Kiyidan acilamak m hakki yazici

Page 1

Kıyıdan Açılamamak M. Hakkı Yazıcı (Öykü-Anlatı)

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

1


HAYAT BİLGİSİ

M. Hakkı Yazıcı, Ankara’da doğdu. İlk, orta ve yüksek öğrenimini yine Ankara’da tamamladı. ODTÜ Ekonomi Bölümü’nü bitirdi. M. Hakkı Yazıcı, halen Moskova’da çalışmakta ve yaşamaktadır. M. Hakkı Yazıcı’nın çalışma yaşamı ve kültürel faaliyetleriyle ilgili çeşitli öz yaşam öyküleri oldu; ama o, en çok hem bir 68’li hem de bir 78’li olması halini sevdi. Öykülerinin, şiirlerinin ve yazılarının bir kısmı Adam Öykü, Notos Öykü, İmge-Öyküler, Dünyanın Öyküsü, Kül Öykü, Adalı, Baraka, Bizim Gazete, Z&Z Akdeniz Kültürü, Memlekent, Yolculuk gibi dergilerde, sanal ortamdaki sanat ve kültür sitelerinde yayımlandı. Önemli bazı siyasal-kültürel dergilerin kurucuları ve yayın kurulu üyeleri arasında yeraldı. 2.Gila Kohen Öykü Yarışmasında Teşvik Ödülü ile ödüllendirilen M. Hakkı Yazıcı’nın “ Fanus” ve “Tiyatrocu” isimli iki öyküsü “Renkler, Öyküler...” seçki kitabında, 2002 yılında, “Dedem Dimitri” isimli öyküsüyse Mübadele Öyküleri seçki kitabında 2010 yılında yayımlandı. 2013 yılında “Koca Bir Sevdaydı Yaşadığımız” isimli anı kitabı Dipnot Yayınevi tarafından yayımlandı. E-Posta

M. Hakkı Yazıcı

: mhyazici@gmail.com

Kıyıdan Açılamamak

2


İçindekiler : Yitik Zamanlar Dükkanı Lodosçu Kıyıdan Açılamamak Muhalifler Mutsuz Olur Abidin’i Yitirmek 57 Model Cadillac Kerteriz Devri Nalbandın Fayton Sefası Ömer Bey’in Kedisi Postacının Oğlu Ve Kapanır Parantez

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

3


Yitik Zamanlar Dükkanı

Ben de sokakta uzun bir kuyruk gördüğünde merak edip soranlardanım. Caddenin karmaşasından, kalabalığından eser olmayan tenha bir sokakta oluşmuş uzun kuyruğu görünce durdum. Sıranın başında içinde ne satıldığı belli olmayan camları kirli eski bir dükkan vardı. Dükkanın vitrininde açıklayıcı ne bir yazı, ne de sergilenen bir ürün vardı; tabelası da yoktu. Kuyruktakiler sırayla, teker teker içeri alınıyordu. Sıranın en sonunda elindeki kitaplardan üniversiteli olduğu anlaşılan bir genç kız vardı. Yanaşıp sordum: “Burası Yitik Zamanlar Dükkanı,” dedi. Dediklerinden hiçbir şey anlamadım tabii. “Yitirdiğiniz, boşa geçtiğini, harcandığını düşündüğünüz zamanlarınızı geri satın alıyorsunuz. Ben de bir arkadaşımdan duyup geldim,” diye açıkladı. Biraz anlar gibi olmuştum: Hayatınızda beyhude geçtiğini, avarelik edip boşa geçirdiğinizi düşündüğünüz zamanlarınızı makul bir ücret karşılığında, yeniden ömrünüze eklenmek, daha iyi değerlendirilmek üzere geri satın alıyordunuz. Aslında pek inandırıcı olmasa da merak edilebilecek bir konuydu. İvedilikle yapılacak bir işim de yoktu; bayilerin denetlenmesi için çıktığım seyahatte işim erken bitmiş, önceki gece İstanbul’a dönmüştüm. İşyerinde beni hala seyahatte biliyorlardı; işe gitmesem de olurdu. Kuyruğa dahil oldum. Yavaş da ilerlese çok önemli değildi, bekleyebilirdim. Benim arkamdan sıraya girenler oldu. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

4


Bekleşenler arasında koyu bir sohbet vardı. Herkesin derdi başka idi. Erkeklerin çoğu askerlikte geçen yıllarını geri istiyordu. 68’li bir eski solcu Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yaşadığı hayal kırıklığından söz ediyor; sosyalizm için mücadeleyle geçen gençlik yıllarını geri istiyordu. Sırada onun iki önünde bulunan, Sıkıyönetim Mahkemesinde beraatla sonuçlanan bir siyasi dava devamınca hapiste tutuklu olduğu süreye isyan eden başka birisi ona şiddetle karşı çıkıyor; yanıldığını, yenilenin sosyalizm değil, başka bir şey olduğunu söylüyordu. Orta yaşlı bir adam yirmi beş yaşında bir kıza aşık olduğunu, o ana kadar farkına varamadığı bir duyguyu tattığını anlatıyor; otuz senedir evli olduğu karısıyla geçirdiği yıllar için hayıflanıyordu: “O kadınla geçen yıllarımı geri istiyorum,”diyordu. Yanında getirdiği çantanın içi para doluydu; otuz yılı geri alabilmek için çok para gerekiyordu. Bir kadınsa çaresi olmayan bir hastalık yüzünden birkaç aylık ömrü kalan sevgili kocacığı için zaman almaya gelmişti. Söylediğine göre çok parası yoktu; ama sağdan soldan ne bulabildiyse alıp gelmişti. Öğrenci seçme sınavı sonucu metalurji mühendisliği okuyan; ancak alanında iş bulamadığı için bankacılık mesleğini seçen, ekonomik kriz nedeniyle de işsiz kalan bir adam kuyruktakilerin en dertlilerinden biriydi. Emekli bir hakim olan İrfan Bey, avareliğin, vakit öldürmenin ağır cezalık bir suç olduğunu söylüyordu, ama çelişki içindeydi; ATM kartı olmasına rağmen maaşını çekmek için bankaların önünde kuyruğa giriyordu. Aslına bakılırsa vakit geçirecek başka bir işi de yoktu. Beklerken sıra bana geldiğinde ne isteyeceğimi kurmaya başlamıştım. Düşünüp bir karara varmalıydım. Boşa geçmiş zamanlarım nelerdi? Üniversiteye giremediğim yıl avare avare dolaşmıştım. İstanbul kazan, ben kepçe gezmiştim. İstanbul gez gez bitmiyordu. Aşık olmuştum İstanbul’a, buna pişman olmak doğru değildi. Üniversitede iken Sedef isimli bir kıza aşık olmuştum; tam bir sene peşinden koşmuş; ayılıp, bayılıp yemekten içmekten kesilmiştim. Sonunda kızı tavlamış, uzun süreli bir aşk yaşamış; sonra anlaşamayıp dostça ayrılmıştık; zaten aşk da bitmişti. Bu aşkın peşinde koştuğum yılları mı geri isteseydim? Yok, yok olmazdı, bu yıllara boşa geçmiş diyemezdim; sonu ayrılıkla bitmiş olsa da çok güzel duygular yaşamıştım. Peki ya kahvede pinekleyip, tavla kağıt oynadığım saatleri mi geri isteseydim? Bir türlü karar veremiyordum. Gözden çıkarıp sil baştan yapabileceğim yaşanmışlıklarım ne olabilirdi? Bir ahşap masanın arkasında oturmuş kayıt alan şişman, gözlüklü görevli “Buyrun beyefendi!” diye uyarmasa sıranın bana geldiğini fark edemeyecektim. Uzun süre yüzüne tereddütle baktım. Gergin ve sabırsız bir ifadeyle: M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

5


“Lütfen biraz acele edin, kuyruktaki diğer insanların vaktinden çalıyorsunuz,”dedi. Kararsız kaldığımı ve geriye almak istediğim bir zamanımın olmadığını, vazgeçtiğimi söyledim. Hiçbir yaşanmışlığıma kıyamıyordum, birden hayatımın her dakikası kıymete binmişti. Görevli: “Emin misiniz? Biraz daha düşünün,” dedi. “Yok, yok yeterince düşündüm; ben vazgeçtim,”dedim. “O zaman,” dedi adam “En azından kuyrukta boşa geçirdiğiniz zamanı size geri satalım.” “İyi fikir,”dedim. “En azından o olabilir.” Sabahtan beri Yitik Zamanlar Dükkanı’nın önünde kuyrukta bekleyerek harcadığım zamanı uygun bir fiyata alarak mutlu bir şekilde dükkandan çıktım.

(*) Bu öykü Yolculuk Dergisi’nin Şubat 2007 tarihli sayısında yayımlanmıştır.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

6


Lodosçu Çok kızmıştı Şeyma’ya... Üstüne vazifeydi sanki...Yeni gelen öğretmen kendinizi tanıtın, demişti. Adınız soyadınız, babanız ne iş yapıyor, filan...Daha ağzını açamadan “Onun babası lodosçu,”diye atılmıştı. Ona neydi ki?.. Oysa o, “Babam serbest meslek sahibi,” diyecekti. Öyle değil miydi zaten. Babasının patronu yoktu, canı istediği zaman çalışıyordu; daha doğrusu lodos olduğu günlerde...Serbest çalışıyordu yani... Babasının patronu olsa olsa lodos rüzgarı olabilirdi; ekmeğini o veriyordu. Kumkapı sahillerinde denizin kıyıya vurduğu çöpler arasından işe yarar bir şeyler varsa toplayıp satıyordu babası. Her akşam da eli kolu dolu gelirdi; Naciye’ye göre dünyanın en kıymetli babası onunkiydi: Ele güne muhtaç etmeden geçindiriyordu çoluğunu çocuğunu. Bazen lodos rüzgarının kıyıya vurdukları arasından oyuncaklar bulup getirirdi Naciye’ye. Yanından hiç ayırmadığı plastik bebeği Ebru’yu da babası getirmişti bir akşam. Sadece bebeği Ebru mu ki, bütün oyuncaklarını babası getirmişti. Bebeğin kafası keldi, bir gözü yoktu ama olsun; annesine onun için elbiseler diktirtmiş, süslemiş püslemişti. Ebru eski öğretmeninin adıydı. Çok severdi eski öğretmeni Ebru Hanım’ı. Tayinini isteyip başka bir şehire gitmişti; çok ağlamıştı arkasından. *** Ne kötü bir kızdı, bu Şeyma!.. Daha önce de böyle yapmıştı: Önceki öğretmen Ebru Hanım zamanında, dersin ortasında, parmağını kaldırıp “Öğretmenim, Ercü Naciye’ye aşk mektubu yazdı,” diye bağırmıştı. Sanki öğretmen ona sormuş gibi. Kıskanmıştı besbelli... Öğretmen gelip bulmuştu defterinin arasında itinayla sakladığı mektubu. Bir ders arasında, bahçede Ercüment yanına yaklaşıp bir zarf içinde verip, bir şey söylemeden uzaklaşıvermişti. Önce ne olduğunu anlamamış; zarfı açıp okuyunca M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

7


şaşırmış, bunun bir oyun olduğunu sanmıştı. Defalarca okumuştu mektubu. O hınzır kız, Şeyma, defterinin arasına sakladığı mektubu görmüş; zorla elinden alıp okumuş, sonra da alay etmişti. Bu kadarla kalacağını sanmıştı; öğretmene gammazlayacağını hiç tahmin etmemişti... Onu da yapmıştı işte. Üç kişi aynı sırada oturuyorlardı. Aralarında Aysun oturmasa çimdiği basacaktı Şeyma’ya. Naciye kıpkırmızı olmuştu utancından. Göz ucuyla arka sıralara bakmıştı: Ercüment, aralarında oturduğu iki sıra arkadaşının arasında iyice büzülmüştü; minicikti zaten, utancından iyice küçülmüş, sıranın altında kaybolmuştu sanki. Ebru öğretmen elinde mektupla kürsüye gidip oturmuş, Ercü’nün yazdığı mektubu okumuştu. Önce gülmüş, bir daha okumuş; sonra da gözleri buğulanmıştı. Mektubu özenle katlayıp cebine koymuştu. Çok kızdığını sanmıştı Naciye; öğretmenin Müdüre şikayet edeceğini düşünüp, işin iyice dallanıp budaklanacağından korkmuş, günlerce uyumamıştı. Daha sonra dediklerine göre Ebru Öğretmen mektubu nişanlısına göstermiş; “Bak, bacak kadar çocuklar sevgililerine ne güzel mektuplar yazıyor, örnek al!” demiş. Nişanlısı da dalga geçmiş, gülmüş. Gene dediklerine göre Ebru Öğretmen, nişanlısına küsmüş, nişanı atmış; bu nedenle de başka bir şehire tayinini istemişti. *** Çok kötü bir kızdı bu Şeyma...Bu kaçıncı kötülüktü yaptığı... Babası da tuhaf bir adamdı zaten. Mahallenin bakkalı... O da serbest meslek sahibiydi yani... Ne farkı vardı ki babasından? Ama Şeyma kıskanıyordu Naciye’yi. Babası ona oyuncak getirmiyordu da ondan belki. Belki de Ercü’den... Bir gün bakkala gitmişti; annesi çamaşır mandalı almaya yollamıştı, bebeği de koltuğunun altında. Şeyma’nın babası bakkal Tahir Amca, “Kız Naciye bu bebeğin babası kim?” demişti. Aynı Şeyma’nın hınzır bakışları vardı yüzünde: Gülüyordu. “Babası yok onun,” demişti Naciye. Bakkal, “ Saklama kız, söyle bakim kim bu bebeğin babası?” diye ısrar etmişti. “Yok dedim ya Tahir Amca, bu bebek oyuncak; oyuncak bebeklerin babası olmaz ki,” demişti. Plastik bebeklerin babası olmazdı; keşke olsaydı da, Ercüment olsaydı...Bu Şeyma’nın yaptığı şeyden sonra Ercüment hiç yüzüne bakmaz olmuştu: Hep uzaktan uzaktan geçiyor, geçerken de gözlerini yere indiriyordu: Çok korkmuştu çocukcağız... Çipil çipil bakan gözlerinin rengini unutacaktı nerdeyse. *** Bir akşam ufacık tefecik babası, sahilde kayalıkların arasında bulduğu, boyundan büyük bir vitrin mankenini sürükleye sürükleye gelmişti. Geldiğini duyunca yalın ayak kapıya koşturmuştu Naciye. Babasını koltuğunun altında endamlı bir vitrin mankeni ile görünce şaşırmıştı: Halbuki o kendisine yeni bir oyuncak getirdiğini sanmıştı. Avluda çamaşır yıkayan annesinin hiçbir şeyden haberi yoktu. Naciye’nin babası yüklükten annesinin artık içine giremediği genç kızlık elbiselerini bulup, mankene giydirip; süsleyip püsleyip baş köşeye oturttu. Pek de güzel bir şeydi. Babası bir kadeh rakı doldurup, bir tabakta beyaz peynir domatesle mankenin karşısına oturdu. Annesi koltuğunun altında çamaşır leğeni ile içeri girince kızılca kıyamet koptu. Babası çok normal bir şeymiş gibi, “Ne var bağırıp çağıracak, o bir cansız manken! Naciye’nin M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

8


plastik bebeğinden ne farkı var ki?!..”diyordu. Ama annesi sakinleşmiyor, bağırıp çağırmaya devam ediyordu. Sonunda da resti çekti: “Ya ben, ya bu manken,” diye kestirip attı. Babasının tepesi attı,” Ben dışarı çıkıyorum,”deyip, kapıyı çarpıp çıktı. Ben dışarı çıkıyorum dediğinde nereye gittiği belliydi: Ya kahveye, ya da meyhaneye giderdi. Lodos esmediği günlerde babasının vakit geçirdiği yerlerdi kahve ile meyhane. Ne de olsa serbest çalışıyordu. *** Babası her zamanki gibi sarhoş dönmüştü eve. Mankeni yerinde göremeyince sinirleri tepesine çıktı; annesine sert sert sordu. Annesi, başıyla bahçeyi göstererek, “Layığını buldu,” dedi. Sarhoş babası sendeleyerek bahçeye çıktı; çitleri aşıp, evleri ile mezarlığın arasındaki koruluğa doğru koştu. Mahalleli çoktan toplanmıştı bile; her kafadan bir ses çıkıyordu; “Cinayet varmış,.. korulukta adam asmışlar,” diyorlardı. Komşuları Hatice Teyze koruluktaki ağaçlardan birinde asılı sallanan karaltıyı görünce avazı çıktığı kadar haykırmış, mahalleyi ayağa kaldırmıştı; konu komşu evinden dışarı fırlayıp koşmuştu. Yakındaki karakoldan bir ekip otosu gelmişti. Hava bulutsuzdu, mehtap vardı; ayın aydınlattığı ağaçların arasında bir erguvan ağacında asılı bir gölge rüzgarda sallanıyordu. Gelen polislerden biri elindeki feneri ağaca doğru tuttu: Erguvan ağacının pembe-mavi çiçeklerinin arasında sallanan vitrin mankenini aydınlattı. Hatice Teyze, “Ah yavrum, pek de güzelmiş, pek de gençmiş,” diye dövünüyordu. Naciye’nin babası koşturarak gelmiş, herkesin şaşkın bakışları arasında ağaca tırmanıp vitrin mankenini indirmişti. Yine herkesin şaşkın bakışları altında boyundan büyük mankeni koltuğunun arasında sürükleye sürükleye uzaklaştı. *** Babası o gece eve dönmedi. Naciye’nin de gözüne uyku girmedi; ertesi gün okula da gitmedi. Demek babası vitrin mankenini annesine tercih etmişti. Babası iyi adamdı halbuki; en azından Şeyma’nın babasından iyiydi. İçerdi falan ama çoluğunun çocuğunun nafakasını kazanırdı. Bütün gün bebeği Ebru’yu kucağına alıp annesinin dizinde yattı. “Anne babam hiç gelmeyecek mi?” diye sorduğunda, annesi “Abuk sabuk sorular sorup canımı sıkma,”diye terslendi. *** Ertesi akşam babası yine sarhoş geldi. Vitrin mankenini iyi fiyatla bir konfeksiyoncuya satmıştı. Gelirken de bir bahriyeli bebek getirmişti. Naciye, sevinçle koşturup elinden kaptı, “Bunun adı Levent olsun : Ebru’nun nişanlısı...”, dedi. 27 Nisan 2005, Kozyatağı (*) Bu öykü İmge Öyküler Dergisi’nin Aralık 2005’de yayımlanan

