Faşizme Karşı Mücadele

Page 1

Faşizme Karşı Mücadele

Faşizm Irkçılığın kökeni - Antony Hamilton Hayalî ataların izinde - Atilla Dirim Faşizm nedir? - Meltem Oral Faşizme karşı mücadele - Volkan Akyıldırım Faşizmin kitle ruhu - Rıfat Solmaz Mevcut rejim, iktidar veya devlet faşist midir? - Ahmet İnsel Popülizm demek yeterli mi? - Ahmet İnsel Faşizm: Bir umutsuzluk hareketi Alman devrimi neden yenildi? - Çağla Oflaz Almanya’da devrim, Nazizm ve Stalinizm - Şenol Karakaş Faşizm, darbe ve birleşik mücadele - Canan Şahin Stalin faşizmi yenmedi, ona sebep oldu - Özdeş Özbay Yapay zekaya faşizmi öğretenleri yenmek - Volkan Akyıldırım Milliyetçilik nasıl bir ideolojidir? - Arife Köse Milliyetçilik doğallıkla meşrulaştırılamaz - Tanıl Bora MHP değişti mi? Kuzu postunda kurt - Meltem Oral Almanya’da siyaset sağa kayıyor - Volkhard Mosler Otoriterleşme ve milliyetçilik - Arife Köse Faşizme ve islamofobiye karşı omuz omuza - Ozan Tekin Birleşik mücadele: Ne için, kimle, nasıl? - Volkan Akyıldırım Brezilya’da aşırı sağ nasıl kazandı? - Esra Akgemci Faşistlerin olağanlaştığı seçim - Şenol Karakaş


Faşizm, sıklıkla yanlış kullanılan bir kavramdır. Genel olarak beğenilmeyen her şeye “faşist” yaftası yapıştırmak adeta bir gelenek hâlini almıştır. Oysa faşizm, özel bir örgütlenmenin, kapitalizm içindeki kendine özgü bir biçimin adıdır. Faşizm, tüm demokrasiyi parçalamak üzerine hareket eder, burjuva demokrasisini bile… Faşizm, kapitalizmin bir sonucu olmasına rağmen burjuvazi açısından dahi en son tercih edilebilir bir rejimdir. Faşist hareketler, büyük işçi hareketlerine karşı gelişmiştir. Burjuvazi, işçi direnişlerini, ayaklanmaları bastırmak için genellikle polis ve orduya dayanır ancak sıradan insanların politika üzerinde giderek daha fazla etkili olmaları, salt polis ve orduya dayanarak ayaklanmaları ezme yöntemini etkisiz hâle getirmiştir. Bu noktada, büyük işçi hareketlerini bastırabilmek için sivil bir kitle hareketi olarak faşizm, burjuvazinin tercih edebileceği bir karşı-devrim yöntemi olarak ortaya çıkmıştır. Faşizmin, iktidara geldiği her yerde mutlaka egemen sınıfın krizinden faydalanarak iktidarı ele geçirdiğini de unutmamak gerekir. 1930’larda İtalya ve Almanya’da faşizmin yükselişi, her iki ülkede de yenilen işçi devrim2

leri ve ekonomik krizin yarattığı umutsuzluk ortamında küçük burjuvazinin ve lümpen proletaryanın başını çektiği bir kitle hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Bu iktidarların temel niteliği ırkçı olmaları değildir, ırkçılık işçi sınıfının birliğini her alanda bozmaya dönük bir stratejidir. Faşizmin esas niteliği işçi sınıfı örgütlülüğünü her alanda parçalamaya dönük hareket etmesi, en ufak demokrasi kırıntısını bile yok etmek üzere hareket etmesidir. Faşist partiler, diğer burjuva partilerinden kolaylıkla ayırt edilebilirler. İkili bir strateji izleyen faşist partiler, bir yandan parlamenter yoldan iktidarı ele geçirmeye çalışırken bir yandan da sokakta kendisinden olmayan herkese terör uygulayan gruplar, çeteler oluştururlar. Faşizmin doğru bir tahlilini yapabilmek, faşizme karşı mücadele edebilmenin temel koşuludur. Leon Troçki faşizmin panzehirinin ancak kitlesel, birleşik bir işçi hareketi olabileceğini anlatmıştır. Sosyalistler, faşizmi “düşünce özgürlüğü” kapsamında değerlendirmezler, insanlık düşmanı bu ideolojiye karşı işçi sınıfının tüm örgütlerinin birleşik mücadelesini savunurlar. Marksist Sözlük, marksist.org


Irkçılığın Kökeni

I

rkçılık egemen sınıfın cephaneliğindeki en sevdiği silahlardan biridir. Ne zaman bir ekonomik ya da politik kriz olsa, bir günah keçisi yaratılır, suçlanacak bir azınlık buluunur. Suçlu diye bankacıları işaret edecek değiller ya! Egemen sınıf bizleri ırkçılığın eşyanın tabiatına uygun bir fikir olduğuna inandırmak ister, ama bunun gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Irkçılık tarihte maddî temeli olan bir ideolojidir. Kökenleri Atlantik ötesi köle ticaretine kadar götürülebilir. “Irk” ve ırkçılığın yaratılışı yeni kapitalist sınıfın büyümesi ve hakimiyet kurmasıyla el ele gitmiştir. Kapitalizmin ortaya çıkışından önce de elbette önyargı ve bölünmüşlük vardı, ama insanlar ten rengine dayanarak sistematik bir biçimde baskıya maruz kalmıyordu. Örneğin, antik Roma halkı “barbar” ya da “medenî” olarak sınıflandırılıyordu, ama bu kategoriler geçişkendi. Ait olduğunuz kategori, imparatorluğunuzun topraklarının başka bir imparatorluk tarafından ele geçirilip geçirilmediğine, egemen imparatorluğun aktif bir üyesi olup olmadığınıza bağlıydı. Ait olunan sınıf kişinin hakim olan imparatorluğun aktif bir üyesi olup olmadığına bağlı olabiliyordu. Roma Imparatoru Septimus Severus Afrikalıydı. Kayıtlarda siyah olduğundan hiç bahsedilmemesinin sebebi bunun o zaman önemli görülmemesiydi.

Antony Hamilton Hiyerarşi Bu vahşi toplumlar, özgürlüğün bir ayrıcalık olduğu ve savaşlarda esir düşen insanların köleleştirilmesinin adil olduğu temelinde köleliği meşru kılıyordu. Ama bu kölelik anlayışı herhangi bir ırk ya da ırksal hiyerarşiyle ilintili değildi. Irk fikri çok sonradan, kapitalizmin yayılması için gerekli servetin ortaya çıkmasını sağlayan köle ticareti ile yükseldi. İspanyollar ve Portekizliler, 15 yüzyılın sonundan itibaren Amerika kıtalarının halklarını ve kaynaklarını sömürmeye başlayan ilk Avrupalılardı. Avrupalıların kendileriyle birlikte Amerika’ya götürdüğü hastalıklardan sağ kurtulan yerlileri köleleştirdiler ve boya, tutkal ve kauçuk üretmek için büyük plantasyonlarda kullandılar. Bu ürünler Avrupa’ya yollanıyor ve devasa kâr marjlarıyla satılıyordu. İspanyol ve Portekizliler bölgede bir süreliğine hakim güç oldular, ama hammaddelere ilgi hızla büyüdü ve İngiltere başta olmak üzere diğer Avrupalılar da kısa sürede bu topraklara kök salmaya başladı. Bu yeni girişimler hızla egemen hâle geldi çünkü servetlerinin büyük bölümünü krala vermek zorunda olan feodal İspanyol ve Portekiz tacirlerinin aksine bunlar girişiler kapitalist girişimlerdi. Elde ettikleri kârları, işletmelerini geliştirmek için

3


Faşizme karşı Mücadele yeniden yatırıma dönüştürüyorlardı. Yerli halkı köleleştirmenin yanı sıra sömürgeciler Avrupa’dan sözleşmeli/bağımlı hizmetçiler getirdiler. Bu sözleşmeler, ödeyemediği bir borcu olan ya da hapis cezası almış kişileri veya yeni kıtada yeni bir hayat kurmak isteyenleri belirli bir süre için patronun “mülkü” hâline getiriyordu. Bunlara ek olarak, başta az sayıda da olsa, sömürgeci tüccarlar Afrikalıları da köleleştirmeye başladı. Başından itibaren kölelik bir gerekçelendirme gerektiriyordu. Önce, 16. yüzyılın ortalarına kadar köleliği meşrulaştırmak için dinî sebepler öne sürüldü. Ama 1550’de Juan Gines de Sepulveda yeni ve ilkel-ırkçı bir çizgi savundu. Sepulveda’ya göre, “doğal kabalıkları ve gerilikleri” nedeniyle Hintlileri köleleştirmek felsefî olarak meşru görülebilirdi. Bu gerekçelendirme, belli insan gruplarının doğuştan taşıdığı bazı özelliklerin onları daha aşağı kıldığı iddiasının başlangıcı oldu. Başta bu ırkçı fikirler Amerikalı yerlileri Hıristiyanlaştırıp tanrının gözünde eşit kılmak isteyen rahipler ve misyonerler tarafından dirençle karşılandı. Tüccarlar ise bu direnişten hoşlanmadılar – bazı misyonerler, kârlarının tehlikeye girmesini istemeyen tüccarlar ve plantasyon sahipleri tarafından Amerika’ya yolculukları sırasında ya gemiden atıldı ya da katledildi. Sözleşmeli/bağımlı İrlandalı ve diğer yoksul Avrupalı işçiler plantasyon sahiplerinin ana gelir kaynağı oldu. Fakat bu işçiler genellikle üç ya da beş yıllığına sahiplerine bağlı çalışıyordu. Sonra ayrılıyorlar ve hatta bazen patronlarının rakipleri hâline gelebiliyorlardı. Afrikalı köle emeğine büyük ölçekte yöneliş 17. yüzyılın ortasında başladı. Sözleşmeli/bağımlı işçilerin yarattığı karmaşadan kurtulmak isteyen ve yeni işgücü peşinde olan plantasyon sahipleri için Afrikalı köleler çığır açan bir adım oldu. Büyük tarihçi Eric Williams bunu şöyle ifade ediyor: “Zenci¹ köleliğin kökeni işte tam da burada yatıyor. Sebep ırksal değil, ekonomik. İşçinin rengiyle hiçbir ilgisi yok, emeğin ucuzluğuyla ilgisi var. Hintli ya da beyaz emekle kıyaslandığında, zenci kölelilik şüphesiz daha üstündü… Bu bir teori olmaktan ziyade toprak sahiplerinin kendi deneyimlerinden çıkardığı pratik bir sonuçtu. Toprak sahibi ucuz emek için gerekirse Ay’a giderdi. Afrika Ay’dan daha yakındı.” Kapitalist düşünürler arasında “Tüm insanlar eşit yaratılmıştır” inancına sahip olanlar kendilerini bir

4

çelişkinin içinde buldu – eğer bu inanç doğruysa milyonlarca insanın köleleştirilmesini nasıl açıklayacaklardı? Hepsinin “haklı savaşlar”da esir alındığını iddia edemezlerdi. Basit çözüm, Afrikalıların insan olmadığını savunmaktı. Trinidadlı Marksist C L R James bu durumu şöyle özetliyor: “İnsanları ırk temelinde bölme fikri köle ticaretiyle başlar. Kölelik o kadar çarpıcı bir şeydi ki, dinin ve filozofların toplum anlayışına o kadar zıttı ki, insanlığın bunu kabul edebilmesinin tek dayanağı halkı ırklara bölmek ve Afrikalıların aşağı bir ırk olduğuna karar vermek idi.” Aşağı bir ırk Siyahları aşağı bir ırk olarak tanımlamak plantasyon sahiplerine sadece yakalayıp zorla köleleştirdikleri Afrikalıları değil, onların çocuklarını ve çocuklarının çocuklarını da köleleştirilme meşruiyetini verdi. Bu ideoloji hızla, Avrupalıların doğal üstünlüğünü kanıtladığını iddia eden yeni bir “bilim” haline geldi. Köle ticaretinin zirveye ulaştığı 1760’ta, 23 ciltlik bir “evrensel tarih” yayımlandı. Bu yayın Afrikalıları “kibirli, tembel, hain, hırsız, fevrî ve her türden şehvete bağımlı…” olarak resmetti. Aynı yayın, “Herhangi bir Afrikalıda kötü olmayan herhangi bir özellik bulmak neredeyse mümkün değildir… Ürettikleri az sayıda zanaat eserine ya da ürüne bakılacak olursa, bu eserlerin de aynı kaba ve sıkıcı aptallığı taşıdıkları görülecektir” diye yazıyordu. Irkçılığın temeli ve yaratılışı köle ticaretinde yatıyor, ama burada bitmiyor; ırkçılığın karmaşıklığı ve yaygınlığı giderek arttı. Köle ticareti nihayet sona erdiğinde bile, ırkçılık yeni biçimlere dönüşerek devam etti. Bir sistem olarak kapitalizmin Atlantik-ötesi ölçeğinde köle ticaretine ihtiyacı kalmadığında bile ırkçılık işçi sınıfını bölmek için kullanılan güçlü bir silah olarak gereksinilmeyi sürdürdü. Kölelerin çoğu Amerika kıtasında çalıştırılmış olmasına rağmen, sistemi meşrulaştıran ideoloji büyümekte olan kapitalist dünyanın her yanına nüfuz etti. Örneğin, Britanya İmparatorluğu dünya çapında genişler ve halkları boyunduruğu altına alırken, ırklar hiyerarşisine dayalı anlayış İngiliz egemen sınıfının da çok işine yaradı. Amerikan İç Savaşı’nda Güney’in 1865’te yenilmesiyle Amerika’da kölelik sona erdi, ama Güneyli plantasyon sahiplerine segregasyon (renk temelinde mekânsal ayırım) uygulama hakkı verildi. Siyahlara mülk olarak sahip olamadıkları zaman bile plantasyon sahipleri yüksek toplumsal statülerini yi-


tirmedikleri hissini sürdürebildi. Ve böylece kölelik bitse de ırk kavramı kullanılmaya devam edildi ve işçiyi işçiye karşı konumlandırmak için kullanıldı. Segregasyon kimin “beyaz” kimin “siyah” olduğu ile ilgili daha kesin yasal tanımlar yapmayı gerektiriyordu. Egemen sınıfın duyduğu bu ihtiyaç 1921’de yasalara şu tanımın yazılmasına yol açtı: “Beyaz birey tanımı, Asya Türkiye’sinde doğan bir Ermeni’yi, on altıda bir oranını aşmamak kaydıyla Hint kanından bir bireyi ve bir Suriyeliyi kapsar, ama Afganları, Amerikan yerlilerini, Çinlileri, Filipinlileri, Hawailileri, Hinduları, Japonları, Korelileri, Zencileri içermez. Kanında dörtte bir oranında Afrika kanı olan beyaz birini, Malay kanının ağır bastığı bir bireyi, babası Alman annesi Japon birini, babası Kanadalı annesi Hintli birini ya da annesi Çinli babası Portekizli bir baba ile Çinli bir annenin oğlu olan birini içermez.” Bugün bu tanım bize gülünç geliyor ya da ırk kavramının ne kadar saçma olduğunu gösteriyor olabilir. Lakin, o dönem ırk kavramı yasalarla tamamen yerleşik hâle getirilince milyonlarca insanın hayatı her gün cehenneme çevrildi. Yönetmek için bölmek Günümüzde benzer bir “ırk” algısı göçmenlerle ilgili tartışmalara sirayet etmiş bulunuyor. İnsanlar sürekli daha iyi ya da daha farklı bir hayat arayışı içinde hareket halinde olmuşlardır ve kapitalizm kendi ihtiyaçlarını karşılamak için emeğin kesinlikle seyyar olmasını gerekli kılıyor. Ama aynı zamanda işçi sınıfını bölünmüş tutabilmek ve insanları göçmen işçilere düşman etmek için ırkçılığı kullanabilmek istiyor. Egemen sınıf nasıl yönetmek için bölmek zorundaysa, işçi sınıfı da güçlü olmak için kollektif örgütlenme yeteneğini sergilemek zorunda. Egemenler işçi sınıfını, kimin düşman kimin dost olduğu konusunda her zaman böler, işçilerin dikkatini dağıtır ve kafalarını karıştırır. Ama bu konuda her zaman direnişle karşılaşmışlardır. Segregasyon, 1960’ların Sivil Haklar Hareketi ile mağlup edildi. Bu hareket siyahları ve beyazları ırkçılara ve onların kanunlarına karşı yan yana getirdi. İngiltere’de kölelik karşıtı hareket köle ticaretinden beslenen pamuk endüstrisi gibi alanlarda çalışan işçiler arasında çok güçlüydü. Karayipler’deki köle isyanları sistemi ciddi bir biçimde sarsmayı başardı. 20. yüzyıl boyunca göçmen karşıtlığından İslamofobi’ye kadar farklı ırkçılık

biçimlerine hep birleşik mücadele ile meydan okundu. Irkçılık insanların yukarıdan aşağıya kendilerine dayatılan fikirlere ikna olması ile hayat bulur ve ırkçı saldırılar ve tacizler bizzat bireyler tarafından işlenir. Irkçılık yapan bizzat bir devlet kurumu, örneğin ırkçı polis teşkilatı, olduğunda ise, suçlu olan kurumun kendisi değil tek bir polismiş gibi gösterilirilir. Gerçekte, çürük olan sistemin kendisidir. Irkçılığa karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadelenin odağında olmalıdır. Kapitalizm ve ırkçılık birlikte doğdular ve birbirilerini besliyorlar. Irkçılık hepimizi dibe çeker; bölündüğümüzde gücümüz azalır ve daha kolay sömürülür hâle geliriz. Çeviren: Canan Şahin 1. Zenci kelimesi orijinal metindeki ‘negro’ kelimesine karşılık olarak yazılmıştır. AltÜst dergi 24. Sayı

Hayalî Ataların İzinde Atilla Dirim Tibet’in pek çok açıdan çok ilginç bir yer olduğuna şüphe yoktur. Orta Asya’da, ortalama 4.900 metre yüksekliğindeki bu ülke “dünyanın çatısı” olarak anılır. İlgi çekici olması sadece coğrafî özelliklerinden ötürü değildir. Tibet, eskiden bu yana güçlü bir mistisizme ve etkileyici efsanelere sahip bir yer. On yedinci yüzyıldan sonra Tibet kökenli Sanskritçe metinlerin batı dillerine çevrilmesi, Tibet’e duyulan ilginin kaynağını oluşturur. Bu efsanelerin bir kısmında Agartha ve Shamballa adı verilen efsanevÎ ülkelerden söz edilir. Efsanelere göre her iki ülke de çeşitli felaketlerden sonra suların derinliklerine gömülen Mu ve Atlantis kıtalarının sakinleri tarafından kurulmuştu. Bu ülkeler mistik özelliklere sahipti, çağımızın çok ötesine uzanan teknolojik bilgi ve imkânlara sahipti. Uçan makinelere, uzaktaki yerleri gösteren büyülü aynalara, sonsuz enerji kaynağı yüzüklere sahiptiler. Shamballa, bir görüşe göre yüksek dağların tepesinde, başka bir görüşe de Gobi Çölü’nde ya da başka bir coğrafî bölgede bulunuyor ve ancak sırlara vakıf kişiler tarafından görülebiliyordu. Agartha ise bir yeraltı dünyasıydı, sonu olmayan tünellerle birbirine bağlıydı. Her iki ülkenin kralları arka planda kalmak suretiyle dünyayı yönetiyor; Shamballa kötülüğü temsil ederken, Agartha iyiliği temsil ediyordu. Bazı efsanelere göre durum bunun tersiydi, ya da bu iki

5


Faşizme karşı Mücadele ülke iç içe geçmişti. İyiliğe karşı kötülük, aydınlığa karşı karanlık, beyaza karşı siyah olara simgeleştirilen bu zıtlıkların birliği, yani diyalektik, kuşkusuz sembolik bir anlama sahipti. Ancak bu simgeler politik anlamda da çok ilgi görmüş, bu efsanevî ülkelerin üstün vasıflara sahip sakinleriyle aynı soydan geldiklerini, bundan ötürü de dünyaya hükmetme imkânına ve hakkına sahip olduklarını iddia eden ırkçıların faaliyetleri için ideolojik dayanak teşkil etmeye başlamıştı. Hitler ve ırkçı örgütler Almanya’da yaşanan büyük ekonomik ve siyasî krizle birlikte radikalleşen küçük-burjuva hareketinin temsilcisi olan Naziler, üstün ırk kuramlarını Thule ve benzeri ırkçı örgütlenmelerden almışlardı. Thule örgütü, 1918 yılında Rudolf von Sebottendorf tarafından kurulmuştu. Görünürdeki amacı Alman ırkının kökenlerini araştırmaktı. Örgüt, Almanların temsil ettiği Ari ırkının kökenini, kuzeyde bulunan efsanevî Thule adasına bağlıyordu. Bu aslında Atlantis’in bir tür kuzeyli versiyonuydu, sakinleri büyük psişik güçlerle donatılmıştı, evrenle bütünleşmişti ve yüksek bir teknolojiye sahipti. Ancak Thule gerçekte antisemitizmi öne çıkartan faşist bir örgütlenmeydi ve sokakta devrimci güçlerle kanlı çatışmalara giriyordu. Örgüt, 1919’da faşist Almanya İşçi Partisi’ni (Deutsche Arbeiterpartei/DAP) kurdu. Hitler, DAP’ın bir toplantısına katıldıktan sonra partiye üye oldu, parti içinde hızla güç kazandı ve Thule örgütünü tasfiye ederek partiyi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei/NSDAP) dönüştürdü. Hitler’in ilgisini Tibet’e yönlendiren kişi, önde gelen Thule üyelerinden General Karl Haushofer olmuştu. On üç dil konuşan, gamalı haç figürünün Naziler tarafından kullanılmasına önayak olan Haushofer, başta Japonya olmak üzere birçok Asya ülkesinde bulunmuş, buraların geleneklerini, inançlarını, dillerini incelemişti. Ari ırkın kökeninin Tibet’te bulunduğu düşüncesini ortaya atmış, bu düşünce Hitler tarafından benimsenmişti. Hitler, bu sayede Almanya ile Tibet arasında bir Ari köprüsü kurmayı ve Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmayı mümkün kılan bir ideolojik altyapı ortaya koymayı düşünüyordu. Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti Hitler, SS komutanı Heinrich Himmler’e, Haushofer’in anlatıları ışığında “Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti’nin (Forschungs- und Lehrgemeinschaft das Ahnenerbe e.V., kısaca Ahnenerbe)

6

kurulması emrini verdi. 1935 yılında kurulan cemiyetin görevi, Nazilerin “üstün Ari ırk” iddiasının altını bilimsel olarak doldurmaktan ibaret gibi görünüyordu. Ancak örgütün gerçek faaliyet alanı daha genişti. Özellikle İngilizlerle rekabette öne geçmek amacıyla Asya ülkelerinde casusluk faaliyetlerinde bulunmak, keşif bahanesiyle gittiği yerlerden doğal zenginlikleri ve tarihî eserleri yağmalamak, ayrıca insanlar üzerinde sözde bilimsel deneyler yapmak gibi görevleri de vardı. Ahnenerbe’nin en kapsamlı keşif gezisi, SS üyesi, zoolog ve botanikçi Ernst Schäfer liderliğinde 1938’de Tibet’e yapılan geziydi. Geziye yine bir SS üyesi olan Bruno Beger isimli antropolog da katılmıştı. Ekibin görevi Tibet yönetimi ile Almanya arasında siyasî ve ekonomik bağlar kurmak, Tibet’in sert ikliminde yaşayabilen dayanıklı bitki ve hayvan türlerini Almanya’ya götürmek, yerel halkın antropolojik özelliklerini inceleyerek Ari ırkla ilgilerini ortaya çıkarmak ve kültürel öğeleri araştırmaktı. Ekip, Tibet’te uzun süreli incelemelerde bulundu. Schäfer bitki ve hayvanları incelerken, Beger de insanları inceliyordu. Yaklaşık 300 kafatası üzerinde, bunların Ari ırka ait olduğunu kanıtlayan çalışmalar yaptı. Tibetliler ve Sikkim halkı üzerinde de incelemelerde bulundu. Schäfer, raporlarında Tibet aristokrasisinin Avrupalılardan bile Ari olduğunu, “Üçüncü Reich”ın dünyayı ele geçirmesinden sonra, bu bölgenin yönetimini üstlenebileceklerini yazıyordu. Demir adam Ekip Almanya’ya geri döndüğünde, beraberinde pek çok bitki ve hayvan örneğiyle kültürel nesneler getirmişti. Bu nesnelerin üzerinde gamalı haçların bulunmasına özel bir önem verilmişti; ancak bir nesne vardı ki, daha ilk bakışta diğerlerinden farklı olduğu anlaşılıyordu. Eisenmann (Demir Adam) adı verilen 24 cm. yüksekliğinde, 10 kg. ağırlığında bu heykel, sakallı ve pantolonlu, zırhlı bir tanrıyı temsil ediyordu. Heykel muhtemelen Chinga meteorunun bir parçasıyla yapılmıştı; ağırlıklı olarak demir ve nikelden oluşuyordu. Göğsünün tam ortasında bir gamalı haç vardı. Schäfer’in keşif gezisi başarıyla sona ermişti. Hitler memnundu. Tibet’le ilişkiler geliştirilmiş, Ari ırkın Orta Asya’ya uzanan kökenleri kanıtlanmış, doğuya çıkılacak seferde yeni ittifakların temeli atılmıştı. Anadolu’dan Orta Asya’ya… Bütün bunlar olup biterken, benzer gelişmeler


Türkiye’de de yaşanıyordu. Türklerin aslında tarihin en eski ve köklü uluslarından biri olduğu, anavatanlarının Orta Asya’da efsanevî güzellikte bir ülke olduğu, doğal felaketler sonucu buralardan göç etmek zorunda kaldıkları ve bütün dünyaya yayılarak gittikleri her yere medeniyet taşıdıkları fikri, Abdülhamit baskısından kaçarak Avrupa’ya yerleşen Yeni Osmanlılara, Almanlar tarafından Turan projesi üzerinden empoze ettirilmişti. Almanya, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî ve ekonomik ortağı olmuştu. Osmanlı’da yükselen milliyetçi fikirleri denetimi altına alarak, Orta Asya’ya uzanan yayılmacı politikalarına güçlü bir müttefik kazanmak amacındaydı. Turan Yeni Osmanlıların hızla Jön Türklere dönüşmesi sonrasında, İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden Turan fikri Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezî politikası haline geldi. Artık okullarda duvarlara asılan boy boy haritalarda Türklerin Orta Asya’dan dünyaya nasıl yayıldıkları kalın kırmızı çizgilerle gösteriliyordu. İslam milleti yerini Türk ulusuna bırakıyordu. Gençler arasında o güne dek bilinmeyen Aydemir, Cengiz, Börtüçine gibi isimler hızla yayılıyordu. Ancak Şevket Süreyya (Aydemir) gibi milliyetçi fikirlerden etkilenen gençler, İstanbul dışına çıktıklarında, kendilerine anlatılanlarla gerçeklerin örtüşmediğini, Türklük ve Turan söylemlerinin kimseler tarafından bilinmediğine acı bir şekilde şahit oluyorlardı.

malistler de kendi içlerinde Türkleştiremedikleri unsurları – Kürtleri – tasfiye etmek, muhalefeti susturmak ve olası yayılmacı savaşlara ideolojik zemin hazırlamak için üstün vasıflara sahip Türklük fikrini tekrar ısıtıp masaya koydular. Bizzat Mustafa Kemal’in emirleriyle Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi geliştirildi. Bu tezlere göre, Türkler dünyanın en eski ırkıydı. Dünyanın ilk dili Türkçeydi. Diğer bütün diller Türkçe’nin bozulmuş haliydi. Türkler Orta Asya’dan dünyaya yayılmış, akla gelebilecek bütün medeniyetleri kurmuş ve dillerini diğer kavimlere vermişlerdi. Türkler her zaman dünyaya hükmetmişlerdi, bu kaderlerinde vardı ve yeniden hükmetmek üzere ayağa kalkmışlardı. Bütün bu tezleri araştırması için 1930 yılında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Amaçları itibarıyla Ahnenerbe’den farksız olan bu kurumun aslî amacı, Anadolu’da yaşamış olan kadim halkların Türk olduğunu, dolayısıyla Anadolu’nun doğal olarak Türklerin yurdu olduğunu kanıtlamaktı. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, diğer halkların durumunu şöyle ifade ediyordu: “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı”.

Turan’ı fethetmek üzere Sarıkamış’tan yola çıkması planlanan ordunun daha harekete bile geçmeden imha olması, İttihat ve Terakki’nin Turan İmparatorluğu hayallerini suya düşürdü. Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte, Enver Paşa’nın muhalifi olan ve daha küçük çapta bir ulus-devlet projesini benimseyen Mustafa Kemal’in iktidara gelmesi, Turancılığın ve Orta Asyacılığın bir süreliğine rafa kaldırılmasına neden oldu. Ancak 1930’lu yıllarda bu durum hızla değişmeye başladı.

Bu tezleri yaratmak kolaydı, ancak az da olsa inandırıcı olmaları için bilimsel temellere oturtulmaları gerekiyordu. Bunun sağlanması için 1932 yılında Birinci Türk Tarih Kongresi düzenlendi. Kongrede, Atatürk’ün manevî kızı Afet İnan tarafından yapılan sözde antropolojik araştırmaların sonuçlarına yer verildi. İnan, yaptığı konuşmada Türklerin Ari ırkın temsilcileri olduğunu ilan etti: “Kafasını ve vicdanını, en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeğe karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildirecektir ki; onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, Ari, medenî, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir”. (Birinci Türk Tarih Kongresi, 1932, s. 41).

