Masal mesel mesela 05 tem 2014

Page 1

Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Masal, mesel, mesela… M.Hakkı Yazıcı

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

1


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Masal, mesel, mesela Severseniz ne ala

Miya’ya öyküler, masallar

İçindekiler çindekiler : Masalcı Dedenin sözü Keloğlan’ın lan’ın fendi, ejderhayı yendi Yedi yapraklı, yedi renkli çiçek Elma ağacının bereketi Akıllı anne tavşancık Kurnaz tilkinin başına ına gelenler Horozla Baykuş Sihirli şapka Bir zamanlar bir tırtıl arkadaşım arkada vardı Kurbağa Prens Yağmur yağıyor Benim de bir kardeşim im oldu Bir çift kırk numara ayakkabı; bir çift de, aynısından, kırk iki numarasından Adio Nonino; elveda büyükbabacık, hoşgeldin h babacık Kalemin öyküsü Nalbandın fayton sefası Komen… Komen !.. Tikanis kala?

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

2


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Masalcı Dedenin sözü Bir varmış, bir yokmuş, uzak diyarlardan birinde bir masalcı dede yaşarmış. Her gün güzel bir masal uydurur çocuklara anlatırmış. Masalların güzelliğinin sırrıysa onun anlatılamaz büyüklükteki çocuk sevgisinde gizliymiş. Çocuklar onun masallarını çok sever, can kulağıyla dinlerlermiş. Kuşkusuz onlara bu güzel masalları anlatan masalcı dedeyi de çok severlermiş. Masalcı dede de zaten çocuklar onu sevsinler diye bu masalları uydurur, anlatırmış. Başka hiçbir sebebi yokmuş. Eeee, bu, olağan bir şey değil mi zaten? İnsanların ekmek, su, hava kadar sevgiye de gereksinimleri yok mu? Zaman geçtikçe, yaşlandıkça masalcı dedenin içini bir endişe sarmış. Tamam, her gün bir masal uydurup anlatıyordu, ama ya bir gün bütün masallar biter; yenilerini uyduramazsa?...Çocuklar onu unutur ve artık eskisi kadar sevmezlerse? İşte o zaman hastalanır, ölürdü…

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

3


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Farkında değildi, ama meğer güneş onu yukarıdan izlermiş. Güneş de beğenir, severmiş anlattığı masalları. Dolayısıyla o da severmiş masalcı dedeyi. Bir gün masalcı dedeyi bir ağacın altında oturur, kara kara düşünürken görünce ışıklarını göndermiş, seslenmiş: “Masalcı dede, niye böyle dertlisin?” “Ah sevgili güneş, derdimi ancak sen anlarsın. Günün birinde masallarım tükenir, çocuklara anlatamam, onlar beni unutur, sevmez diye endişeleniyorum,” demiş. “Dedecik, boşuna endişeleniyorsun,” diye seslenmiş güneş, ben ışıklarımı göndermeye devam ettikçe, yağmurlar yağıp, ağaçlar, çiçekler can buldukça, sular akarsulara, akarsular denizlere ulaştıkça, balıklar, tüm hayvanlar, insanlar yaşadıkça bu güzel dünyanızın öyküsü eksik olmaz. Sen de bu masallara can verdikçe masalcı dedenin ünü de, ona olan sevgi de eksik olmaz.” Masalcı dedenin yüreğine ferahlık vermiş bu sözler. “Ancak sen de yeni masallar anlatmaya söz ver,” diye devam etmiş güneş. Söz vermiş masalcı dede. Çocuklar mutlu olsun, güzel masallarla büyüsün diye anlatmaya devam etmiş. Masal, mesel, mesela, severseniz ne ala .

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

4


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Keloğlanın Kelo lanın fendi, ejderhayı yendi

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, cinler cirit oynar iken eski hamam içinde… Develer tellal iken, pireler berber iken, ben ninemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken… Ninem düştü beşikten, dedem düştü eşikten, biri kaptı maşayı, biri kaptı şişeyi, gösterdiler köşeyi… Ben kaçtım onlar kovaladı, onlar kovaladı ben kaçtım, az gittik uz gittik dere tepe düz gittik, altı ay bir güz gittik, dönüp bir de arkamıza baktık ki ne görelim, bir arpa boyu yol gitmişiz… Bir varmış bir yokmuş, köylerden birinde bir garip Keloğlan yaşarmı şarmış… Kulak verin bu masala, Keloğlan Kelo ne iş tutar, n’eyler? Bir vakitler Keloğlan’ın lan’ın köyüne bir ejderha musallat olmuştu. Köylüler ejderhadan illallah demişlerdi. demi Korktukları yetmezmiş gibi bu ejderha, ejderha bütün mahsullerini talan ediyor, hayvanlarını, değerli de bütün eşyalarını yalarını çalıyordu.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

5


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Köylüler, senelerce, ejderhadan kurtulmak, her yıl ekinleri daha boy vermeden, hiç olmazsa o yıl mahsullerini korumak niyetiyle onunla savaşıp öldürmesi için aralarından seçtikleri en yiğit delikanlıları yollamışlar. Delikanlılar silahlarını, pusatlarını kuşanmışlar, miğferlerini kafalarına geçirmişler. Savaşmak üzere ejderhanın yaşadığı dağa doğru yola çıkmışlar. Ancak her seferinde ejderha, dağın ardında kopan patırtı, gürültüden sonra gönderilen yiğidin miğferiyle dağın arkasından görünürmüş. Köylüler de gönderilen yiğidin ejderhayla baş edemeyip, yenildiğini ve hatta öldürüldüğünü, ejderhanın bu zaferini ilan etmek için ölen yiğidin miğferini kafasına geçirip, köylülere kendisini gösterdiğini düşünmüşler. Ve her seferinde köylüler ölen yiğitlerinin arkasından yas tutup, ağlamışlar. Analar, babalar, yiğitlerin yavukluları karalar giyip, yasa bürünmüşler. Köyün en boylu, poslu, güçlü kuvvetli, yakışıklı delikanlıları bu uğurda yitip gitmişler. Ejderhaya olan kin de günden güne büyümüş. Ancak köylüler zaman içinde ümitlerini kaybetmeye, olanı biteni kabullenmeye başlamışlar. Ve hatta içlerinden bazıları ejderhaya bir elçi grubu yollayıp, sulh önermeyi, daha da ileri gidip ona kralları olmasını teklif etmeyi bile dile getirmeye başlamışlar. Bu yılgınlar grubu, bütün malımızın, mülkümüzün, tarlalarımızın sahibi ejderha olsun, biz onun emrinde çalışmaya razıyız. Yeter ki canımızdan olmayalım, bir lokma, bir hırkaya razıyız; o ne derse o olsun, biz onun hizmetkarı, kölesi olalım diyorlarmış. Keloğlan, çocukluğundan beri ejderha hikayeleriyle büyümüştü. Artık büyümüş, o da yiğit bir delikanlı olmuş, ama bu hikayeler bitmemişti. Yok ejderha şunu yapmış, yok ejderha bunu yapmış. Bütün konuşulan, anlatılan buymuş. Keloğlan da büyümüş, yiğit bir delikanlı olmuştu, dedik ama yiğitliğine yiğit olmakla birlikte öyle çok boylu poslu değilmiş. İyiliğinden, temiz yürekliliğinden kaynaklanan bir saflığı varmış. Kendi halinde, sessiz bir delikanlıymış. Zeki olmakla birlikte, öyle pek kurnazlık ve hile peşinde değilmiş, Köylüler, zaman içinde yılgınlığa kapılıp ümitlerini kaybetmeye başlamışlardı demiştik ya, artık hiç kimse kendi oğullarının seçilerek ejderhayla savaşmaya gönderilmesini istemiyordu. Köyün savaşacak yiğitleri seçen ihtiyarlar heyeti zorlanmaya başlamışlardı. Kimi göndereceklerdi bu defa? İçlerinden biri anacığından başka kimsesi olmayan, yoksul Keloğlan’ı gönderelim, diye bir fikir atmış ortaya. Birden güzel bir fikir olarak kabul görmüş bu öneri.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

6


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Öyle ya, nasıl olsa daha önceki senelerde gönderilen yiğitlerin başına geldiği gibi bu yıl gönderilecek delikanlı da ejderhaya yem olacaktı. Oğullarının seçilmesini istemeyen zengin, güçlü ailelerin boylu poslu, yiğit çocukları yerine kimsesiz, yoksul birisinin gönderilmesi köy için önemli bir kayıp olmayacaktı. Bu, hep böyle değil midir, zaten? Bütün bu hesaplardan Keloğlan’ın da, ihtiyar anacığının da haberi yoktu. Bir sabah ihtiyar heyeti Keloğlan’ın anasıyla yaşadığı evin kapısına dayanmışlar. Bu sene ejderhayla savaşmak için Keloğlan’ın seçilerek onurlandırıldığını anasına söylemişler. Zavallı kadıncağızı bir telaş almış. Olacakları bildiği için ağlayıp, dövünmeye başlamış. Ancak Keloğlan, onurlu bir delikanlıymış. Başına gelecekleri üç aşağı beş yukarı tahmin ettiği halde kendisine korkak denilmesinden hoşlanmazmış. Anasının sözünü kesmiş, ihtiyarlara kendini bu görevle onurlandırdıkları için teşekkür etmiş. Köyün terzileri Keloğlan’a savaş giysileri dikmişler, demirciler kullanacağı silahları, pusatları, kılıcını, kalkanını yapmışlar. Gün gelmiş, Keloğlan, köyün meydanından büyük bir törenle uğurlamışlar. Meydan bayraklar, flamalarla süslenmiş. Bando kahramanlık türküleri çalmış. Köyün ileri gelenleri nutuk atıp, Keloğlan’ın ne kadar yiğit, fedakar bir vatan evladı olduğundan söz etmişler. Aslında her genç insanın hoşuna gidecek, onurlandıracak bir şeymiş bu. Ancak herkes bunun önceden düşünülüp, planlanmış bir seremoniden başka bir şey olmadığını biliyormuş. Böyle onu alkışlarla uğurlayan sahte şakşakçılar, yiğit derler candan, cömert deyip maldan ederlermiş. Keloğlan’ın anacığı, oğluna son kez sarılmanın, veda etmenin ruh hali içinde gözyaşlarını tutamıyormuş. Keloğlan, kuşandığı savaş giysileri, silahları, pusatıyla bir savaşçıdan çok müsamereye çıkmış bir çocuğa benziyormuş. Eşeğine atlayıp, köylülerin yaşa Varol çığlıkları arasında kalabalığın içinden geçip, ejderhanın yaşadığı dağa doğru yola çıkmış. Dağın eteklerine varıp, yavaş yavaş tırmanmaya başladığında içine yavaş yavaş korku girmeye, bacakları titremeye başlamış. Eşeği de sanki olacakları anlamış gibi anırmaya başlamış. Eşeğin ürkeğiyle, yiğidin korkağı yine de dağa tırmanmaya devam etmişler. Keloğlan, bir ara eşeğinin yönünü değiştirip, başka bir diyara kaçmayı bile düşünmüş. Nasıl olsa köylüler onu da öldü bilecekler, arkasını sormayacaklardı. Onu tanınmayan 7 e-posta: mhyazici@gmail.com Masallar, öyküler


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

insanların bulunduğu başka bir diyarda hayatının geri kalanını sakin bir şekilde yaşayabilirdi. Ancak vicdanı kabul etmeyecekti, böyle onursuz bir şekilde yaşayamazdı. Keloğlan, korkusunu yenebilme için bir türkü tutturmuş: “Ben bir garip keloğlanım Eşeğimin yok palanı Varım yoğum doğruluktur Hiç de sevmem ben yalanı Bir kocakarı anam var Birkaç tavuk bir de inek Hergün konar kel kafama Evsiz kalmış bir kaç sinek Olmam kimseye kul köle Halkın kulağı diliyim Namertlere avuç açmam Sivri akıllı biriyim Keloğlanım budur özüm Haram malda yoktur gözüm Garip hakkını yiyene Elbet vardır bir çift sözüm.” Türkü söyleye söyleye yoluna devam etmiş. Sonra birden ejderha ile karşılaşmış. Karşılaşınca şaşırmış, ejderha da afallamış. Artık yapacak bir şey yokmuş, yolunu değiştirip kaçması da mümkün değilmiş. Korkudan bacakları titriyormuş, ama korktuğunu belli etmemesi gerekiyormuş; son gücünü toplayıp, kılıcını kınından çıkarıp hamle edip, bağırmış: “Buraya bak ejderha, kafamı kızdırmadan buraya gel, konuşalım!” Ejderha: “Tamam, konuşalım gardaş,” demiş. Keloğlan’ın tuhafına gitmiş, zira ejderhanın da bacakları titriyormuş. Bu arada tuhaf bir şey olmuş, Keloğlan’ın ürken eşeği anırmaya başlamış, birden ne olduğunu anlayamayan ejderha korkudan bayılıvermiş. Keloğlan’ın yiğitlik inancına göre aman diyene kılıç kalkmaz, eğilen baş kesilmezmiş. Bu defa da ejderhanın derdine düşmüş. Ayıltmak için yüzüne sular serpmiş.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

8


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Neden sonra ejderha kendine gelmiş, “Bana bir şey yapma ne olur,” diye yalvarmaya başlamış. Keloğlan: “Sen ne biçim ejderhasın kardeşim, nedir bu halin?” diye sormuş. Ejderha, anlatmaya başlamış. Meğer her yıl yenilen ve öldürülen köyden gönderilen yiğitler değil, ejderhalar imiş. Bu her yıl böyle olmuş. Ejderha, Keloğlan’ı mağarasına götürüp bir köşede yığılı olan içi köylülerden çalınan altın ve para dolu sandıkları, kıymetli eşyaları göstermiş, hikayesini anlatmaya devam etmiş: “Ben, geçen sene senin gibi ejderhayla savaşmaya bizim köyden seçilmiş yiğit olarak geldiğimde ejderha aynı şimdi benim yaptığım gibi bana yalvarmaya başladı. ‘Bana dokunma, sana zararım olmaz, ama dikkat et, beni öldürür, sana gösterdiğim hazineye sahip olmaya kalkarsan bana dönüşürsün, sen benim yerime geçer ejderha olursun, şeklin de, karakterin de değişir,’ demişti. Ben onu dinlemedim, hazine gözümü kamaştırdı ve zengin olma hayali aklımı başımdan aldı. Ejderhayı öldürdüm, hazineye sahip oldum, ama dediği gibi şeklim, kişiliğim, karakterim değişti, onun yerine geçtim. Eskiden yadigar sadece şu başımdaki miğfer kaldı. O zamandan beri gözü dönmüş bir eşkıya gibi hırsızlık yapıyorum. Kendi köylülerimin, mallarını, hayvanlarını, ürünlerini çalıyorum. Ne kadar çalarsam çalayım, gözüm bir türlü doymuyor. Bu, adeta bir hastalık gibi… Beni öldürür, hazineye el koyarsan sen de ejderhaya dönüşürsün.” Keloğlan, yoksul, ama gözü tok bir delikanlıymış. Hele hele hakkı olmayan malda mülkte hiç gözü yokmuş. Tabii ki en önemlisi de akıllıymış. Keloğlan, ejderhayı öldürmemiş, hazineye de elini sürmemiş. Ejderhaya da hazineden, hakkı olmayan maldan, mülkten vazgeçmesi için söz verdirtmiş. Ejderha söz vermiş. Meğer işin sırrı bundaymış, ejderha hazineden, hakkı olmayan maldan, mülkten vazgeçince eskine haline dönmüş; yeniden yiğit, boylu, poslu, yakışıklı bir delikanlı oluvermiş. Keloğlan da, bu yiğit delikanlı da bu işe şaşırmışlar. O geceyi dinlenerek geçirdikten sonra Keloğlan, eşeğine binmiş, terkisine de yiğit arkadaşını alıp, köye dönüş yoluna koyulmuşlar. Köylüler, Keloğlan’ın miğferini kafasına geçirip dağın arkasından beliriverecek ejderhayı beklerken, eşeğiyle şen şakrak türkü söyleyerek gelen Keloğlan’ın kendisini ve geçen yıl yitirdikleri yiğidi karşılarında görünce şaşırmışlar. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

9


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Elbette çok sevinmişler, ancak biraz da yaptıklarından suçluluk duymuşlar. Durumu öğrendiklerinde kendilerine bir ders çıkarmışlar: Hiç kimsenin hakkını yemeyeceklerine, malına, mülküne tamah etmeyeceklerine dair söz vermişler. Köylüler, topladıkları sepet sepet elmaları getirmişler. Meydanda toplananlara, Keloğlan’a, yiğit arkadaşına dağıtmışlar. Birer sepet de bu masalı anlatana ve dinleyenlere ayırmışlar. Öyle ya, “yarım elma, gönül alma.”