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

9


Kıyıdan Açılamamak Tomris Uyar’ın anısına

Sessiz, sakin bir geceydi. Cır cır böcekleri, sahile hafif hafif vuran dalgalar ve çay ocağında çalan radyonun kısık sesi olmasaydı hiçbir ses duyulmayacaktı. Sahilde küçük bir çay bahçesindeydiler. Bu sıcak ağustos akşamında ağaçların serinliğine sığınmışlardı. Denize en yakın ahşap masalardan birinde yanyana, yüzleri denize dönük hiç konuşmadan oturuyorlardı. Halbuki bir yere gidip oturur konuşuruz diye gelmişlerdi. Biraz konuşmuşlardı; sonra gecenin büyüsü onları sarmıştı. Uzaktan geçen bir balıkçı motorunun pat patları duyuldu. “Kalksak mı ki?” “Niye, sıkıldın mı?” “Yooo. Geç oldu; kahveci çocuk evine gitmek ister diye düşündüm.” “O gitmez; burada yatıyor.” “Tanıyor musun?” “Hı hı.” M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

10


Geçen balıkçı motorunun yarattığı dalgalar kıyıya ulaştı. Arka arkaya eski iskeleye çarpan dalgaların sesini duydular. “Bizimkisi aşk mıydı?” Yeniden konuşmaya niyetlenmişlerdi. “Bilmem.” Masanın altında, ayaklarının arasından, tüyleri yoluk bakımsız bir sokak kedisi belki yiyecek bir şeyler bulurum ümidiyle sürtünürek dolandı. “Miyaavvv!” “Sahura kalkmış galiba bu.” Etraftaki evlerin ışıkları, karşıdaki adalardaki ışıklar birer birer, sanki “iyi geceler”diyerek sönüp, azalıyorlardı. Ay bulut kümelerinin arasında kayboldu. Sönen lambaların, ay ışığının yerini yakamozlar almıştı. Bir de açıktaki balıkçı teknelerinin ışıkları... “Bilemedik d’il mi?” “Neyi?” “Bizimkisinin ne olduğunu?” “Yirmi sene sonra önemi var mı?” Derinden kahve ocağında çalan radyonun sesi geliyordu. Hicaz makamında eski bir şarkı çalıyordu : Sen hep beni mazideki halimle tanırsın / Hala bilirim aşk ile bekler inanırsın…

“Kaldıysa birer çay içer miyiz?” “Olur.” Kalktı çay ocağına doğru yürüdü. Birazdan geri döndü. “Şansımız yokmuş. Çocuk sandalyesinin üstünde sızıp uyumuş.” Aniden esen hafif bir rüzgarla ürperdiler. Yaprakların hışırtıları sessizliği bozdu. “Daldın.” Erkek, gözlerini denize, uzakta ışıkları gözüken balıkçı teknelerine dikmiş düşünüyordu. Sigarası söndü sönecekti. “Ne düşünüyordun?” M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

11


“O zamanlar..,”dedi. Sigarasından bir nefes çekti. “Seninle küçük bir tekneye binip açılsaydık. Plansız programsız açılsaydık denize; rüzgar yelkenimize dolsaydı, rüzgar ve akıntı bizi nereye götürürse oraya gitseydik. Önümüze çıkan çıkan ilk limana demirleseydik..." Kadın, ne saçma şey, der gibi güldü. “Nasıl mutlu olabildin mi bari hayatının o bilmediğim yirmi yılında?” Kadın cevap vermedi. Balıkçılar acaba bir şeyler yakalayabilmişler miydi? ”Olsun,” diye düşündü kadın. Yakalayamasalar bile ümitle her gün denize açılıyorlardı. İşin kuralı böyleydi. Bir süre daha konuşmadan oturdular. “Kalkalım mı?” “Olur.” Kalktılar. Kahveci uykulu gözlerle uyandı. Rüzgar geçmiş, hava sakinleşmişti. Açıkta avlanan balıkçı teknelerinden sevinç çığlıkları duyuldu. Balıkçıların şansları yaver gidiyordu anlaşılan. Çay ocağındaki radyo hala çalıyordu; bu sefer bir başka şarkıyı… : “Geçti ömrün nevbaharı bülbül olmuş neyleyim…”

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

12


Muhalifler Mutsuz Olur Babam bir muhalifti. Ve mutsuzdu. Muhalifler mutsuz olur, derdi. Pek anlayamazdım ne anlama geldiğini. ini. Sık sık “Benim ömrüm bu memlekette demokrasi görmeye yetmeyecek,”diye hayıflanırdı. Sabahları kahvaltı masasında bir yandan çayını içip, bir yandan günlük gazetelere göz atarken iç çeker, kafasını sallardı. Aslında bütün haberleri herkesten önce bilirdi; gazetede müsahhih olarak çalışıyordu çalışıyordu-Anneannem müsahhih, annem bazen düzeltmen, bazen de redaktör derdi. Haberleri daha önceden bilmesine rağmen baştan ştan aşağı, a dikkatlice bir daha a okurdu, gazeteleri. Bazen hiçbir şey söylemeden kalkar, evden çıkar giderdi. Akşamları amları eve erken geldiği, geldi birlikte yemek yediğimiz imiz pek enderdi. Genellikle arkadaşları ları ile meyhaneye gider, biz uyuduktan sonra eve gelirdi. Geldiğini Geldi uykumuzun arasında boğuk boğuk uk öksürmesinden anlardık. Bir de annemin bağırtısından, ba çağırtısından. ırtısından. Huysuz bir adamdı, babam; bunu da muhalifliğine muhalifli ine bağlardı. ba Doğrusunu söylemek gerekirse huysuz muydu, değil de il miydi karar vermek zordu. Güleryüzlüydü, iri cüssesine, kaba görünüşüne görünüş rağmen men kibardı. Herkes severdi onu. Yakasına kırmızı bir karanfil takardı, hep. Belki de kıskandığından kıskandı ından annem kızardı yakasına karanfil takmasına, anlam veremezdi. O da sen anlamazsın, der geçiştirirdi. geçiştirirdi. Zaten, galiba, annemle anneannemin dışında dış onun huysuz olduğunu unu söyleyen de yoktu. Babam nasıl biriydi? Kendi söylediği söyledi i için anlamını bilmesem de muhalif olduğunu oldu biliyordum. Peki huysuz muydu, mutsuz muydu, kaba mıydı, kibar mıydı, anneannemin dediğii gibi sorumsuz muydu karar veremiyordum. Belki de hepsiydi; hepsiy renkli bir adamdı, benim babam.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

13


Gece yarısı kavgalarının konuları çoklukla, geçim sıkıntısı ve babamın sorumsuzluğu üzerineydi. Annem bağırır çağırır, sonra ağlardı. “Elalemin karılarına dikiş dikmesem aç kalırız. Sense çoluk çocuğunun rızkını meyhane köşelerinde yiyorsun,”diye bağırırdı. Babam, önceleri sakin sakin derdini anlatmaya çalışırdı. Meyhane dostlarıyla bir arada, bir nebze olsun mutlu olabildiği bir mekandı. Babamın arkadaşı Enis amcanın dediğine göre ikinci kadehten sonra, her gece memleketi kurtarıyorlardı. Kardeşimle birlikte kafamıza çektiğimiz yorganın altından sıkıcı bir filmin tekrarı gibi hemen her gece, yattığımız yerden kapının aralığından gördüğümüz oturma odasında cereyan eden bu kavgaları endişeyle izlerdik. Babam hayret eden bir surat ifadesiyle annemi dinler, annemin bağırtıları kesilmeyince sinirlenip küfrederdi. Annem ağlayarak yatak odasına çekilir, sertçe kapısını kapardı. Kapının arkasından uzun süre hıçkırıklarını duyardık. Sonra kesilirdi sesi; bu uykuya daldığının işaretiydi. Babam uzun süre başı ellerinin arasında, koltuğa ayaklarını uzatıp oturur, bir süre sonra ayağa kalkar, sigara yakar, zulasındaki rakı şişesini çıkarır, meyhanede içtiği yetmemiş gibi yeniden içerdi. Zihnini toplaması için gerekli olduğuna inanırdı, bunun. Remington marka portatif daktilosunu masanın üstüne koyar, şaryoya kağıdı yerleştirir yazmaya başlardı. Gazeteden aldığı maaş yetmediği için Yeşilçam senaryoları yazardı. Daktilosunun tıktıkları gecenin o saatinde bize ninni gibi gelir, yeniden uykuya dalardık. Alışmıştık bu tıktık seslerine. Sabahın erken saatlerine kadar yazardı. Tıktıkların ritminden hikayenin seyrini anlardık. Senaryoda heyecanlı bölümleri yazarken babam da konuya kendisini kaptırır, hızlı atan kalp atışları gibi daktilonun tıktıklarının hızı artardı. Bu zamanlarda sigara dahi içmez, aralıksız yazardı. İyi şeyler yazmışsa sabah bizi erkenden kaldırır yazdıklarını okur, kendisi gibi beğenmemizi isterdi. Çok güzel şeyler yazardı. Annem bile bütün kızgınlığını unutur, gevşerdi. İyi insanlar hep mutlu olurdu, kötüler cezalarını bulurdu, hikayelerinin sonunda. Sevgililer birbirlerine kavuşurlardı. Tersini yazmaya kalksa da biz onaylamaz, hikayeyi değiştirmesini isterdik. *** Annem dikiş dikerdi. Sabah gün ağarmadan kalkardı. Çoğu zaman babam hala daktilosunun başında senaryolarını yazıyor olurdu, o saatlerde. Annem çok hamarattı; evin işlerini erkenden bitirirdi, sonra dikiş makinesinin başına geçerdi. Bize amerikan bezinden donlar dikerdi, okul önlüğümüzü, kendisine, eşe dosta elbiseler dikerdi. Öğleden sonra mahalleli kadınlar gelirdi eve; annem, onlara pazenden, emprimeden, basmadan model model elbiseler dikerdi. Dikişini herkes beğenirdi; iyi terziydi, hem de ucuzcuydu. Başka mahallelerden de kadınlar gelirdi, elbise diktirmeye. Bu yüzden de işi hiç eksik olmazdı. Anneannem iyi kahve falına bakardı. “İçtiğimiz kahvedir / Etrafı telvedir. / Ey kahve perisi / Gönlümdekini Bildir” diye başlardı kahve falına bakmaya. Elbise diktirmeye gelen kadınların dışında kahve falı baktırmak isteyen, sohbeti seven kadınlar da gelirdi, evimize. Oturma odamız her zaman mahallenin kadınları ile dolu olurdu. Bu hiç de şikayet edilecek bir durum değildi. Babam evde olmadığı için ve kardeşimle beni de erkekten saymadıkları için sere serpe otururlardı. Açık saçık hikayeler anlatır, gülüşürlerdi. Halbuki ben, o zamanlar erkekliğimi yeni yeni farketmeye başlamıştım. Kadınlar prova için annemlerin yatak odasında elbiselerini giyerlerdi. Ben ve kardeşim M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

14


kimse görmeden, önceden odaya girer, yorganların, döşeklerin istiflendiği yüklüğe saklanır, yüklüğü kapatan perdenin aralığından soyunan kadınları seyrederdik. Dertleşme mekanıydı evimiz. Kadınların hemen hemen hepsi eşe dosta belli etmemeye çalışsalar bile mutluluğu bulamamışlardı, evliliklerinde. Mahallemizin kocasız kocayan kızları vardı. İffet köşedeki bakkalın karısının adıydı. Provasız dikilen elbiseler gibiydi evlilikler. Kapılar kilitli, kepenkler inikti. Allahtan ki bizim de mahallenin bütün erkeklerinin yüreğini hoplatan bir Fahriye ablamız vardı. Yoksa aşk, babamın senaryolarını yazdığı filmlerdeki bir fantezi olarak kalacaktı. *** Basit bir ayakkabı çekeceğinin iş bulmama neden olacağını düşünemezdim. Annemle birlikte kardeşime ayakkabı almak üzere çarşıya çıkmıştık. Eminönü’nde büyükçe bir mağazaya girdik. Elimde işportadan aldığım bir tarafı gazoz açacağı, öbür tarafı ayakkabı çekeceği olan bir şeyi elimde sallıyordum. Dükkan sahibi gülerek; “Küçük bey bizim işe yatkın galiba,”diye takıldı. Annem benim elimde çekeceği sallayarak laubali bir şekilde dolaşmamdan rahatsız olmuş, pantolonumdan çekiştirerek, mahcup bir yüz ifadesiyle gülümsedi. “Okullar tatil olunca bize gelsin. Çalışır, hayatı öğrenir,”dedi dükkancı. Bu sözü benim ciddiye alacağımı bilerek mi söylemişti, ayakkabıcı? Ama ben ciddiye almıştım; okullar kapanır kapanmaz ayakkabıcı dükkanına gittim. Hemen o gün işe başladım. Çırak olarak erkekler reyonunda çalışıyordum. Sağa sola koşturup diğer tezgahtarların isteklerini yerine getiriyor; vitrindeki, teşhirdeki ayakkabıların tozlarını alıyor; müşterilerin deneyip de almadığı ayakkabıları kutularına yerleştirip, yerlerine kaldırıyordum. Dükkan yoğunlaşınca diğer tezgahtarların yetişemediği müşterilere satış yapıyordum. Fırsat bulunca dükkanın önüne çıkıp vitrine bakanları “Buyrun içerde daha değişik modellerimiz var,”diyerek dükkana davet ediyordum. Kadınlar reyonunda çalışan, benden birkaç yaş büyük Nafiz’le arkadaş olmuştuk. Dükkanın kapalı olduğu öğle aralarında birlikte dolaşıyor, yemek yiyorduk. Bana dükkana gelen kadınların ayakkabılarını giydirirken gözünün ucuyla kaçamak bakışlarla gördüğü bacakların güzelliğini anlatıyordu. Ben de kadınlar reyonunda çalıştığı için kıskanarak büyük bir heyecanla anlattıklarını dinliyordum. Bir gün öğle arasında yine beraber çıktık. Seyyar köfteciden yarım ekmeğe bol soğanlı tükürük köftesi alıp, Galata Köprüsü’nden Karaköy’e geçtik. Köprünün üzerindeki işportacıdan bir paket jilet alıp, olmayan sakallarımızı traş ettik. Nafiz’e göre biz artık erkek olmaya başlamıştık. Böyle yaparsak sakallarımız daha erken çıkardı. Beni çok güzel bir yere götüreceğini söyledi. Karaköy’de ara sokaklardan birinde çekinmememi söyleyerek elimden tuttu, beni arkasında sürükleyerek kalabalığın arasından kapıdaki bekçilere görünmeden genelevin sokağına girdik. İkimiz de lokma kadar çocuklardık. Farkedileceğiz diye ödümüz kopuyordu. Ancak kimse kimsenin farkında değildi. Evlerin pencerelerine yığılmış adamlar içeri aç gözlerle baktıktan sonra ya gözlerine kestirdikleri bir kadınla yatmak için eve giriyorlar, ya da başka bir evin penceresine seyirtiyorlardı. Aralarına karışıp bir pencereye yanaştık. İçeride yarı çıplak kadınlar sere serpe oturmuşlar, davetkar bakışlarla pencereden bakanları süzüyorlardı. Bizim eve dikiş için M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