Ari ırkın temsilcisi: Türkler

Efsanevi kıta Mu

Ekonomik krizinin dünyayı vurmasıyla birlikte 1929’dan itibaren Avrupa’da milliyetçilik ve ırkçılık hızla yükselmeye başladı. Krizin etkisiyle bunalıma giren küçük burjuva kitleler giderek radikalleşiyor, faşizan fikirleri benimsiyordu. Bu durum Türkiye’de de hızla yankısını buldu. Zaten ırkçı bir öze sahip olan Kemalizm, bu özü hızla yeşertecek bir zemin bulmuş oldu. Almanya giderek daha fazla silahlanıyor, yaşam alanlarından, kaderi dünyaya hükmetmek olan üstün Ari ırktan söz ediyordu. Ke-

Bu esnada Enver Paşa’nın damadı Tahsin Bey (Mayatepek), Mustafa Kemal’e Güney Amerika medeniyetlerinden olan Maya toplumun dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlikleri anlatan bir rapor sundu. Raporu inceleyen Mustafa Kemal, Tahsin Bey’i konu hakkında daha ayrıntılı araştırmalar yapmak üzere Meksika’ya ataşe olarak atadı. Tahsin Bey, Meksika’da yoğun araştırmalar yaptı. Bu araştırmalar esnasında, Mayaların dili ve kültürü ile Türk dili ve

7


Faşizme karşı Mücadele kültürü arasındaki benzerlikleri anlatan toplam 14 xz

raporu Mustafa Kemal’e ve Türk Dil Kurumu’na gönderdi. Bu raporlarda Mayaların güneşle olan ilişkileri anlatılıyor, özellikle Mevlevi giysileri ve ayinleri ile Maya güneş tapınmaları arasındaki benzerlik vurgulanıyordu. Güneş bu araştırmaların merkezini oluşturuyordu, çünkü Türkçe’nin dünyanın en eski dili olduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi bunu gerektiriyordu. Tümüyle fantastik bir tahayyül üzerine inşa edilen bu teori Tahsin Bey’in raporlarında da desteklendi. Tahsin Bey bu araştırmalarla meşgulken, William Niven adlı bir kişi tarafından bulunduğu ve 13.00015.000 yıllık olduğu iddia edilen tabletlerin deşifreleriyle karşılaştı. Gerçi tabletlerin orijinalleri ortada yoktu ve çevirilerinin nasıl yapıldığına dair veriler de son derece şüpheliydi; ancak Tahsin Bey konuyla ilgilendi. Bu tabletlerde Mu adında, bir zamanlar Pasifik Okyanusu’nda bulunan, ancak birtakım doğal felaketler tarafından denizin dibine gömülen bir kıtadan söz ediliyordu. Kıtanın sakinleri dünyanın dört bir yanına dağılarak bugünkü bilinen medeniyetleri kurmuşlardı. Tahsin Bey bu konuyla ilgilenirken, James Churchward ismine ulaştı. Hakkında pek az bilgi bulunan bu kişi bir İngiliz albayı olduğunu, uzun yıllar Hindistan ve Tibet’te kaldığını, burada bir Tibetli rahip tarafından kendisine gösterilen binlerce yıllık tabletleri, yine aynı rahipten öğrendiği kadim bir dille deşifre ettiğini anlatıyor ve uzun uzun Mu kıtasından bahsediyordu. Tahsin Bey, James Churchward’ın hiçbir maddî temele dayanmayan kitaplarını – ortada ne tabletler vardı, ne rahip, ne de coğrafî konum bilgisi – Ankara’ya bildirince, Mustafa Kemal konuya büyük ilgi gösterdi. Ne de olsa kitaplarda Mu’nun mirasçıları olarak Uygurlardan söz ediliyordu. Türkler de Uygurların bir kolu olarak, bu efsanevi kıtanın doğrudan temsilcisi oluyordu. Mustafa Kemal, derhal 60 kişiden oluşan bir tercüman ekibi kurdurarak Churchward’ın kitaplarını Türkçe’ye çevirtti. Bu kitapları satırların altını çizerek ilgiyle incelediği bilinmektedir. Tahsin Bey geri döndüğünde Mustafa Kemal tarafından kabul edildi ve kendisine Meksika’daki faaliyetleri doğrultusunda Mayatepek soyadı verildi. Ancak nedendir bilinmez, tekrar Meksika’ya dönme yolundaki istekleri kabul edilmedi ve Mu kıtasının araştırılması faaliyetlerine son verildi.

8

Hayaller ve yalanlar 1930’lu yılların fırtınalı günlerinde Almanya ve Türkiye’de aynı anda Orta Asya’da Âri ırkın aranmaya başlanması, bunun belgelenmesi için dünyanın değişik yerlerine heyetler gönderilmesi tesadüf müydü, yoksa iki devlet arasında bu konuda görüşmeler yapılıyor muydu? Thule örgütünün kurucusu von Sebottendorf 1910’lu yıllarda İstanbul’da bulunmuş, çok değişik kişi ve gruplarla ilişkiye geçmiş, olasılıkla Turan politikaları üzerinde çalışmıştı. Keza sonradan birer Nazi olacak çok sayıda Alman askeri ve subayı da Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de savaşmıştı. Bu ilişkileri bilmek şu anda pek mümkün görünmüyor. Ancak görünen şu ki, ta Tibet’e kadar uzanan Âri ırk arayışının sonuçları hiç de iyi olmadı. Üstün ırk olma iddiasındaki Naziler dünyayı ateşe ve kana boğarak, milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. Keza hem İttihat ve Terakki Cemiyeti hem Kemalistler, kendilerinden olmayanlara ancak köle olma hakkı tanıdıkları topraklarında milyonlarca insanı katlettiler. Hayaller ve yalanlar üzerine inşa ettikleri ırk politikalarını temsil ettikleri sınıfların çıkarları uğruna kullanarak, geniş toprakları ateşe ve kana boğdular. Ari ırk teorisi hem Almanya’da hem Türkiye’de şu anda çöplüğe atıldı, ancak sınıfların hüküm sürdüğü bir dünyada başka kılıklarda karşımıza çıkmak için fırsat kolladıklarından emin olabiliriz. Böyle bir tehlikeye karşı hazır olmamız gerektiğinden de … AltÜst


Faşizm nedir? Mücadele içerisinde neyi, nasıl tanımladığımız önemlidir. Çoğu zaman tanımlamalar kitabî tartışmalardan ibaret sanılır. Ancak işçi sınıfı mücadelesinin tarihinde, faşizmi yanlış tanımlamanın, yanlış bir faşizm analizine sahip olmanın bedelinin ne kadar ağır olduğuna dair örnekler mevcut. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Nazileri iktidara getiren veya İspanya’da General Franco’nun zafer kazanmasını sağlayan süreçler Stalinist soldaki hatalı faşizm analizlerinin ürünleri oldu. Kısaca faşizmin ne olduğunu doğru kavramak, ona karşı doğru bir mücadeleyi inşa edebilmek için önemli. Faşizmi yenmek için onun ne olduğu konusunda net olmalıyız. Her yer faşist, her şey faşizm mi? Ne yazık ki Türkiye’de faşizm konusunda yaygın bir kafa karışıklığı var. Bazı sosyalist çevrelere göre devlet zaten faşist, 12 Eylül döneminde faşizm yaşandı ve AKP de faşist bir parti. Üstelik ‘biz zaten AKP’ye propaganda olarak faşist diyoruz’ diyenler bile var. Seçimlerin ardından mücadeleyi ve mücadelenin güçlü yanlarını görmeyen karamsarların, karamsarlıklarını politize etmeye çalışmalarının bir ürünü olarak yeniden ‘faşizm ilanı’ modası nüksetti. Ancak faşizm birkaç yılda bir kurulup sonra giden bir rejim olmadığı gibi, her devlet baskısını ve otoriterizmi açıklamamızı sağlayan bir maymuncuk da değil. Özgürlüklere ve demokratik haklara yönelik her saldırıya faşist demenin en büyük yanlışı, gerçek faşist tehlikeyi küçümsemeye, görmezlikten gelmeye neden olması. Gerçek faşist tehlikeyi görmek isteyenler MHP’yi ve Ülkü Ocaklarını aklından çıkarmasın. Faşizm konusunda yaygın olan hatalı görüşler sınıfsal analizden yoksun, işçi sınıfı ve sermaye arasındaki mevcut ilişkileri açıklamaktan uzak, dolayısıyla da bu ilişkiden bağımsız bir siyasi mücadele alanı olduğunu varsayan görüşler. Oysa sınıf içeriği olmayan analizler dünyayı açıklamaya yetmiyor. Faşizm protesto hakkının engellenmesi, polis şiddeti, demokratik hakların kısıtlanması gibi otoriter eğilimlerden ibaret değildir. Bu sayılanlar dünya üzerindeki her devletin sermayenin çıkarlarını korumak uğruna, mücadeleye karşı kullandığı yöntemlerdir. Devlet şiddeti yaşadığımız kapitalist sisteme içkindir. Faşizmin ayırt edici özelliklerinden biri kitle hareketi

olmasıdır. İşçi sınıfının yıllara dayalı mücadelesinin kazanımı olan kurumları, örgütlülüğü dağıtmaya, parçalamaya yönelik mobilize olan, işçi sınıfını sindirmeye çalışan ve bunu başararak yükselen bir kitle hareketidir. Bugün bir kısmının 7 Haziran’da HDP’ye oy verdiği AKP seçmenini faşizmin kitle tabanı olarak tarif edenler, teoriyi eğip bükmekle kalmıyor, işçi sınıfının sindirilmiş olmadığını görmezden geliyor. Faşizmin zaferi işçi sınıfının mutlak bir yenilgisiyle mümkün. Böylesi bir tarihsel yenilgi döneminde değiliz. Faşizm ve sermaye Faşizm tarihte hiçbir zaman sadece seçim yoluyla bir ülkede iktidarı almadı. Faşist partilere güç veren şey kriz içindeki egemen sınıflar olmuştur. Faşizmin yükselişi genel olarak kapitalizmin şiddetli bir bunalımının, artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarında bir krizin ifadesidir. Faşist bir rejimin kurulması böyle bir buhran koşullarında, aşağıdan kitle terörü yoluyla, işçilerin siyasal ve sosyal gücünün kırılması anlamını taşır. Böylece artık değerin üretilme ve gerçekleşme koşullarında sermayenin çıkarlarından yana radikal bir dönüşüm baskı ve şiddet aracılığıyla sağlanmış olur. Faşizmin sınıfsal işlevi budur. Sermaye lehine bu sınıfsal işlev, faşistlerin sermaye sınıfı dışında insanlar arasında destek görmediği anlamına gelmiyor. Faşist hareketlerin tabanı, kriz dönemlerinde kolektif mücadele yeteneğine sahip işçi sınıfı gibi daha geniş bir toplumsal gücün parçası olmayan kesimlerden oluşur. Faşizm siyasal alana sermayenin çıkarları lehine şiddetli bir müdahale anlamına gelse de diğer yandan özellikle kapitalist kriz koşullarında küçük burjuva ya da kısmen de olsa proleter kitlelerin tepki ve öfkelerini yansıtan bir kitle hareketidir. Bu anlamda faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır. Bu gerilim, onu sermaye açısından hayli riskli bir seçenek haline getirir. Geleneksel devlet mekanizmalarının sınırlarını aşan faşist kitle terörü, sermaye düzeninin devam ve istikrarı açısından kontrolsüz bir duruma yol açabilir. Tam da bu ihtimal nedeniyle faşizm, hâkim sınıf için ciddi bir kumardır. Sermaye ancak egemenliğinin ciddi bir tehdit altında olduğu çok özel koşullarda bu kumarı oynamaya cüret edebilir. Bugün Türkiye sermaye sınıfının bu kumarı oynamaya cesaret etmesini gerektirecek bir ‘tehlike’ altında olduğunu söylemek pek mümkün değil.

9


Faşizme karşı Mücadele AKP neoliberal ve otoriter bir iktidar. Patronların çıkarlarını kollayan, demokratik kazanımları gasp etmeye çalışan ve bugün devletin Kürt halkına yönelik savaş politikalarına liderlik eden bir parti. Milliyetçiliği kışkırtan ve 1 Kasım’da MHP’nin tabanından da oy almış olan bir parti. HDP’den geri giden oylar AKP’yi Kürt halkının partisi yapmadığı gibi, MHP’den gidenler de faşist parti yapmadı. 13 yıllık iktidarın getirdiği gücün araladığı rant ve ikbal kapısı, özellikle Anadolu illerinde AKP’nin ülkücülerden veya alperenlerden de kadro devşirmesini sağlıyor. Türkiye sağının kendi içindeki rekabette geçmişte de benzer deneyimler mevcut. Osmanlı Ocakları çok açık ki bu rekabetin bir ürünü olarak kurulmuş. Osmanlı Ocakları ülkücülerin 60’lı yıllardan bu yana kemikleştirdiği paramiliter örgütlenme modelini devralmaktan ziyade, eğreti bir Osmanlı anlatısıyla, yönetici tabakaya yakın olarak bolca kaymak yenilebileceği vaadiyle bu rekabete katılıyor. Osmanlı Ocakları’nın sağdaki gençlik tabanını nasıl bir motivasyonla örgütlemeye çalıştığını izlemeye devam etmek gerekir. Demokratik haklarımıza yönelik her saldırıya ve savaşa karşı mücadele etmek zorundayız. Ancak kazanmamız için gerçekliği bulandıran karamsarlığa karşı, teorik netlik çok önemli. AKP’yi yenmek, ona oy veren işçi sınıfını özgürlüklerden, barıştan, demokrasiden yana olan antikapitalist bir mücadeleye kazanarak mümkün. 30.11.2015 Meltem Oral - Sosyalist İşçi

Faşizme karşı mücadele Newroz günü milyonlarca Kürt ‘barış’ derken, MHP kurultayından savaş sesleri yükseldi. Ertesi gün üniversitelerde ülkücüler, öğrencilere vahşice saldırdı. Sadece okullarda değil bir çok ilde HDP binaları, üyeleri, Kürt göçmen işçiler, Kürtçe konuşan ya da şarkı söyleyen insanlar hedef alınıyor. Merkez medyanın saygın bir siyasetçi olarak gösterdiği MHP lideri Devlet Bahçeli, Kürt sorununun demokratik çözümüne izin vermeyeceklerini söylüyor. Ülkücüler saldırıyor. Sonra Bahçeli çıkıp “sağduyu” çağrıları yapıyor. Sağdan ve soldan alkışlanıp meşrulaştırılıyor. Ülkücülere bu cüreti veren sadece arkalarındaki devlet desteği değil. Kendisini sol olarak gösteren ulusalcılar ve kemalistler için MHP bir partner.

10

MHP’nin soldan meşrulaştırılması sonucu faşistler önce işçi eylemlerine sızdı. Ardından Gezi’de boy gösterdiler. 2014 yerel ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ‘bas geç’ denilerek desteklendiler. Muhaliflere “Faşizm nedir? Faşist kimdir” diye sorsak AKP ve Erdoğan yanıtını verir. MHP ise AKP’ye karşı yeğlenecek ve ittifak kurulacak bir güç onlar için. 1. Her burjuva partisi, her sağ akım faşist değildir. Faşizm, mücadele ettiğimiz güçleri kitlelere kötü göstermek için kullanılan bir sıfat ya da küfür de değildir. Faşizm, kapitalizmin krizinde ortaya çıkan ve bunalıma tekelci sermaye lehine kanlı bir çözüm getiren özel bir rejimdir. 1930’ların Avrupa’sında, Almanya’da Naziler, İtalya’da faşistler, İspanya’da Francocular gibi. 2. Faşizm bir kitle hareketidir. Tabanında işçiler ve emekçiler değil, işçileşmekten ölesiye korkan küçük burjuvalar, umutsuz işsizler ve lumpenler yer alır. 3. Faşist parti, askeri bir örgütlenmedir. Almanya’da SA, Türkiye’de Ülkü Ocakları, faşizm siyasetle değil saldırılarla güçlenir ve sokak hakimiyeti kurmak ister. 4. Bir kitle hareketini, kitle hareketi durdurabilir. Faşizme karşı mücadele, kitlesel antifaşist eylemler ve birleşik işçi mücadelesiyle geriletilebilir. 5. Faşizm, yasal olarak örgütlenme imkanı bulduğunda demokrasiyi yıkmak için istismar eder. Burjuva demokrasisinde her düşüncenin örgütlenme ve kendini ifade etme hakkını savunuruz. Faşizmin asla. Düşmanlarımızı iyi tanımalıyız ki yenebilelim. AKP neoliberal bir sağ parti, MHP ise faşist. Stalinist ve ulusalcı yanlış faşizm teorilerinin aptallaştırıcı etkisinden kurtulmalıyız ki faşizmi yenebilelim. 29.03.2015 Volkan Akyıldırım - Sosyalist İşçi


Faşizmin kitle ruhu MHP lideri Devlet Bahçeli, grup toplantısından sonra basının sorularını yantıladı. MHP’den ayrılan Sinan Oğan’ın konuşma yapmak istediği kürsüye geçtiğimiz hafta içinde bir saldırı yapılmıştı. Saldıryı yapan MHP’li olduğunu ifade eden sloganlar atmıştı. Devlet Bahçeli, bu saldırganın ülkücü olmadığını şu cümleyle ifade etti: “Konuşma yapılan kürsü dağılmış ama kimseye bir şey olmamış. Ülkücü başladığı işi yarıda bırakmaz.”

alınmış da olsa, devletin yasalara aldırış etmeyen ve “gerekli olduğu yer ve zamanda” doğrudan zor kullanmak üzere örgütlenmiş bir yapı olmak zorundadır. Devlet, özetle, bir örgütler toplamıdır. Bu örgütlerin bir kısmı yasalara bütünüyle uyumludur; ama bazı başka örgütler yasaların radarının dışındadır. Devletin yasalara uygun olarak örgütlenen ve işleyen kurumları da zaman zaman yasaların radarının dışında çıkar.

Sol içinde yıllardır faşizm ve faşist partinin karakteri hakkında bir tartışma sürdürüyoruz. Bu, Türkiye’ye özgü olmayan bir tartışma, Türkiye’de başlamadı, fakat Türkiye’de bu tarihsel kökenlere sahip olan tartışma daima çok önemli oldu. Bu tartışmanın bir yanı, faşizmin tanımlanmasıyla alakalıyken, diğer yanı ise faşizme karşı mücadelede izlenmesi gereken taktikler.

Şiddetin ve yasal devletin işleyişinde yasadışılığın ne düzeyde hakim olacağının sınırını üç etken belirler. Birincisi, devleti kendi komitesi gibi gören ve bu komitenin kendi genel çıkarlarını savunduğundan emin olmak isteyen ve başka ülkelerin egemen sınıflarının baskısını her zaman hisseden egemen sınıfın iç rekabetinin ve bölünmüşlüğün düzeyi. İkincisi, kapitalist üretimin kar oranlarının azalmasına bağlı olan krizinin derinliği ve krize karşı alınan önlemlerin düzeyi ve yeterliliği. Şiddetin düzeyini belirleyen etkenlerin en başında ise “insan faktörü”, diğer bir deyişle krizin etkisini günlük yaşamında yaşam standartlarında radikal bir düşüş şeklinde yaşayan işçi sınıfı ve yoksul kitlelerin tepkisinin düzeyi.

Faşizm, sanıldığı ve solun geniş kesimleri tarafından üzerinde anlaşıldığı gibi, baskıcı rejimlerle özdeşleştirilecek bir devlet örgütlenmesi değildir. Devletin uyguladığı şiddetin düzeyiyle belirlenmez faşizm. Çekilen acıların yaygınlığı da faşizmi tanımlamakta bir ölçüt olamaz. Acıların yoğunluğu, şiddetin sürekliliği ve artan dozu değilse, faşizmi belirleyen nedir? Demokratik bir burjuva devlet mi Şiddet burjuva devlet aygıtının, üstelik en demokratik burjuva toplumunu da düşünerek kesin bir şekilde söyleyebiliriz ki, doğasında vardır, varoluşsal özelliğidir. En demokratik görünen cumhuriyet bile, bireylerin ve ezilen toplumsal kesimlerin hakları yasalar tarafından güvence altına

Demokrasinin özü Uğruna tüm yaşamımızı adadığımız siyasal demokrasinin özü, aslında budur. Egemen sınıfların devlet aracılığıyla uyguladığı şiddete karşı mücadelede, örgütlenme, düşünce, ifade ve gösteri özgürlüklerinin ne kadar genişletilebildiği, siyasal demokrasinin de sınırlarını belirler. Demokrasinin her bir kazanımı, işçi sınıfının kapitalizme ve devlet aygıtına karşı verdiği mücadelede, dişiyle, tırnağıyla

11


Faşizme karşı Mücadele kazandığı haklar toplamdır. Faşizm, bu yüzden baskıyla özdeşleştirilemez. Baskıcı olmayan burjuva devlet henüz icat edilmedi zira. Olağanüstü bir devlet biçimi olarak faşizm Faşizmin “olağan dönemlerin şiddetinden farklı” olan yanı, olağanüstü dönemlerin ürünü olmasıdır. Olağan dönemlerde, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi, faşist partiler örgütlenebilir, geniş kitle tabanları da bulabilir, seçimlere katılıp milletvekili çıkartabilir. Bu gelişmelerin her biri özgürlükleri tehdit eden hamlelerdir. Ama olağanüstü bir rejim değişikliği dönemine geçmek ve devlet örgütlenmesini tepeden tırnağa değiştirmek için egemen sınıfın faşist harekete ikna edilmesi gerekir. Sadece egemen sınıf değil ordunun da, devlet bürokrasinin, o “devlette süreklilik esastır” lafına toplumsal temel olan devlet aklının taşıyıcılarının, devasa bürokratik aygıtın akıl hocalarının ve memurlar ağının da ikna olması gerekir. Böyle bir ikna süreci, kapitalizmin krizinin ekonomik, politik, sosyolojik ve psikolojik tüm düzeylerde sert bir şekilde yaşandığı koşullarda gündeme gelebilir ancak. Kriz, devletin olağan şiddet yöntemleriyle, moda deyimle hatta otoriter popülist yöntemlerle baş edilebilecek boyutları aştığında, egemen sınıf, güvenilmez, maceracı, savaşçı ve pahalı bir rejim olan faşizme meyledebilir. Kriz orta sınıfları dağıttığında, küçük mülk sahibi milyonlarca insan mülksüzleşmeye başladığında, bu kitleler kültürel bir çöküşe sürüklendiğinde, alışıldık dini, ahlaki normlar yaşadıkları altüst oluşu açıklayamaz, dolayısıyla alıştıramaz hale geldiğinde kitlelerde radikalleşme başlar. Orta sınıflarda bu radikalleşme, aşırı uç denilen fikirlere yönelik arayış başladığında, işçi sınıfı ve onun umudu anlatan ve örgütleyen fikirleri kendisini kanıtlamış bir şekilde bir kitlesel parti olarak örgütlenmiş durumda değilse ve aynı koşullarda kitlesel, ilk kadro birikimini örgütlemiş, liderliğini şekillendirmiş bir faşist parti alternatif olabilir. Faşist alternatif, kitleselleşmeye başladığında, milyonlarca insanın kitlesel karamsarlığının, hatta çılgınlığının gövdesi haline geldiğinde, yaşananların tüm sorumluluğunu o ülkede yaygın milliyetçiliğin kökenlerinde yatan bir düşmana havale edebilir. Bu Almanya’da önce Yahudiler, sonra ve Yahudi olarak da suçlanarak Komünistlerdi. Türkiye’de, bu yaygın milliyetçiliğin köklerinde önce Ermeniler, sonra zaman zaman Ermeni olmakla itham edilen Kürtler ve bütün melaneti

12

üzerinde toplayan sol olabilir. Faşizm, şiddeti devlet tekelinden çıkarttığı oranda bağımsız bir güç gösterisi yapan bir siyasi alternatif haline gelebilir. Bu açıdan, faşizm, sivil bir kitle hareketidir, temel amacı krizi egemen sınıf lehine çözmek olan ama bunu, ancak bir kitle hareketi olduğu ölçüde işçi sınıfı kitlelerini, onun tüm derneklerini, partilerini, basınını, dağıtarak atomize edebilirse başaran bir siyasi harekettir. Bu süreç, bildiğimiz devlet aygıtının aşağıdan yukarı ve yukarıdan aşağı, faşist bir temelde örgütlenmesiyle elele gider. Faşist hareketler, şiddet ve baskıyla eş tutabileceğimiz “hödük” hareketler değildir. Toplumu ve devleti tüm hücrelerine kadar işgal etmek, kendilerini burjuvaziye kanıtlamak, örgütlenmelerinin her bir evresinde profesyonelce adımlar atmasını gerektiren modern ve soğukkanlı hareketlerdir. Bu nedenle, faşist hareketler, ilk adımlarını atmaya başladıklarında en zayıf, en korunaksız, zaten geleneksel sağ tarafından düşmanlaştırılmış toplumsal kesimlere saldırarak işe başlar. Burada kadrolaşır, örgütlenir, güç gösterisiyle eleman toplar. Türkiye’nin son 40 yıllık tarihi bu derslerle doludur. 14.03.2017 Rıfat Solmaz - marksist.org


Mevcut rejim, iktidar veya devlet faşist midir?

Ahmet İnsel

Nicos Poulantzas, 1970’de yayımlanan Faşizm ve Diktatörlük’ün sonunda, olağanüstü hal devleti ve faşizm üzerine yaptığı çalışmaya faşizmin güncelliği nedeniyle giriştiğini belirtir. Her zaman yeniden doğması mümkün olan faşizmin ve onu ortaya çıkaran faşistleşme sürecinin, muhakkak geçmişteki biçimler içinde var olmasını beklememek gerektiğini ilave eder. Tarihin hiçbir zaman aynı şekilde tekerrür etmediğini hatırlatıp, aynı istisnai rejim biçimi ve benzer siyasal krizlerin, içinden çıktıkları tarihsel dönemlerin özelliklerine göre farklılıklar göstereceğinin altını çizer. Buna, yalnız tarihsel dönemin özelliklerinin değil, faşist hareketlerin içinden çıktıkları toplumsal formasyonun da tarihsel-toplumsal özelliklerinin damgasını vurması kaçınılmazdır. Poulantzas’ın dikkatimizi bundan neredeyse yarım yüzyıl önce çektiği bu olguyu, Umberto Eco’nun hangi eserinde okuduğumu veya hangi konuşmasında dinlediğimi hatırlamadığım şu cümlesi destekliyor: “Yirmi birinci yüzyıl insanının yanılgısı, faşizmin tekrar Nazi üniformasıyla geleceğini sanmasıdır.” Evet, otoriter, otokratik, popülist, radikal milliyetçi, aşırı derecede baskıcı, şiddet kullanmaya eğilimli siyasal güçlerin, giderek daha fazla ülkede iktidara geldiği, iktidarda kaldığı günümüz dünyasında, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde, faşizmi Nazi üniforması, Kara Gömlekliler veya Falanjist milisler suretinde aramak, bu simgeler ve ona tekabül eden söylem ve eylemlerin aynısı karşımızda olmadıkça, faşizm nitelemesini zinhar kullanmamak, kavramsal püritenlik olarak değerlendirilebilir. Ne var ki bunun tam tersi tavır da sorunludur. Faşisti, kavramın içini boşaltarak, bir karşı tezahürat nesnesine, toplu küfür etmeye yarayan bir genelgeçer sıfata dönüştürmek de mümkündür. Bunun en canlı örneği, Tayyip Erdoğan’ın, Almanya ve Hollanda hükümetleriyle giriştiği ağız dalaşında, en sonunda, “Siz ‘Tayyip Erdoğan diktatör’ dediğiniz sürece, Tayyip Erdoğan sizlere ‘faşist’ de diyecek, ‘Nazi’ de diyecek”, diye bağırmasıdır (24.3.2017). Günümüzde faşizm kavramının demeyeceğim, kelimesinin “mutlak kötü”yü ifade eder biçimde kullanılması, öfkeyi haykırma aracına dönüşmesi, bu kavrama dayanarak somut durumun somut siyasal analizini yapma kapasitesini büyük ölçüde zayıflatıyor.

Türkiye’de bugün yürürlükte olan rejim, bazılarının konuşma ve yazılarında işaret ettiği gibi, faşizm midir? Ya da rejim tam faşizm olmasa da, bir faşistleşme süreci mi devam etmektedir? Bunların yanıtları etraflı çözümlemeler gerektiriyor. Birikim’in Ekim 2016’da yayımlanan 330. sayısında, Hamit Bozarslan’la yapılan söyleşide, bugün Türkiye’de yürürlükte olan rejim ve benzerlerinin faşizm olarak nitelenip nitelenemeyeceği konusu etraflı biçimde ele alınmıştı. Bu sorulara kesin biçimde hayır yanıtı vermek elbette mümkün değil. Buna karşılık, gözü kapalı evet faşizmdir demek de, Türkiye toplumunun haldeki durumunu, siyasal güç dengelerini, toplumsal sınıf yapılarını, toplumsal tahayyülü bulanıklaştıran büyük çalkantıları dikkate almamak, bütün bunları bir stadyum sloganı kıvamında düzleştirip, anlamsızlaştırmaktan pek öteye gitmiyor. Belki içimizi boşaltıp, rahatlama hissi elde ediyoruz ama aynı zamanda bu bir siyasetsizleşme aracı haline de gelebiliyor. Daha önemlisi, eğer bugün rejim, iktidar, devlet faşistse, bu rejime, iktidara veya devlete karşı nasıl mücadele edilebilir, bu mücadelenin araçları nelerdir sorusunu da yanıtsız bırakıyor. Dolayısıyla faşizm kavramını ve faşist nitelemesinin ne anlama geldiğini ince eleyip, sık dokuyarak tespit etmeye çalışmak, malumatfuruşluk ya da akademik ukalalık değil, özgürlükçü ve barışçı ilkeleri terk etmeden, “ne yapmalı ve ne yapabiliriz?” sorularına somut siyasal yanıtlar verme çabasının bir ön adamı olarak değerlendirilmelidir. *** Adlandırma, anlamsız bir eylem değildir. Adlandırma anlamanın vazgeçilmez bir parçasıdır. Yirminci yüzyılda faşist rejimler kendilerini özgüllükleri içinde adlandırmaya genellikle özen gösterdiler. Faşizm, bunun en anlamlı örneğidir. Antik Roma’da otorite simgesi olan demet, silah çatısı gibi anlamları olan fascio simgesini benimseyen, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İtalya’nın hak ettiği payı almadığı inancıyla hareket eden bir eski asker grubunun adıdır. Sonra Mussolini’nin 1919’da kurduğu hareketin adı (Fasci Italiani di combattimento) ve simgesi oldu. Nazi veya Natzi, nasyonalsosyalist parti üyeliğini (Nationalsozialist) belirten bir kısaltmadır. Daha sonra bu partinin siyasal faaliyetlerini tanımlayan bir sıfat oldu. İtalya ve Almanya gibi faşizmin prototipi konumunda olmayan

13


Faşizme karşı Mücadele Franco rejimi de, kendisine özgü bir adlandırmaya sahiptir. Falanjist, 1922-1930 arasında iktidarda olan diktatör Miguel Prima de Rivera’nın oğlunun 1933’de kurduğu Falange Espanola adlı milliyetçi örgütün üyelerinin sıfatıdır. Falanx, antik Yunan’da bir savaş düzenidir.

çalışır. Dimitrov’a atfedilen Üçüncü Enternasyonal’in faşizm tanımı, “finans kapitalin en emperyalist, en şoven, en reaksiyoner unsurlarının terörist açık diktatörlüğü” idi. Bu çerçevede faşizm, nihai iktisadi kriz beklentisi içinde, çökmekte olan kapitalizmin son çırpınışı olarak ele alınıyordu.