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

10


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Yedi yapraklı, yedi renkli çiçek Küçük kız, her gün olduğu gibi köpeğini gezdirmek için parka geldiğinde o ana kadar hiç görmediği yedi yapraklı, yedi renkli güzel bir çiçekle karşılaşmış. Çiçeğin üzerinde bir uğur böceği varmış. Küçük kız, her uğur böceği gördüğünde onu incitmeden, dikkatle eline alır, daha sonra bir dilek tutar ve "uç uç böceğim, annem sana terlik pabuç alacak" tekerlemesini söylerdi. Eğer uğur böceği hemen uçarsa dileğinin gerçekleşeceğine inanırmış. Her zaman söylediği tekerlemeyi tekrarladı: “Uç uç böceğim Yarın düğün olacak Annem sana terlik pabuç alacak.” Uğur böceği uçmadı. Kız, dudaklarını yaklaştırıp hafifçe üfürdü. Böcek yine uçmadı. Dile geldi:

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

11


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“Küçük kız,” dedi, “Bu gördüğün yedi yapraklı, yedi renkli çiçek var ya, büyülüdür. Yedi yaprağından her birini kopardığında ne dilek tutarsan o yerine gelir.” Küçük kız, önce pek inanmamış, ama uğur böceğinin dile gelip, konuşması da inanılacak gibi değilmiş. Denersem ne kaybederim diye düşünmüş, çiçeğin birinci yaprağını koparıp, ilk dileğini tutmuş. İlk dileği kocaman bir taş bebeğinin olmasıymış dilek yerine gelmiş. İkinci dileği çikolatalı dondurmaymış. Çiçeğin bir yaprağını daha koparmış, elinde kocaman külahlı bir dondurma buluvermiş. Üçüncü dileği bir başka oyuncakmış. Dördüncüsü, yine bir oyuncak, beşincisi bir bisikletmiş. Altıncısında taş bebeği için oyuncak bir araba istemiş, bu dileği de hemencecik yerine gelmiş. Aslında küçük kızın evinde yeteri kadar oyuncağı varmış, fazlasına ihtiyacı yokmuş, ama o yine de o ana kadarki bütün dilek haklarını yeni oyuncaklar için harcamış. En son dilek hakkını kullanacağı zaman uğur böceği uyarmış: “Bak bu senin son dileğin olacak, iyi düşün,” demiş. Küçük kızın çok oyuncağı varmış, ama birlikte oynayacağı arkadaşı yokmuş. Komşularının onun yaşlarında bir oğlu varmış. O çocuğu çok severmiş. Birlikte uzun uzun konuşur, sohbet ederlermiş. Ama komşularının oğlu özürlü imiş, çok küçük yaşında felç geçirmiş, yürüyemezmiş. Koşup, oynayamazmış. Küçük kız, uğur böceğine sormuş: “Komşumuzun oğlunun iyileşmesini dilesem olur mu?” demiş. Uğur böceği: “Bilmem, o, senin bileceğin bir şey. Dene istersen,” diye cevap vermiş. Küçük kız, denemiş, çiçeğin yedinci yaprağını koparıp, yedinci dileğini tutmuş. Sonra dileğinin tutup tutmadığını anlamak için koşa koşa eve dönmüş. Komşularının oğlu tekerlekli iskemlesinden kalkmış, bahçelerinde koşup, oynuyormuş. O günden sonra hep birlikte koşup, oynamışlar. Oyuncaklarını paylaşmışlar. Başka oyunlar da oynamışlar. Oyuncaksız da oynanan oyunlar varmış. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

12


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Elma ağacının a acının bereketi Bir zamanlar ben de küçüktüm, ufacıktım. Top oynar acıkırdım. Birazcık da yaramazdım. Aç olduğumuzdan, yemek istediğimizden değil, haşarılıktan, macera olsun diye arkadaşlarımla birlikte komşularımızın bahçelerine girer, meyve aşırırdık. Şimdi hatırlayınca ne kadar ayıp, niye yaptık diyorum, ama çocukluk işte,.. yapardık. Komşularımız kızardı, kovalardı bizi. Ama biz ustaca kaçar kurtulurduk ellerinden. Bazı komşular annemize, babamıza şikayet ederdi bizi, kulaklarını bir çekiverin, bir daha yapmasınlar derlerdi. Ama bir komşumuz vardı ki hepimizin korkulu rüyasıydı. Onun bahçesinden meyve aşırmak öyle pek kolay değildi. Sanki bizim bahçesine gelmemizi beklerdi. Daha çitlerden içeri girer girmez, nerede pusuya yattıysa üstümüze atlayıverirdi. Bir kaçımızı yakalar, bir güzel pataklardı.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

13


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Bununla da yetinmedi azman bir köpek aldı. Daha biz çitlere yaklaşır yaklaşmaz köpek havlayarak gelirdi. Komşumuz çitleri de daha sağlam bir hale getirdi. Bizim için bu bahçenin elmaları bir hayal olmuştu. Uzaktan geçerken bakar içimizi çekerdik. Bencil bir komşumuzdu bu. Aslında elmaları kendisi de yemezdi, toplamazdı; fazlasını komşularına, eşine dostuna dağıtmazdı. Dallar, elmaların ağırlığından eğilir, eğrilir, zor taşırdı bu kocaman sulu, tatlı meyveleri. Elmalar olgunlaşır, yere düşer, çürürdü; ama bizim bahçesine girip, ağaçlara tırmanıp elmaları almamızı istemezdi. Elmalar da mutsuzdu kuşkusuz. Çitlerin arkasında biz onlara, onlar bize bakardı. Ama ne olduysa çitin öte kenarında, bahçenin dışında minik bir elma fidanı peydah oldu. Bahçenin içindeki elma ağaçlarının yavrusu diye düşündük. Ona sevgiyle baktık. Dibini eşeledik, tavuk kümeslerimizden gübre taşıdık, suladık. Bu minik fidan birkaç yıl içinde hızla büyüdü, serpildi. Meyve veren kocaman bir ağaç oldu. Ağacın meyvelerinin de bahçenin içindeki ağaçların meyvelerinden geri kalır yanı yoktu. Belli ki bir akrabalık ilişkileri vardı. Aynı kocaman, sulu, tatlı elmalardı bunlar. Ağaca tırmanıp, bu güzel elmaları topluyor; aramızda pay edip, afiyetle yiyorduk. Yerken de bitecek, bu lezzetten mahrum olacağız diye ödümüz kopardı. Ağzımızdaki bu tat eksilmesin isterdik. Bu arada bizi şaşırtan bir şeyin farkına vardık. Sanki biz elmaları toplayıp, yememişiz gibi, her defasında ertesi gün gittiğimizde dalların yine elmayla dolu olduğunu görüyorduk. Önce yanılmış olduğumuzu düşündük, ama olağan olmayan bir durum vardı. Sihirli bir elma ağacıydı bu. Bahçenin içindeki elma ağaçlarının dileği tutmuş, çitin öte tarafında onların bereketli bir evlatları bize en güzel meyvelerini sunuyordu. Elmalar ye ye bitmiyordu. Ağaç, sadece meyvelerini değil, serin gölgesini de bize sunuyordu. Büyümüştük, yaramazlık günlerimiz geride kalmıştı. Hepimiz elma yanaklı güzel, sağlıklı kızlar, oğlanlar olmuştuk. Her gün arkadaşlarımızla kitaplarımızı koltuğumuzun altına alır, ağacın altında toplaşırdık. Gölgesinde oturur, bir yandan elmalarımızı dişler, bir yandan da kitaplarımızı okurduk. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

14


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Bencil komşumuza ne oldu dersiniz? Onun yapabileceği bir şey yoktu. Bahçesinin kenarında, çitin öte tarafında bizi kıskançlıkla seyrederdi. Ayşe, bir gün dayanamadı, bir elma kapıp yanına gitti, “ Elma ister misin amca?” dedi. Elmamız herkese yetecek kadar bol. Bir sepet bu masalı anlatan Masalcı Dedemize, bir sepet de bu masalı okuyup, dinleyip ve paylaşacak olanlara…

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

15


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Akıllı anne tavşancık tav ancık Güneşli bir bahar sabahında tavşan ailesi ormanın içlerine gidip, her gün yediklerinden daha değişik, daha lezzetli bir şeyler bulup, akşam yemeğinde yemeyi kararlaştırdılar. Zira her gün yedikleri havuç ve lahanadan bıkıp, usanmışlardı. Baba tavşan, anne tavşan ve çocukları hazırlanıp, ormana uygun giysilerini giydiler. Her şey çok güzel, güneşli, ılık, neşeli bir gündü. Ağaçlar çiçeklenmişti, dallarda kuşlar ötüşüyordu. Ancak ne var ki böyle güzel bir zamanda umulmadık kötü şeyler de olabiliyordu. Onlar yollarına devam ederken, aç bir kurtla karşılaşacaklarını hiç akıllarına bile getirmiyorlardı. Kurt, gerçekten çok açtı. O kadar ki önünden bir fil geçse onu bile yiyebilirdi. Ancak uzun zamandır bir fil bile görmemişti. İki gündür yiyebildiği, ancak yakaladığı küçük bir ördek olmuştu. Tavşanlarla karşılaşınca gözleri parladı. Şansı dönüyor muydu, ne? e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

16


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Baba tavşan kaçıp, kurtulabilirdi. Ama ya yavru tavşancık? Peki ya hep birlikte karşı çıksalar, kendilerini korumaya çalışsalar? Yok, o da akıllıca bir şey değildi. “Ne kadar çaresiz,” diye yakındı baba tavşan. Kurdun hiç acelesi yoktu. Üçünü de yakalayıp, inine götürüp, acıktıkça sırayla yiyecekti. Önce hangisinden yemeye başlasam, diye düşündü. Açtı ve kendisine güzel bir ziyafet çekmeye kararlıydı. Düşündü, düşündü anne tavşandan başlamayı düşündü. Anne tavşan iyice semirmiş ve güzeldi. Mutlaka eti de lezzetli olacaktı. Ancak kurdun hesap etmediği bir şey vardı: Anne tavşan sadece çok güzel olmayıp, aynı zamanda çok kurnaz ve akıllıydı. Yanından hiç eksik etmediği çantasından bir ayna çıkardı. Kurda: “Bu aynayı size armağan etmek için getirmiştik,” dedi. Kurt, pek anlam veremedi, ama armağan almaktan da mutlu olmuştu. Dişi tavşandan dişi kurda verilen güzel bir hediyeydi. İçinden “Hiç umutlanmasınlar. Bu armağan onları yememe engel olmaz,” dedi. Aynayı eline aldı. Yüzüne baktı. Güneş de tavşanlardan yanaydı ışıklarını aynaya gönderdi. Kurt, aynaya baktığında çığlığı bastı: “Aaaa, bu ben miyim?” dedi. Aynada tombul ve çirkin bir aksi vardı. Bir dişi kurdun mutsuz olması için yeterliydi. Çok uzun zamandır hiç aynada kendisini görmemişti. “Ne kadar şişmanlamışım? Çok çirkin görünüyorum, bu halimle beni hiçbir erkek kurt beğenmez,” diye söylendi. “Mutlaka rejim yapıp, kilo vermeliyim. Hem de hemen şimdi başlayarak.”

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

17


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Açtı, ama tavşanları yemekten vazgeçti. Hediye için de çok teşekkürler etti. Öyle ya tavşancıklar bu hediyeyi getirmeseydiler bu kadar çok şişmanladığını anlayamayacaktı. Yavru tavşancık, güçlü olduğu için hep babasıyla övünürdü, ancak bu defa çok akıllı olduğu için annesine büyük hayranlık duydu. Demek akıllı olmak bazen güçlü olmaktan daha fazla işe yarıyordu. Tavşanlar, rahat bir nefes alıp, kurda veda ettiler. Evlerine dönüp, çiftçilerin tarlalarından arakladıkları havuçları, lahanaları yiyerek yetinmeye karar verdiler.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

18


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Kurnaz tilkinin başına ba ına gelenler

Tilkinin aklı fikri hilede, işin kolay tarafındaymış. Zaten ona boşuna kurnaz tilki dememişler. Doğru dürüst bir iş tutmak, çalışmak yerine hep hazıra konmak istermiş. Beleşçilik ruhuna sinmiş. Hırsızlık yaparmış. Bu defa da ormanın kenarındaki bir köyde yaşayan çiftçilerin tavuklarına göz dikmiş. Köylülerden birinin kocaman bir kümesinin içindeki besili tavuklara kafasını takmış. Rüyalarını bu tavuklarını midesine indirmek süslüyormuş. Günlerce gizli gizli kümesin etrafında dolaşmış. Nasıl içeri girerim, nasıl bu tavukları çalarım, mideme indiririm diye düşünmüş. Ama nafile, köylü, çok korunaklı sağlam bir kümes yapmışmış. Hiçbir yerinden kümese girmek mümkün değilmiş. Çitlere yakın bir yerden tünel kazsam, demiş. Ama o da olamazmış, çünkü köylü bu olasılığı düşünüp çitlerin kenarına beton dökmüşmüş. En iyisi bir tel makası temin edip, telleri kesip içeri gireyim, diye düşünmüş. Ama bunun da riski varmış, ya tavuklardan biri durumu fark edip, diğerlerine haber verir, bütün kümes yaygarayı basarsa, köylü bunu duyar elinde tüfeğiyle başına dikilirse?... Eyvah ki, eyvah…İşin içinde ava giderken avlanmak da vardı.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

19


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Günlerce düşünmüş. Bu arada rüyalarına giren tavuklar iyice iştahını kabartmaya başlamış. Hep aç değilmiş, her zaman yiyecek bir şeyler bulabiliyormuş, ama arsızlığı iyice başına vurmuş, hep açlık duygusu içinde dolaşır olmuş. En iyisi inime gidip, iyice düşünüp güzel bir plan yapayım demiş. Of offf, delireceğim artık, aklıma iyi bir fikir gelmezse bu hayal beni bitirecek, diye homurdanmış. En iyisi biraz uyuyup, kendime geleyim bari, demiş, ama nafile biraz dalacak olsa tavukları rüyasında görmeye başlıyormuş. Güzel, tatlı rüyalar yerini kabuslara bırakmış. Kalkmış dolaşmaya çıkmış. Sonra birden iyi olduğunu düşündüğü bir fikir gelmiş aklına. Afferin sana kurnaz tilki, sonunda zekanı kullanabileceğin bir yol buldun, demiş kendi kendine. Hep aklıyla övünürmüş. Dışarıdan içeriyi fethetmek mümkün değilse, içeriden işbirlikçi bulmak gerekir o zaman demiş. Hemen pazara gidip güzel bir tel makası satın almış, sonra inine gidip üzerine “Tavuklara özgürlük” yazdığı kocaman bir pankart hazırlamış. Köyün yolunu tutmuş. Kümesin tellerine yakın bir yere yanaşıp, sinmiş. Dolaşan en salağa benzer bir tavuğu gözüne kestirmiş. “Pışt pışt, tavuk kardeş bir bakar mısın? Biraz konuşabilir miyiz?” diye seslenmiş. Tavuk bakmış, tilkiyi görünce korkmuş. Ama bakmış ki tilki kümesin tellerinin arkasında ve içeri girebilecek durumda değil, korkusunun yerini merak almış, sormuş: “Buyur, derdin ne? Ne istiyorsun?” Tilki, en yumuşak, ikna edici ses tonuyla; “Tavuk kardeş, biliyor musun, sizin için çok üzülüyorum. Bu hain çiftçi size çok kötü davranıyor. Zulüm görüyorsunuz. Artık özgür olmanızın zamanı gelmedi mi?” demiş. Saf tavuk afallamış, bu can düşmanları tilki onların özgürlüğünden ne gibi bir çıkar umuyordu ki? Azrailin can dağıttığı görülmüş müydü ki? Mutlaka yine bir hinlik peşindeydi. Ama yine de özgürlük fikri güzel bir his uyandırıyordu. “Eeee?” diye devamını sordu. Tilki: “Sen,” demiş, “İçerdeki diğer tavuk arkadaşlara da söyle de, içeri gelip, size özgürlüğe nasıl kavuşacağınızı anlatayım.” Tavuk: e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

20


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“Yok ya, bak sen şu akıllı tilkiye! Bizi aptal mı sandın, seni tanımıyormuşuz gibi,” diye cevap vermiş. Tilki, ezilip büzülüp, yalvar yakar olmuş. “Yahu tavuk kardeş, iş öyle bildiğin gibi değil,” demiş, “Ben artık tövbekar olup, doğru yolu seçmiş olamaz mıyım, niye benim hakkımda öyle kötü şeyler düşünüyorsun? Sen içerideki arkadaşlara da söyle bir konuşalım.” Saf tavuk da biliyordu ki çiftçi kendilerine çok haksızlık ediyordu. Tam bir kölelikti yaşadıkları. Aklı fikri üzerlerinden olabildiğince çok para kazanmaktaydı. Sağlıklı doğal, yemler hayal olmuştu. Ne kadar yeni icat suni tavuk yemi varsa onları yediriyor. Her türlü hileye başvuruyordu. Yumurtalarını çalıyor. Yumurtalarını ve en semizlerini kasabanın pazarında satıyordu. Hep dertlenip, aralarında konuşuyorlardı, ama çaresiz bu kocaman tavuk hapishanesi olan kümesteki bu hayatı yaşamaya devam ediyorlardı. Saf tavuk: “Tamam,” dedi, “Sen şimdi git, ben bizimkilere söyleyeyim, yarın gel o zaman konuşuruz.” Tilki, ümitlenmiş. Ertesi gin yeniden gelmek üzere inine dönmüş. Saf tavuk konuya d,ğer tavuklara açmış. Hepsi de aynı tepkiyi vermiş. “Ah, aptal kardeşimiz,” demişler, “Sende şu kadarcık da olsa akıl yok mu? Tilkiden dost olur mu?” Kümesin reisi konumunda olan horoz: “Durun bir dakika,” diye müdahale etmiş. “Gelin şu tilkiye bir ders verelim. Hep birlikte üzerine çullanırsak, tilki bize direnemez. Yaka paça yakalar, bağlarız. Sonra avazımız çıktığı kadar bağırıp çiftçiye haber veririz.” Hepsi pek sevmişler bu fikri. Hepsi bir olurlarsa tilkinin gücü onlara yetmezdi. Ertesi gün olmuş, tilki salına salına gelmiş. Elinde yine “Tavuklara özgürlük” pankart varmış. Tavuklar buyur etmişler tilkiyi. O da elindeki tel makasıyla içeri girebileceği uygun bir delik açmış. Ancak daha içeri adımını atar atmaz bitin tavuklar kararlaştırdıkları gibi üzerine çullanmışlar. Ayaklarını bağlayıp, kümesin ortasındaki direğe asmışlar. Tilki üzerinden sersemliğini atınca yalvar yakar olmuş, “Beni yanlış anlıyorsunuz. Ben sadece bir dost ziyareti için geldim,” demiş. Tavuklar hep bir ağızdan: “Ya, ya çok inandık… Tilki huyundan vazgeçer mi?” demişler. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

21


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Sonra da avazları çıktığı kadar bağırmaya başlamışlar. Horoz “Üürü üüüü…” diye ötüyormuş, tavuklarsa gıdaklıyormuş. Çiftçi bir terslik olduğunu anlamış, av tüfeğini kaptığı gibi don, gömlek dışarı fırlamış. Çiftçinin koşa koşa geldiğini görünce tilki iyice korkuya kapılmış. Horoz, çiftçinin çok kararlı geldiğini görüp, tilkiyi öldüreceğini anlayınca “Bırakalım bunu artık,” demiş, “Bu kadar korku ve ders ona yeter. Bir daha buralara gelmez.” Tilkinin ayaklarını çözmüşler. Serbest kalan tilki kendisini dışarı atıp, ormana doğru arkasına bakmadan kaçmış. Bir daha da kimse oralarda tilkiyi görmemiş.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

22


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Horozla Baykuş Bayku Bir zamanlar kümesin kralı olan horoz çok ihtiyarlamış. Kocayınca sahibi olan köylünün de gözünden düşmüş. Fiyakası bozulmuş. Sadece köylünün değil, tavukların da gözünden düşmüş; meydan genç horozlara kalmış. Her şey bir tarafa, yaşlı horoz, en çok çoluk çocuğun; piliçlerin ve hatta civcivlerin maskarası olmasına, onunla dalga geçip alay etmelerine içerler, kızarmış. Eeee, kolay değil tabii…Bir zamanların anlı da şanlı horozunun bu hallere düşmesi; bunu içine sindirmesi zor bir şey kuşkusuz. Köylü, “ Bu horozun eti bile kartlaşmıştır, ama kesip yemek en iyisi,” dediğinde horozu çok seven kızı razı gelmemiş, “Babacım, bu horoz çok kart, pişirmek uzun zaman alır. Odunumuzu, kömürümüzü boşa harcamayalım,” demiş. Köylü, kızının horozu çok sevdiğini bildiğinden, dayanamadığı için böyle konuştuğunu anlamış, “Madem kestirmiyorsunuz, pazara götürüp satayım bari,” demiş. Sonra da eklemiş, “Hoş, kimsenin bu kart horozu alacağını da sanmıyorum; ama bir şansımızı deneyelim,” demiş. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