15


gelen kadınları dikizleyerek gördüklerimizi, Nafiz’in kadınlar reyonunda gördüklerini, bütün hayallerimizi aşan şeylerdi gördüklerimiz. Bir süre sonra alıştık; o pencere senin bu pencere benim dolaşmaya başladık. Mahalledeki arkadaşlarıma anlattığımda beni ne kadar kıskanacaklarını düşündüm. Pencere önüne gelip kalabalıktan içeri göremeyenler “Bakanlar çekilsin, senatörler geldi,” diyorlardı. Uzunca süre içeri bakıp, yeterli bulanlar pencerenin önünden çekilip, yeni gelenlere yerlerini terkediyorlardı. Gene bir pencerenin önünde içeri uzunca süre üstünde yalnızca bir kilot olan kadınlara doyasıya baktıktan sonra arkadan gelen “Bakanlar çekilsin senatörler geldi” uyarısı ile pencerenin kenarından ayrılıp arkama döndüğümde babamla burun buruna geldim. Birdenbire kanım dondu. En beklemediğim bir anda babamla karşılaşmıştım. O da beni görmüştü. Ufak bir teredütten sonra Nafiz’i orada bırakıp, sokaktan aşağı kaçmaya başladım. Bir ara baktığımda babamın kalabalığı yarmaya çalışarak arkamdan koştuğunu gördüm. Hiç durmadan koşarak Karaköy Köprüsünden geçtim. Mısır Çarşısı’nın içinden geçip, Tahtakale’de bir hanın merdivenin altında tenha bir yere saklandım. Kaçmıştım ama akşam eve gittiğimde babam olan bitenin hesabını soracaktı. Babam her zamankinden erken gelmişti eve. Bense eve gitmeyip mahallede çift kale maç yapan çocukların arasına karışmıştım. Onlar evlerine dağılınca bir duvarın dibine çöküp oturdum. Babam beni duvarın dibinde buldu. Kulaklarımdan yakalayarak eve kadar sürükledi. Bahçede eşek sudan gelinceye kadar dövdü. Annem araya girmeye çalışıyor, beni babamın elinden almaya çalışıyordu, ama beceremiyordu. Babam çok öfkelenmişti. Annem olan biteni anlayamamıştı, sebebini sorduğunda “O ne halt yediğini bilir,”diye cevap veriyordu, babam. Dayak faslı bittikten sonra “Bu, artık o dükkana gitmeyecek. Derslerine çalışsın,” dedi. *** Yediğim dayağın etkisiyle sabaha kadar uyuyamadım. Babamsa her zamankinden farklı olarak erkenden yatmış uyuyordu. Horultusu kardeşimle yattığımız odaya kadar geliyordu. Kardeşim de olan biteni anlamamakla birlikte çok üzülmüş, o da uyuyamamıştı. Sabah babam evden çıkana kadar yataktan çıkmadım. Kahvaltıda da bir şey yemedim. Dere kenarına gidip saatlerce amaçsızca dolaştım. Dereye taş atıp kurbağaları kaçırmak bile içimden gelmedi.Mahalleye döndüğümde eğri sahada çift kale maç yapan arkadaşlarımın arasına da karışmak istemedi canım. Suçluydum, en olmayacak yerde babama yakalanmıştım. Kardeşim beni neşelendirmek için elinden geleni yapıyordu. Annemin gönderdiği sana yağ sürülmüş, üstüne toz şeker serpilmiş ekmeği de yemedim. Bana armağan edeceği en güzel cam bilyalarını, topacını da kabul etmedim. Duvar dibinde kös kös otururken kardeşim heyecanla yanıma geldi. Fahriye abla provaya gelecekti, bizim eve. İlgilenmemiş gibi görünsem de bu haber kanımı harekete geçirmişti. Nazlana nazlana eve döndüm. Balkon penceresinden eve girdik. Yatak odasındaki yüklüğe tırmanıp, üstüste istiflenmiş yorganların döşeklerin üstüne yatıp, perdesini kapatıp, gizlendik. Bir hafta önce mahalleye gelen hallaca çırptırılıp kabartılan pamuğun doldurulduğu döşekler yumuşacıktı. Geceden uykusuzduk, dalmışız. Birden kapı açılınca uyandık. Annem Fahriye abla ile birlikte içeri girdi. Elinde teğellediği Fahriye ablaya diktiği yeni elbise vardı. Annem elbiseyi bırakıp dışarı çıktı. Fahriye abla soyunurken, ben ve kardeşim heyecandan nefesimizi tutmuş, gizlendiğimiz yüklükten M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

16


bakıyorduk. Hiçbir şeyden haberi olmayan Fahriye abla üstünü çıkardı. Pürüzsüz cildi, dolgun göğüsleri, iri kalçaları, lüle lüle saçları ile ne güzel bir komşumuzdu, Fahriye Abla! Nefes bile almaya korkuyorduk. Kasıklarıma hücum eden kanın sıcaklığını hissediyordum. Kardeşim kıkırdıyordu; bunun bir oyun olduğunu zannediyordu. Ne bilsindi? Sesimiz duyulacak diye ödüm kopuyordu. Elimi ağzına tıkayıp susturdum. *** Bir sene kadar babam hep ciddi bakışlarla bana bakıp, hiçbir şey söylemeden süzdü. O gün olanlar aramızda bir sır olarak kaldı; hiç konuşmadık. Babam da beni nerede yakaladığını anneme anlatabilecek durumda değildi, zaten. Bense fantezilerimi süsleyen Hayat, Ses, Pazar mecmualarından kesip, bir harita-metod defterine yapıştırdığım içimi gıcıklayan kadın resimlerinin yardımıyla çatı arasında cinsel deneyimlerimi sürdürüyordum. *** Güneşli bir bahargünüydü. Ağaçlar çiçek açmış, kuşlar neşe içinde ötüşüyorlardı. Son dersimiz tarihti. Tarih öğretmenimiz yeni mezun, genç ve güzel bir kızdı. Derste pencerenin önünde dikilmiş hiç konuşmadan dalgın dalgın dışarıya bakıyordu. Sıra arkadaşım muzip muzip sırıtarak dedikoduyu kulağıma fısıldadı : Tarih öğretmenimiz beden eğitimi öğretmenimize aşık olmuştu. Uzunca bir süre pencerenin önünde dikildikten sonra tarih öğretmenimiz sınıfa döndü: “Ölenlerin arkasından konuşulmaz, çocuklar,”dedi.”Bu yüzden de tarih anlatamıyoruz.” Şaşkınlıkla yüzüne baktığımızı görünce onun da gülesi geldi: “Bahar gelmiş, hava güzel, güneşli. Sınıfa tıkılmayın. Erken çıkabilirsiniz. “ Sıra arkadaşım yine muzip muzip sırıtarak; “Gelince bahar ayları, gevşemiş gönül yayları,”dedi. Tarih kitabının sayfalarındaki bütün ölmüş büyükleri; Hamurabi’yi, Büyük İskender’i, Timur Lenk’i, IV. Murat’ı, ve hatta Sezar’ı Kleopatra’yı, Napolyon’u Josephine’i, Baltacı Mehmet Paşa ve Katerina’yı rahmetle anarak, derslikten fırlayıp, sevinçle bahçeye çıktık, evlerimizin yolunu tuttuk. Ben yine her zamanki yolumdan dere kenarından yürüyerek, suya attığım taşlarla kurbağaları ürkütüp, kaçırarak döndüm. Eve geldiğimde annemi salya sümük ağlarken buldum. Polisler babamı gazeteden alıp götürmüşler, gözaltına almışlardı. Anneannem Örfi İdare olduğunu söylüyordu. Ne anlama geldiğini bilmediğim bu “Örfi İdare” ya da annemin dediği gibi “sıkıyönetim” lafını sonraki yıllarda da hep duydum. Babama kötülük yaptıklarına göre iyi bi şey değildi. Babamın gazeteden arkadaşı Enis amcaya göre bu sıkıyönetim hayatımızdan hiç eksik olmamıştı. Babam daha sonra tutuklandı. Arkadaşları ile birlikte çıkardıkları edebiyat dergisinde yazdığı şiir nedeniyle tutuklamışlardı. Böylelikle babamın muhalifliğinden, mutsuzluğundan, huysuzluğundan başka bir yönünü de keşfetmiş oldum: Babam aynı zamanda bir şairdi, gizli gizli şiir yazıyordu. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

17


Anneannem ortalıkta söylenerek dolaşıyordu: “Sorumsuz adam; senin çoluğun çocuğun var, sana mı kaldı memleketi kurtarmak!..” *** Çok uzun süre kalmadı babam hapiste. Başına gelenler yetmezmiş gibi gazetedeki işinden de atıldı. Günlerce gazete gazete dolaşıp iş aradı, bulamadı. Artık karnını doyurmak için senaryo yazmaktan başka işi kalmamıştı. Zaman da kötüydü. Televizyon insanları eve bağlamış, Yeşilçam’ın altın yılları geride kalmış, bir çıkış yolu arayan sinemacılar seks filmleri çekmeye başlamışlardı. Başka çaresi yoktu. Hoşnut olmasa da ardı arkasına çekilen seks filmlerine senaryolar yazmaya başlamıştı, babam. Yazdıklarından utanıyordu, ama ne yapsındı ekmek parası... Pek bilinmesini istemezdi yazdıklarının. Artık bize okuyup paylaşmıyordu da. Yine gece yarısından sonra, daktilo tıktıkları ile sabaha kadar senaryolar yazıyordu. Tıktıklar ninni olmaya devam ediyordu. Sanki babamın daktilosunun sesi olmasa uyuyamayacaktım. Tıktıkların temposu arttığında hikayede gerilimin arttığını anlıyorduk. Heyecandan hızlı çarpmaya başlayan kalbinin sesi gibi tıktıkların hızı da artıyordu. Babam anlattığı hikayenin havasına girerek, bir ara yazmayı kesiyor, içeri odada yatan annemin yanına sessizce süzülüyordu. Bütün bunları daktilo sesinin kesilmesinden, kapı gıcırtısından, annemin “Senin hiç uykun gelmez mi?!.” diye şikayetlenen uykulu sesinden anlardım. Bir süre sonra babam pantolonunu çekiştirerek odadan çıkar, daktilosunun başına geçerek yazmaya devam ederdi. *** Anneannemin fal bakma merakının hayatımı olumsuz etkileyeceğini bilemezdim. Fahriye Ablanın uzak semtlerden bir kısmeti çıkmıştı. Hiç itibar etmezdi Fahriye Abla görücü gelenlere, pek çoğunun yanına bile çıkmazdı. Yeni kısmeti Kapalıçarşı’da dükkanı olan, hali vakti yerinde bir adamdı; uzaktan hısımları oluyordu. Anneannemin “Sana bir bakış bakacak / Kalbini içten yakacak / Sen ne kadar dirensen de / Seni koluna takacak,” diye baktığı kahve falından etkilenip evleniverdi, adamla. Nişan, düğün derken mahalleden uçuverdi, Fahriye Abla. Aylarca kendime gelemedim. Yemekten içmekten kesildim. Dikişe gelen kadınların arasında saatlerce oturup, Fahriye Abladan söz ederler mi diye, konuşmalarını dinliyordum. Arasıra annesini, ablasını görmeye geliyormuş; hamileymiş; aslında pişmanmış. “Herif, ayı. Bir ayı ile evlendi, güzelim kızcağız,” diyorlardı. İyice süzülüp zayıflamıştım. Annem babam sebebini bilmediklerinden akıl erdiremiyorlardı benim bu halime. Bütün bu olanlara anneannemin baktığı falın neden olduğu düşüncesiyle ona da küstüm, iki bayram üstüste elini öpmedim. *** “Bu çocuk ancak yatılı okulda adam olur,” diye babam beni annemin bütün karşı çıkışlarına rağmen askeri okul imtihanlarına soktu. Oğlunun subay olup, darbe yapmayan bir general olmasını istiyordu belki de. Aslında kazanmamak elimde idi. Sınav sorularını cevaplamazsam kazanamazdım. Ama nedense bir sebep bulamadım. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

18


Artık Fahriye Ablamız yoktu, mahallede. Belki de bu kırgınlıkla bütün soruları yaptım. Ben de evden, mahalleden uzaklaşmak istiyordum. Ancak hafta sonlarında geliyordum eve. Bazen dersleri bahane edip okulda kalıyordum. Büyümüştüm; babam benim artık tam bir erkek olduğumu söylüyordu. *** Bir hafta sonunda eve geldiğimde seneler sonra misafirliğe gelmiş Fahriye Ablayı görmek çok hoş bir sürpriz oldu. Çocuğu olmuştu; yanında getirmişti. Çok sevindim, heyecanlandım. O da beni görünce sevindi, sarılıp yanaklarımdan öptü. Yine çok güzeldi. Teninin de çok güzel koktuğunu ilk kez o zaman farkettim. “Kocaman yakışıklı bir delikanlı olmuşsun,” dedi. “Yakışıklı” lafını Fahriye Abladan duymak dünyanın en güzel şeyiydi. Oturduk uzun uzun konuştuk, hal hatır sorduk birbirimize. Gece babam eve yine sarhoş gelmişti. Bildik bağırış çağırış ve kavgalardan sonra annem kapıyı çarpıp odasına girdi. Uzun süren bir sessizlik olmuştu. Bir türlü uyuyamıyordum. Babamın daktilosunun tıktıkları olmasa uyuyamayacaktım. Yatakta bir o tarafa, bir öbür tarafa döndüm, nafile. Bir türlü uyuyamıyordum. Dayanamadım, merak edip kalktım. Babam niye yazmıyordu. Oturma odasının kapısında içeri bakınca şaşırdım. Babam bir bilgisayar almıştı. Ses çıkarmayan bilgisayar klavyesinin başında sigarasını yakmış tıkır tıkır senaryosunu yazıyordu. Yaşlandığını farkettim babamın. Muhalif ve mutsuz yaşlanmıştı. Gözlüksüz okuyup yazamıyordu. Yanına gittim, dizlerinin dibine çöktüm. “Ne oldu, uyuyamadın mı?” “Uyuyamadım… Daktilo tıkırtısı ninni gibi geliyordu. Onun sesi olmayınca uyuyamadım.” “İstediğin o olsun,”dedi. Bilgisayarında daktilo sesi efekti veren bir program vardı. Ayarlarını yaptı, bilgisayarından yazarken daktilo sesi çıkmaya başladı.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

19


Abidin’i Yitirmek Dizüstü bilgisayarı ve dosyalar...Çantası, içinde tomar tomar kağıtlar,… “Ne kadar pasaklıyım,” diye kızdı kendi kendine…Uçları kıvrılmış, tiftiklenmiş, üzerine çay, kahve dökülmüş, sigara külü düşürülüp ortası yanmış kağıtlar… Tasdikli bilançolar, gelir tabloları, ayrıntılı mizanlar, faaliyet Raporları, hazirun cetvelleri... Her gün evden bankaya, bankadan eve taşıyıp durduğu bütün bu ıvır zıvırla dolu çantası, bilgisayarı elinde, topuklu ayakkabılarının üzerinde güçlükle dengede durarak koşturuyordu… Ya yetişemezse, servisi kaçırırsa?.. Rezilliğe bak!... Bu her gün, ama her gün böyleydi. Bıkmış, usanmıştı. “Bu hayatsa, içine ederim ben böyle hayatın”; son zamanlarda sık sık, sakız gibi ağzında gevelemeye başlamıştı bu lafı. Bankada geç saatlere kadar çalıştığı yetmiyormuş gibi eve de taşıyordu dosyaları; işten eve, evden işe...İşte, evde, serviste; uygun olan, olmayan her ortamda çalışan “seyyar iş ünitesi” adını takmıştı kendisine. Sabahın geç saatlerine kadar süren uykusuz gece çalışmaları. Bol çay, kahve ve tabii ki çoklukla caz müziği, bazen de romantik popüler şarkılar eşliğinde yapılan ömür törpüleyen didiklemeler; rasyolar, analizler, istihbarat raporları… Çalışıyordu da ne oluyordu, çok mu para kazanıyordu, terfi mi ediyordu? Senelerce böyle çalışmanın getirisi “bir arpa boyu yol” ; artı sıkıntıdan çokca içilen sigaranın sararttığı parmaklar, dişler, sırtında kambur, bozulan feri kaçmış gözler ve nerdeyse yitirilmiş bir adet Abidin. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

