Rusya’dan Sevgilerle M.Hakkı Yazıcı
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
1
Hayat Bilgisi
M. Hakkı Yazıcı, Ankara’da doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini yine Ankara’da tamamladı. ODTÜ Ekonomi Bölümü’nü bitirdi. M. Hakkı Yazıcı, halen Moskova’da çalışmakta ve yaşamaktadır. M. Hakkı Yazıcı’nın çalışma yaşamı ve kültürel faaliyetleriyle ilgili çeşitli öz yaşam öyküleri oldu; ama o, en çok hem bir 68’li hem de bir 78’li olması halini sevdi. Öykülerinin, şiirlerinin ve yazılarının bir kısmı Adam Öykü, Notos Öykü, İmge-Öyküler, Dünyanın Öyküsü, Kül Öykü, Adalı, Baraka, Bizim Gazete, Z&Z Akdeniz Kültürü, Memlekent, Yolculuk gibi dergilerde, sanal ortamdaki sanat ve kültür sitelerinde yayımlandı. Önemli bazı siyasal-kültürel dergilerin kurucuları ve yayın kurulu üyeleri arasında yeraldı. 2.Gila Kohen Öykü Yarışmasında Teşvik Ödülü ile ödüllendirilen M. Hakkı Yazıcı’nın “ Fanus” ve “Tiyatrocu” isimli iki öyküsü “Renkler, Öyküler...” seçki kitabında, 2002 yılında, “Dedem Dimitri” isimli öyküsüyse Mübadele Öyküleri seçki kitabında 2010 yılında yayımlandı. Mart 2013 tarihinde “Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız” isimli bir anı kitabı Dipnot Yayınları arasında. yayınlandı. E-Posta
M. Hakkı Yazıcı
: mhyazici@gmail.com
Rusya’dan Sevgilerle
2
İçindekiler çindekiler : Rusya’dan Sevgilerle: Gezilesi, görülesi Moskova!.. Benim Ded Maroz’um senin Noel Baba’nı döver! döv Vladimir İgor Balıktan Döndü Kardan Kadın yapmak Müjde!.. Bahar Moskova’ya da geliyor… Hediye Almanın Zorluğu Kuyruklu Yaşam Paskalya'dan İnsan nsan Manzaraları Okumadan Yazan Taksici Çukça Martın Sekizi yakındı,.. geldi geçti Spasiba Deduşka Nazım, hep bizimle… Geldi çattı mantar toplama zamanı! Meteor Tehdidi Altında Akşam Ak Yemeği Daçaya veda Probki Futbol muhabbeti her zaman tatlı olur “Kredi Sözleşmesi” mesi” engel Rusya’yla “sigil sigil ay lulu”dan daha derinlikli stratejik işbirliğine i Lenin’i anmak ve anlamak
Rusya’ya Özgü: Semaverde yapılan çayı içmenin keyfi başkadır ba Troyka Avoska M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
3
Elveda Portyanki! Beryoza Kar Tanesi – Snejinka İzbe Rus atasözlerinden seçmeler Bizim "saray"ımız Rusların kileri mi? Kalaşnikov Çeburaşka : Rus çocuklarının hayal dünyasında sevimli bir dost Rus Ruletinin Kökeni Rus İnsanı
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
4
Gezilesi, görülesi Moskova!.. Moskova, seyahat meraklılarının öncelikle görmeleri gereken dünyadaki en önemli kentlerden biri…Niye diye soracak olursanız, bunun tarihi, kültürü, güzelliği gibi pek çok sebebi var. Bir kere dünyanın önemli metropollerinde olan her şey Moskova’da var: Parlak bir gece hayatını, lüks otelleri ve restoranları, barları ve kafeleri, büyük alışveriş merkezlerini burada bulabilirsiniz. Sağlam bir kültürel geçmişi olan Rusya’nın başkentinde diğer bütün metropollere fark atacak çokluk ve kalitede tiyatro, opera, bale eserlerini izleyebilirsiniz. Moskova’daki sayısız müzeyi hakkıyla gezebilmek içinse çok uzun ve yoğun bir seyahat programına hazır olmanız gerekir. Bir Batılı için anlaşılması zor, bilinmezi çok olan Rusya, aynı Türkiye gibi, coğrafyası ve kültürü itibariyle, hem batılı, hem de doğulu,.. toprakları hem Avrupa’da, hem de Asya’da olan bir ülke…Avrupa’nın doğusunda, Asya’nın kuzeyinde yer alan Rusya, 14 ülkeyle sınır komşusu ve sınır uzunluğu bakımından da dünyada birinci sırada… Yüz ölçümüyse 17.075.400 km². Baltık Denizi’nden Bering Boğazı’na kadar uzanan, 11 saat dilimini kapsayan bu dünyanın coğrafi olarak en büyük ülkesi, tarihi, coğrafyası, insanı, kültürü ve sanatıyla keşfedilmeye değer çok şeye sahip.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
5
Başkent Moskova ise Rusya’nın kalbi, beyni, her şeyi…Siyasi, tarihi, ekonomik, kültürel ve manevi merkezi. Rusya’nın en gelişmiş bölgesinde, Rusya düzlüğünün ortasında bulunan 13 milyonluk nüfusuyla çok önemli bir merkez. Tolstoy’un dediği gibi her Rus Moskova’yı kendi annesi gibi görür. Moskova’nın hikayesi bir bakıma Rusya’nın da hikayesi. Hem içeriden, hem de dışarıdan göç alan Moskova, giderek gelişiyor, büyüyor. Moskova halka halka büyüyen bir şehir. Moskova’nın nerdeyse sembolü haline gelen Metro haritasına baktığınızda da bunu görürsünüz. Metro da aynı bu şekilde merkezdeki bir halkanın etrafında oluşmuş. Kremlin’in yakınındaki Balşoy Moskvaretskiy Köprüsü’nde durup Moskova Nehri’ne bir çakıl taşı attığınızda taşın suya düştüğü yerde iç içe geçmiş büyüyen halkalar oluşur. Moskova da hemen hemen aynı yerden başlayarak halka halka büyümüş, büyümeye de devam ediyor. En içte Kremlin’in duvarlarından oluşan ilk halka var. En dışta ise 108 km.’lik Moskova Çevre Yolu, Moskova’yı çepeçevre sarar. Çevre yolunda arabayla bir noktadan hareket ederseniz, hiçbir yere sapmadan dolaşarak aynı noktaya gelirsiniz. Kuruluşu 1147’ye dayanan Moskova, Avrupa’nın en büyük kenti. Nüfusu 2002 sayımlarına göre 10,4 milyon. Ama fiilen ülke içi öteki kentlerden ve dünyadan gelenlerle günlük nüfusun 13-13,5 milyon olduğu kabul ediliyor. 1156’da Yuriy Dolgorukiy tarafından ahşap olarak yaptırılan, sonra defalarca yangınlar ve yıkımlar yaşayan Kremlin Sarayı, Kızıl (eski Rusçadaki anlamıyla Güzel) Meydan, Tverskaya ve Arbat caddeleri, Puşkin ve Tretyakov müzeleri, Lermantov ve Şalyapin evleri, tiyatroları, sinemaları, parkları, nehri, kilise ve camileri, alışveriş merkezleri, eğlence hayatı ve 1931’den bugüne gelişerek 150 civarındaki istasyonuyla başkent ulaşımını kısmen rahatlatan dev Moskova Metrosu ile görülmeye değer eşsiz bir dünya kenti Moskova. Hep iyi taraflarından bahsetmek mümkün değil; bilmeden seyahat edecekleri uyarmak gerekiyor. Ne yazık ki Moskova pahalı bir metropol. Rusya başkenti, 2006 yılında Marcer Human Consulting adlı araştırma merkezinin Avrupa, Asya, Kuzey ve Güney Amerika ve Avusturalya’yı kapsıyan dünyanın 144 gelişmiş şehrinde yaptığı araştırma sonucunda Moskova tüm Avrupa, Amarika ve diğer ülkelerin metropollerini geride bırakarak dünyanın en pahalı şehri ünvanına sahip oldu. Rusya’da yaşadığınızı bilen eşiniz, dostunuz hazır siz oradayken bir fırsatını bulup gelip gezmeyi isterler. Tabii sizden de rehberlik etmenizi… Daha dostunuz gelmeden düşünmeye başlarsınız nereleri göstermeli diye. Bana soranlara, “Aman sakın kışın gelmeyin, o malum korkunç soğuğu nedeniyle sadece Kremlin’i, Kızıl Meydan’ı, Arbat’ı ve birkaç müzeyi görüp, Metro’da kısa bir M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
6
seyahat yapıp gidersiniz,” diyorum. Öyle ya Moskova sadece buraları değil ki! Ancak şu da bir gerçek ki Moskova’nın fotoğraflardaki, resimlerdeki bilinen imajı karlar altındaki Kremlin’dir. O soğuğu, ayazı yiyen birisi olarak bence o panoramanın sadece resimlerde olanı güzel. Sıkı giyinilip, hızlı ve programlı yapılanınaysa kesinlikle itirazım yok. Galiba en iyisi vakti olanlar için kışın birkaç günlüğüne Moskova’ya gelip yukarıda bahsettiğim hızlı, kısa turu yapmak; işin aslını ve uzun olanını ise güzel yaz aylarına bırakmak; Moskova’daki nehir turlarına katılmak, güzelim parklarını, bahçelerini gezmek, fıskiyelerinde ıslanmak, havuzlarına ayaklarınızı sallandırmak ve hatta çevre şehirlere yapılan günlük turlara katılmak. Haaa unutmadan söyleyeyim, Moskova’da “çimenlere basmak yasak” değil! Peki nereleridir Moskova’nın en gezilesi, görülesi yerleri? Şöyle bir sıralama yaparsak uzun bir liste oluşur: Kızıl Meydan, Kremlin,Katedral Meydanı, Büyük Kremlin Sarayı, Çar Topu, Çar Çanı, Aziz Vasili (Blajenni) Katedrali, Lenin’in Mozolesi, Bolşoy Tiyatrosu, Kurtarıcı ısa Kilisesi, Novodeviçi Manastırı, Tarih Müzesi, Puşkin Müzesi, Tretyakov Galerisi, Moskova’nın yüksek binaları, ışçi adam ve Köylü Kadın, Ostankino Televizyon Kulesi, Moskova Metrosu, Lujniki, Arbat, Kuskovo, Kolomenskoye, Botanik Bahçesi, İzmailov Parkı, Heykel Parkı, Moskova Metrosu,v.s.. Moskova’nın ve hatta Rusya’nın simgesi Kızıl Meydan ve Kremlin’in şöylece bir gezilmesi için çok fazla zamana gerek yok; yarım gün yeterli. Kısa süreli bir iş gezisinden artan bir zaman içinde buraları alelacele gezilip, bir de arka fonuna Kremlin alınan bir hatıra fotoğrafı çektirilirse eşe dosta ben Moskova’yı da gördüm denilebilir. Yukarıda saydığım yerlerden Sadovaya yani Bahçe Yolu içindeki yerleri görmek içinse en azından birkaç günlük bir zaman gerekli. Daha uzun süreli kalışlar ve burada yerleşikler için kuşkusuz başka bir gezip, görme programı gerekli.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
7
Benim Ded Maroz’um senin Noel Baba’nı döver! İgor, “Sen, bu yazma çizme işinde benden daha beceriklisin; bana yardım et,” dedi. “Hayrola?” diye sordum. Maksim, İgor’un sevgili oğlu, babasına ev ödevi vermişti: Ded Maroz’a hitaben güzel bir hediyeyi garantileyecek, ikna edici güzel bir mektup yazmasına yardımcı olmasını istiyordu. “Hediye işini hallederim de, bu mektup işi zor,” diye hayıflanıyor İgor. “Tamam,” dedim, “Takma kafana. Birlikte bir şeyler yazmaya çalışırız.” *** Yeni bir yılın arifesindeyiz…
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
8
Yılbaşı yaklaşıyor ya, yeni yıl kutlamalarının sembolü Noel Baba ya da Rusya’daki karşılığı “Ded Maroz” her köşe başında kendisini göstermeye başladı. Malum, Noel Baba, sadece sevincin ve kutlamanın değil, hediyenin de sembolü… Bir de gazetelere bazı haberler yansıyınca çocukları tatlı bir heyecan sardı. İrlanda'nın başkenti Dublin'de bir evin eski şömine bacasının gizli bölmesinde biri kız diğeri erkek, iki çocuk tarafından Noel Baba'ya hitaben kaleme alınmış 100 yıllık mektup bulunmuştu. Bir başka habere göre ise notebook arzusuna kavuşmak için Rusya Devlet Başkanı Dmitri Medvedev’e ve Ded Maroz’a mektup yazan Bryansk şehrinden orta okul öğrencisi Vika Petrova’yanın isteğini Medvedev olumlu cevap vermişti. *** Yoksulu, zengini, orta hallisi; herkes, kendisine, kesesine uygun bir yılbaşı kutlamasının peşinde. Maksat, acısıyla, tatlısıyla her şeyi unutup birkaç saatliğine mutlu olabilmek. Ya sonra!?.. Sonra hayat kaldığı yerden devam edecek… Moskova, o ünlü karlı, beyaz görüntüsüne büründü bile. Hayatı zorlaştırsa da durmaksızın yağan kar insanları mutlu ediyor. Yılbaşı heyecanı herkesi sardı. Sevdikleriyle nasıl bir yılbaşı geçirileceğinin planları çoktan yapıldı; hediyeler alındı.. Rusya'da yılbaşı olur da, Ded Maroz’suz olur mu? *** Igor, Ded Maroz’un gün geçtikçe Noel Baba’laştırılmasına çok içerliyor. Yeni nesilin de, tabii ki oğlu Maksim’in de bu yabancı etki altında kalmasından rahatsız. Ded Maroz ya da Ayaz Dede, Rusların,Slavların kendi Noel Babalarına verdikleri isim. Ancak Rusya’da her şey de olduğu gibi Batılılarınkinden farklı. Her ne kadar globalleşmeye ayak uydurmak çabasıyla, görüntüsü her geçen yıl Batılı Noel Babaya benzetilmeye, giysisinin renkleri maviden, kırmızıya dönüştürülmeye çalışılsa da Ded M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
9
Maroz farklı. Hem kültürü, hem de görüntüsüyle. Moskova Ded Maroz Okulu Müdürü Aleksandr Frolov, “Rus Ayaz Dede, batıdaki Noel Baba’dan çok farklı. Bizim Ayaz Dedeler daha insancıl, daha sıcakkanlı ve daha neşelidir,” diyor. *** “Biliyor musun?” diyor İgor, Halinden araya yine bir fıkra sıkıştıracağını anlıyorum. Ama tutmak ne mümkün; “Bir yılbaşı gecesi Ded Maroz’la Santa Klaus (Noel Baba) Sibirya’da küçük bir köyde, bir evin önünde karşılaşmışlar,” diye başlıyor.
“Pek beklemedikleri bir anda karşılaşmış olduklarından her ikisi de şaşkınmış. Bir sure birbirlerini süzüyorlar. Noel Baba, sessizliği bozup, ‘Hello!’ diye söze başlıyor. İngilizce konuşan koca göbekli meslekdaşını garipseyen tavırlarla süzmeye devam eden Ded Maroz, başıyla selamlıyor. Noel Baba, ‘nasıl gidiyor işler?’ diye sorarak muhabbetini sürdürüyor. Ded Maroz, ‘Eh işte idare ediyoruz,’ diye cevap veriyor. Hafifçe kafayı bulmuş olduğu her halinden belli olan Noel Baba, şen şakrak konuşmasını surdürüyor. ‘Yahu üstad, yabancılar için bu ülkede iş yapmak çok zormuş;.bürokrasi, katı kurallar, eski alışkanlıklar, yolsuzluk, trafik sorunu, her şey M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
10
insanı yıldırıyor.’ İgor, lafın bu sırasında yüzüme bakıp bana laf dokundurduğunu ima eden bir şekilde göz kırpıyor. ‘Bilmem ki,’ diyor Ded Maroz. ‘Ben bu ülkede doğdum, büyüdüm. Başkasını bilmiyorum. Belki de haklısın…’ diye kısa kesiyor. Kol kırılır, yen içinde kalır. Bir yabancının yanında kendi ülkesini kötüleyecek değil ya… Neyse biraz hoşbeşten sonra sıra işe geliyor. Ded Maroz,’Evin bacasını gösterip sen önden buyur,’diyor, ‘Ne de olsa misafir sayılırsın.’ Aslında Ded Maroz, kibarlıktan ziyade kurnazlık peşindeymiş. Noel Baba’nın koca göbeği ve bu sarhoş haliyle bacadan içeri girebilse bile çıkarken sıkışacağını anlamış. Nitekim de öyle olmuş Noel Baba bacanın içinde şıkışıp kalmış. Ded Maroz, “Hay allah, dostum biraz sabret ben bir koşu itfaiyeye haber vereyim, gelip seni kurtarsınlar,’diyor cep telefonundan yakındaki kasabanın itfaiyesini arayıp, durumu anlatıyor. Sonrasında o köydeki işini bitirip, görevini tamamlamak üzere diğer köylere doğru yola çıkar.” İgor, tepkimi ölçmek için bana bakıyor. “Eee?..”diyorum. İgor,”Bu kadar,” diyor. “Anekdot bu kadar.” ***
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
11
Rus çocukları, bu yılbaşında da, hayallerini süsleyen Ded Maroz’un ona eşlik eden torunu Sneguroçka’yla ( Kar Prensesi) birlikte üç atın çektiği geleneksel kızaklı arabası Rus troykasıyla gelip onlara hediyelerini vermesini bekleyecekler. Ve tabii ki umdukları hediyeleri alanlar çok mutlu olacaklar. Ded Maroz, bu hediyelerin yanısıra dünyanın barışı, sevgiyi, mutluluğu hak eden bütün çocuklarına mutlu, huzurlu bir yeni yıl armağan etmek istiyor. Herkese, ırk, din, dil, milliyet, cinsiyet ayrımı yapmaksızın, kardeşçe yaşanan, mutlu, sağlıklı, refah içinde yeni bir yıl dileğiyle!...
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
12
Vladimir Yılbaşı yaklaşıyor. Rusya’da on günlük uzun bir tatil var; herkes çoktan tatil planlarını yaptı ve gitti. Bense buradayım. Bu uzun on gün yalnız başıma nasıl geçecek diye kara kara düşünüyorum. Nasıl vakit geçirsem? Dolaşsam, Arbat’a gitsem. Eğer oradaysa, sokağın başını mekan tutan dostum Vladimir’in saksafonundan çıkan ezgileri dinlesem… Vladimir Matiushionok, Belarusya Radyo-Televizyon Senfoni Orkestrası’nın solistlerinden. Yani önemli bir sanatçı, ama ekmek derdinden sokak müzisyenliği de yapıyor. İlk gördüğüm ve müziğini dinlediğimde biraz sohbet olanağı bulmuş, CD’sinden de almıştım. Benim Türk olduğumu ve müziğinin hayranı olduğumu öğrenince o da çok mutlu olmuştu.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
13
Moskova Metrosunda her köşede bir sokak çalgıcısı bulmak mümkün... Hangi metro istasyonunda kim çalar biliyorsun. Geçenlerde Arbat’ta metro girişinde akşam üzeri amfisiyle, çalgıcılarıyla bir orkestra kurulmuştu. Bateristin kocaman davulunun üzerinde “Arbat Beat” yazıyordu; demek ki orkestranın ismi bu. Ancak Vladimir’in yeri benim için başka… Bana göre çok önemli bir müzisyen. Vladimir’i uzun süredir göremiyor; merak ediyordum. Havalar malum çok soğudu; belki ondan gelmiyordur, diye düşünüyorum. Ama endişe etmiyor da değilim. Yoksa kötü bir şey mi; ağır hastalık falan mı var? Arbat Meydanı’na kadar yürüdüm. Sonra tabii ki sevdigim güzergahın başından sonuna kadar, eski Arbat Sokağı’nı baştan sona katettim. Meşhur Rus blininden yedim. Arbat Sokağı yine çok canlıydı. Sokak ressamları, müzisyenleri mutad mesailerindeydi. Sokağın başında Vladimir’i de görünce sevinçten deliye döndüm. Selamlaştık. Çalmaya ara verdiği bir sırada, “Yahu Vladimir, nerelerdesin, uzun süredir seni göremiyorum. Merak ettim,” dedim. “Merak edecek bir şey yok; orkestra ile uzun süreli bir turneye çıktık,” dedi. Mutlu bir şekilde gittikleri yerleri, verdikleri konserleri anlattı. İçim rahatladı. Beni mutlu etmek için çok sevdiğimi bildiği bir Rus şarkısını, “Kak upanitelniyi vı Rassiye veçeram”ı çalmaya başladı. Eksi on derece soğukta, ayakta, kımıldamadan, nefesim kesilmiş bir halde dinledim. Arkasından Beatles’dan “Yesterday”i çalmaya başladı. Bu parçayı da çok severdim ve onu sabaha kadar dinleyebilirdim; ama hava çok soğuktu. Soğuğa Vladimir kadar alışkın değildim. Elimi sallayıp, “Hoşça kal,” dedim. O ise dudaklarını saksafonundan, parmaklarını tuşlardan ayırmadan çalmaya devam ederken “güle güle” anlamında gözünü kırptı. İstemeye istemeye, arkamda saksafonundan çıkan güzelim ezgileri bırakarak uzaklaştım. 01 Ocak 2009, Moskova M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
14
İgor gor Balıktan Döndü
İgor, iş arkadaşım, yeni yıl arifesinde mutlu bir şekilde yanıma geldi; elimi her zaman olduğu gibi, bütün samimiyetiyle sıkıca kavradı, tokalaştı. Yüzünde yılbaşı arifesi neşesi vardı. Önündeki uzun tatilini her yıl severek yaptığı gibi, arkadaşlarıyla birlikte gidecekleri buz tutmuş nehir kenarında balık tutarak geçirecekti. Merak edip sordum; balıklar büyük mü, diye. Sol eliyle sağ kolunun bileğinden biraz ilerisine kadar işaret edip, balıkların büyüklüğünü anlattı. İşyerinden çıkarken ben de ona Türkçe “Rasgele İgor,” dedim. Rusya ve kış denince karsız, buzsuz bir panorama hayal edilemez. İlk göze çarpan manzaralardan biri de şu: Buz tutmuş nehirlerin, göletlerin üzerinde kendilerine uygun bir yer seçip, yerleşip, burguyla buzda açtıkları delikten oltayı sarkıtıp balık tutan öbek öbek insanlar… Igor’un yalancısıyım; buz kalınlığı 5 cm.’e ulaştığında üzerinde yürüyerek gezilebilirmiş; 10 cm.’e ulaştığında arabayla, 40 cm.’e ulaştığında kamyonla, 1 metreye ulaştığındaysa tankla geçilebilirmiş. Bu, bir Rus geleneği…Pek çok Rus için geleneksel "sosyalleşme" yöntemlerinden biri… Aslında çoğu kez maksat, balıktan ziyade, sıkıcı kış günlerinde bir bahaneyle evden çıkmak, soğukta bir şişe votkayı ahbaplarla beraber açık havada yudumlayıp hasbıhal etmek. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
15
Örneğin, Moskova’da, Leningradski Şose'de Moskova’yı Himki’ye bağlayan büyük köprünün ayaklarında donmuş nehrin üzerinde her zaman çok sayıda balıkçı görmek olası. Şehir dışına doğru, örneğin Dimitrovskoye Şose'den otuz kırk kilometre dışarıdaki göl bölgelerinde de balıkçılar bir hayli faal. Igor, işin ustası; daha uzaklara gitti. Moskova’dan yaklaşık ikiyüz kilometre uzakta Mojaisk’e gitti. On günlük uzun yeni yıl tatili boyunca İgor’un balık tutma serüvenini merak edip durdum. Tatil bitiminde, ilk iş gününde işe gittiğimde, her sabah yaptığımız gibi, bir gönül göndermesi olarak, o bana kendi dilimde dili döndüğü kadar “Günaydın,” dedi, ben de ona onun dilinde “Dobre utra,” dedim. Mutlu ve rahatlamış görünüyordu. Sabah çayımı alıp yanına seyirttim. Tatilinin nasıl geçtiğini, çok balık tutup, tutmadığını sordum. “Niçivo!..” deyip, pek bir şey tutamadıklarını anlatıp, kahkahalarını koyuverdi. Topu topu iki kilo kadar “podleşçik” tutabilmişti. Tuttukları balıkların yerine cep telefonunun kamerasıyla kaydettiği arkadaşlarıyla tükettikleri votkaların boş şişelerinin resimlerini, arkadaşlarıyla sarmaş dolaş çektirdikleri fotoğrafları gösterdi. O kasıklarını tutarak gülerken, mutlu, neşeli yüzüne baktım. Aslında balığa değil, dostlarıyla muhabbete gitmişti.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
16
Kardan Kadın yapmak Sabah bizim evin önündeki sokağı temizlemekle görevli Tacik “duvornik”in kar kürerken çıkardığı gürültüyle erkenden uyandım. Çıkmadan önce pencereden dışarı baktım; sanki hiç sona ermeyecekçesine kar yağmaya devam ediyordu. Bu arada Selçuk, telefon etti; neredeyse gelenekselleşen okul arkadaşları toplantısına, İzmir Urla’ya davet ediyordu. Bahar çiçekleri boy göstermeye başlamış, gelmezseniz bu görsel şöleni kaçırırsınız, pişman olursunuz, diyor. Selçuk karısıyla Urla’ya yerleşti. Güzel bir emeklilik hayatı yaşıyor. Yalnız o mu? Bizim arkadaş çevresinden birkaç kişiyi daha oralara aldı. Onları kıskanmamak mümkün değil. *** Türkiye’den bazı dostlar hava durumu haberlerini görüp hal hatır soruyorlar. “Hava çok mu soğuk, üşüyor musun?” diyorlar. Bu soğuk havalarda “Yandık…Yandık ki ne yandık!...” diyebilmek komik bir mecazi ifade kuşkusuz. Oralardan buraları anlamak zor. Moskova’da havalar bildiğiniz gibi…Yani yeni bir şey yok… Kar, buz, sasulka…Kış mevsiminin en soğuk günleri geldi, geçiyor.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
17
Rusların kışın neşeli bir şekilde uğurlanması, güneşin doğması, baharın sevinçle karşılanması ve hayatın yeniden başlaması anlamına gelen Maslenitsa(Масленица) Bayramı’nın 20 Şubat’ta kutlanmasının üzerinden çok geçti; ancak kış hala bütün haşmetiyle devam ediyor. Moskova’da yaşayıp da hava durumu haberlerine ilgisiz kalmak mümkün değil. Neyse ki ben artık alışanlar sınıfına girdim. Bahara az kaldı diye avunuyorum. Benim kriterim Moskova’da fıskiyelerin açılması… Bu sene de büyük bir ihtimalle,her sene olduğu gibi Nisan sonunda açılacaktır. Neyse fıskiyelerin açıldığı, parkların bahçelerin çiçeklerle donandığı günlere az kaldı. Biraz daha sabır… Ve baharla birlikte hayat yeniden canlanacak. ***
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
18
Dışarı çıktım. Bir iş görüşmem var. Bu havada İstanbul’unkine bile rahmet okutan meşhur Moskova trafiğinin doruğuna çıkacağı aşikar. Gideceğim yere Metro’yla ulaşmak en akıllıcası… Ancak yine de uzun bir yürüme mesafesi var. Deli kar taneleri yüzümü, göğsümü dövüyor, Üşüyorum!.. Soğuktan yılınca insanın bazen kendi kendine yahu ne işin vardı da güzelim memleketini bırakıp geldin buralara diyesi geliyor. Bu sene Türkiye’de de yoğun kar yağışı olunca gazetelerin “İstanbul Moskova’ya benzedi!..” benzeri manşetler atması aklıma geliyor. Başkaca neler vardı gazetelerde hatırlamaya çalışıyorum. İstanbul’da yoğun kar yağışı sonunda kent bir anda Moskova’yı anımsatan beyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Kar yağışının beklenmesi, yani sürpriz olmamasına karşın İstanbul’da yine bildik manzaralar yaşanmıştı. Metrobüs otobüsleri Zincirlikuyu’daki yokuşu çıkamayınca ve Boğaz Köprüsü bir süre trafiğe kapatılmış, vatandaşlar “yürüyerek” başlarının çaresine bakmak zorunda kalmış ve aslında yaya trafiğine kapılan olan Boğaz Köprüsü evlerine varmaya çalışanların akınına uğramıştı. Arabalarındaki İstanbulluların evlerine ulaşması ise saatler almıştı. Neyse ki kar yağışı daha fazla devam etmemiş ve facianın eşiğinden dönülmüştü! Bir başka memleket haberi ise şöyleydi; Düzce'nin Akçakoca İlçesi'nde 3 günlük etkili kar yağışı sonunda ilçe merkezindeki kar kalınlığı 40 santime ulaşmıştı. Kar yağışı altında eğlenen Düzce Üniversitesi Akçakoca Meslek Yüksek Okulu öğrencileri Osmaniye Mahallesi'nde kaldıkları evin yanında kardan adam yapmak yerine kardan kadın yapmıştılar. Öğrenciler, "Herkes kardan adam yapıyor. Biz değişik bir şey yapmak istedik," demişlerdi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
19
Yurdum insanı "kardan kadın" yapmıştı. Bu gençler, Rusların kardan adama “adam” demediklerini bilmiyorlardı tabii … İlginç, Ruslar, İngilizce’de bile kardan adam (snowman) denilen şeye, bizim “kardan adam” dediğimize “kardan kadın” (snejnaya baba- СНЕЖНАЯ БАБА) diyorlar. Bu, kadınların toplumsal yaşamda çok ağırlıklı bir yerinin olmasının ve farklı bir kültürün olumlu bir göstergesi bence. *** Ve bana en ilginç gelen haberlerden biri de İzmir’e 21 sene sonra kar yağmasıydı. Karın keyfini yaşamak isteyen İzmirliler, meydanlarda ve parklarda kartopu oynamışlardı. Gülüyorum… İnternette dolaşan bir İzmirlinin Günlüğü başlıklı ileti aklıma geliyor. Aynen şöyleydi: Kanada'ya Taşınan Bir İzmirli'nin Günlüğü... :)))) Sevgili Günlük, 12 Ağustos Göçmenlik başvurum kabul edildikten sonra Kanada'daki yeni evime taşındım. Çok heyecanlıyım. Burası çok güzel. Dağların manzarası muhteşem. Onların karlarla kaplı M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
20
halini görebilmek için sabrımı zorluyorum. 14 Ekim Kanada dünyanın en güzel yeri. Yapraklar kırmızı ve turuncunun tonlarına dönmeye başladı. Bir atla kir gezintisi yaptım ve bir kaç geyik gördüm.. Çok güzeldiler. Muhtemelen yeryüzündeki en harika hayvanlar.. Burası cennet olmalı. Burayı çok seviyorum. 11 Kasım Geyik avlama sezonu kısa bir sure sonra başlıyor. Böyle harika hayvanları öldürmeyi nasıl olur da isterler anlamıyorum. Umarım yakında kar yağısı başlar. Burayı seviyorum. 2 Aralık Dün gece kar yağdı. Her yerin beyaz bir örtü ile kaplanışını seyretmek için gece kalktım. Tıpkı kartpostal gibi. Meğer yıllarca İzmir'de yaşayarak kendime haksızlık etmişim. Dışarı çıktık merdivenlerdeki ve garajın önündeki karları kürekle temizledik. Kartopu oynadık (ben kazandım:)) Kar temizleme makinesi (belediye'nin) gelince, garajın önündeki karları tekrar temizlemek zorunda kaldık. Harika bir yer. Kanada’yı çok ama çok seviyorum. 12 Aralık Dün gece biraz daha kar yağdı. Kürekle garajın önündeki karları tekrar temizledik.