23


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Sabah atını arabaya koşmuş, horozu ayaklarından bağlayıp bir sepetin içine koymuş; kızını da yanına alıp kasabanın pazarının yolunu tutmuş. Köylünün kızı, horoz kadar tasalıymış. Ya horozu birisi satın alır; kesip, yerse diye… Ne yapsa da horozu kurtarsa? Hava güzel ve güneşliymiş. Köylü keyiflenmiş bir türkü söylemeye başlamış. Arabanın önünde oturan babasının dikkatinin başka şeylere kaydığını fark edince kız, gizlice horozun ayaklarını çözüp, salmaya karar vermiş. Ormanın içinden geçerken sepetteki horozu çıkarmış, ayaklarını bağlayan ipi çözmüş; şaşkın ve ürkek bakışlarla etrafına bakan yaşlı horozun kulağına, “Horozcuk, aklın varsa, fark ettirmeden kaç, ormanın içlerine gizlen. Sen akıllı, deneyimlisin başının çaresine bakarsın,” demiş. Horozun başka çaresi yokmuş, ama endişeliymiş de. Ormanda yaşamak kümeste yaşamak gibi değilmiş. O, vahşi bir hayvan değilmiş ki, alt tarafı şimdiye kadar sahibinin verdiklerini yiyip, hayatını sürdüren, bununla yetinen bir kümes hayvanıymış. Yapacak başka bir şey yok deyip, arabanın arkasından yere atlayıvermiş; önce yolun kenarındaki çalıların arasına saklanmış, sonra da ormanın derinliklerine doğru koşmuş. Köylü neden sonra horozun kaçtığını anlamış, ama “ Nasıl olsa bu kart horozu alan olmazdı,” diye düşünüp, fazla dert etmemiş. *** Horoz, uzun süre ormanın içine doğru yürümüş. İyice içerlere doğru yürüdükçe de içini bir korku bürümeye başlamış. Eee, doğru tabii, orman bin türlü tehlikeli vahşi hayvanla doluymuş. Hava kararmaya yüz tutunca geceyi geçireceği güvenli bir kovuk aramaya başlamış. Birden yanından geçtiği ağaçlardan birinin dallarında birinden birinin seslendiğini duymuş. Yukarıya bakmış. Bakmış, ama pek bir şey görememiş. Malum tavuklar geceleri iyi göremez. Yukarıya doğru seslenmiş: “Kimsin sen?” Yine ağacın dalları arasından aynı sesi duymuş: “Asıl sen kimsin? Pek buralarda yaşayan hayvanlara benzemiyorsun.” Ne diye cevap versin zavallı horozcuk. “Evet, buralara yabancıyım,” deyivermiş. Baykuş: “Kanatların var. Kuş olmalısın,” demiş. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

24


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“Ehhh, öyleyim.” “O zaman uç da yanıma geliver.” “Yapamam. Kanatlarımı çırparım, ama uçamam.” “Tuhaf! Senin gibi kuşa da ilk defa rastlıyorum,” demiş baykuş. “İyi de sen kimsin?” “Ben bir baykuşum.” “Yani, galiba sen de bir kuşsun.” “Tabii yani, adımdan da belli olmuyor mu? Bay ve de kuş…Kuşların beyi de diyebilirsin. Senin gibi de değilim uçarım, hem de iyi uçarım.” Horoz, bir eksiklik duyuvermiş, sesini çıkarmamış. Baykuş, “Uçamayan bir hayvan kuş olur muymuş? İlk kez şahit oluyorum. Garip…” diye devam etmiş. Horoz, “ Olur tabii,” demiş, “ Uçmaya uçmaya uçma melekelerimizi yitirmişiz. Hem sadece biz tavuklar değil, örneğin bizim gibi kümes hayvanı olan hindiler de öyle. Bir de devekuşları var. Hoş onların daha çok kuş mu, yoksa deve mi olduklarını anlayabilmiş değilim ya.” “İlginç, bilmiyordum,” demiş Baykuş. Baykuşla horozun birbirlerini tanımamalarında şaşılacak bir şey yok tabii ki. Biri gündüzleri erkenden uyanıp, hava kararınca uykuya çekilirken, baykuş gündüz uyuyup, geceleri avlanmaya çıkar. Biri gündüz iyi görebilirken, diğeri geceleri iyi görebilir. Baykuş: “Madem uçup, yanıma gelemiyorsun, ne yapacaksın? Buraların acemisisin, bin türlü vahşi, tehlikeli hayvan var. Nasıl uyuyacaksın?” Horozun içini iyice korku sarmış. Ancak yapacağı da bir şey yokmuş. Alçak bir ağaç dalına sıçrayıp, büzüşmüş. Baykuş: “Korkma, ben nasılsa uyanığım. Sana göz kulak olup, korurum. Rahat uyu,” demiş. Baykuş, bunu demese de zaten horozun uyanık kalacak hali yokmuş. Bütün gün yaşadıklarından sonra çok yorgunmuş, gözleri kapanıp, uykuya dalmış. *** Huyudur ya, ertesi gün horoz erkenden uyanıp ötmeye başlamış. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

25


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

"Üü üürü üüüü!"

Bütün orman ahalisine sabah olduğunu haber vermiş. Baykuş, zaten uyanıkmış. “O zaman iyi sabahlar olsun, günaydın,” demiş, “ Bakıyorum iyi bir uyku çekip, keyfin yerine geldi.” Horoz, o geceyi sağ salim atlatmış olduğuna sevinmiş, biraz duruma alışmaya başlamış olmanın keyfiyle, “Sana desteğin için teşekkür ederim. Bak, seninle dostluğumuzu geliştirelim. Aslında birbirimizi tamamlıyoruz. Sen bana geceleri, ben de sana gündüzleri göz kulak olayım,” diye teklifte bulunmuş. Baykuş, bu ortaklık teklifine pek akıl erdirememiş, ancak olmaz da dememiş, zira horozdan hoşlanmışmış. O zamandan başlayarak iyi arkadaş olmuşlar; ancak çok muhabbet edebildikleri olmazmış, çünkü biri uyurken öbürü hep uyanık oluyormuş. Konuşup, yarenlik edebilme zamanını çok fazla bulamıyorlarmış.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

26


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Sihirli şapka apka Bir varmış, bir yokmuş diye başlayalım; masal niyetine okunsun. Bir zamanlar uzak köylerden birinde bir yaşlı adam varmış. Adı ermişe çıkmış; derdi olan ona koşar, akıl fikir sorarmış. Gürültüyü, kalabalığı pek sevmezmiş; derin düşüncelere dalmasına engel olduğunu düşünürmüş. Bu yüzden de köyün biraz dışında, ormanın kıyısında bir kulübede yaşamayı seçmiş. Dünyalar kadar sevdiği karıcığını da yitirdikten sonra kendisini iyice insanlardan uzak, kulübesinde düşünmeye vermiş. Yaşlı adamın bir tanecik kızı varmış. Evlenmiş, aynı köyde yaşarmış Bir de çok sevdiği torunu varmış. Torunu her sabah dedesinin yanına gelir, ona hikayeler anlattırır, birlikte hoşça vakit geçirirlermiş. Dünya hali yaşlı adamı üzermiş, elinden bir şey gelmeyince de iyice içine kapanır e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

27


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

olmuş. Sadece ziyaretine gelen derdi olanları misafir eder, onların derdine çare bulmaya çalışırmış. Bazen akıl, bazen bitkilerden yaptığı basit bir ilaçmış bütün verdiği. Biraz yaş, deneyim, bilgi; biraz da akıl olunca ister istemez bütün gün çalışmaktan gözünü açamayan cahil köylülerin gözünde bir alim, her şeyi bilen bir ermiş oluvermiş. Köylülere göre yaşlı adamın kerameti aklında, yılların getirdiği deneyiminde, elinden eksik etmediği kitaplarından edindiği bilgisindeymiş. Ama yaşlı adam aynı düşüncede değilmiş. Aklının çok genç yaşlarından beri başından eksik etmediği, sadece uyurken ve yıkanırken çıkardığı fötr şapkasından geldiğine inanırmış. Şapkasını ona dedesi vermiş. O da şehirden namlı bir şapkacıdan almış. Dedesi de çok akıllı bir adammış, ölmeden önce onu yanına çağırmış, “Bak demiş, sana tarla, hayvan falan bırakamıyorum; bu şapkayı al, senin olsun. Sana akıl, fikir verir,” demiş. O da öyle inanmış. Şapkayı hiç mi hiç çıkarmazmış. Köylüler de onu öyle tanırlarmış. Arada sırada, bayramda seyranda, düğünlerde şapkasıyla köye gelir kendisini gösterirmiş. Köydeki herkes kasket giyerken o, fötr şapka giyermiş. Gençlerden ona özenip, şapka alıp giyenler olsa da fötr şapka onun bir simgesiymiş. Büyükleri, babası onun bu tuhaf halini garipseyip, “Oğlum kapalı yerde şapka giyilir mi?” diye uyarsalar bile inat eder şapkasını çıkarmazmış. Günün birinde olan olmuş, güzel bir bahar sabahı ormanın içinde dolaşırken şakacı bir rüzgar yaşlı adamın şapkasını uçuruvermiş. Şapka havalanmış, havalanmış, uzaklaşıp, gökyüzünde görünmez olup, kaybolmuş. Adamcağız telaş içinde şapkanın peşinden koştursa da şapkayı yakalayamamış. Gün boyu her yerde şapkayı aramış, ama nafile…Bulamamış. Aramış, aramış,..bulamamış. Çok üzülmüş. Telaşa kapılmış. Sanki rüzgar şapkayı uçuruverince aklı da başından gitmiş. Torununu da yanına alıp ertesi günü, bir ertesi günü yine aramış. Günlerce telaş içinde şapkasını aramış, ama nafile… Şapkasız kalınca kendisini çok çaresiz hissetmiş. İyice içine kapanıp, insanlardan kaçar olmuş. Köylüler bir anlam verememiş. Dertleri çokmuş, ama onlara akıl, fikir verecek biri de yokmuş. Dertleri iyice artmış.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

28


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Duruma yaşlı adamın torunu da çok üzülüyormuş. Düşünüp taşınıp, şehre inip şapkanın benzerini bulup almayı kafasına koymuş. Bir sabah torunu anacığından aldığı parayla ahırdan eşeğini alıp şehrin yolunu tutmuş. Dağların arasından geçip şehre varmış. Pek bilmezmiş şehri, ancak sora sora bir şapkacı dükkanını bulmuş. Model model şapkalar varmış dükkanda, ama dedesinin şapkasının benzeri yokmuş. Hem yorgunluktan, hem de çaresizlikten delikanlı dükkanın ortasına çöküvermiş. Çocuğun durumunu gören dükkan sahibi “Gel,” demiş, “bir de dükkanın deposuna bakalım, belki aradığın şeyi orada buluruz.” Dükkanın deposu arkada, karanlık, tozlu, kocaman bir yermiş. Birlikte ta arka raflara kadar bakmışlar. Şans bu ya, sonunda tozlu bir kutunun içinde dedesinin şapkasının neredeyse tıpatıp aynısı bir şapkayı bulmuşlar. Delikanlı sevinçten çıldıracak gibi olmuş. Meğer bu şapkanın içinden çıktığı eski koliler dükkan sahibinin aynı işi yapan babasının zamanından kalmış. Müşteri bulup, satılmadığı için yıllarca deponun diplerinde bir yerde dururmuş. Dükkan sahibi para da almamış, şapkayı çocuğa armağan etmiş. Yaşlı adamın torunu şapkayı itinayla bir torbaya yerleştirip, eşeğine atladığı gibi, hiç vakit kaybetmeden köyünün yolunu tutmuş. Dedesinin kulübesine gitmiş, Sürpriz yapmak için ilkin şapkayı torbadan çıkarmamış. Yaşlı adam çok dertliymiş, ama konuşunca aklından bir şey eksilmediği anlaşılıyormuş. Yine bilgili, yine akıllıymış. Çocuk bunu anlamış, dedesinin tuhaf bir inanca sahip olduğunu, şapkayı giyince kendisine güven geldiğini düşünmüş. Sonunda dayanamamış, torbadan şapkayı çıkarmış. Şapkayı ormanın içlerinde bir meşe ağacının yüksek dallarından birine takılmış olarak bulduğunu söylemiş. Zavallı ihtiyarcık inanmış, çok sevinmiş. Derdinden bu şapkanın kendi şapkası olmadığını anlayamamış. Şapkayı hemen başına geçirip akıllı sözler söylemeye, güzel şiirler okumaya başlamış. Dede, bizim bildiğimiz eski dede gibi olmuş. Köyde her şey normale dönmüş. Herkes mutluymuş. Derdi olan yine yaşlı adama koşmuş. Ama güzel günler de tükeniyor. Yaşlı adam bir gün ölmüş. Köyde günlerce ağlayıp, yasını tutmuşlar. Adam ölmeden önce de torununu yanına çağırmış şapkasını ona emanet etmiş. Artık genç bir delikanlı olan torunu şapkayı başına geçirmiş. O da dedesi gibi bilgili ve e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

29


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

akıllı imiş. Şapkaya ihtiyacı olmadığını da biliyormuş, ama dedesinin geleneğini bozmak istememiş şapkayı başından sadece, uyurken ve yıkanırken çıkarmış. Köylüler gencecik yaşına rağmen dertleri olduğunda her şeyi ona danışır olmuşlar. Ünlenmiş, adı ermişe, dervişe çıkmış; namı köyü de aşıp civar köylere, kasabalara kadar yayılmış. Ta uzak diyarlardan, dağların arkasındaki illerden, memleketlerden akıl danışmaya, şifa bulmaya gelenleri olmaya başlamış. Eeee, masalımız buraya kadar. Delikanlı köydeki elma ağacının dalından üç elma koparıp verdi; birini biz yedik, birini parçalayıp kuşlara attık, diğeriniyse bu masalı dinleyene armağan ediyoruz.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

30


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Bir zamanlar bir tırtıl arkadaşım arkada ım vardı Benim bir zamanlar bir tırtıl arkadaşım vardı. Allah rahmet eylesin. Bir karadut ağacında ağacın yapraklarını kemirirken tanımıştım onu. Küçüktüm, haşarıydım. Sabah erkenden kendimi dışarı atar, bağ bahçe gezer. Kendimce oyunlar oynar, ağaçlara tırmanırdım. Tırtılı tanıdıktan sonra vaktimi hep onunla geçirir oldum. Aramızdan su sızmazdı. O ağacın yapraklarını, ben dutları yerdim; dereden tepeden konuşurduk. Bir gün küçük bir kuş aramızı açtı. Biliyor musun,” dedi, “ Tırtıl senin arkandan kötü şeyler konuşuyor. İşe yaramaz, haylaz bir çocuk diyor,” diye devam etti. İnanmadım, ama içime bir kurt düştü. En iyisi bir koşu gidip kendisine sorayım dedim. Ağaca tırmandım, ama yoktu. Aradım taradım, bulamadım. Günler geçti bir gün yine küçük kuş pencereme kondu. Ben tırtılı bulamadım. Dediklerinin doğru olup olmadığını da soramadım, dedim. O da, “Tabii ki bulamazsın, çünkü o senden korkuda kendisine kozadan bir ev yapıp, içine gizlendi,” dedi. Şimdi anlamıştım, niye tırtılı ağaçta bulamadığımı. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

31


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Yine bir koşu gidip, ağaca tırmandım. Tırtıl yine yoktu. Kozasıysa delinmişti ve içinden kaçmıştı. Ah tırtıl, yine elimden kaçtın, diye söylendim. O sırada omzuma bir kelebek kondu. “Merhaba, küçük çocuk. Günün aydın olsun,” dedi neşeyle. Merakla baktım, “Sen de kimsin,” dedim. “Beni tanımadın tabii, haklısın,” dedi. “Ben eski arkadaşın tırtıl. Şimdiyse bir kelebek oldum.” Karşımda eski çirkin tırtılın yerine güzel bir kelebek vardı. Anlamadım, anlamam da mümkün değildi. O, yaşam macerasını uzun uzun anlattı. “Bizim hayatımız işte böyle,” dedi. Şaşırmıştım, ancak çok şey de öğrenmiştim. Sonra ona olan kızgınlığımı, kırgınlığımı anlattım. “İftira!” diye isyan etti. “Hiç öyle bir şey olabilir mi? Sen benim küçük arkadaşımsın,” dedi. Meğer küçük kuş bizim dostluğumuzu kıskanmış, kıskançlığından öyle demişmiş. Ben hala küçücük bir çocuktum, ama o artık olgun birisiymiş gibi konuşuyordu. Aynı günün sabahında; birlikte gittiğimiz bir çay bahçesinde oturmuş çay içerken, olmadık şeylere üzülüp dertlendiğimi görüp, yüzünde bilgece bir ifadeyle: “Aptal olma! Yaşadığın anın kıymetini bil, keyfini çıkar,” dedi, “Hayat bir gün, o da bugün.” O an ne dediğini çok anlayamamıştım; aynı günün akşamı acı ölüm haberini aldım. Gerçekten de dediği doğruydu.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

32


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Kurbağa Kurba a Prens Gidinin yaramazları, üç kardeş ve komşunun çocukları, yine haşarılık yapıp okuldan koruluğun yanındaki dere kenarından hoplayıp zıplayarak eve dönüyorlardı. Halbuki anneleri kaç kez tembih etmişti, oyalanmadan, üstlerini başlarını pisletmeden hemen eve gelmelerini… Ayaklarını yere sert sert vurup, gürültü çıkararak “patır, patır” derenin kenarına koştular. Derenin kenarına ulaştıklarında bütün ürkek kurbağalar suya atlayıp, kaçtılar. Cup, cup, cup… Her bir kurbağa dereye atladığında suda arkalarında yuvarlak halkalar bırakıyor, sonra yüzerek uzaklaşıyorlardı. “Ha hah ha!” diye gülüp, bağırdı büyük ağabey. “Kurbağalama stiliyle yüzüyorlar.” Hep birden okulda öğrendikleri şarkıyı söylemeye başladılar: “Ku vrak vrak vrak Ku vrak vrak vrak

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

33


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Küçük kurbağa, küçük kurbağa Kuyruğun nerede? Kuyruğum yok, kuyruğum yok, Yüzerim derede.” Küçük kızkardeş, minik adımlarıyla en arkada kalmıştı. Birden otların arasında saklanmış kendisi gibi küçük, kaçamayan yavru bir kurbağayı gördü. Koşup, yakalayıp avucuna aldı. Uzaktan büyük ağabey, “Alma eline, elinde siğil olur. Alma dedim,… seni anneme şikayet ederim,” diye bağırdı. “Ya, ya önce sen anneme bu yoldan dönmenin hesabını ver,” diye cevap verdi, küçük kız. Bir süre, küçük kurbağa ve küçük kız birbirlerine baktılar. Kız, ona kardeşlerinin ve arkadaşlarının uzaktan duyamadığı bir şeyler söyledi. Sonra kurbağayı dereye attı. Bir süre kurbağanın arkasından baktıktan sonra kardeşlerinin ve arkadaşlarının yanına gitti. “Ne söyledin kurbağaya?” diye sordu, komşunun oğlu. Küçük kız: “Bana aslında yakışıklı bir prens olduğunu, kötü ruhlu bir cadının büyü yapıp kurbağaya çevirdiğini, onu öpersem eski haline döneceğini söyledi.” “Eeee, sen ne cevap verdin?” “Ben de ona yakışıklı bir prens arkadaşım olmasından çok benim için konuşan bir kurbağa arkadaşım olması daha ilginç,” dedim. “Eeee?” “Gördün işte. Öpmedim onu.” “…” “Yarın dere kenarında aynı yerde bir daha buluşup, uzun uzun konuşacağız. Birbirimize eğlenceli hikayeler anlatacağız.”