20


Destansı bir aşkla başlayan evliliği çöktü, çöküyordu. Abidin’i, biricik aşkını, sevgilisini, kocacığını yitiriyordu muydu ne?! Her sabah servisle kağıtların dünyasına yapılan yolculuk...Ne pahasına?.. Yine koşturuyor. Yerler buz tutmuş, yürümekte zorlanıyor; incecik çorapları bacaklarını soğuktan korumuyor, dizkapaklarından kasıklarına kadar işleyen soğuk. Ve ıslaklık hissi... Yine mi o lanet aylık olağan kirlilik günleri?! *** Bir gün yine serviste Yeşim’in yanına oturmuştu. Şubenin iç yönetmeni…Durmadan konuşuyordu.”Bak hayatım,” dedi, “Canını sıkma, ama sana söylemek zorundayım.” Banka personelinin servislerinde yapılan bildik dedikodulardan; batık kredilerden, şube zararlarından, kimin haksız yere ne kadar jestiyon aldığından farklıydı bu söyledikleri: “ Şule...Abidin Bey’in sekreteri...Biliyorsun benim eltilerle aynı apartmanda oturuyor, onlardan duydum.” Servisin penceresinden yan şeritten havalı kornasına basarak bir kamyonun hızla geldiğini gördü. Servis şoförü de görmüştü. Görmemek mümkün mü? Kamyonun kornası içerdeki müziği, konuşmaları bastırdı. “Şule, Abidin Bey’den çocuk aldırmış.” Kamyondan kurtulmak isteyen servis şoförü direksiyonu sağa kırdı, kontrolünü kaybetti. Araba bariyerlere sürtünerek bir süre gitti,.. ancak durabildi. Servis minibüsünün içindeki herkesin yüzü bembeyaz kesilmişti. Öylece kalakaldılar. “Duyamadım seni hayatım,” demişti Yeşim’e. Şaşkınlıklarını attıktan sonra servisten indiler. Abidin bunu yapmış olabilir miydi? Sabahın erken saatinde akan araç kalabalığına boş gözlerle baktı. Abidin’in çocuk istediğini biliyordu. Ama her şeyin sırası vardı. Birlikte bir karar vermişlerdi: Çocuk yapmak için acele etmeyeceklerdi, önlerinde yaşanması gereken uzunca bir hayat ve henüz başında oldukları meslek yaşamları vardı.-“Kariyer” hedefleri!?.. Ertelenen her şey gibi çocuk yapmak da ertelenmişti. *** Sabah erken; henüz elindeki çek karşılıksız çıkınca bankonun önünde kalakalan adamlar, havale talimatları, vadeli hesap sahipleri gelmemişler. Hamiline yazılmış çek sahipleri, beklemeden sıranın önüne geçmek için ricacı olan ihtiyarlar, hamile kadınlar yok. Hamile kadınlar?! M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

21


Yıllar geçmiş, sonuçta “çocuk da yapamamıştı, kariyer de.” Yaşama hükmedeceğini zannederken, gün gelmiş yaşamın hükmetmesine boyun eğmişti. Aşksa hüzünle anımsanan bir şeydi artık. Şule,…müşteri ziyaretlerinden artakalan ender zamanlarda Abidin’in şirketine uğradığında ne kadar nazik ve güler yüzlüydü ona karşı…Demek ki o zaman bütün bu nezaket ve güler yüz iyi bir oyunculuk ürünüydü…Yazık!.. Kocasının ve kendisinin geç saatlere kadar uzayan çalışma saatleri, evde çalışmaya devam etmek, Abidin’in son zamanlarda iyice sıklaşan ve süreleri giderek uzayan iş seyahatleri derken birbirlerini ara sıra gören, ancak koridorda selamlaşan iki yabancıya dönmüşlerdi. Birlikte tatile çıkmak bile hayal olmuştu. Akşamları belki Abidin’in erken geleceği tutar, birlikte sofraya otururlar ümidiyle yemek yaparken, farkında olmadan diline takılan şarkı : “ Dediler ki zamanla hep azalırmış sevgiler. Olsun, bana seninle geçen yıllarım yeter…”; ne komik bir avunma; pörsümüş aşkının tesellisi… İlk tanışıp arkadaşlık etmeye başladıkları yıllarda ve hatta evliliklerinin ilk yıllarında mutlu anlarında Nazım’ın o çok sevdiği şiirinin dizeleriyle takılırdı biricik aşkına; “Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?” O da istiyordu artık çocuk yapmayı… Bir çocukları olsa belki de soğuyan ilişkilerini düzeltmek olasıydı. Ama ne demişti o uğursuz doktor!.. Yuttuğu o lanet hapları çoktan bırakmıştı, ama buna rağmen malum aylık olağan kirlilik günleri eksik olmuyordu. Birinci ay, ikinci ay ve daha sonraki aylarda... Merak ayları başlamış ve doktora gitmişti. “Çocuğunuzun olması mümkün değil,” mi demişti? Riyakarlığını gizleyemeyen bir sırıtışı vardı bu doktorun; nedense güvenemiyordu ona. Bu adam ancak Şule’ye kürtaj yapan jinekolog olabilirdi. Peki ya gerçekten o, olabilir mi? Neden olmasın, olabilir de; çok yakışır. Başka birine mi gitmeli? Yoksa jinekologu bırakıp psikologa mı gitmeli? *** Elindeki bütün dosyaları yere fırlattı; bilançolar, faaliyet raporları, hazirun cetvelleri, rasyolar havada uçuştu. Boşuna mı içmişti bunca yıl, onca doğum kontrol hapını! Bu haplara verdiği parayla bir araba alınırdı, servislerde sürünmekten kurtulurdu. Abidin, her zamanki gibi, ruhunu soymadan girmişti yatağa. Sırtını dönmüş, horuldayarak uyuyan kocasına haykırmak düşüncesi geçti aklından; M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

22


“Ben mutluluğun resmini yapamadım Abidin!” *** Gecenin sabaha kavuşacağı saatlerde, uykusunun arasında, kalçalarında, kasıklarında dolaşan bir el; iri, kıllı bir el...Bedeninin ücralarında, teninde gezinen bir günlük sakallı yüz...Sonra onu uyandırmamaya özen göstererek, usulca üzerine abanan, kıllı elin, sakallı yüzün sahibinin iri, kıllı gövdesi... Uykunun kıyılarında görülen tatlı bir rüya gibi... *** Sabah; iri kıllı elin sahibinin traş olurken aynadan yansıyan, sanki sana dün gece gördüğün tatlı rüya yeter, diyen somurtkan suratı... Kapıdan çıkarken adet yerini bulsun diye yanaklarına kondurduğu hoşçakal öpücüğü... Arkasından bakakalıyor. İkiyi birledikleri anları, göğsünde kayboluşunu özlüyor. Bir çocukları olsa farklı mı olurdu? Eskisi gibi olabilir mi her şey? Birazcık ümit... Biz bu aşkı ayrılsak da mı saklasak, sarımsaklasak da mı saklasak? *** Rüyalar birbirine karışıyor. Gerçek ne, hangisi rüya? Doktorun muayenehanesinin olduğu apartman dairesinin zilini çalmak için uzun süre düşünmüştü. Geri mi dönseydi? Geri dönüp de bir psikologa mı gitseydi? Yoksa her şeyden vazgeçip deniz kenarına inip martılarla, kedilerle mi yarenlik etseydi? Yine gözlüklü, sürekli gülümseyen hemşire açmıştı kapıyı: “Buyrun doktor bey içeride. Yalnız…Hasta randevumuz yok bu saatte.” Kapıyı aralayıp içeri girdi. Doktor üzerinde beyaz önlüğü, başında bir kukuleta, geniş bir berjer koltuğa gömülmüş; elinde şişler, yün örüyordu: Bir patik, küçük bir bebek patiği… Gözlüklerini devirmiş seri parmak hareketleriyle patik örüyordu doktor. Onu görünce bütün yılışıklığı ile gülümsedi. “Hoş geldiniz.” “Bugün için gelin demiştiniz de.” “ Evet, öyle demiştim.” Yerinden kalkmadan yün örmeye devam ediyor. “Şule hanımın kocanızdan hamile kalması imkansız.” M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

23


Hiç yeri değilken niye anlatıyor bunları? “Zira maalesef kocanız kısır. Sizde bir sorun yok, müsterih olabilirsiniz.” Şişleri, yünü bir tarafa bırakıp ayağa kalkıyor; yüzünde yine o lanet, yılışık gülümseme var: “Soyunun da sizi bir kez daha muayene edeyim.” Bakışlarında bu kez sapıkça bir şehvet de var. O sırada balkon kapısı hızla açılıyor. Rüzgar ve soğuk dışarıdan odaya doluyor. Kocası…Abidin, balkon demirlerinden tırmanmış içeri atlıyor. “Sen ne yapıyorsun!?.. Neler saçmalıyorsun? Çek o pis ellerini karımın üzerinden,” diye haykırıyor. Abidin, doktorun kafasına esaslı bir şaplak atıyor. Kukuletası yere düşüyor. Koşup kocasına sarılıyor. “Aslan kocacım, ne güzel vurdun!” *** Bankaya gider gitmez tuvalete girdi. Kirlilik günleri başlamamış. Bir gün, iki gün, daha sonraki günler geçmiş,..aylık olağan kirlilik günleri gecikmişti; merak günleri başlamıştı. Yoksa ?!.. Aynada soluk bir yüz bakıyor: “Ayna… Ayna, söyle bana Şule mi daha güzel, yoksa ben mi?” Duygularını neredeyse yitirmiş, mutsuz birinin aksi var aynada. “Pis ayna…yalancı ayna. Sen ne anlarsın güzelden!” Tuvaletin kapısı aniden aralanıyor; bıyıklı şaşkın bir yüz içeri bakıyor: “Pardon!..” Teoman Bey, Kredi Pazarlama yetkilisi. Hep aynı şeyi yapıyor; güya tuvaletleri karıştırıyor. Aynı sertlikle kapıyı kapatıyor. Onca işin gücün arasında öğle aralığıyla birleştirilmiş bir saatlik izin sırasında doktora gitmesi gerekiyor. Hava kapalı, soğuk…Her şey gözünde büyüyor. *** M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

24


Doktor, elinde testin sonucu sırıtıyordu; “Müjdemi isterim, sonuç pozitif.” Pozitif nedir ki, iyi bir şey midir? “Hamilesiniz.” Hamileydi!.. Kuşlar havalanıyor yüreğinden... Çiçekler açıyor yüzünde. Doktora sarılıp öpüyor: “Çok teşekkür ederim doktor bey, ne kadar iyisiniz.”

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

25


57 Model Cadillac

Adını Detroit kentini kuran kaşiften alan Cadillac otomobillerden 57 Model olanı...Rock’n roll müziğin, arabayla gidilen sinemaların, fast-food yemekler ve yeni ekspres yolların çağdaşı... Gösterişli, ön tarafını bütünüyle saran yuvarlak uçlu ön camdan alnı, Douglas Fairbanks’in yukarı kalkık ince bıyıklarını andıran Cadillac motifi, zenginliğin ifadesi altın kaplama dişlerle sırıtır gibi kocaman ağzı, geniş pancurları, iri kromajlı tamponu ve arkasında koca kanatları ile sekiz silindirli 1957 Model bir Cadillac...Amerikan rüyasının sembolü... Mc Donalds’tan, Coca-Cola’dan önce girmişti yaratılmak istenen “Küçük Amerika”ya, Türkiye’ye... Demokrat Parti, “her mahallede milyoner yaratma” eyleminden önce milyonerleri Millet Meclisi’ne taşımıştı. ”Yeter söz milletin” deyip, “46 ruhu”yla iktidara gelmişlerdi. 57 Model Cadillac’ın ilk sahibi de aslında zengin bir çiftçi olan bir mebus idi. Demokrat Parti’nin meclise taşıdığı zenginlerden biri...İthalatçısı onu daha galeriye koymadan satmıştı. Otomobili lacivert takım elbiseli, kokartlı lacivert kasketli, yaşlı, güngörmüş bir şoför kullanıyordu. Arka koltuğa kurulmuş Mebus Beyi Millet Meclisi’nden alıp, Ulus’tan aşağı süzülüp, İstasyon’dan Tandoğan Meydanı’na, oradan Beşevler’den Emek Mahallesi’ne, İsrail Evleri’ndeki konutuna götürürken bütün diğer araçların sürücüleri hayranlık ve saygıyla ona yol verirlerdi. Asfalt yolda süzülerek yol alırken bu hayranlığın Mebus Bey’den ziyade kendisine gösterildiğinin bilincinde gururlu ve cakalıydı. Ancak çok uzun sürmedi bu keyif. Amerika’dan göç edip geldiği bu garip ülkenin insanları demokrasisine değil de parıltılı yaşam biçimine özenmişlerdi, Batılı ülkelerin. 27 Mayıs Darbesinde, askerler, Mebus Beyi sabah erken saatlerde, tavuk kümesinde saklanırken yakaladılar. Cadillac’ın ilk yürek yaralanması o zaman olmuştu. Millet Meclisi yerine, önce İstanbul’da Yassıada’da yargılanan, daha sonra da Kayseri M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

26


Cezaevi’nde cezasını çeken Mebus Bey’i ziyarete giden karısını, çoluğunu çocuğunu taşıdı,yıllarca. Yorgun düştü, bakımsız kaldı. Mebus Bey, cezaevinden çıktıktan sonra sanki uğursuzmuş da, bütün bunlara o sebep olmuş gibi İstanbullu yeni zengin bir tüccara, Osman Bey’e sattı, onu. Osman Bey, ithalatçı idi. Devlet ihalelerinden yolunu buluyordu. Bu arada sanayiciliğe de niyetlenmişti. Sanayicilik dediysek, “bacasız”ından idi. O zamanlar, “montaj sanayii” modası vardı. Devletin dışında ağır sanayi yatırımı yapacak babayiğit pek yoktu. Cadillac hayatından memnundu. Yine zengin bir eve kapağı atmıştı. Yeni sahibi uyanıktı. Paranın kokusunu iyi alıyordu. Yeşilçam filmlerinin sinemaları tıklım tıklım doldurduğu yıllardı. Zengin kızların evin fakir, ama yakışıklı genç şoförlerine aşık olduğu filmleri çeken sinemacılara kiraladı arabasını. Artist de olmuştu. Belgin Doruk, Türkan Şoray, Muhterem Nur’la aynı filmlerde rol arkadaşlığı yaptı. Herkesin kendisini tanıdığını düşünüyor, gururlanıyordu. Akşamları açık hava sinemalarının önünden geçerken şoför kornasına bastığında daha bir güzel ötüyordu. Yaşanan güzel şeylerin de bir sonu oluyordu. Otomobiller de yaşlanıyor, yani eskiyorlardı. Değerleri düşüyordu. Muhasebeciler, ellerinde kalem, amortisman hesabı dedikleri bir hesapla acımadan değerlerini düşürüyorlardı. Yeni modeller çıkıyor, pabuçları dama atılıyordu. Olsun, o bunlara aldırmıyor, kocaman gövdesiyle şişinip geziniyordu. Piyasaya hakim olmaya başlayan, o cimri Avrupalıların ürettiği kıtıpiyos, küçük arabalar gibi değildi. Olamazdı da zaten. Gariban Avrupalılar çok sıkıntı çekmişlerdi. Daha yeni yeni bellerini doğrultuyorlardı. Pek tabii ki Amerikalıların zenginliği yoktu. Ancak çok sonraları farketti, sahibinin “lıkır lıkır” benzin içtiği için ona kızdığını ve gözden düştüğünü. O kızgınlıkla Osman Bey, yeni model bir Avrupa arabası, bir Mercedes edindi, kendisine. Onu da bir galeriye satılmak üzere bıraktı. Çok kalmadı galeride. Uygun bir fiyatla satıldı. Bostancı-Taksim dolmuş hattında çalışan, doğma büyüme Erenköylü Serhat’ın sevgili arabasıydı artık. Ta ki yerini bir Ford minibüse bırakıp emekli olana kadar. Senelerce sabahları mahmur gözlerle okula giden öğrencileri, işe giden genç kızları, erkekleri, geceleri sarhoşları taşıdı. Onların tatlı muhabbetlerini dinledi, aşklarına şahit, sırlarına ortak oldu. Pırıltılı Bağdat Caddesinden, dünyanın en güzel manzarasına sahip Boğaziçi Köprüsünden, Bostancı’dan Taksim’e, Taksim’den Bostancı’ya gitti geldi. Serhat, ortaya ilave bir sıra koltuk koyup, daha fazla müşteri alabilmek uğruna gövdesini kestirip, ekleme yaptırıp boyunu uzatmıştı. Bununla da yetinmeyip daha az masraflı olsun diye zamanın modasına uyup LPG tüp taktırmıştı. Orasına burasına takıştırdığı “süslü” aksesuarlar da cabasıydı. Şekli şemali iyice değişmişti. 50’li yılların en fiyakalı arabasından geriye bir şey kalmamıştı. Serhat, arabasını çok seviyor, “ekmek teknem” diyordu, ama Cadillac’ın Serhat için aynı duyguları beslediği söylenemezdi. Hele Belediyenin de içinde bulunduğu bir komplo sonucunda, kendisi gibi akranı diğer Amerikan otomobilleri ile birlikte hattan çıkarılıp, yerini “sıfır” bir minibüse terkettirilip, haraç mezat bir hurdalığa satılınca kırgınlığı iyice artmıştı. Yaşanan bunca ihtişamın arkasından kendisini bir hurdalıkta bulmuştu. Hurdalığın bulunduğu arsada yıllarca, yağmurun, karın altında yattı. Güzelim kaportası çürümeye başlamıştı. Kimsenin yanına uğradığı yoktu. Yalnızca arabacılık oynayan mahallenin çocukları ile dostluk edebiliyordu. Bu çocuklar yoksul ailelerin çocukları idi. Babaları onlara uzaktan kumandalı oyuncak arabalar alamıyordu. Çok zeki, sevimli yumurcaklardı. Direksiyonuna oturup oynuyorlardı. Hemen hepsinin düşü M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