Burayı seviyorum. 19 Aralık M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
21
Dün gece biraz daha kar yağdı. İşe gitmek için garajdan çıkamadım. Burası çok güzel bir yer fakat kürekle kar temizlemekten yoruldum. Kar temizleme makinesine Lanet olsun ! Sanki beni bekliyor ve sonra yoldan geçerek karları garaj kapıma yığıyor. 22 Aralık Bu beyaz boktan dün gece biraz daha yağdı. Kürekle kar atmaktan ellerim su topladı ve belim ağrımaya başladı. Kar temizleme makinesini ben garajın önünü kürekle temizleyene kadar yolun köşesinde gizlendiğini düşünüyorum pezevengin... 25 Aralık Sıçtığımın karı, yine yağdı. Eğer kar temizleme makinesini kullanan pezevengi bir elime geçirirsem yemin ederim o puştu gebertecem. Yollardaki lanet buzları eritmek için neden daha fazla tuz kullanmadığını anlamıyorum. 27 Aralık Allahın belası, dün gece yine kar yağdı. Kar temizleme makinesinin en son gelişinden beri 3 gündür karları kürekle atamadığım için eve hapsoldum. Hiç bir yere gidemiyorum. Hava durumunu sunan spiker bu gece 5 santim daha yağacağını söyledi. 25 cm. karın kaç kürek edeceğini sizler biliyor musunuz ? 28 Aralık Kuş beyinli spiker yanılmış, tam 83 cm. daha kar yağdı. Bu gidişle karlar yazdan önce erimez. Kar temizleme aracı kara saplandı ve hıyar oğlu hıyar sürücü benden küreğimi ödünç istedi. Karları temizlerken tam altı kürek kırdığımı ve sonuncusunu da onun kalın kafasında kırmaktan zevk duyacağımı söyledim. 4 Ocak Nihayet evden çıkabildim. Markete gittim ve yiyecek aldım. Dönüşte lanet geyiğin biri arabamın önüne atladı. Arabamda yaklaşık 3000 dolarlık hasar var. Bu hayvanların hepsini gebertmek lazım. Lanet çirkin yaratıklar her yerde varlar. Umarım avcılar hepsinin kökünü kurutur. 3 Mayıs Arabayı şehirde bir tamirciye götürdüm. Yollara dökülen baş belası tuzlar yüzünden arabamın kaportası çürümüş. 10 Mayıs Türkiye’ye kesin dönüş yaptım ve İzmir’ime bir daha ayrılmamak üzere yerleştim. Suratına s…yım Kanada'nın da, karın da, geyiklerin de... M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
22
*** Bu hikaye biraz içimi ısıtıyor, ancak yine de üşüyorum. Dişlerim takırdıyor soğuktan. Ne mutlu; demek ki yaşıyorum! Ruhum dilim dilim. Ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum. Biliyorum ki gözyaşlarım daha yanaklarıma süzülmeden minik buz taneleri olarak ayaklarımın dibine düşecek. Anılarımı da peşim sıra sürükleyip getirmişim gurbet ellere. Kuyuya atılmış bir taş gibiyim. Bir varmış, bir yokmuş; bir zeytin ağacı varmış, deniz kıyısında… Bir metro deliği bulabilsem ne mutlu olacağım. Rus kızları güzel…miş. Hem de çok güzel…miş. Kar taneleri yüzümde şaklayan buzdan bir kamçı gibi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
23
Bir varmış, bir yokmuş; bir zeytin ağacı varmış, deniz kıyısında güneşi kucaklayan… Şu köşeyi dönünce metro deliğine ulaşabilsem ne mutlu olacağım. Kızlar çok güzel…miş, bacakları sütun gibi…imiş. Kar tanelerinin arasından İki yüz metre ilerideki metro tabelasını seçiyor gözüm. Bir varmış, bir yokmuş; deniz kenarında kumların üzerinde güneşlenen bir kız varmış,. Güneşten kararmış yüzünü süsleyen bir gülüşü varmış. Kız, güneş, deniz, zeytin ağacı çok yakışırmış birbirlerine. Metronun girişine ulaşıyorum. Kar taneleri dövemeyecek artık beni. Metro deliğinden içeri süzülüyorum. Sıcak bir hava karşılıyor beni içeride. Mutluyum!
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
24
Müjde!.. Bahar Moskova’ya da geliyor… “Havalar düzeldi, bahar geliyor!” “Bahar rötar yaptı; yine kar ve soğuk var.” “Bahar geldi”, “geliyor…”, “Gelecek.” “...Ve nihayet kışa veda!” “Biraz çekinerek de olsa herhalde bu haftayı “kışa veda haftası” ilan edebiliriz!” *** Son bir aydır Rusya’da bu haberler, gündemin önemli bir parçası ve bu başlıklarla yayınlanıyor. Herkes umutla artık güneşin yüzünü göstermesini bekliyor. Rusların baharın gelmesi ve güneşin doğması, hayatın yeniden başlaması olarak yorumladıkları; kışın neşeli bir şekilde uğurlanması ve baharın sevinçle karşılanması anlamına gelen Maslenitsa (Масленица) Bayramı kutlanalı çok oldu, ancak güneşli havalar hala ortada yok. Çok çetin bir kış geçirdik. Hatırlamak bile sinirlerimizi bozmaya yetiyor. Kışın başında Rus uzmanların bin yılın en soğuk kışı yaşanacak tahminleri belki de tuttu. Neyse gelmiş geçmiş olsun; güzel, güneşli günlerin başlamasına az kaldı. Her ne kadar takvimlere göre bahar, Mart ayının başında başlamış olsa da Moskova’ya gerçek baharın gelmesi bence fıskiyelerin resmi açılış tarihi… Yine aynı şekilde, M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
25
Moskova, fıskiyelerin resmi kapanış tarihinde de güneşli günlere veda edecek. Rusya’da hava koşulları da sanki ülkenin ağır bürokrasisine ve katı kurallara ayak uydurmuş durumda. Güneşli günler, “Fıskiyeler açıl!” komutuyla başlıyor, “Kapan!” komutuyla da bitiyor. Geçen sene, Moskova Belediyesi, şehirdeki 560 fıskiyenin 9 Ekim 2010 günü itibariyle kapatıldığını ve fıskiye sezonunun açılacağı gelecek yılın, yani bu yılın 30 Nisan 2011 tarihine kadar da bu fıskiyelerin çalışmayacağını bildirmişti. Moskova’da normal koşullarda fıskiyeler, 30 Nisan -1 Ekim tarihleri arasında çalışıyor. Bu, sıcak ve güneşli havalara kavuşma ve veda anlamında bir hafta önce ya da sonra da olsa pek şaşmayan bir durum. *** Yaşasın, fıskiyelerin açılmasına az kaldı!.. Moskova’nın süsü fıskiyeler açılacak, parklardaki havuzlar suyla dolacak, havuzların çevresi bayram yerine dönecek. Muhtemelen Moskova’daki ilk fıskiye, her zaman olduğu gibi Sovyet devrinin yadigarı, VDNH’daki sergi merkezinin bahçesindeki altın sarısı “Halkların Dostluğu” havuzunda açılacak. Moskova, baharı başka bir coşkuyla karşılar. Son kar tepecikleri taşınır, sokaklar, caddeler, parklar temizlenir. Her yer boyanır. Fundalık topraklar getirilir, çiçekler ekilir. Tomurcuklar patlar, güzellikler arz-ı endam etmeye, Nehir gemileri (reçniye tramvayçiki) Moskova Nehri’nde salınmaya başlar. Moskova'nın parkları, meydanları el ele gezen aşıklarla dolar. Bahar, güzeldir; ancak yüreğinizde de bahar varsa daha da güzeldir. Güneş, parkları, meydanları dolduran, açılıp saçılan genç, güzel kızların üzerine ışıklarını keyifle salar. Güzel kızlar mı güneşi görünce açılıp saçılırlar, yoksa güneş mi onların güzelliklerini görünce coşup ışıklarını gönderir bilinmez…Belki de ikisi birden…Ama kesin olan şu ki, aralarında büyük bir aşk var. *** Moskova’da şu sıralar bir faaliyet, bir faaliyet var ki hiç sormayın. Bu tatlı telaşın bir başka sebebi de yaklaşan 1 Mayıs ve Sovyetlerin Nazileri tuşa getirdiği tarihin anısına kutlanan 9 Mayıs Pabeda (Zafer) Bayramı… Bu iki bayram da Rusya’da her zaman coşkuyla kutlanıyor. Moskova, her sene bu bayramlara gelinlik bir kız gibi hazırlanır. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
26
Ve tabii ki daça mevsimi başlayacak. Hafta sonları Moskovalıların büyük bir çoğunluğu, kahredici araç trafiğine rağmen, iş ve yaşam yorgunluğundan kaçıp, çevre bölgelerdeki daçalarına sığınacaklar. Korumalı mekanlarda, garajlarda bütün bir kışı saklanarak geçiren çiçekler, daçaların bahçelerindeki eski yerlerine yeniden kavuşacaklar. *** Ancak dikkat, önümüzde uzun güneşli günler var diye sakın rehavete kapılmayın! Moskova’da yaşayanlara tavsiyemiz ciddi bir plan yapıp önümüzdeki birkaç ayı iyi değerlendirmeleri, güzel havalardan istifade her fırsatta kendilerini Moskova’nın güzelim parklarına atmaları… Yoksa kış kapıya dayanınca çok pişman olursunuz. Kış aylarında karlı, bembeyaz, pamuklarla kaplanmış bir masal şehri görüntüsündeki Moskova, bahar ve yaz aylarında yemyeşil, bağı, bahçesi, parkı, suyu bol bir şehirdir. Gez gez bitmez. Bir haftasonu Kolomenskoye Parkı’na, sonraki hafta sonu Sokolniki Parkı’na, daha sonraki hafta VDNH’ya….Ve devamla her hafta sonu sırayla Botaniçeskiy Sad’a, Neskuçnıy Sad’a, Lujniki’ye,… Gorki Park(Park Kulturi), ,Kuskova, Vorobyevi Gorı (Lenin Tepesi), Tsaritsino, Heykel Parkı ve İzmailova Parkı’na …Yoğun bir tempoyla her hafta bir yere gitmeye çalışsanız da yine de gidemediğiniz pek çok yer olacak; bir de bakacaksınız ki kış yeniden gelmiş. Zira Moskovalıların dediği gibi, “Moskova'da. Kelebek ömürlü, kısacık bir yaz var. 'Moskova'da kış dokuz ay sürer, üç ay da yazı beklemekle geçer…Kemiksiz en fazla iki ay süren bu güzel zamanların tadını çıkarmak lazım.”
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
27
Hediye Almanın Zorluğu Zorlu u Sabah geldiğimde hemen fark edememiştim. Yulia’nın bilgisayar ekranına sabitlenmiş gözleri buğuluydu. Gözleri bilgisayar ekranındaydı, ama belli ki aklı başka yerlerdeydi. Meraklandım İgor’a sordum. Omuzlarını silkip, “Ben de bilmiyorum,” dedi. Halbuki bir önceki gün Yulia’nın doğum günüydü ve mesai bitiminden önce pasta kesip, şampanya patlatıp kutlamıştık. Bir gün önce mutlu olan birisinin bu kadar üzülmesi için önemli bir şey olmalıydı. Yanına gidip sordum: “Bir aksilik mi var?” diye. Bir anda buğulu gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı. Yanaklarından süzülen gözyaşları siyah göz boyalarını da beraberinde sürükleyip pembe yanaklarında izler yaptı. Onun o güzel yeşil gözlerinden akan yaşları görünce ben de şaşırdım; elim ayağıma dolaştı, sorup soracağıma pişman oldum. Sonunda dayanamadı olanı biteni ağlayarak anlatmaya başladı:
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
28
Erkek arkadaşıyla birlikte Yulia’nın doğum gününü bir restoranda kutlamaya karar vermişlerdi. Arkadaşı kan ter içinde bir demet kırmızı gülle gelmiş, elindeki çiçekleri uzatıp, öpmüştü. Buraya kadar her şey normaldi. Kadınların biz erkeklerin kolay anlayamadığı garip dünyaları, huyları var. Yulia, kaşla göz arasında, niyeyse çiçekleri saymış ve çiftli sayıda olduklarını fark etmişti. Fark etmekle de kalmayıp erkek arkadaşını fena halde haşlamıştı. Zira çift sayılı çiçekler Rusya’da geleneklere göre sadece ölüm olaylarında cenazelerde verilir. Aslında delikanlı kuşkusuz bu kuralı biliyordu, ancak aksilik bu ya Metro’nun en kalabalık olduğu bir zamanda gelirken kapılar aniden kapanmış, elindeki çiçeklerden biri kapıya sıkışıp kopmuş, dışarıya düşmüştü. Neyse, ..bu kadarla kalsa iyi; yemeğin ortasında hediyesini vermişti. Yulia, çantasından hediyeyi çıkarıp gösterdi: Metro istasyonlarının çevresindeki kiosklarda en fazla 300-400 rubleye satılan, en ucuzlarından, özelliği olmayan bir matruşka… “Evlenmeyi hayal ettiğim adamın kız arkadaşına doğum günü hediyesi olarak layık
gördüğü şeye bakar mısın!?” dedi. Yemekte bu hediyeyi alan Yulia, hışımla masadan kalkıp, şaşkın bakışlarla onu izleyen erkek arkadaşını orada bırakarak restorandan çıkıp eve dönmüştü.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
29
“Hiç olmazsa içine bir baksaydın,” diye arkasından seslenen arkadaşını duymamıştı bile. Bu arada biz Yulia ile konuşurken erkek arkadaşı messenger’dan onu özür bombardımanına tutuyordu. Matruşkayı dikkatli incelemesini istiyordu. “Bu sıradan matruşkanın nesini inceleyeceğim ki?” “Haklısın,” dedim. “Söyleyecek bir şey yok.” *** Yulia, biraz sakinleşip, kendine geldikten sonra içeriye işimin başına gittim. İgor’a olan biteni anlattım; dertleşmeye başladık. Şu sıralarda Rusya’da hediye seçiminde becerikli olmayan erkekler için zor günler yaşanıyor. 14 Şubat “Sevgililer Günü”nün üzerinden çok geçmeden 8 Mart “Kadınlar Günü” geliyor. Yulia’nın erkek arkadaşının durumu daha da zordu. Araya bir de kız arkadaşının doğum günü girmişti. Bütün bu günlerin kutlanmasına ve hediye alınmasına Ruslar çok önem veriyorlar.
*** “Ah, İgor, ahh!” dedim. “Sizin bu adet ve inanışlarınız bizimkileri de geçiyor.” Hiçbir müzik aletini çalamam, eskiden sevdiğim melodileri ıslıkla çalmaktan hoşlanırdım; İgor, “Sen şirkette para işlerine bakıyorsun, daha dikkatli olmalısın, ıslık çalarsan para kaçar,” dedi; bu keyfimden de oldum. İgor’a asla ve asla kapı eşiğinde tokalaşmadığını, bir şey alıp vermediğini hatırlattım. Gülmeye başladık. Daha neler var, neler…Ben de eskiden batıl inançlar bir tek bizim toplumumuzda var diye bilirdim; meğer öyle değilmiş. İçimden İgor’a takılmak geldi, “Sizin evde domovoy (ev-ruhu) var mı?” diye sordum. Domovoy, Rusların inançlarına göre bir mekan ruhu…Köylülerin en güvende oldukları yerlerde, izba(köy evi) ve bitişik çiftlik binalarında yaşadıklarına inanılır. Domovoy, görünüş olarak insana ya da bazen bir hayvana benzeyebilir; özünde diğer kirli ruhlardan farklı olduğuna inanılır; varlığından korkulmaz, aksine hoş karşılanır. İnananlara göre, Domovoy’un temel işlevi, evi, aileyi, malları korumaktır. İgor, beklemediği anda sorduğum bu garip soru karşısında biraz düşündü: “Naverna (galiba),” diye cevap verdi. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
30
“Benim evde de var herhalde,” dedim. Gözlerini hayretle açıp, “Sahi mi!? Nerden anladın?” diye sordu. “Geçen akşam evde yalnızdım, yemekten sonra ağırlık çöktü; sofrayı toplamadan divana uzandım. Bir ara uyandım. Uykulu gözlerle bir baktım, saçı başı birbirine karışmış, sakallı, ufak tefek bir adam masaya oturmuş yemek yiyor. Rüya görüyorum diye aldırmadım, uyumaya devam ettim. Sabah kalktığımda bir baktım ki masada bıraktığım bütün yiyecekler bitmişti. Bizim evin domovoy’u her şeyi silip süpürmüştü.” İgor, dikkatle beni dinliyordu. Susup tepkisini ölçtüm. Sonra dayanamayıp kahkahayı bastım. Kızdı, “Yahu seninle de başa çıkılmaz,” dedi. *** Ertesi günü işyerine geldiğimde bu sefer de başka bir manzara ile karşılaştım. Yulia’nın yüzünde güller açıyordu. Bu değişikliğe yine şaşırmamak elde değildi. Meğer akşam eve gidince erkek arkadaşının hediyesi matruşkayı sinirle mıncıklarken, iç içe geçmiş bebekleri teker teker açıp, çıkarmış, en sonuncusunun içinde harikulade taşlı, pahalı bir yüzük bulmuş. Asıl hediye buymuş. “Vay canına,” dedim. “Bu çocuk, çok iyi bir çocuk. Sakın kaçırma!”
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
31
Kuyruklu Yaşam Ya am Şurik, mırıl mırıl söyleniyordu. “Ne söyleniyorsun?” diye sordum. Giorgi, Şurik’in evinde tadilat yapan Moldovyalı usta, söz verdiği saatte gelmemiş, bir gün sonra yüzü kıpkırmızı gelmişti. Ancak sağlam bir gerekçesi vardı; dini bütün bir ortodoks olarak İsa’nın Kurtuluşu Katedrali’nde sergilenen “Meryem’in Kuşağı”nı görmeye gitmişti. Şaka değil, neredeyse bütün bir gün, dışarıda, kuyrukta beklemişti. Yüzü yanmıştı; hani şu “amele yanığı” dediğimiz cinsten… Şu günlerdeki, puslu, bulutlu, soğuk Moskova günlerinde çok nadir kendisini gösteren güneşte ancak bu kadar yanılabilirdi. *** Yunanistan’daki Afon Manastırı’ndan Moskova’ya getirilip 27 Kasım'a kadar Kurtarıcı İsa Katedrali’ne sergilenen kutsal emanet, “Çocuğu olmayan kadınları iyileştiriyor” söylentileri üzerine mucize peşinde koşan yüz binlerce Rus kadınının da akınına uğradı. Moskova’nın saç baş yolduran trafik yoğunluğu bir kat daha arttı.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
32
Binlerce kişinin oluşturduğu ziyaretçi kuyruğu katedralin beş kilometre ötesine kadar uzandı. Bir hesaba göre kuyruk o kadar uzun ki katedrale girebilmek için kuyrukta en az iki gün beklenmesi gerekiyor. Tabii, her zaman ki gibi, VIP statüsündeki ayrıcalıklı vatandaşların bu çileye katlanmalarına gerek yoktu; onlar sıraya girmeden amaçlarına ulaştılar. *** Kuyruklar (Oçered -очередь), Rusya’da halkın yaşam kültüründe yer etmiş bir alışkanlık.