İtalyan faşizminin ideologu Giovanni Gentile, 1932’de faşizmi şöyle tanımlıyordu: “Faşist için her şey Devlet’tedir. Devlet olmadan, insani veya manevi hiçbir şey var olamaz, ne de bunların bir değeri olur. Bu anlamda faşizm totaliterdir.” Gentile, totaliter kavramını ilk kullananlardan biridir. Faşizm totaliterdir çünkü toplumu mutlak ve eksiksiz, total bir denetim altına almayı hedeflemektedir. Bu bağlamda, yirminci yüzyıl faşizmleri devrimci projelerden yakından esinlenmiştir. Bu faşizmlerin en önemli ortak yönleri, bireyci ve eşitlikçi niteliklerini eleştirdikleri liberal demokrasiye karşı ve aynı zamanda komünist/bolşevik devrim tehdidine karşı, reaksiyoner bir damardan beslenmeleridir.

Marx’ın bonapartizm ve Gramsci’nin sezarizm çözümlemelerini birleştiren ve geliştiren Poulantzas, faşizmin bonapartizme veya iki dünya savaşı arasında bol rastlanan askeri ya da sivil diktatörlüklere indirgenmesine karşı çıkıyordu. Faşizmin ayırıcı niteliklerinden biri, tek parti rejimi olması ve bu tek partinin sürekli kıldığı bir kitle mobilizasyonuna dayanması, ondan güç almasıdır. Diğer taraftan, faşist liderlerde ortak özellikler bulmak da mümkündür. Örneğin kendini fikir insanı değil, eylem insanı olarak tanımlamak; erkek egemen temaları aşırı biçimde kullanmak; her türlü eleştiriye karşı aşırı tahammülsüz olmak; şoven ve yabancı düşmanı temaları sürekli işlemek; kendini dünyayı ele geçirmiş büyük ve gizemli güçlere karşı “temiz ve korunaksız halkın”, “mazlum milletin” savunucusu olarak sunmak vb... Elbette Mussolini ile Hitler arasında, faşist lider profili olarak önemli farklar vardır ve zaten faşizm, bir siyasal liderin psikolojik özelliklerine, karakter yapısına indirgenemez. Ama faşizmde liderin kitleyi etkileme kapasitesi son derece önemli olduğu için, liderin karakter yapısı, psişik özellikleri faşizmin yerel renklerini belirler.

Seçimleri, eğer seçimle iktidara gelirlerse ki bu genellikle istisnadır, sadece iktidara gelmeye yarayan bir araç olarak görürler ve bunu açıkça savunurlar. Diğer yandan faşist hareketler önce paramiliter örgütlere, milislere dayanarak iktidara gelir. İktidara gelmeden önce, bu paramiliter güçler aracılığıyla büyük bir bastırma, sindirme, yıldırma politikası güder ve iktidara gelince hemen bir iç savaş sistemi içinde örgütlenir. Toplumdan sadece itaat değil, iktidarın desteklenmesi konusunda kitlesel bir mobilizasyon, total devlete aktif bir katılım talep ederler (bu konuda bkz. Bozarslan’la söyleşi). Poulantzas, faşizmi, kapitalist toplumda, sınıf savaşı içinde toplumsal ilişkilerin gelişmesinin ortaya çıkardığı özgül bir siyasal krizden kaynaklanan istisnai hal olarak tanımlıyordu. Faşist devlet, istisnai hal veya olağanüstü hal devletinin özel bir biçimidir. Bu biçim, özel nitelikte bir kitle partisinin devlet kurumları içinde hâkim olması demektir. Bu kitle partisi, başlangıçta devletdışı bir partidir. İktidara gelince devlet-parti bütünleşmesi az veya çok gerçekleşir. Ama devlet yapısı içinde esas hâkim güç, siyasal polis teşkilatıdır. Devlet içi hiyerarşi, siyasal polis en yukarıda olmak üzere, onun altında faşistleşmiş sivil kamu kurumları ve üçüncü seviyede ordudan oluşur. Faşist devlet bu anlamda, bütün devlet yapılanmasını değiştirir. Poulantzas’ın faşizm tanımı ve analizi, dönemin yapısalcılığının izini güçlü biçimde taşısa ve faşizmlere içkin olan ırkçılığı, yabancı düşmanlığını, antisemitizmi pek dikkate almasa da, Üçüncü Enternasyonal’den miras kalan faşizm tanımından çok daha fazla somut tarihsel süreçleri dikkate almaya

14

Bu kesintisiz olağanüstü hal devletlerini faşizm kavramı içinde birlikte ele almayı mümkün kılan esas etmen nedir? Totalitarizm kavramına başvurmadan, sağcı, reaksiyoner, aşırı muhafazakâr rejimler, partiler, hareketlerle faşizmleri ayırt edemeyiz. Poulantzas’ın faşizm analizinde de bu eksiklik kendini hissettirir. Sovyetler Birliği’ni de totalitarizm çerçevesinde ele almak ve Stalinizmi tanımlamak zorunda kalmaktan kaçınmak için, Poulantzas totalitarizm kavramına başvurmaz. Hâlbuki totalitarizm faşizmi anlamak için anahtar kavramdır. Mussolini sadece otoriter bir devlet kurmak, diktatör olmak arzusuyla yola çıkmamıştır. Zihinleri faşistleştirmek, yeni bir insan yaratmak, bu insanı varoluşla ilgili total ve nevzuhur bir kavrayışla donatmak arzusuyla harekete geçmiştir. Farklı biçimler altında Hitler’in mutlak egemenlik tahayyülünü besleyen ana dürtülerden biri, belki en önde geleni budur. Bu, Sovyetler Birliği’nde komünist parti diktatörlüğünün de az veya çok paylaştığı bir ülküdür. Bu açıdan Franco rejiminde totaliter nitelik ön planda değildir. Daha çok reaksiyoner muhafazakârlık öne çıkar. Bugün faşist hareket kavramını Macaristan’da JOB-


BICK, Yunanistan’da Altın Şafak, Bulgaristan’da ATAKA için kullanmak bir şeydir, Victor Orban’ın “illiberal demokrasi” olarak tanımladığı rejimini, Putinizmi veya Erdoğanizmi faşist olarak nitelemek başka bir şeydir. Putinizm faşizm değildir. Faşist tınılar gösterir, faşist eğilimler içerir ama bunlar ne rejimin ne de iktidarın merkezî ve baskın nitelikleri değildir. Aynı şey Türkiye için geçerlidir. AKP faşist bir parti midir? Rant dağıtıcı, milliyetçi ve içindeki İslâmcı nüve giderek ağır basan bir kitle partisini tanımlayabilecek yegâne kavram, faşist parti midir? Reaksiyoner sağ partilerin hepsi faşist midirler? AKP’den çok, bir kişinin etrafında kümelenmiş bir güç yoğunlaşması durumunu yansıtan bugünkü devlet yapılanmasını niteleyecek başat kavram, faşist midir? “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” gibi bir ucube tanım getirmek zorunda kalan Erdoğanizm, “total devlet” savunucusu mudur yoksa esas derdi iktidarda kalabilmek için total denetim midir? Güçler ayrılığının yürürlükten kalkması, polis devleti olma niteliğinin ağır basması, yüzyıldır devam eden kültür savaşında reaksiyoner karşı atağı yöneten bir iktidar gücünün hâkim olması, rejimi faşist olarak nitelemeye ne kadar izin verir? Türkiye’de AKP iktidarının devraldığı, Tayyip Erdoğan’ın iktidarda dönüştürüp güçlendirdiği otoriter yönetim geleneği ve otoriter devlet yapısı, iniş çıkışlar içinde bütün Cumhuriyet tarihi boyunca süreklilik gösterir. Buna, derin ve sürekli gizli devlet oluşumu ilave olur. Bu oluşumda da faşizan nitelikler vardır ve bunu topluma salgılar. Örneğin Kürt sorununu devletin bir varlık yokluk sorunu olarak telakki eden zihniyet, ne çıkışı itibarıyla AKP kaynaklıdır ne de AKP iktidarına özgüdür. Bu varlıkyokluk sorunsalı içinde Kürt meselesini telakki etmek bugün giderek hızlanan ve yoğunlaşan otoriterleşmenin güçlü taşıyıcılarından biridir. Bir de süreç sorunu var. AKP on beş yıldır iktidarda. Bu süre zarfında yerel ve genel birçok seçim yapıldı ve en azından 2015 Haziran’ına kadar bu seçimlerin iktidara sağladığı asgari demokratik meşruiyeti inkâr etmek mümkün değil. Dolayısıyla faşist nitelemesini benimseyince, on beş yıldır iktidarda olup, hâlâ toplumun takriben yarısının açıkça karşı çıktığı, oy oranı yüzde elliyi geçmeyen bir “faşist iktidar”la, tek parti diktatörlüğünün ve totaliter bir ideolojinin hüküm sürdüğü rejimleri nasıl ayırt edeceğiz? Bir rejim çok baskıcı, çok kanlı olabilir. Hapishaneleri dolup taşabilir. Gazeteciler, siyasetçiler siyasal nedenlerle tutuklanıyor olabilirler. Bütün güç ve yetki bir kişinin elinde toplanmış olabilir. Bütün bunlar yürürlükte olanın faşizm olduğu anlamına gelmez.

Eğer ifade edilmek istenen rejimin aşırı baskıcı olması, tek adamlığı, bütün kaynakların tek elde toplanması, güçler ayrılığının olmaması ve bir dinî değer ve pratikleri topluma dayatma projesinin hayata geçirilmeye çalışılması ise, sivil diktatörlük, seçimli otokrasi, reaksiyoner otoriter tahakküm, milliyetçi radikal popülizm kavramları faşizmden çok daha anlamlı ve operasyonel kapasiteleri daha geniştir. Buna karşılık, 2010’larda şekillenmeye başlayan Erdoğanizm’in, 2015 Haziran seçimleri sonrasında, demokratik seçim meşruiyetinin açık biçimde zayıfladığını da dikkate almak gerekiyor. Uzun süren ve giderek şahsileşen bir iktidar döneminin, lider ve etrafında kenetlenen zümre açısından iktidarda kalmayı olmazsa olmaz bir şart haline getirmesinin dünyada birçok örneği var. Ama iktidardaki güç için iktidarda kalmanın varlık yokluk meselesi haline gelmesi, faşizmin ayırt edici bir niteliği değildir. Günümüz dünyası, on yıllar süren bu tür diktatörlük örnekleriyle doludur. Bazı açılardan faşistleşme sürecine benzeyen bir politikayı iktidarın yürütmeye çalışması, rejimi ve devleti faşist olarak nitelemek için yeterli değildir. Tarihsel karşılaştırmalar benzeşmeleri göstermek açısından anlamlıdır ama bu türdeşlik yaratma çabasına dönüşünce analitik niteliklerini yitirmeye başlar. Sorunu daha kestirme biçimde şöyle de ifade edebiliriz: Bugün Türkiye’de faşist bir rejim vardır demenin son derece önemli siyasal sonuçları vardır. Çünkü faşist rejimlere, faşist iktidara veya devlete karşı, ancak ona uygun yöntem ve araçlarla mücadele edilebilir. Liderin vefat etmesi veya ülkenin kendisinin başlattığı savaşta büyük bir yenilgi alması dışında, yirminci yüzyıl faşist rejimlerinden çıkış yolu bulunamadı. Seçim yoluyla iktidarı kaybetmiş bir faşist rejim örneği yok. O zaman seçimli faşizm gibi, kendi içinde çelişkili bir kavram kullanmamız mı gerekecek? Seçimlerin iktidarı değiştirmek için artık anlamsız bir işlem olduğunu iddia etmek, buna inanmak, ya rejime teslimiyete yol açar ya da demokratik ilke ve yöntemleri terk eden örgütlenmelere başvurmayı kışkırtır. İç savaşa dönüşmesi büyük bir olasılık olan böyle bir gelişme, Türkiye’de gerçek faşizmi o zaman getirebilir. İktidarın niteliğini tanımlamak, onunla mücadelenin araç ve yöntemlerini de belirleyeceği için, iktidara karşı duyulan tepki ve öfkeyi en radikal biçimde ifade etme işleviyle sınırlı kalarak kullanılması sakıncalıdır. Birikim

15


Popülizm demek yeterli mi? Bir alışkanlık halini almaya başladı: Diktatörlüğü demokrasiye üstün gören, azınlıkların, dışlananların eşit yurttaşlar olarak toplumsal yaşama katılmalarını destekleyen politikalara nefret kusan, dinî dogmaların yasalara üstünlüğünü savunan, yabancı düşmanlığını bayrak yapan ve aynı zamanda emekçilerin haklarını ve doğayı koruyan önlemleri büyüme düşmanı ilan eden siyasetçilere günümüzde “popülist” etiketi yapıştırılıyor. Dört dörtlük bir aşırı sağ söylemin, güçlünün şiddet kullanmasını yüceltmenin, hem milliyetçi hem dindar bir bağnazlığı bayrak yapmanın karşılığı popülizm midir? Soruyu şöyle de sorabiliriz: 21. yüzyıl faşizmlerinin mi adıdır popülizm? Popülizm kavramı bugün birçok toplumda geniş kitlelerde karşılığını bulan şiddet, nefret ve korku karışımı siyasal tahayyüle sırtını dayan ve bu tahayyülü kışkırtarak seçimleri kazanan siyasal oluşumları tanımlamak için kullanıldığında, onları göreli olarak meşrulaştırmış olmuyor mudur? Çok yakın bir örneği somut olarak ele alarak, bu sorunun yanıtını arayabiliriz. 28 Ekim’de ikinci turda oyların yüzde elli altısını alarak Brezilya’da başkan seçilen ve görevine Ocak 2019’da başlayacak olan, yirmi sekiz yıldır silik bir milletvekilliği yapmış eski yüzbaşı Jair Bolsonaro’yu sadece sağ popülist veya otoriter popülist olarak tanımlamak yeterli midir? Bolsonaro’nun başkanlık görevine başladıktan sonra yıllardır söylediklerinin politikasına ne kadar yansıyacağını, iki tur arasında biraz ılımlılaştırmaya

16

Ahmet İnsel

çalıştığı radikal önerilerini ne ölçüde hayata geçireceğini şimdilik kestirmek zor. Buna karşılık Brezilya’da seçmen çoğunluğunun tercih ettiği siyasetçinin yakın geçmişte veya seçim kampanyasında sergilediği düşüncelerin, önerilerin kısa bir derlemesini yapmak, söz konusu olan sadece ve sıradan bir popülizm midir sorusunu yanıtlamaya başlamak için aydınlatıcı oluyor. Önce sözü Jair Bolsonaro’ya bırakalım: -“Bu kadar kapsamlı iş yasası karşısında ülkemizde işveren olmak sorunlu. Parmağında yüzükle geliyor, altı ay doğum izni. Kim ödeyecek faturayı? Patron.” -“Brezilya’da uluslararası insan hakları günü hiçbir işe yaramazlar günü ilan edilmeli. Brezilya’da insan hakları eşkıyaları, hırsızları sadece koruyor.” -“Oğlumun bir trafik kazasında ölmesini, eşcinsel olmasına tercih ederim. Her durumda benim için ölmüş olacaktır.(…) Çocuklarım eve zenci getirmezler, iyi aile terbiyesi almışlardır.” -“Irkçılığa karşı, tacize karşı politika olmaz. Zavallı zenci, zavallı kadın, zavallı eşcinsel, zavallı Nordestino (Kuzeydoğu Brezilyalı)… Bu laflara son vereceğiz.” -“Portekizliler Afrika’ya ayak basmadılar bile. Zencilerin kendileri köle ticaretini yürüttü.” -“Yerliye artık bir santimetre toprak bırakmayacağız.


Yaşasın Amazon’da ağaçların kesilmesi, bu işten çok kişi kazanacak.” -“Polis gecekondu mahallesine giriyor. On, on beş, yirmi tanesini, her birine yirmi beş-otuz mermi sıkarak öldürüyor. Bunun için onu cezalandırmak değil, ona madalya vermek gerekir.” -“İş sadece bana kalsa, her yurttaşın evinde ateşli silahı olurdu.” -“Şimdi temizlik çok daha büyük olacak. Ya giderler ya da hapsi boylarlar. Bu kızıl marjinaller vatanımızdan kovulacaklar.” -“Diktatörlüğün hatası öldürmek yerine işkence yapmak oldu. (…) Diktatörlük döneminde otuz bin pisliği kurşuna dizmek gerekirdi. Ulusa yapılacak en büyük hizmet bu olurdu.” Bu nezih fikir ve söz sağanağından yapılan seçkiyi, Bolsonaro’nun evanjelist ilahiyattan esinlenerek geliştirdiği ve seçim kampanyasında çok sık kullandığı iki sloganla bitirelim: “Gerçeği öğreneceksiniz ve Gerçek sizi özgürleştirecektir.” ve “Brezilya her şeyin üstünde, Tanrı herkesin üstündedir.” Jair Bolsonaro’yu iktidara taşıyan siyasal-toplumsal dalganın ilk adımı Dilma Roussef’in başkanlıktan düşürülmesiydi. Bunu Lula’nın hapsedilmesi izledi. Bolsonaro’nun taşkın ve saldırgan söylemi, 2002’den beri iktidarda olan Emekçiler Partisi’ne karşı orta sınıfta oluşan küskünlük ve hayal kırıklığının üst sınıflarda baştan beri sergilenen korku ve nefretle birleşmesini sağladı. Buna, alt sınıflarda ve gençlerde ciddi bir yankı uyandıran “hepsi gitsin!” dalgası ilave olunca, Bolsonaro’nun seçim kampanyası şiddet tapınmasına dönüştü. Örneğin Lula’nın hapiste çürüyeceğini muştulamakla yetinmedi Brezilya’nın yeni başkanı. İkinci turda rakibi olan Haddad’ı da hapse yollama vaadinde bulundu. Seçimin birinci turuna bir ay kala Emekçiler Partisi’nden 2004’te ayrılanların kurduğu Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’nin (PSOL) eski bir militanı Bolsonaro’yu ağır biçimde bıçakla yaraladı. Bu saldırıyı “Tanrı’dan aldığı emir üzerine” yaptığını iddia etti. Gerçekten de bu saldırı, hayati tehlikeyi atlattıktan sonra, bu kez Tanrı’nın Bolsonaro’ya lütfuna dönüştü. Rakipleriyle yapılması öngörülen altı televizyon tartışmasına bu sayede katılmaktan kurtulurken, Emekçiler Partisi’nin “kızıl komünist kanlı katiller ocağı” olduğunun tescillendiğini ilan etme fırsatını kazandı. “Özgürleştirici Gerçek”, Brezilyalıların whatsapp hesaplarında yandaşlarının

dolaştırdığı on binlerce yalan haberde yatıyordu. Jair Bolsonaro’nun iki ay sonra başkanlık koltuğuna oturduğunda kafasındakileri, seçim kampanyasında vaat ettiklerini ne ölçüde hayata geçirme olanağı olacak, şimdilik meçhul. Minyatür bir merkez sağ parti iken, 2018’de Bolsonaro’nun üye oluşunun ardından birkaç ay içinde aşırı sağ kulvara yerleşip, Brezilya’nın en çok oy olan partisine dönüşen Liberal Sosyal Parti’nin bu başkanlığı ne kadar taşıyabileceği de bilinmiyor. Bütün bunlara rağmen, Bolsonaro’yu sadece taşkınlıkla, saldırganlıkla, aşırılıkla taraftar toplayan sıradan bir popülist olarak değerlendirmek yanlış olacaktır. On yıllarca çapsızlığı, yeteneksizliği alay konusu olmuş bir siyasetçide aniden vücut bulan bu aşırı otoriter nasyonal-liberal alaşımın toplumun göreli çoğunluğunda yarattığı etkileşimi küçümsemek anlamına gelir böyle bir değerlendirme. Nasyonal yanı, milletin benimsediği dinin emrettiği düzene tâbi olmayı da içeren, liberal yanı ise piyasa ekonomisinin güçlülerinin arzuladığı toplumsal örgütlenme modelini gerçek özgürlük olarak sunmaya dayanan bu dinci, milliyetçi, cinsiyetçi, ırkçı otoriter magmayı, 20.yüzyılın ilk yarısında faşizm ve nasyonal-sosyalizmin temsil ettiği devrimci karşıdevrim dalgasının içinde bulunduğumuz yüzyılın koşullarında ortaya çıkan bir versiyonu olarak ele almak daha doğru olacaktır. Bolsonaro örneğinde karşımızda, kendini iktidara geldikten sonra ele veren, zaman içinde otoriterleşen bir siyasal lider figürü değil, faşizan dünyasını açıkça dile getirerek oy alan bir lider var. Bu nedenle kendisine Güney’in Trump’ı da deniyor. Unutmamak gerekir, Hitler de iktidara gelmeden çok önce Kavgam’da siyasal emellerini açıklıkla dile getirmişti. Bolsonaro’nun Brezilya’da demokrasi direnişi karşısında tafrası kısa zamanda tükenecek ikinci sınıf bir Caudillo mu, yoksa kısa zamanda bütün Latin Amerika’ya yayılacak bir gerici otoriter restorasyon dalgasının öncüsü mü olacağını göreceğiz. İleride ne olacağından bağımsız olarak, reaksiyoner aşırı sağın bütün özelliklerini eksiksiz ve yüksek dozda içinde barındıran Jair Bolonsaro’nun temsil ettiği siyasal eğilimi, sadece popülizm olarak değil, 21. yüzyıl faşizmlerinin en anlamlı örneklerinden biri olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Birikim Haftalık

17


Faşizme karşı Mücadele

Faşizm: Bir umutsuzluk hareketi Faşizm, işçi sınıfını ve onun tüm demokratik haklarını ezmeyi hedefleyen bir harekettir. Bugün faşizme direnmek için, onun ne olduğuna ilişkin yaratılan yaygın kafa karışıklığını aşmamız gerekiyor. Egemen sınıf, Ortadoğu’daki yeni savaşını meşrulaştırmak için, gerici ve mezhepçi bir grup olan IŞİD’i “İslamofaşist” olarak damgalamaya hazır. Buna tam bir tezat oluşturacak şekilde, ana akım medya Fransa’daki Ulusal Cephe (FN), Yunanistan’daki Altın Şafak ve Macaristan’daki Jobbik gibi partileri “aşırı sağ”, “aşırı milliyetçi” olarak tanımlıyor. Ancak onlara faşist demeyi reddediyor. Aynı zamanda binlerce kişi, sosyal medyayı kullanarak sağcı ABD başkan adayı Donald Trump’ı faşist olmakla itham ediyor. Bu durum, kısmen faşizmin diğer sağcı ve ırkçı örgütlenmelerden ne açıdan farklı olduğu konusundaki kafa karışıklığından kaynaklanıyor. Her tür diktatörce yönetim ve baskı “faşist” olarak yaftalanma eğiliminde. Ama faşizm, gerici ve ırkçı politikaları ifade etmek için kullanılan bir etiket değil. Yazar Robert Paxton’ın dediği gibi, faşizmi anlamak için işe “bir tanımdan değil, bir stratejiden” başlamalıyız. Faşizmin amacı işçi sınıfı örgütlerini ve demokratik hakları ezebilecek bir kitle hareketi inşa etmektir. Rus devrimci Lev Troçki, faşizmi eşsiz kılanın ne olduğunu ilk anlayanlardan biriydi. Troçki faşizmin hem demokratik seçimlere katılarak hem de rakiplerini terörize etmek için sokak çeteleri oluşturarak ikili bir strateji uyguladığını savundu. Faşizm ilk olarak, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından başarısızlığa uğrayan devrimin ve yoğun bir

18

toplumsal krizin yarattığı ortamda büyüdü. Egemen sınıf her zaman, isyanları ve ayaklanmaları bastırmak için, genellikle polisi ve orduyu kullanarak baskıya başvurmuştur. Ancak kapitalizm geliştikçe, sıradan insanların siyasi olarak aktif hâle geldiği bir kitlesel işçi sınıfı hareketi de büyüdü. Normal dönemlerde, liberal demokrasi kapitalistlere kâr elde etmeleri için gerekli olan istikrarı sunabiliyordu. İşçilerin hoşnutsuzluğunu parlamentoya yönlendirerek dağıtabiliyor ve kapitalist partilerin “ulusal çıkarı” temsil ediyorlarmış gibi davranmasını sağlayabiliyordu. Ancak kapitalist sınıf, krizden çıkış için hiçbir yol bulamadığında, demokrasiden de vazgeçebiliyordu. Karl Marx, 1848’in başarısız devrimlerinin ardından, Fransız egemen sınıfın yüzünü nasıl diktatörlüğe döndüğünü anlatır. Yalnızca, kapitalist partileri bile geçici olarak kapatan ve Louis-Napoleon Bonaparte tarafından yönetilen bir diktatörlük sınıf mücadelesindeki açmazı çözebilirdi. 1840’larda işçi sınıfı toplumsal bir güç olarak hâlâ yeni yeni oluşuyordu. Ama sonraları, Birinci Dünya Savaşı’nın ardından bir işçi devrimleri dalgası Avrupa’yı silip süpürdü. Rusya’da başlayan devrim, hızlı bir şekilde Macaristan’a, İtalya’ya, Almanya’ya ve ötesine sıçradı. 1920’de İtalya’da, 1930’da ise Almanya’da işçi hareketleri çoktan iktidara gelmenin eşiğine gelmişti. Onları ezmek için diktatörlükten fazlası gerekiyordu. İşçi sınıfı hareketini ezmek için egemen sınıfın bunu yapabilecek başka bir kitle hareketi bulması gerekiyordu. 1917 Ekim Devrimi’nin ardından egemen sınıflar karşıdevrimi başarıya ulaştırmak için vahşi bir şiddet uyguladılar. Rus Devrimi 1917’de


yenilseydi, faşizm kavramını karşılayan sözcük Rusça olabilirdi. Troçki faşizmin “sınıf düşmanlarının eline bir jilet verdiğini” yazdı, Paxton ise onu “devrime karşı devrim” olarak adlandırdı. Adolf Hitler’in Almanya Nasyonal Sosyalist İşçi Partisi (NSDAP) 1920’ler boyunca marjinal bir partiydi. 1928 seçimlerinde oyların yalnızca %2,8’ini almışlardı. Ancak 1929’daki büyük ekonomik krizin ardından hızla yükselerek 1930’da en büyük ikinci parti oldular, 1932 seçimlerinde ise sandıktan birinci parti olarak çıktılar. Ancak faşistler hiçbir zaman iktidara yalnızca seçimler yoluyla gelmedi. Yoğun toplumsal kriz dönemlerinde egemen sınıf, işçi hareketinin hakkından gelmeleri için onlara her zaman güç sağladı. Almanya, 1930’dan itibaren “Baronlar Kabinesi” tarafından yönetiliyordu. Egemen sınıf demokrasiyi resmen ortadan kaldırmadı ama sağcı siyasetçileri öne sürdü ve hükümete başkanlık etme görevini üst rütbeli bir generale verdi. Gelişen krizle baş etmekte hepsi başarısız oldular ve egemen sınıf en sonunda pes etti. Nazilerin taleplerini kabul ederek Hitler’i şansölye (Almanya’daki Başbakanlık benzeri kurum-çn) yaptı. Bu, faşizmin bir egemen sınıf hareketi olduğu anlamına gelmez. Faşist örgütlerin toplumsal tabanının kökleri “küçük burjuvazi”nin içindedir; yani küçük kapitalistler, dükkân sahipleri, küçük toprak sahipleri arasında. Troçki bu orta sınıf tabakaları “insan tozu” olarak nitelendirmişti. Onlar, bir yandan büyük kapitalistlerin zenginliğinden yoksundular, diğer yandan ise kolektif bir şekilde mücadele edebilen bir güç olan işçi sınıfının bir parçası da değillerdi. Macaristan’da 2000’li yıllarda orta sınıflar, İsviçre Frank’ı para biriminden büyük ev kredileri (mortgage) almaya teşvik edildiler. Ancak 2008’deki kredi krizi ülkeyi iflasın eşiğine getirdi ve orta sınıfın üzerinden silindir gibi geçti. Aynı orta sınıf, Yunanistan’da da ekonomik krizden ve onu izleyen bankaların kamu parasıyla kurtarılmasından büyük zarar gördü. Şimdi Macaristan’da Jobbik, Yunanistan’da ise Altın Şafak yükselişte. Ancak faşizmin zaferi kaçınılmaz değil. Sosyal bir krizde orta sınıf sola ya da sağa çekilebilir. Bu demek oluyor ki, devrimci sosyalistler, krizden çıkışın bir yolu olarak toplumsal dönüşümü ortaya koymalıdırlar. Troçki’nin yazdığı gibi, “eğer Komünist Parti devrimci umudun partisiyse, faşizm de karşıdevrimci umutsuzluğun partisidir”. 1920’lerin başında Almanya’daki orta sınıf sola savruluyordu. Üst düzey memurlar bile işveren örgütlerinden ayrılıp sosyal demokrat sendikalara

katılıyorlardı. Ancak bu durum 1930’larda tersine döndü. Faşizmin yükselişi, işçi sınıfı için siyasi bir yenilgi ve devrimin başarısız olması yüzünden ödenen bir bedeldi. Naziler, Holokost’ta 6 milyon Yahudi’yi, Roman’ı ve LGBT bireyi öldürdüler. Bugün Jobbik gibi partiler Yahudileri ve Romanları hedef alırken, Altın Şafak’ın çeteleri mültecileri öldürüyor. Ancak faşizmin ana hedefi, bir etnik grubun soykırıma uğratılması değil, işçi sınıfının bütün üyelerinin haklarının elinden alınmasıdır. Erken dönem Nazi propagandasında antisemitizme çok az yer veriliyordu. Bu propaganda büyük oranda Alman Devrimi’nin ve İtilaf Devletleri'ne teslim olarak “Almanya’yı arkadan bıçaklayanların” ezilmesine odaklanmıştı. Ama faşistler bu “insan tozu”nu bir arada tutabilmek için sıkça ırkçı ideolojiye de başvururlar. Naziler örneğinde bu antisemitizmdi, ama İngiltere ve Fransa’daki faşistler için bugün kullanılan İslamofobi oluyor. Faşistler, egemen sınıfın hedef aldığı kesimlere yönetilen saldırıyı fırsatçı bir şekilde yararlarına kullanıyorlar. Bu yüzden örneğin yakın zaman öncesine kadar Polonyalı faşistler saldırılarını Romanlar üzerinde yoğunlaştırmıyorlardı. Ana hedefleri LGBT bireylerdi çünkü LGBT bireyler aynı zamanda Polonya egemen sınıfının da ana günah keçileriydi. Faşistler her zaman bir yandan saygıdeğer bir siyasi vitrin oluştururken, diğer yandan sokakta uyguladıkları kaba kuvvete dayandılar. Naziler ilk olarak 1932 yılındaki Münih’te gerçekleşen Birahane Darbesi ile iktidara gelmeye çalıştılar. Ancak egemen sınıfın yalnızca bir azınlığı onları destekleyince, sonunda polisin eline düşüp rezil oldular. Sokaktaki çetelerinin varlığını korudular ama orta sınıflar arasında saygıdeğer bir sağcı imaj inşa etmeye yöneldiler. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, Holokost’un vahşetleri insanların kararlı bir şekilde Nazizme karşı çıkmasına neden olduğundan, faşistlerin bu alandaki çalışması yeniden önem kazandı. Bu yüzden bugün Marie Le Pen’in Ulusal Cephe (FN) partisi açıkça Hitler’e hayranlık belirtmiyor ya da Holokost inkârcılığı ile meşgul olmuyor. Bunun yerine bu faşist parti, çokkültürlülüğün ve göçmenliğin “tehlikelerine” odaklanıyor. FN’nin etrafında ideolojik olarak kendini adamış faşistlerden ve şiddet kullanan “Güvenlik Kurumu” mensuplarından oluşan bir çekirdek var. Bu grubun üyeleri camilere saldırıyor ve Müslümanları, LGBT bireyleri ve solcuları dövüyorlar. Onun etrafında ise rakiplerine karşı şiddet uygulamaya kararlı, pek çok daha küçük açık Nazi grupları var. Yakın bir müttefikleri, belediye başkanlığından gelen yetkisini yerel milisler oluşturmak için kullanıyor. Faşistlerin amacı hepimizi yok etmek. Bu, faşistlerle

19


Faşizme karşı Mücadele mücadelede “daha az kötü” sağcı güçlere bel bağlamamız gerektiği anlamına gelmiyor. Yapılması gereken, mümkün olan en geniş işçi sınıfı muhalefetini inşa etmek ve faşizmin umutsuzluk siyasetine karşı bir alternatif için mücadele etmek. Çok da eski olmayan bir geçmişte İngiltere Ulusal Partisi ve İngiliz Savunma Birliği yükselişteydi. Onlar nerede yürüyüş yapmaya ya da konferans düzenlemeye çalıştıysa, etrafları kitlesel protestolarla sarıldı. Seçimlerde nerede aday oldularsa, oralarda onların Nazi olduklarını ifşa eden binlerce bildiri dağıtıldı. Yani faşistlere karşı koymak için birlikte harekete geçerek faşist örgütlerin dış tabakalarını koparabilir ve geriye kalan çekirdeği ezebiliriz. Faşizmi üreten sistemi kökünden kesene kadar, faşizmin başını küçükken ezmek zorundayız. (Socialist Worker'dan Türkçe'ye Onur Devrim Üçbaş çevirdi)

Alman devrimi neden yenildi? Milyonlarca insanın ölümüne yol açan 1. Dünya Savaşı, işçi sınıfının da yaşam koşullarını çekilmez hâle getirdi. İşçi sınıfı, emperyalist politikalar uğruna birbirine kırdırıldı. İşçi sınıfının içinde ezici bir çoğunluğa sahip SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi) tüm bu emperyalist boğazlaşmalar esnasında sosyal şoven politikaların peşine takıldı. Emperyalizmin savaşını destekledi. Ancak ölümler, açlık, yoksulluk ve işsizlikten oluşan korkunç manzaralar, savaşın gerçek yüzünü hızla ortaya çıkardı ve on binlerce işçinin harekete geçmesine yol açtı. 1917’nin Ekim ayında Rusya işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi ile birlikte, devrim Avrupa’ya yayıldı. Ocak 1918’de Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda işçiler arasındaki savaş karşıtı hareket yükselişe geçti. Viyana’da işçi konseyleri kuruldu. Kasım 1918’de Alman işçi sınıfı ve askerler ayaklanarak işçi konseylerini kurdular. Savaşa karşı kitle grevleri Savaşa karşı mücadele, SPD içinde savaş karşıtı tutum alan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in öncülüğünde başladı. Liebknecht birkaç bin işçinin önünde yaptığı savaş karşıtı konuşma nedeniyle tutuklandı. Duruşma gününde 55 bin işçi Liebknecht ile dayanışma grevi yaptı. Ocak ayında Rosa ve Liebknecht’in genel grev çağrısı başarıyla sonuçlandı. İlk gün Berlin’de 400 bin işçi grev yaptı. İkinci gün bu sayıya 100 bin kişi daha eklendi. Grev tüm Almanya’ya yayıldı. 1 milyon işçi grev yaptı. Berlin’de işçi konseyi kuruldu. SPD, işçi sınıfın kendiliğinden gelişen mücadelesini kontrol altına almak için işçi konseyi içinde yer aldı. İşçi ve asker konseyleri Kasım ayında Alman deniz kuvvetlerinin İngiliz donanmasına saldırı kararına karşı erlerin isyanı, devrimin başlangıcı oldu. 20 bin denizcinin kurduğu asker konseylerini, çoğunluğunu tersane işçilerinin oluşturduğu işçi konseyleri izledi. Kasım’da tüm Kiel şehrinin denetimi işçi ve asker konseylerinin elindeydi.