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

34


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Yağmur Ya mur yağıyor ya ıyor Yağmurdu odasında oturup penceresinden bakan bana Gel dedim, gel dışarı. Bak, çiçekler suya muhtaç. Gelemem, dedi. Güneşi kızdırdım, cezalıyım. Bana oyun yasak. Pek iyiye yorulmaz bu… Öyle ya, sadece çiçekler değil, tarlalardaki ekinler de su bekler. Sıkıntılar, acılar köylülerin kapısında pinekler. Bir sabah kalktım, Dışarı baktım. Dışarıda yağmur yağıyordu. Belli ki cezası bitmiş, dedim. Sevinçle dışarı fırladım, Bütün çiçekleri uyandırdım. Avazım çıktığı kadar bağırdım: “Yağmur yağıyor, seller akıyor.” Baktım, Arap kızı da camdan bakıyordu. Canlanıp, koşa koşa gelmişti gecikmiş yeni mevsim. Doğa, delirdi, coştu… Bunu hep beraber kutlamalıydık, Komşumuzun oğlu, arkadaşım Ahmet’e seslendim: “Ahmet, pabucu yarım, çık dışarıya oynayalım!” Ahmet de dışarı fırladı. Ayağında babasının aldığı yeni pabuçlar vardı. Yağmur yağıyor, buğday bitiyor Fırınlarda ekmek pişiyor.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

35


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Benim de bir kardeşim karde im oldu Babam, kan ter içinde koşmaktan döndüğünde annem çok güldü. “Bugün kaç kilo verdin?” diye sordu. Babamın cevap yetiştirecek hali yoktu. Nefes nefeseydi. Ayakkabılarını bile çıkarmadan girişteki koltuğa çöktü. Her gün sabah erkenden kalkar, spor giysilerini giyer, evimizin yakınındaki korulukta koşardı. Bazen takılmak için “Babacım zorun ne, niye deli gibi koşuyorsun?” diye sorardım. Bu soru aslında bana ait değildi. Babaannem sorardı babama böyle. Babam, çaresiz bir ifadeyle biraz irice olan göbeğini gösterir, “Bunu eritmem lazım,” derdi.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

36


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Bir gün “Eh babacık madem bu koca göbeği istemiyorsun, niye öyle bayılıncaya kadar yiyorsun ki?” dedim. Annem, gülerek babama: “Bak görüyor musun? Çocuk senden akıllı,” dedi. Tabii ki kızdım sanki ben akılsızmışım gibi annemin böyle konuşmasına. Dikkatli bakınca annemin de karnının şiş olduğunu fark ettim. “Anne,” dedim, “Senin de spor yapman lazım. Bak göbeğin şişmeye başlamış.” Annemin yüzü suç işlerken yakalanmış gibi kızardı. “Yavrucum, o göbek değil, bebek,” dedi. “Ne bebeği?” Babam, anneme “Eh, artık anlatmanın zamanı geldi,” dedi. Beni yakalayıp kucağına oturttu. “Sana kardeş geliyor.” Şaşırdım, “Hani bebekleri leylekler getiriyordu? Siz öyle diyordunuz.,” diye sordum. Babam, “N’apıcaz şimdi? Sen anlat bakalım,” diye topu anneme attı. Annem: “Yavrucum, bak sonbahar geldi; leylekler çoktan sıcak ülkelere göçtü,” dedi. “Eeee, o zaman benim kardeşimi onlar ilkbaharda yeniden bizim buralara göçtükleri zaman mı getirecekler?” “Yok yavrucum, biz o zaman sana sen anlamazsın diye, şakadan öyle anlatmıştık. Bebekleri leylekler getirmiyorlar.” “Yani bu leylekler hiçbir işe yaramıyorlar, öyle mi?” “Yok, öyle de değil.” Şu büyükler bazen tuhaf oluyorlar. Ne dedikleri pek anlaşılmıyor. “O zaman çıkar karnından kardeşimi havasız kalıp ölecek karnında,” diye isyan ettim. Annem: “Bir şey olmaz. Daha zamanı var. Bir süre daha orada kalması lazım,” dedi. Neyse işi uzatmanın gereği yoktu. Durum anlaşılmıştı: Birkaç ay sonra benim de bir kardeşim olacaktı. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

37


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

*** Sayılı zaman çabuk geçiyordu. Aylar sonra bir sabah annemin sancıları tuttu. Babam beni komşu teyzeye emanet edip, onu telaşla hastaneye götürdü. Öğleden sonra geri döndü, beni de yanına alıp birlikte işe gittik. Bir kız kardeşim olmuştu. “Ben de görmek istiyorum,” dedim, “Kız kardeşimi.” “Tamam,” dedi babam, “Şimdi o annenle hastanede. Bugün biraz sabırlı ol da.” Bir sürü oyuncak almıştı. O masasında çalışırken ben yeni oyuncaklarımla oynuyordum. Bir arkadaşı geldi, “Hayrola,” diye sordu. Sanki ben duymazmışım gibi, babam fısıltıyla, “Bizim hanım doğum yaptı, kıskanmasın, oyalansın diye bizim oğlana oyuncak aldım.” Gerçekten bu büyükler bazen çok tuhaf oluyorlar. Niye kıskanacakmışım ki kardeşimi?

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

38


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Bir çift kırk numara ayakkabı; bir çift de, aynısından, kırk iki numarasından

Ankara’da Ulus Şehir Çarşısı’nda Güneş Ayakkabı Mağazası diyeceğim; neresi diyeceksiniz? Ben daha henüz çocukken diyeceğim; ne zaman diyeceksiniz? Neyse, bunların hiçbirinin anlatacağımla ilgisi yok. Başımdan geçen bir olayı anlatacağım anlatmasına da bu defa, olur mu böyle şey diyeceksiniz. Aslında bana da tuhaf geliyor, ama gerçek: Ben oniki onüç yaşlarında iken çırak olarak çalıştığım ayakkabıcıda başıma geldi bu olay. Her ne kadar mağazanın erkek ayakkabıları bölümünde çalışıyor, kadın ayakkabıları bölümünde çalışan arkadaşım Nafiz’i için için kıskanıyor olsam da işimden memnundum. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

39


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Çırak olarak dediysem de bunun ötesine geçmeye yeltenmediğim de yok değildi. Ankara’nın insanı canından usandıran sıcak yaz günlerinden biriydi. Bir Çarşamba günüydü diyeceğim, nerden hatırlıyorsun bunca zaman sonra, diye yine kuşkuyla soracaksınız. İyi hatırlıyorum; zira bizim mağazanın duvarının hemen arkasındaki Karpiç Gazinosu’nda Çarşamba günleri yapılan kadınlar matinesinde sahne alan şarkıcıların hançerelerinden çıkan nağmelerle dükkan şenlenmişti. Benim nerdeyse ondan daha fazla satış yapmamı bir türlü kabullenemeyen memur emeklisi tezgahtar Osman Amca, sırf bana eziyet olsun mağazanın bizim bölümümüzdeki ayakkabı kutularını tek tek açtırıp ayakkabıları sildirdiği, yerleri bir kez daha paspaslattığı o öğlen sonrasında, işimi bitirip dükkanın önüne çıkmış, vitrine bakan, artık ezberlediğim, “Buyurun içeride daha fazla çeşidimiz var. Almanız şart değil bir bakın,” sözleriyle avlayıp içeri çektiğim bir müşterim oldu. Giyinişinden, davranışlarından çevredeki devlet dairelerinden birinde memur olduğu izlenimi veren orta yaşlı, takım elbiseli bir adamdı. Teşhirdeki bütün ayakkabıları tek tek süzdü; sonra beğendiği birkaç ayakkabıyı denedi. Beğendiği kırk numara, siyah, mokasen ayakkabıyı gösterip “Bunun kırk iki numarası da var mı?” diye sordu. Raflardaki kutulara uzanıp istediği ayakkabıları çıkarıp verdim. “İki çifti de alıyorum,” dedi. Meraklanmış ifadeyle baktığımı fark edip, mahçup bir şekilde açıklamada bulundu: “Benim bir ayağım kırk, diğer ayağım kırk iki numara,” dedi. “Pek rastlanan bir şey değil, ama öyle.” Ayakkabıları paketlerken “Sizin için çok masraflı oluyordur. İhtiyacınız için aynı ayakkabıdan iki çift almak zorunda kalıyorsunuz,” dedim. “Üzülmene gerek yok,” diyerek gülümsedi. “Benimkilerin tersine bir ayağı kırk, diğer ayağı kırk iki numara olan bir erkek kardeşim var. Benim zevkime güvenir, itiraz etmeden aldığım ayakkabıları giyer. Açığa çıkan ayakkabıları da o giyiyor,” dedi. Uğurlarken “Ayağınızda paralansın,” dedim. Şaşırmıştım, ama sonuçta iki çift ayakkabı satmıştım. Tabii ki en çok da patronum memnun oldu. Benim o mağazada çalıştığım süre içinde aynı müşteri bir kez daha geldi. Ayakkabılardan çok memnun kalmış. “Geçen defa bir ayakkabı daha beğenmiş, aklım kalmıştı; onu da alacağım,” dedi: İki çift daha ayakkabı sattım.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

40


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Adio Nonino Elveda büyükbabacık, ho geldin babacık hoşgeldin Güçlükle gözlerini aralayıp uyandığında dedesi başucunda oturmuş, gülümseyip başını okşuyordu. Horozlardan erken uyanan bir dedesi vardı. Bir yandan başını okşuyor, bir yandan da kalkması için uyarıyordu: “Hadi evlat, uyanma zamanı.Okula geç kalma.” Memet, uyku sersemi yatağında doğrulup, oturdu. Gönülsüz de olsa kalktı; banyoda elini yüzünü yıkadı. Sabah olmuş; güneş ışıkları perdelerin arasından içeri sızıyordu. Memet : “Dede, bu gece de rüyamda babamı gördüm.” “Hayırdır! Çok özledin, ondan herhalde.” “Gerçekten çok özledim. Kaç yıl oldu gelmeyeli?” e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

41


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“İki yıl olmuştur.” “Fakat bu yıl da gelmezse çok kızacağım ona. Aşağı sokakta oturan Rıza var, bizim okuldan…Onun babası her bayram, yılbaşı olmasa bile senede bir kez geliyor.” “Uygun bir zamanı olmamıştır,belki; izin ayarlayamamıştır. Hem ta oralardan kalkıp gelmek kolay mı? Çok masraflı…” Giyinip, kahvaltısını ettikten sonra, apar topar hazırlanıp evden fırladı. “Adio Nonino.”diye seslendi, dedesine. Dedesi bakıp güldü. Dedesi, eskiden,emekli olmadan önce uzun seneler Sümerbank Beykoz Kundura Fabrikası’nda çalışmıştı. Fırsat buldukça, özlemle o günleri anlatırdı: Orada yeni gelen makinaların kurulmasında çalışan Giovanni isimli bir italyan montör varmış. Boylu poslu, yakışıklı; sevimli, konuşkan bir adammış. Dedesini çok severmiş. Çok da çalışkanmış; geceyarılarına kadar çalışırmış. Dedesi ondan da fazla çalışırmış. O, işini bitirip fabrikadan çıkarken dedesine, “benim işim bitti sana kolay gelsin” anlamında, “Adio nonino” diye takılıp, veda edermiş. Memet de dedesinin sık sık anlattığı o montörü hatırlatıp, takılmak için “Adio nonino,” diye veda ederdi. Dedesi arkasından “Okuldan çıkınca çabuk gel, pazara gideceğiz,”diye seslendi. Çantasını alıp evden fırladığında hava iyice aydınlanmıştı. Beykoz sırtlarından aşağıya baktığında kocaman bir nehir gibi kıvrıla kıvrıla akan İstanbul Boğazı’nı gördü. Okula giden yokuşu tırmanırken her sabah aynı manzarayı da görse, yine de bir iki dakika durup, arkasına bakmaktan kendisini alamıyordu. Aşağıda vapur iskelesinin bulunduğu meydanda dolmuş minibüslerinin, koşuşan insanların karmaşası bir karınca yuvasını andırıyordu. İşine giden kadınların, erkeklerin,okuluna giden öğrencilerin, trafik karmaşasının gürültüsü ta yukarılara kadar ulaşıyordu. Martıların çığlıkları da bu gürültüye karışıyordu. İki yakası bir araya gelmeyen bir şehirdi burası. Şimdi hazan mevsimi yaşanıyordu, bir anlamda hüzün mevsimi…Yerler sararmış yapraklarla doluydu. Sarı sarı yaprakların rüzgarla sürüklenirken çıkardıkları hışırtı, dallarından kopup ayrılmanın hüznüyle hıçkırışlarının sesiydi sanki. Kendisini bir ara gösteren güneş aniden kaybolmuştu. Gökyüzü kara kara bulutlarla yüklüydü. Bulutlar da yağmurla… Havada bir sıkıntı vardı. Yağmur yağsa hava rahatlayacaktı sanki. Birden yağmurluğunu almadığını hatırladı. Ya aniden yağmur yağarsa?.. Eve dönmek için çok geçti; yokuş yukarı, okula doğru koşturmaya başladı. Okullar açılalı daha bir ay bile olmamıştı. Okulunu, arkadaşlarını seviyordu. “Sevmek güzel bir duygu,” diye düşündü. Ders zili çalmadan sınıfa girdi. İki ders arasında bahçede öylece dolandı durdu; oyun oynayan arkadaşlarının arasına karışmadı. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

42


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

O gün nedense kendisini derse veremiyordu. Ara ara dalıyordu. Arka sıralardan birinde babası Memet’inki gibi Almanya’da çalışan Rıza oturuyordu. Babasının getirdiği uzaktan kumandalı arabayı kurcalıyordu gizli gizli. En sonunda öğretmene yakalandı. Öğretmen, uzun uzun yüzüne bakıp, “Bir daha okula getirme,”dedi. Arabayı alıp kürsünün yanına koydu. “Dersten sonra alırsın,”diye fısıldadı. Okul çıkışında, Rıza ile birlikte döndüler. Rıza’ların evi evlerinin yolunun üstündeydi. Kızdırmak için “Artık oyuncak arabaları bırak ta, biraz yaşına uygun şeylerle uğraş,” dedi. Şaka olduğunu bile bile kızdı Rıza, ama sesini çıkarmadı. “Yandaki sınıfta Okan diye bir çocuk var ya, babası ona bilgisayar almış. İnternete de bağlanmışlar. Geçen gün beni evine çağırdı. Korkunç bir şey: tam bir hayal dünyası; içinde yok, yok. İnternette gezinti diyorlar. Saatlerce başından kalkamıyorsun. Merak ettiğin herşeye ulaşabiliyorsun.” “İnternet te neymiş?”diye sordu Rıza, safça. “Valla, görmeden anlatması zor.” Rıza’nın babası bahçede ağaçlarla ilgileniyordu. Almanya’dan izinli gelmişti. Bir kaç gün sonra geri dönecekti. “Memet’in babası da Almanya’da çalışıyor.”dedi Rıza babasına. Acaba benim babamı tanır mı sorayım, diye düşündü bir an. Soracak oldu, sonra vazgeçti; nereden tanısındı koskoca Almanya’da. *** Öğleden sonra dedesiyle birlikte pazara gidip, alışveriş yaptılar. Dönerken tüyleri yoluk, cılız bir çilli horoz aldılar. Horozu eve kadar Memet taşıdı. Ürkek bir horozdu bu. Küt küt atan yüreğini elinde hissediyordu. Eve geldiklerinde horozu diğer horozların ve tavukların bulunduğu kümese saldılar. O gün mahalle maçları vardı. Memet, birşeyler atıştırdıktan sonra maça gitti. Top oynayıp eve döndüğünde kümeste kıyamet kopuyordu. Horozlardan biri yeni horozu bir köşeye sıkıştırıp altına almış gagalayıp duruyordu. Pazardan alınan yeni horoz perişan bir haldeydi; ibiğinden kan sızıyordu. Memet, hemen bir sopa alıp kümese daldı. Çilli horozun durumu kötüydü. Zor bela diğer horozun elinden kurtardı; kaptığı gibi kümesin dışına çıkardı. İbiğinden fena yaralanmıştı zavallı horoz. Memet, horozu kucağına alıp bir ağacın altına oturdu; mendiliyle kanayan yarasını temizledi. Horozun minik yüreği yine küt küt çarpıyordu; çok korktuğu her halinden belliydi.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

43


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Memet, sanki anlarmış gibi horozu “Üzülme,”diye avutmaya çalıştı,”Sana ayrı bir kümes yaparım. Hem de daha güzelini.” Horozu koltuğuna alıp,otlatmak için evlerinin bulunduğu sokağın sonundaki boş arsaya götürdü. Horoz, taze otları midesine indirince kendine geldi; gezinmeye başladı. Memet, bir ara dalmıştı; kafasını kaldırıp baktığında yaralı horozun başını almış, ilerideki ağaçların arasına doğru uzaklaşmaya başlamış olduğunu gördü. Birden telaşlandı; arkasından koşmaya başladı. Memet telaşlanıp koşmaya başlayınca, horoz kaçmaya başladı. Sanki biraz önce kümeste hırpalanan o değildi. Memet hızlandıkça o daha hızlı koşuyordu. Memet, yine horoz anlarmış gibi bir yandan koşuyor, bir yandan da “Kaçma dur, ben senin dostunum,”diye bağırıyordu. İkna olmamış olacak ki kısa bir kovalamacadan sonra Çilli Horoz çalılıkların arasında kayboldu. Memet, sağa bakındı, sola bakındı, yoktu. Hayret sanki yer yarılmıştı da içine girmişti. Hava kararıncaya kadar her tarafı aradı. Akşam karanlığı bastırınca da iyice ümidini kesti. İçini bir sıkıntı bastı. Şimdi ne diyecekti, dedesine. “Çilli Horoz, bu yapılır mı? Halbuki ben senin dostundum. Seni dayaktan kurtarmıştım,” diye sızlandı. Çaresiz eve döndü. Akşam yemeğinde dedesi durumu farkedecek diye ödü koptu. Hemen anlatmak doğru değildi. Sabah erken kalkıp, gün ışığında bir daha aramaya karar verdi. Belki de horoz pişman olup geri dönerdi. Yemekten sonra ders çalışmak için odasına girdi. Aksiliğe bak ki ertesi gün sınavı vardı ve ders çalışması gerekiyordu. “Ah horoz ah, seni bir bulur yakalarsam kesip, tüylerini yolacağım; anneme etinden yahni, suyundan da şehriyeli çorba yaptıracağım,” diye söylendi. Şaka yapıyordu, onunkisi horozun arkasından korkutmacaydı; hiç öyle bir şey yapamazdı. Elinde kitap yatağına uzandı. Gözleri kitaplığına takıldı; rafları dolduran kitapların pek çoğunu okumuştu. “Ben, çok okuyan bir çocuğum”,diye böbürlendi kendi kendine. “Yaaa, hayırsız horoz, ben senin bildiğin kitap okumaz çocuklardan değilim. Eğer kaçmasaydın sana okuduğum kitaplardaki öyküleri anlatırdım,” diye mırıldandı. Kitaplığının yanındaki duvarda bir dünya haritası vardı. Askerdeki ağabeyinin haritasıydı bu. Dedesinin bütün iyi niyetli tekliflerine karşın, onun coğrafya dersine yardımcı olmasını istemezdi; dedesi eski bilgileriyle kafasını daha çok karıştırıyordu. Harita güncel miydi, artık bilemiyordu. Çekoslavakya’nın neresi Slovakya, neresi Çek Cumhuriyeti olmuştu? Slovenya, Hırvatistan, Kosova, Makedonya neredeydi; Bosna Hersek’i daha kaç parçaya böleceklerdi? Eski Doğu Almanya, Batı Almanya sınırı nereden geçiyordu? Bu bölme, parçalama, birleştirme oyununu hangi amcalar seviyordu? Babasının çalıştığı fabrika haritanın neresindeydi? “Ah babacığım ah! Seni ne kadar özledim… Öf, hayırsız horoz, öf. Seni yarın sabah yakalayacağım; kesip, anneme etinden yahni, suyundan çorba yaptıracağım.”