Bir zamanlar Lenin’in Mozolesi önünde kuyruklar oluşurdu. Devran değişti Kremlin’in çok yakınında ilk Mc Donalds restoranı açıldı. Önünde bugün bile anımsanan upuzun bir kuyruk oluştu. Ruslar kapitalizmin efsanevi sembolü ile bir an önce tanışmak istiyorlardı. Daha sonra vahşisiyle de olsa kapitalizmin kendisiyle tanıştılar… Zaman değişti; kuyruklar bitmedi, ancak niteliği değişti. Sovyetler Birliği döneminde halk, her ihtimale karşı cebinde bir file ya da torba ile dolaşırmış. Ola ki bir mağazaya, magazine yeni bir ürün gelir; kuyruğa girip almak gerekir diye…
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
33
Bir devlet dairesinde işiniz var, gidiyorsunuz; görüşme yapacağınız memur yerinde yok, ancak ceketi sandalyenin arkasında asılı. Sekretere soruyorsunuz, yüzünüze bakmadan “Ceketi sandalyesinde asılı, demek ki buralarda,” diye cevap veriyor. Ceket, “aslında ben işimin başındayım” mesajının dekoru. Neden sonra memur, elindeki torba dolu, kan ter içinde; ancak amacına ulaşmış olmanın mutluluğu ile yerine dönüyor. Çevre kasabalardan Moskova’ya gelip, kuyruğa girdikleri mağazalardan aldıkları ürünlerle evlerine dönen Rusları taşıyan, esprilerin konusu “Uzun, Yeşil, Sucuk Kokan” (длинная, зелёная, пахнет колбасой) elektrikli tren (электричка) hala yaşlıların hafızasında… Bu tür hikayeler, o zamanın günlük, olağan şeylerinden. Son gelen, sonuncu kim? (Кто последний?) diye sorup sıraya giriyor. Bürokrasisiz olur mu? Bu işin de kendisine göre bürokrasisi var. Kuyruktakilerin isimleri defterlere kaydediliyor; sıra numaraları avuçlarının içine veya bileklerine yazılıyor. Kuyruklar, zamanla bir yaşam biçimi, sosyalleşmenin bir aracı, muhabbet mekanları haline dönüşüyor. İnsanlar, zaman da değişse alışkanlıklarından kolay vazgeçemiyor. *** Anekdot bu ya, bir gün, bir babuşka, sabahın erken saatlerinde, olağan günlük yaşamının başlangıcında devlet polikliniğine gider. Asıl niyeti, her zaman yaptığı gibi, kuyrukta karşılaştıklarına sağlık şikayetlerini anlatmak, onların hastalıklarını, dertlerini dinlemektir. Fakat normalin dışında bir durumla karşılaşır. Çok kısa, neredeyse yok denecek bir kuyruk vardır. Bu duruma canı sıkılır, poliklinikten çıkıp yakınlardaki bir Sberbank şubesinin ödeme kuyruğuna girer, güne devam eder.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
34
Paskalya'dan İnsan nsan Manzaraları Pazar günü İgor’u arayıp Paskalya Bayramını kutladım. Sağolsun İgor, her Şeker Bayramında, Kurban Bayramında beni arayıp bayramımı kutlamayı hiç ihmal etmez. Benim onu arayıp Paskalya bayramını kutlamamam doğru olmazdı. İgor, çoluk çocuğu toplayıp erkenden kiliseye gitmişti. Rusya’da yaşayan Ortodoks Hıristiyanlar, İsa’nın çarmıha gerildikten sonra yeniden dirildiğine inanılan bu günü her sene olduğu gibi kutlamıştı. Sadece Moskova’da 269 kilisede, 200 bine yakın kişinin bu kutlamalara katıldığı tahmin ediliyordu. En kalabalık ve görkemli ayinse Moskova’nın Kurtarıcı İsa Katedrali’nde Rus patriği Kirill tarafından gerçekleştirilmişti. Ayine Medvedev ve eşi, Putin ve Moskova Belediye Başkanı Sergey Sobyanin de katılmıştı. Geçen iki seneyi hatırlayıp “Allahtan bu sene Paskalya havanın nispeten daha iyi olduğu bir güne denk geldi,” dedim. “Hakikaten öyle,” dedi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
35
Muhabbet Paskalya kutlamasından kışın uzun sürmesine, güneşli günlerin gecikmesine kaydı. “Biliyor musun, neredeyse tamamen ümidimi kesmiştim; bahar hiç gelmeyecek duygusuna kapılmıştım,” dedim. “Amma yaptın,” dedi. “Hiç öyle şey olur mu?” Sonra Paskalya ile bağlantı kurarak bir Rus deyiminden söz açtı: “Bak, biz de olmayanı, imkansız olanı, hiç gerçekleşmeyecek olanı anlatan bir özdeyiş vardır; ‘ждат до Турецкой пасхи ( jdat do Turetskoy pashi) ’ yani ‘Türk paskalyasının gelmesine kadar beklemek’.” Bir Rus özdeyişinde Türklerle ilişki kurulmuş olmasına keyiflendim; güldüm: “Bizdeki ‘Çıkmaz ayın çarşambası’ ya da ‘Balık kavağa çıkınca’ deyişlerinin karşılığı gibi,” dedim. “Anladın değil mi? Biraz gecikse de güneş yüzünü gösterecek, çiçekler açacak,” dedi. “İnşallah,” dedim. Çıkıştı: “Ne inşallahı be yahu, doğanın kanunu bu.” *** Paskalya, Hıristiyanların Hz. İsa'nın dirilişini anmak için kutladıkları en büyük Hıristiyan bayramları arasında yer alan bir bayram. Paskalya Günü, ilkbahar gün dönümünün yaşandığı 21 Mart'ta dolunayın görülmesinden sonraki ilk pazar günü. Bu nedenle Paskalya Günü'nün tarihi değişebilmekle birlikte genellikle, Paskalya tarihi için nisan ayının ikinci pazarı önerilmekte.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
36
Bir hafta boyunca kutlanıyor. Yunanca kaynaklı paskalya kelimesi “kurtuluş” anlamına geliyor. Ruslar bu bayram süresince “Hristos Voskres!” ( İsa dirildi! ) diye hitap ediyorlar. Paskalya, perhizle geçen beş haftalık (büyük perhiz) bir hazırlık dönemi ile son haftayı (kutsal hafta) kapsıyor. Paskalya Günü'nde (paskalya pazarı) sona eriyor. Pentekostes (hamsın) yortusuna kadar süren 50 günlük döneme, Paskalya dönemi (hamsin dönemi) adı veriliyor. Paskalya Günü için evlerde özel çörekler hazırlanır; boyalı paskalya yumurtası haşlanır. Mumlar yakılır. Yumurtanın kırmızıya boyanmasıysa İsa’nın kanı anlamına gelmektedir. Aslında bu bayramın kökü Yahudilikte bulunuyor. Yahudilerin inançlarına göre Musevilerin Mısır Köleliğinden kurtuluşu simgeleniyor. *** Paskalya Bayramına ait ilk duyumum çocukluğumda Selanik göçmeni Babaannemin anılarını anlattığında olmuştu. Komşularıyla olan ilişkilerini, Hıristiyanlarla Müslümanların nasıl karşılıklı saygı ve sevgiyle bayramlaştıklarını anlatırdı. Farklı dinlerden insanların birbirlerinin inanışlarına, gelenek ve göreneklerine saygı duyması gerektiğini ilk ondan öğrenmiştim. “İgor, seni fazla meşgul etmeyeyim. Yeniden Paskalya Bayramını kutlarım,” diyorum.” “Sağol, eksik olma. Bak havalar düzeliyor; yakında daça sezonunu açacağız, bir hafta sonu sizi davet edeyim de muhabbeti koyulaştıralım.” “Söz mü?” “Söz!” “Bak,” diyor, “Bu defa itiraz etmeyeceksin, gönlümüzce şaşlık yapıp, votka içeceğiz, muhabbet edeceğiz” “Evet” demiyorum, keyfi kaçmasın diye “hayır” da demiyorum; ancak benim suskunluğumdan bir şeyler anlayıp havayı değiştirmek için araya yine bir fıkra sokuşturuyor: “Moskovalı bir Rus sürekli aynı bara gider ve her defasında üç şişe votka ve üç votka M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
37
kadehi ister, üç farklı votka kadehini doldurup peş peşe içermiş. Ve üç kadehi birden içmeden önce de kendi kendine Тост ( tost ) yapar, konuşurmuş. Devamlı tekrarlanan bu durumu fark eden barmen olayı pek anlamaz, ama parasını aldığı için üstüme vazife değil diye sormazmış da. Fakat durumu gören barın başka müdavimlerinden biri günün birinde dayanamamış sormuş. Bizim Moskova’lı Rus iki kardeşi daha olduğunu ve şu anda birinin Rusya’nın bir ucundaki Kaliningrad’da, diğerininse Rusya’nın diğer ucundaki Vladivostok'da çalıştığını söyleyerek, çok sık görüşemediklerini, eski zamanların anısına onlar için de içtiğini söyler. Koskoca Rusya coğrafyasının üç farklı, birbirinden uzak köşesinde yaşayan kardeşlerin durumunu hepsi anlamış ve adama hak vermiş. Bizimki barda iyice tanınmaya başlar ve her seferinde her kardeşi için de birer şişe votka söyleyerek üç şişe votka içtiği bilinir hale gelir. Bir gün, her zamanki gibi bara gelir; ancak bu sefer sadece iki şişe votka ve iki kadeh ister. Barın müdavimleri şaşırır; herkesi bir hüzün kaplar. Kardeşlerden birinin öldüğünü düşünürler. Barmen çok üzgün bir ifadeyle, başınız sağolsun der. Bir süre aklı karışan bizim Moskova’lı Rus, durumu anlar. ‘Hayır, hayır! Herkes iyi, ancak ben paskalya için oruçtayım, votka içmiyorum,’ der.”
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
38
Okumadan Yazan Taksici Çukça İbrahim’in sohbetine doyulmuyor. Saatin kaç olduğunu unutup, daldan dala atlayıp, eskilerden yenilerden durmaksızın konuşuyoruz. Sohbete doyulamayınca da onu her ziyaretim sonrasında, gecenin bir saatinde eve nasıl ulaşırım derdi başlıyor. Vedalaşıp soğuğun suratımı yine bıçak gibi kestiği Moskova sokaklarına adımımı attığımda Metro çoktan kapanmıştı. İbrahim’in oturduğu binayı, Titanik’i arkama alıp yürümeye başlıyorum. Bu binaya iri cüssesi nedeniyle halk arasında Titanik diyorlar, Tulskaya’da Moskova’nın en bilinir mimari garabetlerinden, ince uzun, dev bir beton yığını… Beni eve götürecek bir taksi bulmam lazım. İbrahim’in evinin önünde müşteri bekleyen taksiler olduğunu biliyorum. Bizim eski Murat 124’ler tipinde, eski püskü jiguliler, gurbetçi Azerilerin, Özbeklerin, Kırgızların sermayesi, ekmek teknesi taksiler... Malum Moskova’da resmi taksi uygulaması yeni yeni oturtulmaya çalışılıyor ve henüz etkin bir şekilde hayata geçirilememiş durumda. Bizim Türkiye’de alıştığımız sarı renkli, taksimetreli taksilerle dolu taksi durakları yok burada. Telefonla evden taksi çağırma lüksü de, sokakta her yüz metrede taksi çağırma zilleri de haliyle yok. Caddenin kenarında durup elini yola doğru uzatıyorsunuz; artık kısmetinize bağlı, bazen son derece lüks bir araba, bazen külüstür bir jiguli duruyor; gideceğiniz yeri anlatıyorsunuz, pazarlığınızı yapıp, anlaşırsanız biniyorsunuz: O, sizi istediğiniz yere götürecek taksidir.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
39
Moskova’ya ziyarete gelip de kaybolmaktan korkan bütün Türk arkadaşlarıma hep aynı şeyi söylüyorum; yol kenarlarında park edip bekleşen jigulilerin kapısını açıp şoför mahallinde oturan adamın suratına bir bakın, esmer, doğulu suratlı birisiyse “selamünaleyküm” diye lafa girin, muhtemelen korsan taksicilik yapan bizim Türki kardeşlerimizden biridir, az da olsa Türkçe anlarlar; anlaşır, konuşursunuz, istediğiniz yere sizi güven içinde götürürler diyorum. Ben de arkadaşlarıma önerdiğim gibi yapıyorum. Arabanın kapısını açıp, tılsımlı sözcüğü söylüyorum, “selamünaleyküm” diyorum. Ancak şöfor mahallindeki adam suratıma anlamaz bir ifadeyle bakıp, sırıtıyor. Karanlıkta yüzünü de pek seçemiyorum, bu defa Rusça, “Özbek misin?” diye soruyorum. “Hayır, Çukçayım,” diyor. Bu defa şaşırma sırası bende. İlk kez Moskova’da bir Çukça taksiciyle karşılaşıyorum. Gerçi geçen sene Gorki Park’ta bir etkinlik için kurulmuş çadırda Çukçaları, Çukotka’dan getirdikleri geyiklerini görmüştüm. Ancak ilk kez burada yaşayan, çalışan bir Çukçayı görüyordum. Rusya, bir ucu Avrupa’nın, diğer ucu da Asya’nın kuzeydoğusunda olan dünyanın en büyük toprak parçasına sahip devasa bir ülke; tıpkı bizim ülkemiz gibi bir kısmı Avrupa’da, bir kısmı Asya’da olan bir Avrasya ülkesi. Kaliningrad’a Rusya’nın Edirne’si dersek Çukotka’da Rusya Federasyonu’nun Ardahan’ı… Sibirya’nın kuzeydoğusunda özerk bir cumhuriyet. Kuzey Kutup Dairesi’nin altında, Alaska’nın karşısında. Ben, aslında Kuzey Amerika yerlilerinin atalarının bir zamanlar Bering Boğazı’ndan geçen Asya’lılar olduğunun bir efsaneden öte gerçek olduğuna inananlardanım. Rusya'nın Lazları olarak bilinen Çukçalara ilişkin bizim Laz fıkraları gibi anlatılan çok sayıda fıkra var. Yolculuğumuzun eğlenceli geçeceği başından belliydi; hiç düşünmeden arabaya bindim. Biraz konuştuktan sonra zaten muhabbetimiz ilerledi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
40
Çukçaların basit, sade hayatlarının olduğunu, avlanma dışında ekonomilerinin olmadığını, eğitim seviyelerinin de düşük olduğunu bildiğimden söz ettim. Alındı ve şiddetle itiraz etti. “Olur mu?!” dedi, “Bizim de şairlerimiz, yazarlarımız var, bak mesela,” dedi ve benim tarafımdaki torpido gözüne uzanıp, açtı; bir kitap çıkardı. “Bu kitabı ben yazdım,” dedi. Biraz sayfaları karıştırdım. Karanlıkta ne yazdığını pek okuyabilecek durumda değildim. “Bu kitabı yazdığına göre çokça okumuş olmalısın; sana ne ilham verdi en çok, mesela Puşkin’i, Gogol’u, Tolstoy’u, Dosto’yu okumuş olmalısın?” diye sordum. Bir gözü yolda, küçümser bir ifadeyle bana baktı. “чукча не читатель, он писатель (Çukça okur değil, yazar )!” dedi. Ses çıkaramadım; okumadan, ustalardan etkilenmeden, birikime ihtiyaç duymadan yazabilenler de olabiliyormuş meğer, diye düşündüm. Ne demeli! Bizim Çukça benim Türk olduğumu öğrendi ya, Türk firmalarının beyaz eşya konusunda Rusya’da ciddi yatırımları olduğunu biliyor ve ucuz tarafından bir buzdolabını nasıl temin ederim diye soruyor. Beko’dan, Vestel’den söz ediyorum, sonra merakımı yenemeyip soruyorum: "Ne için buzdolabı almayı düşünüyorsun ki? Sizin orda hava zaten hep -50C’ın altında değil mi? " "Dışarda hava -50 derece, ama buzdolaptaysa -18, ayaklarımı ısıtıcam," diyor. Çukça fıkraları yol boyu bitecek gibi değil. Ben de ona bildiğim bir fıkrayı anlattım: Bizim Karadeniz’li Temel, Rusya’da Kamçatka Bölgesi’nde bir projede çalışırken bir Çukça ile tanışıyor, arkadaş oluyorlar. İrtibatları Temel, memleketine döndükten sonra da kesilmez, haberleşirler. Temel, Çukça arkadaşını memleketine davet eder, o da daveti kabul edip gelir. Birlikte hoşça vakit geçirip, gezip eğlenirler. Bir gün avlanmaya çıkarlar. Temel, tüfeğin birini kendi alır, diğerini de Çukça arkadaşına verir. Temel, Çukçadan dediklerinin dışına çıkmamasını ister....Temel ateş etmeden kesinlikle ateş etmeyecektir. Çukça tamam der...Ormana giderler...Birkaç saat sonra bir ayıya rastlarlar...Temel, ayıyı kızdırır; ayı üzerlerine gelince başlarlar kaçmaya...Uzun bir süre kaçtıktan sonra, Çukça yorulur, durur...Bakar elinde tüfek karşısında ayı, ben salak mıyım niye kaçıyorum diye düşünür...Ve tüfeğini doğrultup ayıyı vurur... Temel, telaşla Çukça’nın yanına gelir ve sorar: “Uyyy ne ettun, daaa; kim taşıyacak bu koca ayıyı şimdu köye kadar ?!” Bizim mahalleye gelmiştik, ben inmeden son iki fıkrayı da o patlattı: M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
41
Çukçalar, Çin'e savaş açma kararı alır. Çukotka'ya görüşmeye giden Çinli general sorar: “Toplam kaç kişisiniz?” “50 bin. Ya siz?” “1 milyar 300 milyon!” “Eyvah, nereye gömeriz hepinizi?” Ve son fıkra: Çukçanın biri Moskova’ya gelmiş, karısını kalabalıkta kayıp etmiş. Polise gidip yardım istemiş, "karımı kaybettim, nasıl bulabilirim?" demiş. Polis sormuş, "Karın nasıl biri? Bi tarif et bakalım." Çukça, anlamamış,"Nasıl yani?" diye sormuş. Polis, "Bak, tarif etmek şöyle bir şey; mesela benim karım uzun boylu, zayıf, sarışın, gözleri mavi ve çok güzeldir" Çukça ,"Tavariş polis, boş ver benimkini, seninkini arayalım," demiş.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
42
Martın Sekizi yakındı,.. geldi geçti 8 Mart sabahı dışarı çıkarken merdivenlerde üst kat komşumuz Vladimir İvanoviç’e rastladım. Bir yandan merdivenlerden iniyor, bir yandan da söyleniyordu: “Восьмое марта близко-близко,..(Martın sekizi yakındır, yakın…)” Söylediklerinin devamını buraya yazmayayım, uygun olmaz. Bizim oturduğumuz beş katlı Kruşcev Dönemi binalarında asansör yok. İlerlemiş yaşına rağmen şimdiye kadar merdivenleri inip çıkarken Vladimir amcanın hiç böyle söylendiğini görmemiştim. “Hayrola komşu ne diye söyleniyorsun?”diye sordum. “Yahu сосед (sased-komşu), ben bu özel günlerde çok gergin oluyorum. Eskiden sadece doğum günü, 8 Mart Kadınlar Günü falan vardı; yenilerde bir de Sevgililer Günü’nü icat ettiler. 14 Şubat’ı unutunca bizimki suratını asıp, bir hafta benimle konuşmadı. Bari 8 Mart’ı kaçırmayayım bir şeyler alayım diyorum.” Vladimir amca haklı, ama elli yıldır bir yastığa baş koyduğu karısı Olga babuşka da haklı. Rusya’da bu günler çok önemli. Hele 8 Mart’ta yakınları tarafından hatırlanıp, kutlanmayan, ufak tefek de olsa hediye verilmeyen genç kızların, kadınların bunalıma girmesi için başka bir neden aramaya gerek yok. Hemen yalnız olduklarını, kimseler tarafından sevilmediklerini düşünmeye başlarlar. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
43
“Ama ne alayım? Pahalı bir şeyler alamam; biliyorsun bizim emekli maaşlarının durumunu…” diye devam ediyor. Haklı, emekli maaşları Rusya’da oldukça düşük, allahtan başlarını sokabilecekleri evleri var. Sanki çok anlarmışım gibi, “Çiçek al, en ucuzundan bir demet çiçek al yeter, en azından hatırlandığını görüp mutlu olur…,”diyorum. Aklına yattı mı, yatmadı mı anlamadan bir elinde bastonu, diğer elinde Sovyetler zamanından, “Kuyruklu Yaşam” döneminden yadigar boş pazar filesi “, avoska”sı merdivenlerden inmeye devam etti. Bastonunu hem yürürken destek almak için, hem de eskaza ona bulaşacak holiganların kafasını patlatmak için taşıyor. “Avoska”sınıysa alışkanlıktan… “Belki” torbası ya da “o gün ne kısmet olursa” filesi diyebileceğimiz bu pazar fileleri Sovyetler Birliği zamanından kalan, halkın yaşam kültürünün bir parçası. Bastonunu öyle bir amaçla kullanacağı kötü bir olay olmamasını, “avoska”sını da bu özel günde doldurarak dönmesini dileyerek ben de yoluma devam ettim.. Rusçada “Avoska”nın türetildiği “avos” sözcüğü, Rusların ulusal karakterini ve yaşam felsefesini ifade eden bir sözcük. Özünde iyimserlik ve hayata umutla bakmak var. Bir şeyler kötü gidiyorsa, iyi olması için hiçbir sebep yoksa bile ya bir mucize ya da başka bir nedenle iyi şeyler olacak ve şans dönecek diye umulur. Kötü bir şeyler olacaksa bile yapacak bir şey yoktur, bunu kabullenmek gerekir. Bu, bizim kültürümüzde de olan, çok yabancı olmadığımız bir yaşam felsefesidir. Yani kadere inanmak, “İnşallah”, “Allah yardımcı olur” demek gibi bir şey. Sovyetler Birliği’nde özellikle 1930’lu yıllarda, tüketim malları kıtlığı yaşandığı zamanlarda, en temel ihtiyaç maddelerini bile dükkanlarda, mağazalarda bulmak adeta bir şansmış. İnsanlar, her sabah boş pazar filelerini, avoskalarını katlayıp ceplerine, çantalarına koyup, o gün bir ihtimal yolları üzerinde bir şeyler bulabilmek ümidiyle sokağa çıkar olmuşlar. Artık o gün ne kısmet olursa; belki bir somun ekmek, bir şişe süt, portakal, votka, ne bulabilirlerse… *** Bütün günün koşuşturmasından sonra akşam eve döndüğümde Vladimir İvanoviç’in karısı Olga’yı bizim “padiyezd”,in önünde, apartmanın girişindeki tahta sıraya oturmuş olarak buldum. Elindeki bir demet çiçeği gelen geçen herkesin görebileceği bir şekilde tutuyordu. Vladimir amca söylediklerimi dikkate almış, diye düşündüm. Eve girdim; sonra akşam yemeği için marketten bir şeyler almaya gittim, döndüm. Olga teyze aynı yerde oturuyordu. Aslında çiçekleri bir vazoya koyup evde oturabilrdi, ama herhalde herkes görsün istiyordu. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
44
Daha sonra kısa bir iki işimi halletmek için dışarı çıktım, döndüm. Olga teyze soğuk havaya rağmen yine aynı yerde oturuyordu. Apartmana giren, çıkan komşularla sohbet ediyordu. Bir daha bir yere gidip, döndüm. Hala elinde çiçekler oturuyordu. Dayanamadım, sordum: “İyi akşamlar Olga teyze, nasılsın?” “İyiyim,” dedi, daha sormadan, mutluluğunu gizlemek ihtiyacını da duymadan elindeki çiçekleri gösterdi: “Vladimir İvanoviç, 8 Mart için almış, çiçekleri… saydım, hem de tek sayılı.” Öyle ya bu önemliydi, zira çift sayılı çiçekler Rusya’da geleneklere göre sadece ölüm olaylarında cenazelerde verilirdi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
45
Spasiba Deduşka Dedu ka Sabahın köründe kapı zili çalınınca bizim padiyezd (apartman girişi)’in şifresini öğrenen uyanık Özbek patates satıcısı yine kapıya dayandı diye düşündüm. Bu sefer iyice kalaylamak için kararlı bir şekilde kalktım. Uykulu gözlerle kapıyı açtım. Kapıda Özbek patates satıcısı yoktu; süslenmiş püslenmiş, bayramlık giysilerini giymiş üst kat komşumuz Vladimir İvanoviç yüzünde kocaman bir gülücükle kapının önünde dikiliyordu. “Hadi,” dedi, “Daha hala hazırlanmadın mı?”