20


İşçi konseyi, Bavyera Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti. Sokaklar işçilerin Eski düzenin kalıntıları süpürülmüş, sokaktaki hâkimiyeti işçiler ele almıştı. Dönemin tanıklıkları, devrimin sokaklardaki etkisini şöyle özetliyordu: “Şık giysileri içinde beyler ya da hâli vakti yerinde zarif giysili hanımlar, sokağa çıkma cesareti gösteremiyorlardı. Sanki yer yarılmış ve burjuvazi bir anda ortadan kaybolmuştu. Ortalıkta dolaşan yalnızca işçiler, yani ücretli kölelerdi. Ama bu kez, silahlanmış durumdaydılar.” İşçi konseyi temsilcileri işyerlerinde seçiliyor ve işçiler tarafından her an geri çağrılabiliyorlardı. Kapitalistlerin can simidi reformizm Rusya’da başlayan devrim Avrupa’ya sıçramıştı. Çanlar egemen sınıflar için çalmaya başlamıştı. Sosyal demokrasi, egemen sınıfın imdadına yetişti. SPD, 1 milyondan fazla üyesi, 4,5 milyon seçmeniyle bürokratik, dev bir yapıydı. Gençlik ve kadın örgütlenmeleri, kooperatifleri, kulüpleriyle işçi sınıfının bütün hücrelerine sızmıştı. Kapitalizmi yıkma fikrini çoktan terk eden bu hantal yapı, devrimi ezmek için harekete geçti. Liebknecht’in sosyalist cumhuriyeti ilan ettiği sırada, SPD önderi Cumhuriyeti ilan etti. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’in önderliğini yaptığı Spartakist hareket politik olarak etkili olsa bile konseyler içinde yaygın değildi. İşçi ve asker konseyleri ulusal kongresinde delegelerin çoğunluğu (288 delege) Sosyal Demokratları desteklerken, Spartakistleri destekleyenlerin sayısı yalnızca 10’du. Sosyal demokratlar parlamentoyla konsey iktidarını paylaşmayı önerdi. İşçi kitlelerinin çoğunluğu henüz parlamentodan ümitlerini kesmemişti. Konsey öneriyi kabul etti. Devrimin boğulması Sosyal demokrat liderler ve genelkurmay, devrimi ezmek için imparatorluk kalıntılarıyla birlikte hareket etti. Eski imparatorluk özel harekât askerlerinden oluşan “Freikorps” denilen silahlı birlik, şehirlerde ayaklanan işçi eylemlerini şiddetle ezmek için sosyal demokrat liderliğin yönetimine verilmişti.

tiler. Protesto gösterisi erken bir ayaklanmaya dönüştü. Rosa Luxemburg, erken bir ayaklanmanın iktidarı en fazla birkaç hafta elinde tutacağını düşünmesine rağmen, kitlelerle birlikte hareket etti. Hareket, ayaklanmayı koordine edecek, yılların mücadele deneyimine sahip olan merkezi bir örgütlenmeden yoksundu. Üstelik işçi sınıfının büyük bir kesimi reformizmle bağlarını koparamamıştı. Ayaklanma, Freikorps birliklerince bastırıldı. Rosa Luxemburg ve Karl Leibknecht katledildi. Beş yıl süren Alman Devrimi sürecinde, çeşitli aralıklarla devrimci durumlar yaşandı. Ancak işçi kitlelerinin mücadelesine yön verecek ve şekillendirecek güçlü ve yaygın bir devrimci partinin olmaması, devrimin yenilgisini kaçınılmaz kıldı. Almanya’da devrimin yenilgisi, tüm umutlarını Avrupa’da devrime bağlayan Rus Devrimi’nin izolasyonuna yol açtı. Rusya’da bürokrasi, devrimin tüm kazanımlarını gasbederek iktidarını kurdu. Stalinizmin zaferinin başlangıcı, daha büyük felaketlerin habercisiydi. Faşizmin iktidarı alarak, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanacak yeni bir dünya savaşı, devrimin yenilgisinin en ağır faturası oldu. Tek yol devrim Alman devrimi derslerle dolu. Kuşkusuz bunların arasında reformizme karşı mücadele öncelikli yere sahip. Bugün kapitalizm çok daha yıkıcı boyutlarda. Üstelik kâr oranlarındaki düşme eğilimini erteleyici mekanizmalar, çok daha yıkıcı bunalımları hazırlıyor. Ukrayna ve Suriye’deki Rusya, Avrupa Birliği ve ABD arasındaki hegemonya mücadelesine yol açan emperyalizmin krizi, her an nükleer felakete yol açacak yeni bir savaşın çıkmasına neden olabilir. Dahası, kâr oranlarını artırma faaliyetinin ürünü küresel iklim değişikliği, insanlığın ve gezegenin geleceğini tehdit eden büyük bir belaya dönüşmüş durumda. Açlıktan, savaştan ve yıkımdan oluşan bu sistemin iyileştirilebilir bir yanı yok. Hayatımızı cehenneme çeviren kapitalizm yıkılmalıdır. Rosa’nın dediği gibi, kaybedecek zamanımız yok. “Devrim çeşitli zaferlerden ve yenilgilerden geçerek kendi büyük hedeflerine doğru fırtınalar içinde yürüyecektir”. Çağla Oflas - Sosyalist İşçi

Ocak 1919’da Ebert hükümeti bir provakasyon gerçekleştirdi. USDP’nin sol kanadından Berlin polis şefini görevden aldı. Kitleler bu olayı protesto et-

21


Faşizme karşı Mücadele

Almanya’da devrim, Nazizm ve Stalinizm Kasım 1918’de, Almanya’ya yepyeni bir ruh egemendi. Devrim patlamıştı, sokaklar “sıradan insanlar” tarafından ele geçirilmiş, burjuvazi neredeyse kaybolmuştu. Chris Harman, Kaybedilmiş Devrim kitabında, dönemin tanıklarından yaptığı alıntılarla, bu ruh halini şöyle özetliyor: “Şık giysileri içinde beyler ya da hali vakti yerinde zarif giysili hanımlar, sokağa çıkma cesareti gösteremiyorlardı. Sanki yer yarılmış ve burjuvazi bir anda ortadan kaybolmuştu. Ortalıkta dolaşan yalnızca işçiler, yani ücretli kölelerdi. Ama bu kez, silahlanmış durumdaydılar.” Sadece Almanya’da değil, tüm Avrupa’da devrimci altüst oluş yaşanıyordu. İngiltere Başbakanı Lloyd George, Fransa Başbakanına şunları yazıyordu: “Avrupa’nın bir ucundan diğerine, kitleler, siyasal, sosyal ve ekonomik tüm görünümleri içinde, mevcut düzeni sorguluyor.” Rusya’daki Sovyet iktidarı, dünyadan yalıtılmış geri bir ekonomik temelde sosyalizmin kurulamayacağını bildiği için, Avrupa devrimlerinin imdada gelmesini bekliyordu. Chris Harman, Almanya’dan devrim haberleri geldiğinde Rusya’daki coşkuyu, o günlerin tanığı Karl Radek’ten şöyle aktarıyor: “On binlerce işçi, adeta sevinç ve coşkudan sarhoş olmuştu. İşçiler ve Kızıl ordu askerleri, akşam geç saatlere kadar şehrin bir ucundan diğerine coşku içinde dolaşıp durdular. Dünya devrimi başlamıştı. Yalıtılmışlığımız sona ermişti.” Dünya devrimi başlamıştı başlamasına, ama Almanya’da sosyal demokrasi, tüm ağırlığıyla işçi sınıfı hareketinin dizginlenmesi için kolları sıvamıştı. Almanya dünyanın ikinci büyük sanayi ülkesiydi. Bürokratik, dev bir devlet aygıtı, toplumsal gruplara

22

Şenol Karakaş

pay verme yeteneğine sahipti. Büyük elektrik tesisleri, demir-çelik fabrikaları, kömür madenleri, tersane, liman ve tekstil sektörünün gelişkinliğiyle, Almanya’da egemen sınıf, gücünü küreselleştirmek için güçlü bir itki duyuyordu. Ülkede en büyük siyasî güç, bizzat devletti. İkincisi ise, 11 milyonluk sanayi işçi nüfusunun ezici çoğunluğunun siyasî isteklerinin cisimleşmiş örgütü Sosyal Demokrat Parti’ydi (SPD). “Devlet içinde devlet” olarak adlandırılan SPD’nin, 1 milyondan fazla üyesi, 4,5 milyon seçmeni, 90 tane günlük gazetesi, gençlik ve kadın örgütleri, kooperatifleri, müzik kulüpleri vardı. Bu kocaman aygıtın günlük işlerini sürdürecek, malî işlerine bakacak dev bir parti bürokrasisi vardı. İşçi hareketinin mücadele düzeyinin düşüklüğü, yıllar içinde şekillenen parti rutininin yarattığı tutuculuk, kendini parlamenter sisteme uyarlama alışkanlığı, parti içinde zaman zaman başını çıkartan ulusalcı fikirlerin tartışılabilir olması, devletle çatışma ve kitle eylemlerinin, politik grevlerin örgütlenmesine öncülük yapmak için yapılan uyarılara kulakların tıkanması, giderek, SPD’nin, sözde Marksizm’in temel tezlerine sahip çıkan ama pratikte kapitalistlerden ve devletten kopartılan tavizlerle yetinen kitlesel bir bürokratik merkeze dönüşmesine neden olmuştu. Savaşla derinleşen kriz Bu bürokratik merkez, Birinci Dünya Savaşı yaklaştığında, en önemli sınavda, enternasyonalizme, dünya işçilerine ve Alman işçi sınıfına kolayca ihanet edebildi. On gün içinde, önce savaşa karşı bildiri yayınlayan SPD liderliği, 10 gün sonra yaptığı


açıklamada, “Bize düşen görev… ülkemizin bağımsızlığını ve uygarlığını korumaktır… Bizler, tehlike anında anavatanı yüz üstü bırakıp gitmeyeceğiz” diyebildi. Ve 92 SPD milletvekili arasında sadece Karl Liebnknecht, parlamentoda savaş kredilerine karşı oy kullandı. Sosyal demokrasinin sert milliyetçi dönüşü, işçi kitleleri arasında sosyal şovenlerin dümenin başına geçmesine yol açtı, Almanya’yı hızla savaşa atılmak isteyen insanların gürültüsüne teslim etti. Savaş, cephede ölen on binlerce genç demekti, cephe gerisinde ise çok kısa bir sürede “karabasanı andıran” bir yıkım başladı. Bu yıkım sonucunda bir yıl içinde vatansever gösterilerin yerini, savaş karşıtı kızgınlığın ifade edildiği gösteriler aldı. Gösteriler polisle çatışmalarla son bulmaya başladı. Bu durum, SPD içinde savaşa karşı olan Karl Liebknecht ve Rosa Luxemburg gibi devrimcilerin nihayet seslerinin duyulmasına yol açtı. Liebknecht, 1916 yılında birkaç bin işçi ve gence yaptığı savaş karşıtı konuşmanın başında tutuklandı. Ama duruşma günü, 55 bin işçi onunla dayanışmak için greve gitti. Daha fazla sayıda işçi, Alman devletinin vatan savunması değil, sınırlarını savaşla genişletme çabası içinde olduğunu kavradı. Ertesi yıl Rus devriminin patlaması, SPD liderliğinin en sağcı kanadının “ulusal savunma amaçlı savaş” iddiasına da son verdi. Rusya’da kendi iktidarına yürüyen işçiler, açıkça acil barış istiyordu. Almanya’da 200 bin metal işçisi ekmek için greve çıktı, grev hızla savaş karşıtı duyguların mayalandığı bir havuza dönüştü. Sovyet Devrimi Almanya’da savaşa karşı giderek derinleşen hoşnutsuzluğun politik bir odak kazanmasına yardımcı oldu. 1918 Ocak ayında 400 bin işçi greve çıktı. Kitlesel toplantılarda grevi yönlendirecek temsilcilerin seçilmesi kararı alınmıştı. Greve 100 bin kişi daha destek verdi. Eylem komitesine giren SPD liderlerinden Ebert, “Eylem komitesine, ülkenin hasar uğramasını engellemek ve grevin olabildiğince kısa sürede sona ermesini sağlamak için girdim” diyerek, sosyal demokrasinin Alman devriminde oynayacağı rolü de özetlemiş oluyordu. Kriz derinleşir, askerler arasında cepheden kaçma eğilimi baş gösterirken, SPD de savaş konusunda yaşanan tartışma nedeniyle ikiye bölünmüştü. Bardağı taşıran damla, Alman genelkurmayı İngiliz gemileriyle savaşmak için gemilere emir vermesi oldu. Denizciler ayaklandı. Alman devrimi başlamıştı.

Devrim düz bir çizgide ilerlemez Birkaç hafta içinde Almanya’nın bir dizi büyük şehrinde kendi delegelerini seçen asker ve işçilerden oluşan konseyler, devrimin ilerleyişini gösteriyordu. Siyaset sarkacı hızla sola doğru kaydı. Almanya monarşiden, doğrudan bir işçi iktidarıyla kurtulma şansına sahipken, devreye işçi sınıfı kitleleri üzerinde on yıllardır egemen olan reformist fikirler ve reformist liderlik girdi. On binlerce işçi dev-rimci bir coşkuyla başkanlık sarayına yürüdü. Sosyal demokrat liderler, zorunluluktan monarşinin yıkıldığını ve Alman Cumhuriyeti’nin kurulduğunu ilan etti kalabalığa. Kalabalık bu ilanı coşkuyla karşıladı. Yan balkona tırmanan ve işçi ve askerlerin sosyalist cumhuriyetinin kurulduğunu ilan eden Liebknecht’in konuşması da etki yarattı. Devlet binalarını ele geçiren ve polis şeflerini bile solcular arasından seçme yeteneğine sahip olan işçi ve asker konseyleri kontrolü sağlayan temel güç olsa da, konseylerin yönetim merkezine SPD liderliği ve SPD’den ayrılanlar girmişti. Savaşı Almanya’da kapitalizmin yıkımına çevirmeyi savunan ve daha sonra Komünist Partisi’ne dönüşecek olan Spartakisler politik etkisi yüksek, ama örgütsel varlığı hesaba katılamayacak kadar önemsiz bir güç durumundaydı. Almanya’da kapitalizmi kurtarmaya çalışan sosyal demokratlar, önce konsey iktidarının parlamentoyla iktidar ilişkilerini paylaşmasını önerdi. Konsey bu öneriyi kabul etti, ardından karşı devrim girişimlerine başladı. Solcu polis şefi görevinden alındı. Kitleler bu tasfiyeye müthiş bir öfkeyle yanıt verdi ve devrim yeni bir evreye girdi. Protesto gösterisi, o tarihe kadar gerçeklemiş en büyük silahlı işçi gösterisi olarak kayıtlara geçti. Spartakistler, henüz birkaç hafta önce Komünist Partisi olarak örgütlenmişti. Protesto gösterisi, erken bir ayaklanmaya dönüştü. Rosa Luxemburg, erken bir ayaklanmanın iktidarı en fazla birkaç hafta elinde tutacağını düşünüyordu, ama ayaklanma başladıktan sonra kitlelerin mücadele içinde deneyim kazanması sürecinde kitlelerle birlikte eyleme geçti. Kentin dışında, daha sonra Nazi örgütlenmesinin ilham kaynağı olacak Freikorps birlikleri bekliyordu. Koordine olamayan, nereye nasıl saldıracağını bilemeyen, yıllar içinde, mücadelenin en merkezî alanlarında deneyim kazanmış bir üyeler bütünlüğüne sahip olmayan işçiler, üstelik bir de hareketin genel yönetim merkezlerinde sosyal demokratların yer aldığı, reformizmin hâlâ işçi sınıfının büyük çoğunluğu açısından devrimcilerden farklarının belirgin olmadığı koşullarda mağlup

23


Faşizme karşı Mücadele oldu. Liebknecht ve Luxemburg katledildi. Devrim bastırıldı. İkinci perde Ama bu, devrimin ilk perdesiydi. Bir buçuk yıl sonra, Almanya’da bir askerî darbe girişimi gerçekleşti. 1920 yılındaki Kapp darbesi girişimi, tıpkı 1917 Ağustos’unda Rusya’da hamle yapan Kornilov darbesi girişimi gibi, işçilerin direnişiyle püskürtüldü. Siyasal krizin derinleştiği koşullarda, yeni kurulan Komünist Partisi on binlerce üyeye sahip bir kitle partisi haline geldi. Ne var ki sorun, yine liderlik sorunuydu. Bu kez de gücünü fazlasıyla abartan parti, 1921 yılında işçilerin öfkesinin iktidarı kendi ellerinde birleştirebileceğini duyduğu inançla erken bir ayaklanma çağrısı yaptı. Konseylerde, fabrikalarda, sendikalarda işçi sınıfının büyük çoğunluğunu yanına kazanarak reformist eğilimleri aşamayan devrimci ayaklanma, ağır bir mağlubiyet aldı. İki yıl sonra, 1923’te, bu kez işçi sınıfının büyük çoğunluğu iktidarı almaya hazır olduğunu gösterdiğinde, Alman Komünist Partisi, bir önceki deneyimin başarısızlığı nedeniyle, yoğurdu üfleyerek yemeye karar verdi. Hareketin gerisinde kaldı. Yüz binlerce işçinin konsey hareketi, beş yıl boyunca Almanya’nın her bölgesinde göğüs göğüse süren çarpışmaların, her bölgede açığa çıkan demokratik özyönetim organlarının girişkenliğinin ve elde edilen tarihsel kazanımların ardından şiddetle bastırıldı. Alman devrimi beş yıl sürdü. Bazen ileri hamleler yaptı, bazen geri çekildi. Kritik anda kritik kararları verecek, devrim, ayaklanma ve iç savaş koşullarında, sosyalizmin aşağıdan yukarı kurulabileceğini bilen ve Rosa Luxemburg’un dediği gibi, sermayenin zincirini bu zincirin dövüldüğü işyerlerinde tek tek her işçinin bilinçli eyleminin ürünü olarak kurulacak bir sosyalizmin gerekliliğinde anlaşan kitlesel bir partinin eksikliği, devrimin kaybedilmesine neden oldu. Almanya’da devrimin yenilgisi, sadece Almanya işçi sınıfının yenilgisi olmadı. Yenilgi, umudunu Almanya’da kurulacak bir işçi demokrasisine bağlayan Rus devriminin izole olmasına ve bu izolasyondan, bürokratik bir gücün Rus işçi sınıfının kazanımlarını gasp etmek için iktidarı kendi ellerinde toparlamasına yol açtı. Alman devriminin yenilgisi, stalinizmin bürokratik zaferinin de başlangıcı oldu. Hitler diktatörlüğü ise Alman devriminin yenilgisinin en ağır sonucu oldu. Faşizmin kaderi, 1918-

24

23 Alman devriminin kaderi tarafından belirlendi. Almanya’da devrimin bir sonucu da, devrimlerin, birkaç günlük bir değişim süreci olmadığını göstermesidir. Devrimin ilk adımı, sadece bir ilk adımdır. Bu ilk adımının önemi, kitlelerin tarihi kendi ellerine almaya başladıklarını hissetmelerindedir. Almanya’da kuruluşunu Marx’ın fikirlerine ve geleneğine dayandırdığını iddia eden bir partinin, güçlü sendikaların olduğu koşullarda, milyonlarca insanın her hafta sosyalist toplantılara katıldığı bir kültürel ortamda devrim kaderinin belirlendiği beş büyük siyasî evreden geçti. Arap Baharı’nı daha ikinci yılında kara kışa dönüşmekle itham eden, Suriye’de bir devrimin bile yaşandığını inkâr eden “solcular” Alman devrimini gözlemlese, “Devrim değil ki bu” derlerdi herhalde! AltÜst


Faşizm, darbe, birleşik mücadele

Canan Şahin

1917 Rus devriminin zaferi ne yazık ki Avrupa’da büyük sosyal demokrat partiler olmasına rağmen bir dünya devrimine dönüşemedi. Bunun sebebi 1914’te kendi ülkelerinin ordularını desteklemiş olan sosyal demokrasinin tarihsel ihanetiydi. Birinci Dünya Savaşı’nın arkasından devrimci bir dalga Avrupa’yı yine sardı. Kasım 1918’de iktidar fiili olarak Almanya’da işci ve asker sovyetlerindeydi. Ama sosyal demokrasi iktidarı tabii ki almayı reddetti ve 1919’da devrim yenildi. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknect gibi önderler daha sonra Nazilere kan verecek olan yarı resmi paramiliter güç Freikorps tarafından katledildi. Hemen hemen tüm ülkelerde benzer tavırlar alan sergileyen sosyal demokrasinin tutumu, işçi sınıfının savaştan önce uluslararası örgütü olan 2. Enternasyonali artık tarihe gömdü. Rusya’da 14 ülkenin desteklediği beyaz ordulara karşı iç savaş yaşanırken Avrupa proleteryası liderliklerin yanlışları yüzünden tarihi mücadeleleri kaybetti. Bunun arkasından 1919’da 3. Enternasyonal kuruldu. Sosyal demokrat partilerden kopan işçi kitleleri Avrupa’da o zamana kadar hakim olan tek işçi partisi örüntüsünü bozdular ve kendi örgütlerini kurdular. 3. Enternasyonal bu devrimci partilerin uluslararası siyasetini belirleyen örgüttü. İlk dört kongreleri Avrupa ülkelerindeki komünist partilerin (İtalya, Almanya, Bulgaristan, İngiltere, Fransa) taktik ve stratejilerinin tartışması ile geçti. Sosyal demokrat partilerden koparak kurulmuş

ama ne yazık ki işçi sınıfının küçük bir bölümünü temsil eden komünist partilerin sekter politikaları 3. Enternasyonelin ilk döneminin ana tartışma konusu olmuştu. 1921’de net bir biçimde ortaya konan “birleşik cephe taktiği” komünist partilere sosyal demokrat işçilerle ortak mücadele anlatıyordu. Lenin’in “Sol Komünizm: Bir Çocukluk Hastalığı” broşürü bu dönemde Avrupa ultra-sol çizgiyi eleştirmek üzere kaleme alınmıştır. Bu dönem Troçki Hollandalı ultra-solcu Gorter ile tartışırken şöyle söyler: “Yoldaş Gorter ne öneriyor? Ne istiyor? Propaganda! Bu önün yönteminin özüdür. Devrim, diyor yoldaş Gorter, yoksulluklara ve ekonomik koşullara değil kitle bilincine bağlıdır; dolayısıyla kitle bilinci propaganda ile şekillenir. Burada propaganda 18. Yüzyıl aydınlanma ve rasyonalizm ekolü anlayışına çok yakın olan idealist biçimde ele alınmıştır… Sizin şimdi yapmak istediğini şey, Enternasyonal’in dönemik gelişmesi yerine, propaganda yoluyla işçilerin tek tek kazanılması yöntemlerini getirme anlamına gelmektedir. Karbeyaz seçilmiş elitten oluşturulan bir Enternasyonal istiyorsunuz.” İşte Lenin ve Troçki’nin yaptığı tartışma kitleleri küçümseyen ve kendi bilinçlerini kitlelerin yerine ikame etmeye çalışan ultra-solculara karşı bu kadar net ve sertti. Bolşevikler 1917 Ağustos'unda general Kornilov'un darbesine püskürterek işçi kitlelerinin çoğunluğunun desteğini kazanmıştı. Devrimcilerin taktikleri onlar için “yapay ya da rastlantısal bir şey değildi, kurnaz bir manevra hiç değildi, bütünüyle

25


Faşizme karşı Mücadele proleteryanın nesnel koşullarının bir sonucuydu”. Rusya’da iç savaştan sonra zayıflayan işçi sınıfı ve ters orantılı olarak büyüyen bürokrasi karşımıza tarihin en güçlü genel sekreterini çıkarttı. Stalin, ekonomisi çöken, işçi önderleri iç savaşta ölmüş ve Lenin’in ifadesiyle dejenere olmuş bir işçi devletinin içinde filizlenen ve Çarlık döneminin tüm köhnemişliğini ruhunda taşıyan bürokrasinin lideri oldu. Stalin’in eski Bolşevik önderliği temizleyerek yükseldiği iktidar işçi sınfının uluslararası tüm kazanımlarının tek ülkede sosyalizm tezine heba edilmesine yol açtı. Komintern (3. Enternasyonal) canlı örgütlerin demokratik tartışma aracı olmaktan tüm diğer örgütleri Stalinist bürokrasinin uyduları haline getiren bir organa dönüştü. Yukarıda anlattığım ilk dört kongrenin birleşik cephe önerisi gerileyen devrim döneminde komünist örgütlerin alması gereken tutumdu. Rusya’da ilk beş yıllık kalkınma planını uygulayan, zorla kollektifleştirme yapan ve işçi devletinin tüm demokratik kalıntılarını yok eden Stalinist zafer dünya komünist partilerine de yeni bir döneme girildiğini söylüyordu. Bu teze göre 1917-24 arası dönem birinci dönemdi. Bu dönemi kriz ve devrimci durum karakterize ediyordu. 1925-28 arası dönem ikinci dönemdi ve kapitalist istikrar dönemiydi. Komünist partilerin savunma pozisyonunda olması gereken dönemdi. 1929 sonrası dönem ise üçüncü dönemdi. Tekrar kriz gelmişti ve devrim bayrağını yükseltme zamanıydı. Faşizmin önlenebilir yükselişi Bu dönemin kriz ve tekrar devrimci olasılıklar dönemi olduğu tespiti hayati bir olguyu es geçiyordu. 1929’daki kriz işsizliği üç milyona çıkarırken, Alman ekonomisi çökmek üzereydi. Kitleler radikalleşiyordu ve KPD’nin üye sayısı artıyordu. Ama aynı zamanda faşistler de büyük kapitalistlerden destek bulmaya başladılar. Nazilerin paramiliter kuvvetleri olan Fırtına Birlikleri (Sturm Abteilung-SA) 100.000 kişiye ulaşmıştı. 1930 Eylül’de yapılan seçimler Alman Komünist Partisi’nin (KPD) oylarını yüzde 40 arttırmıştı. Ama aynı seçimler Nazilerin oylarını yüzde 700 arttırmıştı. Komünist Partisi’nin 4.600.000 oyu varken faşistlerin 6.400.000 oyu vardı. Sosyal demokratlarla birlikte Komünist Partisi’nin oy toplamı yüzde 40.7 idi. 1928’den itibaren Komintern, "üçüncü dönem" politikalarını savunmaya başladı. Bu politikaya göre Sosyal Demokratlar “sosyal faşistti”. Bu tabir sağ kanat için değil bilakis sol kanat için kullanılıyordu.