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

44


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

*** Çok yorgun düşmüş; uykuya dalmıştı. Bir ara çorabının ucundan çekiştirildiğini hissetti. Doğrulup, baktı. O da ne ?!.. Bizim Çilli Horoz, çorabını gagasının arasına almış, çekiştirip durmuyor mu?! Memet: “Hayrola, sen kaybolmamış mıydın ?”diye sordu. “Yok canım. Bahçede geziniyordum.” “Biliyordum, zaten geri döneceğini. Fakat ödüm koptu. Ne hesap verecektim dedeme.” Horoz güldü: “Dalmış gitmişsin.” “Haritaya bakıyordum. Bak, babamın çalıştığı fabrika şuralarda bir yerde.” “Hımmm. Oldukça uzaktaymış. Hiç gittin mi?” “Yok canım. Ne zamandır babam da gelmedi. Çok özledim, onu.” “Niye sen kalkıp gitmiyorsun, o zaman? Hem seni görünce sevinir, sürpriz olur.” “Benimle alay ediyorsun galiba.” Bir koşu haritanın başına gitti, ”Bak burası İstanbul, bizim bulunduğumuz yer; burası da Almanya, babamın çalıştığı ülke. Ne kadar uzak değil mi? Otobüsle gitmeğe kalksak günlerce yolculuk etmemiz gerekir.” “Otobüsle gitmeyeceğiz ki.” “Hooop, n’oluyoruz! Birlikte bir yere mi gidiyoruz; gitsem bile seni de peşime mi takacağım!? Hem niye seni ilgilendiriyorki bu?” “Vallahi sen bilirsin. Ben sana sadece yardımcı olmaya çalışıyorum. Ne de olsa benim dostum sayılırsın; senin de bana çok yardımın oldu. Sana can borçluyum.” “Abartıyorsun. Ben sadece insanlık görevimi yaptım.” “Ben de sana bir insanlık görevi yapayım diyemeyeceğim; çünkü ben bir horozum. Ama gene de sana yardımcı olmak isterim.” Memet, toparlanıp “Amma saçma bir diyalog geçiyor aramızda diye,” düşündü; karşılıklı oturmuş bir horozla konuşuyordu. Horozlar insanlar gibi konuşamazdı ki. Çok yorulmuştu; “Okuduğum kitapların da çok etkisinde kalmış olabilirim; böyle saçmasapan hayaller görmemin nedeni bu,”diye mırıldandı. Yine de merak edip sormaktan alamadı kendisini. “Anlat bakalım, şu muhteşem tasarını. Nasıl gideceğiz, Almanya’ya?” e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

45


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“Biraz zor olacak. Ama kararlıysan gideriz.” “Nasıl?” “Basit. Sen benim üstüme ata biner gibi bineceksin. Ben de havalanıp uçacağım; uça uça gideceğiz.Tabii arada bir yere inip dinlenmemiz gerek. Uzun yol otobüs şoförleri bile arada bir ihtiyaç molası veriyor.” “Sen benim yorgunluğumdan yararlanıp, dalga geçiyorsun.” “Niye? Sen televizyonda “Uçan Kaz” adlı çizgi-filim dizisini seyretmedin mi hiç?” “Ben doğmadan önce öyle bir şey varmış.” Kazlar uçabilir, ama horozlar uçamaz, diye itiraz edecek oldu. Sonra düşündü ki zaten her şey baştanbaşa saçmalıklarla doluydu.Oturup, konuşabilen bir horozla söyleşip, sonra da onun uçup uçamayacağını tartışıyordu. Memet : “Babamı görmeyi çok istediğimi biliyorsun.”dedi. “O zaman lafı uzatmayı bırak da, hemen hazırlan,”diye kestirip attı horoz. Memet, kuşkuluydu; ya horoz doğruyu söylüyorsa? Kalkıp hemen giyindi. Yolculukta gerekli olabilecek şeyleri alelacele toparlayıp spor torbasına doldurdu. Bir yandan hazırlanıyor, bir yandan da düşünüyordu: Bir horozun aklına uyup maceraya mı giriyordu yoksa?.. “Peki, sen daha önce o taraflara gittin mi? Yolumuzu nasıl bulacağız?” diye sordu. “Kolay… Sen benim kuyruğumdan bir tüy kopart; havaya at. Tüyün düştüğü taraf, babanın çalıştığı şehrin yönünü gösterir.” Zavallının yolunmuş kuyruğunda yalnızca bir kaç tüy kalmıştı. Bir kaç kere yönlerini kaybedip tüy yolsa kuyruğunda başka tüy kalmayacaktı. Horozun dediğini yaptı; bir tüy koparttı; havaya attı. Horoz, garip bir tekerleme mırıldandı: “Ayşe ninenin güğümü Rüzgar uçursun tüyümü Kara çıkarmasın yüzümü Göstersin bana yönümü.” Çok komik gelmişti; Memet’in gülecek oldu. Tüy, rüzgarın etkisiyle havalandı. Havada bir kaç daire çizdi ve süzüle süzüle yere e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

46


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

düştü. Horoz: “İşte, bu tarafa gideceğiz,”dedi, tüyün düştüğü tarafı göstererek. “Atla üstüme.” Memet, şaşkın bir halde Çilli Horozun üstüne çıkıp kollarını sımsıkı boynuna dolayıp sarıldı. Horoz, hızla kanatlarını çırpmaya başladı. Bütün tozlar havalandı. Yavaş yavaş havalandılar. Odasının penceresinden süzülüp, bahçeye, daha sonra ağaçların arasından, yapraklara sürtünerek yukarılara çıktılar; bir kaç ağacı ve komşunun evini teğet geçtiler. Sakar hayvan, nerdeyse karşıdaki evin bacasına çarpıyordu. İyice yükseldiler. Yükseldikçe evler, ağaçlar ufaldılar, ufaldılar. Işıklarla aydınlanan asfalttan farlarını yakmış arabalar geçiyordu. Artık evler birer kibrit kutusu büyüklüğündeydi. Memet aşağılara baktıkça ürperiyordu. “Yahu Çilli Horoz, ben sana bir şey söylemeye unuttum. Ben de yükseklik korkusu var,” dedi güçlükle. “Çok geç. Alışırsın,” dedi Çilli pişkince. Memet horozun yüzünü göremiyordu, ama onun hınzırca sırıttığını hissediyordu. Tüyün düştüğü yöne doğru kaç bin kanat vuruşu uçtuklarının farkında değillerdi. Bir ara Memet korkusunu yenebilmek için saymayı denedi. Sonra vazgeçti. Herhalde saatlerce uçmuşlardı. “Kaptanınız ihtiyaç molası veriyor,”dedi çilli horoz. ”Biraz dinlenelim; sonra yine devam ederiz.” Sarsıla sarsıla yere indiler. Öfff, şükürler olsun. Acaba yürüyerek eve geri mi dönselerdi? Ama Memet alışmıştı. Hiç zaman kaybetmeden bir ağacın altına yattılar, uyudular. *** Uyandıklarında gün ışımıştı. Memet mutfaktan alıp yanındaki torbaya tıkıştırdığı annesinin yaptığı böreklerden ve bir kaç domates çıkardı. Birlikte yediler. Biraz kendilerine geldiklerinde yürümeye başladılar. Uzun süre ormanda ağaçların arasında yürüdüler. Ormanın bitiminde bir yol inşaatı vardı. Kenarda bir taşa oturmuş, dinlenen iki işçiye yol sormak için yanaştılar. Selamlaşıp, söyleşirken Memet, işçilerin durgun ve üzgün e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

47


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

olduklarını farketti; nedenini sordu. “Çok uzun zamandır, memleketimizden uzakta, gurbetteyiz,” dedi, işçilerden biri. “Gelirken kızım hastaydı. İyileşti mi, n’oldu bilmiyorum; bir haber alamadık.” “Mektup yazıp sormadınız mı?” “Okuma yazmamız yok, yazamıyoruz.” “Ben sizin için yazabilirim.” İşçi arkadaşına baktı, sevindi. Memet, torbasından kağıt, kalem çıkardı. Birlikte büyük bir ağacın altına oturdular. O mektubu yazarken Çilli Horoz da ağaca çıkıp, dallardan birine tüneyip, kestirdi. İşçiler söyledi, Memet yazdı. Her ikisine de uzunca birer mektup yazdı. Pek sevinmişlerdi: “Çok sağolasın kardaş, ellerin dert görmesin,” dediler. Uzunca boylu bıyıklı olanı ceketinin cebinden ağaçtan yontarak yaptığı bir kaval çıkardı. “Al kardaş, çam sakızı çoban armağanı; kabul et. Çaldıkça bizi hatırlarsın,” dedi. Vedalaştılar. Memet yine Çilli Horozun üzerine çıktı. Yeniden havalanıp, uçtular. Alışmıştı, artık eskisi kadar korkmuyordu. Az gittiler, uz uçtular, dere tepe düz uçtular; nice ormanlar, dağlar, köyler, kentler, nehirler aştılar. Uzunca bir süre uçtuktan sonra, Çilli, “Yoruldum,” dedi. Acıkmışlardı da. Memet torbasını karıştırdı; ancak torbada yiyecek bir şey kalmamıştı! Memet horoza dönüp, “Biraz daha dayan,” dedi. *** Yiyecek bulabilecekleri bir kente, ya da köye raslayıncaya kadar uçtular. Yollarının üstüne çıkan ilk köyün yakınındaki tarlalara indiler. Çok küçük bir köydü burası.Köyün dar sokaklarına girdiler. Dolaşırken sokaklardaki insanların Türkçe dışında, bilmedikleri bir dilden konuştuklarını farkettiler; artık Türkiye’de değillerdi. Bunu o zamana kadar hiç düşünmemişlerdi. Ne yapacaklardı şimdi? Nasıl anlaşacaklardı bu insanlarla; dillerini bilmiyorlardı. Konuştuklarını anlamıyorlardı; ama Memet, bu insanların bir tuhaf, şaşkın halleri olduğunu hissetti. Bazı evlerin pencerelerinden ağlayan insanların sesleri geliyordu. Sanki bir yas vardı. Sokaklarda umutsuzca dolaşırken Türkçe konuşan birisine rasgeldiler. Onun yardımıyla yiyecek birşeyler buldular. Yine onun aracılığıyla köydeki tuhaf havanın sırrını da öğrendiler. Köyün yakınındaki ormanda yaşayan kocaman bir ayı küçük çocukları kaçırıp, yiyordu. Şimdiye kadar altı yedi çocuk kaybolmuştu. Ayıyı bulup, öldürmek için bir grup avcı birkaç kez gidip aramışlardı. Ama eli boş dönmüşlerdi; bütün aramaları boşa gitmişti. Ayı çok kurnazdı. Bir türlü izine raslayamamışlardı.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

48


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Köylülerin durumu Çilli Horozla Memet’in içini parçaladı. Onlara sabır dileyip, ayrıldılar.Yırtıcı hayvanlardan, özellikle de köylülerin sözünü ettiği ayıdan çekindikleri için ormanın içine girmediler; olabildiğince yoldan ayrılmadan uzunca süre yürüdüler. Bir ara dinlenmek için yolun kenarına oturdular. Köyden aldıkları yiyecekleri çıkardılar, biraz yediler. Daha sonra Memet,işçilerin armağan ettiği kavalı çıkarıp, çalmaya başladı; çalarken derin düşüncelere kapılıp daldı. Memet, ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi; bir ara durdu, kafasını kaldırdı: Gördüklerine inanamayıp, donup kaldı. Karşısında kocaman bir boz ayı oturmuş, onu dinliyordu. Bizim uyanık Çilli horoz durumu Memet’ten önce farkedip bir ağacın üstüne çıkıp, kendisini güvenceye almıştı bile. Memet de koşup kaçmayı düşündü; ama beceremedi, kıpırdayamadı bile: Korkudan dizlerinin bağı çözülmüştü. Kendisini toparladığında ayının gözlerinin dolu dolu olduğunu, bir iki damla gözyaşının tüylü yanaklarından aşağı süzüldüğünü farketti. Ayı ağlıyordu.Memet korkusunu yenip cesaretle sordu: “Ağlıyorsun, galiba?” Aslında ne saçma bir soruydu? Ayının ağladığı zaten görülüyordu. Neyse, konu açmak için böyle bir giriş yapması gerekiyordu belki de. Ayı : “Elimde değil, duygulandım,” diye yanıt verdi. “Söyleseler inanmazdım.” “Neden? Hep kaba hayvan derler bizim için, ondan mı? İnsanlar birbirlerine hakaret etmek için bizim adımızı kullanırlar; kızdıklarında birbirlerine ‘ayı’ derler.” Memet, bir şey diyemedi. Ayı, “Böylesi bir duygusallığı benden beklemiyordun, değil mi?” diye devam etti. “Doğrusu öyle.” “Meyva yer misin?” Topladığı en güzel armutlardan uzattı. Memet, armutları elinin tersi ile geri çevirdi. Korkusunu iyice yenmişti; kızgınlıkla çıkıştı: “Ağlayarak kendini iyi yürekli biriymiş gibi göstermeye çalışma boşuna. Beni kandıramazsın. Senin gibi bir canavarın sunduğu armutları yemem.” “Canavar mı? Ben mi canavarım!?” “Evet!” “Haksızlık ediyorsun. Sen canavar görmemişsin. Bir kere işin gerçeğini söyleyeyim mi? e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

49


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Aslında kaba ve kötü olan, insanlar. Hele o avcı dedikleri?.. Av denilen saçma bir zevk için hayvanları öldüren; doğayı kirleten siz insanlar değil misiniz?”diye sitem etti. “Doğru olabilir; ama senin de küçük çocukları kaçırıp yemeğe hiç hakkın yok.” “Küçük çocukları kaçırıp yemek mi? Neler saçmalıyorsun?” “Yalan mı!?” diye bağırdı Memet. Çilli horoz, kaçıp çıktığı ağacın tepesinden dehşet içinde onları izliyordu. Ayı : “Doğru değil, bütün bunlar.Bunu sana kanıtlarım,”dedi, kararlı bir tavırla,”Lütfen, beni takip et,” diye ekledi. Çilli Horoz, ağacın üzerinden Memet’e gitmemeleri için yalvardı, ama dinletemedi; birlikte ayının arkasına takıldılar. Sık ağaçların arasından geçtiler; ormanın içine doğru yarım saat kadar yürüdüler; sonunda kocaman bir mağaranın ağzına geldiler. Bu ayının ini olmalıydı. Ama o da ne ?! Mağaranın önündeki açıklıkta , bir kaç küçük çocuk kendilerinden geçmiş, neşe içinde oynuyorlardı. Çocukların bazıları da ayının onlar için topladığı meyvaları iştahla yiyorlardı. Memet’le, Çilli Horoz hayret içinde kaldılar. “Gördün mü, ne kadar mutlu görünüyorlar,” dedi boz ayı; ”Burada ormanda tek başıma çok sıkılıyorum; yalnızlık çok kötü bir şey. İnsanlar da benden gereksiz yere korkuyor, dostluk göstermiyorlar. Bazılarının ormana gelip kötülük etmelerine karşın, onlarla dost olmayı ne kadar çok isterdim. Onlarla dost olamadım, ama kaçırdığım çocuklarıyla dost oldum. Onları çok seviyorum. Birlikte çok mutluyuz.” Memet: “Ne olursa olsun yaptığın gene de çok yanlış. Bu çocukların ailelerinin ne durumda olduğunu biliyor musun? Çocukları ailelerine geri vermelisin. Hem de hemen!” dedi. Boz ayı sus pus olmuştu. Yaptığının yanlış olduğunu anlamış olacak ki hiç sesini çıkarmadı. “Pekala,” diye başını salladı. *** Çocukları toplayıp köye doğru yola çıktılar. Köylüler ayıyı görünce tedirgin oldular; ama Memet, durumu anlattı. Köydekiler çocuklarına sağ ve sağlıklı kavuşunca sevinç çığlıkları attılar. Anneler, babalar çocuklarıyla sarmaş dolaş oldular. Memet, olanı biteni bütün ayrıntılarıyla köylülere anlattı. Onlar da boz ayıyı affettiler; dostluk ellerini uzattılar. Boz ayı çok mutluydu: Artık yalnız değildi, onun da dostları vardı. Her gün köye gelip çocuklarla oynayabilecekti. *** Gece köyde konuk oldular. Ertesi sabah yola çıkmak için erkenden kalktılar, e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

50


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

hazırlandılar. Köy halkı yolda ihtiyaçları olur diye çeşitli yiyecekler getirmişlerdi. Yaşlı bir nine eski püskü çizmeler getirmişti: “Bu çizmelerin böyle eski göründüğüne bakma yavrum,” dedi Memet’e nine,”Bunlar sihirlidir.Babamdan kaldı. Ona da babasından kalmış. Yıllardan beri çatı arasında saklıyorum. Giyenlerin ayak ölçülerine göre büyür, küçülürler. Bunlarla attığın her adımda bir fersahlık yol alırsın.” Memet, “Aynı ‘Parmak Çocuk’ masalındaki çizmeler gibi, desene ninecim!”diye sevindi. En çok da Çilli Horoz sevinmişti. Hem uçup, hem Memet’i taşıyarak çok yorulmuştu. Memet,hemen çizmeleri ayağına geçirdi. Köylülerle vedalaştılar; boz ayıyla birbirlerine sarıldılar. “Yolda pek kimseye görünmemeye dikkat edin. Yabancısınız; pasaportunuz, vizeniz falan da yoktur,”diye öğüt verdi köylüler. Çilli Horoz iki gündür çokça yorulmuştu. Bu kez Memet onu kucağına aldı. Arkadaş dayanışması diye buna denirdi.Torbasını da sırtına astı.Yola çıktılar. Bir adımda bir fersah yol alarak, az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler; dağlar, tepeler aştılar. Dura dinlene gün batımına kadar yol aldılar. Karanlık bastırmadan geceyi geçirecek güvenli, kuytu bir yer bulmaları gerekiyordu. Onlar aranırken telaşlı telaşlı koşuşturan bir kız gördüler. Zararsız birisine benziyordu; ona bir şeyler sorabilirlerdi. “Bir dakika bakar mısınız?”diye seslendi Memet. Kız durmakla durmamak arasında kararsız bir tavırla: “Acelem var. Ne istiyorsanız lütfen çabuk söyleyin,”dedi. Memet, birden kızı çok yakından tanıdığı birisine benzettiği duygusuna kapıldı: “İsminiz ne sizin?” “Alis. Niye sordunuz ki?” “Yoksa ‘Alis Harikalar Diyarında’ki Alis mi?” “Evet!?” Ne şaşırtıcı, garip şeyler oluyordu. Masalların içinde yaşıyordu sanki. Defalarca, yutarcasına okuduğu bir kitabın kahramanı karşısındaydı. Bir imza alsam, arkadaşlarıma göstersem arkadaşlarımı ne biçim etkilerim diye düşündü. “Ben sizi tanıyorum.” dedi, bilgiççe. Alis, kibirli bir şekilde “Beni tanıman değil, tanımaman şaşırtıcı olurdu.”diye cevap verdi. “Benim adım Memet. Bu da arkadaşım Çilli Horoz.”diyerek, tanıttı kendisini. Bir çırpıda nereden geldiğini, nereye gittiklerini, başlarına neler geldiğini anlattı. Alis, geç kalmanın e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