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
46
Uyku sersemliğimi üzerimden attıktan sonra hatırladım; günlerden 9 Mayıs’tı. Vladimir İvanoviç’e törenlere beraber gidelim demiştim. Dokuz Mayıs, Zafer Bayramı (Günü)! Sovyetler Birliği, dört uzun yıl boyunca Alman Nazizmine karşı savaşmıştı. Ve sonunda bu zor savaştan muzaffer olarak çıkan Sovyetler Birliği olmuştu. Bu Bayram, Rusya’da herkes tarafından hatırlanıyor. Nasıl hatırlanmasın ki savaş, milyonlarca insanın hayatını yitirmesine yol açmış, neredeyse her ailenin canını yakmıştı. “Sı dnyöm pabedı! -С Днём Побе+ды! (Zafer Günün kutlu olsun!)’” dedikten sonra onu içeri buyur edip, hızlıca elimi yüzümü yıkayıp, üstümü başımı giyinip, hazırlandım. Birlikte dışarı çıktık. Daha sokağa adımımızı atar atmaz yoldan geçen iki güzel genç kız koşarak yanımıza gelip, Vladimir İvanoviç’e sarılıp, “Spasiba dedu za pabedu!- Спаси бо де ду за побе ду! (Teşekkürler dedecik zafer için!),” diyerek yanaklarından öptüler. Ben şaşırmıştım, o ise gözünün ucuyla bana bakıp, göz kırptı. “Görüyor musun?” dedi, “Bu onur bile insanın ömrünü uzatmaya yeter.” Şöyle bir kez daha baktım: Vladimir İvanoviç sadece özel günlerde giydiği temizlenmiş, ütülenmiş asker üniformasına bütün onur ve kahramanlık madalyalarını takıp takıştırmıştı. Yüz ifadesinde bel ağrılarının, yüksek tansiyonunun hiçbir izi yoktu. “Yahu Vladimir İvanoviç, sende bu üniformayı giydiğin ilk günden beri hiç mi değişiklik olmadı? Göbek, kamburluk gibi, falan…Nasıl korudun vücudunun formunu böyle? Hala sanki yeni dikilmiş gibi vücuduna oturuyor.” İltifatımı almış olmanın mutluluğuyla, “Evlat dünya hallerini biliyorsun; Hitler gibi, Mussolini gibi bir manyağın yeniden dünyayı cehenneme çevirmeyeceği ne malum? Faşistlere karşı her zaman vatan savunması için diri ve hazırlıklı olmalı,” dedi. Dünya hallerini ve kendini bilen hiçbir Rus bu olaya kayıtsız değil. Zafer Günü (Pabeda)’nın sembol renklerini taşıyan, turuncu-siyah renkli Georgiy Nişanı kurdelelerini ( Гео+ргиевская ле+нточка ) Ruslar eşyalarına, elbise yakalarına, çantalarına, arabalarının antenlerine, kapı kollarına bağlıyor. Bütün bir yıl boyunca da böyle dolaşıyorlar. Törenlerin yoğunlaştığı yere gidebildiğimiz yere kadar Metroyla, sonrasında da biraz yürüyerek vardık. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
47
Törenlerden sonra Vladimir İvanoviç ve onun eski arkadaşları hemen her sene 9 Mayıs günü öğlene doğru Bolşoy Tiyatrosu’nun önündeki küçük parkta, Marx’ın heykeline nazır toplanıyorlar. Yavaş yavaş doluyor parktaki açıklık. Daha önce gelenler yeni gelenleri öpüp sarılarak karşılıyorlar. Koyu bir muhabbet başlıyor. Bir süre sonra geçen sene aralarında olan bazılarının olmadığını fark ediyorlar. Birbirlerine sorup öğrenmeye çalışıyorlar. Neden sonra aralarında olmayanların hasta ya da ölmüş olduklarını öğreniyorlar. Havaya bir sessizlik ve hüzün hakim oluyor. Daha sonra biri garmoşkasının tuşlarına usul usul basmaya başlıyor. Hüzünlü bir melodi dolaşıyor kalabalığın arasında…Hüzünlü melodilerin yerini yavaş yavaş neşeli melodiler alıyor. Eski, coşkulu Sovyet şarkılarını hep bir ağızdan söylemeye ve dans etmeye başlıyorlar. Yoruluncaya kadar dans edip, şarkılar söylüyorlar. Faşistleri yenmenin sevincini bir kez daha yaşıyorlar. Zafer Günü’nü her sene, ama her sene aralarından bazılarını yitirseler bile böyle kutluyorlar. Aralarında genç insanlar da var; kimileri torunlarını da getiriyor. Bu yüzden hepsi yaşamını zaman içinde yitirse bile kutlamanın kesintisiz bir şekilde ileriki yıllarda da devam edeceğine inançları var. Rusya’nın 9 Mayıs Zafer Bayramı heyecanını yeniden yaşadığının bir kez daha şahidi oldum... Çok eğlendim. Sadece eğlenmekle yetinmeyip o güzel, onurlu insanlarla birlikte olmaktan çok haz aldım ve duygulandım. Tam kutlamaların ortasında Alper telefonla aradı. Ne zaman böyle zamanlarda münasebetsiz bir telefon gelse, “Alper arıyordur,” diye tahmin ederim, genellikle de tutar. Gürültüden zor duyarak, anlamaya çalışıyorum ne dediğini: “N’aber abi, n’apıyorsun, neredesin?” Söylüyorum, şaşırıyor, “Ne işin var abi, senin orada?” diyor. Üşenmeden kısaca anlatmaya çalışıyorum. Bizim de Kurtuluş savaşı yaşamış bir halkın çocukları olarak bu duygulara hiç yabancı olmadığımızı falan dilim döndüğünce, fazla uzatmadan açıklamaya çalışıyorum. Umarım anlamıştır. Genç çocuk, nasıl olsa zamanla anlar. Akşam eve dönünce Vladimir İvanoviç ‘le bir gözümüz ve bir kulağımız televizyondaki kutlama haberlerinde muhabbete devam ettik: M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
48
1 Mayıs Emek ve Bahar Bayramı'ndan sonra, İkinci Dünya Savaşı'nda Nazi Almanyası’nın mağlup edilmesinin yıldönümü olan 9 Mayıs Zafer Günü de biber gazına falan ihtiyaç olunmadan, coşku ve sevinçle; geniş katılımlı törenlerle kutlanmıştı. Zafer Bayramı coşkusuyla meydanları dolduran yüzbinlerce Moskovalının verdiği izlenim ise faşizm benzeri bir illetin insanlığın başına musallat olması halinde yeniden tepelemekten geri durmayacakları şeklindeydi. Zafere giden yol zor, meşakkatliydi. 26,6 milyon kişinin Nazi Almanyası’na karşı yapılan savaşta can verdiği bir kez daha hatırlanmıştı...Cephelerde savaşan askerlerin, fabrikalarda erkeklerin yerini alan kadınların ve yaşlarının çok çok üstünde acılar çeken çocukların asla unutulmayacağı vurgulanmıştı. Vladimir İvanoviç ,“Seneye yine beraber gidiyoruz, tamam mı?” diye sordu. Bir an durdum. “Senin bel ağrıların ve yüksek tansiyonun izin verirse, benim de vize sorunum olmazsa gideriz,” deme densizliğinde bulunacak değildim ya. Bu kısa tereddütten sonra, kararlı bir tonda “Tabii ki!” diye cevap verdim.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
49
Nazım, hep bizimle… Nazım Hikmet, ölümünün 50. Yılında, Moskova’da RTİB ile Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfı’nın düzenlediği çeşitli etkinliklerle anıldı. 02 Haziran Pazar günü akşamı Zülfü Livaneli, Zuhal Olcay, Edip Akbayram, Güvenç Üstündağ, Orçun Orçunsel, Çelli İstanbul Grubu’nun katıldığı bir konser vardı. Pazartesi sabahı da mezarı başında bir anma töreni… Sabah anma törenine giderken zaman zaman yaptığım gibi yaşama veda ettiği evinin önünden geçtim; “Bakıyorum Moskova’nın pencerelerinden birinden/ Seni düşünüyorum memleketim/ Memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum,/ Zaten bir dakka çıktığın yok aklımdan,/ Hasretin dayanılır gibi değil,” dediği evinin pencerelerinde kimseler yoktu. Novodeviçi Mezarlığı anmaya gelen çok sayıda insanla doluydu. Nazım, 50 yıl önce yaşama veda etmişti, ancak ”elveda” dememişti. –Ki şiirleri ve düşünceleriyle aramızdaydı. Güneşli bir Moskova sabahında Nazım’ın sevgili İstanbul’una selamı vardı. Kuşkusuz bu selamı, mezarı başında onu anan çok sayıda insanın arasında olan, İstanbul’dan ziyaretine gelen Zülfü Livaneli, Zuhal Olcay, Tarık Akan, Edip Akbayram, Nebil Özgentürk, Hakan Aksay, Vecdi Sayar, Rutkay Aziz, Zeynep Oral, Coşkun Aral, Taner Barlas, Moris Gabbay, Arif Keskiner, Nedim Saban, Hıfzı Topuz, Ayşe Yaltırım, Selçuk Yöntem, Güvenç Üstündağ, Orçun Orçunsel,Çelli İstanbul Grubu üyeleri gibi pek çok sanatçı ve kültür adamı iletecektir. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
50
Nazım’ın en güzel memleket ve İstanbul şiirleri gurbetteyken, memleketi, yıldızlardan da, gençliğinden de daha uzaktayken yazdıkları... Gurbetlik zor zanaattır, Prag'da ruhunu mefistoya sunup, yalvarır: “Hasretlik cana yetti/ pes!/ Beni istanbuluma götürsün bir saatlik...” *** Aslında anma törenine üst kat komşumuz Vladimir İvanoviç’le birlikte gidecektik, ancak ah onun romatizma ağrıları… Nazım’ın ölmeden önce yaşadığı ev, bizim mahallede, oturduğumuz eve onbeş dakikalık yürüme mesafesinde, 2. Pesçanaya Sokak’ta, , Sık sık Vladimir İvanoviç ve karısı Olga teyzeyi de alıp oraya gidip, Nazım’ın apartmanının avlusunda oturup, onu tanıyan bir babuşka ya da deduşkayı yakalayıp anılarını anlattırmayı hayal ediyorum.
Mahallede bir de Nazım Hikmet Çocuk Kütüphanesi var. Bazen bu kütüphaneye gidip, RTİB’in derleyip, Rusça’ya çevirtip bastırdığı kitaptan Rus çocuklarıyla birlikte Nazım’ın şiirlerini okuyoruz. Haliyle Nazım’ın şiirleri burada da çok okunuyor. Ve de dokunuyor. Hele hele memleket hasretimin içime iyice çöktüğü günlerde onun gurbet ve vatan hasretiyle ilgili şiirleri beni fena halde etkiliyor.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
51
“Memleketim,
memleketim, memleketim, ne kasketim kaldı senin ora işi ne yollarını taşımış ayakkabım, son mintanım da sırtımda paralandı çoktan, şile bezindendi. Sen şimdi yalnız saçımın akında, enfarktinda yüreğimin, alnımın çizgilerindesin memleketim, memleketim, memleketim…” “Nazım gibi memleketini bu kadar çok seven birisinin vatan hasreti içinde ölmesi ne hazin,” diyor Olga teyze. Vladimir İvanoviç, bana “Seni niye çok seviyorum biliyor musun?” diyor. Merak eder gözlerle bakıyorum. O, devam ediyor: “Biliyorum ki sen de vatanını Nazım gibi çok seviyorsun. Ben de kendi vatanımı çok seviyorum. Bu çelişki gibi görülebilir. Fakat kendi vatanlarını seven farklı ülkelerin insanları aynı duygulara sahiptir, birbirlerini anlarlar ve çok severler. Vatanını sevmeyen adamdan hayır gelmez,” diyor. Başımı sallayarak hak veriyorum. Vladimir İvanoviç, şiirleri Nazım gibi vurgulayarak okumaya çalışıyor: “Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi mesela, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani bütün işin gücün yaşamak olacak. Yaşamayı ciddiye alacaksın, yani o derecede, öylesine ki, mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, yahut kocaman gözlüklerin, beyaz gömleğinle bir laboratuvarda insanlar için ölebileceksin, hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde. Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından.” Şiirin bu noktasında duruyor Vladimir İvanoviç, “Bak,” diyor,” Bu şiiri çok seviyorum. Bu yaşımda bile yaşama sevinciyle doluyor içim. Ben de zeytin ağacı dikebilirim, ama Moskova’da yetişmez. Onun yerine sedir ağacı dikeyim, mesela…” M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
52
Ona Türkiye’de Akdeniz kıyılarındaki sedir ağaçlarını anlatıyorum. Lübnan’da olduğundan daha çok ve güzel sedir ağaçlarının var olduğundan söz ediyorum. Etrafımızı çocuklar sarmış, şiirlere devam ediyoruz: “Yaşamak bir ağaç gibi, tek ve hür Ve bir orman gibi kardeşçesine…”
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
53
Geldi çattı mantar toplama zamanı!
Pazartesi sabahı İgor yüzünde gülücüklerle geldi. “İki sepet mantar topladım bu hafta sonu,” dedi. “Çok bereketli bir yer keşfettim ormanda.” İçerdeki odadan bunu duyan Yulia, koşarak geldi: “Nereye gittin?” diye sordu. İgor, hemen lafı çevirip, konuyu değiştirdi. Yulia, bunu anlayışla karşılayıp fazla üstelemedi. Öyle ya, herkesin bildiği, gittiği bir yerde mantar bulmak sadece İgor için değil, Yulia için de mümkün olamazdı. Bu, bir sır olarak saklanmalıydı… Tıpkı balıkçıların denizde balığın bereketli olduğunu keşfettikleri ve bunu bir meslek sırrı olarak sakladıkları “kerteriz” mekanları gibi… *** Yağmurlu günlerin arkasından mantar toplama zamanı gelmiş, çatmıştı. Hüzünlendim…Bu, bir bakıma yaza veda etme zamanının geldiğinin habercisiydi… Eee n’apalım, biz de böyle bir iklimde yaşıyoruz.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
54
*** Ruslar için mantar toplama çok eski ve geleneksel bir adet. Slav topluluklarının çok eski zamanlardan beri, ziraata uygun olmayan ormanlık alanlarda yiyecek ihtiyaçları için başvurdukları yaygın bir faaliyet. Rusya’da 200’den fazla yenilebilir mantar çeşidi var. Bunun meraklıları çok. Özel olarak, hafta içinde mantar toplamak için işyerinden izin alanlar bile var. Zira hafta sonlarında ormanları dolduran başka meraklılardan arda kalacak hatırı sayılan miktarda mantar bulmak kolay değil. Ve hatta sabahın erken saatlerinde yola koyulmak gerekir. Mantar, onu ilk kim gördüyse onundur. Ormanların içinden geçen yolların kenarında park etmiş arabalardan ormanın içinin mantar toplayanlarla dolu olduğunu anlarsınız. Küçük bir grup halinde gitmenizde fayda var. Ancak gezintiye gitmiyorsunuz, el ele, kol kola yürümeyin; aranızda mesafe bırakarak, yayılarak yürüyün. Gördüğünüz her mantarın üzerine hep birlikte atlayacak haliniz yok herhalde. *** İgor, “ Bütün mantarlar yenebilir; ancak bazılarını ancak bir defa yiyebilirsiniz,” diyor ve gülmeye başlıyor. Yulia, önce espriyi anlamıyor ve bakıyor; sonra o da gülmeye başlıyor. Öncelikle mantar toplama deneyim gerektiren bir şey. Hevesle, bilmeden, tek başına yapılabilecek bir şey değil. Bir kere cinslerini iyi bilmek gerekiyor. Fiyakasına aldanıp, en allı, pullu olanları toplayıp, bir de yerseniz zehirlenip, en kısa yoldan öbür dünyanın yoluna revan olursunuz. Uzmanlar, “bilmediğiniz mantarı yemektense Rus ruleti oynayın, daha iyi,” diyorlar. “İnanın canlı kalmak için daha şanslısınız... Rus ruletinde ölme şansınız 6'da 1...Zehirli mantarda ise 6'da 5...” diye devam ediyorlar. Yani kıssadan hisse: Bilmediğiniz, tanımadığınız mantarı yemeyin! Özellikle, hani o resimli masal kitaplarında gördüğümüz kırmızı kocaman şapkalı, benekli mantarlardan güzelliklerine kanmadan uzak durmak lazım. Bunlar Rusların “muhamar” (Мухомор ) dediği zehirli mantar cinslerinden. “Ne çelişki!...En güzelleri, en tehlikeli olanları,” diyor Saşa. Bu sefer ben muhabbete giriyorum, “Kadınlar gibi,” diyor ve gülüyorum. Yulia, güzel ya, bunun basit bir şaka olduğunu bilmesine rağmen alınıyor, kızıyor. ***
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
55
Aslında mantar toplama işi, Ruslar için kışın tüketilecek yiyecek stoklama maksadını aşan bir eylem. Bunu bir tür avlanma ya da spor gibi düşünebiliriz. Ruslar, buna sessiz avlanma anlamına gelen Tihaya Ahota (Тихая охота) diyorlar. Yani, bir nevi tüfeksiz, gürültüsüz avlanma…Çoluk çocuk, yaşlı genç herkesin yapabileceği; doğada, huzurlu, sessiz bir ortamda, temiz havada bir avlanma türü. Sağlıklı bir sportif faaliyet…Bu faaliyete katılan herkesin ruhu arınmış ve mutlu olarak döndüğünü söylemeye gerek yok. Her zaman eğlenceli ve heyecanlı bir deneyim… Bu avlanma türü için öyle fazla teçhizata falan da gerek yok. Rahat hareket edebileceğiniz bir elbise, rahat bir ayakkabı mümkünse lastik çizme,… Yağmurluğu, şapkayı da ihmal etmeyin; vücudunuzda çok fazla açık bir yer bırakmayın, zira bu mevsimde ormanda yırtıcı hayvanlardan daha tehlikeli olanı keneler. Diğer gerekli malzemeler, topladığınız mantarları içine koyabileceğiniz sepet, plastik kova, torba; mantarların saplarını kesip, temizleyebileceğiniz bir bıçak; yön duygunuz zayıfsa pusula ya da varsa navigatörlü cep telefonu, v.s… Her ne kadar tecrübeli Ruslar gülüp, burun kıvırsalar da her sene gazetelerde mantar toplarken ormanda yolunu kaybedenlerin haberlerini okuyoruz. Bu yazıyı yazarken tepeme dikilen İgor, bu pusula ve navigatör önerisine gülüp, dalga geçiyor. Ben de “Bu öneri tabii ki senin gibi ustalar için değil, İgor,” diyor ve devam ediyorum. *** Sabah erken saatte konu komşuya göstere göstere mantar toplamaya gidip de eli boş dönmek de var işin içinde. Avcının kaderinde bu var. Evdekilere mahçup olmak istemeyenler için yol kenarlarında satılan mantarlardan almak mümkün. Tıpkı diğer bütün kısmetsiz avcıların, balıkçıların zaman zaman başvurduğu masum hileler gibi… M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
56
*** Igor, bir öğle yemeğine evdeki buzdolabının dondurucusuna doldurduğu mantarlardan yaptığı salatadan getirmeye söz verdi. İnşallah bu sözünü unutmaz.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
57
Meteor Tehdidi Altında Akşam Ak am Yemeği Yeme i İlker, geçen Cuma akşamı Lena’yla beni akşam yemeğine davet etti. Aslında bütün gün koşturmaktan yorgun düşmüştüm, hiç halim yoktu; ancak davete icabet etmemek olmazdı. İlker’in evinde Digitürk bağlantısı var. Hasta Galatasaraylı olduğumdan, önemli maçlarda beraber seyredelim diye sağolsun beni çağırır. O akşamki maç Didier Drogba’nın Galatasaray seyircisinin karşısına çıkacağı ilk maçtı. Çok merak ediyordum; yorgun bile olsam bu maçı seyretmem lazımdı. Diğer yeni flaş transfer Wesley Sneijder’le birlikte bu maçta kimbilir ne harikalar yaratacaklardı. İlker Galatasaraylı değil, Fenerbahçeli; ama olsun, kavgasız, gürültüsüz, birlikte maç seyredip, zevk alabiliyoruz. İlker, Alex’i ve kız arkadaşı Anna’yı, Ersin’i ve karısı Natalya’yı da çağırmış. Alex ve Ersin de İlker gibi hasta Fenerli. Bir yandan da eyvah, üç hasta Fener’li arasında bu akşam maç izlemek bana zehir zıkkım olacak diye düşünüyorum içimden. Zaten bismillah, kapıdan ayağımı içeri atar atmaz, daha merhaba demeden Alex, “Biliyor musunuz meteroit bu akşam Manisa Stadı’na düşecekmiş,” dedi. Hiç altta kalır mıyım; “Evet, Drogba’nın bir değil, birkaç meteroiti Akhisar kalesine düşecek, Fenerliler kahrolacak,” dedim. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
58
Alex, can arkadaşım; bir Rus. Nasıl oluyor da Fenerli, diye soracaksınız. Rusya’da doğduğu şehirdeki bir Türk kolejinden mezun olmuş; sonrasında İstanbul’da Yıldız Teknik Üniversitesi’ni bitirmiş. Ortalama bir Türkten daha iyi Türkçe konuşup, okuyup, yazabiliyor. Fenerliliği de İstanbul’daki yıllarından yadigar. Onun hikayesi de ayrıca ilginç ve hoş. İlker’in karısı Tanya, hamarat bir kız; daha biz gelmeden yemeklerin çoğunu yapmış bile. İsmindeki ‘Tan’ı annesi Tanya’dan, ‘er’i babası İlker’den alan İlker’in oğlu minik Taner, etraftaki gürültüye, koşuşturmaya aldırmadan oturma odasındaki divana yatmış mışıl mışıl uyuyordu. Ben de divanın bir köşesinde kendime yer bulup, hafifçe uzanıp kaykıldım. Lena, hemen televizyon kumandasını kapıp, zaplayıp çeşitli kanallardaki haberleri izlemeye başladı. Bütün kanallardaki ana haber konusu, önceki gün Rusya'nın Çelyabinsk kenti yakınlarına düşen meteordu. Çelyabinsk Bölgesi semalarından geçen meteor, Çebarkul şehrinin 1 km uzağında bulunan bir su bendine düşmüştü. Atmosferin alt katmanlarından geçerken yanan göktaşı parçalara dağılmıştı. Rusya Acil Durumlar Bakanlığından yapılan açıklamaya göre gök cisminin parçaları Çelyabinsk bölgesindeki Satka şehrinin 80 kilometre uzaklığında bulunmuştu. Birkaç kilometrelik yükseklikte meydana gelen patlamayı Çelyabinsk, Tümen, Sverdlovsk ve komşu bölgelerin sakinleri görmüşlerdi. Rusya İçişleri Bakanlığı Basın Merkezi’nden yapılan açıklamada, Çelyabinsk eyaletinde meteor parçalarının düşmesi sonucu 400 kişinin hastaneye başvurduğu açıklanmıştı. Çelyabinsk Bölgesi’nde görülen bu meteor yağmurunun Dünya’ya yaklaşmakta olan 2012 DA14 asteroidinden kaynaklanmış olabileceği söyleniyordu. 15 Şubat’ta da, yani Cuma akşamı NASA Dünya’dan 27,7 bin kilometre yükseklikte yarım futbol sahası büyüklüğünde uçan bir asteroidin izleneceğini bildiriyordu.. Ve Pulkovo Gözlemevi Başkanı Sekreteri Tatyana Borisoviç’e göre Cuma akşamı Moskova saati ile 23.25’te adı geçen asteroid 27 bin kilometre gibi minimum yakın bir mesafeden geçecekti. Uyumakla, uyumamak arasında uzanmışken bu ve benzeri haberleri duyuyordum. Ben maçın naklen yayınını seyretmek heyecanı içindeyken, Lena, Moskva 24 Kanalı’ndan naklen verilecek meteor haberinin heyecanı içindeydi. Aramızda televizyonun uzaktan kumandasına sahip olma konusunda tartışma olmaz diye umuyorum. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
59
Ersin, karısına okuyup Türkçesini ilerletsin diye bir kitap getirmiş. Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç” isimli romanı.