26

Bu politika yeniden ultra-sol bir çizgiye kayışı işaret ediyordu. Karl Marx’ın Feuerbach ile tartışırken “Peki eğitenleri kim eğitecek?” sorusunun bir benzerini Troçki ultra-sol dönüşü işçi sınfının kaderiyle oynayarak yapan Komintern liderliğine yöneltir. Sosyal demokrasinin ihanetinin sürekli çetelesini tutanlar, hâla büyük işçi yığınlarının reformist saflarda olmasına öfke duyarken, bu kitleleri kazanmak gerektiğini es geçip kendilerini merkeze koydular. Troçki sorar: “Kitlelerin yavaş öğreniyor olması üzücü ama bunda Komünist pedagogların suçu yok mu?” 21. Yüzyılın sol pedagoglarının Troçki’den öğreneceği çok şey var. Yanlış teoriler Üçüncü dönem faşizm teorisine göre zaten faşizm farklı dereceleri olan genel bir tehditti. “Emperyalizmin en geri kanadının diktatörlüğü” olarak görülen faşizm farklı düzeylerde tüm burjuva partilerde ve sosyal demokraside vardı. Komünist Parti lideri Thaelmann “Hitler’in öneminin oportünist bir biçimde abartıldığını” söylüyordu. Muenzenburg isimli bir yazar Nazileri faşizmin en sert ifadesi olarak görüyordu. Troçki şöyle der: “Muenzenburg faşizmi kategorileri ayırıyor: yumuşak, orta, sert; adeta Türk tütünü.” Bu günümüzde faşizmin bir dizi biçimini listeleyenler için de geçerli: askeri, açık, kapalı, islami, totaliter, otokratik vs. Bu kategorizasyonlar gerçek faşist tehditi görünmez hale getirip, faşist olmayan hareketlerin tabanındaki emekçilere ulaşmamızı engelliyor. Tarihte de böyle oldu. Troçki, Komünist partiye esas düşmanın sosyal faşist olan Sosyal demokratlar olduğunu söyleyen resmi Komintern tezinin aksine birleşik işçi cephesi taktiğini anlatıyordu. Bu taktiğe göre Komünistler Sosyal demokrat liderliklere birleşik cephe önermeliydi. Bunda ısrarcı olmalıydı. Sosyal demokrat tabanı faşist tehdite karşı uyarmanın ve birlikte mücadeleye ikna etmenin yolu onları komünist bayrak arkasında toplayarak birleşik mücadele yaratmaya çalışmak olamazdı. Oysa Komünist Parti, sosyal demokratların uzun yıllardır kontrol ettiği Prusya’da referanduma gitmek isteyen Nazilere önce mesafeyle yaklaşık sonra nerdeyse birleşik cephe kurarak “Kızıl referanduma” gittiler. Neyse ki referandum işçilerin oylarıyla yenildi. Troçki birleşik işçi cephesi taktiğini şöyle parlak bir benzetmeyle basitleştirir: “Bir sığır tüccarı sığırları mezbahaya götürmüştür. Ve kasap keskin bıçağıyla gelir. Sığırlardan biri ‘Saflarımızı sıklaştıralım ve bu celladı boynuzlarımızla öldürelim’ önerisinde bulundu.


ihtiyacımız var. Bu minvalde 15 Temmuz gecesi yaşanan darbe girişimi ardından doğan tartışmalar önem kazanıyor.

Politik eğitimlerinin Mauilski’nin okulundan almış olan sığırlar, ‘Kasap, bizi buraya dürte dürte getiren tüccardan daha mı kötü?’ dediler. ‘Ama tüccarın hesabına sonra bakabiliriz.’ İlkelerinde kararlı yapmıyoruz dediler.

olan

sığırlar

hiçbir

şey

‘Sen bizim düşmanlarımızı soldan koruyorsun; sen sosyal-kasapsın.’ Ve safları sıklaştırmayı reddettiler.” Sosyal-kasapları baş düşman ilan eden Komünist parti “kızıl bileşik cephe” taktiğini benimser. Yani yine Troçki’nin ifadesiyle “kendileriyle birleşik cephe” yapma politikasını izler. Bu siyaset Hitler’i iktidara taşır. Sonrasında olanları bu yazıda anlatmaya gerek yok. Troçki “Eğer faşizm iktidara gelirse kafatasınız ve omurganız üzerinden dehşet verici bir tank gibi geçecek” diyordu. Ne yazık ki Alman işçi sınıfını atomize eden ve örgütlerini, liderliklerini ve tüm destekçilerini katleden karanlık bir dönem başladı. Troçki şöyle özetliyor: “Nasıl sosyal demokrasi burjuvaziyi proleter devrimden kurtardıysa, faşizm de burjuvaziyi sosyal demokrasiden kurtarmıştır”. Yanlış politikalar bu sürecin önünü açmış devrimci kitleleri reformist kitlelerden izole ederek faşizmin işini kolaylaştırmıştır. Güncel mücadele taktiği Büyük sosyal demokrat ve komünist partilerin olmadığı ve işçi hareketinin ekonomik mücadelesinin yaygın olmadığı Türkiye koşullarında birleşik cephe biraz daha özel bir biçimiyle güncele uygulanmak zorunda. Özü itibari ile devrimcilerin geniş emekçi kitlelerle bağ kurmasının bir aracı olarak güncel politikada bir anlamı var. Chris Harman’ın ifadesiyle siyasi birleşik cepheler kurmaya

Birinci nokta 15 Temmuz darbe girişiminin nasıl engellendiği ile ilgili tartışmalarda gizli. Darbenin bir azınlığın işi olduğu için engellendiğini düşünenler (tiyatro diyenlerin artık sesi çıkmadığı için onları saymıyorum), sokağa çıkan hareketi sadece AKP liderliğinin krizden fırsat yaratma hamlesinin bir parçası olarak görüyor. Türkiye tarihinde ilk kez tankların karşısına çıplak ellerle çıkan kitlelerin bu süreçte oynadıkları rol tamamen AKP otoriterliğine karşı çıkmak adına araçsallaştırılıyor. Böylesi analizler tarihi bizim istediğimiz değil verili nesnel koşullar içinde yapan kitlelerin inisiyatifini küçümseyen bir elitizme savruluyor. Sokağın gücünü pratik deneyimleriyle keşfetmiş kitlelerin, şiddet tekelini elinde bulunduran devletin en vahşi organı olan orduya karşı direnişleri anti-demokratik bir gerici hareket olarak etiketlenirken, bu kitlelerle bağ kurma olanaklarımız da sıfırlanıyor. Siyasi bir birleşik cephe taktiği bu kitleler içinde çelişkili bir bilinç olduğunu görür ve bu kitlenin en ileri unsurlarıyla yan yana gelmeye çalışır. Diğeri canlı bir mücadele sürerken hayallerindeki kitleleri sokaktakilerle eşleştiremeyenlerin pesimist yalnızlığıdır. “Darbe olsaydı da içinde yaşadığımız koşullar değişmezdi” diye düşünenler zaten Türkiye’nin uzun bir darbe sürecinden geçtiğini düşünüyorlar. Kavramlar olanı anlamak için ihtiyacımız olan analitik araçlar. Sulandırdığınızda kitleler nezdinde inandırıcılığınız da sulanır. İkinci önemli nokta bu kitlelerin karakteri ile ilgili tartışmada yatıyor. Faşist hareketi yıllardır bir kitle hareketi olarak tariflemiş Troçkist gelenek faşist kitle hareketinin belkemiğini küçük burjuvazinin oluşturduğunu anlatır. Faşist hareket küçük burjuvazinin proleteryaya karşı paramiliter hareketidir. 15 Temmuz gecesi sokağa çıkan hareket işçi sınıfını ezmek üzere mobilize olmuş küçük burjuva paramiliter bir hareket midir yoksa darbeye karşı sokağa çıkmış ve emekçi kitlelerin çoğunluğunu oluşturduğu bir hareket midir? KONDA’nın kısıtlı da olsa sokağa çıkanlara dair yaptığı araştırma, sokak profilinin çoğunluğunu emekçilerin oluşturduğunu göstermektedir. AKP’ye oy veren bu kitleleri kazanmayan, bu hareketin iç çelişkilerinden faydalanmayan ve sol saflara kazanmamız gereken kitlelere dönük politikalar geliştirmeyen bir sol, kendi teorisi (Rosa’nın ifadesi ile) hareketin rüzgarında bir porselen gibi parçalanmasın diye pratiğin yerine koyuyor. Oysa pratiğin teorisini yapmamız gerekir.

27


Faşizme karşı Mücadele Sokağa çıkan kitleler içinde faşist unsurlar hiç yok mudur? Tabii ki vardır. Ama sokağa karakterini veren şey geniş yığınların mücadelesidir. Faşist hareket Chris Harman’a göre küçük burjuvazi sınıf mücadelesinin özel bir aşamasında spesifik bir rol üstlenir. Bu rol sistemin akut krizinin küçük burjuva nezdine yarattığı acıyı sömürerek onları sermaye lehine çalışacak ceketler haline getirip, işçi sınıfı örgütlerini parçalatmaktır. Faşist kitle hareketinin bu özellikleri bir kenara bırakılarak sadece lider kültü gibi özellilerle hareketler faşist olarak görülemezler. Türkiye’de yoksul ve emekçi kitlelerin büyük çoğunlukla AKP’ye oy veriyor olduğu gerçeğinin üzerinden atlayarak sokağı ve hareketi tahlil etmek mümkün değildir. Bir diğer önemli mevzu emekçilerin yığınsal varlığının kabul edenlerde de bulunan örgütsüz halkın köle olduğu fikridir. Bu ‘örgütsüz’ yığınların son 14 yıldır çeşitli siyasi dönemeçlerde aldıkları tutumları sınıfsallıklarıyla açıklayanlar, 15 Temmuz gecesi sokağa çıkışlarına "kölelik" diyerek tüm siyasi sermayelerini çöpe atmaktalar. Türkiye’de ve Ortadoğu’da siyasal islamın kitle hareketi içinde politize olmuş büyük yığınlar, statükoya karşı kimi yerlerde devrimci süreçlerin parçaları olarak kimi yerlerde de statükoya karşı kendilerini konumlandırırak özneleştiler. Bu hareketin tabanı ve muhafazakar sağ liderlikleri arasında hep çelişkili bir ilişki oldu. Bu hareketlerin tabanını kazanmayı reddedip liderlikleri ile tabanı özdeşleştirenler Mısır’da Sisi’yi, Suriye’de Esad’ı, Tunus’da statükocu koalisyonu ve Türkiye’de laik cepheyi savundu. Bu fikirlerin özünde İslami hareketlerin faşist hareketler olarak okunması var. Türkiye’de AKP, Mısır’da Müslüman Kardeşler faşist hareketler değiller. AKP muhafazakar bir burjuva partisi. Ama kitle desteğini esas olarak emekçilerden alan ve bunu Türkiye siyasi tarihine özgü çelişkilerle konsolide eden muhafazakar bir parti. Beş yıl önce başlayan Ortadoğu devrimleri İslami hareketlere en örgütlü hareket oldukları için alan açtı. Mısır’daki askeri cunta işçi sınıfının Tahrir ve işyerlerindeki mücadelede biriktirdiklerini ezmekle kalmadı kitlelerin hafızasında büyük bir yenilgi duygusu yarattı. Türkiye’de 15 Temmuz’da sokağa çıkanların uluslararası hareketten damıttıkları bir hafızaları var. Rabia işaretinin anlamı aynı zamanda Mısır’da yaşananın burda yaşanmaması anlamına geliyordu. Bu işaretin Erdoğan şahsında anlamı “Tek millet, tek…..” olabilir ama Arap sokağının hafızasının Türkiye sokağına etkisini es geçersek sembollerin çelişkili anlamını kavrayamayız. Bütün bunları söyledikten sonra hayati soru hala masada duruyor: AKP liderliğinin kitleleri manipülasyonunun, Erdoğan’ın başkanlık hırsının,

28

OHAL uygulamaları ile gelen baskıların, barış sürecini zora sokan savaş politikalarının ve azgın neoliberal politikaların karşısına AKP’ye destek veren kitleleri kazanarak nasıl çıkabiliriz? Aynı zamanda AKP liderliğinde süren orduyu aklama noktasına gelen ve Gülen hareketinin tek düşman olarak kodlanmasıyla yürütülen pragmatik ve manipülatif darbe karşıtlığını daha genel bir darbe karşıtlığına nasıl dönüştürebiliriz? Birincisi kitlelerin mücadelerinin siyasi değerini teslim ederek. Devrimcilerin işçi sınıfının çıkarlarından bağımsız çıkarları yoktur. Darbenin püskürtülmesi işçi sınıfının çıkarınadır ve bu işçi sınıfının eylemliliğinin bir sonucudur. Bu tarihsel deneyimin üzerinde yükselen bir siyasi söylem geliştirmek zorundayız. Bununla birlikte yoksul kitlelerin milli mutabakat politikalarıyla ırkçı manipülasyonunu engellemek için büyük bir barış kampanyası inşa etmeliyiz. Bizim küçük dişlimizle büyük hareketi birleştirecek ara çark darbe ve savaş karşıtı hattı birleştirmekten geçiyor. Birleşik cephe politikasının bugünün Türkiye’sindeki anlamı budur. Ezilenleri karşı karşıya getirecek her türlü dikey bölünme ve iç savaş propagandası geniş emekçi yığınları AKP liderliğine teslim etmek anlamına gelir. Troçki’nin 76. ölüm yıl dönümünde bize rehber olabilecek bir vurgusuyla yazıyı bitireyim: “Bir sınıfın sınıf bilincine doğru ilerleyişi yani proleteryaya öncülük eden bir devrimci partinin inşası zor ve çelişkili bir süreçtir. Sınıfın kendisi homojen değildir. Onun farklı kesimleri sınıf bilincine farklı yollardan ve farklı zamanlarda ulaşırlar. Burjuvazi bu süreçte aktif olarak yer alır. Belirli işçi katmanlarını karşı karşıya getirmek için işçi sınıf içinde kendi kurumlarını yaratır, ya da zaten var olanlardan yararlanır. Proleterya içinde aynı zamanda birçok parti faaliyet gösterir. Dolayısıyla, işçi sınıfı politik hayatının büyük bir bölümünde politik olarak parçalanmıştır. Belli dönemlerde en keskin bir şekilde ortaya çıkan birleşik cephe sorunu burdan kaynaklanmaktadır. Proleteryanın tarihsel çıkarları, ifadesini politikaları doğru olduğu zaman, Komünist Partisi’nde bulmaktadır. Komünist partisinin görevi proletaryanın büyük çoğunluğunun kazanılmasından oluşmaktadır, ve yalnızca böyle sosyalist devrim mümkün olabilmektedir.”


Stalin faşizmi yenmedi, ona sebep oldu Volkan Akyıldırım

Özdeş Özbay

Son 10 günde ulusalcı örgütlerde (buna sol Kemalistler demek de mümkün) önce Erdoğan'ın "komünistler vatansever değildir" sözüne karşı "esas vatanseverler bizleriz" çıkışları, ardından Troçki'nin Stalinist bir ajan tarafından öldürülmesinin yıl dönümünde Troçki ve Troçkizme sataşan yazıları ve son olarak da Theodorakis’in yazısı üzerine Stalin'in faşizme karşı mücadelesi hakkında yazılar kaleme alındı. Bu üç ayrı tavır aslında tek bir politik merkezden kaynaklanıyor; Stalinizm. Stalinizmin faşizmi yendiği iddiası tarihsel gerçekleri görmemizi engelliyor. Faşizmin güncel de bir tehdit olduğu günümüzde faşizmin yükselişinde Stalinistlerin oynadığı rolü teşhir etmek ve hâlâ Türk solunun bir kısmında hakim olan yanlış faşizm analizleri, yurtseverlik ve halk kavramları ile hesaplaşmak gerekiyor. Stalinizmin faşizm tahlili 1928'den itibaren tamamen Stalin'in kontrolündeki Komüntern'in Alman Komünist Partisi'ne (KPD) verdiği direktifler, faşizm üzerine hatalı değerlendirmelere dayanıyordu. Bu dönemde KPD, Stalin tarafından ortaya atılan 'üçüncü dönem' ve 'sosyal faşizm' tezlerinin peşinden giderek döneminin en büyük işçi partisi olan Sosyal Demokrat Parti'yi (SPD) düşman olarak kodluyordu. Komünist Partisi, Almanya'da yükselişteydi ve üçüncü dönem tezi kapitalizmin 1917-1924 ve 1924-1927 dönemlerinden sonra üçüncü döneme, yani proleter devrim dönemine girdiğini anlatıyordu. Sosyal demokrasi de bu dönemde faşizmin ikizi olarak eşit derecede düşmandı ve onunla hiçbir ittifaka girmemek gerekiyordu. Faşizmi yenmek için sosyal demokrasiyi yenmek gerektiği anlatılır olmuştu. Parti lideri Ernst Thälmann, 1930 seçimleri sonrasında kurulan hükümet için "Faşizmin iktidarı Almanya 'da kurulmuş demektir" diyebiliyordu. 1930'da oylarını iki milyon arttıran KPD, toplamda %13 oy alarak %24 oy alan Sosyal Demokrat Parti'nin ve %18 oy alan Nazilerin ardından üçüncü parti olunca “faşizm için sonun başlangıcı” olduğunu ilan etti. Oysa o seçimlerde Naziler oylarını %700 arttırarak dev bir sıçrama yapmıştı. Sosyal Demokratların Rosa Lüksemburg ve Karl Liebknecht gibi komünist devrimcileri öldürmüş ve erken başlayan bir işçi devrimini ezmiş olması, sosyal demokratların hâlâ işçi sınıfının en büyük partisi olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Faşizme

karşı mücadelede edilgen kalan Sosyal Demokrat liderliğe karşı mücadele etmek isteyen sosyal demokrat işçileri kazanmak yönünde hiçbir adım atmıyordu KPD. Diğer yandan faşizm, tekelci sermayenin en saldırgan ve en gerici unsurlarının rejimi olarak görülüyordu. Böylece faşist hareketin örgütlediği kitle tabanı olan küçük burjuvazi görünmez oluyordu. Ekonomik koşulların altında ezilen küçük burjuvazi, işçi sınıfının liderliğinde toparlanabilirdi; ancak KPD faşizmin kitle tabanını küçümsüyordu. 1930'dan itibaren Stalin'in sosyal faşizm tezini terk etmesi, yanlış taktiklere başvurmasını engellemedi. 1931'de Prusya Landtag'ında (eyalet meclisi) referandum için bastıran Nazilere destek verdi KPD. KPD, Sosyal Demokratları bir ültimatomla tehdit ederek eğer derhal kendileri ile birleşik cephe kurmazlarsa Nazilere destek vereceklerini söylediler. Bu, tepeden ve bürokratik bir cephe kurma girişimiydi. Oysa yapılması gereken aşağıdan komünist ve sosyal demokrat işçilerin fabrika fabrika kurması gereken bir birleşik cepheydi. Sosyal Demokratlar bu teklife yanaşmadı. KPD, Nazilerin önerisi olan referandumun adını 'kızıl referandum' olarak değiştirerek sosyal demokratlara karşı oy kullandı. KPD referandumun bir sıçrama tahtası olduğunu ve parlamenter seferberlikten devrim seferberliğine geçileceğini iddia ediyordu ancak referandumu sosyal demokratlar kazandı. Bu durum SPD içerisinde ortaya çıkan ve faşizme karşı silahlı mücadeleye dahi girmeye başlayan küçük sol muhalefeti güçsüzleştirerek liderliğe doğru itti. Faşizmin iktidar oluşunda Stalin'in dış politikasının payı Stalin, Sovyetler Birliği’nde iç savaştan dağılmış bir şekilde çıkan işçi sınıfının üzerinde kendisini egemen sınıf olarak örgütleyen bürokrasinin temsilcisi olarak 1927’den itibaren kontrolü sağlamıştı. Devrimin Almanya ve diğer ülkelerde kaybetmesi Stalin’i enternasyonalizm fikrinden uzaklaştırdı. Artık ‘tek ülkede sosyalizm’ teorisi egemen olmuştu. Dünyanın diğer ülkelerindeki komünist partilere düşen görev, Sosyalist Anavatan’ın savunulmasıydı. Sovyet dış politikasına göre şekillendirilen ‘aşamalı devrim’ teorisi ise geri kalmış ülkelerde işçi devriminden önce ulusal kurtuluş devrimlerinin yaşanması gerektiğini

29


Faşizme karşı Mücadele anlatıyordu. 1928'de ilan edilen üçüncü dönem (proleter devrim dönemi) tezi kısa zamanda çürümüştü. İtalya'da faşistler zaten iktidardaydı, İngiltere ve Çin'de işçi hareketi eziliyordu. 1929 bunalımı döneminde tüm dünyada radikal bir dönüşüm yaşanırken ve işçi sınıfı büyük bir huzursuzluk içerisindeyken, Stalin yanlış üçüncü dönem teorisini güncelledi ancak bu sefer daha da sağa saptı. Esas şimdi devrimci seçeneği yükseltmek gerekirken, bir geri çekiliş dönemi olduğu öngörüsü ile Halk Cephesi stratejisine yöneldi. 1930'dan itibaren proleter devrim dönemi tezinin yerini 'halk devrimi' aldı. Sınıflardan soyutlanan bu tez ulusal kurtuluş için burjuvazi ile dahi ittifak kurulması gerektiğini anlatıyordu. Parti lideri Thälmann, Almanya'nın İtilaf Devletleri'nin güdümünde olduğunu, bu nedenle ulusal bir kurtuluşa ihtiyaç duyulduğunu anlatıyordu. Elbette bu teorinin kökünde tek ülkede sosyalizm teorisinin araladığı milliyetçilik kapısı vardı. Kızıl referandumda oy çağrısı için su satırlar yazılıyordu komünist yayın organında: "Bugün halk devrimine, devrimci kurtuluş savaşına karşı çıkan herkes, özgür bir Almanya için canlarını veren dünya savaşı şehitlerinin davasına ihanet etmektedir.” Stalin’in tek ülkede sosyalizm teorisinden yola çıkarak uyguladığı bu dış politikanın sonucunda Almanya’da faşizm iktidar oldu. Bunu engelleyemeyen Stalin, faşizm ile uzlaşmayı denedi. 1939 yılında Hitler ile Saldırmazlık Paktı imzaladı ve Polonya’yı Hitler ile paylaştı. Aynı dönemde faşizme bir ödün daha verdi ve İspanya iç savaşında devrimcilere verdiği desteği çekerek Franco faşizminin iktidar olmasını kolaylaştırdı. Sonuç olarak tek ülkede sosyalizm teorisi kaçınılmaz olarak milliyetçiliği ve onun sol soslu yurtseverlik versiyonunu destekledi. Bu teoriler, faşizme karşı mücadelede etkisiz kaldı. Hatta onun yükselmesini kolaylaştırdı. Savaş sırasında kendi ülkelerinin yanında tavır alan sosyal demokratlar, enternasyonalizm yerine yurtseverliği ve ulusal halk devrimini öne çıkaran komünistler, faşizme ideolojik meşruiyet sağlayan milliyetçi atmosferi beslediler. Stalin, faşizmi değil faşist orduları yendi. Stalin, Hitler ile savaştı çünkü Hitler ülkesini işgal etti. Faşizm ile Stalinizm birbirinden tamamen farklı sistemlerdir ancak Stalinizm’in faşizme karşı etkin bir mücadele verdiği ve onu yendiği yanlış bir anlatımdır. Faşizm elbette sadece Stalinizmin

30

hataları nedeniyle iktidar olmadı; ancak onu durdurabilecek potansiyelleri harcayarak ve dış politikada faşizme ödün vererek yükselmesinde pay sahibi oldu. 30.08.2017 - marksist.org


Yapay zekaya faşizmi öğretenleri yenmek

Volkan Akyıldırım

Bir yapay zeka deneyi, bazılarımızın gerektiğinden fazla ciddiye aldığı Twitter’ın (sosyal medya) nasıl bir yer olduğu; hakim fikirlerin etkinliği, ırkçılığın meşru bir fikir olarak kabul edilmeyeceği gibi devrimin gerekliliğini ve devrimci örgütlenmenin önemini de ortaya koydu. Dünyanın en zengin adamı, kötü işletim sistemiyle devletleri bağlamış, şimdi benzeri şirket ve zenginlerle rekabet içinde yapay zekaya ulaşmaya çalışıyor. Microsoft’un bebek yapay zekası, 24 saatliğine Twitter kullanıcılarına açıldı. Hedef kitle 18-24 yaştı. Onlardan bebeğin gelişimine yazdıklarıyla katkıda bulunmasını istediler. 24 saatin sonunda, bebek yapay zeka Tay, ona yazanlardan Nazi sempatizanı, ırkçı ve soykırım destekçisi olması ve küfretmesi (cinsiyetçilik) gerektiğini öğrendi. Durun, durum ‘dünya kötü bir yer, daha da kötü oluyor...’ değil. Bakınız geçmiş 20. yüzyıla. Bugün çok daha iyi bir yerdeyiz. Tay’ı faşist yapma girişimi, gayrimeşru ve gayri insani kabul ediliyor. Bu deneyden çıkarılacak bazı sonuçlar var: - Üretim araçlarını elinde bulunduran hakim sınıfın fikirleri, toplumda yaygın ve egemen fikirlerdir. Aile, okul, kışla, medya ve devletin tüm organları tarafından 24 saat pompalanır. Yapay zeka Tay’a beyaz orta sınıf erkekler tarafından öğretilen ırkçılık,

faşizm, cinsiyetçilik kapitalist toplumun devamı için kullanılan fikirlerdir. Ha hakim medya ha “kişisel” sosyali, işleyen aynı mekanizma. - Hakim fikirler, başka fikirlerin tartışmasıyla değil emekçi sınıfların kitlesel mücadeleleriyle kılınır. Sen bir doğru bir tweet atsan, 100 bin yanlış aynı anda çoğunluğa yağar. Çoğunluk kendi çıkarları için harekete geçtiğinde hakim fikirler etkisini yitirir. O çoğunluk ne twittera ne de sosyal medyadaki kısır “fikir savaşlarına” aldırmıyor. Ekmeğine, kendisinin ve varsa çocuklarının geleceğine bakıyor. - Irkçılık, diğer fikirler gibi bir fikir değil faşizmi örgütlediği için yasaklanması gereken bir suçtur. Irkçılığı düşünce özgürlüğü olarak kabul edenler, yapay zekanın faşistleştirilmesine engel olamaz. Burjuva liberalizmi tam da bu yüzden insanlığı Nazizm gibi tehlikelerden koruyamaz. - Devrim, iktidarın bir azınlık tarafından ele geçirilmesi için değil devrimci olan çoğunluğun kendi kendini değiştirmesi; eski toplumun tüm pisliklerinden kurtulması için gereklidir. - 24 saatte yapay zekaya faşizmi öğretmekre ısrarlı olanlar varsa 24 saat boyunca işçi sınıfına devrim yapması için yardım edenler (devrimci parti) olmalı ki bu kabustan çıkabilelim. Sosyalist İşçi

31


Faşizme karşı Mücadele

Milliyetçilik Nasıl Bir İdeolojidir? Arife Köse

Avrupa’da yükselen sağ hareketler, Doğu Avrupa’da iktidara gelen milliyetçi hükümetler, Trump ile birlikte zirve noktasına ulaşan ve son olarak 24 Haziran seçimleri ile birlikte Türkiye’nin de etki alanı içine girmiş olduğu artık kesin olan milliyetçi akımı daha çok tartışacağımız açık. Bu yazının da amacı, bu tespitten yola çıkarak, milliyetçiliğin nasıl bir ideoloji olduğunu anlamaya yönelik bir çabayı ortaya koymak. Bir yandan bu konuda halen devam eden tartışmalara değinirken, diğer yandan bu tartışmaların özellikle Türkiye’de içinden geçtiğimiz sürece nasıl ışık tutabileceklerini görmeye çalışmak. Bu yazıyı yazmaya 24 Haziran seçimlerinden önce başlamıştım, ancak seçim sonuçları sanırım hepimizi milliyetçilik ve milliyetçilikle mücadele etmek üzerine daha da fazla düşünmemiz gerektiğine ikna etti. İdeolojiyi, en genel anlamıyla, toplumsal ve politik düzenlemelere karşı çıkan ya da onları onaylayan ve destekleyen bir dizi pratiği de içeren politik fikirler, inançlar ve tutumlar olarak tanımlamak mümkün. Başka bir deyişle ideolojiler, ‘bir toplumdaki birey ve grupların, politik dünyalarını şekillendirme ve idrak etme yolları ile ilişkili gerçek ve karmaşık düşünce modelleridir’. Bu modeller bir takım politik pratikleri anlamamızı ve açıklamamızı sağlar. Bütün ideolojiler, özgürlük, demokrasi, adalet, eşitlik gibi kavramlara ilişkin kendi bütünlüklü önerilerini ortaya koyar. Ayrıca ideolojiler, toplumların meydana çıkardığı toplumsal çatışmaların çözümü, kaynakların dağılımı gibi sorunlara ilişkin kapsamlı yanıtlar üretir. Öyle yapmak zorundadırlar, çünkü sonuçta ideolojiler politik kavramların nasıl anlamlandırılması gerektiğine dair sürekli birbirleriyle rekabet halindedir ve bir politik dil ve söylem içindeki bütün kavramları kapsadıklarını iddia ederler. Milliyetçilik Peki, yukarıda ifade ettiğim ve bir ideolojide bulunan özellikleri içeren açıklamalar temelinde milliyetçilik için ne söyleyebiliriz? Örneğin milliyetçilik ekonomi politikalarına dair ne söyler? Bütün toplumların en temel tartışma konuları olan adalet, özgürlük, demokrasi, ekonomik refah, gelir dağılımı