51


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

sıkıntısıyla sabırsız, koşturmaya devam ediyordu. Memet’le Çilli Horoz da onunla birlikte, hem konuşuyor, hem de koşturuyordu. “Geceyi geçirebileceğimiz bir yer arıyoruz. Bize yardım edebilir misin?” Alis, “Hımmm,”diye duraksayıp, düşündükten sonra, “Sen iyi bir çocuğa benziyorsun. Sana yardım edebilecek birilerini tanıyorum.Benimle gelin. Yalnız acele etmeliyiz, çok geç kaldım,”dedi. Koşturmaya devam ettiler. Alis, koştururken anlatıyordu : Ormanda bütün masal ve öykü kahramanlarının özel bir toplantısı vardı. Yılda bir kaç kez böyle toplanıp çeşitli sorunları tartışırlarmış. Masal ve öykü kahramanlarından başka kimse katılamazmış bu toplantılara. Aslında Memet’le Çilli Horoz’un toplantıya katılması uygun değildi, ama Alis’in içi ısınmış, güven duymuştu onlara. İnşallah diğerleri kızmazdı. Nefes nefese toplantı yerine vardılar. Toplantı yerinin yakınında, bir ağacın tepesinde gözcülük yapan Peter Pan, “Gene geç kaldın, Alis,” diye payladı Alis’i. Herkes oradaydı: Kül Kedisi Sinderella, Küçük Prens, Kırmızı Şapkalı Kız, Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler, Keloğlan, Pinokyo, Çizmeli Kedi, Bremen Mızıkacıları, Tom Sawyer ve diğerleri… Memet’in hayatının en mutlu anlarından biriydi; bütün sevdiği masal ve öykü kahramanları bir aradaydı. İhtiyar Ezop toplantıya katılanların en yaşlısıydı. Toplantıyı yönetmek işi de ona düşmüştü. Alis, geç kaldığı için özür dileyerek, Memet’le Çilli Horoz’u tanıştırdı. Durumlarını anlattı; önceden onay almadan, danışmadan onları toplantıya getirdiği için de ayrıca özür diledi. Toplantıya katılanların hepsi Memet’le Çilli Horoz’un toplantıya katılmalarından hoşnut olduklarını belirttiler. Yaşlı Ezop, “Öhö öhhö,” diye hafifçe öksürerek boğazını temizledikten sonra toplantıyı açtı: “Hoşgeldiniz arkadaşlar! Herbiriniz değişik ülkelerden, dünyanın çeşitli yerlerinden uzun bir yol katederek geldiniz.Hepiniz geleneksel toplantılarımızı neden yaptığımızı biliyorsunuz. Bizler çocuklara iyiyi, güzeli, sevgiyi, hoşgörüyü anlatmak, kavratmak için yazılmış, söylenmiş yıllardan, yüzyıllardan beri, anlatılan, okunan öykülerin, romanların, masalların kahramanlarıyız. Ama görüyoruz ki bizim öykülerimiz, romanlarımız, masallarımız nesiller boyu okunmuş, anlatılmış; bunları okuyan, dinleyen çocukların çoğu koca koca adamlar olmuş olmasına rağmen kötülükler bizim güzel dünyamızın yakasını bırakmadı. Kötülükler hala kol geziyor. Bu da bizi hem çok üzüyor, hem de düşündürüyor. Kötülükleri tümüyle yok etmenin yolunu bulmalıyız.” Toplantıya katılanların hepsi: “Evet!.. Mutlaka bir yolunu bulmalıyız,”diye bir ağızdan bağrıştılar. Uzun uzun konuşup, tartıştılar. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

52


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Pamuk Prenses’in yedi cücesinden Öfkeli, “Ne kadar üzücü,”diye haykırdı, sinirli sinirli, ”Dünyamızda hala savaş tehlikesi var; bir çok ülkede küçük çocuklar açlıktan ölüyor; milyonlarca çocuğun babası işsiz; milyonlarca insan yoksul ve mutsuz.” Memet, o zamana kadar konuşulanları sessizce ve ilgiyle dinlemişti. Öfkeli’nin konuşmaşı onu iyice heyecanlandırdı; dayanamayıp fırladı: “Evet, Öfkeli amca doğru söylüyor. Benim babam da kendi ülkesinde bizi geçindirecek bir iş bulamadığı için Almanya’ya gitti; yıllardır orada çalışıyor. Bense uzun zamandır babamı göremedim. Bu yüzden çok mutsuzum. Babamı çok özledim,”dedi. Son sözcükleri söylerken zor yutkunuyordu. Gözlerinden boşunan yaşlara engel olamadı. Bir anda ortalığı sessizlik kapladı; kimseden çıt çıkmıyordu. Herkesin gözleri dolu dolu olmuştu. Sessizliği yine yaşlı Ezop bozdu: “Arkadaşlar, kardeşimizin öyküsünü dinlediniz. Gördüğünüz gibi insanları mutsuz kılan çok sorun var.” Pollyanna, her zamanki iyimser tavrıyla : “Ama gene de çok umutluyuz. İyilik oldukça yol aldı. Ve gün gelecek sevgi ve iyilik, kötülükleri tümüyle yenecek, yok edecektir,”dedi. “Pollyanna haklı, ama biraz fazla iyimser,”dedi Pinokyo, “Sevgi, güzellik ve iyilik, çirkinlikleri, kötülükleri her geçen gün yeni yeni yenilgilere uğratıyor. Durum gerçekten de umutsuz değil, umut vericidir. Gelecek, bize sevgi dolu, güzel günlerin sözünü veriyor. Yalnız bize de önemli görevler düşüyor. Vargücümüzle iyiyi, güzeli, doğruyu öğretme görevimizi sürdürmeliyiz.” Kırmızı Başlıklı Kız : “Evet, evet,”diye onayladı, “Hem de çok fazla çalışmalıyız.” “Ve kötü kurtlara yem olmamalıyız,” diye muziplik yaptı Keloğlan. Yaşlı Ezop söze karıştı, “Toplantımızı bir sonuca bağlamalıyız,”dedi; bir sonuç konuşması yaparak konuyu toparladı. Hepsi birden çocuklara iyiyi, güzeli, doğruyu aşılamayı sürdürmeye karar verip, and içtiler. Memet’le Çilli Horoz, o gece Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler’in ormandaki evinde konuk oldular. Ertesi sabah gün doğarken kalktılar. Yedi Cüceler, onları ormanın bitimindeki yola kadar götürüp yolcu ettiler. Kestirmeden nasıl gidileceğini tarif ettiler. *** e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

53


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Memet’in babasının çalıştığı kent pek fazla uzakta değildi. Uzunca bir süre tarla aralarından, patikalardan yürüdüler. Bir süre uçtular, bir süre de sihirli çizmelerle yol aldılar. Kenti uzaktan gördüklerinde güneş iyice yükselmişti. Kente vardıklarında sokaklar nerdeyse bomboştu. Büyük ve görkemli bir kentti burası. Herkes işinin başına varmış, çalışmaya başlamıştı bile. Tek tük insanlar dolaşıyordu sokaklarda. Memet, bunlardan bir ikisiyle konuşmayı denediyse de pek ilgilenen olmadı. Dükkanlardan birinin önünden geçerken içeride alışveriş yapan gür bıyıklı, esmer bir adam gördü. Mutlaka Türk olmalıydı bu adam. Alışverişini bitirinceye kadar dükkanın kapısında beklediler. Memet, adam dışarı çıkınca arkasından ürkerek seslendi: “Amca.” Adam başını çevirip baktı: “Efendim yavrum ?” “Size birini soracaktım…” “..!?” Tutturmuştu; adam Türktü, adı Ali’ydi; onyedi yıldır Almanya’da çalışıyordu; raslantıya bakın ki Memet’in babasını tanıyordu. Ali amca : “Bak hele şu işe,”dedi.”Baban seni görünce çok sevinecek. Bugün izinliyim. Seni babanın çalıştığı fabrikaya götüreyim.” Memet’le Çilli Horoz, Ali Amca’nın otomobiline binerek kentin dışındaki fabrikaya gittiler. Kapıdaki yüzü gülmeyen, asık suratlı bekçi, Çilli Horoz’u içeri almak istemedi. O da bahçede kaldı. Canına minnetti; her taraf yemyeşil çimdi. Ye, ye bitmez. Ali Amca, bekçiyle uzun uzun almanca birşeyler konuştu. Fabrika binasına girip merdivenle bir kat yukarı çıktılar; camlı bölmelerden oluşan bir yere geldiler. Burası yönetimle ilgili odaların bulunduğu kısımdı. Odaların kapılarının açıldığı koridorun öteki yanında, aşağıda üretimin yapıldığı çok büyük bir alana bakan, boylu boyunca uzanan bir cam vardı. Üretimin yapıldığı kocaman alanda işçilerin üzerinde çalıştıkları yürüyen bantlar vardı. Yürüyen bantlarda çalışan her işçi, kendi önüne geldiğinde yapılan ürünün bir parçasını takıyordu. Parçalar, takıla takıla yürüyen bandın sonundan bir otomobil olup çıkıyordu. Kimi işçi bir arabanın tekerleğini, kimisi jantını, kimisi de direksiyonunu takıyordu. Sonunda ortaya herşeyi tastamam bir araba çıkıyordu. Memet, koridorda, camın arkasından bakarken yürüyen bantların önünde çalışan işçilerin arasında babasını gördü. Camı tıklatıp, elini sallamaya başladı. Babası bir türlü onu farkedip göremiyordu. Cama daha hızlı vurmaya başladı. Gürültüye bürolarda çalışanlar çıktı. Rahatsız olup koridora çıkanlar, kızgın bakışlarla Memet’i süzüyorlardı. Gözlüklü, uzun boylu, sarışın bir alman kolundan çekip sürükleyerek onu dışarı e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

54


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

çıkarmaya çalıştı. Pencerenin pervazına tutunarak direndi. O sırada babası Memet’i farketti. Memet, adamın elinden kurtulup cama yaslandı. Elini salladı. Babası da elini sallamak istedi; ancak yürüyen bandın üzerinde, önüne gelen arabaya kendisinin takacağı parçayı monte etmesi gerekiyordu; yoksa üretim altüst olurdu: Elini kaldırıp sallayamadı. Kafasını kaldırıp bakmaya bile fırsatı olmuyordu. Tam parçayı yerine takıp kafasını kaldıracağı sırada yürüyen bant yeni bir arabayı önüne getirdi. Ona da parçayı taktığında bir yenisi geldi önüne. Memet, yukarıda bir yandan camı yumrukluyor, bir yandan da “Baba, baba,”diye bağırıyordu. Sarışın alman yine kolundan yakaladı, sürüklemeye çalıştı. Babası bir türlü fırsatını bulup, kafasını kaldırıp bakamıyordu. Durmaksızın, bir makina gibi, önüne gelen arabalara parçaları takıyordu. *** Memet, sabah uyandığında gördüğü ilginç rüyanın etkisiyle sersem gibi olmuştu. Çilli Horoz, onunla birlikte yaptıkları yolculuk, başlarına gelenler : Ne garip bir rüyaydı bu… Evin içinde de bir tuhaflık vardı. Odasının penceresinden güneş ışıkları sızıyordu; güneş yavaş yavaş yükseliyordu. Bir kere ilk tuhaflık buradaydı; dedesinin çoktan kalkıp başını okşayarak okula gitme vaktinin geldiğini söyleyip, Memet’i uyandırması gerekirdi. Yataktan kalkıp sofaya doğru yöneldi. Annesi ve babaannesi sedire oturmuş için için ağlıyorlardı. Eve konu komşu doluşmuştu. Dedesi ölmüştü. Sevimli, iyi yürekli, birilerini incitmekten ödü kopan Büyükbabacık gürültüsüz, patırtısız terketmişti bu dünyayı… Ağlamak gerekiyordu, ağlayamıyordu. Annesi alelacele giydirip, okula gönderdi Memet’I; belli ki ölüm sessizliğine bürünen bu ortamdan uzaklaşmasını istiyordu. Okul yolunda geriye dönüp baktı: Herşey aynıydı. Aşağıda vapur iskelesinin olduğu meydanda işine giden kadınlar, erkekler, okuluna giden öğrenciler, çığlık çığlığa uçuşan martılar, minibüs şoförleri, iskeledeki vapurun kaptanı dedesinin öldüğünün farkında değil miydi? Niye kaptan vapurun düdüğünü “Vuuuup!,” diye öttürüp dedesine veda etmiyordu. Yoksa dedesi ölmemiş miydi? Değişen bir şeyler de vardı. Hazan mevsimindeydiler. Memet’in hayatının belki de en hüzünlü dönemecinde… Gökyüzünde kuşlar göç ediyor ; çığlık çığlığa İstanbul’u terkedip daha sıcak yörelere gidiyorlardı. Yapraklar da çırılçıplak bırakıp terkediyordu dallarını ; hışırtılı hıçkırıklarla ve belli ki istemeyerek…Yolda yağmur başladı ; gökyüzü boşanıyordu. Sonbahar ve yağmur… Sonbahar ve ölüm… Rüzgarda sararmış yapraklar uçuşuyordu. Uçuşup giden yaprakları kim geri getirecekti, dedesini kim geri getirecekti. Ölenler ne olurdu ki ? Ruhları aramızda dolaşır mıydı ? Mesela dedesine internetten ulaşabilseydi ; her gün internet aracılığıyla haberleşebilseydi, hoşbeş edebilseydi… *** Memet, okula gitti; ama okulda mıydı, yoksa başka bir yerde mi farkında değildi. Bütün gün dedesiyle birlikte yaşadıkları, anıları gözünün önünden film şeridi gibi geçti. Öğretmenlerin biri çıkıp, öbürü giriyordu sınıfa. Sessiz sinema oynuyorlardı sanki. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

55


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Memet, söylediklerini, anlattıklarını duymuyordu bile. Başı uğulduyordu ; son dersin bitimini zor getirdi. Okuldan süklüm püklüm çıkıp evin yolunu tuttu. Yoksa bu da kötü bir rüya mıydı ; eve vardığında dedesini bahçede tavuklara yem verirken mi görecekti? Evdeki komşu kalabalığı bahçeye taşmıştı. Durumda bir değişiklik yoktu. Akşam olunca erkenden yattı. Bütün bu olanların kötü bir rüya olmasını; sabah dedesinin başını okşayarak uyandırmasını diledi uyumadan önce. Niyeyse gece hiç rüya görmedi. *** Memet, sabah yine erken uyandı. Dedesinin olmadığı bir gün geçmişti. Herhalde buna alışamayacaktı. Oturma odasından konuşmalar geliyordu. Ev yine kalabalıktı. Kim gelmiş olabilirdi? Yoksa?.. Evet, yoksa babası mı? Merak ve heyecanla yatağından fırladı. Annesi, babaannesi, amcaları, yengeleri ve babası oturma odasında oturuyorlardı. Babasının yüzü sapsarıydı; belli ki çok üzülmüştü. Dedesinin ölümünü duyunca bulduğu ilk uçağa atlayıp gelmişti. Memet, koşarak kucağına attı kendisini. Doyasıya babasının yanaklarından öpmeye başladı. O da Memet’e sımsıkı sarılmış yanaklarından öpüyordu. İşte bu düş değildi; sımsıkı sarıldığı babasıydı. Altın kaplama dişleriyle ona sırıtıyordu. Hasret bitmişti; ama keşke böyle bitmeseydi. Öğle yemeği için oturduklarında annesi sofraya kızarmış bir tavuk getirdi. Memet’in Çilli Horoz geldi aklına: Bu kızarmış tavuk o olmasındı sakın. Ama olamazdı; zaten o kaçmıştı. Annesi Memet’e: “Evvelsi gün dedenle aldığınız horozu kümese koymayı unutmuşsun,”dedi,“Onu bahçede gezinirken buldum.” Demek sofraya gelen Çilli Horoz değildi. Kaybolmamıştı da. Derin bir nefes aldı: “Çilli Horoz’a güzel bir kümes yapacağım. Öbür kümeste ona rahat vermiyorlar,” dedi.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

56


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Kalemin öyküsü öyküsü Ne olacak, alt tarafı kalem işte, deyip geçiştirmeyin! Kalbim kırılır. Bir kalemin kullananın elinde ne önemli işlevlere sahip olduğunu herkes bilir. Ben, artık eskimiş de olsam yeni olduğum zamanlarda fiyakalı, yeni model bir 0,5 uçlu bir versatil kalemdim. Markamı boşverin; reklama girer. Çok engin bir hayat tecrübem oldu. Kimler gelip, kimler geçmedi ki hayatımdan. Bir süre bir mahalle bakkalının veresiye defterinin arasında yaşadım. Ondan apartman sakinlerinin alışveriş siparişlerini not alan bir apartman kapıcısının eline geçtim. Daha sonra kapıcının bir lokantada garsonluk yapan amcaoğlunun kalemi oldum. Bir ara gerçek bir kalem efendisi olan bir devlet memuruna hizmet ettim. Masasının üzerindeki kalemlikte, çakısıyla özenle yontup, ucunu sivrilttiği çeşitli renklerdeki eski tip kurşun kalemlerin arasına koyardı beni. Benim ve kurşunkalemlerin yanımız sıra kalemlikte bir pompalı dolma kalem, bir de divit vardı. Eski tip kurşun kalemlerden çok şey öğrendim. Yanlışlarını düzelten silgileri severlerdi, ama kalemtraşların dostları mı, yoksa düşmanları mı oldukları konusunda fikirleri yoktu. Öyle ya kalemtraşlar onların uçlarını açıp, sivriltip yazılabilir hale getirseler de ömürlerinden de alıyorlardı. Her sabah ütülü takım elbisesi, kolalı gömleği, elbisesine uygun renkteki kravatıyla, sinek kaydı e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