Natalya, elinde kitap biraz okuyup, ikide bir anlayamadığı sözcükleri Ersin’e soruyor. Natalya’ya “Günün anlam ve önemine uygun bir kitap okuyorsun,” diye takılıyorum. Biliyorum bu kitabı; ortaokul, lise çağlarımda okumuştum. Romanı da, konusunu da hatırlıyorum.1910 yılının Mayıs ayında Halley kuyruklu yıldızının dünyaya çarpacağı haberi İstanbul’da panik meydana getirir. Bir mahallede kadınların kendi aralarında Kuyrukluyıldız ile ilgili konuşmalarıyla başlayan romanın kahramanı İrfan Galip isimli bir gençti. Ünlü bir yazar olmak isteyen, kadınlara da kızan gazeteci İrfan Galip’in Halley kuyruklu yıldızıyla ilgili toplantılar dolayısıyla mektuplaştığı Feriha Davut isimli genç ve güzel hanımla evlenip mutlu olmasını anlatıyordu. Ersin’in tevellüdü yeni, eski sözcüklerin anlamını o da bilemiyor, Natalya’ya gözünün ucuyla beni işaret edip, “Kafa kağıdı eskidir. Ona sor,” diyor. Natalya elinde kitap geliyor. Bakıyorum: “- Emine Hanım azıcık pencereye gel… Bak neler olacakmış neler … Merakımdan bir yerde duramıyorum… - Ne var? Yine Sıtkı karısını mı boşadı?.., M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
60
- Ay yere batsın Sıtkı da, karısı da... Bu öyle karı boşamak filân keyfiyeti değil... İş fena... - Ne olmuş canım? - Ortalık çalkanıyor... Bursa'da sağır sultan duydu, senin hâlâ bir şeyden haberin yok... Ah ne felâket!... Dünyaya kuyruklu yıldız çarpacakmış... Emine Hanım “tu! tu!” diye birkaç defa yakasına tükürerek def-i halecana (halecanını gidermeğe) uğraştıktan sonra: - Aman ben de korkacak bir şey zannettim. Ne kadar telâşesin kardeş... Çarparsa çarpsın.., Ne var? Kapımı kapar, evceğizimde otururum, bir yere çıkamam, şimdi karılar, “Nasıl çarpacakmış bakalım” diye sürü sürü seyre giderler... A! gitmem, gitmem, it köpek arasında çiğnenmeye vaktim yok... Bedriye Hanım asabî bir kahkaha ile: - Emine kardeş, sen ne kadar aptallaşmışsın.. Hiç o koca “mefret” o saçaklı Raziye bu dünyaya çarpar da senin evin kalır mı ki kapıyı kapayıp da içinde oturacaksın?…Sen ne kayıtsız kadınsın, Vallahi korkudan bu gece gözlerime uyku girmedi. - Korkma.. Hepsi yalan. Müneccim uydurması...Ne çarpacağı var, ne bir şey....”Küllii müneccimin kezzab...” (arapça bir cümle: bütün astronomlar yalancı). Hacı baban daima öyle söylemez mi? Geçenlerde de öyle dediler,... Yine bir kuyruklu görünmedi miydi? “Çarpacak” dediler, “Gökten ateş yağacak” dediler... bilmem daha ne haltlar ettiler. Hiçbirinin aslı çıktı mı? Hay söyleyenlerin kemikleri çarpılsın inşallah... O geçenki kuyruklu için bir ucu yerde bir ucu gökte dediler. Atiye Hanımın evinden gözüküyor imiş,. Bir gece akşam yemeğinden sonra oraya gittik. Şöyle Cerrahpaşa camisinin yanma doğru havada iri sorguç gibi bir şey gördük, işte o imiş. Bu kadar lâkırdı meğerse onun içinmiş....” Natalya, bir iki şey sorduktan sonra, kitabını alıp gidiyor. Bu arada Lena, elinde televizyonun uzaktan kumandası, yanıma gelip, “Haberin var mı? Bak neler olacakmış neler?” diyor. Her şeyi biliyorum, ama yine de dalgamı geçmek için soruyorum: “Ne var? Yine Pavel karısını mı boşadı?..,” “Ay yere batsın Pavel de, karısı da... Bu öyle karı boşamak filân gibi bir şey değil... İş kötü...” “Ne olmuş canım?” “Ortalık çalkalanıyor... Çukotya’daki Çukçalar bile duydu, senin hâlâ bir şeyden haberin yok... Ah ne felâket!.. Dünyaya yeni bir meteroit çarpacakmış…Moskva 24 Kanalı canlı haber verecekmiş. Merakımdan yerimde duramıyorum…” M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
61
“Tu! tu! Tu! Allah korur inşallah. Aman ben de korkacak bir şey var zannettim. Ne kadar telâşesin Lena’cım... Çarparsa çarpsın.., Ne var? Buralara düşmez. Rusya, dünyanın en büyük ülkesi, Çelyabinsk de buraya çok uzak,” diyorum. “Yahu, sen ne kayıtsız adamsın, Vallahi korkudan dün gece gözlerime uyku girmedi. Hiç öyle deme, yakın bir yerlere düşerse felaket. Bak Çelyabinsk’te neler oldu.” “Korkma… Önemli bir şey olmaz. 12 Aralık’ta Kıyamet kopacak dediler de ne oldu?” Hanımlar yardım için mutfağa girdiler. Çok zaman geçmeden mutfakta kaynatmaya, dedikoduya başlamışlardı bile Gözlerimi kapatıyorum. Uyurla uyanık arasındayım. Arada dalıyorum. Rüyayla gerçek arası konuşmalar gelip, gidiyor. Natalya, yine elinde kitap bir şeyler sormak için geliyor. Gösterdiği sayfaya bakıyorum: “Üst taraftaki komşu Emeti Hanım bahçe duvarının önünde dibi yukarı, yani tersine vazedilmiş, bir eski küfenin üstüne çıkarak kınalı saçlarını gösterip: - A çocuklar nedir telâşınız?,.. Vıcır vıcır orada ne ötüşüyorsunuz? Bedriye Hanım: — Kuyrukluyu söyleşiyoruz. Emeti Hanımcığım... Emeti Hanım: — Hangi kuyrukluyu? Bedriye Hanım: — A! kaç tane var kadınım?,... Emeti Hanım: — Kaç tane istersin?..., Sokak dolusu var. Bedriye Hanım: — Biz o sokaktaki kuyrukluları söylemiyoruz canım... Gökteki kuyrukluyu konuşuyoruz. Birkaç haftaya kadar dünyaya çarpacakmış, diyorlar... Emeti Hanım: — Siz gökteki kuyrukludan korkmayınız,. yerdekilerden korkunuz... Bu berikiler daha tehlikeli... Bedriye Hanım istiğrabla (garipsiyerek): — Bu yerdekiler hangileri a kuzum? Enıeti Hanım: — Hangileri olacak?... Guguruklarının tepelerine yalancı pırlantadan birer iğne iliştirip çarşaflarının eteklerini birer arşın yerlerde sürüyerek sokaklarda gezen kuyruklular,... Bedriye Hanım: — İlâhi Emeti Hanımcığım! kıyametler kopsa sen yine böyle gençlerle uğraşmaktan vazgeçmezsin... O zavallı hanımların kuyruklu olup da kime çarptıkları var? Emeti Hanım hiddetle: — Nasıl? nasıl?,... onların sadmelerine (çarpmalarına) uğrayıp da az delikanlı mı hurdahaş olmadı?... Emine Hanım hafif hafif gülerek: — Yıldız çarpıp da kıyamet kopacak diyorlar da bak bu kadın hâlâ ne düşünüyor? M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
62
Emeti Hanım infial ile başını duvarın üzerinden biraz daha uzatarak: - Düşünürüm zahir... Yeğenimin oğlu Behçet'e geçenlerde böyle yapma pırlanta iğneli kuyruklunun biri çarpmış da oğlan ye'sinden kendini az kaldı bahçedeki dut ağacına asıyordu. Yazık değil mi? Yirmi ikisinde tosun gibi delikanlı... Bedriye Hanım: — Şimdi öyle şeyler düşünülecek zaman değil... Bu yukarıki yıldız çarparsa hepimiz tuz ile buz olacakmışız... Emeti Hamni: — Sus kız... içim fena oldu... Kim söylüyor onu?...” Natalya, bir şeyler sorup gidiyor. Başım yine ağırlaşıp düşüyor. Arada gözümü açıp etrafa bakıyorum. İlker, mutfak kapısının pervazına yaslanmış mutfaktakilere; “Kızlar, orada bıcır bıcır ne ötüşüp, konuşuyorsunuz?” diye soruyor. Tanya, “Meteroidi konuşuyoruz, İlker’cim,” diyor. “Hangi meteroidi?” “ A! kaç tane var İlker’cim?,...” İlker: “Kaç tane istersin?..., Sokak dolusu var.” Lena: “Biz o sokaktakileri söylemiyoruz canım... Göktekileri konuşuyoruz. Bu gece yine dünyaya çarpacakmış, diyorlar...” İlker “Siz gökteki meteoritlerden korkmayın,. yerdekilerden korkun... Bunlar daha tehlikeli...” Lena: “Bu yerdekiler hangileri a kuzum?” İlker: “Hangileri olacak?... Bizim Türk erkeklerinin yüreğini hoplatan devuşkalar,..”. Lena: “İlâhi İlker’cim! Kıyametler kopsa sen yine böyle gençlerle uğraşmaktan vazgeçmezsin... O zavallı kızcağızların göktaşı olup da kime çarptıkları var?” İlker: “Nasıl? nasıl?,... onlara çarpılıp da, az mı delikanlı hurdahaş oldu?...” M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
63
Tanya: “Yıldız çarpıp da kıyamet kopacak diyorlar da, bak bu adam hâlâ ne düşünüyor? Şimdi öyle şeyler düşünülecek zaman değil... Bu meteroit çarparsa hepimiz tuz ile buz olacakmışız...” İlker, mutfaktakileri kızdırmış olmaktan mutlu, kıkır kıkır gülerek, içeri dönüyor. Yine dalmışım. Bir şangırtı ile gözlerimi açıyorum. Doğrulup,“Ne oldu, meteor evin içine mi düştü?” diye soruyorum. Natalya Vasilyeva,“Ersin, yardım edeceğim derken salata kasesini yere düşürüp, kırdı,” diyor gülerek. “Aferin ona,” deyip, uyuklamaya devam ediyorum. Maç başlıyor. Uykum açılıyor, keyfim yerine geliyor. Hep beraber yemeğe oturuyoruz. Ve maç benim için mutlu sonla bitiyor. Tebrikleri kabul ediyorum. Yemekteki muhabbet, sonrasında da devam ediyor. Meteor konusu maçın önüne geçiyor. Alex, “Biliyor musunuz,” diyor, “Uyanık bir pizzacı ‘Çelyabinsk’te meteroit bütün pizza restoranlarını hasara uğrattı, Allahtan biz Moskova’dayız, bizim restorana bekleriz’ diye reklam vermiş.” Konuyla ilgili matrak haberler birbiri ardına konuşuluyor. İlginç açıklamalarıyla ünlü politikacı Rusya Liberal Demokrat Partisi lideri Vladimir Jirinovski’ye göre Ural’a bir göktaşı parçaları düşmemiş, Amerikalılar silah denemesi yapmışlardı. “Valla helal olsun, şaşılacak bir hayal gücü varmış,” diyorum. 30 Haziran 1908’de Rusya’da Tunguska Bölgesi’nde düşen gök cisminin sırrı hala araştırılıyordu. 225 milyon yıl önce amfibilerin neredeyse tamamı yok olmuştu. 70 milyon yıl önceyse yine benzer bir olayda tüm canlıların yüzde sekseni yok olmuştu. İnternette yer alan bir karikatürde soyları meteor yağmuru nedeniyle tükendiği söylenen bir dinazor, “Bu aptal taşlar yüzünden kardeşlerimi kaybettim,” diye yakınıyormuş.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
64
Ersin, bana doğru göz kırpıp “Dinazorlar düşünsün,” diyor. “Haklısın,” diyorum. Kızmıyorum, kızmam da. Hülasası güzel bir akşamdı. Ve şükürler olsun ki kırk yedi metre çapında dev bir göktaşı Dünyamızı teğet geçip, gitmişti.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
65
Daçaya Daçaya Veda Veda Geçen hafta sonunda İgor, bizi “Daçaya Veda Partisi”ne davet etti. Okullar açılalı çok olmuş, “General Kış”ın kapıyı çalmasına az kalmıştı. Rusya’da, Moskova civarında “daça sezonu”, geleneksel olarak, hemen her yıl Mayıs tatilinde başlayıp, Ekim sonunda biter. Aslında İgor, sezonu Nisan sonunda açmış, Mayıs Bayramlarını da daçasında karşılamıştı. Karısı ve çocukları neredeyse bütün yazı daçalarında geçirmiş, kendisi de Cuma akşamları işten erken kaçıp, her hafta sonu daçasına gitmişti. Çıkarken gökyüzüne baktık. Hava puslu ve soğuktu. Yağmur da yağabilirdi. Bütün işimiz bulutların insafına kalmıştı. Yulia, “Bütün yaz torbaya girdi sanki bizi davet etmek ancak aklına geldi,” diye söylendi. Belki haklıydı, ama İgor’u kırmak olmazdı. Hep beraber; ben, Aleks, Yulia, Ersin ve karısı Natalya bir arabaya doluşup daçanın yolunu tuttuk. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
66
Yola çıkmadan önce Aleks, “Bak sen araba kullanacaksın, sakın içki içme,” dedi. İgor’un ısrar edip, bana zorla içirmeye çalışacağını biliyordu. “Merak etme,” dedim; “Son trafik cezalarından sonra içki içecek kadar deli değilim.” Ersin, fırsat bilip: “Abi, istersen arabayı ben kullanayım,” dedi, “Senin temponla akşama ancak varırız.” Karısı Natalya, arkasından çekiştirdi: “Aman sen kullanma, huzur içinde, sakin sakin gidelim.” Daha hala daçasına veda edememiş Moskova’lılar nedeniyle trafik yine saç baş yolduruyordu. Moskovalıların en büyük ve de bir türlü çözülemeyen derdi trafik yoğunluğu: Probki. Rusların bütün bu çileyi çekerek her hafta sonu daçalarına koşuşturmalarına şaşmamak elde değil. Bir ara araç denizi arasında kaplumbağa hızında ilerlerken bunalmış vaziyette Aleks’e sordum: “Söyle bakalım Moskova’dan daçaya mı, yoksa Antalya’ya mı gitmek daha kolay?” *** Rusların günlük sohbetlerinde ağızlarından sıkça duyulabilecek hayati öneme sahip üç şey var: Kvartira, maşina, daça; yani ev, araba ve yazlık. Bunların hepsine birden sahip olan orta direk bir Rus için hayat yarı yarıya garanti demektir. *** Neyse, uzun yolun kısa lafı; sonunda daçaya vardık. İgor, karısı ve oğlu Maksim bizi kapıda karşıladılar. Onların dışında, yine bizim gibi aileleriyle birlikte misafir olan, artık acıkmaya başlayıp, yolumuzu gözleyen Roman ve Pavel de bizi görünce sevindiler ve tezahürata başladılar. Neredeyse herşey hazırdı, Rusların keyifle yaptıkları “şaşlık partisi” için bizi bekliyorlardı.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
67
Kızlar, yardım için mutfağa gittiler. İgor’un mangal için hazırladığı beryoza odunları yağmurda ıslandığından yanmakta nazlanıyorlardı. Bana dönüp: “Sen geç kaldığın için cezalısın. Maksim’le yandaki komşunun bahçesine gidip sarayından biraz kuru odun getirin,” dedi. Benim elalemin sarayından izinsiz odun almak ayıp olmaz mı gibilerinden baktığımı görünce hemen cep telefonuna sarılıp komşusu İvan’ı arayıp onayını aldı. Sarayın Türkçedeki anlamı malum… Farsçadan dilimize geçen, sultanlara yakıştırdığımız görkemli yapılardan söz ederken kullandığımız bu sözcüğün Rusçadaki karşılığı “сарай”ın anlamıysa evlerin yanındaki müştemilat bile diyemeyeceğimiz küçük, derme çatma mütevazi ambarlara, depolara verilen ad. Belli ki, belki de Tatarcadan Rusçaya geçen bu sözcüğün aktarılış sürecinde işin içine biraz mizah karışmış. İgor’un daçasının bahçesinde üç tane de saray var, dersek olay daha iyi anlaşılır. Biz, Maksim’le birlikte odunları taşırken aklıma Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operası aklıma geldi. Ne iş, elalem saraydan kız kaçırırken biz odun kaçırıyorduk. Zihnimde melodisini yakalayıp ıslıkla çalmaya başladım. Igor, hemen müdahale etti. “Sen, şirkette para işlerine bakıyorsun; ıslık çalma, uğursuzluk getirir, para kaçar,” dedi Öyle ya bir de bu işler vardı. Rusların bizimkine benzer batıl inançları..
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
68
*** Rusların “daça (Дача)” merakı yeni değil. Taa 17. Yüzyıla kadar uzayan bir geçmişi var. Daça sözcüğü Rusça “davat” vermek sözcüğünden türetilmiş. Çarın imtiyazlılara verdiği arazilerden kaynağını alıyor. Rusya tarihinde daçalar önemli yazarlara, şairlere, müzisyenlere, bestecilere, bilim adamlarına, yüksek rütbeli subaylara ve benzeri bürokratlara ödül olarak verilen, "statüko" ögeleri olmuş. Yani apoletindeki yıldız sayısı, makam arabanın, odanın lükslüğü gibi bir şey… Bir nevi düzenin yandaşlarına verilen avantalarmış. Çoğu zaman bakım, onarımları ve hizmetleri, hatta yiyecek, içecek ihtiyaçları bile devlet tarafından karşılanırmış. Bu imparatorluk döneminde de, Sovyet döneminde de böyle olmuş. İmparatorluk döneminde başlayan bu merak, tutku, Sovyet Döneminde devam etmiş ve hatta günümüzde daha da artarak yaşamın önemli parçası olmayı sürdürmektedir. Yüksek statüye sahip birisi, alt düzeyden birisini hizaya getirmek, yani “balans çekmek” isterse “Daçan kadar konuş, kardeşim,” diyebilirmiş. Aslında yöneticiler için dizginleri elde tutmak için de iyi bir yöntem… Gözden düştün mü, daça da elden gidiyor. 18. yüzyılın başlangıcında, Büyük Petro zamanında daçalar daha popülerleşmiş, asillerin yaz tatillerinde yaşadığı yerler, yani bizim anladığımız dilde “yazlık” olarak kullanılmaya başlanmış. Sadece sakin bir tatil amacıyla değil, davetler, kutlamalar için de kullanılırmış. 19. yüzyılın başlarında artık bir ev ve daça sahibi olmak, hem zenginlerin, hem de orta sınıfın olmazsa olmazı olmuş. Daça, konu olarak Aleksandr Puşkin, Anton Çehov gibi Rus edebiyatçılarının eserlerine de girmiş. Örneğin 20. Yüzyılın başında Maksim Gorki M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
69
“Daçniki” isimli eleştirel bir oyun yazmıştır. Malum Gorki, Ekim Devrimi’nin savunucusu en itibarlı, önde gelen yazarlardandı. Ve nitekim zenginlerin daçalarının bazıları Devrim sonrasında işçilerin tatil evlerine dönüştürüldü. 1950’ler sonrasında bu tutkunun daha fazla yoğunlaşmasının nedeni Savaş boyunca aynı zamanda açlıkla da savaşmış bu insanlar için daçalarının bahçelerinde yetiştirebildikleri ürünlerin bir bakıma kötü günler için yaşam garantisi olmasıydı. Bu ihtiyaç, zamanla alışkanlık haline dönüşmüştür. Nitekim 1980’lerde mağazalarda, pazarlarda yiyecek sıkıntısı olduğunda daçalarda yetiştirilen ürünlerle yetinilir duruma bile gelinmiş. Haliyle böyle durumlarda daçada ekip, biçme, keyif olmaktan çıkıp, zarurete dönüşüyor. 1990’ların sonunda, sistemin değişmesiyle birlikte, daçalar özelleştirilmiş, isteyen daçasını piyasa değerinin de altında kendi üzerine alabilir olmuş. Dışarıdan bakan pek çok yabancı Rusların havaların el vermesiyle, Nisan ayından başlayıp Kasım ayına kadar hemen hemen her hafta sonunda saatlerce yoğun trafik çilesiyle (probki) boğuşarak daçalarına gidip döndüklerine akıl sır erdiremez. Aslında cevabı çok basit. Bir kaç yıl Moskova’da yaşayınca kolay anlıyorsunuz. Rusların doğaya karşı büyük bir sevgisi ve açlığı var. Sert uzun kışın arkasından havalar düzelince Ruslar kendilerine bağa, bahçeye, ormana atıyorlar. İklim koşullarının tarıma pek elverişli olmadığı bu ülkede halkın çiçek, böcek; sebze, meyve konusunda ne kadar bilgili olduklarını görüp, şaşırırsınız. Hemen herkes daçasının bahçesinde imkanları ne kadarsa mutlaka bir şeyler ekip, yetiştirir. Domates, biber, patlıcan,…Ne olabilirse… Sezonun başında fidelikler, fidanlıklar tıklım tıklım dolar; daçacılar o sene ekeceklerini alırlar. Eksik bahçe aleti, malzemesi, eşyası varsa alınıp, telafi edilir. Bazıları Moskova civarında yetişebilen domates, salatalık, patates, gibi geleneksel daça bahçesi ürünlerinin dışında fantezi peşine düşüp, yeni şeyler denerler, keşfederler. Ekilip, sonuçları heyecanla beklenir. Bir dönem Sibirya taraflarında sakura modası başlamış mesela. Bir sure sonra emeklerinin karşılığını almaya başlarlar. Kendi yetiştirdikleri sebzeleri iftiharla, afiyetle yerler. Bir kısmını da kışın tüketmek için konservesini, turşusunu, reçelini yaparlar. Patatesler kilerlere konur. Bahçelerde büyüyen çiçekler bir süre de evlerin içindeki vazolarda misafir edilirler. Ve hatta tüketebildiklerinden fazlasını satanlar bile vardır. Daçacılar, yeni deneyimlerini dostlarıyla paylaşırlar, birbirleriyle fide ve tohum takası yaparlar, muhabbetini yaparlar. Dost meclislerinde tatlı bir ziraat muhabbeti uzar, gider. İşi aşırıya götürenler bunu bir yıl boyunca, kışın dahi sürdürürler.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
70
Kışın bazıları şehirdeki evlerinde, pencere önlerinde, normalde çöpe atılacak teneke kutularda, plastik meşrubat şişelerinin üst kısmını kesip atarak yaptıkları basit saksılarda tohumlardan daça için fideler üretirler. Yazın daçada yaşamaya doyamayanlar, şehirle çok ilişki zorunluluğu olmayanlar, örneğin emekliler, yeterli donanımı, ısıtma, banyo gibi imkanlarını geliştirerek kışın da daçalarında yaşamaya devam ederler. 1990’lar sonrasının bazı yeni zengin görgüsüzleri,işi iyice aşırıya götürmüşlerdir. Eski daça evlerinin yerine içinde her türlü lüksü olan devasa villalar yaptırmışlar. Bahçelerinde timsah, iguana gibi ekzotik hayvanlar besleyenleri bile varmış. 1960’ların başında sanırım görünüm kaygılarıyla dikilecek ağaç sayısı gibi bazı konularda resmi sınırlamalar ve denetim getirilmiş, ancak kısa bir sure sonra bundan vazgeçilmiş, kotalar kaldırılmış. Şimdi her şey serbest. Arazi büyüklüğü konusundaki eski sınırlamalar da kalmamış. Paran varsa al alabildiğin kadar. Bu nedenle spekülasyonu da başlamış işin. Ticaret, gayrımenkule yatırım ve tatil, hepsi bir arada… İgor’un daçasında ana bina birbuçuk katlı ahşap bir ev. Hayalinde bir de mütevazi yüzme havuzu var. Havuz şimdilik yok, ancak yerini kafasında tasarlamış, oraya ağaç falan dikmiyor. Bahçesinde ilaveten bir banyo ve üç saray var. Genel kanı o ki, Ruslar için daça, büyük şehir keşmekeşinden kaçışın sembolü, “kaybedilmiş cennete dönüş”tür.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
71
*** Bunların çoğunu İgor, şaşlık yaparken, bir yandan mangal ateşini harlar, bir yandan da etleri pişme durumlarına göre çevirirken kaşla göz arasında anlattı. Abartı varsa günahı onun. Bu arada İgor’un karısı kapının aralığından kafasını dışarı uzattı. Kendi yapması gereken salata, akroşka, falan, her şeyi yapmış kızlarla birlikte sofrayı kuruyordu. Şaşlığın henüz hazır olmadığını görünce kızdı, İgor’u bir güzel haşladı. İgor, bu fırçalara alışıktı,fazla aldırmadı. İki elini “Ne yapabilirim?” der gibi iki yana açıp, “Vat ken ay du?” dedi. İgor’un İngilizce “What can I do?” dediğini zannetmiştik, ancak içeri gidip, birazdan koltuğunun altında iki votka şişesi ve bardaklarla döndüğünde ses benzerliğini kullanıp muziplik yaptığını, aslında Rusça “Водку найду” (Vodku naiydu), yani “Votka almaya gidiyorum,” dediğini anladık. Aleks’in gözlerinin parladığını fark ettim. Asıl daça keyfi şimdi başlıyordu. *** Daçadaki bu seneki son şaşlık partisinin neşe ve mutluluk içinde geçtiğini söylemeye gerek yok. Şansımıza yağmur yağmadı ve hatta bulutların insafa geldiği bir ara güneş kendisini gösterip bizi ısıttı bile diyebilirim. İgor, bol bol içip, dostlarla sevgili daçasında birlikte olmanın keyfini çıkardı. Benim araba kullanacağım bahanesiyle içki içmediğime bile kızmadı. Her şey çok güzeldi. Hele dostlarla bir arada olununca… M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
72
Şimdilik hoşça kal Daça! Seneye Mayıs Bayramı’ndan sonra, güneş yüzünü gösterip içimizi ısıttığında yine görüşürüz. Tabii İgor, bizi yeniden davet ederse. Daha da önemlisi havaların uygun olduğu güneşli günlerde çağırırsa…
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
73
Probki Serkan, “Arabayla gideriz,” deyince kanım dondu. Aylardan beri peşinde olduğumuz bir Rus firmasıyla iş görüşmemiz vardı. Sonunda bizimle görüşmeyi kabul etmişlerdi. Peşinden büyükçe bir sipariş gelebilirdi. Peki ya zamanında gidemez, gecikirsek!?.. Bir çuval inciri berbat edebilirdik. Yalvaran gözlerle baktığımı görüp: “Peki müdürüm, o zaman ayrı ayrı gidelim. Ben arabayla giderim, sen metroyla gelirsin; metro çıkışında buluşup, müşteriye öyle gideriz,” dedi. Çaresiz, “Tamam,” dedim. Yapacak bir şey yoktu; buna da razıydım. En azından o yetişemezse bile ben görüşmeye yalnız giderdim, sonradan gelirse toplantıya katılırdı. “Tom Tom’un en son raporunda da Moskova’nın yine Avrupa’nın en fazla trafik sorunu olan şehri olduğunun açıklanmasına rağmen sen hala bu önemli iş toplantısına arabayla gidelim diyorsun, d’il mi? Pes yani!” diye isyanımı belli ettim.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
74
“Kim abi bu Tom Tom?” Anlattım: Tom Tom, bizim .çok bilen arkadaşlarımızdan birinin lakabı falan değildi. Dünyanın en büyük navigasyon şirketlerinden biriydi. TomTom'un yaptığı araştırmalara göre Moskova, Avrupa'da trafik sıkışıklığında liderliği kaptırmıyordu. İstanbul bile Moskova'dan sonra ikinci sırada bulunuyordu. Bu da bizim gibi trafik çilekeşi İstanbul’lulara ancak bir teselli ikramiyesi olabilir. Sadece Tom Tom olsa neyse IBM şirketi uzmanları tarafından gerçekleştirilen araştırma sonucuna göre de Moskova trafikte en fazla vakit harcanan yer dalında birinci olurken, en kötü trafiğin olduğu yirmi şehir sıralamasında ise dördüncü sırada yer alıyor. Moskova’nın önünde New Delhi, Sao Paulo ve Milan var. İlginç,.. sevinelim mi? İstanbul bu listede yer almıyor. Kader işte; senelerce İstanbul’da yaşayıp, çalıştıktan, trafik çilesini çektikten sonra kalk gel daha beter trafiği olan Moskova’da yaşayıp, çalışmaya başla…. Moskova’yı bilmeyen bir İstanbulluya Moskova’da trafik sorununun İstanbul’unkine bile rahmet okutacak derecede kötü olduğuna inandırmak çok zor. Bu raporlar ortadayken önemli bir iş toplantısına arabayla gitme teklifi beni adeta çıldırtmıştı. Serkan, “Boşver Tonton abicim, Tom Tom’u falan… Anlaştığımız gibi ben arabayla, sen metroyla, ayrı ayrı gidelim. Metro çıkışında buluşuruz,” dedi. Bu çocuk, araba aldığından beri neredeyse her yere, hatta tuvalete bile arabayla gider olmuştu. Genç çocuk tabii, hevesini alsın… Bense garanticiyim. Arabayla bir yere gitmeden önce internetten, Yandex’ten trafik durumuna bakmadan asla dışarı çıkmam. Eğer durum kötüyse mutlaka metroyu tercih ederim. Metroyla nereye ne zaman gideceğinizi hesaplamak çok kolay; kesinlikle hiç şaşmaz. *** Moskova’nın bu trafik sorununu anlamak da, çözmek de her babayiğidin yapabileceği bir şey değil. Hem de dünyanın en eski, büyük ve önemli metro ağlarından birine sahip bu koca şehirde ulaşımın önemli bir kısmının metro ulaşımıyla yapılıyor olmasına rağmen… Aslında Moskova’nın trafik sorunu yeni değil. Günlük hayata yerleşmiş. Rusça probki (Пробки ) sözcüğünün sözlükteki karşılığı şişe mantarı, ancak “trafik sıkışıklığı” anlamında da kullanılıyor. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
75
Nüfusu on beş milyona yaklaşan Moskova’daki araç sayısı dört milyonu geçiyor. Bunun tercümesi şöyle; her dört kişiden birinin aracı var. Benzin ucuz, araç fiyatları da uygun olunca trafiğe çıkan araç sayısı her geçen gün artıyor. Serkan alınmasın, ama bilen bilmeyen üç kuruş parayı denkleştirince altına bir araba çekiyor. Moskova’da her cinsten, her kaliteden ve yaştan araba var; en ucuzunu da, en pahalısını da yollarda görmek mümkün. Böyle olunca trafik sorunu da çözülmek yerine daha işinden çıkılmaz bir hal alıyor. Yollar ve trafik akış düzenlemesi de hatalı olunca iş çığırından çıkıyor. Yeni çareler üretmek için her yerde yol inşaatları var. Haliyle şimdilik bunlar da trafiği olumsuz etkiliyor. Rusya’da araba kullananların şikayetlenip hep kullandığı çok bildik bir deyiş var: “В России две беды – дураки и дороги”(Rusya’nın iki önemli sorunu var-yollar ve aptallar). Rusça telaffuzu kafiyeli de olan bu deyişin trafik çilekeşlerinin duygularını ifade ettiği aşikar. Allahtan Metro var. Rus orta direğinin önemli kısmı bu ulaşım aracını tercih ediyor. Şaka yollu “Halk yeraltına inmiş, mafya yer üstünde,” deniliyor. Moskova’lılar tevekkülle yakında pek çok şeyin düzeleceğini umuyorlar. *** Toplantı günü Serkan kapıdan çıkmadan önce “Seninle takım elbisesine iddiaya girelim,” dedi. “Ben senden önce gideceğim.” Ben, kendimden emin hemen kabul ettim. Birkaç sene önce iki gazeteci benzer bir deney yapmışlardı. Moskova’nın bir ucundan bir diğer ucuna metroyla ve araçla gitmenin ne kadar sürdüğünü denemişlerdi. İki gazeteci aynı yerden aynı hedef yerine ulaşmak için hareket etmişti. Bunlardan biri yolu metroyla, diğeri ise arabayla katetmişti. Araba belirlenen yere beş saat iki dakikada varabilmişken, Metro ile gidense varılacak yere sadece bir saat beş dakikada ulaşmıştı.