32

gibi konulara milliyetçilik nasıl yanıtlar üretir? Sanırım bu soruların yanıtı açık: Milliyetçilik bütün ideolojilerin öyle ya da böyle yanıtlar ürettiği ve kapsadığı bu kavramların ve sorunların hiçbirine dair kendine özgü bir yanıta sahip değildir. Hatta Micheal Freeden gibi bazı siyaset bilimciler milliyetçiliğin tam da bu nedenle bir ideoloji olarak bile tanımlanamayacağını ya da en iyi ihtimalle ‘zayıf merkezli ideoloji’ olarak adlandırılabileceğini söylüyor: “Milliyetçilik kapsamlı bir ideoloji olma kriterlerini karşılamıyor. Kavramsal yapısı, toplumsal adalet, kaynakların dağılımı ve çatışma yönetimi gibi konulara doyurucu yanıtlar veremiyor. Milliyetçilik teorileri toplumun yeniden yapılandırılmasına temel oluşturmuyor fakat onu etkiliyor. Milliyetçilik, zayıf merkezli bir ideoloji olmakla var olan ideolojilerin bir bileşeni olmak arasında salınıyor.”[1] Andrew Vincent ise aynı konuyu şu şekilde dile getiriyor: “Milliyetçilik, 19. yüzyılda Avrupa’nın politik sözcük dağarcığına girdiği günden 2000’lere kadar sürekli bir parazit gibi diğer ideolojilere yapışarak ilerledi. Milliyetçilik, tek başına, herhangi bir önemli politik soruna yanıt üretemez. Bu yanıtları üretecek donanıma sahip değildir. Dünyada var olmaya ve eylemeye dair bu tür yanıtları üretenler diğer düşünce formlarıdır (muhafazakârlık, liberalizm, sosyalizm ve faşizm). Dolayısıyla milliyetçiliğin özünü anlamak için bakmamız gereken bu birleşimlerdir.”[2] Bu açıklamalara göre, milliyetçilik her zaman başka ideolojilere eklemlenerek kendisini üretir. Milliyetçiliğin, sosyalizmden faşizme kadar ideolojiler yelpazesinin her noktasında kendisine bir yer bulabilmesinin nedeni bu özelliğidir. Böylece karşımıza sol milliyetçilik, muhafazakâr milliyetçilik, İslamcı milliyetçilik, liberal milliyetçilik, otoriter milliyetçilik gibi onlarca ideolojik akım ve bunların birbirleriyle olan rekabeti çıkar. Türkiye’de de böyle değil mi? Ulusalcılıktan Atatürk milliyetçiliğine, Türk-İslam sentezi olarak adlandırılan bir milliyetçilik türünden MHP’nin temsil ettiği radikal milliyetçiliğe veya sola sirayet etmiş olan milliyetçiliğe kadar çok sayıda milliyetçilik her gün karşımıza en doğallaştırılmış halleriyle her yerde


çıkar. Milliyetçilik hiçbir zaman sadece kendisini milliyetçi olarak tanımlayan hareketlerle sınırlı değildir; kendisini milliyetçi olarak tanımlamayan, hatta milliyetçi olmadıklarını iddia eden hareketler de milliyetçi unsurlar barındırıyor olabilir. Hatta bazı hareketler, 1970’lerde Türkiye solunun yaptığı gibi, ‘yabancı kökenli olma’, ‘millî olmama’ eleştirilerine karşı kendilerini korumak ve kendilerine toplumsal meşruluk kazandırmak için milliyetçiliği içerebilir. Milliyetçiliğin temel özellikleri Milliyetçilik diğer ideolojiler gibi kapsamlı yanıtlar üreten bir ideoloji değilse ve hatta bir ideoloji olup olmadığı bile tartışmalıysa, ne söyler? Bu konuda yapılan çalışmalar yukarıdaki soruyu genellikle şu beş başlık altında yanıtlıyor: 1) Belirli bir grubun üstün kılınması: İnsanlık farklı gruplara bölünmüştür. Burada sözü edilen grup millettir. Her bir milletin kendi tarihsel, geleneksel ve dilsel sürekliliğine sahip olduğu iddia edilir. Ve her millet en üstün olandır. 2) Bir kişi ya da grubun bağlı olduğu millete değer biçme: Kişinin kimliği millet ile ilişkilendirilir. Dolayısıyla her bir insan millî kimliği vasıtasıyla tanımlanır. 3) İlk iki maddeye politik-kurumsal ifade verme isteği: Bu, devlet olma isteğini ifade eder. Her millet bir ulus-devlete dayanmak ister. 4) Her millet bir toprak parçası, yer ve belirli sınırlar ve tarih ve dil ile birlikte tanımlanır. 5) Duygu ve duygusallığın önemli bir rol oynadığı bir aidiyet duygusu: Bütün ideolojiler belirli kavramsal düzenlemelere ilişkin duygusal bağlılıklara sahiptir, ancak milliyetçiliğin duygu boyutu diğer ideolojilere göre biraz daha belirleyicidir. Milliyetçilik duyguları, motive eden bir politik güç olarak kurumsallaştırır ve meşrulaştırır. Milliyetçilik duyguları bilinçli olarak öne çıkarır. Yine de, milliyetçiliği temel unsurlarını oluşturan bu karakteristik özellikler kendi başlarına bir anlam oluşturamayacak kadar belirsizdir. Örneğin millet, üstün kılınan grup olarak ortaya çıksa da neredeyse dünyadaki millet sayısı kadar millet tanımı yapılabilir ve üstelik bunların hepsi de zaman içinde değişebilir. Devlet olma arzusu bütün milliyetçiliklerde bulunabilir, ancak bu federatif devlet, merkezî devlet, konfederal devlet gibi onlarca farklı biçimde olabilir ve hepsi kendisine milliyetçilik içinde yer

bulabilir. Siyasetin alanının daralması ve milliyetçilik Tarih boyunca büyük sorulara büyük yanıtlar arayan insanlığın bu sorulara en az yanıt veren ideolojiye bu kadar prim vermesi ilginçtir. Öyle ya, bir ideoloji insanlığın en temel sorunlarına dair yanıtlar üretemiyorsa ve kendine has olarak nitelendirilebilecek özellikleri dünyadaki insan sayısı kadar farklı şekilde anlamlandırılabilecek kadar genelse, geriye düşünsel hırstan başkane kalır ki? Nitekim Tanıl Bora da, kendisiyle yapılan bir söyleşide Türk milliyetçiliğini tarif ederken şöyle diyor: “İdeolojiden de öte, bir zihniyet kalıbıdır. Siyasetin alanı daralınca, neredeyse her somut mesele, politik çözüm alternatiflerinin tartışılamayacağı bir tabuya, bir ‘millî politika’ hükmüne dönüşünce, bakiye kalan tek meşru siyaset lisanı milliyetçiliğinki oluyor. Türkiye’de milliyetçilik, bu bakımdan, siyasetin alabildiğine soluksuzlaştırılmasıdır aynı zamanda.” Özellikle Çözüm Süreci’nin sona ermesinden bu yana yaşadıklarımızı düşününce Bora’ya hak vermemek mümkün değil. Temmuz 2015’te Çözüm Süreci’nin resmen bitirilmesi ve savaşın yeniden başlaması, Temmuz 2016’da yaşadığımız darbe girişimi ve ardından başlayan OHAL süreci Türkiye’de siyasal alanın alabildiğine daralmasına, hemen hemen her meselenin sadece beka sorunu çerçevesinde değerlendirilmesine, başka türlü yaklaşımların ve çözüm önerilerinin şiddetle cezalandırılmasına neden oldu. Yurtiçinde yaşanan bu gelişmelere ek olarak, gerek Suriye gerek Batı ile ilişkiler konusunda da temel belirleyici çerçevenin ‘dört bir yanımızı kuşatan düşmanlar ve onların karşısında hayatta kalma mücadelesi’ olması, yani dış politikanın da yine beka sorununa yanıt verecek şekilde belirlenmesi, siyasette neredeyse her alana güvenlikçi politikaların ve bu politikaların bir numaralı savunucusu milliyetçiliğin hakim olmasına neden oldu. Milliyetçiliğin bütün oksijeni tükettiği bir ortamda bizler daha zor nefes alır hâle geldik. Sonuç Bu kadar akışkan, her konjonktüre bir şekilde eklemlenip orada kendine yer edinmeyi ve hatta zaman zaman günümüzde olduğu gibi, siyasetin alanının iyice daraldığı dönemlerde her şeye iyice hakim olmayı başarabilen bir ‘şey’ olan milliyetçiliğin sadece milliyetçi hareketlerden ibaret olmadığının, sandığımızdan çok daha fazla

33


Faşizme karşı Mücadele şekillerde hemen hemen her ideolojinin bir yerlerine sızmış olarak karşımıza çıkabildiğinin farkında olmamız, tabiri caizse, ona karşı uyanık olmamız gerek. Bu ‘düşünsel hırs’ın, ‘sahip olduğun tek şey çekiçse her şeyi çivi olarak görmeye başlarsın’ hesabı, her şeyi bir millî varoluş ve beka sorunu olarak dayatmasına ve böylece siyasetin alanını alabildiğine daraltmasına itiraz etmemiz gerek. AltÜst - Sayı 27 [1] Freeden, Michael, “Is Nationalism a Distinct Ideology?” Political Studies, XLVI, 1998. [2] Vincent, Andrew, Nationalism, Oxford Handbook Online, 2013.

Tanıl Bora: “Milliyetçilik doğallıkla meşrulaştırılamaz” Özellikle Van depreminin ardından gerek ana akım medyada gerek sosyal medyada söylenen ve yazılanlar topluma büyük ve net bir ayna tuttu. Yardımlaşma, empati kurma duygusu ağır basmış olmasına rağmen, aramızda, en hafif haliyle ‘onlar da insan’, en ağır şekliyle ise ‘Allah belalarını verdi, Kürtler de çok şımarmıştı zaten’ diye düşünen insanların olduğu ve bunların sayısının hiç de az olmadığı gerçeği ile yüz yüze geldik. Depremin hemen öncesinde Kürtlere yönelik linç girişimleri bu aynadaki bir başka görüntüydü. Öte yandan devletin “Kürtler de fazla oluyor canım, biz ne gerekiyorsa vereceğiz onlara” tavrı tüm bu olayların yeşil ışığıydı sanki. Biz de, milliyetçilik ve ırkçılık üzerine çok sayıda kitabı ve çalışması bulunan Tanıl Bora ile Türkiye’de milliyetçilik ve ırkçılık üzerine konuştuk. Arife Köse: ‘Türkiye’de bugün milliyetçilik ve ırkçılık’

gibi bir başlığı konuşuyor olmamızın en önemli nedenlerinden biri özellikle Van depreminin ardından en görünür yüzünü medyada gördüğümüz, en hafif haliyle ‘onlar da insan’, en ağır şekliyle ise ‘Allah belalarını verdi’ söylemiyle ifade edilen bir kesimin görünür şekilde ortaya çıkmış olması. Ne hissettiniz, ne düşündünüz bu söylemler karşısında?

Tanıl Bora: Bunları çok görmemeye çalıştım. Ben facebook ya da twitter kullanıcısı değilim, eşimden ya da arkadaşlarımdan duydum bu tür mesajların varlığını. Ama kuşkusuz insan bunun üzerine düşünüyor. Burada orta sınıf egoizmine bulaşmış bir ırkçılık görüyoruz. Bu, genel olarak halden anlamazlık, şiddetli empati yoksunluğu aslında geçmeyen bir ergenlik belirtisidir. Milliyetçilik, her toplumun atlatması gereken bir ergenlik sivilcesi gibi görülür. Bence milliyetçilik, geçmeyen ergenliktir. Erkekliğin, maçoluğun en sevimsiz, en kıyıcı tezahürleri olan ebedî oğlan ergenliği, milliyetçiliğin karakteridir. Ayrıca bu söylem, şiddetli empati yoksunluğu ve ‘öteki’ olarak gördüğünü çok kolayca dünyadan ve insanlıktan ihraç etme, asla ama asla kendini onun yerine koymaya çalışmama biçimindeki orta sınıf egoizmi ve orta sınıf zihniyeti ile de çok bağlantılı.

Türkiye’de milliyetçiliğin ve ırkçılığın oluşumuna bakarsak, milliyetçiliğin etkisi açısında ulus devletin oluşumuyla örneğin Avrupa’daki ulus devletlerin

34


oluşumu arasında bir fark var mıdır? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin milliyetçilik açısından belirleyici nitelikleri nelerdir sizce? - Türk milliyetçiliğindeki en büyük etken, ki onu Balkan milliyetçilikleri ile aynı kategoriye koymayı mümkün kılan bir özellik, gecikmişliğidir. Gecikmişlik göreceli olabilir tabii, buna gecikmişlik algısı da diyebiliriz. Millet olmakta, millet inşasında geç kalmış olma duygusu; geç uyanmış olduğunu düşünerek, hatta imparatorluk özgüveniyle fazla hoşgörülü, fazla esnek davranarak millî refleks geliştirmekte gecikerek kendi kendine ihanet ettiğin düşünerek, enayi yerine konmaya, horlanmaya göz yummuş olduğunu düşünerek, bu gecikmeyi telafi etmeye yönelik şiddetli bir hırs ve hınç beslemek. Gecikmiş millet inşasını olabildiğince hızlı telafi etme duygusu çok güçlü bir duygu Türk milliyetçiliğinde. Rusya’yla ‘93 Harbi (1877-78) ve Balkan Savaşları bu açıdan dönüm noktası. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele birbirine bağlanan süreçler. Bu uzun eşikte yoğrulan ve yatağına oturan bir milliyetçilik Türk milliyetçiliği. Bu gecikme telaşı, alarmizm dediğim şey yani alarm duygusu, ciddi bir yok olma endişesi, beka kaygısı dediğimiz psikotik hal. Bu beka kaygısının daha sonra belirli eşiklerde yeniden üretildiğini görüyoruz. Soğuk Savaş döneminde komünizm tehdidiyle yeniden üretiliyor. Jeo-stratejik konumun hassaslığı nedeniyle Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğu ve hep teyakkuz halinde olmak gerektiği duygusu hakimdir. Soğuk Savaş sonrasında da en önemli etmen olarak da Kürt meselesinin ve bölünme tehdidinin bunu yeniden ürettiğini görebiliyoruz. Kuşkusuz her şey aynen devam ediyor diyemeyiz, elbette değişiyor, ama kalıcı bir örüntü olarak, kalıcı bir yapı olarak bu gecikmişlik duygusu ve onun verdiği güvensizlikte, beka kaygısına dayanan alarmizmde, sürekli müteyakkız ruh halinde belirli bir devamlılık var. Bu da sürekli bir olağanüstü hal rejimine dayanak oluşturuyor. Burada da ergenlik semptomlarını görebiliyoruz. Tabii ki bu ergenlik metaforunu abartmamak ve her şeyi bununla açıklamaya çalışmamak lazım – ama en azından tasviri gücü yüksek bir metafor olduğu açık. Toplum açısından baktığımızda şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza; Başbakan Tayyip Erdoğan anayasa değişikliği referandumundan hemen önce, devletin Öcalan ile görüştüğünü kabul etmiş ve buna rağmen sandıktan yüzde 58 ‘evet’ oyu çıkmıştı. Yani aslında toplumun belirli bir kesimi bu gerçeğe de ‘hayır’ dememiş oldu. Ama yine aynı toplumun aynı zamanda çok kolay teyakkuza geçebildiğini de görüyoruz, tıpkı Hakkari- Çukurca’daki olaylardan sonra olduğu gibi. Çelişkili gibi görünen, çok kısa zaman

dilimleri içinde aynı toplumda var olabilen bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? - Milliyetçilik bir takım merkezlerce düğmeye basılarak harekete geçirilen yapay bir oluşum değil. Toplumsal bir karşılığı var. Kurumsal bir takım reaksiyon unsurları olduğu doğru ama devlet tarafından bir kukla gibi yönetiliyor gibi tasarlayamayız milliyetçiliği. Elbette ki devletin ya da iktidarın yönlendirmesinin çok payı var. Bir olağanüstü hal havası, millî seferberlik havası yaratıldığında, bunun işaretleri verildiğinde, devlet güvencesiyle ve devlet teşvikiyle seferber olmaya yatkın bir kitle tabanı var. Bunu hesaba katmakla beraber komplocu ve tepeden inmeci analizlere şüpheyle yaklaşıyorum. Örneğin geçmişte MHP’nin de tamamen kontrgerilla tarafından tertip edilmiş bir operasyon olduğu açıklamasına itibar edenler çok oldu. Böyle bir boyutu da olmakla beraber MHP’nin kendi gerçekliği de vardı, bunu göz ardı edemeyiz. Birileri düğmeye basıyor olabilir ama düğmeye basıldığında coşmaya hazır bir potansiyel var, bunu görmezden gelemeyiz. O potansiyel düğmeye basılmadığında da duruyor orada. Bir de şu noktayı vurgulamak istiyorum. Milliyetçilik, onu bu kadar önemsememiz hilafına, kendi iddiasının da hilafına, her şeyi belirlemiyor, kendi başına bir gündem değil. Milliyetçilik, somut siyasal, toplumsal gündemleri kendine uyarlayan, aslında daha doğrusu onlara tahakküm eden, onları deforme eden bir ideoloji ve siyasettir. Yine de, şükür ki, başka toplumsal ve siyasal gerçeklikler varlıklarını sürdürüyorlar. İnsanlar bir şeye karar verirken, bir şeye kızarken, bir şey için seferber olurken, milliyetçiliğin iddia ettiği gibi, sadece millî dürtülerle ve önceliklerle hareket etmiyorlar. “Millî” denen konularda bile böyle olmuyor bu! Dolayısıyla bir millî infialin beklenebileceğini durumlarda başka öncelikler öne geçebiliyor. Bundan birkaç yıl önce MHP’nin bir seçim sloganı vardı, ‘Tek bir cevap yeter’. AB meselesi, Kürt meselesi, ekonomi – hepsinin tek bir cevabı vardır buna göre. Milliyetçiliğe çok uygun bir slogan gerçekten. Milliyetçilik her şeyin tek ve yalın cevabı olduğunu söyler ama hiçbir şeyin cevabı değildir aslında. Her konunun kendi özgül alanına ilişkin özgül bir cevabı vardır. Milliyetçilik bütün bu cevap arayışlarını tek bir cevaba indirgeme iddiasındadır, ama hiçbir şeyin cevabı da değildir. Ama bir karşılığı var ki toplumda MHP hâlâ oy almaya devam ediyor ya da milliyetçi duygular bu kadar hakim olabiliyor zaman zaman. Demek ki bir cevap üretiyor… - Tabii ki üretiyor, çünkü çok kolay ve hazır bir cevap üretiyor: Kimlik. İster etnik ister kültürel

35


Faşizme karşı Mücadele temelde tanımlanmış olsun, millî kimliği bir olgu olmanın ötesinde başlı başına bir değer ve bir cevap, bir programmış gibi sunuyor. Milliyetçilik kimliği bir siyasal program gibi sunma becerisine, gücüne, imkanına sahip bir ideolojidir. Cazibesinin belki en güçlü kaynağı bu zaten. Bir kimliği bir prog-ram haline getirmek, sözgelimi “Türk olma”yı başlı başına bir değer ve başlı başına bir siyasî program yerine getirmek, gayet konforlu bir durum, “Türk” olana kendini iyi ve güçlü hissetmeyi vaad ediyor. Sırf Türk olmakla siz değerlisiniz, sırf Türk olmakla zaten bir cevaba sahipsiniz meseleler karşısında. Bu, insanın kendisini iyi hissetmesini sağlayan “kolay” bir “çözüm”. Edinilmiş, edineceğiniz, inşa edilmesi gereken bir değere hacet olmaksızın buna sahipsiniz. Bu kof, altı boş ama cazip bir şey. Bu milliyetçiliğin hem kritik eşiklerde çuvallamasını, bir politik seçenek ortaya koyamamasını ama bir yandan da dokuz canlı olmasını sağlayan bir temel. Peki bugün milliyetçiliğin yükseldiğini söyleyebilir miyiz? Bu ruh hali ne kadar belirgin ya da hakim sizce bugünün toplumsal ve politik atmosferine? - Yaklaşık 20 yıldır, bu “yükseliyor mu, alçalıyor mu?” anketlerine muhatap oluyorum inanın! Ve hep şunu söylemeye çalışıyorum: Konjonktürel gelişmelere göre bazen alçalıyor, bazen yükseliyor, ama önemli olan, hep orada sotada bekliyor olması, düşük denen seviyesinin de yeterince yüksek olması! Bence önemli olan budur. Uzun vadeli bir bakışla şunu söyleyebiliriz: “Normalleşme”, “istikrar” süreçleri güçlendiğinde geriliyor milliyetçi teyakkuz; millî meselelerle alakası olmaksızın, herhangi bir gerilimde de kolayca yükseliyor. Çünkü yangın söndürme setimizde bu var, politika esnafının alet çantasında bu var, başka da fazla bir şey yok. Bu kimliğin ‘öteki’leri de var değil mi? -Tabii, zaten milliyetçiliğin çukuru da budur. Düşman imgelerine muhtaçtır. Her siyaset aslında düşman ya da hasım tanımıyla var olur. Burada düşman ile hasım arasındaki fark önemli; düşman yok edilesidir; hasmı ise alt etmeniz, geriletmeniz, nötralize etmeniz, mağlup etmeniz, en önemlisi, bazen de dönüştürmeniz gerekendir. Milliyetçilik, yapısal olarak, eğilim olarak hasım değil düşman görür karşısında. Kimlik siyaseti, düşmanlaştırılan bir “öteki”ye şiddetle muhtaç olan siyasettir. Kimlik siyasetlerinin ağası olan milliyetçilik için, bu bir alamet-i farika. Özellikle Türkiye’deki gibi gecikmiş milliyetçilikler, yani özgüven ve beka kaygısı yüksek milliyetçilikler açısından düşman onsuz olunmaz kurucu unsurdur.

36

Milliyetçi ve ırkçı ideoloji açısından, bir düşman olarak ötekinin yok edilmesinde şiddetin nasıl bir rolü vardır? Özellikle çatışmaların yeniden başlamasından sonra Kürtlere yönelik olarak kullanılan şiddeti, hatta zaman zaman linç girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? - Milliyetçilik-ırkçılık, şiddetin yegâne sebebi değil elbette fakat kuvvetli moderatörleri, ‘kolaylaştırıcısı’dırlar. Irkçılık, malum, bazı insan topluluklarını insanlık-dışında sayar; onları eşiti görmez, insanca değerlere hatta merhamete bile layık görmez. Yine malum, ırkçılık ve milliyetçilik, hele bizimkisi gibi sosyal-Darwinizmden de ilham almış olanlar, topluma biyolojik ve tıbbi metaforlarla bakarlar, sosyal ve millî problemlere “habis uru kesip atmak”, “cerahati kazınmak” gibi bir terminolojiyle yaklaşırlar. Şiddet, cerrahi bir sağaltım kavramıdır bu zihniyette. Kürtlere yönelik linç girişimlerinin kaynağında da bu zihniyet var. Türkiye’de lincin skandallaştırılmaması, dehşet uyandırmaması, gündelik dilde rahat rahat deveran eden, basitçe “haddini bildirmeyi”, “şiddetli tepki göstermeyi” ifade eden bir kavram gibi kullanılması, bu derin duyarsızlık, bence ayrıca ele alınması gereken bir arıza. Van’dan sonra ortaya çıkan ırkçı, milliyetçi tepkilere yönelik, bu yaklaşımları onaylamasa da ‘anlayan’ iki söylem ortaya çıktı; birincisi, ‘milliyetçilik ve ırkçılık da bir fikirdir, düşünce özgürlüğü bağlamında onlar da konuşabilir’, ikincisi ise, ‘ama canım Kürtler de fazla ileri gitmişti zaten’. Bu tür ırkçı, milliyetçi söylemleri normalleştiren bu ifadeler hakkında ne düşünüyorsunuz? - Milliyetçiliğin ayakta kalmasını ve insanları kolay tavlamasını sağlayan yanı, aynı zamanda en tehlikeli yanı, bu doğallaştırıcı söylemidir. Tepkileri, duyguları, bunların dışavurumunu doğal, insanın tercihinden bağımsız, kabaran bir doğal afet kadar doğal, bedenin bir refleksi kadar doğal sayar ve bu son derece tehlikelidir. Duygular sandığımız kadar kendiliğinden oluşmuyor. Duygular oluşturulan, beslenen, büyütülen, eğitilen güçlerimizdir. Milliyetçilik özellikle duygu siyasetini yönetmekte çok iddialı ve mahir. Çünkü her şeyden önce elinde çok güçlü araçlar var; hiçbir şey yoksa millî eğitim tornası var. Onun “doğal tepki” dediği şey aslında insanların içine ekilmiş tohumlarla, kurulmuş duygusal mekanizmalarla alakalı. Pek o kadar “doğal” değil yani! Milliyetçilik doğallıkla meşrulaştırılamaz. Hem o kadar da doğal olmadığı için, ikincisi, “doğal” olan sorgulanamaz olmadığı için. İnsanın temel vasıflarından biri kendi doğasını da sorgulayabilmesi ve değiştirebilmesi değil mi?


Peki ırkçı fikirleri ifade etmek düşünce özgürlüğü müdür? Örneğin, ‘Vanlılar bunu hak etti, Allah belalarını verdi’ demek düşünce özgürlüğü müdür? Bu bir düşünce değil. Düşünmenin yerine kör öfkeyi, nefreti geçiren bir ‘şey’. İnsanlar olarak ortaklığımızı yok sayan, konuşmanın, iletişimin imkanını ortadan kaldıran, insan ilişkisinin imkanını iptal eden bir ‘şey’. Bu tür ırkçı-milliyetçi söylemlerin üretilmesinde devletin rolü nedir sizce? - Bütün milliyetçilikler iki yanlıdır ve iki kutup arasında salınırlar. Bir uçta vatandaşlığı esas alan, ortak vatanı, ortak yaşam ve deneyim bağını millî kimliğin ve milliyetin esası sayan bir kutup var. Bir de, o milliyeti mutlaka bir özle, dinsel, kültürel bir kimlikle yücelterek biricikleştiren kutup var. Bütün milliyetçilikler bu iki kutup arasında salınır. Türk milliyetçiliğinde ikinci kutup baskındır her zaman. Bu özcülüğün illa soy sop, kan, ırk milliyetçiliği olması gerekmez, kültürel ırkçılık da olabilir. Türk kimliği kültürel temelde de tanımlanmış olabilir, ama özcü milliyetçilik Türk milliyetçiliğinde her zaman barizdir. Cumhuriyetin kurucu elitinden Mahmut Esat Bozkurt’un ölümsüz bir ayrımı var: kanun Türk’ü ve öz Türk ayrımı. Kanun Türk’ü, kanun nezdinde, anayasal temelde Türklüğünü kabul ettiğimiz fakat gerçek anlamda Türk olmadığını bildiğimiz kişilerdir buna göre. Öz Türkler ise, etno-dinsel ya da etno-kültürel temelde Türk olarak tanımlanırlar, “sahici” Türklerdir. Bu ayırım yazılı olmayan bir anayasal ölçüt olarak her daim geçerlidir. Bunu değiştirmek ve sökmek için salt anayasa değiştirmek, salt devlet nutku söylemek yeterli olamaz. Bu gerçek bir zihniyet dönüşümünü gerektirir. Çünkü bu, çok derine işlemiş bir şey. Öz Türk tanımında, yani vatandaşlık bağını yeterli saymayan bir milliyet ve millî kimlik tanımında Kemalist resmi milliyetçiliğin yanı sıra hemen bütün diğer milliyetçilikler de mutabıklar aslında. İslamcılığın milliyetçilik tanımı da dini temelde bir öz Türk ayırımına dayalıdır, böylelikle ayırımcı ve dolayısıyla ırkçılığa yatkın bir milliyetçiliktir. MHP’ninki zaten malum. Dolayısıyla bunun sadece resmi milliyetçiliğin bir problemi olmadığını, Türkiye’deki bütün milliyetçilik çeşitlerinin ortak paydası olduğunu düşünüyorum. Resmi milliyetçiliğin bir başka özelliği, milliyet tanımının ırkçılığa yatkın bir tanım olmasının ötesinde, milliyetçiliği zerk etmeyi, millî sembolleri olabildiğince sık tüketmeyi, millî ritüelleri toplumsal rızayı sağlamanın asli unsuru olarak görmesidir. Türkiye’de bayrağın, marşın, millî ritüellerin enflasyonist kullanımı bununla alakalıdır. Milliyetçilik devletin ve siyasal sistemin rıza üretim sisteminde çok güçlü, çok geniş bir yer kaplıyor. Sürekli referans

veriliyor. Diyelim kendi halinde bir ortak payda olmanın ötesinde, sürekli yeniden üretilen, sürekli kafaya kakılan, sürekli törenselleştirilen, sürekli sadakat beyanı talep eden bir niteliği var. Bu kullanım, bu enflasyonist durum, içeriğinden bağımsız olarak faşizandır. Milliyetçiliğin böylesine gösteriselleştirilmesi, böylesine her an hazır ve nazır kılınması başlı başına faşizan bir etkendir. Çünkü bu siyaseti boğan bir etmendir. Devletin milliyetçiliğinden bahsetmişken, Atatürk milliyetçiliğine de değinmekte fayda var. Nedir Atatürk milliyetçiliği? Nasıl bir işlevi var? - Türkiye’de birisi ‘ben Atatürk milliyetçisiyim’ dediği zaman, aslında ‘ben aşırı milliyetçi değilim, ırkçı değilim’ demiş oluyor; öyle demek istiyor. Buna çok emin bir şekilde, çok güvenle inanıyor. Aslında Atatürk milliyetçiliği yapay ve görece yeni bir tanım. Bu tanım, esasen 12 Eylül sonrasında yaygınlaştı. 27 Mayıs’tan ve 12 Mart’tan sonra kullanılır olmaya başlamıştı. Onun öncesinde Atatürk milliyetçiliği diye bir laf yok. 12 Eylül’den sonra Turan Feyzioğlu’nun yazdığı “Atatürk Milliyetçiliği” adlı kitabın yanı sıra Millî Güvenlik Konseyi yığınla Atatürk milliyetçiliği telkin eden doküman üretti. Askeri darbelerle, 27 Mayıs’tan başlayıp 12 Mart’ta güçlenip, 12 Eylül’de iyice altı çizilerek, resmi ideolojiyi pekiştirme gayretinin bir unsuruydu Atatürk milliyetçiliği. Bütün ‘izm’lerin ötesinde, herkesin biat edeceği bir resmi ideolojiyi tahkim etme emeline dönüktü. Hem milliyetçiliği bir zorunluluk olarak vurguluyordu, hem de özellikle MHP’nin açıkça ırkçı milliyetçiliğinden rahatsız olanlara bir alternatif sunuyor, “aşırı” ve “fanatik” sayılmadan milliyetçi olma imkanını sağlıyordu. İnsanın eğer ırkçılık ile ilgili samimi bir kaygısı varsa, ki bu insanların bir bölümünün gerçekten söyle bir kaygısı da var, Atatürk milliyetçiliği onun bundan korunmasını sağlamıyor. Çünkü Atatürk milliyetçiliği lafzı altında, yine o Türk kimliğini yücelten ve ayrıştıran bir ırkçılık yapılıyor. Son dönemde ulusalcılık adı altında gönül rahatlığıyla bunu ırkçı ifadelere vardıran çok örnek görüyoruz. Ne tür örnekler mesela? - O korkunç Türk Solu dergisi bunun bir örneği işte. 2000’lerde birçok emekli generalin yazıp söylediklerinde, açıkça ırkî bir Türklük yüceltisi görürsünüz. Osman Pamukoğlu bunun bir örneğiydi, parti de kurmuştu biliyorsunuz. Doğu Silahçıoğlu’nun Cumhuriyet’te bir yazısını hatırlıyorum, erken cumhuriyet dönemi politikalarının Nihal Atsız’ın görüşleri doğrultusunda geliştirilmemiş olmasına hayıflanıyordu.