27


büyüdüklerinde şoför olabilmekti. Onların düşlerini paylaşabilmek hoşuna gidiyordu. Yaşlanmıştı. Hurdacının iki padişah, yedi cumhurbaşkanı görmüş anneannesi gibi o da 27 Mayıs Darbesi’nin arkasından iki askeri darbe ve bir “post modern” darbe yaşamıştı, bu Amerika karikatürü, ikinci vatanı ülkede. Bütün yaşananlara rağmen bu ülkenin insanlarını çok sevmişti. Onların sevinçlerine, üzüntülerine ortak olmuştu. Tam ümitsizliğe kapılmışken eski, hurda arabaları adam edip, allayıp pullayıp antika meraklılarına Dolapdere’nin aşağısındaki galerisinde satan Kasımpaşalı Recep tarafından farkedildi. Recep, hurdalıktan aldığı Cadillac’ı bu işlerin erbabı kaportacıboyacı arkadaşının ellerine teslim etti. Bir ay içinde eskisi kadar olmasa bile gıcır gıcır olmuştu. Galerinin en görünür yerine konuldu. Oradaki en fiyakalı araba gene oydu. O gelmeden önce galerinin gözdesi olan 56 Chevrolet kıskançlıktan çatlıyordu. Yoldan geçenlerin hemen dikkatini çekiyordu. Eski araba meraklıları sorup duruyorlardı, ama hiç kimse istenilen parayı verip almaya cesaret edemiyordu. Sonbaharın son güneşli havalarından biriydi. Kasımpaşa Bahriye Caddesi yönünden Çevreyoluna doğru giden kıpkırmızı renkli, yeni model Alfa Romeo otomobil, ani bir frenle Galerinin önünde durdu. Allahtan ABS’si vardı.İçinden inen sürücüsü heyecanla ona doğru geldi. Sonra önde oturan yaşlı kadına seslendi.: “Anne bak! 57 Model bir Cadillac.” Annesi onaylar gibi başını salladı.: “Ya, evet! Aynı rahmetli babanın otomobili.” “Ne kadar güzel değil mi?” Tanımıştı bu genç adamı. Tesadüfe bakın, Orhan’dı bu. Mebus Bey’in küçük oğlu. Yıllar geçmiş, koca adam olmuştu. Küçükken bir gün, şoför tuvalete gittiğinde, fırsattan istifade direksiyona oturmuş, vitesi boşa alıp, kontak anahtarını çevirmişti. Allahtan ayakları gaza yetişmiyordu. Yoksa büyük bir kazaya yol açabilirdi. Bir ağaca çarpıp, ufak bir hasarla atlatmıştı. “Rahmetli babam” demişti. Demek ölmüştü, adamcağız. Orhan, otomobili uzun uzun inceledi. Küçüklüğünün arabasının izlerini aradı. Zoraki akşam gezmelerinden dönüşte arka koltuğunda uyuduğu otomobili özlemişti. Çocukluk anıları canlandı, gözünde. Yaşlanınca insanların boyu çeker, küçülürlerdi. Cadillac’ınsa dolmuşçu Serhat’ın marifetiyle gövdesine ekleme yapılmış, boyu uzamıştı. Arka bagajında ise bir LPG tüpü vardı. Galerici Recep, yanlarına geldi. Alıcı olduklarını anlamıştı. Orhan fiyatını sordu. Annesi de Alfa Romeo’dan inip gelmişti. “Alalım mı anne?” “Sen bilirsin.” Orhan, kararını çoktan vermişti. Cebinden çek defterini çıkarıp vadeli bir çek yazdı. “Bizim çocukları gönderir aldırırım. Muamelelerini yaparız,” dedi.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

28


Bunca maceradan sonra, bir peri masalındaki gibi kader onu ilk sahipleri ile yeniden bir araya getirmişti. Mebus Bey ölmüş, karısı yaşlanmıştı. Orhan, büyümüş, akademik kariyer yapmış, profesör olmuştu. Bir vakıf üniversitesinde çalışıyordu. Evlenmiş, bir kızı olmuştu. Cadillac da yaşlanmıştı, ama üçüncü nesle yetişmişti. Tıpkı bu ülkenin tarihi gibi, çalkantılı, inişli çıkışlı bir hayatı olmuştu. Gene de çok mutluydu. Hurdalığa kadar düşmüş, ordan kurtulup yenilenmiş, ilk sahiplerinin yanında eski itibarına tekrar kavuşmuştu.

*Bu öykü ilk kez sanal dergi Dergi@Net’in Ocak-Şubat 2003’te yayımlanan 25. sayısında yer almıştır. Ayrıca Notos Edebiyat Dergisi’nin Aralık-Ocak 2011, 25. Sayısında yayımlanmıştır.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

29


Kerteriz Devri

O akşam balıkçıların toplaştığı kahvede yine sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Hayrettin, gözleriyle kolaçan ettikten sonra Mustafa’yı arkadaşlarıyla okey oynadığı masada otururken buldu. Yanlarına bir sandalye çekip oturdu. “Oyunun bitince çıkıp biraz konuşalım,”dedi. Mustafa: “İstersen bir saat sonra senin eve uğrayayım.” Masada oyun oynayan yeni yetme balıkçılardan biri: “Abimizin alışkanlığıdır, eve erken gitmez; malum eve erken gider de bir sürprizle karşılaşır falan, d’imi?” diyerek densizlik yaptı. Hayrettin, sanki bu sözleri hiç duymadı. Mustafa sinirlenip, kötü bir şeyler söyleyecek oldu; Hayrettin, aldırma, sesini çıkartma anlamında kaş göz işaretiyle onu susturdu. Mustafa: “Çıkalım istersen, buranın tadı kalmadı; dışarıda hava daha güzel,”dedi. Birlikte kahveden çıktılar. Ayın bulutların arkasına gizlendiği, serin bir akşamdı. Hiç konuşmadan yürüdüler yolda.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

30


Yürürlerken Hayrettin, “O meymenetsiz zaten trolcüdür,”dedi, “Her türlü melanet vardır onda,” diye devam etti.. Sahile inip, Mustafa’nın sandalını denize saldılar. Mustafa, gençliğinin gücüyle küreklere asıldı, sonra motoru çalıştırdı. *** Boğaziçi’nde, sonbaharda Eylülden başlayarak göçmen balıkların fener alayı geçişi başlar. Bahar aylarında Karadeniz’e çıkan, burada üreyen göçmen balıkların dönüşüdür bu… Karadeniz’den Boğaza sırayla girip, Marmara’ya geçerler. Önce Eylül-Ekim aylarında istavrit, sonra palamut hazretleri arzı endam eder; arkasından lüfer; onun arkasından havalar soğuyup, kışın ortasına gelindiğinde hamsi sökün eder: Balıkçıların bayramı başlar. Ama ne var ki, İstanbul’da insanlar çoğaldıkça, balıklar azalmıştı. Yalnız balıklar değil, balıkçılar da azalmıştı. Zaman değişmiş, eskilerin deyişiyle kötüleşmişti; Haliçte palamutların neredeyse elle yakalanacak kadar bol olduğu zamanlar çok geride kalmış, Sait Faik’in öykülerindeki balıkların çoğu tükenmişti artık:. Dülger Balığı, Sinagrit Baba...Bu duruma üzülmek, kolayına kaçılıp, nostalji, eskiye öykünme deyip geçiştirilemez. Yine de balık bereketinin uğradığı yıllar da olmaz değildi. Balıkçılar, martıların bile uykuda olduğu sessiz İstanbul gecelerinde denizin vereceği rızkın peşine düşerler. Denize dik inen dar sokaklarda balıkçıların evleri, kahveleri, alışveriş ettikleri bakkalları, manavları vardır. Balığın bereketi varsa sokaklar şenlenir. Sokak aralarında koşuşturan, oyun oynayan çocukların neşesinden bile anlarsınız bunu. Evlerin bacaları keyifle salarlar dumanlarını. Belli ki balık bereketi odun kömür bereketini de beraberinde getirmiştir. Veresiye hesaplar kapatılır, dolu filelerle dönülür evlere. *** Hikayemizin kahramanı Hayrettin Menekşe, balıkçı mahallelerinde bir efsane gibi anlatılan, namı yürümüş ihtiyar bir balıkçıydı. Denizden eli boş döndüğü hiç görülmemişti. Bazıları bunu meslek sırrı olarak gizlediği, onun da yaşlanmış, kendisini emekli etmiş bir Rum balıkçıdan devraldığı söylenen kerterizine yorarlar; ancak onun usta bir balıkçı olduğu hiç tartışılmazdı. Zamanın acımasızlığına o da yenilmiş, yaşlanmıştı. Oysa bir zamanlar deniz gibi fırtınalı bir hayatı vardı. Kıyılar ona göre değildi; dalgaların kucağında otururdu. Balık peşinde bitkin düşse de, acı poyraz yüzünü dilimlese de denizin suyu bütün yorgunluğunu silerdi. Onun hakkında başka hikayeler de anlatılırdı. Denizin cimrileştiği, balıktan ümidin kesildiği bir gece, eve her zamankinden erken döndüğünde çok güzel olduğu dillerde dolaşan karısını mahalleden bir taksiciyle birlikte yakalamıştı. Daha sonra karısı M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

31


taksiciye kaçmış, o da hayata küsmüştü… Bir daha hiç evlenmemişti… Ancak onun İskele Meydanı’nda küçük bir tuhafiyeci dükkanı olan bir kadına gizliden sevdalandığı yine dilden dile dolaşırdı. En az haftada bir kez kadının dükkanına uğrar, ufak tefek alışverişler yapardı. Ama aldıklarını ne yaptığını, tuhafiyeci kadınla daha ileri düzeyde bir ilişkisi olup olmadığını kimse bilmezdi. Hayrettin’in aşkı belki de dokunmadan yaşanan aşklardandı. Temiz, ama karşılıksız… İşte böyle biriydi ihtiyar… Hayrettin, artık emekli olma zamanının geldiğine kanaat getirdiğinde sevdiği, güvendiği genç bir balıkçıya kerterizini devretmeyi düşündü. Bu bir gelenekti… Uzun uzun düşündükten sonra bütün diğer yeni yetme balıkçılardan farklı, sakin, efendi, dürüst biri olduğunu düşündüğü genç balıkçı Mustafa’ya meslek sırrını aktarmaya karar verdi. *** Denizden esen rüzgar Hayrettin’in keyfini geri getirmişti. “Sen Sait Faik’i bilir misin?” “Duydum,” diye cevap verdi Mustafa. “İstanbul’u seversen Sait Faik’i, Orhan Veli’yi bilmelisin; o zaman daha çok seversin.” “...” “Bak sana Sait Faik’le ilgili duyduğum bir hikayeyi anlatayım: Sait Faik’e, o vakitlerin yazarlar derneği bir ödül verecek olmuş. Dernekçi takımı, bu hiç kimseye müdanası olmayan, uçarı yazarı birkaç gün öncesinden Beyoğlu’nda yakalamış, binbir ricada bulunmuşlar, töreni unutmayıp zamanında gelsin diye sıkılamışlar… Bizimki dernekçileri kırmamış; tören günü, zamanında yazarlar derneğine gitmiş. Yağmurlu bir günmüş...Sait’in sırtında o meşhur buruşuk yağmurluğu, başında da eski bir şapka varmış. Dudağının kenarından hiç eksik etmediği sigarasıyla kapıya dayanan bu garip adamı dernek lokalinin kapısındaki görevlinin gözü hiç tutmamış. Onu içeri almamış. Biraderim, burası yazarlar derneğinin lokali, balıkçıların işi yok, demiş…Zaten Sait Faik’in canına minnet; bahanesi hazır nasıl olsa, fazla üstelemeden geri dönmüş. Dernekçiler Sait Faik törene gelmeyince fena bozulmuşlar. Ertesi gün, yine Beyoğlu’nda bir yerde yakalamışlar. Yahu söz verip de niye gelmedin, bizi rezil ettin, diye çıkışmışlar. Sait Faik, mavi gözlerinde ışıltıyla gülmüş: Ben ödülümü kapıcıdan aldım arkadaşlar, gerisini boşverin, demiş." “...” M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

32


“Bak Mustafa, iyi bir asker nasıl üniformasını hiç çıkarmaz, onunla gurur duyarsa, iyi bir balıkçı da kılık kıyafetinden utanmaz.” “...” Hayrettin, sanki bütün balıkçı hikayelerini bir gecede anlatıp, bitirmek istercesine devam etti. “Peki Kör Agop’u bilir misin?” “Onu da duydum.” “Kör Agop, İstanbul’un efsane balıkçılarındandır. Sonra meyhaneci oldu ya, olsun… Ben, ayda bir kere Agop’un mezarına ziyarete gider, toprağını rakıyla sularım.” Kerteriz mekanına yaklaşmışlardı. Deniz zorluk çıkarmamış, çabuk yol almışlardı. Hayrettin: “Kör Agop’un anısına içelim,” diyerek iç cebinden eksik etmediği otuzbeşlik rakı şişesini çıkardı. Birbuçuk saat sonra kerterizin bulunduğu, denizin kayalarla kucaklaştığı yere gelmişlerdi. Artık Hayrettin’in kerteriz sırrı Mustafa’daydı. *** Kıyıya geri döndüklerinde saat iyice ilerlemiş. Nerdeyse balıkçıların denize açılma saati gelmişti. Hem sarhoşluk, hem de yorgunluk bir araya gelince Hayrettin ayakta duramaz hale gelmişti. Mustafa koluna girdi; sürükleye sürükleye evine götürdü. Bahçe içinde, tek katlı, eski, dökük ahşap bir evdi. Evin içinde küf kokusu vardı. Hayrettin’in yattığı odaya girdiler. Odanın bir köşesinde dağınık bir yatak vardı. Diğer köşesindeyse hiç kullanılmamış tuhafiye malzemeleri istiflenmişti. Bir zamanlar deniz gibi dalgalı olan, dalgaların kucağında oturan usta bir balıkçının dokunmadan yaşadığı aşkının hikayesini anlatıyordu bunlar. Sevdalandığı kadını görme bahanesi olan alınmış tuhafiye malzemeleri duvarın dibinde tepeleme yığılmıştı. 15 Mart 2009, Moskova

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

33


Nalbandın Fayton Sefası Bu kaçıncı bardak çaydı içtiği? Dört mü, beş mi? Sabah ezanından beri mutfak penceresinin önünde oturuyordu. Önce, sadece damlardaki martıların çığlıkları, sokaktan geçen tek tük arabaların sesleri vardı. Hava yavaş yavaş aydınlandı; apartman sahanlığı sesleri başladı; işe giden komşular, servise yetişmek için koşuşturan çocuklar paldır küldür indiler merdivenlerden. Karşıdaki apartmanın penceresinden sarkan pazen sabahlıklı bir kadın, evin önüne yanaşmış sabırsızca korna çalan öğrenci servisinin şoförüne “geliyor, geliyor !! ” diye seslendi; apartman kapısından çıkan küçük bir kız çocuğu çantasını sürükleye sürükleye koşturdu. Üst katta oturanların tekir kedisi yine kapı aralığından miyavlayarak kaçtı; arkasından, kedinin sahibi şişman kadın şıpıdık terlikleriyle koşturarak peşine düştü. Damadı mutfakta bir göründü, bir kayboldu; arkasından kızı banyodan çıkmış ıslak saçlarıyla mutfağa girdi, torununa kahvaltılık bir şeyler hazırladı. Saçlarını kurularken “Baba bu gün evde temizlik var, birazdan kadın gelecek. Sen de biraz dolaşsan... Kahveye falan gitsen... Yeni insanlarla tanışırsın. Hava da güzel... Bir dolaş istersen. Dört gündür evden hiç dışarı çıkmadın,” dedi kızı. Doğru... Dört gündür evden hiç dışarı çıkmamıştı. Zorla alıp getirmişlerdi onu... “Baba, bir başına buralarda kalma, yaşlandın artık, kendine bakamazsın,” demişlerdi. Gelmezdi gelmesine, ama o gözü kör olası ihtiyarlık yok mu; dermanı kesilip, yatak döşeklik olunca direnememişti. Komşuların haber edip çağırdığı kızının, damadının ısrarlarına dayanamayıp, yetmişbeş yıllık evini, memleketini bırakıp, İstanbul’a kızının yanına gelmişti. Eski dingillerle, paslı demir çemberlerle dolu dükkanını, örsünü, çekicini bırakıp gelmişti. Hoş artık dükkanın kapısı çalan da pek yoktu ya. Devir çoktan traktörlerin, Anadol kamyonetlerin, Reno steyşınların devri olmuştu. Dövülen örsün çın çın öten sesini, su verildikçe sertleşen nalın çıkardığı ıslığı, toynakların seslerini özler olmuştu. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