Ne büyük fark değil mi? Aynı şeyin bizim bu olayda da kanıtlanacağından hiç kuşkum yoktu. *** Metroyla ulaşım garanti, ancak sabah kalabalığında boğuşmadan vagonlara binmek, yer bulmak zor. Ben de herkes gibi ittire kaktıra kendime yer açtım. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
76
Sadece içeri girmekle kalmayıp şansıma oturacak bir yer bile buldum. Ancak mutluluğum uzun sürmedi. Tepeme süslü püslü orta yaşlı bir bayan dikilince keyfim kaçtı. Gözlerini bana dikip, bakmaya başlamıştı bile. Birden anlatılan bir hikayeyi hatırladım. Hikaye şöyle: Metro’nun en yoğun olduğu sabahın erken saatlerinde bir kadın kendisini zor bela Metro vagonunun içine atıyor. Ümidi de birisinin kalkıp kendisine yer vermesi. Gözüne kestirdiği bir adamın önüne dikilip bekliyor. İki istasyon geçiyorlar, adamın oralı olduğu yok. En sonunda dayanamayıp adama çıkışıyor. “Ayıp değil mi size, ayaktaki bir leydiye yer vermiyorsunuz?” diyor. Adam, aldık başımıza belaya der gibi, sıkıntılı bir surat ifadesiyle kafasını kaldırıyor, kadına bakıyor: “Kusura bakmayın, ama siz bir leydi olamazsınız,”diyor. “Leydiler bu saatte evlerinde uyuyor olurlar ve Metro’yu da kullanmazlar.” Yer vermezsem olmazdı. Kadın, bana bir şeyler söylese bu hikayedekine benzer bir cevap verebilirdim, ama çıkabilecek muhtemel bir skandalı göze almak istemiyordum. Kalkıp, yer verdim. Kadın, süzülerek gülümsedi, teşekkür edip, oturdu. ***
Dünyanın en eski, en güzel metrolarından biri Moskova Metrosu…Tarihi dokusu ve sanat içerikli yapısıyla Moskova’da turistlerin en fazla ilgisini çeken yerlerden biri aynı zamanda. Metronun yapımı, Josef Stalin tarafından 1931'de başlatılmış. O zamanlar, Komünist Partili işçiler ve Konsomol üyesi gençler tarafından inşaat sürdürülmüş... 1935 yılında Sokolniki-Park Kulturi istasyonları arasında ilk hattı faaliyete giren Moskova Metrosu, bugün toplam uzunluğu 313 kilometreyi bulan 12 hat ve 187 istasyonuyla Moskova’nın “hayat damarı” haline gelmiş durumda. İlk seferini 15 Mayıs 1935’ da sabah saat 07.00'de yapmış. O zaman 13 olan istasyon sayısı bugün 187'ye kadar yükseldi. Benim bildiğim bu kadar, ancak bu yazıyı yazarken yeni istasyonlar bile eklenmiş olabilir. Zira durmadan genişleme çalışmaları yapılıyor. Uluslararası Metrolar Birliği’nin açıkladığı verilere göre, kilometre başına 8,5 milyon yolcuyla Moskova Metrosu dünyada São Paulo (Brezilya) Metrosu'ndan sonra en çok yolcu taşıyan ikinci büyük metro. Önceden planladığım gibi Kahverengi ring hattından aktarma yaptım. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
77
Bu kahverengi ring hattıyla ilgili olan komik bir şehir efsanesini inanmasam da seviyorum ve bilmeyenlere sürekli anlatıyorum. Güya Metro’nun projesinin sunulduğu toplantıda Stalin, elindeki kahve kupasını masanın üzerine yayılı planın üstüne koymuş, kupanın altına sızmış kahve projenin üzerinde kahverengi yuvarlak bir iz, bir leke bırakmış. Toplantıdaki hiçbir mühendis korkudan soramadığı için de proje o şekliyle gerçekleştirilmiş. Bütün diğer Metro hatlarını birleştiren bir köprü görevini gören kahverengi renkli yuvarlak Koltsevaya (Кольцевая) Hattının hikayesi böyle... İnandırıcı değil, ama matrak bir hikaye. Her Metro istasyonunun ayrı bir hikayesi var. Mesela Ploşad Revolyutsiy Metro İstasyonu’nda Matvei Manizer’in eseri olan bronz köpekli Bolşevik askeri heykelinin mistik bir güce sahip olduğuna inanılıyor. Yolu bu metro istasyonundan geçen Ruslar kurt köpeğinin burnunu şevkatle okşamadan geçmiyorlar. Her nedense Ruslar geçerken mutlaka kurt köpeğinin burnunu ve bazen kalçasını okşuyorlar. Daha çok da kadınlar yapıyor bunu... Büyük bir sevgiyle yaklaşıp, köpeğin burnunu avuçluyorlar. Metronun yoğun olduğu sabah saatlerinde köpeğin önünde neredeyse sıra oluşuyor. Tanıdığım bütün Ruslara sebebini sordum; bir bilene rastlayamadım. İgor’a göre bu, yeni türetilmiş saçma sapan bir şey; eskiden yokmuş böyle bir şeyler. Hikayesi olmayan bir gelenek oluşmuş. Belli ki bunu bir uğur sayıyorlar. Bitemeyen kriz günlerinde yoksullaşan Rusların böyle bir avuntuya gerçekten ihtiyaçları var belki de.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
78
Belki ayıplayacaksınız, ama laf aramızda, inanmadığım halde, rahatlattığı için ben de yapıyorum bunu. Hem de yolumu değiştirip, bir yuvarlak çizip heykellerdeki köpeklerin dördünün birden burnunu okşuyorum. *** Metro içindeki seyahatim tam hesapladığım gibi, neredeyse dakikası dakikasına sona erdi. Muzaffer bir edayla dışarı çıktım. Bari Serkan çok geç kalmasa. Hava soğuk, pek dışarıda beklenecek gibi değil, diye düşünürken Serkan’ı karşımda buluverdim. Olamazdı… Bu mucizeyi nasıl gerçekleştirmişti? Çok olağanüstü bir şey olmalıydı. Mesela o gün hiç kimsenin trafiğe çıkmamış olması falan gibi bir şey... Serkan, zevkten dört köşe: “Sözümüzü unutmadık d’il mi? Takım elbisemi hemen isterim haaa,” dedi. Sus pus olmuştum. Birlikte Serkan’ın arabasını park ettiği yere doğru yürüdük. Kerata iyi de bir park yeri bulmuştu. Fazla oyalanmadan müşterimizin ofisine doğru yola çıktık. Ben sessizce otururken, o, radyoda Rusçanın yanısıra bolca Türkçe ve Doğu ülkelerinin şarkılarına yer veren Vastok(восток) FM’i açmış, o sırada çalan Yalın’ın “Kasma” şarkısına keyifle eşlik ediyordu: “Kuş uçuşu burdan ne tutar oralar Hani kapasam gözleri karşımda sen vardın.” Benim iyice mahsunlaşıp, sessizleştiğimi görünce sonunda dayanamadı: “Yahu müdürüm, kızmazsan sana hikayenin aslını anlatacağım,” dedi. Anlamadım tabii… Boş gözlerle baktım. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
79
“Ben sana kötü bir şaka yaptım. Sana hak verdiğim için arabayla değil, ayarlayıp ben de senden önce metroyla geldim. Seni şaşrtmak için de arabayı akşamdan metro istasyonunun yakınına park edip, burada bırakmıştım,” dedi. Kızdım mı? Yoo, kızmadım. Ama bir süre şokunu atamadım üzerimden. “Deli herif!.. Delisin sen, işi gücü bırakmış, üşenmeden benimle uğraşıyorsun,” dedim. Serkan, biraz deliceydi, ama iyi bir satış elemanıydı. Sempatik de denilebilirdi. Yok,..yok kesinlikle sempatikti. “Abi, akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine, deli ol, dünya senin kahrını çeksin,” diye izah ederdi hep yaşam felsefesini. Böyle diyordu, ama kendisiyle çelişiyordu. Moskova’da yaşamanın zorluklarına katlandığına, buradaki iş hayatının kahrını çektiğine göre kesinlikle bu felsefesiyle çelişiyordu. Bu arada benim metronun en garantili ulaşım aracı olduğuna dair teorimin çökmemiş olmasından dolayı da rahatlamıştım. Takım elbise masrafından kurtulmuş olmam da cabası kuşkusuz….
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
80
Futbol muhabbeti her zaman tatlı olur Saçma sapan bir şekilde evde mutfakta ters düşüp, omurgamı incitince merdivenleri yavaş yavaş iniyorum. O kadar futbol oynayıp, tekme, çelme yedim, düştüm, kalktım; böylesi hiç başıma gelmemişti. Babam yaşındaki üst kat komşum Vladimir İvanoviç, inerken kolumdan tutup yardım edince bayağı utandım. Neyse ki düz yolda yürümek daha kolay. Birlikte markete giderken mahallenin çocuklarının karları küreyip temizleyip top oynadıkları minyatür sahanın kenarında oturup, biraz oyunu seyredip, nefeslenmeye niyetleniyoruz. Yan padiyezddeki ( apartman girişi) komşularımızdan birinin büyük oğlu Lev, kalede oynuyor. Lev, rakip oyunculardan birinin sert şutunu uçarak köşeden çıkarınca Vladimir İvanoviç dayanamayıp ayağa fırladı: “Maladets Lyova, bravo aslansın!” M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
81
Tam da uymuştu; Lev, zaten Rusçada aslan demekti. Vladimir İvanoviç, benim hasta Galatasaray’lı olduğumu biliyor, Aslanın Galatasaray’ın sembolü olduğunu da… Böylece aramızda bol aslanlı bir futbol muhabbeti başlıyor. Sonra bana dönüp, “Biliyor musun?” diyor, “Belki inanmayacaksın, ama gençliğimde ben de iyi bir kaleciydim.” Bakıyorum, gençliğini hayal etmeye çalışıyorum. Yaşına rağmen, boylu posluydu, atletik bir vücudu vardı. Gerçekten de eskiden iyi bir kaleci olabilirdi. Vladimir İvanoviç, devam ediyor: “Kaleci Lev Yaşin’e hayrandım o zamanlar. Kaleciliği seçmeme, Dinamo Moskova taraftarı olmama bu hayranlık neden oldu.” *** Lev İvanoviç Yaşin (Лев Ивaнович Я+шин), Sovyetler Birliği Millî Futbol Takımı'nın çok ünlü kalecisi… Belki onlarca maçını anlatmış Halit Kıvanç'a sorsanız size iki saat ballandıra ballandıra anlatır. Çok atletik bir vücuda ve müthiş reflekslere sahipti. Vücudunun bu avantajlarını kullanır çok güzel kurtarışlar yapardı. Onun koruduğu kaleler de kale gibiydi hani…Topun filelere değdiği pek olmazdı; sanki kale ağlarının arasında örümcek ağları da olurdu. Yaşin,1950'lerde dünyadaki kalecilik anlayışını değiştirdi denilebilir. Yani kalecilik anlayışında devrim yaptı. O güne kadar kale çizgisini terk etmeyen, ceza alanı dışına pek çıkmayan bir kaleci tipi yaygındı. “Biliyor musun Vladimir İvanoviç,” diyorum. “Mahalle arasında top koşturan her çocuğun büyüyünce benzemeyi hayal ettiği futbolcular vardır. Seninki neydi diye soracak olursan, düşünmeden Brezilyalı Garrincha derim. Onun gibi rakiplerimi bir sağa, bir sola yatırıp, zarif çalımlarla ekarte etmeyi hep hayallemişimdir. Böbürlenmek gibi olmasın, ama deneyip de yapmamış değilimdir hani…Ancak her zaman ortada oynamak nasip olmuyor. Kaleye geçmeye gönüllü bir başka arkadaşın yoksa, sırayla da olsa kaleye geçmek gerekiyor. İşte, o zaman da ben sizin efsane kaleciniz Yaşin gibi şahane kurtarışlar yapmak isterdim.” Gerçekten de Yaşin, Türkiye'de belli bir yaşın üstündeki bütün futbolseverlerin tanıdığı, sevdiği efsane bir kaleciydi. Milli Takımın ve Aslan Cimbom'un büyük kaptanı, unutulmaz kaleci Turgay Şeren'in M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
82
matrak bir anısı var Yaşin'le ilgili. Yakın dostluklarının hatırına Turgay'ın jubilesine gelir ve onun evinde kalır. Şeren, “Yaşin, bizim evdeyken birden pantolununu indirdi. Altında maçtaki şortu duruyordu. Yokluktan dert yandı. Ona altı tane iç donu alarak hediye ettim” diye bu renkli anısını paylaşıyor. Eee, futbolun o zamanlar şimdiki gibi bir ekonomisi yoktu; futbolcular milyonlarca dolar kazanmıyordu. Ama belki daha sportmenlerdi. Bu hikayeyi Vladimir İvanoviç’e anlatıyorum. Gülüp, kafasını sallıyor. Biraz dalgınlaşıyor. Muhtemelen o eski günleri, zor yaşam koşullarını hatırlıyor. Hava soğuk. Vladimir İvanoviç’le kabanlarımızın içinde büzüşüyoruz. Futbol muhabbeti derinleşince Galatasaray'ın efsanevi futbolcusu Metin Kurt’un bir anısı aklıma geliyor, onu da anlatıyorum. Metin Kurt, şöyle aktarıyor: “Spartak Moskova maçını oynuyoruz. Muzaffer (Sipahi) ile A Milli takım kadrosundan gelip Galatasaray kafilesine katılmıştık. Hava sıcaklığı Moskova’da eksi otuz ile otuz beş derece arasında. Maça çıkacağız. Sağ olsun, rakip takım bize külotlu yün çorap gönderdi. Biz delikanlıyız ya! Reddettik. Biz hiç külotlu çorap giyer miyiz? Sahaya çıktık. Aman Allahım. O ne soğuk? Soğuğu biliyoruz, ama bir şort bir fanilayla çıkmışsın o soğuğa. Bir bakıma seni o soğukta çıplak sokağa koymuşlar! Doğru koştuk çoraplara. Öyle bir giyişimiz var ki, anlatamam. Hem gülüyor, hem de alelacele giyiyoruz. Neredeyse iki çorabı üst üste giyeceğiz. Anlamamız gerekirdi. Soyunma odalarında sahayı gösteren ve sadece o stadyum için kurulu kapalı devre televizyon vardı. Yedek kulübesi yok. İçerden seyrediyorsun maçı. Dışarıda oturmanın imkanı yok… öyle bir havada sahada buzdan eser yok. Tabandan ısıtma sahaya ilk kez orada şahit oldum… O şartların takımı Spartak Moskova’ya 3-0 gibi küçük bir skorla yenilerek bu macerayı kapamış olduk. Küçük skor diyorum, zira skor daha kabarık olabilirdi, ama bizim Aydın (Güleş) sağ olsun, bizi farklı yenilgiden kurtardı! Sahada ayakta duracak halimiz yok. Adamlar başladı golleri bir bir sıralamaya. Aydın gitti, önünde oynayan açığa el kol hareketleri ile, “ siz sosyalist, biz sosyalist, yeter artık üzerimize gelmeyin” gibisinden uyuşmuş dudaklarıyla bir şeyler anlatmaya çabaladı. Ardından aleni bir hareketle orta çizgiyi gösterip bizim sahayı işaret etti. 'Buradan, buraya geçmek yok. Bu taraf sizin, bu taraf bizim. Artık burdan geçmek yok!' M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
83
Aydın’ı anladı mı karşısındaki futbolcu, kimdi bilmiyorum; ama gerçekten Ruslar üzerimize gelmedi. İlk üç sayıya kadar fırtına gibi esip dalga dalga üzerimize gelen takım rüzgarı kesilmiş denizin ortasında yelkeni sönmüş tekneye benzedi ve maç 3-0 skorla hezimet olmadan bitti." Vladimir İvanoviç, bu hikayeye de bayılıyor. Üşümeyi falan unutup kahkahalarını koyuverdi. Gülmekten yere düşecekti neredeyse; belimin ağrısını falan unutup, onu tutmaya çalışıyorum. *** Vladimir İvanoviç’le kanka olmamızın bir nedeni ikimizin de Dinamo Moskova’lı olmamız. O da benden dolayı Galatasaraylı oldu. Öyle kendi aramızda paslaşıp duruyoruz. Ben de Moskova’ya ilk geldiğim zamanlar çabuk sosyalleşebilmek için bir Rus takımını tutmaya karar vermiştim. Epey kafa yormuştum bu işe. Rusya Federasyonu liginde yılların Moskova takımlarına kafa tutarak yıldızları parlayan, şampiyonlukları olan Fatih Tekke’nin oynadığı Zenit veya Gökdeniz’in oynadığı Rubin Kazan’ı seçebilirdim. Fatih Tekke’nin takımı olarak Türkiye’de ünlenen Zenit, St. Petersburg’daki Stalin Metal Fabrikası spor topluluğu tarafından 1923 yılında kurulmuştu. Gazprom’un ana sponsorluğu nedeniyle “Gazprom”un, Putin’in ve Medvedev’in St. Petersburg’lu olması nedeniyle de “Kremlin’in takımı” olarak anılıyor. Gökdeniz’in başarılı futboluyla senelerdir güç verdiği Rubin Kazan da köklü Rus takımlarını alt ederek şampiyon olan bir Tataristan takımıydı. Ama ben, Moskova’da yaşıyordum ve bir Moskova takımını tutmam daha doğru olurdu. CSKA, Kayak Severler Topluluğu tarafından 1911’de kurulmuştu. Ne alaka!?..Daha sonra Kızıl Ordunun katkısıyla ve eski askerlerin katılımıyla kulüp, şampiyonalara katılmıştı. Bugün de “ordunun takımı” olarak biliniyordu. Bizim şirkette Alex, hasta bir CSKA taraftarıydı. Ben de CSKA’lı olabilirdim mesela. Ama keyifli olur muydu? Belki başka bir takımı tutup, birbirimizle uğraşmak, kızdırmak daha eğlenceli olabilirdi. Alex, belki şaşıracaksınız, ama aynı zamanda hasta Fenerbahçeli bir Rus. Şansıma bakın ki Alex’in dışında, İlker ve Ersin de Fenerliydi. Her gün onlarla burun buruna olmak, laf yetiştirmek çok yorucuydu. En iyisi başka bir Moskova takımını tutmaktı. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
84
Lokomotif Moskova, 1923 yılında “Ekim İhtilali Kulübü” adıyla, Moskova-Kazan demir yolu çalışanları arasındaki en iyi futbolcular tarafından kurulmuştu. Bugün de demiryolcuların takımı olarak biliniyor. Spartak Moskova takımının 1922 yılına kadar ismi “Pişeviki” (yani “gıdacılar”) idi, çünkü Gıda İşçileri Sendikası himayesinde kurulmuştu ve ilk stadı bir et fabrikasının yanında bulunuyordu. Bugün ismi daha çok polisle, güvenlik güçleriyle anılıyor. Eskisi kadar başarılı değilse de taraftar kitlesi büyük ve coşkulu. Dinamo Moskova, 1923 yılında SSCB’nin gizli polis örgütü Çekistler’in (daha sonra KGB olarak tanınacak kurum) personelinden kurulmuştu. Dinamo’nun diğer Sovyet kulüpleri için örnek olacağı bekleniyordu. Beria’nın takımı olarak ünlenmişti. Dinamo ilk iki SSCB şampiyonluğunu kazanmıştı. Son dönemdeyse eski başarılarından oldukça uzak. Hala “istihbaratçıların” takımı olarak biliniyor. Aslında hangi takımın kim tarafından kurulduğu, kimin takımı olduğu pek umurumda değildi. Maksat spor ve muhabbet olsundu. Moskova’ya ayak bastığım ilk günlerde kaldığım ev Dinamo Moskova’nın stadının tam karşısındaydı. Pencereden baktığımda karşımda stadı görüyordum. Yani bir bakıma Dinamo Moskova ilk göz ağrımdı. Son yıllarda o eski yıllardaki başarısından çok uzak olması önemli değildi. Bu neden ve Lev Yaşin’in oynadığı takım olması Dinamo’yu tutmam için yeterliydi. *** Mahalleli çocukların maçı bitmişti. Komşumuzun oğlu Lev, ter içinde yanımıza geldi. Vladimir İvanoviç, sevgiyle sırtını sıvazladı, “Bravo Lyovuşka, bugün çok iyiydin. Ancak biraz daha güvenli ol. Lev Yaşin gibi ceza alanına atılan topları tutmak için kaleni terk etmekten çekinme. Ayrıca iyi yer tutma yeteneklerini daha da geliştirmen gerekir,” dedi. Lev, Vladimir İvanoviç’in bu işten anladığını biliyordu. Hiç seyretme imkanı olmasa bile o da anlatılanlardan tanıdığı Yaşin’in hayranıydı. Hiç itiraz etmeden, “Tamam,” anlamında kafasını salladı. Vladimir İvanoviç, “Bak, işte o zaman sen de çok iyi bir kaleci olacaksın,” diye devam etti. Lev’i ben de gerçekten beğenmiştim. Azıcık seyretmiş olsam da tarzı Yaşin’i andırıyordu. Onun gibi, ismi Lev’in Rusçadaki anlamındaki aslan çevikliğiyle toplara atlıyordu.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
85
“Kredi Sözleşmesi Sözle mesi” mesi” engel
Geçenlerde çetrefilli bir banka işim vardı. Yönetici pozisyonunda çalışan bir Türk arkadaşıma danışmak için Credit Europe’a gittim. Sağolsun, her zaman çözemediğim işlerde elinden geleni yapar, halleder. Bu defa da hemencecik çözüverdi işimi. Teşekkür ettim, yine aynı mutad şakayı yaptı: “Öyle kuru bir teşekkürle kurtulacağını mı sanıyorsun?.. Spasiba f karman ni palojiş (Спасибо в карман не положешь),” dedi. Yani Türkçesi; teşekkür bir işe yaramaz, cebine koyamazsın falan gibi bir şey. Öğlen olmuştu. “Hadi gel, uzun etme,” dedim, “Sana bir yemek ısmarlayayım.” Hiç geri çevirdiğini görmedim şimdiye kadar. Hemen paltosunu kapıp, gidelim, dedi. Bankanın hemen yakınında tanıdığım bir arkadaşım, Lena’nın yakın arkadaşlarından biri, Galya, küçük, sempatik bir kafe-restoran açmıştı. Mütevazi bir yerdi. Basit, sade bir menüsü vardı. Çok güzel bilini çeşitleri, borş çorbası ve diğer bazı Rus yemeklerini yapıyorlardı. Bütün ürünleri taze ve lezzetliydi. O restoranı arkadaşım da biliyordu. Fazla uzaklaşmadan, keyifli, lezzetli bir öğlen yemeği iyi olacaktı. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
86
İçerisi doluydu. Zor bela boş bir masa bulup oturduk. Galya, restoranın yükünü tuttuğu yoğun öğle saatinde kan ter içinde oradan oraya koşturuyordu. Uzaktan selamımızı aldı. Ben de acıkmıştım. “Ne yiyeceğiz,” diye sordum. Neler olduğunu aşağı yukarı biliyorduk, ancak arkadaşım yine de bakmak için menüyü eline aldı. “Ne hatırladım biliyor musun?” diye sordum. O, menüye göz gezdirirken ben devam ettim. İkimizin de Moskova’ya yeni geldiğimiz zamanlardaydı. Rusça öğrenmek için kursa gidiyorduk. Zaten tanışmamız da o vesileyle olmuştu. Bir akşam, kurs çıkışında akşam yemeğini savuşturmak için bir kafeye gitmiştik. Garson kız siparişimizi almak için masamıza gelmişti. Sevimli, güzel bir kızdı. Bizse sipariş vermek için hazırlıklı değildik. Kız tereddüt ettiğimizi görünce menü ister misiniz anlamında, “Vı hatiti menyu ( Вы хотите меню )?” diye sormuştu. Arkadaşım, başını kaldırıp, gülümseyen kıza baktı. Menyu (меню-menü) sözcüğü ile minya ( меня-beni) sözcüğünü karıştırıp, bunun vinitelniy padejin ( Внительный Падеж- Akuzatif Hal ) tezahürü olduğunu sanıp, garson kızın masum bir şaka yaptığını zannetti. - Doğrusu bu ya, ben de öyle zannetmiştim. Aynı, üç hostesin anılarını yazdıkları, bir zamanların en çok satan kitaplarından birinin Türkçedeki “Kahve mi, Çay mı, Yoksa Beni mi?” adında olduğu gibi… Şakaya şakayla karşılık vermeğe kalktı. Arkadaşım, “Kofi, bilini i tibyu toje haçu ( Кофе блины и тебю тоже хачу - Kahve, bilini ve seni ),” dedi. Eh yani, rezaletin böylesi ancak bu kadar olur. Padejleri yeni öğreniyoruz ya, arkadaşım, “Menü ister misiniz?” lafını “Beni ister misiniz?” diye anlamıştı. Neyse ki garson kız olağandan daha anlayışlı ve kibardı. Önemli bir olay çıkmadı, ancak bize servisin devamını kafenin güvenlik elemanı yaptı. “Hatırladın mı?” diye sordum arkadaşıma. “Ya, ne demezsin? Çok şükür o günleri geride bıraktık; bir daha öyle dil kazaları yapmayız,” dedi. *** Galya, bir ara yanımıza geldi. Bir ihtiyacımız olup olmadığını sordu. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
87
O gidince arkadaşım: “Çok çalışkan, gayretli bir kız,” dedi. “Restoranın açıldığı çok olmadı, ama kısa zamanda çevredeki işyerlerinde çalışanlara kendini tanıttı ve sevdirdi.” “Evet, öyle. Ufacık tefecik, ama gayretli. Kaç kilodur dersin?” “Kırk kilo ancak çeker.” Gerçekten de Galya, kısacık boyu, zayıf bedeniyle küçük bir kız çocuğunu andırıyordu. “Herhalde, ancak o kadardır,” dedim, “Geçenlerde apartmanda asansörün girişinde karşılaştık. Beni görünce çok sevindi. Yalnız başına bindiğinde asansör onu algılayamıyormuş ve hareket etmiyormuş.” “Deme yahu? Küçük çocuklar için, tek başlarına binerlerse tehlikeli olmasın diye asansöre tedbiren öyle bir teknik ayar yapmışlar herhalde.” “Sanırım.” *** Biz yemeği yarılaşmıştık. İçeriye orta yaşlı bir adam girdi. Doğrudan Galya’nın yanına gitti. Sarılıp, öpüştüler. Galya’nın tanıdığı birisiydi besbelli. Aralarında uzaktan duyup, anlayamadığımız kısa bir konuşma geçti. Galya’nın yüz ifadesinden konunun canını sıktığı anlaşılıyordu. Yanımızdan geçerken bize: “İşler iyi olmaya, elimiz para tutmaya başladı ya, bu zamana kadar hatırımızı sormayan, selamı sabahı kesen tanıdıklar, akrabalar tek tek ortaya çıkmaya başladılar,” diye yakındı. Adamın borç para istediğini anlamıştık. Galya’nın peşini bırakmıyordu. Nereye giderse peşinden gidip, aldığı parayı en kısa zamanda misliyle, faiziyle geriye ödeyeceğini söylüyordu. Galya, olmaz dedikçe de, ama niye diye ısrar ediyordu. Adam, neredeyse yalvarıyordu; yolsuz kaldığından, cebinde beş kuruş olmadığından bahisle ikide bir “Sabaki layut f karmane (Собаки лают в кармане.-Cebimde köpekler havlıyor),” diyordu. Galya, yine bir ara masamıza gelip, yemekleri beğenip beğenmediğimizi sordu. Adam da peşinde...Adeta restoranın içinde kovalamaca oynuyorlardı. Galya, cama iyice yaklaşarak, adamı da kolundan tutup yanına çekti, dışarıda görünen Bankayı gösterdi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
