éditions Alfa. Le titre de ce livre et tous les textes sont tirés du livre « Hayatın Sessizliğinde » d’Aslı Erdoğan avec son aimable autorisation.

Bu kitap, 10 Mart - 12 Nisan 2017 tarihleri arasında İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde açılan “Kendi İçinden de Geçip Gitti mi Uzaklara?” sergisi için hazırlanmıştır. Bu kitabın hiçbir bölümü fotoğrafçının izni olmaksızın elektronik ya da mekanik herhangi bir yolla çoğaltılamaz, yayınlanamaz, iletilemez veya diğer kullanımlara konu edilemez. Ce livre a été édité à l’occasion de l’exposition « Partie au loin, au fond d’elle-même ? » du 10 mars au 12 avril 2017 à l’Institut français d’Istanbul. Ce livre ne peut faire l’objet d’une diffusion ou publication totale ou même partielle, nifaire l’objet d’autres utilisations, sans l’autorisation de la photographe et de l’auteure.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.