34


Aysel: kızı,... apar topar hazırlanıp, “İşe geç kaldım, akşama görüşürüz”, deyip torunu Arzu’yu da alıp çıktı. Damat çoktan gitmişti. Kalktı, giyindi. Başına kasketini geçirdi, tespihinin ceket cebinde yerinde olup olmadığını yokladı. Dört günde özlemişti kasabasını...”Cevriye’m beni bırakıp gitmeseydi ne işim vardı benim buralarda,”diye düşündü. Kaç yıl olmuştu karısı öleli? Ya Halil!? Kapı komşusu, saraç; atlara, eşeklere koşum takımları ve eyer takımları, işlemeli semerler yapan; yörenin meşin üzerine en güzel sırma, iplik işleyen ustası...Önce dükkandaki işi bırakmıştı; traktörlere, Anadol Kamyonetlere, Reno steyşınlara yenik düşmüştü; sonra da, o amansız hastalığa... Yalnız nalbantlar, saraçlar mı? Bakırcılar, kalaycılar, nalıncılar, sepetçiler...Hepsi bırakmışlardı mesleklerini. En son, direnip işini terketmeyen bir tek o kalmıştı çarşıda. Komşu kasabalardan bile nalbant olmadığı için ona gelirlerdi. Truva Atını yapma fikrini Odysseus'a veren Prylis'le meslektaş olduğunu bilmez ve farkında değildi; ama mağrurdu. Nalları dikmeye hiç niyetim yok benim, diyordu. Tek tük müşteri gelse de, iri pazulu, güçlü kollarından eser kalmasa da dükkanını her sabah açardı.-Ta ki elden ayaktan düşürüp, yorgan döşek yatıran hastalığa kadar. Temizlikçi kadın gelmiş, işe girişmişti bile. “Nerelisin sen kızım?” “Sivas’lıyım.” “Pek güzel.” Ben biraz dolaşacağım, ayak altında dolanıp sana engel olmayayım, deyip çıktı. Birden beton irisi apartmanların sıralandığı sokakta buldu kendisini. İstanbul’a ilk gelişi değildi. Aysel üniversiteye girdiğinde, Cevriye ile birlikte onu yerleştimek için gelmişlerdi. Trenden Haydarpaşa’da indiklerinde Garın merdivenlerinde büyülenmiş gibi kalakalmış; camilerin, sarayların, koca koca binaların, denizin, bembeyaz gelinlik giymiş gibi salınan vapurların, martıların, sabırsızca vapur yanaşmadan iskeleye atlayan insanların şehrini; sadece kartpostallarda, Türk filmlerinde gördüğü o ünlü silüeti uzun uzun süzmüştü. Herhalde korkmuştu bu koca şehrin heybetinden, karmaşasından...Aysel’in elini iyice sıkmıştı avucunda. Pek gönlü yoktu kızını bu koca şehre emanet etmeye, ama çaresi yoktu. Kahveye gitse gidemezdi, alışkanlığı yoktu; hem kimseyi tanımıyordu. Allahtan hava güzeldi. Beton irisi apartmanların arasından sahile doğru yürüdü. Ağaçlar kesilmiş; bahçeler, taşlarla betonla kaplanmıştı. Otopark olan bahçelerde güzelim ağaçların yerini dizi dizi otomobiller almıştı. Apartmanlar, balkonlara asılmış çamaşırlar, otomobiller, elektrik ve telefon kabloları, rengârenk tabelâlar arasından geçti. Eskiden beri bir alışkanlığı vardı; gördüğü tabelaları okuya okuya yürürdü: “Diş Hekimi Sevim Nalbantoğlu”, “Avukat Hasan Hüseyin Nalbant”... Nalbantların tükendiği bu dünyada ne kadar çok nalbant isimli insan yaşıyordu?! İskeleye yakın parkta bir banka oturdu. Denizi, balıkçıları, vapurları, simit vapurlarının peşi sıra uçuşan martıları, martıların yemeğe davet ettiği kedileri, adaları seyretti. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

35


Parkın bir köşesinde kurulu seyyar çay ocağının garsonunun getirdiği çaydan içti. Hava güneşli ve ılıktı. Sabahın bu ilerleyen saatlerinde her şey birden sessizleşmiş, sadece martıların, kıyıya vuran yumuşak dalgaların, vapur düdüklerinin sesi duyulur olmuştu. Telaşlı insanlar, yerli yersiz korna çalan arabalar birden yok olmuştu. Kalktı sahil boyunca iskeleye kadar yürüdü. İskeleden Adalara vapurlar kalkıyordu. Bilet alıp bindi. Arka güverte püfür püfür esiyordu. Çımacıların halatları çözmesini; vapurun suları köpürtüp, ağır ağır manevra yaparak iskeleden ayrılmasını, arkasında beyaz köpükler bırakıp, denizi yara yara yol almasını seyretti. Onu ürküten beton irisi apartmanlar iskeleden uzaklaştıkça küçüldüler. Parmaklıklara abanmış küçük bir çocuk annesinin aldığı simitten bir lokma ağzına, bir lokma da denize, martılara atıyordu. Martılar simit parçaları daha denize düşmeden havada yakalayıp, yutuyorlardı. Önündeki sırada oturmuş kadınlar hararetli hararetli komşu dedikodusu yapıyorlardı. Yolda karşılaşan vapurların kaptanları birbirlerini selamlamak için “vuuup” diye öttürüyorlardı düdüklerini. İlk adada indi. Vapur yanaşmadan, uzaktan baktığında en büyüğü buymuş gibi görünmüştü. İskeleden ara sokaklara amaçsızca girdi. Akasya ağaçları, erguvanlar, çiçekler arasından yürüdü. Ağaçlar yavaş yavaş sararmaya başlamıştı. Yere düşen kurumuş yaprakların üstüne bastığı zaman çıkardığı seslerden başka ses yoktu. Bir bahçe duvarına oturup sararan yaprakların dallarından yavaş yavaş, süzüle süzüle yere düşüşlerini seyretti. Yavaş yavaş, süzüle süzüle düşen yaprakların ait oldukları yerden kopmamak için yerçekimine direnişini izledi. Rüzgarda savrulan yaprakların hışırtısının aslında hıçkırışlarının sesi olduğunu düşündü. Hüzünlü, ama hoş duygular kapladı içini. Bir sokaktan girip, öbür sokaktan çıktı. Birden ummadığı bir manzara ile karşılaştı; şaşırdı, soluğu kesildi; yaşlı yüreği küt küt atmaya başladı. Şaşırtan sadece doğanın güzelliği değildi. Cennette miyim ben acaba, diye düşündü: Karşısına çıkan meydan atlarla, faytonlarla doluydu. Faytoncuların bekleştiği kahvenin önüne oturdu. Heyecanlı kağıt, okey, tavla oyunlarını izledi. Dayanamayıp en yakın gördüğü, esmer, genç bir faytoncuya sordu: “Bu adada nalbant var mı?” “Olmaz mı bey amca, bu kadar at olur da nalbant olmaz mı?” “Beni gezdirir misin?” “Tabii ki bey amca, işimiz bu.” “Peki, beni nalbanda da götürür müsün?” “Tabii ki...” “Hadi öyleyse!” M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

36


Bardaklarındaki yarım kalmış çaylarını bir dikişte içip kalktılar. Nalbant, kendisi kadar olmasa da yaşlı bir adamdı. Dükkan falan hak getire; bir duvar dibinde tentenin altında, yan yatırılmış eski bir buzdolabı kasasının içindeki çekici, örsü, suntıraçı, nalları ve çivileriydi bütün sermayesi. Nallar İzmit’ten hazır geliyordu. Meslektaş olduklarını söyleyince sarılıp öptü; birlikte gezmeyi teklif etti. Tentesi körüklü, koltukları düğmeli, dikiz aynasının kenarında, atların boynunda renkli boncuklar, orlon ponponlar, ziller sallanan boyası dökülmüş eski zaman faytonuna kuruldular. Faytoncu kırbacını şaklatıp atları tırısa kaldırdı. Kırbacını şaklattıkça atlar meşin gözlüklerinin arasından faytoncuya yan yan bakıyorlardı. Sağdaki at hışımla kuyruğunu sallayınca üstündeki bütün sinekleri savurdu. “Şu atı görüyor musun bey amca sütçü beygiri falan değil,” dedi faytoncu, “Gazi Koşusunda dereceye girmiş bir yarış atı bu. Şimdi de yaşlanınca ben garibin sermayesi oldu.” Sonra da sözleşmişler gibi hiç konuşmadılar; yol boyunca sadece sıralanan ağaçlarda ötüşen kuşların ve atların asfalt yolda takırdayan nallarının seslerini dinlediler. Faytoncu arabayı çeken iki atı tırısa kaldırıp, rüzgar yüzlerine vurmaya başlayınca keyifleri yerine gelmişti. Yan yana oturan iki yaşlı nalbandın yüzünde dinledikleri bu musikinin verdiği huzur ve mutluluk vardı. Faytoncu arabanın çanına bastıkça yollar açıldı. Akasyaların, mimozaların, zakkumların arasından geçtiler. Atlar kanatlandı, fayton bir rakkase gibi indi adanın yokuşlarından; terleyen atların altın rengi parladı güneşte. Esen rüzgar, buluttan bir kol sardı ihtiyarları; görünmez birer yıldız oldular. Faytonun çanı nalbandın parmaklarının arasındaki kehribar tespih gibi eski zamanı hatırlatıyordu. Nal tıkırtılarıyla zaman sahile vurdu; ihtiyar nalbandın anıları canlandı, hayalleri parladı dönen tekerleklerin gıcırtısında. Bütün yoklar; şamtatlıcı Recep Usta, macun şekerci Şevket Amca, aktar Halil Efendi, leblebici teyze, poşete girmemiş genç kızlar, hepsi gördüler önlerinden geçen faytonu ve içindeki nalbantları. *** Beklemediği kadar mutlu olmuştu. Dönüşte bindiği beyaz vapurda yine arka güverteye oturdu. Başka bir çocuk yine martılara simit atıyordu. Ada sefasından mutlu dönen sevgililer, güleryüzlü kadınlar, erkekler vardı. İhtiyarların bile yüzü gülüyordu. Kaptan köşkünün altında nazar değmesin diye, üstünde nazar boncuğu olan bir nalın asılı olduğunu gördü. Vapur iskeleden ayrılıp suları yara yara yol alırken ada yavaş yavaş küçüldü. Onu Adaya, bu sürpriz cennete götüren vapurun beyaz boyalı dökümden güvertesini okşadı, teşekkür etti. 19 Temmuz 2005, Kozyatağı (*) Bu öykü Eylül 2005’te Adalı Dergisi’nde yayımlanmıştır.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

37


Ömer Bey’in Kedisi

Eve gelişi pek istem dahilinde olmamıştı. Ömer Bey’in küçük kızı bir gün küçük bir kese kağıdının içinde getirmişti, onu. Kese kağıdının içine baktıklarında minicik tekir kedi yavrusunu görünce çok şaşırmışlardı. Gözlerini bile açamıyor. İnsanın içini kıyan miyavlamasıyla kendisine pek de güzel acındırıyordu. Kedilere sempatisi olmayanlara bile sevdirecek bir sevimlilik vardı üzerinde. Kızının okul arkadaşının sevgili kedisi idi. Yaz tatiline gidecek arkadaşı ve ailesi yokken emanet edilecek birilerine ihtiyaç vardı. “Çok değil, canım. Sadece onbeş gün için.” Onbeş gün bir ay oldu. Emanet tekir yavrusunu geriye alacak olanlar hala yoktu. Bir süre daha geçtikten sonra kızının arkadaşının yaz tatiline gitmedikleri, subay olan babasının uzak bir Anadolu şehrine tayin olduğu öğrenildi. Bir emrivaki ile karşı karşıya olunduğu anlaşıldı. Yapacak bir şey yoktu. O zamana kadar kedileri sevmeyen Ömer Bey bu duruma alışmak zorundaydı. Kızı, karısı ve hatta oğlu bu yavru kedinin sokağa bırakılamayacağı konusunda fikir birliği içinde idiler. Zavallı minik yavrunun sokaktaki tehlikelere rağmen kapı dışarı edilmesi büyük hainlikti. Ve hatta vatan hainliği ile eşdeğerdi. Ömer Bey bu ilişkiyi tam kuramadı. Ama hayatı boyunca kendisini bir vatansever olarak niteleyen birisi olarak büyük bir baskı altındaydı. Çaresiz boyun eğdi. O günden itibaren aileye kabul edilen tekir, ailenin en itibarlı ferdi oluverdi. Ömer Bey’i yumuşatmak için ona rahmetli büyükannesinin ismi verildi.: Nazlı. En yumuşak koltuklarda uyukladı. Karısının çeyizi güzelim Bünyan halılarına pislemesine ses çıkarılmadı. Pastörize günlük sütle beslendi. *** Bir gün, sokaktaki kötülüklerden korunmak amacıyla eve kabul edilen Nazlı’nın başına beklenmedik, talihsiz bir olay geldi. O gün, yavru kedinin şanssız bir günüydü . Aslında güzel, insanın içini ısıtan bir bahar günüydü. Günlerden pazardı.Yağmurlu, soğuk günlerin arkasından güneşli bu bahar gününün sabahında biraz hava alsın diye Ömer Bey, balkon kapısını açarak Nazlı’nın minderini bir köşeye yerleştirdi. Yavru tekiri de M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

38


yumuşak minderin üzerine yatırdı. Kendisi de demlediği taze çayını yudumlayarak sabah gazetelerini okumaya başladı. Herşey çok güzeldi. Ağaçlar çiçeklerini açmış, ötüşen kuşlar sessizliği bozuyordu. Nazlı da günün güzelliğine kapılmış keyifli keyifli balkonda geziniyordu. Ömer Bey gazetelerine dalmıştı. Tekirin balkonun kenarından sarktığını farkedemedi. Tecrübesiz yavru başının ağır çekebileceğini ve tepetaklak bahçeye yuvarlanacağını hiç beklemiyordu. Ömer Bey, olayı bahçeden Nazlı’nın feryatlarını duyduğunda farketti. Elindeki gazeteleri fırlatıp bahçeye baktığında otların arasında sırtüstü düşmüş, feryadı figan miyavlayan Nazlı’yı ve başına üşüşmüş tüm mahlukatı gördü. Başta mahallenin bütün veletleri, haylaz sokak kedileri, köpekleri, sabahları çok erken öttüğü için mahallelinin yaka silktiği çil horoz ve hatta böcekler zavallı tekir yavrunun başına üşüşmüş bir tarafını çekiştiriyorlardı. Hepsi de sokak mahlukatı bu edepsizler, asil bir ev kedisi olan Nazlı’ya kıskançlıklarını kusuyorlardı, adeta. Ömer Bey, merdivenlerden nasıl inip, bahçeden, otların ve bütün bu mahlukatın arasından kediciğini kapıp eve getirdiğini hatırlamıyordu. Zavallıcık çok korkmuştu. Evdekiler, karısı, kızı, oğlu uyanmışlardı. Yavruyu okşayarak teskin ettiler. Bu, Nazlı’nın hayatında bir dönüm noktası oldu. Bir daha değil dışarı çıkmak, balkona bile zorla çıkar oldu. Nice mart ayları,”mırtav” ayları, baharlar geçti. Ama Nazlı’yı dışarı çıkarmak mümkün olmadı. *** Zaman içinde Ömer Bey Nazlı’ya, Nazlı Ömer Bey’e iyice bağlanmışlardı. Bağlanmak ne kelime aralarında adeta bir aşk vardı. Sanki başlangıçtaki Ömer Bey değildi, o. Nazlı aşağı, Nazlı yukarı. “Kızım” diye hitap ediyordu, sevgili kediciğine. Kediydi, mediydi ama kızı alınganlık göstermeye, “Baba, sen bunu bizden daha çok seviyorsun” diye sitem etmeye başlamıştı. *** Ömer Bey’in hayatında her şey iyi gitmiyordu. Hele iş hayatı günden güne çekilmez bir hal almaya başlamıştı. İnsanlar iyice tuhaf olmuşlardı. Yalan, riya, birbirinin arkasından kuyusunu kazmak normal şeylerdi. Yıllarca emek verdiği işi artık ona çalışma sevinci vermiyordu. Yavaş yavaş kabuğuna çekilmeye başlamıştı. Sabahları işe giderken ayakları sanki geri geri gidiyordu. Akşamları da hiç bir yere takılmadan koşa koşa eve geliyor, günün sıkıntısını kediciğiyle ahbaplık ederek atmaya çalışıyordu. Eve girmeden, daha merdivenlerde iken Nazlı,onun geldiğini farkediyor, kapıya koşarak yanına geliyor, sevinçle bacaklarına sürtünüp, keyifle kırın sesi çıkarıyordu. Aslında bu, onun “Sen benim malımsın” mesajıydı. Ömer Bey’in bacağına sürtünerek, kokusunu geçirmekte, onu da kedileştirmekteydi. *** Mesaiye erken gittiği günlerden birindeydi. İşe dalmıştı. Aslında çok fazla bir işi yoktu. Yine de elindeki işleri bitirmeye çalışıyordu. Öğlene doğru genel müdür Rıza Bey’in sekreteri kendisini çağırdığını telefonla bildirdi. Hangi işle ilgili olduğunu anlayamamıştı. Yanına dosya almalı mıydı, ya kafadan cevaplayamayacağı bir konuyu sorarsa? Genel müdürün kapısını tıklatıp, içeri girdi. Rıza Bey güleryüzle karşıladı, yanında yardımcısı Selim Bey vardı. Oturması için M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