88
“Bak,” dedi, “Ben bu restoranı açarken şu gördüğün bankadan kredi aldım. Kredi sözleşmesine karşılıklı anlaşarak özel bir madde koyduk. Birbirimizin faaliyet alanına girmeyecektik. Onlar bilini ve diğer yemeklerden satmamayı taahhüt ettiler, ben de kimseye borç para ve kredi vermeyeceğime söz verdim. O yüzden istesem de sana para veremem.” Adam kalakalmıştı. Pek inanmamıştı belki, ama ya doğruysa diye düşündüğü halinden belliydi. Galya, arkadaşımı işaret edip, bize de çaktırmadan göz kırpıp: “Bak, şu masada oturan da bankanın müdürü,” dedi. Bahane uydurmanın kralı karşısında biz de kalakalmıştık. Bu hayal gücüne ve zekaya saygı duymamak mümkün değildi. Bir süre ayakta suskun durduktan sonra, adam, hiçbir şey söylemeden, çaresiz, kös kös restorandan çıkıp, gitti.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
89
Rusya’yla “sigil sigil ay lulu”dan daha derinlikli stratejik işbirli birliğine birli ine
Bu haftanın en önemli olayı kuşkusuz Putin’in Türkiye ziyareti. Her ne kadar gezi, Suriye olaylarının gölgesinde başlayıp, bitse de taraflar, bırakalım bu konuyu, biz işimize bakalım mesajı verdi. Ziyaretin verimli geçtiği söylenebilir. Yapılan Türkiye-Rusya 3. Üst Düzey İşbirliği Konseyi (ÜDİK) Toplantısı kapsamında iki ülkenin şirket, kurum ve bakanlıkları arasında toplam 11 adet işbirliği anlaşması imzalandı. Gezi sırasında talihsiz bir olay da yaşandı. Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov'un bileği kırıldı Taksim Eğitim ve Araştırma Hastanesi Acil Servis Ortopedi Bölümü’nde müdahale edilen Lavrov’un sol kolunda, bilek üzerinde kırık tespit edildi. Lavrov’un bileği alçıya alındı. Konuk dışişleri bakanının bileğinin nasıl kırıldığı açıklanmazken, kaldığı otelde, düşerek yaralandığı ileri sürüldü. Lavrov çarşamba günü Brüksel’de NATO Genel Sekreteri Anders Fogh Rasmussen’le görüşecek. Kötü tesadüfe bakın ki Rasmussen de Nisan 2009’da Medeniyetler İttifakı Forumu’na katılmak üzere geldiği İstanbul’da kaldığı Çırağan Oteli’nin merdivenlerinden düşmüş ve omzu çıkmıştı. Lavrov’un bileğinin kırılması orta kuşak Ruslara hemen bir dönemin en popüler Rus filmlerinden birini hatırlattı: Brillantavaya ruka ("Бриллантовая рука"-Elmas El). M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
90
Mosfilm’in 1968 yılı prodüksiyonu olan, bu film halen pek çok televizyon kanalında arasıra gösterilmekte ve Rus toplumundaki o dönemdeki Türkiye algılaması açısından ilginç bir örneği oluşturmakta. Moskova Sirki'nin efsanevi palyaçosu Yuri Nikulin'in başrolünü oynadığı bu filmin önemli sahneleri senaryoya göre İstanbul’da geçmişti. Senaryoya göre diyorum, zira çekilen sahnelerin bir iki plan dışında İstanbul’la hiç ilişkisi yoktu. Bakü'nün dar sokaklarında çekilen sahnelerde kara çarşaflı kadınlar, develer dolaşmakta, Arapça tabelalar bulunmaktaydı. Filmde Yuri Nikulin’in canlandırdığı karakter, gemiyle turistik bir İstanbul seyahatine çıkar; ancak kendisini birden bir elmas kaçakçılığı olayının içinde bulur. Dar sokaklarda gezinir, bir dükkanın önünden geçerken karpuz kabuğuna basar ve kayarak kolunun üstüne düşer. Dükkanının önünde bekleyen çete elemanları onun bekledikleri kişi olduğunu zannederler ve içeri alırlar. Kolunu alçıya alırlar, alçının içine de kaçırılacak elmasları gizlerler. Böylece kaçmacası kovalaması bol olan filmdeki olaylar gelişir. Kahramanımız, güya İstanbul sokaklarında dolaşırken evlerden birinin önünde müşteri bekleyen bir fahişeden davet alır. Kadın, “Sigil, sigil ay lulu” (цигель-цигель-ай-лю-лю) diyerek kahramanımızı içeri çağırır. Bu sözcükler tabii ki Türkçe değildir, bir anlamı da yoktur. Ama Rus seyircisi bunu bilmez. İlginçtir; bu uydurmaca sözcükler günlük yaşama girer, bir deyim gibi kullanılmaya başlar. İşte, geçmişin algılaması biraz da böyleydi. Soğuk savaşın olumsuz koşullarında iki toplum da birbirini fazla tanımadan birbirlerinden uzak durmuşlardır. Bugünse durum farklı gelişmektedir. Sanki o Soğuk Savaş döneminde heba edilen zamanının acısını çıkarırcasına çok sıcak, her iki toplum için de faydalı ilişkiler oluşmaktadır. Rusya’yla ufak tefek sorunları saymazsak “sigil sigil ay lulu” döneminden daha derinlikli stratejik işbirliğine koşar adım ilerlenmektedir.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
91
Lenin’i anmak ve anlamak
22 Nisan 1870, Vladimir İlyiç Ulyanov Lenin’in doğum yıldönümü… Seversiniz veya sevmezsiniz, beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz, ancak herkesin kabul ettiği bir şey var ki, Lenin, yaptıklarıyla, yazdıklarıyla yaşadığı çağa damgasını vurmuştur. Kuşkusuz gelecekte de önemini yitirmeyecek, tartışılmaya devam edecektir. Lenin, sadece Ruslar için değil, Sovyetler Birliği coğrafyasındaki bütün halklar ve başka coğrafyalarda yaşayan halklar için de önemlidir. Zira o, takipçisi olduğu Marksizme katkısı olduğu bilinen emperyalizm teorisinin kuramcısıdır. Düşünceleri ve eylemleriyle bağımsızlık mücadelesi veren bütün uluslara, kurtuluş mücadelesi veren bütün halklara ilham vermiştir. Lenin’nin Türkler için de önemi büyüktür. Kurtuluş savaşı veren Anadolu halklarına, genç Türkiye Cumhuriyeti’ne destek elini vermiş, onların mücadelelerine katkıda bulunmuştur. *** Geçen yüzyılın 20'-30'lu yılları Rus-Türk ilişkileri açısından benzersiz bir dönemi oluşturur. 1920 tarihli mutabakatlar uyarınca ve 16 mart 1921 tarihli Antlaşma'nın gereği olarak 1920-1922 yıllarında Anadolu Hükümeti’ne önemli miktarda askeri malzeme, diğer malzeme-teçhizat ve para yardımı yapıldı. Bu dostluk ilişkisi kesinlikle karşılıklıydı. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
92
Anadolu'daki hükümet de aynı duyarlılık içindeydi. Mustafa Kemal, o dönem kıtlık içinde bulunan Rusya'ya yardım yapılmasıyla bizzat ilgilenir; zahire depolarındaki hububatın yüzde 40'ına el konularak Karadeniz kıyılarında bulunanların açlığını hafifletmek üzere Rus halkına armağan edilmesini emreder ve V.İ.Lenin'i bu konuda bilgilendirir. Yardımlar sadece erzak olarak yapılmaz, Anadolu halkı bütün fakirliğine rağmen, Rusya için para da toplar. Böylece iki ülkenin yönetimleri ve halkları, açlığın ve yokluğun yüklerini birlikte paylaşır ve o zor yıllarda birbirinin yardımına koşarlar. *** Bugün Türkiye’nin en ünlü meydanı olan İstanbul Taksim Meydanı’nın ortasında Kurtuluş Savaşı’nı simgeleyen eski ve herkes tarafından bilinen bir anıt vardır. Önünden her gün binlerce insan geçer. Kimisi dikkatle bakar, kimisi de aceleyle geçer gider. Önünden geçenlerin, bu anıtı bilenlerin pek çoğu onun hikayesindeki sırları bilmez. Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nın açılışı 1928 yılında gerçekleştirildi. Taksim Anıtı’nın herkes tarafından bilinmeyen ilginç bir hikayesi ve sırrı var. Anıtta Mustafa Kemal Atatürk’le beraber yer alan grubun içindeki iki Rus generali 83 yıldır Taksim'e bakmaktadır. Taksim Anıtı'nda, Atatürk'ün arkasında duran iki Sovyet generalinden biri General Mihail Vasilyeviç Frunze diğeriyse Mareşal Kliment Yefremoviç Voroşilov’dur. Atatürk için "özel" adamlardı; çünkü, Kurtuluş Savaşı'nda dünya bize silah doğrultmuşken, Anadolu halkına destek veren Sovyetler'in "apoletli elçileri"ydi onlar... Atatürk, onları hiç unutmadı. Bizzat, Atatürk'ün emriyle dahil edildiler, Anıt'taki figürler arasına... 1928'den beri orada, Taksim'in göbeğinde, Atatürk'ün hemen yanıbaşında duruyorlar. Gerek Kurtuluş Savaşı, gerekse Cumhuriyet'in kuruluşunda "Bolşevikler"in maddi ve manevi desteğine bir nebze teşekkür etmek için o iki generalin heykeli oraya konmuştu. Rusya ve Türkiye arasında yeni tip ilişkilerin oluşturulması ve geliştirilmesine yönelik ilk adımların anısı, 1928'de İstanbul Taksim Meydanı'nda dikilmiş olan heykel kompozisyonu ile ebedileştirildi. *** Atatürk, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine batılı emperyalist ülkelerin Anadolu halklarına Sevr Anlaşması’yla münasip gördükleri coğrafyayla yetinmeyip, işgalcileri kovarak yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni kurdu. Lenin, yıkılan Rus Çarlığı İmparatorluğu’nun yerine toprak kaybına uğramadan, daha ileriki yıllarda İmparatorluğun sahip olduğundan çok daha geniş coğrafyada egemen olan Sovyetler Birliği’ni kurdu. *** Atatürk ve Lenin, her ikisi de, hemen hemen aynı yıllarda, yıkılan büyük imparatorlukların arkasından halkları için yeni bir hayat bulacakları yeni devletler kurdular. Beğenirsiniz ya da beğenmezsiniz ayrı mevzu, ancak önemli sosyal, siyasi, ekonomik atılımlar, projeler gerçekleştirdiler. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
93
Birbirlerinin çağdaşı olan bu iki liderin benzerliklerinin ve benzemezliklerinin yanında ilginç başka bir benzerlikleri var: Her ikisinin de miraslarını bırakacağı çocukları olmamış. Zaten tarihteki diğer devlet gücüne hakim olan pek çok yöneticinin “bal tutan parmağını yalar” misali edindiği gibi haksız servetleri de olmamış. Her ikisi de belki de daha verimli olacakları zamanları yakalayamadan, düşüncelerini tam olarak hayata geçiremeden, genç denilecek yaşlarda; Lenin 1924’de 53, Atatürk 1938’de 56 yaşındayken erkenden yaşama veda etti. *** Lenin, arkasında üzerinde tartışılacak 44 ciltlik yazılı eser bıraktı. Bu, bir devlet adamı için rekordur. Kolay kolay da kırılamayacak bir rekor. ..Bugün devlet adamı olarak sahneye çıkan, ülkeleri yönetmeye talip olan insanları gözden geçirdiğimizde onların belki de tamamının Lenin’in entelektüel birikiminin yanına bile yaklaşamadığını görürüz. Pek çoğunun arkalarında değil yazılı eser bırakmak, yaşamları boyunca iki üç kitabı bile okumadıkları bilinen acı bir gerçek. *** Lenin, belki de bugün Moskova’da, Kremlin’de yattığı mozolesinden kafasını kaldırıp kendisini eleştirenlere şöyle sesleniyor; “bütün yazdıklarım, düşüncelerim ve eylemlerim ortada; yanlış ya da doğru ben bunları yaptım, hodri meydan siz daha iyisini yapın,” diyor. Evet, hodri meydan! Barış, huzur ve refah içinde yaşayacağımız daha adil bir dünya için el ele…
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
94
Semaverde yapılan çayı içmenin keyfi başkadır ba kadır Moskova’da gezerken bir kafede oturup bir bardak çay içip dinlenmek istediğinizde garsona siparişinizi nasıl olsa İngilizce biliyordur diye düşünüp “tea” sözcüğünü kullanarak vermek isterseniz dil bilmiyorsa muhtemelen sizi anlamayacaktır. Halbuki Türkçede olduğu gibi “çay” derseniz sizi anlar, zira Rusçada da çaya “çay (чай)” derler. Kahve için de “kafe-ко+фе)” derseniz işinizi halletmiş olursunuz. Belki de garson daha siz siparişinizi vermeden gelecek, Çay mı, kahve mi(Чай, Ко+фе? ) diye soracaktır. “Çay” sözcüğü her iki dile de Çinceden geçmiş. Çay kültürü konusunda Ruslarla bizim söz dağarcığımızda ortak olan sadece “çay” değil; “semaver” de Rusçadan Türkçeye geçmiş bir sözcük. Türkiye’de bir çok kişi Semaverin Türkçe kökenli olduğunu zanneder. Halbuki ana yurdu Rusya’dır ve Rus dilinde “samavar (самовар)”, “sama” ve “varit” kelimelerinin birleşmesinden, yani “kendi kendine kaynamak”tan, türetilmiştir. Hemen hemen her Rus ailesinin evinde bir semaver mutlaka bulunur. Haliyle Rusya'da, Türkiye'de olduğu gibi 'чаепитие' [çiipitiye] olarak adlandırılan çay kültürü çok yaygındır. Ruslar, bizim gibi genellikle çayın yanında bisküvi tarzında tatlı
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
95
şeyler, şekerli katmerli pluşki ve bubliki (küçük simit) gibi şeyler yerler. Çayı tatlandırmak içinse özellikle reçel ve balı tercih ederler.
Rusların eski zamanlarda dost olarak gördükleri semaver, bugün de sofralarda yer alıyor, bazı evlerde halen bu gelenek sürdürülüyor. Veya en azından pek çok evde müstesna köşelerde nostaljik olarak yerini muhafaza ediyor. Çay yapmanın da ayrı bir kültürü, ritüeli var. Mesela geleneksel bir Rus köy evinde güzel bir çay ziyafeti için önce kuyudan su çekilir. Hazırlanan özel odun parçacıkları semaverin üzerine doldurulur, taze çam kozalakları ve duman kokusunda kaynayan su, iyi bir çay keyfi için ön koşul. Daha sonra demliğin buhar üzerinde beklemesi sırasında kurumuş çay yapraklarının haşlanması gerekir. Nihayetinde kaynayan su çayla buluşturulur. Tavşan kanı dediğimiz renge gelebilmesi için de yaklaşık on dakika demlenmesi lazım. Kesin kanaat semaverle yapılan çayın lezzetinin elektrikli çaydanlıklarla yapılan çaydan çok daha güzel olduğu yönünde. Nedeni de bu çay duman, taze odun ve çam kozalakları kokularını içermesi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
96
Eskilerde Rusya’da çayı bu şekilde zengin tüccarlar içermiş. Çayın içilmesi için fincanlar değil, özel tasarımlı kaseler kullanılır, tüccarlar genellikle çay tabağını üç parmağıyla tutarak içerlermiş. Dediğimiz gibi Rusların yaşam kültüründe semaverin çok önemli yeri var. Bu eşya, su kaynatmaya yarayan alelade bir aygıttan çok daha öte, sosyal bir anlama sahip. Eve arkadaşları, dostları davet etmenin, aile içinde birlikte olmanın simgesi. Öyle ki tek kişinin çay içmesine yetebilen küçük semaverlere 'bencil' lakabı takılmıştır. Zira çay saati muhabbet zamanıdır; sosyal bir gelenektir. İlk Rus semaveri 18 yüzyılda yapılmış. Kısa zaman da semavere alışan halk onsuz yaşayamaz hale gelmiş. Tula, Rusya’da semaver yapımıyla ünlü bir şehirdir. Ve hatta “Tula’ya semaverle gidilmez,” diye çok ullanılan bir deyiş vardır. Öyle ya oraya kadar gitmişken gönlünüze göre, alıp dönebileceğiniz bir semaveri Tula’da bulacaksanız ne diye yanınızda yük edip bir semaver götüreceksiniz ki!? Kuşkusuz semaverlerin de insanlar gibi öyküleri var. Bu hikayeler sadece semaveri seneler önce kimin kullandığını değil, onu yapanın hikayesini de anlatır. Semaverler de insanlar gibi adeta. Hepsi çok farklı. Semaverin bizim kültürümüzde,de önemli bir yeri var. Mesela “semaver, dertlilere şifa dağıtan manevi çeşmedir,” denir ve.hatta bu çay içilen meclislerde semaverin adı küçük derviştir... Dervişin bağrı zikirle kor gibi yanar...Damlayan sular gözyaşıdır...Semaverin
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
97
fokurdaması gönlün kaynamasıdır...Semaver için ilahiler söylenir ,şiirler yazılır,o kaynarken sohbetler yapılır..
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
98
Troyka Troyka (ТРОЙКА), hızıyla ün salan, üç atın koşulu olduğu arabalara verilen, "üçlü" sözcüğünün Rusçadaki karşılığından türetilmiş bir isimdir. “Rus troykası”, Rus kültürünün ve tarihinin önemli simgelerinden biri. Bazen tekerlekli, ancak genellikle kızak şeklindedir. Rusya’da at, çok eski zamanlardan beri hem binek amaçlı, hem de çekim hayvanı olarak kullanılmaktaydı. Bazı verilere göre 18. yüzyıla kadar Rusya’da kural olarak bir at veya birbirleri ardından koşan birkaç at kullanılıyordu. Sonralarıysa üç atı yan yana koşturma yolu tercih edilmeye başlandı. Troyka denilen üç at koşulu bu arabalar daha çok uzun yolculuklar için kullanılıyordu. Tamam işte, üç atın koşulu olduğu araba anladık, deyip geçmeyin. Bunun incelikleri var. Üç atın yürüyüşü farklıdır. Ortadaki dip at cilveli ve hızlı tırıs gider. Yan atlarsa çılgıncasına, dörtnala koşar. Bu sayede üç at daha yavaş yorulur ve saatte 45-50 kilometreye ulaşan bir hızla gidilebilinir. Troyka için daha çok kısa boylu atlar seçilir. Nedeniyse bu tip atların çok dayanıklı olması. Ancak ortadaki dip at yan atlardan daha kuvvetli ve daha yüksek boylu olmalıdır. Üç atın arasında oluşan açıdan ötürü, bir yelpazeyi andıran etkileyici bir görünüm ortaya çıkar. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
99
Başlangıçta üç at koşulu arabalar posta ve yangın servisleri tarafından kullanılıyordu. Bu arabalarla memurlar ve tüccarlar da yolculuk yaparlardı. Şık giysili sürücülerin kullandığı troykalar, toplumsal statünün simgesi sayılır ve özellikle soylular tarafından kullanılırdı. Sıradan insanlarsa yalnızca bayram günlerinde Rus troykasıyla hızlı yolculuk yapıp eğlenebilirlerdi. Rus troykasının bir özelliği daha vardır. O da özel ve güzel süsleri. Atların koşumları hafif olur, güzel resim ve oymalarla süsleniyordu. Dip atın hamutu bilhassa güzel resim ve oymalarla süsleniyordu. 19. yüzyılın ortalarında Moskova hipodromunda üç atlı arabalar arasında yarışlar düzenlenirdi. 1911’de Londra’da düzenlenen Dünya sergisinde Avrupalılar ilk kez Rus troykasını gördüler. İç savaş yıllarında üç at koşulu üstü ve yanı açık arabalar daha çok yaygınlaştı. Böyle arabalara makineli tüfek yerleştirilebiliyordu. Bu arabalar asker ve silahları istenilen yerlere çok hızlı ulaştırmak olanağını vermekteydi. Sovyet Birliği döneminde ve sonraları, teknoloji gelişip motorlu araçlar ortaya çıkınca haliyle Rus troykasına olan ilgi nispeten azaldı. Eski bir gelenek ve nostalji olarak kaldı. Şimdilerdeyse geleneksel olarak Moskova’da her yıl üç at koşulu arabalar arasında büyük rağbet gören yarışlar düzenleniyor.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
100
Avoska Avoska (авоська) Rusya’ya özgü simgelerden biri. Resmine baktığınız zaman “yahu, bu bizim bildiğimiz pazar filesi” diyeceksiniz. Sözcüğün anlamı derin; “belki” torbası ya da “o gün ne kısmet olursa” filesi diyebiliriz. Bir bakıma kelebek ya da balık avlanan bir ağ gibi. Eskiden Rus dilinde bu fileye syetka ( сетка) denirdi. Sovyetler Birliği döneminde günlük halk ağzındaysa avoska sözcüğü daha yaygın olarak kullanılmaya başlandı. "Avoska" sözcüğü Rusça avos (авось) sözcüğünden türetilmiştir. Umudu içeren, “bir ihtimal”, “belki” anlamında kullanılır.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
101
Avos, Rusların ulusal karakterini ve yaşam felsefesini ifade eden bir sözcüktür. Özünde iyimserlik ve hayata umutla bakmak vardır. Bir şeyler kötü gidiyorsa, iyi olması için hiçbir sebep yoksa bile ya bir mucize ya da başka bir nedenle iyi şeyler olacak ve şans dönecek diye umulur. Kötü bir şeyler olacaksa bile yapacak bir şey yoktur, bunu kabullenmek gerekir. Bu, bizim kültürümüzde de olan, çok yabancı olmadığımız bir yaşam felsefesidir. Yani kadere inanmak, “İnşallah”, “Allah yardımcı olur” demek gibi bir şey. Sovyetler Birliği’nde özellikle 1930’lu yıllarda, tüketim malları kıtlığı yaşandığı zamanlarda, en temel ihtiyaç maddelerini bile dükkanlarda, mağazalarda bulmak adeta bir şanstı. İnsanlar, her sabah pazar filelerini, avoskalarını katlayıp ceplerine, çantalarına koyup, o gün bir ihtimal yolları üzerinde bir şeyler bulabilmek ümidiyle sokağa çıkar olmuşlardı. Artık o gün ne kısmet olursa; belki bir somun ekmek, bir şişe süt, portakal, votka, ne bulabilirlerse…
Avoska sözcüğünün nereden kaynaklandığıyla ilgili pek çok görüş var.Yaygın olanı monologlarıyla ünlü Sovyet komedyeni Arkadi Raikin tarafından türetildiği. Raikin’in,1935’lerde yarattığı elinde pazar filesi olan bir karakterden kaynaklandığı söylenir. İyi aile reisi komşularının kıskanç bakışları arasında evine dolu bir fileyle, avoskasıyla dönebilendir. "А это авоська. Авось-ка я что-нибудь в ней принесу"(İşte file, avoska. Belki şimdi içinde bir şeyler getireceğim.) Rusya’da bugün “avos”, “avoska” sözcükleri eskisi kadar kaderle bağlantılı değilse de kullanılmakta; ama biraz daha gerçekçi bir ağızla, daha çok mizahi yanıyla...
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
102
Şimdilerde artık Türkiye’de olduğu gibi pazar fileleri Rusya’da da kullanılmıyor; yerini naylon torbalar aldı. Kuşkusuz naylon torbalar gibi sağlam ve kullanışlı değiller, ancak ne var ki zaman değişiyor, bazı şeyler nostalji olarak kalıyor.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
103
Elveda Portyanki! Lena, “Sen askerdeyken çorap giyiyor muydun?” diye sordu. Anlamadım. Yine lisan sorunu nedeniyle sorduğu şeyi anlamadığımı düşündüm. Yineledi. Hemen cevap veremedim, askerliğimin üzerinden çok seneler geçmişti. Çoraplarımı, rengini hatırlamaya çalıştım. “Tabii ki,” dedim, bunda garip olan ne var der gibisinden. Sonra haberleri veren televizyon kanalına gözüm kaydı, Lena’nın sorusunun nedenini anladım. 17. yüzyılın sonundan bu yana ağır ve uzun askeri botların vurmaması için "Portyanki" olarak adlandırılan kalın, dikdörtgen kumaş parçaları ile ayaklarını saran Rus askerleri, artık bu sıkıntılı durumdan kurtulacak ve çorap giyecekti. Bana ilginç geldi. Rus askerleri Büyük Petro döneminden beri çorap yerine “portyanki” kullanıyorlardı. Çorap giymek yasaktı. Bunu bilmiyordum. Bu, Rusya’ya özgü olan bir şey,,bir gelenekti.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
104
Bu haber, diğer televizyon haberlerinde de tekrar ediliyordu. Rus ordusunda bir gelenek yıkılıyordu. Askerlerin bundan böyle çorap kullanacakları bildiriliyordu. Savunma Bakanı Sergey Şoygu, Rus askerlerin ayak sargıları yerine çorap kullanmaları için genelge yayınlamıştı. Portyanki’nin yıl sonuna kadar tamamen unutulmasını isteyen Bakan Soygu, askerlerin çoraba geçmesi için gerekirse ek fon ayrılacağını da sözlerine ekliyordu. Rus ordusunda giyim kuşam konusundaki modernleşme çalışmaları sadece portyanka ile sınırlı değil. Ayrıca, tüm kulakları kapatan ve Rus ordusu ile sembol haline gelen “uşankaların” yerini de modern şapkalar alacak.