37


Faşizme karşı Mücadele Irkçılık ve milliyetçilik arasında ayırım yapmak neden önemlidir? Örneğin MHP’nin farkı nedir? - Farklı milliyetçilik türleri arasındaki ayırım öncelikle analitik açıdan anlamlıdır. Daha iyi anlamamızı sağlar. Ama politik olarak da anlamlıdır. Yurtseverlik olarak tanımlanan, ama sahici anlamıyla yurtseverlik olarak tanımlanan, yani gerçekten vatandaşlık bağı, ortak vatan deneyimi ve ideali dışında bir bağa bakmayan bir milliyetçilik ile, etnisist, ırkçı bir milliyetçilik arasındaki fark kuşkusuz önemsiz değildir. Gerçi ikisi arasında aşılmaz bir duvar yoktur, yoğun git-geller olur aralarında, ama yine de bu ayrım sadece analitik açıdan değil, politik açıdan da önemsiz değildir. Keza sizin sorduğunuz noktada her milliyetçiliği doğrudan faşizm ile damgalamanın, faşizm kavramını ve ithamını sıradanlaştırmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Tabii burada şöyle bir hazin nokta da var; Türkiye’de birisine ‘faşist’ dediğiniz zaman bu aslında çok da ayıp ve kötü bir şey olarak düşünülmüyor. Bu konuda çok güçlü bir duyarlılık olduğunu düşünmüyorum. Faşizmin kötü bir şey olduğuna dair genel bir ‘duyum’ var, ama onun içeriği ile ilgili çok derin ve yaygın bir bilinçlenme yok. Yine Van depremi sonrasından yola çıkarak örneklendirecek olursak, özellikle sosyal medyada görülen bu ırkçı söylemlere Devlet Bahçeli çok sert yanıt verdi, bu tür mesajların “ihanet” olduğunu söyledi. Bu, birçok insan tarafından MHP’nin değiştiği, artık eskisi gibi faşist bir parti olmadığı şeklinde yorumlandı. Siz ne düşünüyorsunuz? - Faşist ya da faşizan olarak değerlendirebileceğimiz hareketlerin bir özelliği, faşizan bir taban dinamiğidir. Van sonrası o mesajlarda da kendini gönül rahatlığı ile ifade eden, birilerinin kesilmesi gerektiğini düşünen, çok kuvvetli bir devlet isteyen, idam isteyen, kellelerin yuvarlanmasını isteyen ve homojen, kendi gibilerden müteşekkil, sürekli ajite bir toplum hayali güden, faşist bir imgelemin taban dinamiği var. Bir yandan da bu taban dinamiğine dayanan, onu bir koz olarak kullanan, o potansiyeli güdüp yönetme, o potansiyeli seferber etme gücünü siyasal kâra dönüştüren bir liderlik, bir parti dinamiği vardır. O parti, o liderlik zaman zaman, belki çok zaman, merkez sağda konumlandırabileceğimiz orta karar bir yerde durabilir. Çünkü o saldırgan, radikal potansiyeli gemleme yeteneği, onu zaman zaman öne sürme, zaman zaman geri çekme yeteneği, o taban dinamiğine hakimiyet, bu partilerin sistem nezdindeki güvenilirliğinin bir unsurudur. Yani bir iç savaş çıkarabilecek, icabında Kürtlerin üzerine yürüyebilecek o potansiyeli (beslenip büyütülmesinde ciddi paylarının olduğu o potansiyeli) dizginleme ve durdurma yeteneğini gösterirlerse ciddiye alınırlar.

38

Yoksa geminden boşalmış bir güruh politikası, o partiyi sistem nezdinde de tehlikeli kılar. Bu bir hilebazlık değildir, faşist siyasetin kendi doğal ritmi ve işbölümüdür. Günümüzde bir neo-faşizm, neo-ırkçılık var mıdır? - Bunlar boş terimler değil, bunların işaret ettiği bir gerçeklik, bir değişim var. Deyim yerindeyse, bir tür kibarlaşma görünümü bu. Örneğin biyolojik ırkçılığın kültürel ırkçılığa dönüşmesi, ırkçılık ve neo-ırkçılık arasındaki bir fark etmenidir. Açık seçik, doğrudan doğruya ten rengi, soy, kan temelinde bir ayırımcılıktan öte kültürel davranış ile ilgili, kültürel değer ile ilgili, kültürel farkçılığa dayanan bir ırkçılığa yönelim var. “Siyahlar da muhteremdir, ama onlar kendi bahçelerinde iyidir, bizim buralara gelmesinler” gibi… “Her kültür kendi doğal ortamında güzeldir” gibi… “Demokrasi, çoğulculuk vs. bunlar belirli botanik koşullarda ortaya çıkmış bize özgü değerler, bunu herkes paylaşamaz” gibi… daha kibar gibi görünen bir ırkçılık söylemi var Avrupa’da, Amerika’da. Hem de daha esnek, daha pop, yani klasik faşizmde olduğu gibi sıkı hatta bazen paramiliter örgütlenme ile kitlelerin sürekli ayakta olmasını, sürekli militan seferberliğini talep etmeyen, daha esnek bir ilişki içerisinde katılım sağlanabilen bir milliyetçilik. AKP’nin milliyetçiliği hakkında ne düşünüyorsunuz? - Türk milliyetçiliğinin sürekli teyakkuz halinde, şiddetli tehdit algısına ve beka kaygısına dayalı negatif diyebileceğimiz ideolojik söyleminin daha özgüvenli, pozitif bir ideolojik söyleme dönüşmesi ile ilgili bir dinamiği tartışabiliriz burada. Bir ara Tayyip Erdoğan’ın da kullanıldığı “pozitif milliyetçilik” lafı vardı. Aslında bunun başlangıcını Turgut Özal dönemine uzatabiliriz. Türkiye’nin otarşist havadan çıkıp dışa açıldığı, iyimser bir ekonomik gelişme trendine girdiği, soğuk savaşın bitmeye yüz tutmasıyla komünizm korkusundan arındığı, bir yandan yeni Türk cumhuriyetlerinin kurulmasıyla ekonomik temelde bir yeni Turan ufkunun ortaya çıktığı bir temelde daha özgüvenli bir milliyetçi ruh hali gelişmişti. Burada bir neo-Osmanlı nüfuz potansiyeli de önemli temadır. Kısacası ‘Biz büyük ülkeyiz’ söyleminin Özal dönemine kadar uzatılabilecek bir geçmişi var. AKP’nin milliyetçilik söyleminde de bu kendisini gösteriyor. NeoOsmanlı olarak tanımlanan dış politika perspektifi bunun bir parçası. Türkiye bu söylemde sürekli jeostratejik tehdit altında, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülke olarak değil, tersine bölgesinde bütün ülkelerin Türkiye’nin himayesine mazhar olmayı istediği, “doğal” nüfuz alanını oluşturan bir fırsat coğrafyasıyla karşı karşıya bulunan bir ülke olarak


sunuluyor. ‘Türkiye büyük bir ekonomik güçtür, bir büyük devlettir, bizim millî kimliğimizi korkular ve husumetlere değil, özgüvene ve ekonomik-siyasal nüfuz potansiyelimize dayandırmamız lazım’ gibi bir ideolojik söylem hâlâ baskın hâlâ gelmemiş olmakla birlikte, bunun ipuçları var. Bir yandan da o sürekli müteyakkız, tehdit algısına dayalı söylem rahatlıkla ortaya çıkabiliyor. Demin Özal’a götürdüm, ama aslında bu Türk sağının iktisaden müreffeh, politik olarak istikrarlı dönemlerinde daha önce de peydahladığı bir söylemdir. Mesela 1960’ların Demirel’i de böyle konuşur. Millî gururun kaynağını fütuhatlarda, eski kahramanlıklarda, cengaverliklerde değil, ekonomik başarılarda, medeniyette ileri gitmekte, medeniyet başarılarında aramak gerektiğini söyler, gerçek milliyetçilik ölçütü olarak bunları görür. Bu, Türk sağının uzun tarihi içerisinde refah ve istikrar konjonktürlerinde peydah olan bir milliyetçilik söylemidir. Hep kısa ömürlü olmuştur. Peki bu da ırkçı, tehdit algısı ve beka korkusuyla dolu milliyetçiliği güçlendiren bir söylem midir? - Tabii bu da üstünlük kibriyle yine tehlikeli bir söylem. Osmanlı’dan Türk milliyetçiğine devrede “millet-i hakime” motifinin modern yeniden üretimi. Malzemesi, motifleri değişse bile bu millet-i hakime kabulü zemininde Türk milliyetçiliğinin ana çizgisinin yeniden üretimini sağlıyor. Tehdit algısı ve beka kaygısını, bu defa “emperyal vizyon” çerçevesinde bir teyakkuz hali ikame ediyor. Tüm bunların yanı sıra bir suçlama olarak dile getirilen Kürt milliyetçiliği meselesi var. Sizce Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği bir ve aynı görülebilir mi? Aynı formülü tekrarlayacağım: Milliyetçilik sadece milliyetçilik değildir. Kürt siyasal hareketinde güçlü bir milliyetçilik etmeni olduğunu ben de düşünüyorum. Fakat bu onun milliyetçiliğe indirgenebileceği anlamına gelmiyor. Sadece milliyetçilik düzleminde ele alamayız Kürt siyasî hareketini, onun sadece milliyetçi bir hareket olduğunu söyleyemeyiz. Bu hareket açısından bence tartışılması gereken şey şudur; onlar yurtseverlik kavramını milliyetçilikten azade kılan garantili bir panzehir gibi kullanmaya yatkınlar. Bunun garantili bir panzehir olmadığını tartışmak gerekir. Kürt kimliği açısından meseleyi şu noktada görmek gerektiğini düşünüyorum: Millî kimliği nedeniyle aşağılananlar, millî kimliği tanınmayarak dışlananlar tepkisel olarak o millî kimliklerine sığınır. Hannah Arendt’in yazdıklarını hatırlarsak; bir Yahudi sadece Yahudi değildir, onun birçok kimliği, birçok yüzü vardır, ama Yahudi olarak aşağılandığı zaman bir

onur tepkisiyle Yahudiliğine sığınır ve böylece onu sadece Yahudi olmaktan ibaret hale getirirsiniz. Öyle davranır, öyle tepki gösterir. Kürtler açısından da buna benzer bir durum var. Kürtlerdeki milliyetçilik bu dinamik göz ardı edilerek anlaşılamaz. Ayrıca Kürt milliyetçiliğinin biçimlenmesinde Türk milliyetçiliğinin bir rol modeli işlevi gördüğünü görebiliyoruz. Türkiye’de özellikle ulusalcılık kavramını sık sık kullandığını gördüğümüz sola bu milliyetçi fikirler nereden bulaşmıştır ve bunlar sola nasıl bir zarar vermektedir? - Bunun standart cevabı Kemalizmin mirası veya etkisidir. Doğru, bir kere bu var. Türkiye’de sol ’71 hareketinden beri Kemalizmden kopmaya yöneldi, ama bu kopuş kâmilen gerçekleşmiş değildir. Bir başka etken, emperyalizm kavramının deyim yerindeyse “istismarıdır”. Emperyalizm kavramının, Lenin’in anlattığı gibi kapitalizmin dünya sathına yayılması, kapitalist egemenliğin tüm dünyaya nüfuz etmesi olarak değil de, “millî işgal” mantığıyla anlaşılması. Anti-emperyalizmin bir nevi “mütekâmil ve global anti-kapitalizm” olması gerekirken, millîci bir darlığa sıkıştırılması. Buna bir de “ezilen ulus milliyetçiliği” kavramının istismarını ekleyelim. Bu kavramın, göreceliliğinden tamamen arındırılarak, milliyetçiliği mübah gösteren bir umumî vekâletnameye dönüştürülmesi. Yukarıda bahsettiğiniz gibi, ‘faşizm’ dendiğinde kötü bir şeyin anlaşılması, milliyetçiliğin muteber olmayan bir hale gelmesi nasıl mümkün olabilir? Milliyetçilik ve ırkçılığa karşı neler yapmak gerekir? Bildiğim bir reçete yok! Kınamak ve karşı çıkmanın olmazsa olmaz olduğunu teslim etmekle beraber, bu tür karşı-propagandanın yeterli olacağını da düşünmüyorum. Bence işin esası, uzun erimli ama sağlam çare, ‘konuyu değiştirebilmektir’. Milliyetçiliğin, ırkçılığın, faşizmin beslendiği zeminden farklı zeminlerde, farklı gündemlerle, farklı bir dille bir sosyalleşmeyi, bir politizasyonu sağlayabilmektir. AltÜst

39


Faşizme karşı Mücadele

MHP değişti mi? Kuzu postunda kurt

Geçtiğimiz yaz boyunca HDP bürolarına dönük saldırılar, sokakta Kürt olduğundan ‘şüphelenilenlere’ karşı linçler ve yakılan dükkânlar basit bir milliyetçi hassasiyet histerisinden daha fazlasını işaret ediyor. Ana akım medya saldırıları klasik devlet diliyle ‘teröre karşı milliyetçi tepki’ olarak tanımlasa da, linç eylemlerinin milliyetçi hassasiyetlere sahip ‘sıradan vatandaş’ işi olmadığı aşikâr. Ülkü Ocakları tarafından yapılan ‘Türkiye genelinde eylem’ çağrılarının güzergâhları istisnasız HDP bürolarına uğrayacak şekilde düzenlenmişti. Saldırılar devletin planlamasıyla, polis gözetiminde, kontrollü bir şekilde gerçekleştirildi. İlgili mercilerin yaptığı açıklamalarla ‘olayların’ bıçakla kesilmiş gibi sona ermesi bile sokağa çıkan güçlerin örgütlü ve devletle bağlantılı olduğunu gösteriyor. Ülkü Ocakları, kurt işareti yapan saldırganların ülkücü hareketi itibarsızlaştırmaya çalıştığını iddia ederek sorumluluğu Osmanlı Ocakları’na attı. Osmanlı Ocakları da ‘paralel örgüt’e. Saldırganların kim olduğu sorusu ‘ulan hepiniz oradaydınız be’ diyerek geçiştirilebilir elbet. Ancak ‘hangi ocak daha tehlikeli?’ minvalinde sürdürülen tartışma, son yıllarda Türkiye’deki faşist harekete veya faşizmin karakterine dair birçok yanılgıyı barındırdığı için bu konuyu biraz açmak gerek. Ülkü Ocakları mı, Osmanlı Ocakları mı?

40

Meltem Oral

bu anlayış, AKP’yi geriletmek adına faşistlerin desteklenebileceğini açıkça ifade ediyordu. Ankara Belediye Başkanlığı seçiminde ‘Mansur Yavaş, kurtuluşa kadar savaş’ sloganları atılırken kurt işaretleri ile sol yumrukları yan yana gördük, ‘ülkücülerle solcular sandıkları koruyorlar’ başlıklı haberler okuduk. Ardından CHP ve MHP’nin ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun desteklenmesi süreci geldi. 7 Haziran genel seçiminin ardından faşist partinin CHP ve hatta HDP’yle koalisyon kurması için beklenti içerisine girilmesi de aynı durumdu. Tüm bunlar, MHP’nin AKP’den daha az tehlikeli, hatta desteklenebilecek bir yapı olduğu ‘imajının’ oluşmasına yardım etti. AKP’nin rolü Sokaktaki faşist saldırıları yaratan iklimin baş mimarı, kuşkusuz Cumhurbaşkanı Erdoğan. Üstelik Erdoğan’ın Kürtleri düşmanlaştıran ve HDP’yi hedef gösteren, yapılacak her türlü saldırıyı meşrulaştıran söylemi yeni değil. Kasım 2014’te “esnaf gerektiğinde askerdir, alperendir, polistir” diyerek ‘teröre’ karşı alınması gereken tavra dair mesajını net bir şekilde iletmişti.Hürriyet gazetesine dönük saldırılara öncülük eden AKP Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın’ın sırtını yasladığı ve güvendiği şey tam da Erdoğan’ın çizdiği meşruiyet çerçevesiydi. Çözüm sürecini bitiren, toplumun büyük çoğunluğunun barış talebini ezip geçen Erdoğan ve AKP’nin savaş politikaları, sokaktaki milliyetçi hezeyanın başlıca sorumlusu. Bugün sadece askerî operasyonlar değil, sivil halka yönelik yüz yıllık devlet refleksiyle gerçekleştirilen ‘özel harp’ taktikleri de batıda faşist saldırıların palazlanacağı zemini yaratıyor. Kısacası, AKP’nin savaş politikaları faşist hareketin güçlenebileceği uygun koşulları şekillendiriyor.

‘Ülkü Ocakları bitti, şimdi Osmanlı Ocakları’, ‘Ülkücüler reddediyor, demek ki sorumlu Osmanlı Ocakları’ gibi ifadeler, son yıllarda görmeye alıştığımız, MHP’yi normalleştirme yaklaşımının geldiği son aşama. Bu yaklaşım AKP’yi otoriter ve neoliberal bir burjuva partisi olarak değil, faşist bir parti olarak tanımlama eğilimiyle el ele gidiyor. Faşist olan MHP değil de AKP olunca, faşist bir hareket için aranan ‘paramiliter’ güçler de 7-8 Eylül günlerinde bulunmuş oldu.

Osmanlı Ocakları

MHP’nin ve Ülkü Ocakları’nın ‘değiştiği’ tezi uzun zamandır işleniyor. Daha önemlisi MHP, herhangi bir merkez sağ partiye indirgenerek AKP’yi geriletmek adına ittifak kurulabilecek ya da fiilen aynı saflara düşülebilecek bir odak olarak gösteriliyor. Yerel seçimlerde ‘bas-geç’ şiarıyla karşımıza çıkan

Osmanlı Ocakları dergisi olarak 2005’te kurulan ve dört sene sonra dernekleşen bu yapı, açık ki devlet bürokrasisi ve AKP önderleriyle sıkı ilişkilere sahip. Başkan Kadir Canpolat eski bir Alperen Ocakları üyesi. Türkiye’yi 2006’da ziyaret eden Papa 16. Benedictus’a yönelik suikast girişimiyle yakalanan


altı kişi arasında adı geçiyor. Trabzon Alperen Ocakları eski il başkanı Mustafa Öztürk, Hrant Dink suikastıyla ilgili verdiği ifadede Kadir Canpolat’ın da aralarında olduğu altı kişiyi Alperen Ocakları’ndan tanıdığını söylüyor. Osmanlı Ocakları ‘siyasetler üstü’ olduğunu iddia ededursun, örgüt yayınları Erdoğan’a övgü manzumeleriyle dolu. Temel slogan, “kefenli liderin kefenli askerleriyiz”. Canpolat, 7 Haziran öncesinde AKP’den milletvekili aday adayıydı. Osmanlı Ocakları’nın bir dizi rant, kariyer ve ‘karanlık’ ilişkiler ağının parçası olduğu ve bunun AKP’den bağımsız olmadığı açık. Osmanlı Ocakları’nda aktif görev almak için dokuz kriter var: “bulunduğu ülkenin vatandaşı olmak, yüz kızartıcı suç işlememiş olmak, bağlı olduğu dinin gereklerini yerine getirmek, Osmanlıca bilmek veya Osmanlıca dersi alıyor olmak, kavgaya bulaşmamak, daha önce ihraç edilmemiş olmak, ekonomik ve zaman serbestisi olmak, paralel yapı vb. bölücü örgüte üye olmamış olmak, kefenli liderin kefenli askeri olmak”. Osmanlı Ocakları belli ki, son yıllarda daha açık bir şekilde milliyetçi tabana oynayan, MHP’den oy kapmaya çalışan AKP liderliği açısından özellikle Anadolu kentlerindeki milliyetçi gençliği açtığı ikbal kapıları aracılığıyla devşirmeye yarıyor. Rekabet Ülkü Ocakları ve Alperen Ocakları, kurulduğu günden bu yana Osmanlı Ocakları’na karşı rahatsızlıklarını dile getiriyor. Arka planda bir rekabet sürüyor. Osmanlı Ocakları’na katılanların kariyer uğruna davaya ihanet ettiği vurgulanıyor. Alperen Ocakları’nın başkanı verdiği bir röportajda, Kadir Canpolat hakkında ‘Alperen olsaydı asla Osmanlı Ocakları’na geçmezdi’ diyerek kendisi dâhil pek çok Alperen’e para karşılığında Osmanlı Ocakları’na geçme teklifinin geldiğini söylüyor. Bir de Ertuğrul Gazi Şenlikleri’ne Osmanlı Ocakları rozetlilerin alınıp kendilerinin alınmaması ‘zorlarına gitmiş’. “80 öncesi Ülkücüler, 90’larda Alperenler, şimdi Osmanlı Ocakları” diyerek gösterilen kolaycı tepkiler, hem var olan örgütlerin işlevlerini yitirdiklerini varsayması hem de adı anılan farklı ocakların aynı ideolojik sürekliliğe sahip olduğunu ima etmesi açısından eksik ve hatalı. Malum ocaklar arasındaki rekabeti salt ikbal ya da kariyer amaçlarına indirgemek de yanlış. Aralarında bir ideolojik-politik farklılık da söz konusu. 12 Eylül darbesinin ardından birçok iç tartışma ve bölünme yaşayan ülkücü harekette ideolojik olarak

en belirgin ayrışma İslam tartışmasıyla yaşanmış ve Alperen Ocakları bu ideolojik bölünmenin sonucunda kurulmuştu. Bugün Osmanlı Ocakları’nın Osmanlı’yı ihya etme hevesi ve ‘Osmanlıcı’ vurgular, Ülkücü-Alperen hareketle farklılaştığı noktalardan biri. Genel olarak Osmanlı Ocakları’nın (hiç değilse şimdilik) pek ‘oturmamış’ ideolojik vizyonunun bıraktığı izlenim, sanki böylesi bir teşkilatlanmaya ihtiyaç duyulmuş da Osmanlı jelatiniyle piyasaya sürülmüş gibi. Ülkü Ocakları Sivas Başkanı da Sivas’ta şube açan Osmanlı Ocakları’na tepki olarak işlevlerinin ‘şanlı Türk tarihini bölmek’ olduğunu söylerken “16 bin yıllık tarihimizin 650 yılını sahipleniyorsunuz” diyerek bu ideolojik farklılığa işaret ediyor. Bu rekabet Özal’ın ANAP’ına geçen ‘eski ülkücülerin’ Türk Ocakları’nı açma girişimi ve ona yöneltilen tepkileri hatırlatıyor. ANAP içinde ‘hareketçiler’ olarak tanımlanan eski ülkücülerle, 1970’lerden itibaren Aydınlar Ocağı’nda bir araya gelen faşist ‘aydınların’ yeni politik koşullarda ortaklaştıkları ‘çağdaş sağ’ söylemini ‘partiler üstü’ görünecek bir örgütle hegemonik kılmanın yolu olarak, Türk Ocakları ihya edilir. 1986’da açılan Ocaklar, hükümet desteği ve devlet katkısıyla çok ciddi bir örgütlenme ve yaygın faaliyet imkânı bulur. Yani AKP’nin Osmanlı Ocağı girişimi ilk değil, milliyetçi-muhafazakâr tabana hakim olmaya ve sağda ideolojik hegemonya kurmaya dönük eskiden beri çeşitli biçimlerde ortaya çıkabilen bir siyasal rekabetin bugünkü koşullardaki devamı. Değişik ocaklar arasındaki ideolojik farklılıktan konu açılmışken, bu noktada Ülkü Ocakları’nın ne olduğunu, faşist hareketin Türkiye’deki serüvenini hatırlamakta ve ‘MHP’nin değiştiği’ iddiasının ne kadar sahici olup olmadığına bakmakta yarar var. Ülkü Ocakları MHP ve Ülkü Ocakları ideolojik bir değişim sürecinden geçmiş değil. Hâlâ sıkı sıkı ideolojik kökenine bağlı, hâlâ soy Türkçü. Lider-Teşkilat-Doktrin üçlemesi temel bir ilke olarak sahiplenilmeye ve Ülkü Ocakları’nda bu çerçevede ideolojik-politik eğitime devam ediliyor. Ülkü Ocakları merkezi tarafından hazırlanan bin kitaplık bir okuma listesi bu eğitimlerin bir parçası olarak ülkücülere veriliyor.i Söz konusu ideolojik sıkılığı yıllardır kesintisiz yayınlanan ülkücü yayınlarda takip etmek mümkün. Ülkücü hareketin “doğası olan yoğun mücadeleyi” yürütebilmek için çelik bir iradenin gerektiği söyleniyor. “Ülkücü Hareket’in çelikten iradesini inşa eden yegâne şey ise Lider-TeşkilatDoktrin üçlemesidir” deniyor.

41


Faşizme karşı Mücadele Üçlemenin Turan’ı gerçekleştirebilmenin de tek yolu olduğu anlatılıyor. Bu üçlemenin Nihal Atsız’ın eserlerine atıfta bulunarak anılan Göktürk Devleti’nin yapılanışının devamı olduğu vurgulanıyor. Hareketin bütün mensuplarına bu üçlemeyi özümsemeleri, kayıtsız şartsız bağlı olmaları ve yaşam biçimlerini buna uyumlu hale getirmeleri salık veriliyor. Doktrinden dışarı taşmak, ihlal etmek cezalandırılması gereken bir davranış. Doktrinden kastedilen hareketin tıpkı Führer gibi konumlandırdığı ve ‘Dünya Türkülüğünün değişmez Lider’i’ olarak tanımladığı ‘Başbuğ’ Alparslan Türkeş’in ‘Dokuz ışık doktrini’. Teşkilatlı olmak “benliğinden vazgeçmeyi” gerektiriyor. “Kendi benliğinden vazgeçerek mensubiyet şuuruna erişen ve bütünün parçası olan bu bireyler, zenginliklerini bütüne yani teşkilata katarak daha da değerli bir mertebeye ulaşmışlardır. Benliğinden vazgeçerek teşkilatın mensubu olmak, teşkilat için yaşamak, her insanın erişemeyeceği bir mutluluktur.” Kısaca, teşkilat “liderin izinde, doktrinin ışığında, son neferinin son nefesiyle mücadele edecek” yapılanmadır. Her ne kadar temel ilkeleri arasında komünizme olduğu kadar nazizme de karşı olunduğu ifade edilse de ve partinin ‘okunması gereken kitaplar’ listesinde artık yer almasa da Ülkücü gençlik arasında en çok okunan yayınlardan biri Hitler’inKavgam kitabı.ii Ülkü Ocakları eski Genel Sekreteri Afşin Efkarlıoğlu’na göre Kavgam “dikkate değer, yanlışları olduğu kadar doğruları da olan” bir kitap. 2005’te yapılan bir röportajda “okumayanlar okusun, okuyanlar bir kez daha okusun. Biz arkadaşlarımızdan kendilerini geliştirmelerini istiyoruz” diyen Efkarlıoğlu’nun muhabirin “kitaba neden özellikle ülkücüler ilgi gösteriyor?” sorusuna yanıtı: “Neden Ermeni iddiaları bu kadar güçlü seslendiriliyor?”

42

bir dizi farklı aktöre rağmen bugün söz konusu geleneğin ana, kitlesel buluşma noktası MHP- Ülkü Ocakları. Osmanlı Ocakları’yla bir kıyaslama yapıldığında belki de söylenmesi gereken ilk şey, MHP’nin yaklaşık 60 yıllık tarihi olduğu. Yani cinayette, linçte, sokakları puslulaştırmada, provokasyonda, sindirmede, işçi hareketini boğmada 60 yıllık bir ‘karanlık’ deneyimi var. Paramiliter gücün adresi değişmedi ve yeni bir adres yaratmak birkaç senede olabilecek bir şey değil. Ülkü Ocakları hiçbir zaman sadece Turancılığın temel eserlerinin okunduğu bir ‘kulüpten’ ibaret olmadı. Bizzat Türkeş tarafından 1966’da kurulan ocakların suç dolu geleneği, 1960’lı yıllardan itibaren sayısız sosyalistin, öğrencinin, sendikacının, işçinin kanını dökerek pratik yaptı. 1980 öncesinde işçi sınıfı hareketini boğmak için bizzat sermaye tarafından palazlandırıldı. Yarı askerî bir örgütlenmenin olduğu Ülkü Ocakları’nda eğitilen kadrolar grevleri ve yükselen sol hareketi kanla bastırmak üzere kullanıldı. Kentlerdeki işsiz, umutsuz gençlerin sisteme karşı tepkisini anti-komünizm etrafında örgütleyen hareket, kadrolarını ‘komando kamplarında’ eğitti. İlk olarak İzmir’de kurulan ve hızla yaklaşık 40 ile yayılan komando kamplarında ülkücülere temel eğitim emekli askerler tarafından verildi. Kamplar Nazilerin SS örgütlenmesini temel alıyordu. 12 Eylül darbesiyle birlikte gelen kısa bir gerilemenin ardından 90’lı yıllarda yine devletle organik ilişkiler içerisinde, geçmişte edindikleri pratiklerin yardımıyla, Kürt halkına yönelik savaşın en kirli aktörleri oldular. Ülkücüler 1990’larda şehirlerde Kürtleri yönelik saldırıları organize ederken, bir yandan da Türkeş devlet erkânına ‘gayri nizami harp tekniklerinin’ uygulanması gerektiğini buyuruyordu. Bu tavsiyelerin neticesinde kurulan ve binlerce “faili meçhul” cinayetin sorumlusu olan Özel Hareket-Özel Tim personeli ülkücü kadrolardan devşirildi. Günümüze kadar da devletin tetikçileri bu ülkücü kadrolardan çıktı.

Kısaca, MHP de Ülkü Ocakları da köklü ırkçı, faşist ideolojisinden vazgeçmiş değil. Bu değişip değişmeme meselesine yanıtı bizzat Bahçeli şöyle veriyor: “Milliyetçi Hareket’in değişip değişmediğini, milliyetçiliğin misyonunu tamamlayıp tamamlamadığını çok merak edenlere hatırlatmak isterim ki, tarihi kökleri ve iddiaları güçlü olan hareketler varlığını ve ayrıcalığını sürekli muhafaza ederler.”

Askerî eğitimli, ülkücü paramiliter güç yetiştirmekten vazgeçmeyen Türkeş 1990’larda Azerbaycan’da da kamp kurdu. Rüzgâr Birliği olarak bilinen ve 500 kişilik emekli askerden ve ülkücü gönüllüden oluşan bu ‘gizli ordu’, Ermenilere yönelik kanlı eylemler gerçekleştirdi.