57


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

tıraşlı olarak işinin başına gelen memurun sakalı ve tıraş bıçağı arasındaki ilişki gibi değildi ki bu. Sakal kesilse de daha gür olarak uzardı; ama kurşunkalemler açıldıkça ömürleri azalırdı. Bu bakımdan yeni nesil bir kalem olarak ben onlardan daha şanslıydım. Hele yumuşak HB bir uç takıldığında kağıdın üzerinde kayar gibi hareket eder, güzel bir iz bırakırdım. Bilmem bu kötü bir huy mu; ama ben de insan seçerim; el yazısı güzel olanları daha çok severim. En çok da yazı yazarken, düşünme aralarında kaleminin sapını kemirenlere kızarım. Bu kurşun kalemlerin çok iyiliklerini, dostluklarını gördüm. Hele bir tanesi vardı, yontula yontula neredeyse yok olmuştu. Bana deneyimlerini aktarır, bolca öğütte bulunurdu. Memur onun gövdesini özel bir sapa takıp boyunu uzatıp, hala kullanılabilir bir duruma getirmişti. Bu haline rağmen göreve devam ediyordu. Sıfırcı bir öğretmenin öğrencilerinin notlarını yazdığı not defterinin arasında yaşamak hayatımın bunalımlı dönemlerinden biriydi. Kalemlerin yazgısıdır. Elden ele dolaşırlar. Başından sonuna kadar tek bir sahibi olan kalemlere ender rastlanır. Ya sahipleri tarafından bir yerde unutulurlar, bir başkası bulur alır. Ya kullanılmak için birisinden ödünç alınır sonra geri vermeye unutulur. Ya da kaybolurlar. Aslında mecazi anlamda değil, gerçek anlamda da korkum hep kırılmak oldu. Atlattığım en büyük badireyse bir yargıcının kalemi olduğum dönemde oldu. Aynı kalemin başka insanların ölümüne imza atmaması dileğiyle idam kararlarının verilmesi ve kararın imzalanmasından sonra sembolik olarak kalemin kırılması geleneğini biliyorsunuz sanırım. Benim korkum da yargıcın kalemi olduğum dönemde böyle bir şeyin başıma gelmesiydi. Adamın yumuşacık bir kalbi olduğumu biliyordum. Günlük dertlerinden kurtulduğu, karısı ve iki çocuğuyla yaşadığı mutlu bir yuvası vardı. Ceketinin sol iç cebine beni yerleştirdiğinde kalbiyle daha yakın bir temasım oluyordu. Kalbinin ritminden neler hissettiğini anlayabiliyordum. Ama yargıçtı işte…Görev yaptığı mahkemede savcı iddianamesini okumuştu. Genç bir tutuklu için idam cezası isteniyordu. Şişirmece bir iddianame olduğu belliydi. Ama işin şakası yoktu. “Gereği düşünüldü,” diye söze başlayıp herkes ayağa kalktığında, yargıcın sağ elinin avucunda, baş parmağı ve işaret parmağı arasında büyük bir baskı hissettim. Beni sıkı e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

58


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

sıkıya kavramıştı. Diğer üç parmağıyla da gövdeme bastırıyordu. Belli ki çok gergindi. “Eyvah!..Tamam”, diye düşündüm; genç delikanlının sonu geldi, bu arada benim de sonum geldi. İdam cezası verildi ve yargıç birazdan çat diye beni ortamdan kıracak. Kararın okunduğu dakikalar, uzun yaşanan bir hapislik gibi geldi bana. Yargıç, kararı hiçbir zaman anlayamadığım hukuk diliyle ağır ağır, tane tane okudu. Sonra herkes yerine oturdu. Yargıç, beni kürsüdeki dosyanın üzerine bıraktı. Şaşkındım, ne olduğunu tam anlayamamıştım. Ancak beni dosyanın üzerine bırakırken yargıcın kaslarının gevşediğini, elindeki gerginliğin yerini bir rahatlığın aldığını fark etmiştim. Ne olduğunu yargılanan genç de anlayamamış olacak ki şaşkın bir yüzle avukatına baktı. Avukat, gülümseyerek, beraat ettin gibisinden bir işaret yaptı. Ortalığa bir sessizlik hakim oldu. Sessizliği genç delikanlının izleyiciler bölümündeki anasının heyecan ve sevinçle hıçkırarak ağlamaya başlaması bozdu. Korktuğum başıma gelmemişti, ancak bu gerginlik neredeyse ömrümün yarısını almıştı. Zaten bu olaydan çok kısa bir süre sonra yargıç emekliliğini isteyip serbest avukatlık yapmaya başladı. Oysa yaşamımın başlangıcı biraz sorunlu da olsa ne kadar mutlu olmuştu. Okula yeni başlayan bir çocuktu ilk sahibim. Babası, ilk çocuğunun okula başlamasının mutluluğuyla, beni kırtasiyeciden çizgili defterler, silgi, boya kalemleri, kalem kutusu ve bir de okul çantasıyla birlikte almıştı. Akşam çocuk babasını heyecanla karşılamış; beni, diğer kalemleri ve silgiyi kalem kutusuna koyup, defter ve kitaplarla birlikte çantasına özenle yerleştirmişti. Çocuğun babası zaten okulda öğretecekler diye oğluna hiçbir şey öğretmemişti. Ancak okulun bulunduğu mahallenin sakinleri çoğunlukla memur aileleriydi ve çocuklarına daha okula başlamadan okuma yazmayı öğretmişlerdi. İlk başta her şey güzeldi. Öğretmenin kara tahtaya tebeşiri cızırdatarak yaptığı şekillerin aynısını çizgili defterlerine yapıyorlardı: Düz çizgiler, yatık çizgiler, oval çizgiler… Aradan günler geçtikçe alfabenin harfleri, heceler...Fişlerin ve alfabenin okunması…Sayıların öğrenilmesi başladı…Öğrenilmesi diyorum, yanlış bir ifade oluyor; çünkü sahibimin dışındaki neredeyse bütün çocuklar bunları önceden biliyorlardı. İşte sıkıntılı günler bu zamanda başlamıştı. Arkadaşları alfabeyi sular seller gibi okurken o, hiçbir şey anlamıyor, okuyamıyordu. Okuma sırası kendine geldiğinde, buğulu gözleri alfabenin sayfalarında, onun için hiçbir anlam ifade etmeyen yazılarda, kımıldamadan oturuyordu. Nerede “Ali topu at”, nerede “Ayşe ip atla”?! Başı uğulduyordu. Utanıyordu. Defterine yazarken sıkıntıdan kalemine o kadar bastırıyordu ki kırılacağım diye ödüm kopuyordu. Öğretmenin çabaları da bir işe yaramıyordu. Sınıftaki diğer öğrenciler onun bu e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

59


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

durumuna gülüp, alay ediyorlardı. Öğretmen, her gün arkadaşlarıyla eve haber gönderiyordu: Annesi babası biraz çalıştırsınlar,…Ona kadar sayı saymasını öğretsinler, diye. Babası, kollarını sıvadı. Önce bit pazarında küçük bir kara tahta bulup, satınaldı, sahaflardan resimli masal kitapları aldı. Annesi ilkokul mezunu bir ev kadınıydı, ama oğluna ilk eğitimini verecek kadar bilgiliydi. Heceleye heceleye kitapları okudular, babaannesine, halasına, teyzesine, amcasına mektuplar yazdılar. Annesi küçük karatahtaya tebeşirle yazdı; o mektup kağıtlarına… Durmadan, usanmadan çalıştılar. Birlikte yazılar yazıp, ev ödevleri hazırlamaya, aritmetik problemleri çözmeye, resimler yapmaya başladık. Çok zaman geçmedi arkadaşlarının seviyesine geldi. Ve hatta onları geçti. Akıllı, gayretli bir çocuktu. Kendine güveni gelince, eline ne geçerse okudu, aklına ne gelirse yazdı, resimler yaptı. Okuldaki mutsuz günlerin yerini mutlu günler aldı. Keyfimize diyecek yoktu. Onunla birlikte ben de çok şey öğrendim. Ta ki bir kış günü, okul dönüşünde çocuğun ayağı karda kayıp düşene kadar. Yolun kenarındaki bayırdan aşağıya, ağaçların arasından yuvarlana yuvarlana düştü. O kadar kötü düştü ki kendisi bir tarafa, çantası diğer tarafa savruldu. Allahtan çocuğa bir şey olmadı, ama çantanın kapağı açılıp, içindekiler, defterler, kitaplar, kalemler ortalığa saçıldı. Yardımına koşanlar onu yerden kaldırdılar, kitaplarını, defterlerini, kalemlerini topladılar, çantasına yerleştirdiler. Şansıma bakın ki beni bulamayacakları bir yere, çalılıkların arasına savrulmuştum. Burada belki bir aya yakın kaldım. Karlar eridi, çamurlara bulandım. Kirlenmiş, leş gibi olmuştum. Neredeyse toprağa karışıp tümüyle kaybolacaktım. Bir sabah köpeğini gezdiren yaşlı bir kadın beni buldu. Köpek yakınımdaki bir ağaca bir ayağını dayayıp ihtiyacını gördü. Sıçrayan damlalar bana da bulaşacak diye korktum. Bir bu eksikti zaten. Kadın beni fark edince gelip yerden aldı, mendiliyle özenle temizledi; çantasına koydu, evine götürdü. Apartman yöneticisi kocasına verdi. Yeniden normal hayata dönmüştüm. Elden ele dolaşma serüvenimin de başlangıcı oldu…Ondan öbürüne, öbüründen diğerine... Yaşamımın diğer evrelerinde de mutsuz olduğum söylenemez. Geriye baktığımda mutlu günlerimin daha çok olduğunu düşünüyorum. Yaşadıklarımın hiçbiri öyle bir kalemde silinecek şeyler değil. Hele hele şu günlerde keyfime diyecek yok. Ünsüz, genç bir şairin kalemiyim. Ünsüz olduğuna bakmayın bir gün herkes fark edecek onun yazdıklarını; elden ele, dilden dile dolaşacak şiirleri. Aşkla ilgili olanları delikanlıların, genç kızların sevdalarını süsleyecek. e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

60


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Üniversitede öğrenci olan bu delikanlının inanılmaz bir ifade yeteneği var; duygularını kaleme dökme ustası, gerçek bir şiirbaz. Darmadağınık çantasının içine koyuyor beni. Çantanın içinde ben ve kitaplarıyla birlikte mutlaka bir defteri olur. İlham geldiğinde hemen çantanın içine elini daldırır, önce beni, sonra defterini bulur, not alır. Son zamanlarda iyice üretken oldu. Hele hele aynı fakülteden lüle lüle sarı saçları olan pembe yanaklı bir kıza aşık olduktan sonra…Okuluna giderken genellikle vapura biner. Dikkat ettim en çok vapur iskeleden ayrılıp Galata Köprüsü, Sarayburnu, Topkapı, Ayasofya manzarasını yakaladığında ilham gelip, kaleme kağıda sarılıyor. Eeee, çocuk haklı tabii; bu güzellik kimlere ilham vermedi ki… Ben de tam efkarlanıp eski günlerimi andığım şu anda yine vapurla karşıya geçiyorduk. İçime tatlı bir hüzün çöktü. Yanlış anlamayın keyfim yerinde, beni sımsıkı kavrayıp, çalakalem yazan delikanlının parmakları arasında mutluyum. Yakından motoruyla geçen bir balıkçının radyosundan yankılanan, onun çatlak sesiyle eşlik ettiği, Aşık Turabi’nin türküsünün ürperten dizeleri bile keyfimi kaçırmıyor: “… Neyin var da bugün neye yazmıyon Kalem seni parça parça kırarım Hiç mi benim hallerimi sezmiyon Kalem seni parça parça kırarım…”

Ah balıkçı, bir bilsen biz şimdi parmaklarının arasında hazdan kendimden geçtiğim delikanlıyla ne işler beceriyoruz? Ha gayret şair!.. Sarıl kalemine, sun yüreğinin güzelliklerini herkese.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

61


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Nalbandın Nalbandın Fayton Sefası

Bu kaçıncı bardak çaydı içtiği? Dört mü, beş mi? Sabah ezanından beri mutfak penceresinin önünde oturuyordu. Önce, sadece damlardaki martıların çığlıkları, sokaktan geçen tek tük arabaların sesleri vardı. Hava yavaş yavaş aydınlandı; apartman sahanlığı sesleri başladı; işe giden komşular, servise yetişmek için koşuşturan çocuklar paldır küldür indiler merdivenlerden. Karşı apartmanlardan birinin pencerelerinden sabahlıklı bir kadın, evin önüne yanaşmış korna çalan öğrenci servisinin şoförüne “geliyor, geliyor !! ” diye seslendi; apartman kapısından çıkan küçük bir kız çocuğu çantasını sürükleye sürükleye koşturdu. Üst katta oturanların tekir kedisi yine kapı aralığından miyavlayarak kaçtı; kedinin sahibi şişman kadın şıpıdık terlikleriyle koşturarak peşine düştü. Damadı mutfakta bir göründü, bir kayboldu; arkasından kızı banyodan çıkmış ıslak saçlarıyla mutfağa girdi, torununa kahvaltılık bir şeyler hazırladı. Saçlarını kurularken “Baba bu gün evde temizlik var, birazdan kadın gelecek. Sen de e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

62


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

biraz dolaşsan... Kahveye falan gitsen... Yeni insanlarla tanışırsın. Hava da güzel... Bir dolaş istersen. Dört gündür evden hiç dışarı çıkmadın,” dedi kızı. Doğru... Dört gündür evden hiç dışarı çıkmamıştı. Zorla alıp getirmişlerdi onu... “Baba, bir başına buralarda kalma, yaşlandın artık, kendine bakamazsın,” demişlerdi. Gelmezdi gelmesine, ama o gözü kör olası ihtiyarlık yok mu; dermanı kesilip, yatak döşeklik olunca direnememişti. Komşuların haber edip çağırdığı kızının, damadının ısrarlarına dayanamayıp, yetmişbeş yıllık evini, memleketini bırakıp, İstanbul’a kızının yanına gelmişti. Eski dingillerle, paslı demir çemberlerle dolu dükkanını, örsünü, çekicini bırakıp gelmişti. Hoş artık dükkanın kapısı çalan da pek yoktu ya. Devir çoktan traktörlerin, Anadol kamyonetlerin, Reno steyşınların devri olmuştu. Dövülen örsün çın çın öten sesini, su verildikçe sertleşen nalın çıkardığı ıslığı, toynakların seslerini özler olmuştu. Aysel: kızı,... apar topar hazırlanıp, “İşe geç kaldım, akşama görüşürüz”, deyip torunu Arzu’yu da alıp çıktı. Damat çoktan gitmişti. Kalktı, giyindi. Başına kasketini geçirdi, tesbihinin ceket cebinde yerinde olup olmadığını yokladı. Dört günde özlemişti kasabasını...”Cevriye’m beni bırakıp gitmeseydi ne işim vardı benim buralarda,”diye düşündü. Kaç yıl olmuştu karısı öleli? Ya Halil!? Kapı komşusu, saraç; atlara, eşeklere koşum takımları ve eyer takımları, işlemeli semerler yapan; yörenin meşin üzerine en güzel sırma, iplik işleyen ustası...Önce dükkandaki işi bırakmıştı; traktörlere, Anadol Kamyonetlere, Reno steyşınlara yenik düşmüştü; sonra da, o amansız hastalığa... Yalnız nalbantlar, saraçlar mı? Bakırcılar, kalaycılar, nalıncılar, sepetçiler...Hepsi bırakmışlardı mesleği. En son, direnip işini terketmeyen bir tek o kalmıştı çarşıda. Komşu kasabalardan bile nalbant olmadığı için ona gelirlerdi. Truva Atını yapma fikrini Odysseus'a veren Prylis'le meslektaş olduğunu bilmez ve farkında değildi; ama mağrurdu. Nalları dikmeye hiç niyetim yok benim, diyordu. Tek tük müşteri gelse de, iri pazulu, güçlü kollarından eser kalmasa da dükkanını her sabah açardı.-Ta ki elden ayaktan düşürüp, yatak döşek yatıran hastalığa kadar. Temizlikçi kadın gelmiş, işe girişmişti bile. “Nerelisin sen kızım?” “Sivas’lıyım.” “Pek güzel.” Ben biraz dolaşacağım, ayak altında dolanıp sana engel olmayayım, deyip çıktı. Birden beton irisi apartmanların sıralandığı sokakta buldu kendisini. İstanbul’a ilk gelişi e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

63


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

değildi. Aysel üniversiteye girdiğinde, Cevriye ile birlikte onu yerleştimek için gelmişlerdi. Trenden Haydarpaşa’da indiklerinde Garın merdivenlerinde büyülenmiş gibi kalakalmış; camilerin, sarayların, koca koca binaların, denizin, bembeyaz gelinlik giymiş gibi salınan vapurların, martıların, sabırsızca vapur yanaşmadan iskeleye atlayan insanların şehrini; sadece kartpostallarda, Türk filmlerinde gördüğü o ünlü silüeti uzun uzun süzmüştü. Herhalde korkmuştu bu koca şehrin heybetinden, karmaşasından...Aysel’in elini iyice sıkmıştı avucunda. Pek gönlü yoktu kızını bu koca şehre emanet etmeye, ama çaresi yoktu. Kahveye gitse gidemezdi, alışkanlığı yoktu; hem kimseyi tanımıyordu. Allahtan hava güzeldi. Beton irisi apartmanların arasından sahile doğru yürüdü. Ağaçlar kesilmiş; bahçeler, taşlarla betonla kaplanmıştı. Otopark olan bahçelerde güzelim ağaçların yerini dizi dizi otomobiller almıştı. Apartmanlar, balkonlara asılmış çamaşırlar, otomobiller, elektrik ve telefon kabloları, rengârenk tabelâlar arasından geçti. Eskiden beri bir alışkanlığı vardı; gördüğü tabelaları okuya okuya yürürdü: “Diş Hekimi Sevim Nalbantoğlu”, “Avukat Hasan Hüseyin Nalbant”... Nalbantların tükendiği bu dünyada ne kadar çok nalbant isimli insan yaşıyordu?! İskeleye yakın parkta bir banka oturdu. Denizi, balıkçıları, vapurları, simit vapurlarının peşi sıra uçuşan martıları, martıların yemeğe davet ettiği kedileri, adaları seyretti. Parkın bir köşesinde kurulu seyyar çay ocağının garsonunun getirdiği çaydan içti. Hava güneşli ve ılıktı. Sabahın bu ilerleyen saatlerinde her şey birden sessizleşmiş, sadece martıların, kıyıya vuran yumuşak dalgaların, vapur düdüklerinin sesi duyulur olmuştu. Telaşlı insanlar, yerli yersiz korna çalan arabalar birden yok olmuştu. Kalktı sahil boyunca iskeleye kadar yürüdü. İskeleden Adalara vapurlar kalkıyordu. Bilet alıp bindi. Arka güverte püfür püfür esiyordu. Çımacıların halatları çözmesini; vapurun suları köpürtüp, ağır ağır manevra yaparak iskeleden ayrılmasını, arkasında beyaz köpükler bırakıp, denizi yara yara yol almasını seyretti. Onu ürküten beton irisi apartmanlar iskeleden uzaklaştıkça küçüldüler. Parmaklıklara abanmış küçük bir çocuk annesinin aldığı simitten bir lokma ağzına, bir lokma da denize, martılara atıyordu. Martılar simit parçaları daha denize düşmeden havada yakalayıp, yutuyorlardı. Önündeki sırada oturmuş kadınlar hararetli hararetli komşu dedikodusu yapıyorlardı. Yolda karşılaşan vapurların kaptanları birbirlerini selamlamak için “vuuup” diye öttürüyorlardı düdüklerini. İlk adada indi. Vapur yanaşmadan, uzaktan baktığında en büyüğü buymuş gibi görünmüştü. İskeleden ara sokaklara amaçsızca girdi. Akasya ağaçları, erguvanlar, çiçekler arasından yürüdü. Ağaçlar yavaş yavaş sararmaya başlamıştı. Yere düşen kurumuş yaprakların üstüne bastığı zaman çıkardığı seslerden başka ses yoktu. Bir bahçe duvarına oturup sararan yaprakların dallarından yavaş yavaş, süzüle süzüle yere düşüşlerini seyretti. Yavaş yavaş, süzüle süzüle düşen e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