RIA Novosti'nin karikatüristi Sergey Yelkin, Rus ordusunda yapılan modernizasyon çalışmalarını şu karikatürüyle hicvetmiş. Karikatürün çevirisi şöyle: "Böylece, ‘partyankalar’ şık bir bandana oluyor". M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
105
Beryoza Beryoza (Береза), Türkçedeki ismiyle Huş ağacı (Betula), huşgiller (Betulaceae) familyasının ağaç veya ağaççıklarına verilen addır. Kuzey yarımküresinin ılıman iklim kuşağında çok yaygındır . Beryoza, Rusya’nın sembolü sayılan ağaçlardandır . Rusya, ağacı, ormanı bol bir ülke... Ağaç sevgisi de buralarda çok fazla. Beryoza da en yaygın ağaç türlerinden… Beryoza ile güzel Rus kızları arasında metaforik bir ilişki vardır. Nasıl biz de boylu poslu, endamlı güzel kızlar için “selvi boylu” benzetmesi yapılırsa aynı benzetme Rus kızları için beryoza ile yapılır. Düşünüldüğünde bu, hiç de yanlış olmayan bir benzetmedir.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
106
Rus kızları da genellikle, beryoza ağacı gibi uzun, endamlı, beyaz tenli ve güzel. Saçları da beryoza ağacının yaprakları gibi lüle lüle… Ünlü Rus yazarı, sinema yönetmeni ve oyuncusu Makaroviç Şukşin’in, kendi yazdığı yönettiği ve oynadığı "Kızıl Kartopu" filminde hapishaneden çıkar çıkmaz ilk işi ormana gitmek ve bizim huş diye bildiğimiz Rusçası "beryoza" olan ağacı kucaklamak, sevmek, okşamak olur. Rusya’da her taraf huş ağacıyla doludur ve beryoza ağacını kucaklarken resmi bulunmayan bir Rus neredeyse yoktur. Bu bir gelenektir adeta. Rus şair Yesenin'in ilk yayınladığı şiirinin adı ; Beryoza (Huş ağacı). Çocuklar için yazılmış, hemen her Rus’un ezbere bildiği çok güzel bir şiirdir. БЕРЕЗА Белая береза Под моим окном Принакрылась снегом, Точно серебром. На пушистых ветках Снежною каймой Распустились кисти Белой бахромой. И стоит береза В сонной тишине, И горят снежинки В золотом огне. А заря, лениво Обходя кругом, обсыпает ветки Новым серебром. Cunningham’ın sihirli bitkiler ansiklopedisine göre: Thor'un kutsal ağaçlarından birisidir. Bu güzide ağacın ince dalları kötü ruhları kovalamak ve exorcism için kullanılırmış vakt-i zamanında. Ayrıca korunma için de kullanılır bu ağaç. Ruslar nazara karşı korunmak için bir huş ağacının gövdesine kurdeleler bağlarlar. Efsanevi cadı süpürgeleri de huş ağacından yapılırmış. Ruslar, bu ağacın gövdesinden temin edilen tatlı mı ekşi mi belli olmayan, ilginç bir tadı olan berozoviy sok (huş suyu) ismini verdikleri içeceği de çok severler.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
107
Kar Tanesi – Snejinka Aaaaa, İstanbul’a kar yağdı diyenlere!..
Kar, Rusya’da kışın ayrılmaz bir parçası,..olağan bir şey. Asıl beklendiği zamanda yağmadığında şaşırılıyor; endişeyle beklenmeye başlanıyor. Eee, malum küresel ısınma herkesin korkusu. Ekolojik dengenin bozulması sonucundaTürkiye’nin zamanla çölleşeceği, Moskova’nın Antalya iklimine sahip olacağı fikri soğuktan yılan Ruslar için bile cazip bir düşünce değil. Yeni yıl kutlamalarında karsız bir Kremlin manzarası düşünülemez. Bazen kar üreten makinelerle takviye yapılıyor. Kar, Rus kışının doğal bir parçası demiştik. Neredeyse Rusya’nın tamamında Ekim ayından itibaren yağmaya başlar ve Mart ayının sonuna kadar erimez. Ortalama hesaplara göre Rusya’da kışın kar yığınlarının yüksekliği yaklaşık 50 cm’e ulaşır. Ülkenin en karlı bölgesi, doğuda bulunan Kamçatka bölgesindeyse kar yığınlarının
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
108
yüksekliği 2 metreye kadar ulaşır.
Rus kültüründe karla ilgili birçok şiir ve şarkı bulunmakta. Gündelik hayatta da sıkça kullanılan kar konulu pek çok deyim var. Ruslar çok temiz bir şeyi kara benzetirler, ‘белый как снег’ [bélıy kak snek] (kar gibi beyaz) derler. Hiç beklenmedik bir durumla karşılaşan Ruslar, bu duruma ‘как снег на голову’ [kak snek nágalavu] (başına kar düşer gibi) derler. Bu da, ‘birden, ansızın’ anlamına gelir. Ruslar, gereksiz bir şeyi anlatırken de ‘нужен как прошлогодний снег’ [nújin kak praşlagódniy snek] (geçen yılki kar gibi gereksiz) diyorlar. Aşağıda karla ilgili bir şarkıyı paylaşıyoruz. Adı, ‘Snejı+nka’ (‘Kar Tanesi’). Sözleri L. Derbenyov’a, müziğiyse Y. Krilatov’a ait olan bu parça, yaklaşık 30 sene önce çıktığından beri Rusya’da en çok sevilen yılbaşı şarkılarından biri. Snejinka’ (‘Kar Tanesi’) Şarkısı, 1982 yılında ‘Чароде+и’ (‘Büyücüler’) müzikali için yazıldı. Söz konusu televizyon müzikali, Rus fantastik edebiyatının roman yazarları olan Strugatskiy kardeşler tarafından hazırlanan bir senaryo üzerine çekildi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
109
İzbe zbe “Bir sırrı sürüklüyor terlikler pıtır pıtır / İzbe sofalarında izbe sofalarında"- N. F. Kısakürek Rusça ile Türkçe arasındaki sözcük alışverişine bir örnek daha… İzbe, Türkçeye Rusçadan geçen basık, loş, nemli, kuytu yer anlamına gelen bir sözcük. Bu sözcüğün Rusçadaki benzeriyse izba (Изба).
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
110
İzba, yine “izba” yazılışıyla, aynı anlamda İngilizcede de var. Muhtemelen İngilizceye de Rusçadan geçmiş. İngilizcedeki bir başka karşılığı da “cottage”. Yani küçük kulübe anlamında. İzba (Изба), Rusçada daha çok eski köy evleri için kullanılıyor. Anton Çehov, bir öyküsünde izbayı şöyle anlatıyor: “Nikolay Çikildeyev,... köye, evine gitmesi gerektiğine karar verdi. Evde hastalık daha kolay atlatılabilirdi, evde yaşamak daha ucuz. Boşuna dememişler: Evde duvarların bile yardımı olur, diye. Akşama doğru köyü Jukovo'ya vardı. Çocukluk anılarında yaşattığı baba ocağı aydınlık, rahat, sakin bir yer olarak canlandı. Şimdi izbaya girince bayağı ürkmüştü: Öyle karanlık, basık ve pisti ki. Kendisiyle birlikte gelen karısı Olga, kızı Şaşa, neredeyse izbanın yarısını kaplayan isten, sinekten kararmış kirli, büyük ocağa şaşkın şaşkın bakıyorlardı. Ne kadar da çok sinek vardı! Ocak iğrilmiş, duvarlardaki kirişler yana yatmıştı, izba neredeyse çökecek gibiydi. Öndeki köşede kutsal resmin yanına şişe etiketleri, gazete kesikleri yapıştırılmıştı: Bunlar resim yerini tutuyordu. Yoksulluk, yoksulluk!” (îzba : Köy evi, izbe). (Anton Çehov,Köylüler (Mujikler), 1897)
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
111
Rus atasözlerinden seçmeler Bedava peynir nerede var? Atasözü deyip geçmeyin... Her biri yüzyılların süzgecinden damıtılıp geliyor günümüze... Aslında coğrafyalar farklı olsa da, atasözlerinde de pek çok ortaklık, benzerlik bulup çıkarmak mümkün. Rus atasözlerinden bir seçki yaptık sizlere. Mesela, "Bedava peynir sadece fare kapanında olur" diyen söze şapka çıkarılmaz mı? Acele hareket yalnızca sinek yakalamaya yarar. Tüccar babanın oğlu çapkınsa torunu da dilenci olur. Bu kadar zeki olma, senden daha zekileri hapiste. Çirkin kadın yoktur; az votka vardır. Dikkatsiz insan, ormanda yürür de, yakılacak odun görmez. Her ne kadar zaman zaman tavuklardan daha alçakta uçuyorsa da, tavuklar hiç bir zaman kartal yükseldiğinde uçamazlar. Hiç kimse işsiz değil, fakat hiç kimse çalışmıyor. Hiç kimse çalışmıyor, fakat herkese ücret ödeniyor. Herkese ücret ödeniyor, fakat satın alacak bir şey yok. Satın alacak hiçbir şey yok, fakat herkes ihtiyacını karşılıyor. Herkes ihtiyacını karşılıyor, fakat herkes M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
112
şikayet ediyor. Herkes şikayet ediyor, fakat ne zaman oy kullanma zamanı gelse herkes evet diyor. İnsanı elbisesine göre karşılar, bilgisine göre uğurlarlar. Kurtlarla arkadaş ol, yalnız elinden baltayı bırakma. Onlar bize ödüyor gözüküyorlar, bizler de çalışıyor gözüküyoruz. Savaşa giderken bir, denize girerken iki, evlenirken üç defa düşün. Uyuyan tilki rüyasında tavuk görür.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
113
Bizim "saray"ımız Rusların kileri mi? Hem Türkçede, hem de Rusçada olan benzer bazı sözcükler var. Bunların ne zaman ve nasıl bir kültürden diğer kültüre geçtiği kuşkusuz ciddi bir etimolojik çalışmayı gerektiriyor. Bu sözcüklerden bazıları okunuş ve söyleniş benzerliklerine rağmen ters anlamlarla yüklü. Buna bir örnek “saray” sözcüğü... Türkçedeki anlamı malum; Farsçadan dilimize geçen, sultanlara yakıştırdığımız görkemli yapılardan söz ederken kullandığımız bu sözcüğün Rusçadaki karşılığı “сарай”ın anlamı evlerin yanındaki müştemilat bile diyemeyeceğimiz küçük, mütevazi ambarlara, depolara verilen ad. Belki de Ruslar, Türklerden ya da Türklerin akrabası Tatarlar gibi diğer uluslardan geçen bu sözcüğü biraz da ironik anlamıyla kullanıyorlar. M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
114
Geçenlerde, geleneksel Rus adetlerden mantar toplama eylemi için Vladimir’e giden arkadaşım, doğasına hayran olduğu bir köyden ev alma fikrine kapıldı. Sahibi evin resimlerleriyle, planını e-posta ekinde yolladı. İki dönümlük bahçede küçük bir evle birlikte banyo, tuvalet (Rus daçalarında banyo ve tuvalet evin dışında, bahçede) ve üç tane “saray” vardı. Evet, yanlış okumuyorsunuz, üç “saray”!...
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
115
Kalaşnikov Kala nikov Mihail Timofeyeviç Kalaşnikov (Михаил Тимофеевич Калашников), kendi ismiyle ünlenen "kalaşnikof" olarak bilinen AK-47 modeli piyade saldırı tüfeğinin tasarımcısı olan SSCB'li generalidir. Kalaşnikov, 1919'da Altay Kray'daki Kuriya'da doğdu. Lise öğreniminden sonra demiryollarında teknik sekreter olarak çalışmaya başladı. 1938'de Kızıl Ordu'ya girdi ve silah uzmanı olarak yetiştirildi. II. Dünya Savaşı'nda bir tank uzmanı olarak katıldığı Bryank Savaşı'nda ağır yaralandı (Eylül 1941). Hastanede tedavi gördüğü sırada Alman tüfeklerinin marifetlerine yakından tanık oldu. İyileşmeye başladığı sırada Moskova'daki Havacılık Araştırma Dairesi'nde makineli bir tüfek üzerinde çalışmaya koyuldu. Dzerşinski Akademisi'nin yöneticisi, Kalaşnikov'un tasarımını çok karmaşık bularak reddetti, ancak onu doğru yönlendirmeyle gelecekte birinci sınıf bir mühendis olabileceğini de belirtti. Bunun üzerine Kalaşnikov deneylerine devam etti. 1946'da silahının prototipinin yapımını tamamladı, fakat 1949'a kadar üç yıl beklemek zorunda kaldı. 1949'da AK-47'nin Kızıl Ordu'nun donanımı için kabul edildiği bildirildi. 1948'de Kalaşnikov'a Stalin Ödülü verildi; silahın ordu silahı kabul edilmesinden bir yıl sonra da Sosyalizm Kahramanı ilan edildi. Daha sonra rütbesi Korgeneral olarak değiştirildi. 1966'da Yüksek Sovyet'te milletvekilliğine kadar yükseldi. Yeni bir haber ise Rusya kuvvet daireleri yeni model "Kalaşnikov" makinalı tabancası alımlarına başlayacağı. Yeni model "Kalaşnikov"un denenmesine 2011-de başlanacak. AK-200 modeli makinalı tabancanın üstünlüklerini ilk olarak değerlendirenlerden biri, Rusya başbakanı oldu. Rusya'da ateşli silah üreten en eski işletme olan İjevsk makine fabrikasında Vladimir Putin'in başkanlığında düzenlenen toplantı sırasında Rusya başbakanına yeni model "Kalaşnikov" makinalı tabancası gösterildi.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
116
"İjmaş" kısa adı olan İjevsk makine fabrikasının resmi sözcüsü Aleksandr Baditsa, AK200 makinalı tabancasının Rusya ordusunun yeni silahlarla donatılması ve orduya yeni bir imaj kazandırılması için elverişli araç olarak teklif edildiğini belirterek şunları söyledi: Yeni model makinalı tabancanın birkaç yeni niteliği var. Tabii,"Kalaşnikov"un asıl yapısı ve görevleri değişmedi. Böyle olmakla beraber askeri eylemlerin yeni yürütülme biçimleri hesaba alınarak bazı yenilikler gerçekleştirildi. Yeni model makinalı tabanca optik nişangah, küçük fener ve tabancayı hedefe yönelten lazerli tertibatla donatıldı. Bu nedenle yeni makinalı tabancanın ağırlığı yarım kilo arttı. Tabancaya ait şarjör de eski model makinalı tabancalardan farklı olarak yalnız 30 adet fişek değil de 50 ve 60 adet fişek içine alıyor. "İjmaş" fabrikasının çalışanları yeni model "Kalaşnikov" makinalı tabancasının NATO'nun hücum tüfeğinden geri kalmadığından eminler. Efsanevi "Kalaşnikov" tüfeği, dünyanın en yaygın ateşli silahı sayılıyor. Onlarca ordunun ve yüzlerce askeri birliğin envanterine dahil makinalı tabanca 20'yi aşkın ülkede üretiliyor. Dünyada toplam 70 milyonu aşkın adet "Kalaşnikov" makinalı tabancası yapıldı. 4 ülkenin devlet armalarında bu tabancanın resmi bulunuyor. Bu makinalı tabancanın proje mühendisi Kalaşnikov'un adı, cins adı halini aldı ve pekçok yabancı dile girdi. Yani bir marka haline geldi. Dünyada aynı derecede yaygın ünü olan bir silah belki de yok.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
117
Çeburaşka Çebura ka : Rus çocuklarının hayal dünyasında sevimli bir dost Çeburaşka (Чебурашка), Rusların bir çizgi film kahramanı. Amerikalıların hoyrat Mickey Mouse’una karşılık Rusların Çeburaşka’sı o denli iyiliksever, o denli doğasever. Çeburaşka küçük kafalı, koca gözlü ve iri kulaklı sevimli bir yaratık… Bu çizgi film kahramanının ortaya çıkışı, ilk kez, çocuk öyküleri yazarı Eduard Uspenski tarafından yazılan “Krokodil Gena ve Arkadaşları” adı ile 1966 yılında yayımlanan bir kitapta oluyor. Eduard Uspenski’nin kitabında yalnız bir krokodil (timsah) olan Gena, bir hayvanat bahçesinde gece bekçisi olarak çalısıyor. Gena bir gün Rusya’ya Güney Amerika’dan ithal edilen portakal sandıklarından birinin içinde gelen ve terkedilmiş bir telefon kulübesinde yaşayan küçük bir yaratık olan Çeburaşka ile karşılaşıyor… Kitap, ilk yıllarda çok az ilgi görmüş, ta ki 1969 yılında Soyuz Multifilm yapımı olarak, M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
118
yönetmen Roman Kaçanov tarafından kukla-çizgi film haline getirilene kadar. Çeburaşka (Чебурашка)'nın karakterlerinden Krokodil Gena'nın şarkısının sözleri Aleksandr Timofeyevski (Александр Павлович Тимофеевский) tarafından yazıldı ve müziği Vladimir Şainski (Владимир Яковлевич Шаинский) tarafından bestelendi. Bu şarkı, Bolşoy Çocuk Korosu'nun solisti "Seryoja" Papamonov'un favorilerinden biriydi. 1969 yılındaki çizgi filmde Çeburaşka, sanatçı Leonid Shvartsman tarafından seslendiriliyor ve bu nedenle Uspenski onu Çeburaşka’nın babası olarak adlandırıyor. Uspenski, Çeburaşka’nın kartal ve baykus karışımı gözleri olduğunu yazmasına rağmen Shvartsman karakteri farklı olarak değerlendiriyor. Itogi dergisinde yapılan bir röportajda “’Çeburaşka’nın kartal baykus karısımı gözleri oldugunu düşünmüyorum, onun gözleri daha çok bebek gözlerine benziyor,” diyor. Dört çizgi filmden sonra Çeburaşka, Sovyetler Birliği’nde çocukların sevgilisi, ailelerin birer ferdi haline geldi. Resimleri, şeker kağıtlarına basılıyor, çocuk bahçelerinin duvarlarına çiziliyordu. İsmi popüler sözlüklere bile girdi. 2004’de yayınlanan bir dergide Iskusst Vo Kino “Gena, Shapoklyak ve Çeburaşka üçlüsü bizim popüler kültürümüzün temeli,” diyor … Çeburaşka, Turin kış olimpiyatlarında Rus takımının resmi maskotu oldu. Turin Kış olimpiyatlarında kalpleri fethettikten sonra ise bu ünlü Sovyet çizgi film karakteri Japonya’da da yıldız oldu…2001’de Japonyada fenomen olduğundan bu yana Çeburaşka’nın tişörtleri , oyuncakları ve diğer eşyaları yok satıyor… Tokyo Televizyonu Çeburaşka’nın ve onun arkadası pipo içen bir timsah olan Krokodil Gena’nın filmini çekmeye karar verdi…Animasyondaki üstünlükleri malum olan Japon çizgi film endüstrisinin karakterleri arasına girdi. 1960’lardan 1980’lere kadar Soyuzmultfilm animasyon stüdyosu tarafından üretilen eski Çeburaşka çizgi filmlerine benzeyen yeni Japon çizgi filmleri de eski animasyonlara dayanıyor. Çeburaşka’nın başarılı olduğu tek şey uluslararası pazarda boy göstermesi değil kuşkusuz. Çeburaşka bebekleri, sadece Ruslar arasında değil, bütün dünyada çok popüler oldu… Optimum dergisinin Rusca yayınında bulunan bir makalede Çeburaşka’nın sivil toplumun bir simgesi olduğu iddia ediliyor…
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
119
Rus Ruletinin Kökeni Dünya üzerinde kumar oynamayan tek bir toplum vardır, Eskimo'lar. Onların dışında en ilkel kabilelerden en gelişmiş toplumlara kadar kumar oynanır. İnsanlar bulabildikleri her şeyi bir kumar aracı olarak kullanabilirler. Hayvan kemikleriyle başlayan kumar, günümüzde en yaygın olarak internet üzerinden oynanıyor. Kumarın en popüler aleti rulet, on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da ortaya çıktı. Önce Montecarlo gazinolarında oynanan rulet zamanla bütün dünyaya yayıldı. Basit olması, şansa bağlı olması, kişilerle muhatap olmadan oynanabilmesi uluslararası ününü arttıran en önemli etkenlerdir. Rulet, dönen yatay bir tabla ve bir bilyadan oluşan, döndürülen tabla durduğunda buyanın numaraların birinin üstünde kalması esasına dayanan basit bir şans oyunudur. Rus ruleti (Русская рулетка), altıpatlarla oynanan ölümcül bir şans oyunudur. Tabancaya tek bir kurşun yerleştirilir ve kurşunun yeri belli olmayacak şekilde top çevrilir. Rus Ruleti'nde döner tablanın yerini revolver tabancanın mermi sürülen haznesi, buyanın yerini de mermi alır. Kazanç paradan ziyade cesaretin ispatı ve gurur duygusudur. Ortaya sürülüp de kaybedilen şey ise kişinin hayatıdır. Oyuncular sırayla tabancayı şakaklarına dayarlar ve tetiği çekmek suretiyle şanslarını denerler. Rusça ifadesi oyunun doğduğu ülkeye işaret etmektedir.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
120
Rus Ruleti'nde Smith Wesson veya Colt türü, toplu tabir edilen, 6 mermi alan revolver tabancalar kullanılır. İki kişi ile de oynanır ama en yaygın olanı altı kişi ile oynananıdır. Altı kişi bir masanın etrafına otururlar, tabancadaki mermiler boşaltıldıktan sonra tek bir mermi sürülür, altı haznesinden sadece birinde mermi bulunan kovan döndürülür. Eğer dolu olan hazne, namlu ve tetik hizasında ise tetik düşürüldüğünde silah patlar ve oyun sona erer. Eğer değilse sadece bir 'klik' sesi duyulur ve silah bir sonraki kişiye verilir. Oyuncunun topu tekrar çevirmesine veya silahı kontrol etmesine izin verilmez. Silahın ateşlenme ihtimali altıda birdir. Gerçi bilimsel olarak eşittir ama silahı ilk kullananın mı yoksa sona kalanın mı yaşam şansının daha yüksek olduğu tartışılır. Rus Ruleti oynamak yasadışıdır. Zaten birçok ülkede ateşli silah bulundurmak ve kullanmak da yasadışıdır ama bu acımasız oyunun açığa çıkandan çok daha fazla sayıda oynandığı sanılıyor. Yapılan araştırmalarda resmi Rus tarihinin hiçbir yerinde Rus Ruleti ile ilgili bir bahse rastlanamamıştır. 'Rusya Tarihi' uzmanları da bu konuda sağlam kaynaklara dayanan bir bilgi veremiyorlar. Ortada sadece rivayetlere dayanan hikayeler var. Bu hikayelerden biri Rus Ruleti'nin 1870'li yıllarda Rusya hapishanelerinde ortaya çıktığıdır. O tarihlerde hapishanelerde gardiyanlar silahlarına tek bir mermi sürüp mahpuslara vererek onları kafalarına ateş etmeye zorluyor ve bir çeşit bahis oynuyorlarmış. Bir başka hikayeye göre ise Rus Ruleti'ni yaratanlar, Çarlık Rusyası'nın ruhsal çöküntü içinde olan gözü kara subaylarıymış. Onlar bu oyunu birbirlerini etkilemek için oynarlarmış ama bir farkla, onların silahlarında bir değil beş mermi varmış, yani ölüm olasılığı altıda beşmiş. Rus Ruleti'nin adının geçtiği ilk yazılı eser George Surdez'in 1937 yılında yazdığı kısa bir hikayedir. Bu hikayede Rus Ruleti 1917 yılında Romanya'da görevli bir Rus çavuşunun ağzından anlatılır. Çavuşun hikayesi ikinci rivayete de uygundur. Cephede her şey kötüye giderken, subaylar sadece canlarını değil, prestijlerini, ailelerini hatta ülkelerini kaybetme korkusuyla yaşarlarken, umutsuzluğa kapılan bazıları içinden tek bir mermi çıkarıp beş mermi bıraktıkları silahları ile Rus Ruleti oynamaya başlarlar. Aslında bu davranış tam bir intihar teşebbüsüdür. Bu hikayede Rus çavuşunun anlattıkları, özellikle sonradan Rus Ruleti adını alacak kısmı geniş ilgi toplar. 1917 yıllarında Çarın subaylarının sert, zorba biraz da sefih yaşam tarzları dillere düşmüştü. Bunalım içinde olan subaylar içkinin de verdiği delice cesaretle düello yapıyorlar, kumar oynuyorlardı ama Rus Ruleti oynadıklarına dair gerçek hiçbir belge ve ipucu yoktur. Büyük bir ihtimalle hikayede anlatılanlar yazarın hayal gücünün eseridir. Rus Ruleti'nin kökeni hakkında elde hiçbir belge yok ama 'cuckoo' adı verilen bir başka ölümcül oyunun o zamanlar Rus subayları arasında çok yaygın olduğuna dair oynayanların bizzat anlattıkları bilgiler var. Bu oyunda evde ışıklar söndürülüyor, herkes M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
121
koltuk, büfe gibi bir ev eşyasının arkasına saklanıyor, biri kafasını çıkarıp 'cuckoo' diye bağırınca karanlıkta o sese doğru ateş açılıyordu. Benzer çeşit bir ölüm oyunu olmasına rağmen 'cuckoo' oyunun da Rus Ruleti'nin başlangıç noktası olduğu sanılmıyor. Yani Rus Ruleti'nin kökeni de, Ruslarla ilgisi de hala meçhul.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
122
Rus İnsanı nsanı Rus erkekleri, sade giyimli; kızları, bakımlı ve güzel! Bunun dışında dikkati çeken bir şey daha var: Rus toplumu, okuyan bir toplum… Nereye gitseniz, kimi görseniz, elinde bir kitap! Parkta, kafeteryada, metro istasyonlarında, evinin önündeki kanepede; hepsinin elinde okuyacağı bir şeyler var. Bir restorana gitseniz, taksiye binseniz, bir temizlikçi kadın görseniz; sohbetl ettiğinizde, çoğunun Tolstoy’un, Gogol’un, Dostoyevski’nin eserlerinin önemli bir kısmını okumuş olduklarına tanık olursunuz. Zaten, ülkenin çoğu bireyi birer ayaklı kütüphane gibi. Her kente üniversiteler ve kültür evleri kurulmuş. Üniversiteler bir yana, kültür evleri; her tür kültürel ve sanatsal aktivitelerin merkezi durumunda. Ülkede okuma yazma oranı çok yüksek olup, belirli yaş grubu insanlarının çoğu üniversite mezunu. Rus toplumu, kültür ve sanata önem veren bir toplum. Dünyanın en ünlü Bolşoy Tiyatrosu, Moskova’da bulunur. Yine Moskova’daki Lenin Kütüphanesi, Dünya’nın ikinci, Avrupa’nın en büyük kütüphanesidir.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
123
Üç bin Ruble maaş alan bir Rus kızı, sadece Bolşoy Tiyatrosu’nu izlemek üzere Leningrad’dan Moskova’ya geldiğini ve bu amaçla yaptığı geliş gidiş ve sair harcamalarının, maaşının önemli bir kısmına tekabül ettiğini anlatır ve şaşırırsınız. Bu, Rus insanının kültür ve sanata ne ölçüde değer verdiğinin açık bir göstergesidir.
M. Hakkı Yazıcı
Rusya’dan Sevgilerle
124