39


masasının önündeki koltuğu gösterdi. Aslında o anda olan biteni anlamalıydı. Bu olağan bir davranışı değildi, adamın. Selim Bey de gülümsüyordu. Bu da normal bir şey değildi. Hiç sevmezlerdi birbirlerini. Adamın şirketi zarara sokan bir işini farketmiş ve zamanında uyarmıştı. Kendisine teşekkür etmişti falan ama fena halde bozulmuştu. O günden sonra hep soğuk davranmış, terfisini, normal ücret artışlarını hep engellemişti. Konu havadan sudan memleket meselelerine, ekonomiye, kötü gidişe, şirketin içine düştüğü zorluklara geçti. Konuşmanın sonuna doğru Rıza Bey, ağzından baklayı çıkardı.: “Zorunlu bir tenkisat yapmamız gerekiyor...” Bu kadarı yeterdi. Gerisini dinlemedi. Arada bir iki laf duyuyor, genel müdürün ayakta el kol hareketleri ile yaptığı mimikleri görüyordu. Selim Bey, hiç konuşmuyor, kafasını kaldırmadan yere bakıyordu. Bir ara istemeden göz göze geldiler. “Sonunda yuvanı yaptım” der gibi bir yüz ifadesi vardı. Neden sonra konuşmanın bittiğini farketti. Sessizce odadan çıktı. Masasına döndüğünde yüzü sararmış, ağzı kurumuştu. Gözleri de dolmuştu. Kimse farketmesin diye gözlerini masasına dikmiş bir şeylerle meşgulmüş gibi davranıyordu. Çekmecelerini açtı. Özel eşyalarını toplamaya başladı. Değiştirdiği kaçıncı işti. Hiçbir işinden kendi isteğiyle ayrılmamıştı. Bu sefer iş ciddi idi. Artık belki de çalışacak yeni bir iş bulamayacaktı. Hiç eksik olmayan ekonomik kriz iyice derinleşmiş, bütün ülkeyi kasıp kavurmaya başlamıştı. Neyseki emekliliği hak kazanacak duruma gelmişti. Ama çalışabilecek gücü varken neden emekli olsundu. *** Ömer Bey bir “konjonktür” kurbanıydı. Artık onun için zorunlu emeklilik günleri başlamıştı. Bütün gün dışarı çıkmadan evde oturuyor, Nazlı’la yarenlik ediyordu. *** Kapı çalınmıştı. En üst katta oturan Perihan Hanımdı. Rahmetli eşini daha çok tanıyordu. Apartman boşluğunda, merdivenlerde karşılaşıp, selamlaşmanın ötesinde bir tanışıklıkları yoktu. “Ömer Bey sizin kediyle bizim Tırmık’ı başgöz etsek. Sevaptır.” Kan beynine sıçramıştı. “Sağolun hanımefendi. Bizim kızımızla ilgili öyle bir planımız yok.” dedi kibarca, sakinliğini kaybetmemeye çalışarak. Kapıyı kapattı. Çok kızmıştı. Nazlı kapının arkasında sanki görüşmenin sonucunu bekler gibi tedirgin bakıyordu. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

40


“Korkma kızım, ben seni ite köpeğe yedirtmem.” Daha sonra Perihan Hanımla birkaç kez daha karşılaştılar. Kadıncağız belki fikrini değiştirmiştir diye konuyu bir daha açmaya yeltendi. “Yok hanımefendi, bu konuyu bir daha görüşmek istemiyoruz.” diye geçiştirdi. *** Bu hayvanlar aleminde en fazla kendisi gibi olan hayvan kediydi, herhalde. Neruda ne güzel de anlatmıştı şiirinde, kedilerin bu özelliğini : “...İnsan balık olmak ister ya da kuş,/yılan, keşke kanatlarım olsaydı der,/köpeğe sorarsanız, o bir aslandır./Mühendisin tek özlemi şair olmaktır,/sinek kırlangıca özenir,/kanatlanıp uçmayı düşler şair./Oysa kedi/yalnızca kedi olmak ister/ve her kedi,/bıyıklarından kuyruğuna,/altıncı duyusundan fare avcılığına,/altın gözlerine gece karanlığında/salt kedidir...” Ömer Bey de sadece kendisi olmak istiyordu. Ne Rıza Bey, ne de Selim Bey olmak istemiyordu. Sadece ve sadece Ömer Bey olmak istiyordu. Gerçi bu yaştan sonra artık bir başkası olabilecek durumu da yoktu ya. *** Gene balkonda oturup gazeteleri karıştırdığı bir sabahtı. Galiba aylardan “mırtav ayı” idi. Dalmıştı. Kucağında keyif yapan Nazlı’nın gerildiğini farketti. Korkuyla miyavlamıştı. Nedenini anlamak için etrafına bakındı. Balkonun yanıbaşında, dallarını bahçeyi sararcasına yaymış gürbüz kiraz ağacına tırmanarak yerleşen komşunun kedisi Tırmık’ın bakışlarını Nazlı’ya dikmiş hareketlenmeye hazırlandığını gördü. Çapkın bakışlarında Tarkan’ın şarkısındaki “Yakalarsam...Mucuk, mucuk.” ifadeleri vardı. Hain kedi sapık emellerini gerçekleştirebilmek niyetiyle kurduğu planları uygulamak için ağaca çıkıp, sinsi sinsi sokularak balkonun dibine kadar gelmişti. Neredeyse bir sıçrayışta balkona giriverecekti. Nazlı iyice gerilmiş, kamburunu çıkarmıştı. Ömer Bey, hırsla ayağa kalktı. Tırmık’a atacak bir şeyler arandı. Ayağındaki terliği kaptığı gibi bütün gücüyle fırlattı. Terlık kaçamadan Tırmık’ın sırtına isabet etti. Yüzsüz, zampara kedi acıyla miyavlayarak kendini ağaçtan aşağı bırakıp, kaçtı. Öfkesi geçmeyen Ömer Bey bir ayağında terliğin öteki teki, diğer ayağı çıplak Tırmık’ı kovalamak için sokak kapısından fırlayıp, merdivenlerden topallaya topallay bahçeye indi. Kedi yediği darbeyle sersemlemiş bir halde bahçede dolanıyordu. Eline geçirdiği taşları fırlatarak koşturmaya başladı. Sokağın başına kadar kovaladı, Tırmık’ı. Nefes nefese eve dönerken üst katın balkonundan Perihan Hanım kızgınlıkla bağırdı. “Siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz?!!” “Lütfen kedinize sahip olun. Kızımızın etrafında dolaşmasın.” Bu sefer Perihan Hanım sinirlenmişti. Balkondaki çiçekleri suladığı bir kova suyu aşağıya Ömer Bey’in üstüne boca ediverdi. Sırılsıklam olmuştu. Neyse önemli değildi. Nazlı’nın namusunu korumuştu., ya. *** M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

41


Nazlı’nın aileye katılmasının üzerinden çokca zaman geçmişti. Ve hatta Ömer Bey emekliye ayrılalı da epey olmuştu. Ömer Bey, iyice küskünleşmiş, zorunlu olmadıkça dışarı çıkmamaya başlamıştı. Sabah erkenden kalkıyor, çayını demledikten sonra koltuğuna oturuyor, kapıcının getirdiği gazeteleri okuyordu. Hava güzelse balkonda oturmayı tercih ediyordu. Yıldığı dünya ile bağlantısı adeta balkondan görülen sokak kadardı. Genellikle Nazlı da yattığı yerden kalkıp Ömer Bey’in kucağına zıplayıp, yatıyor, onun başını okşaması için kafasını avucuna uzatıyor, sevildiğinde gözlerini kısarak mırıldıyordu. Bu hemen hemen her gün böyle oluyordu. Nazlı ile Ömer Bey arasında kıskanılacak bir sevgi ve dostluk ilişkisi oluşmuştu. Birbirleri dışındaki dünyada bilinmeyen tehlikeler, kötülükler vardı, sanki. Ömer Bey’in bu hali karısını ve kızını ve oğlunu da üzmeye başlamıştı. Karısı kızgın bir anında : “Sen de, kedin de birbirinize benzemeye başladınız.” demişti. Hele bir keresinde saçlarını tararken banyo lavabosuna dökülen saçlarını gösterip “Kedin gibi tüy döküyorsun” deyip kızmıştı. Düşündükçe karısına hak veriyor, kendisi de gün geçtikçe daha da belirginleşen bu benzerlik ilişkisini hayretle farkediyordu.. *** Ömer Beyin karısı ille de “Bu ev bize artık küçük geliyor, değiştirelim.” diye tutturmuştu. Kafasına takmıştı bir kere. Aradılar taradılar yukarı mahallede, yeni yapılmış bir binada, daha büyükçe bir ev buldular. Aslında kullanışlı, tesisatları daha düzgün, iyi bir evdi. “Bu evi de kiraya veririz, evlenince de kız oturur.” Diye Ömer Beyi ikna etti, karısı. Senelerce oturdukları alıştıkları evlerinden, mahallelerinden ayrılmak zor geliyordu, ama oturdukları ev çok sorun yaratmaya başlamıştı. Bir gün elektrik tesisatında problem oluyordu, ertesi gün banyo akıtmaya başlıyordu. Alt kattakiler, üst kattakiler, bütün apartman sakinleri birbirine giriyordu. Artık bıkmış, usanmışlardı. Ömer Beyin tazminatından ve biriktirdikleri tasarruflarından oluşan, bankada vadeli hesapta duran paralarıyla beğendikleri evi aldılar. Taşınmak gözlerinde büyümüştü. Eşyaları hamallar taşımıştı, ama toparlanması, temizlenmesi derken bütün ev ahalisinin canı çıkmıştı. Zavallı kedicik bir kenara sinmiş endişeli gözlerle olan biteni izliyordu. Bütün eşyalar taşındıktan sonra Nazlı’yı bir karton kolinin içine koydular. Kolay olmadı kutunun içine koymak. Çok direndi. Ömer Bey’in elini tırmaladı. Tırmıklanan, kanayan eline bakarken şaşkınlığı yüzünden izleniyordu. Şaşkınlığı ve kırgınlığı. Nasıl olurdu da sevgili kediciği (-pardon kızı), onun elini tırmalardı?! Karton kolinin içinde canı çıkarcasına miyavlıyordu. Apartmanın dışına çıktıklarında sindi. Yeni evlerine geldiklerinde kutunun kapağı açılır açılmaz fırladı, kanapelerden birinin altına, erişilmesi zor bir köşeye saklandı. Ömer Bey, ne kadar tatlı dil döktüyse de sakinleştiremedi. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

42


Çaresiz: “Pekala sen de o zaman orada yat.” dedi, Ömer Bey. Taşınma telaşı sona ermişti ama ev ahalisi de bitmişti. Erkenden yattılar. Sabah erkenden uyandı, Ömer Bey. Bir süre nerede olduğunu algılayamadı. Neden sonra taşındıklarını artık yeni evlerinde olduğunu hatırladı. İlk işi kalkıp Nazlı’yı aramak oldu. Evin köşe bucak her tarafını aradı ama bulamadı. Yoktu. Sanki kuş olup uçmuştu. Ya da kedi olduğunun bilincine varıp kaçmıştı. Bahçeye çıkıp arandı. Sokakta aradı. Yoktu. Aklına eski evlerine bakmak geldi. Öyle ya kediler sahiplerine değil, evlerine bağlıydılar. Kapıyı açıp içeri girdiğinde tahmininde yanılmadığını gördü. Nazlı oradaydı. Ömer Bey’i gördüğünde sevinçle koşturup, bacağına sürtünüp, mırlamaya başladı. *** Öğlene doğru Ömer Beyin karısı ve kızı Ömer Beyin de, Nazlı’nın da ortadan kaybolduklarını farkettiler. Bir yerlere gitmişlerdir, gelirler diye bir iki saat aldırmadılar. Ancak hala ortalıkta görünmeyince merak edip, endişelenmeye başladılar. En sonunda dayanamayıp aramaya çıktılar. Taşındıkları eski evlerine geldiklerinde Ömer Beyi de, Nazlı’yı da bıraktıkları eski çek yata uzanmış birlikte uyurken buldular. Ömer Bey uyandığında aldığı kararı açıkladı. Yeni taşındıkları eve gelmeyecekti. Nazlı ile birlikte eski evlerinde yaşacaklardı. “Kusura bakmayın ben kızımdan ayrılamam” dedi. Kızım dediği kediciğiydi. Öz kızından bile daha çok sevdiği ve giderek daha fazla birbirlerine benzeyen kedisi Nazlı.

* Bu öykü ilk kez Mayıs-Haziran 2003’de Kül Öykü Dergisi’nin 2. sayısında yayımlanmıştır.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

43


Postacının Oğlu

Bu türden törenleri hiç sevmezdi… Zaten kim severdi ki, ama başına gelmişti işte. Eski bir posta dağıtıcısı olan babası aniden ölmüş, bütün defin işlemlerini en büyük oğlu olarak üstlenmek zorunda kalmıştı. Koca bir gün boyunca morgtan belediyeye, camiye, oradan mezarlığa koşuşturup durmuştu. Neyseki her işin bir meraklısı, bir bileni oluyordu. Babasının eski arkadaşlarından biri yanına yine emekli postacılardan birini alıp, gittiği her yere yanında gelip yardımcı olmuştu. Aman yarabbi, ne bilinmedik karmaşık bir düzeni vardı bu işlerin… Tek başına olsa hiçbirini beceremezdi. Bu posta dağıtıcıları da ne kadar birbirlerini bağlı olurlarmış meğerse… Sevgili babacığının artık bu dünyadan ebediyen ayrıldığına ölü bedeni mezara konulana kadar inanmak istememişti. Sanki uykusundaymış da gözlerini aralayıp “Çok susadım yavrum, bir bardak soğuk su verebilir misin?” diyecek. O da koşturup bir sürahi dolusu su ve bardakla yanına ilişecek, babası kana kana iki bardak suyu içtikten sonra şevkatle gözlerinin içine bakacak ve her zamanki gibi “Sağol yavrum, su gibi aziz ol,” diyecekti. Ne kadar çok severdi babasını, babası da onu ve diğer çocuklarını. Onların en ufak hastalıklarında bile perişan olurdu adamcağız. Üzülmelerini hiç istemezdi. Tek lüksü su istemekti. Suyu çocuklarının elinden alırken bir tür sevgi köprüsü oluşturuyordu onlarla arasında. Aslında bir bardak suyu bile sıkılarak isterdi çocuklarından. Hazin bir cenaze töreniydi. Kazılmış mezarın içine indi, babasının kefene sarılı cesedini tabuttan çıkardıklarında artık kaçınılmaz sonu kabullendi. Kefenin üzerinden cansız bedenine sarıldı, öptü. “Elveda babacık.” *** Ertesi sabah önce kuşlar uyandı. Yağmurlu bir gündü. Bütün gün pencerede oturup yağmur damlalarının sesini dinledi.Düşüncelere daldı. Sanki yağmur damlaları ile sohbet ediyordu. Babacığını kaybetmişti. Niyeyse babası yıllarca çalıştığı, emek verdiği mesleğini aniden bırakmıştı. Hiç konuşmamış, anlatmamıştı sebebini. Zaten olan biteni anlayamayacak kadar küçük bir yaştaydı. Bir şeylere kızmıştı, belki. İnsanın emekliliğini beklemeden işini bırakıp, işsizliği, parasızlığı göze alması için tepesini attıracak önemli nedenleri olmalıydı. Daha sonraları bir arkadaşıyla büfecilik yapmıştı. Badanacılık, dolmuş şoförlüğü yapmıştı, daha bir çok işe girmiş çıkmıştı ama ne iş yaptığını sorduklarında hep “Eski posta müvezzisiyim” derdi. 44 M. Hakkı Yazıcı Kıyıdan Açılamamak