64


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

yaprakların ait oldukları yerden kopmamak için yerçekimine direnişini izledi. Rüzgarda savrulan yaprakların hışırtısının aslında hıçkırışlarının sesi olduğunu düşündü. Hüzünlü, ama hoş duygular kapladı içini. Bir sokaktan girip, öbür sokaktan çıktı. Birden ummadığı bir manzara ile karşılaştı; şaşırdı, soluğu kesildi; yaşlı yüreği küt küt atmaya başladı. Şaşırtan sadece doğanın güzelliği değildi. Cennette miyim ben acaba, diye düşündü: Karşısına çıkan meydan atlarla, faytonlarla doluydu. Faytoncuların bekleştiği kahvenin önüne oturdu. Heyecanlı kağıt, okey, tavla oyunlarını izledi. Dayanamayıp en yakın gördüğü, esmer, genç bir faytoncuya sordu: “Bu adada nalbant var mı?” “Olmaz mı bey amca, bu kadar at olur da nalbant olmaz mı?” “Beni gezdirir misin?” “Tabii ki bey amca, işimiz bu.” “Peki, beni nalbanta da götürür müsün?” “Tabii ki...” “Hadi öyleyse!” Bardaklarındaki yarım kalmış çaylarını bir dikişte içip kalktılar. Nalbant, kendisi kadar olmasa da yaşlı bir adamdı. Meslekdaş olduklarını söyleyince sarılıp öptü; birlikte gezmeyi teklif etti. Tentesi körüklü, koltukları düğmeli, dikiz aynasının kenarında, atların boynunda renkli boncuklar, orlon ponponlar, ziller sallanan boyası dökülmüş eski zaman faytonuna kuruldular. Faytoncu kırbacını şaklatıp atları tırısa kaldırdı. Kırbacını şaklattıkça atlar meşin gözlüklerinin arasından faytoncuya yan yan bakıyorlardı. Sağdaki at hışımla kuyruğunu sallayınca üstündeki bütün sinekleri savurdu. “Şu atı görüyor musun bey amca sütçü beygiri falan değil,” dedi faytoncu, “Gazi Koşusunda dereceye girmiş bir yarış atı bu. Şimdi de yaşlanınca ben garibin sermayesi oldu.” e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

65


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Sonra da sözleşmişler gibi hiç konuşmadılar; yol boyunca sadece sıralanan ağaçlarda ötüşen kuşların ve atların asfalt yolda takırdayan nallarının seslerini dinlediler. Faytoncu arabayı çeken iki atı tırısa kaldırıp, rüzgar yüzlerine vurmaya başlayınca keyifleri yerine geldi. Yanyana oturan iki yaşlı nalbantın yüzünde dinledikleri bu musikinin verdiği huzur ve mutluluk vardı. Faytoncu arabanın çanına bastıkça yollar açıldı. Akasyaların, mimozaların, zakkumların arasından geçtiler. Atlar kanatlandı, fayton bir rakkase gibi indi adanın yokuşlarından. Terleyen atların altın rengi parladı güneşte. Esen rüzgar, buluttan bir kol sardı ihtiyarları; görünmez birer yıldız oldular. Faytonun çanı nalbandın parmaklarının arasındaki kehribar tespih gibi eski zamanı hatırlatıyordu. Atların nal tıkırtılarıyla zaman sahile vurdu. İhtiyar nalbandın anıları canlandı, hayalleri parladı, dönen tekerleklerin gıcırtısında. Bütün yoklar; şamtatlıcı Recep Usta, macun şekerci Şevket Amca, aktar Halil Efendi, leblebici teyze, poşete girmemiş genç kızlar, hepsi gördüler önlerinden geçen faytonu ve içindeki nalbantları *** Beklemediği kadar mutlu olmuştu. Dönüşte bindiği beyaz vapurda yine arka güverteye oturdu. Başka bir çocuk yine martılara simit atıyordu. Ada sefasından mutlu dönen sevgililer, güleryüzlü kadınlar, erkekler vardı. İhtiyarların bile yüzü gülüyordu. Kaptan köşkünün altında nazar değmesin diye, üstünde nazar boncuğu olan bir nalın asılı olduğunu gördü. Vapur iskeleden ayrılıp suları yara yara yol alırken ada yavaş yavaş küçüldü. Onu Adaya, bu sürpriz cennete götüren vapurun beyaz boyalı dökümden güvertesini okşadı, teşekkür etti.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

66


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“Komen!!!... Komen!!..” Yıllar öncesinden...; sokak aralarında misket yuvarladığımız, çember çevirdiğimiz, kukalı saklambaç, kovboyculuk oynadığımız çocukluk yıllarımdan; henüz dostlukların, arkadaşlıkların arasında hesap çetelesinin tutulmadığı yıllardan kalkıp gelen bu sihirli sözcüğü duyduğumda irkildim. Kovboy filmlerinde sıkça duyduğumuz, bizim de kovboyculuk oynarken, “seni önce ben gördüm, ellerini kaldır ve sorun yaratmadan teslim olup, buraya gel,” anlamında kullandığımız bu sözcüğün daha sonraları, lise yıllarımda, İngilizce derslerinde öğrendiğim “come on” sözcüğüne karşılık geldiğini farketmiştim. Oyunlar !.. Çocukluğumuzun süsü... Kafamı kaldırıp baktım. İri gövdesiyle, koca bıyıklı, kalın çerçeveli gözlüklü bir adam dükkanın kapısında durmuş, zaten loş olan dükkanın içine güneş ışığının girmesini engelleyerek, içeriyi iyice karartmıştı. Çocukluğumuzun anılarının dünyasına yaptığım ani yolculuğun kapısını aralayan bu sözcükleri söyleyen adamın yüzünü seçmeye çalıştım. Adamın elinde kocaman bir su tabancası vardı; tetiğine basıp, yüzüme su püskürttü. Sonra da kalın sesiyle kahkahayı bastı. Böylesi sulu bir şakayı ancak tanıdık biri yapmaya cüret edebilirdi. Adam, elindeki su tabancasıyla yüzüme su püskürtmeye devam ediyordu. Sevinçle, “Hay bin kunduz!... Niko !?” diye haykırdım. “Niko ya!.. Niko tabii, koca adam.” e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

67


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Loş, köhne dükkanımda çiçekler açtı. Senelerdir görmediğim çocukluk arkadaşım karşımdaydı. Hasretle kucaklaştık. İkimizin de göz pınarlarından birer damla yaş, artık buruşmuş olan yanaklarımızdan aşağı süzüldü. Evet,... en iyi arkadaşım Niko, beni unutmamış, yıllar sonra da olsa gelmişti. Niko, “Nasılsın?” diye sordu. “Geçinip gidiyoruz,..kala yarabbim şükür,” diye cevap verdim ve güldüm. “Suzi n’apiyor?” Suzi’nin Kapalıçarşı’da dükkanı olan bir kuyumcu ile evlendiğini, Ada’dan taşındıklarını, biri kız, ikisi oğlan üç çocuğunun olduğunu Niko bilmiyordu. “Suzi yok..,”dedim. Eski güzel günler geldi hatırımıza… Koşarak birer ağaç kapıp, tırmanırdık; kimimiz bir elma ağacına, kimimiz bir kiraz ağacına...Yıldızlara daha yakın olduğumuzu sanırdık böylece...Sonra tek tek yıldızları paylaşırdık: Kutup yıldızını Suzi’ye bırakırdık. Çok iyi arkadaştık; hiç kavga etmemiştik. Minicik aklımızla ömür boyu sürecek bir dostluk olduğunu düşünüyorduk aramızdaki ilişkinin. Kırmamıştık birbirimizi. Aynı kıza aşık olduğumuzu fark ettiğimizde bile...Annesinin iki yanından ördüğü, omuzlarına kadar sarkıttığı sarı saçları, çilli yüzü, hülyalı bakan ela gözleri ile Foti Bakkalın kızına... Suzi takmıştık adını. Bizim hikayemiz farklıydı; aramızda sorun olmasın diye kendimize “esas oğlan”ın, Tom Miks’in adını takmamıştık. Tom Miks yoktu bizim dünyamızda. Ben, Konyakçı olmuştum; Niko ise Doktor olmuştu, oyunlarımızda. Hikayelerimizde delikanlı Tom Miks’in yerine ihtiyar Konyakçı ile Doktor’un ikisi de aşıktı körpe Suzi’ye. Binbir Surat’ın kaçırdığı Suzi’yi kurtarmak için serüvenlere atılırdık. Faytonlar, Kızılderililerin saldırdığı posta arabalarıydı. Suzi’yi kurtardıktan sonra, pastaneden aldığımız dondurmalarla Aya Yorgi Kilisesinin yanındaki arsadaki sığınağımıza, Nevada Kalesine gitmek üzere faytona binerdik. Suzi ortamıza otururdu. Apaçilerin her an olabilecek saldırılarına karşı tetikteydik. Bir elimizde dondurma, diğer elimizde oyuncak tabancalarımız dikkatle kolaçan ederdik etrafı. Niko’yla her şeyimiz ortaktı : Hayallerimiz, tutkularımız… Nevada Kalesi’nde kan kardeş olmuştuk. Cebinden çıkardığı çakıyla önce kendini sonra benim elimi kanatıp, kanayan elimi tutmuştu. Söz vermiştik; dostluğumuz hiç bitmeyecek, birbirimize her zaman sahip çıkacaktık. Ortak bir de hazinemiz vardı. Hayallerimizi besleyen kitaplar: Annelerimizin çantalarından aşırdığımız elli kuruşluk bozuk paralarla aldığımız Tom Miks, Texas, Pekos Bill, Kinova, Teks mecmuaları. Ortak kitaplarımız o kadar birikmişti ki bir sandık dolusu olmuştu. Annem, babam Niko’nunkiler kadar hoşgörülü değildi; o tür kitapları e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

68


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

okumamı istemiyorlardı. O yüzden de kitapları Niko’ların evinde, bir sandıkta saklıyorduk. Ama bir sabah evlerine gittiğimde Niko’ların aniden gittiklerini öğrendim. Haber vermeden…Hem de bir daha gelmemecesine…Vedalaşmadan….Ellerinde avuçlarında taşınamayacak her şeylerini satıp, savıp Yunanistan’a göçmüşlerdi. Çocuk aklımla anlam veremedim…Çok kırıldım. Sağdan soldan Atina’ya yerleştiklerini, iyi olduklarını duymuştuk sadece. “Kaç yıl oldu görüşmeyeli?...Niye habersiz, aniden çekip gittin!?” diye sitem ettim. Niko’nun cevabı daha sitemkardı : “Yok yaaa!...” dedi. Kısa bir sessizlik oldu aramızda. O zaman çok küçüktüm; çocuk aklımla anlayamamıştım, ama çok kötü şeyler olmuştu. O korkunç, toplumsal cinnet günleri aklıma geldi. İnsanlar, farklı düşüncelere, inançlara, dillere bile sahip olsalar bir arada barış içinde yaşamayı öğrenememişlerdi. Bir gün babam, akşam yemeğinde, sofrada anlatmıştı. Niko’nun babası ile vapurda karşılaşmışlardı… Çok üzgündü… Onların da Beyoğlu’ndaki tuhafiyeci dükkanları talan edilmiş, yağmalanmıştı. “Dedelerimin memleketi İstanbul’da yaşamak bize haram oldu,” demiş, ağlamıştı. Hepimizi suspus olmuştuk sofrada… Lokmalar boğazımızda düğümlenmişti… Niko’nun ailesi kadar üzülmüştük. Bizimkisi daha farklı, karmaşık duygulardı; olanlar hem kendimize yapılmış gibi üzgün, şaşkın ve kızgın, hem de bütün bunları kendimiz yapmış gibi utanç içindeydik. Evet,...Utanç ve üzgünlük bir arada. Babalarımız da birbirine benzerdi; aynı yemekleri severler, aynı ezgilerle hüzünlenirlerdi. Babasını sordum. “Geçen sene kaybettik. Ölürken hep memleketini, İstanbul’u sayıkladı. Onun İstanbul’u sizinkinden güzeldi,” dedi Niko. “Kitapları ne yaptın ?” diye sordum. “Bir sandık dolusu kitabımız vardı.” Niko, çantasını açtı, içinden pırıl pırıl ciltli birer Tom Miks ve Texas çıkardı, tezgahın üzerine koydu : “Al vre kitaplarını ! Çok agladin.”

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

69


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Ti kanis kala kala? ala? Adil “Adamın biri sizin evi gözetliyor,” deyince onun palavralarından biridir diye ciddiye almamıştım. Bizim kasabada böyle şeyler olmazdı, bir yabancı da böyle şey yapmaya cesaret edemezdi. Mahfelin arkasındaki çamlıkta her zaman oynadığımız alanda çift kale maç yapıyorduk. Tam günümdeydim; önüme geleni çalımlıyordum. Taşlardan yaptığımız kalelerin birinden diğerine top gidip geliyordu. Attığım her çalımdan sonra arkadaşlarım “Aslan Lefter,” diye tezahürat yapıyorlardı. Bir ara top çamların arasına kaçtı. Almak için koştum. Çamların gölgesinde bizi izleyen bir adamın ayaklarının dibine kadar yuvarlanmıştı. Adam eğildi, topu yerden aldı, bana verirken “Sen Fenerlisin?” diye sordu. “Hayır ben Cim Bom’luyum,”dedim. “Vre o zaman niye sana Lefter diye bağırıyorlar?” “Çünkü,” dedim “Ben de onun kadar güzel, kıvrak çalımlar atabiliyorum.” “Tanırsın değil mi Lefter’i?” e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

70


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“Tanımam mı!? Fenerli Lefter Küçükandonyadis...Çok büyük futbolcu. Ben maçını seyretmedim, ama İstanbul’da oturan halamın oğlu anlatıyor, geçmediği defans oyuncusu yokmuş.” “Rumdur, bilir misin?” “Bilmem...Ama farketmez Milli Takımın en iyi oyuncusu.” Başımı okşadı ve topu geri verdi. Yorgunluktan yere serilinceye kadar oynadık; kan ter içinde kalmıştık. Maçtan sonra Adil yanıma geldi, kulağıma yanaşıp “Sizin evi gözetleyen adam o, topu sana veren adamdı,” dedi. Gene inanmadım. Adamı ertesi günü bizim sokağın köşesinde beklerken gördüğüm zaman ben de kuşkulandım. Halama göz koymuş, gizli gizli onu takip ediyor olmasındı? Adil “Bu adam Türk değil,”dedi. “Ama çok iyi Türkçe konuşuyor.” “Tabi oğlum Türkiye’den gitmiş.Kahvede konuşurken abim duymuş, adamın ailesi seneler önce bizim kasabadan Yunanistan’a göç etmiş. Onlar gitmiş, bizimkiler de buraya göçmüşler.” Buradan göç edenlerin giderken götüremedikleri, evlerinde gizli bölmelere sakladıkları, bahçelerine gömdükleri altınları, kıymetli eşyalarını sonradan gizlice gelip alıp gittiklerini duymuştum. Belki de bu adam bizim evde saklı olan bir gömüyü almak için gelmişti. Akşam yemekte babaanneme anlattım; merakla dinledi, heyecanlandı. “O adama söyle buyursun, misafirimiz olsun,”dedi. Sabah adamı kahvenin önünde bir sandalyeye oturmuş çayını içerken gördüm. Yanına oturdum. Beni görünce mutlu tebessüm etti. “Nasılsın?” “İyiyim.” “Senin adın neydi?” “Fevzi. Peki ya seninki?” “Dimitri.” “Sen yabancı mısın?” “Hayır değilim, buralıyım.” e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

71


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

“Ama ismin değişik.” “Evet ben Türk değilim, ama buralıyım. Annem babam eskiden sizin oturduğunuz evde otururmuş. Ben küçük çocukken göç etmişiz.” “Sizinkiler gitmiş, bizimkiler gelmiş öyle mi?” Elini sırtıma koyup, sevgiyle sıvazladı: “Öğrenmişsin bak.” Kumral tenli, bıyıklı; babam, amcam, dayım gibi bir adamdı. Şakaklarına, bıyıklarına tek tük de olsa kır düşmüştü. Koyu renk bir takım elbise giymişti; başında bir fötr şapka vardı. “Babaannem seni bize misafirliğe çağırdı.” “Rahatsız etmeyeyim.” “Yok etmezsin.” “Tamam gelirim.” Akşam bize geldi. Eve girerken saygıyla babaannemin elini öptü. Halam ve annem bütün hünerlerini göstermiş; memleket yemeklerden yapmış, mükellef bir sofra donatmışlardı. “Aynı anamın yaptığı yemekler, ellerinize sağlık,” diyordu Dimitri iştahla tabağındakileri yerken. Yemekten sonra koyu bir sohbete dalındı. Cana yakın bir adamdı. Anasının babasının anlattığı memleket anılarından, söyledikleri Rumca Anadolu türkülerinden söz etti. Hala memleket özlemi çekiyorlardı; bir türlü alışamamışlardı. Anacığı ağır bir hastalığa yakalanmıştı. İlle git bizim oraları gör, toprağında otur, suyundan iç, bana da bizim evin bahçesindeki incir ağacının meyvelerinden getir; benim tek ilacım o incirler, demişti. Onun bu isteği üzerine yola çıkmış, gelmişti Dimitri. Kaç günlerdir de buralardaydı. Babaannem, babam, amcalarım da memleket anılarından söz ettiler. Bizimkiler tesadüfen Dimitrilerin şu anda yerleşmiş oldukları kasabadan göç etmişlerdi. Babaannem, Selanik’i, Vodina’yı, Karacaova’yı, oradaki çiftliğimizi, atlarımızı, bahçelerindeki şeftali ağaçlarını ballandıra ballandıra anlattı. Amcam : “Kusura bakmayın, bizim oralar çok sulaktı, kasabanın ortasından, evimizin içinden sular akardı. Su gürültüsünden birbirimize sesimizi duyurabilmek için biraz bağıra bağıra konuşurduk; öyle alıştık,” dedi.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

72


Masal, mesel, mesela…

M. Hakkı Yazıcı

Dimitri, “Yok canım, ne kusura bakması, biz de öyle konuşuruz,” dedi. Vodina’daki su kanallarını, Karacaova’ya dökülen şelaleleri anlattı. Babaannemin gözleri yaşardı; Karaferye’den Vodina’ya gelin geldiği günlere geri gitmişti sanki. Geç saatlere kadar konuştular. Babam bir sepet bulup içine bahçedeki incir ağacından topladığı meyveleri doldurdu. Dimitri: “Anam çok sevinecek, bu incirler onun ilacı,” dedi. Gitmeden önce bahçedeki çeşmeye ağzını dayayıp kana kana içti: “Memleket suyunun tadı başka oluyor.” Dimitri’nin gözleri dolmuştu. Çıkarken yakın akrabalardan ayrılmanın hüznüyle hepimize teker teker sarıldı, öptü. Ertesi sabah Dimitri’yi istasyona gitmek üzere fayton beklerken gördüm. Geri dönüyordu. Bir elinde bavulu, diğer elinde bizim bahçenin incirlerinin dolu olduğu sepet vardı. Babaannemden birkaç Rumca kelime öğrenmiştim. “Tikanis kala (Nasılsın)?” diye sordum. “Kala (İyiyim) yarabbim şükür,” diye cevap verdi.

e-posta: mhyazici@gmail.com

Masallar, öyküler

73


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.