*** İnsanın bir yakını ölünce eşyalarını toparlamak da yine en yakınlarına düşüyordu. Annesiyle birlikte babasının eski eşyalarını ayıkladılar. Ne kadar da çok pılı pırtı birikmişti. Pek çoğunu atmak gerekiyordu. Eski elbiseleri mahallenin yoksullarına verdiler. Anı değeri olanları bir kenara ayırdılar. Yatak odasındaki divanın altından, senelerdir orada duran eski bir deri çantayı tozların arasından çıkardı. Bu babasının posta dağıtıcısıyken kullandığı çanta idi. Ayrılırken geri teslim etmemişti demek ki. Yıllarca çalıştıktan sonra babasının aniden mesleği bırakmasının nedenini annesine de sordu. O da bir şey bilmiyordu. Çekiştirerek çıkardığı çantayı açtı. İçi mektup doluydu. Sahiplerine ulaştırılamamış mektuplar. Kimbilir içlerinde neler vardı. Acı haberler, mutlu haberler içeren mektuplar…Hal hatır soran gönül alma mektupları. Belki de önemli sırlar taşıyan, ancak muhatabına ulaşamayıp sır kalan konuları içeren mektuplar… Çantanın içindeki mektupları açmadan zarflarını gözden geçirdi. Bir ara şeytana uyup bir ikisini açmayı düşündüyse de vazgeçti, zarfları açmadı. Bu mektuplar ancak sahipleri tarafından açılmalıydı. Mektuplar biraz tozlanmıştı ama çok yıpranmamışlardı. Zarfların üzerindeki pullar oldum olası ilgisini çekerdi. Eskiden mektup almak ne kadar önemli bir şeydi. Herkesin evinde telefon yoktu. Olsa bile hatlar yeterli değildi. Şehirlerarası telefonları santrala yazdırmak, saatlerce sıra beklemek gerekiyordu, bir iki dakika konuşabilmek için. Ne faks, ne de internet biliniyordu. İnsanların uzaklardaki sevdikleriyle, yakınlarıyla haberleşebilmek için mektup en önemli araçtı. Mahallede postacının yolu gözlenirdi. Merakla “postacı amca bize mektup var mı?” diye sorulurdu. Varsa alınıp, sevinçle eve koşturulup mektup açılır, uzaktaki amcadan, teyzeden, askerdeki ağabeyden gelen mektup defalarca okunurdu. Oysa şimdi öyle miydi? Okulda söyledikleri “Bak postacı geliyor, selam veriyor,/ Herkes ona bakıyor merak ediyor.” Şarkısının bugün için anlamı neydi? *** Aslında babasıyla meslektaş sayılırdı. Bir süre bir kurye firmasında çalışmıştı. “Motorlu kurye aranıyor!” diye bir ilan okumuştu, gazetede. Mahalleden Yunus Ağabey’in toplayıp, adeta yeniden imal ettiği bir Harley-Davidson’u vardı. Ondan rica etmişti. İyi adamdı, Yunus Ağabey. Özenmiş, gıcır gıcır yapmıştı, eski motoru. Kendisinden çok aksesuarlarına masraf etmişti. Çok nazlanmadan vermişti, motorunu. “Yalnız dikkatli kullan, kaza yapma.” Diye tembihlemişti. İşe kabul edildiğinde çok sevinmişti. Sabahın erken saatlerinde işe çıkıyordu. Motora bindiğinde birden havası değişiyordu. Yeleleri rüzgarda savrulan bir ata binmiş süvari gibi hissediyordu, kendisini. Şirketin verdiği telsizle yönlendiriliyordu. Verilen adrese gidip gönderiyi teslim aldıktan sonra, kaskını takıp motora atlayıp yola koyulduğunda yüzünü yalayan esintiyle adeta sarhoş oluyordu. “Yollar, sokaklar, güzelim caddeler ben geliyorum!”diye haykırmak geçiyordu, içinden. En sevmediği yağmurlu, çamurlu günlerdi. Yanından geçen araçların sıçrattıkları su birikintileri, zifos, giydiği tulumu, postallarını ve hatta kaskını çamur içinde bırakıyordu. Bazı araç sürücüleri kasten keyiflendiklerinden yapıyorlardı, bunu. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

45


Bir gün kahvede, çamur içindeki giysileri ile otururken, arkadaşları onun bu haliyle dalga geçince, kızmış : “Benim üstümdeki pislik mübarek topraktan, siz asıl hayatın içindeki kirliliklerden sakının.” demişti. Sonra da söylediği şeylerin özlü söz olduğuna inanmış, böbürlenmişti, “Vay be ne biçim laf ettim!” diye. Trafik tıkanıklığı, gencecik yaşında damar tıkanıklığı kadar uzak bir sorundu onun için. Trafikte yumak olmuş araçların arasından geçip, dikiz aynasından geriye bakıp yola devam ettiğinde arkasından bakan bunalmış araç sürücülerinin kıskançlıktan çatladığını hissedip, keyifleniyordu. Başlangıçta her şey çok güzeldi. Annesi, babası huzura ermişlerdi. Oğulları iyi kötü bir iş bulmuş, kahvehane köşelerinden kurtulmuştu. İş dönüşü Harley-Davidsonun üzerinde mahalleye girişi çok fiyakalıydı. Evlerin pencerelerinden, perdelerin arkasından komşu kızlarının hayranlıkla ona baktıklarını farkediyordu. Kaç ay yapmıştı, bu işi? Cebindeki paranın hesabını yaptığında boğaz tokluğuna çalıştığını anladı. Aldığı paranın çoğu motorun benzinine, tamirine gidiyordu. Şirketin müdürünün odasına gidip, topuk vurup selam verdikten sonra durumu anlattığında adamın cevabı çok kısa ve net oldu : “İşine gelirse...” Adam haklıydı, bu işi yapmaya can atan binlerce, kendi gibi işsiz genç olduktan sonra... O da babası gibi aniden işi bırakıp, motoru Yunus ağabeye geri teslim etmişti. *** Epeydir işsizdi. Babasının çantasından çıkan, sahiplerine ulaştırılmamış mektupları iletmeye karar verdi. Hem iyilik yapmış, hem de kendini oyalamış olurdu. İçlerinden seçtiği birkaç tanesini sahiplerine ulaştırmak üzere bir sabah erkenden sokağa çıktı. Sora sora mektuplardan birinin üzerindeki yazılı adresi buldu. Aradığı adres Fatih’teydi. Ördek Kasap Mahallesi Karakoyunlu Sokak…İstanbul’un eski sokaklarından biri. Her şey değişmişti. Bir çok sokağın ismi bile aynı değildi. Evler yıkılmış yerlerine yeni binalar yapılmıştı. Ancak gene de şanslıydı. Mektup alıcısı kadını tanıyan birilerini bulmuştu. Onu kadının oğlunun çalıştığı dükkana götürdüler. Küçük bir bakkal dükkanıydı. Badanası solmuş, köhne dükkanın duvarlarında semte uygun bir Fatih Posteri ile milliyetçi-muhafazakar bir partinin takvimi asılıydı. Kadının oğlu kendisinden bir kaç yaş küçük genç bir delikanlıydı. Mektubu eline alınca şaşırdı. Yüzüne baktı; postacının gözlerinin duvardaki postere ve takvime takıldığını görünce “ Ben süsledim, beğendin mi?” diye sordu. Annesi öleli çok olmuştu. Duygulandı. İki sokak ötede evleri vardı. Babalarıyla beraber oturuyorlardı. Delikanlı dükkanı komşuya emanet etti, beraber çıktılar. Yürüyerek oturdukları yeni eve gittiler.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

46


Postacının oğlunu buyur ettiler. Çıtır çıtır ses çıkararak yanan bir odun sobasının yanında oturan yaşlı babasının yanında yer gösterdiler. Çay ikram ettiler. Adamın kızı, damadı ve torunları, hepsi sobanın etrafına toplanmışlardı. Yaşlı adam ne kadar da babasını andırıyordu. Çakısı ile çenttiği kestaneleri yanına oturduğu kızgın sobanın üzerine diziyordu. Kızaran kestaneleri üfleye üfleye soğutup, eliyle soyuyor, sonra da torunlarına veriyordu. Bir kaç tane de postacının oğluna ikram etti. “Maşallah torunlar çok sevimli. Kaç çocuk, kaç torun var amca?” “Bir kızım, bir oğlum var. Kız evli. İki de torunum var ondan.” “Torunlar daha çok seviliyor değil mi?” “Eh öyle...Çocuklarımı çok severim. Hayırlıdırlar.” Eğilip, elini ağzına siper edip, alçak sesle diğerlerinden duyurmadan, “Laf aramızda en çok benim oğlanı severim, seni getiren. Bambaşka bir çocuktur. Birbirimize çok düşkünüz.” Postacının oğlunun aklına bir kaç gün önce yitirdiği babası geldi. Gözleri buğulandı. “Duygularını anlarım, amcacığım.” dercesine başını salladı. “ Bu iki katlı evde hep birlikte yaşayıp gidiyoruz işte. Anaları da çok iyi bir kadındı. Çok genç yaşta kaybettik garibimi.” “Allah rahmet eylesin.” “Zor oldu...Çocukları tek başıma yetiştirmek, bu hale getirmek...Ama onlar olmasaydı hayat daha zor olurdu. Beni de çocuklarım büyüttü.” İhtiyar adam zarfı açıp, mırıldanarak okumaya başladı. Taktığı gözlüklerine rağmen kağıdı burnunun dibine sokmuş, heceleyerek okuyordu. Mırıltıların arasından ne dediği anlaşılmıyordu. Sobanın etrafında halka olmuş herkes merakla onu izliyordu. Sonlara doğru yer yer duralayıp, kağıdı indirip yanan sobaya gözlerini dikip dalıyordu. Oğlu, harıl harıl yanan odun sobasının içi geçmeden yeni ağaç parçaları atarak ateşi canlandırıyordu. Adamın tavrından mektuptan oldukça etkilendiği belli oluyordu. Bu hali onu izleyen oğlunu, postacının oğlunu ve diğerlerini iyice meraklandırıyordu. Mektubu baştan sona okuduktan sonra içinden bir kez daha okudu. Arada gene mırıldanıyor, ara sıra duraklıyor, gözleri dalıyordu. Mektup ölen karısına başka bir adam tarafından yazılmıştı.: “ Biriciğim, Seni çok özledim. Senden ayrı olmaya dayanamıyorum....Karnında aşkımızın meyvası, çocuğumuzu taşıyorsun. Biz birbirimize aitiz. Kocan olacak o adamı terket. Birlikte kaçalım. Çocuğumuzu kuracağımız yeni yuvamızda büyütelim...Seni çok, ama çok seviyorum. Lütfen beni daha fazla bekletme..İmza: Kirkor.” Mektubun önemli kısmı bu cümlelerdi…Zaten çok uzun bir mektup da değildi. M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

47


Neden sonra mektubu okumayı bitirip, gözlüklerini indirdi. Bir süre sessiz kaldı. Herkes merak etmişti. Oğlu sessizliği bozarak sordu. Yaşlı adam, “Yok bir şey oğlum, uzak akrabalardan biri göndermiş, hal hatır soruyor,” diyerek, mektubu yırtıp yanan sobanın içine attı. Bir sır sobada yanan mektupla birlikte yok oldu. Adam, postacının oğluna döndü. “ Senin işin gücün yok mu evladım?” diye terslendi. Postacının oğlu ilk geldiği anda gördüğü misafirperverlikle bu tavır arasındaki farka şaşırdı. Afallamış bir şekilde bir süre oturdu; sonra izin isteyip çıktı. “Ne kadar tuhaf insanlar,” diye düşündü, “İyilik de yaramıyor.”

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

48


Ve Kapanır Parantez Kitaplarda Ölmek Adı, soyadı Açılır parantez Doğduğu yıl, çizgi, öldüğü yıl, bitti Kapanır, parantez. O şimdi kitaplarda bir isim, bir soyadı Bir parantez içinde doğum, ölüm yılları. Ya sayfa altında, ya da az ilerde Eserleri, ne zaman basıldıkları Kısa, uzun bir liste. Kitap adları Can çekişen kuşlar gibi elinizde. Parantezin içindeki çizgi Ne varsa orda Ümidi, korkusu, gözyaşı, sevinci Ne varsa orda. O şimdi kitaplarda Bir çizgilik yerde hapis, Hâlâ mı yaşıyor, korunamaz ki, Öldürebilirsiniz. Behçet Necatigil

Yoktum; daha yeni ölmüştüm, üzerimde müthiş bir hafiflik vardı. Bedenimi hastane odasında bırakıp, dışarı çıktım… Merdivenleri iner çıkarken hiç zorlanmıyordum. Akşam olmuştu; güzel bir sonbahar akşamıydı. Nereye gittiğimi bilmeden uzunca süre yürüdüm… Şaşkındım… Öleceğimi bildiğim halde yine de olayın şokunu üzerimden atamamıştım. İnsan ölmeden nasıl bir şeyle karşılaşacağını bilemiyor… Boğazın Anadolu yakasını bir uçtan bir uca yürüyerek katettim. Hiç yorgunluk duymuyordum; tuhaf bir duyguydu.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

49


Uzun süredir pençesinde kıvrandığım ölümcül hastalığın neden olduğu ağrılarımdan kurtulmuştum. Öldüğüme göre sorumluluklarım; her ayın ev kirasının, telefon, elektrik, su faturalarının, çocukların okul taksitlerinin ödenmesi gibi yükümlülüklerim de yoktu. Artık ürün veremediğimi, yazarlık serüvenimin sona erdiğini söyleyen edebiyat eleştirmenlerinden, ikide bir sözleşmemizi burnuma dayayan yayıncımdan kurtulmuştum. Çok uzun süredir hayal edip de yapamadığım her şeyi yapabilirdim. Avare avare sahilde dilediğimce dolaşabilir; çimenlere boylu boyunca uzanıp gökyüzünü; güneşi, ayı, yıldızları, bulutların seyrini, kuşları izleyebilirdim. Bütün bunları yapmak için bolca zamanım olacaktı; ancak önce kendi cenazeme mi gitseydim? Tereddüt içindeydim… Aslında merak etmiyor da değildim. O an aklıma geliveren, Aziz Nesin’in “İçimde bir merak / öyle bir merakki / ölümümden bir ay sonra / bir güncük yaşamak / ve / dostu düşmanı / suçüstü yakalamak “ dizelerini mırıldanarak yürüdüm. Sabah olmuş, güneş yüzünü göstermişti. Esnaf dükkanlarının kepenklerini açmaya başlamıştı. Yeni gelmiş gazete balyalarını açan bir bayiin yere serdiği gazete kümelerine göz gezdirdim. Birinci sayfalara ekonomi ve savaş haberleri hakimdi; hep sıkıntılı haberler… Bunlardan da kurtuldum diye düşündüm. Gazetelerin bir ikisinde sağ alt köşelerde benimle ilgili haberler vardı: “Edebiyatımız önemli bir ismini kaybetti,” gibi başlıklar atmışlardı. Bu “önem” sözcüğüne şaşırdım. Her yere rahat girip çıkabiliyordum ve hiç kimse beni görmüyor, fark etmiyordu. Nereye gömüleceğimi biliyordum. Karacaahmet’teki aile kabristanında bana da yer vardı. Önce gasilhaneye gittim. Zavallı bedenim bir cenaze arabasında tabutun içinde getirildi. Sağlığımda yıldızımızın hiç barışmadığı bacanağım cenaze arabasında şoförün yanında oturuyordu. Bir başka arabayla arkadaşlarımdan, komşulardan birkaç kişi geldi. Özensiz bacanağım yüzünden tabut arabadan indirilirken yere devrildi; tabut kapağı açıldı, kefene sarılı cesedim yere serildi. Sanki hiçbir şey olmamış gibi çekiştire çekiştire yeniden tabuta yerleştirdiler… Asabım bozulmuştu… Merak edip gelmesem daha iyi olurdu; bütün bu olanları görmek dayanılacak gibi değildi. İmam kanıksamış bir yüz ifadesiyle, oramı buramı çekiştire çekiştire, kaba hareketlerle cansız bedenimi yıkarken iyice sinirlendim. Ardından cenaze namazı için camiye gittim. Çok kalabalık değildi. Bizimkiler de her nedense ilan verip, bir gün daha beklemek yerine hemen gömmek için acele etmişlerdi. Bedenim musalla taşında tabut içinde yatarken eş dost camiye gelmişlerdi. Oğlumun ve kızımın ağlamaktan kızarmış gözlerini görünce yüreğim parçalandı. Yayıncım eşimi bir kenara çekmiş usulen yaptığı başsağlığı konuşmasından sonra baskısı çoktan tükenmiş kitaplarımı hemen basmanın doğru bir şey olacağını söylüyordu. Bir de adımı yaşatmak için ödüllü bir edebiyat yarışması düzenlemeyi öneriyordu.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

50


Caminin cemaati olmasa cenaze namazını kılacak kimse olmayacaktı; benim çevremden namaza katılan ancak bir iki kişi olmuştu. Namazdan sonra da mezarlıkta alelacele gömüp dağıldılar. Sonuç olarak her şey çok asap bozucuydu. Neyse ki merakımı gidermiştim. Bitmişti… Artık dilediğimce avarelik edebilirdim. İstanbul kazan, ben kepçe dolaşmaya başladım. Doğma büyüme İstanbullu olmama rağmen ne kadar çok bilmediğim, görmediğim yer vardı. Bir gün Beyoğlu’nda gezerken kitapçıların vitrinlerinde sıra sıra yeni baskısı yapılmış kitaplarımı gördüm. Bir kültür merkezinde de edebiyatçılığımla ilgili bir söyleşi vardı. Öldükten sonra birden önemsenmiştim. Başımı sallayıp, güldüm… Ellerim cebimde yürürken içime hüzün çöktü; öldükten sonra ünlenen yazarları andım.

M. Hakkı Yazıcı

Kıyıdan Açılamamak

51


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.