Komando kurt

Kuzu postunda kurt

Faşist hareketten ve sokaktaki faşist saldırganlıktan bahsederken gözden kaçırılması en tehlikeli olan şey Ülkücü hareketin ne kadar köklü olduğu. Ülkücü tanımını sahiplense de MHP’de yer almayan

Türkiye’de faşist hareket her zaman dünyadaki benzerlerinden farklı bir ayrıcalığa sahip oldu. Faşist hareketlerin var olan düzene ve devletlere karşı, onu yok ederek kendisini yeni bir devlet olarak


örgütleme hedefinin aksine, Türkiye’de faşistler her zaman devletle iç içe oldu. Kendi misyonunu mevcut devleti yıkıp yerine yenisini inşa etmek değil, var olan devleti korumak olarak tanımladı. Her zaman devlet bürokrasisiyle iyi ilişkiler kurdu, bizzat o bürokrasinin parçası olmaya çalıştı. Devlet de her zaman içinde bu unsurları tuttu, genellikle korudu, kolladı, işine geldiği zaman kullandı. Faşist hareket gerektiğinde sermayeye güven vermek, kendisinin de tercih edilebilir bir güç olduğunu göstermek ve bürokrasiyle kurduğu bağları sıkılaştırmak için takım elbiseli, jöleli imajını hep korumaya çalıştı. Bu aynı zamanda bir dizi kanlı, pis, karanlık eylemle kendisi arasındaki organik ilişkilerin üzerini örtmeye yarayan bir maske işlevi görüyordu. Bugün MHP’nin 7-8 Eylül’ü reddediyor olmasını Ülkü Ocakları’nın olaylarda dahli olmadığına kanıt sayanlar zaten kirli tarih boyunca MHP’nin sahiplendiği herhangi bir pislik hatırlıyorlar mı acaba? Sokaktaki faşist terörün baş aktörü, örgütçüsü olmakla siyasî alanda meşruiyeti kaybetmeme dengesi MHP’nin her zaman kaygısı oldu. 12 Eylül öncesinde sıkıyönetim çağrıları yapan MHP sokakları bizzat terörize ederek süreci kendi eliyle hızlandırmaya çalıştı. Bir yandan ‘gömülen silahlar’ çıkarılırken, diğer yandan yapılan eylemler reddediliyor veya ‘icat edilen’ bir takım illegal örgütlere ihale ediliyordu. Kısaca, MHP’nin ve Ülkü Ocaklarının tarihi bir inkârlar tarihi. Sanıldığının aksine MHP ülkücüleri hiçbir zaman sokaktan çekmedi. Yıllardır “12 Eylül’de devlet bizi kullandı. Biz bu oyuna gelmiyoruz” söylemiyle sokaklardan çekildiği imajını yayan ülkücüler bugün de “kaosu, Türk-Kürt kavgasını engelliyoruz” diyor. 2005’te dört bir tarafı bayrak mitingleri sarmışken Trabzon’da F tipleriyle ilgili bildiri dağıtan TAYAD’lıların bayrak yaktığını, Öcalan posteri açtığını söyleyerek dakikalar içerisinde yüzlerce kişilik bir linci organize eden faşist kadrolar da ‘halkı esas biz durdurduk’ diyordu. Faşist saldırganlığı önlemenin ve bir 7-8 Eylül’ün daha yaşanmamasını sağlamanın yolu istikrarlı bir antifaşist hareketi örmekten geçer. Son on yılda birçok faşist linç eylemi yaşandı. İşçi sınıfı mücadelesinin içinde güçlü bir antifaşist hareketin eksikliği söz konusu linçleri tekrarlanabilir kılıyor, ‘milliyetçi refleks’ olarak normalleştirilmesinin önüne geçilemiyor. Faşist eylemler kolaylıkla unutuluyor ve tekrarlandığında yeni bir durummuş gibi şaşkınlıkla karşılanıyor. Oysa ne mevsimlik işçilere ne de sokakta Kürtçe konuşanlara dönük faşist şiddet yeni. Özellikle Kürt sorununda savaş politikalarının uygulandığı ve çözümün tıkandığı dönemlerde faşist saldırılar dozunu arttırıyor. Kurt

savaştan besleniyor. 2008’de başlayan Oslo sürecinin sona ermesinin ardından, 2011’de yine çözüm sürecinin tıkandığı dönemde Kürtlere yönelik pek çok faşist saldırı gerçekleştirildi. Türkiye İnsan Hakları Vakfı Dökümantasyon Merkezi’nin hazırladığı 2002-2013 arası linç eylemleri raporundaiii özellikle Kürtlere dönük saldırılarda çözümsüzlük siyasetinin yürütüldüğü dönemlerdeki açık dalgalanma gözlenebiliyor. Anadolu kentlerinde Kürt mevsimlik işçilere ve inşaat işçilerine, genel olarak da üniversite öğrencilerine odaklanan saldırıların sonunda failler asla cezalandırılmıyor, çoğu kez saldırının ardından Kürtler bölgeyi terk etmek zorunda kalıyor, genellikle saldıranlar değil mağdurlar kendilerini polis sorgusunda buluyor. Saldırganların inşaat işçisinden rahatsız ‘vatandaş’ değil örgütlü ülkücüler olduğunu anlamak için müneccim olmaya gerek yok. Taksim’de poşu taktığı için boğazı kesilen gençten, Kürtlerin yakılıp yıkılan ev ve işyerlerine, ülkücülerin kaçırıp kırbaçla, falakayla işkence yaptığı öğrenciye kadar pek çok olay devletin göz yummasıyla ‘malum’ kadrolarca gerçekleştiriliyor. Faşist şiddetin sadece Kürtleri değil Müslüman olmayanları, transları, solcuları, işçileri de hedef aldığını unutmayalım. MHP değişti mi? MHP’yi 12 Eylül öncesiyle kıyaslayıp bugünkü durumu bir ‘değişim’ olarak tanımlamak yanlış olur. Yukarıda özetlenmeye çalışıldığı gibi Ülkücü faşist harekette ideolojik bir değişim ve dönüşüm sürecinden bahsetmek söz konusu değil. Bu yanılsamanın oluşmasına neden olan, Türkiye siyasetinin kendisinde yaşanan değişim ve faşizmin karakterine dair yaygın kafa karışıklığı. Bugün dünya sermayesinden ve uluslararası sermayenin kurumlarından ‘ayrı düşmeyi’ göze alamayan Türkiye egemen sınıfının öncelikli talebi siyasî ve ekonomik istikrar. Egemen sınıf faşizmi elinde bir kart olarak tutmaya devam etse de, bugün o kartı kullanmayı işlevli görmüyor. Faşizm siyasal alana sermaye lehine şiddetli bir müdahale anlamına gelse de, diğer yandan özellikle kapitalist kriz koşullarında küçük burjuva ve kısmen de olsa proleter kitlelerin tepki ve öfkelerini yansıtan bir kitle hareketidir. Bu anlamda faşizm doğuşundan itibaren içsel bir gerilimle damgalanmış bir siyasal akımdır. Bu gerilim, onu sermaye açısından hayli riskli bir seçenek haline getirir. Geleneksel devlet mekanizmalarının sınırlarını aşan faşist kitle terörü, sermaye düzeninin devam ve istikrarı açısından kontrolsüz bir duruma yol açabilir. Tam da bu ihtimal nedeniyle faşizm, egemen sınıf için ciddi bir kumardır. Sermaye ancak egemenliğinin ciddi bir

43


Faşizme karşı Mücadele tehdit altında olduğu çok özel koşullarda bu kumarı oynamaya cüret edebilir. Önemli olan bu kumar oynanmadan faşizmi engelleyebilmek, ‘yılanın başını küçükken ezmek’, faşistlerin örgütlenmesine, propaganda yapmasına, kendilerini meşru göstermelerine geçit vermemek. AltÜst - Sayı 17 i Okuma listesinde başlıca isimler Türkeş, Ziya Gökalp, S. A. Arvasi, Nihal Atsız, İbrahim Kafesoğlu vb. ii Kavgam’ın Türkiye’de basılması ve satılması Bavyera hükümetinin yayınevlerine açtığı davaların sonucunda 2007’den beri yasak. Bazı kitapevleri satış yapmaya devam ediyor. Yayın hakları süresinin sona ermesiyle birlikte 2016’dan itibaren Almanya’da Kavgam’ın yeniden basılabileceği tartışılıyor. iii Türkiye’nin Linç Rejimi, Tanıl Bora, Birikim Yayınları, 2014.

Volkhard Mosler: “Almanya’da

siyaset sağa kayıyor”

Günümüzde bütün Avrupa hızla yükselen aşırı sağ ve hatta faşist hareketler ve bunlara karşı nasıl bir strateji izlenmesi gerektiği tartışmalarıyla çalkalanıyor. Üç dört yıl öncesine kadar adı bile duyulmayan aşırı sağ popülist partilerin hemen hemen hepsi bulundukları ülkelerde yüzde 10’dan fazla oy alır hâle geldi. Farklı özellikleri olmakla beraber, onları ortaklaştıran özellikleri de var; hemen hepsi 2008-2009 ekonomik krizinin ardından güçlendi, hepsinin temel gündemi mülteciler ve mültecilerin ülkerine gelmesini önlemek, hepsi elitlere duyulan öfkenin temsilcisi olarak öne çıkarak elitlere karşı halkı temsil ettiğini iddia ediyor ve hepsi kendi ülkelerini daha büyük ve güçlü hâle getirmek için her türlü özgürlük ve demokrasiyi feda etmekten çekinmiyor. Bu hareketlerin en önemlilerinden biri de Alternative für Deutschland (Almanya için Alternatif), yani AfD. AfD, 2017 Eylül ayında yapılan genel seçimlerde yüzde 12,6 oy aldı. Yapılan kamuoyu araştırmaları bugün seçim olsa bu oranın yüzde 17’yi bulabileceğini gösteriyor. AfD’nin bu gelişimini ve bu kapsamda yaşanan tartışmaları, Die Linke (Sol Parti) içinde yer alan Marx21 grubu üyesi ve AfD’nin yükselişiyle birlikte ortaya çıkan ırkçılık ve faşizm tehlikesine karşı mücadele etmek için üç yıl önce kurulan ‘Irkçılığa Karşı Ayağa Kalk’ koalisyonu aktivistlerinden Volkhard Mosler ile Arife Köse konuştu. Arife Köse: Öncelikle bu hareketin nasıl ortaya çıktığından başlayalım mı? Volkhard Mosler: AfD 2013 yılında muhafazakâr, neoliberal, yarı ırkçı bir parti olarak ortaya çıktı. Bu özellikler sağ siyasette oldukça geniş bir spektruma denk düşüyor. Bu akımlarının tamamının AfD içinde nasıl yer aldığını biraz açıklar mısınız? - AfD’nin kurucusu, Bernd Lucke adlı neoliberal bir ekonomi profesörüydü. Partiyi ilk kuran grup Hristiyan Demokrat Parti’den ayrılan muhafazakârlardan oluşuyordu. Hareketin ortaya çıkışına neden olan gelişmeler, Euro krizi sorunu ve Almanya’nın AB içinde olup ekonomisi zayıf olan ülkelerin borçlarını üstlenmesi gibi gelişmeler ve bunların etrafında yaşanan tartışmalardı. Örneğin AfD’nin seçim kampanyasının en önemli argümanlarından biri, Yunanistan’ın Almanya’ya yük olmasıydı. Hatta

44


partinin adının ‘Almanya için Alternatif’ olmasının nedeni, Merkel’in Yunanistan’a yardım etmekten başka alternatiflerinin olmadığını söylemesiydi. Fakat bu hareketin toplumsal tabanı baştan beri büyük burjuvazi değil, küçük burjuvazi ve orta sınıflar oldu. Bunlar 2008 ve 2009’daki ekonomik krizden en çok etkilenen sınıflardı, dolayısıyla kriz onları dehşete düşürdü. AfD başından beri hep ırkçı bir söyleme sahipti ama o dönemde bu söylem şimdi olduğu kadar öne çıkmış değildi; faşistlere karşı mesafeliydi ve faşistlerin partiye üye olmasının engellenmesi gerektiğini düşünenler çoğunluktaydı. Örneğin faşist bir parti olan NDP (Ulusal Demokrat Parti) üyesiyseniz AfD’ye katılmanız mümkün değildi. Fakat 2015 yılı AfD açısından bir dönüm noktası oldu. O yıldan itibaren hareket içinde mülteciler meselesi, AB meselesinin önüne geçmeye başladı ve aynı yıl yapılan parti kongresinde Lucke’nin temsil ettiği milliyetçi liberal kesim partiden ayrıldı ve AfD radikalleşmeye başladı. 2015’te ne oldu mülteciler konusunda? - Almanya’ya büyük bir mülteci akını oldu. O yıl kabul edilen mülteci sayısı 2014 yılından beş kat daha fazla fazlaydı. Bu durum mülteciler meselesinin siyasetin merkezine oturmasına ve bu da özellikle Doğu Almanya’da faşistlerin güçlenmesine yol açtı. PEGIDA (Patriotische Europäer gegen die Islamisierung des Abendlandes – Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever Avrupalılar) tarafından örgütlenen eylemlere binlerce kişi katıldı. Hatta bazı eylemleri bizzat AfD örgütledi. Onlar ne zaman gösteri yapsa biz de karşı gösteri yaptık, polis onları her zaman korumasına rağmen. Örneğin en güçlü oldukları yerlerden biri olan Leipzig’de 10 bin kişilik gösteri yaptıklarında biz karşılarına 20 bin kişi olarak çıktık. Muazzamdı. Ve sonuçta gösteri yapmayı bıraktılar. Ben şöyle düşünüyorum, henüz kaybetmediler ama kazanmadılar da. Bu süreçte AfD nasıl bir rol oynadı?

- AfD’nin en başından beri en temel dayanak noktası PEGIDA hareketi oldu. Bildiğiniz gibi PEGIDA, aslen Doğu Almanya’da güçlü olan ve Avrupa’nın “İslamileşmesine” karşı çıkan bir hareket. Dolayısıyla, daha önce de söylediğim gibi, ırkçılık her zaman AfD söyleminin bir parçası oldu. Ayrıca Almanya’da açık faşist partiler İkinci Dünya Savaşı’ndan beri parlamentoya girebilecek kadar varlık gösteremediler, faşist hareket içinde bundan sonra nasıl bir yol izlemek gerektiğine dair bir tartışma vardı. AfD onlara gayet uygun bir seçenek gibi göründü ve bazıları kendi partilerinden ayrılıp AfD’ye katıldı. Bu noktada bir kitaptan bahsetmem gerek, çünkü 2008-2009 krizinin tam ortasında Thilo Sarrazin tarafından yayınlanan Deutschland Schafft Sich Ab (Almanya Kendini Yok Ediyor) kitabını bilmeden İslamofobi’nin nasıl bu kadar yaygınlaştığını anlamanız zor olabilir. Neden önemli bu kitap? - Kitap yayınlandığında, başta muhafazakâr basın olmak üzere bütün medyanın ilgisini çekti. Herkes bu kitaptan bahsetmeye başladı. Ancak önce şunu açıklamalıyım: 2008-2009 ekonomik krizi nedeniyle güçlenen tek parti AfD değildi, sol parti Die Linke de bu krizden güçlenerek çıktı. Solun güçlenmesine karşı özellikle muhafazakâr medya ve egemen sınıf ırkçı argümanları daha fazla öne çıkarmaya başladı. Kitabın yazarı Sarrazin muhafazakâr bile değildi, SPD (Sosyal Demokrat Parti) üyesi ve o dönemde Berlin Federal Hükümeti’nde maliye bakanıydı. Kitabın temel iddiası, kitlesel göçün Almanya’ya hiçbir faydasının olmadığı ve muhtemelen Alman kimliğinin yok olmasına neden olacağı idi. Kitap büyük bir tartışma yarattı, İslamileşme korkusu canlandı. Bu yönüyle yüz yıl önce Yahudiler konusunda yaşananlara çok benziyor şu an yaşadıklarımız. O zaman da önde gelen bir tarihçi durup dururken Yahudilerin Almanya için büyük bir tehdit oluşturduğuna ve Almanya’nın Yahudilerden kurtulmayı başaramadığı taktirde başarısız olacağına dair bir konuşma yapmıştı. Söyledikleri Sarrazin’in Müslümanlar ve İslam hakkında söylediklerine çok benzer şeylerdi. Toparlayacak olursam, AfD işte bunların konuşulduğu, tartışıldığı bir ortamda gelişti ve büyüdü. Birinci adım ekonomik kriz, bu kriz nedeniyle her şeyini kaybeden orta sınıfın dehşete düşmesi ve bu krizin ortasında Sarrazin’in kitabıyla birlikte Avrupa’nın İslamileşmesi tartışmalarının başlaması oldu. Bunu Avrupa’nın İslamileşmesine karşı sokak hareketini örgütleyen PEGIDA’nın ortaya çıkışı izledi.

45


Faşizme karşı Mücadele PEGIDA’nın örgütlediği sokak hareketinin üzerinden de AfD yükseldi. Yukarıda 2015 yılının AfD açısından bir dönüm noktası olduğunu söylemiştiniz. 2015’te AfD’de ne oldu? - Biz Marx21 olarak başından itibaren sağ popülist bir hareket olan AfD’nin faşistler için bir merkez haline geleceğini söylemiştik. Nitekim tam da öyle oldu. Faşistler hep partinin en dinamik kesimini oluşturdu. Partinin içindeki faşist kanat 2015’de partinin kapılarının herkese açılmasını talep etti. Bu aslında faşistlerin partiye katılabilmesine olanak tanınması talebiydi. Bu talep kazandı, milliyetçi liberaller partiden ayrıldı. Partinin başına kendisi faşist olan Alexander Gauland geçti. Gauland, PEGIDA’nın Avrupa’nın İslamileşmesine karşı düzenlediği eylemler hakkında şöyle konuşmuştu: “Ben bu eylemlerde hiçbir aşırı sağcı görmüyorum, Almanya’daki gelişmeler konusunda endişlenen, korkan yurttaşlar görüyorum. Ve bizler aşırı sağcıların değil bu endişeleri taşıyan insanların müttefikleriyiz.” Bu gelişmenin ardından herkes AfD’nin biteceğini düşündü, ama öyle olmadı. PEGIDA’nın sokak eylemleri AfD’yi daha da güçlendirdi. Ancak yine de partinin çoğunluğu kendisini faşist olarak tanımlamıyordu. Başka ne gibi söylemleri var parti içindeki faşistlerin? - Örneğin geçenlerde Gauland Nazilerin işlediği suçların büyük ve görkemli Alman tarihi içinde bir kum tanesi kadar önemsiz olduğunu söyledi. Tabii ki Gauland Auschwitz’i inkâr etmeyecek kadar akıllı, ancak Auschwitz bir kum tanesi mi? AfD’nin parlamento grubunun lideri Björn Höcke ise yaklaşık bir yıl önce yaptığı bir

konuşmada Berlin’deki soykırım anıtının bir utanç anıtı olduğunu söyledi. Bunu söylerken kastettiği soykırımdan duyulan utanç değil; Almanlar olarak sürekli geçmişte işlediğimiz suçları hatırlatan böyle bir anıtı dikmiş olmanın verdiği utançtan söz ediyordu. Sonuçta bu insanların temel programları ve gündemleri

46

Almanya’yı yeniden büyük ve güçlü bir ülke haline getirmek. Dolayısıyla aynı cümle içinde hem Almanya’nın çok büyük bir ülke olduğunu söyleyip hem de soykırım suçlarını sıralayamazlar. Bu yüzden de tarihi yeniden yorumlayıp Alman tarihi içindeki bu büyük suçları önemsizleştirmeye çalışıyorlar. Almanya’da faşistler için geçmişin yeniden yorumlanması çok önemli. Hatta bu konuda parti programlarında bir bölüm bile var, tarihimizle gurur duymamız gerektiğini ve artık sürekli Auschwitz’in dersleri hakkında konuşmaktan vazgeçmemiz gerektiğini söylüyor. Bu program sadece parti içindeki faşist kanadın değil, tüm partinin programı. Aynı programda ayrıca kadın ve aile gibi konulara da değiniyorlar. Almanya’da doğum oranı çok düşük ve yaşlı nüfus oranı giderek artıyor, dolayısıyla AfD Almanya’nın yabancılar tarafından istilasının Alman ırkının yok olmasına yol açacağını iddia ediyor. Peki çözüm ne? Tabii ki daha fazla çocuk doğurmak. Ama kesinlikle Alman çocuk. Yani burada bildiğiniz biyolojik ırkçılıktan söz ediyoruz. Ancak tehlike şu ki AfD bu söylemleri ve programı ile birlikte giderek normalleşiyor. Sürekli TV programlarına, toplantılara çağırılıyorlar. Parti programı diğer partilerin de programı haline geliyor. Ve bu normalleşmeye izin vermemek, bu ırkçılığı teşhir etmek bizim en önemli görevimiz. AfD’nin programının diğer partiler tarafından da devralındığını ve bunun AfD’nin normalleşmesine katkı sağlayan etkenlerden biri olduğunu söylediniz. Bu etkiyi biraz açıklar mısınız? - AfD, Almanya’da siyaset sahnesinin tamamının sağa kaymasına yol açtı. Üstelik bu süreç sadece Almanya için değil, bütün Avrupa ülkeleri için geçerli. Avusturya, Macaristan gibi ülkelerde de bütün partiler AfD benzeri partilere yenik düşmemek için bizzat onların politikalarını devralarak (yani mültecilerin gelmesini engelleme konusunda en başarılı siyasetleri uygulayacaklarını iddia ederek) siyaset yapıyorlar. Şu anda Almanya’da hükümet, CDU (Hristiyan Demokrat Birlik), SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi) ve CSU (Hristiyan Sosyal Birlik) koalisyonundan oluşuyor. CDU ve CSU, parlamentoda ayrı partiler olarak bulunsalar da 1949’dan beri birlikte hareket ediyorlar. CSU, Bavyera eyaletinin partisi. Şu anda İçişleri Bakanı olan Horst Seehofer bu partinin lideri. Seehofer Haziran ayında, başka AB ülkelerinde kayıtlı olup Almanya’ya gelen mültecilerin AB sınırları içinde ilk kayıt oldukları ülkeye gönderilmelerini içeren bir öneride bulundu. Bunun nedeni çok açık: Dört ay sonra Bavyera’da seçim var ve CSU 70 yıldır Bavyera’da tek başına iktidar. Ancak son dönemde AfD her yerde olduğu gibi Bavyera’da da yükselişte. Son kamuoyu araştırmaları Bavyera’da AfD’nin yüzde 13-14


desteği olduğunu ve CSU’nun da yüzde 40’ın altına düştüğünü gösteriyor. Ancak Almanya’da büyük sermaye, Almanya ile diğer AB ülkeleri arasında sınır kontrolünün artırılmasına karşı. Tabii ki mülteciler için değil, kendi ticarî çıkarları için. Merkel, büyük sermayenin desteğine sahip. Mülteciler için sınırları Almanya’da değil Akdeniz’de kapatmak istiyor. Ayrıca Avusturya, İtalya gibi ülkeler AB sınırları içine ilk ayak bastıklarında kendi ülkerine kayıt olan ancak daha sonra Almanya’ya geçen bu mültecileri Almanya geri gönderse bile geri almayacaklarını söyledi. Bu olay, Merkel ile CSU arasında büyük bir krize neden oldu. Bu kriz Merkel’i zayıflatırken en fazla AfD’yi güçlendirdi. Daha önce oyu yüzde 13 civarında olan AfD, yakın zamanda yapılan kamuoyu araştırmalarında yüzde 17’ye çıkmış görünüyor. Aynı kamuoyu araştırmalarında Hristiyan Demokratlar’ın oyu yüzde 36’dan yüzde 30’a düşmüş görünüyor. Sosyal Demokratlar’ın oyu ise yüzde 17, yani AfD ile aynı! Çünkü bütün partiler mülteciler konusunda AfD’nin önerdiği politikaları kendi söylemleri haline getiriyor ve bu da tabii ki AfD’yi güçlendiriyor. Çünkü AfD diyor ki, “Bakın tüm bunlar bizim sayemizde oldu, biz olmasaydık milyonlarca göçmen Almanya’ya akın ederdi”. Şu anda Almanya’da herkes çok fazla mülteci olduğu konusunda fikir birliğine varmış gibi görünüyor. Bu, Die Linke için bile geçerli.

kontrol altında tutulması gerektiğini iddia ediyordu. Bu, ırkçılığın neden arttığına dair çok yanlış bir açıklama. Bu arada şu konuda dikkatli olmak gerekiyor; bunu söylemesi Lafontane’i faşist yapmıyor. Irkçılığın güçlenmesine kapı aralıyor, ama Lafontane ırkçı değil. Çevremizdeki pek çok kişi, hem de faşistlere karşı olan, onlara karşı bizimle birlikte sokağa çıkan pek çok kişi benzer şeyleri söyleyebilir. Biz bu insanlara, “Eğer bizimle birlikte AfD’ye karşı mücadele etmek istiyorsan önce sınır kontrolüne karşı olup olmadığını söyle” mi diyeceğiz? Elbette hayır. AltÜst - Sayı 27

Nasıl? Die Linke de mi Almanya’da çok fazla mülteci olduğunu düşünüyor? - Şu anda parti içinde bu konuda bir tartışma ve kriz var. Partinin parlamento grubunun iki liderinden biri olan Sahra Wagenknecht, son genel seçimlerde Die Linke’nin başarısız olduğunu ve bunun nedeninin mülteci politikası olduğunu söyledi. Die Linke, sınırların herkese koşulsuz açık olmasından yana oldu her zaman. Wagenknecht, bu politikanın değiştirilmesi gerektiğini söylüyor. Nasıl bir politika öneriyor? - Almanya’ya gelen mülteci sayısının kota ile sınırlanması gerektiğini düşünüyor. AfD ile farkı şu: AfD Almanya’ya gelen tüm mültecilerin, hatta biyolojik olarak Alman olmayan herkesin geri gönderilmesi gerektiğini savunuyor. Wagenknecht ise yılda 200 bin mültecinin yeterli olduğunu, bunun için bir göç yasası olması gerektiğini, Almanya’ya kimlerin geldiğinin bilinmesi gerektiğini söylüyor. Die Linke’nin kurucusu olan Oscar Lafontane’in 2005 yılında yazdığı bir kitabı okumuştum ve Lafontane bu kitapta işsizliğin ve toplumsal krizin yüksek olduğu durumlarda çok fazla sayıda yabancının ülkeye gelmesinin ırkçılığı artırmaktan başka bir işe yaramadığını, dolayısıyla sınırların

47


Otoriterleşme ve milliyetçilik Son yıllarda sadece Türkiye’de değil, genel olarak dünyada yaşanan siyasi gelişmeleri açıklarken bir otoriterleşme eğiliminden söz etmek mümkün. Bu eğilime eşlik eden bir diğer küresel olgu ise, zaman zaman ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar varan milliyetçilik. Otoriterleşme dendiğinde, doğal olarak, aklımıza hemen önce Türkiye ve Erdoğan ve ardından Putin, Trump, Orban gibi isimler ve giderek artan baskı geliyor. Ancak dünyada otoriterleşme bu dört isimden ibaret olmadığı gibi sadece baskı da demek değil. Bir yandan tüm Avrupa’da aşırı sağ yükselirken diğer yandan Vietnam, Kamboçya, Filipinler gibi ülkelerde otoriter rejimler ya da askeri diktatörlükler kendisini iyice sağlamlaştırıyor. Otoriterleşme adı altında değerlendirdiğimiz tüm bu rejimlerde görülen ortak özellikleri ise şöyle sıralamak mümkün: Birincisi, bu rejimleri sadece otoriter değil, Ahmet İnsel’in de bir yazısında belirttiği gibi otoriter kapitalist rejimler olarak adlandırmak daha doğru olabilir. Çünkü, neo-liberal konsensüsün çökmesiyle birlikte ABD’den Filipinler’e ve Türkiye’ye kadar devletin ekonomiye daha çok müdahil olduğu, özgürlüklerin feda edilmesi karşılığında devlet eliyle hızlı kalkınmanın ve zenginleşmenin vaat edildiği bir eğilim var. Özellikle jeo-politik rekabetin her geçen gün daha da kızıştığı günümüzde en çok ve en hızlı zengin olmanın büyük avantaj sağlayacağına inanılıyor.

48

Böylesi bir vaadin bedeli ise her türlü demokrasi ve özgürlük kırıntısının oluşturduğu sözde tehdidin ortadan kaldırılması oluyor. Son zamanlarda bütün dünyada gazeteci cinayetlerinde yaşanan artış tesadüf değil. Sadece Erdoğan değil, bütün dünyada liderler daha merkezi, gücün tek elde yoğunlaştığı yönetimler kurmak istiyorlar ve bunun faydalarına halkı ikna etmeye çalışıyorlar. Sokak eylemlerini ve hak mücadelelerini kriminalize etmek yine bütün bu tür rejimlerde görülen ortak bir diğer özellik. İngiltere’de bu yıl Eylül ayında, 1932’den beri ilk kez üç çevre aktivisti tutuklandı. Ekim ayında görülen duruşmada serbest bırakıldılar ancak sonuçta bu bir aylık tutuklulukları bile akvitistlere verilen bir gözdağıydı. Yani, otoriterleşme adı altında ifade ettiğimiz olgu aslında ekonomik, siyasi ve toplumsal alanda birbirine paralel olarak yaşanan ve birbiri ile de bağlantılı bir dizi süreçten oluşuyor ve üstelik bu süreç Türkiye’ye özgü değil, tüm dünya benzer rotaya girmiş durumda. Bu rotaya herkesin ikna olmasını sağlayacak en uygun ideolojik zemini ise milliyetçilik sağlıyor. Amerika’yı, Türkiye’yi, Macaristan’ı ‘yeniden büyük yapmak’ Trump’tan, Erdoğan’a ve Orban’a kadar tüm liderlerin en büyük vaadi kendi ülkelerini ‘yeniden büyük yapmak’, yani ‘büyük Türkiye’yi kurmak, ‘Amerika’yı yeniden büyük yapmak’, ve hatta


sadece Macaristan’ı değil ‘bütün Avrupa’yı yeniden büyük yapmak’. Bu öyle büyülü bir vaat ki hiçbir engel, hak ve hürriyet bundan daha kıymetli olamaz ve bu vaadin karşısında duran herkes ‘terörist’ ve de hatta ‘vatan hainidir’ ve mutlaka Amerika’nın, Avrupa’nın, Türkiye’nin yeniden en büyük olarak ortaya çıkmasını istemeyen ‘güçler’in maşasıdır. İktidarlar, yarattıkları bu yapay ‘ulusal gurur’ hedefi ile, sadece hükmettikleri coğrafyaları, demokrasi ve özgürlükler pahasına yeniden büyük ve rakipsiz kılma vaadini değil, aynı zamanda, o coğrafyaların ötesindeki bölgesel hedeflerini de sadece kendilerine ait olmaktan çıkarıp ‘hepimize ait’ bir vaat ve hedef haline getiriyorlar. Böylece ABD’nin kilometrelerce öteden gelerek Orta Doğu topraklarına istediği gibi müdahale edebilmesi birdenbire Orta Doğu’ya ve orada yaşayan insanlara değil, ABD’ye ait ve ‘ABD’nin yeniden büyük olması’ ile ilgili bir hale geliyor. Hepimiz örneğin Suriye’den başka bir ülkenin toprakları gibi değil, sanki bize ait bir yermiş gibi bahsetme ve öyle davranma hakkını kendimizde buluyoruz. Böylece milliyetçilik tarihsel olarak en başat işlevini yerine getirmiş ve sınıfsal olarak yan yana gelemeyecek kesimleri bir potada toplamış oluyor.

politikaları ile dünyada otoriterleşmenin simgesi haline gelirken, gerekçe olarak, göçmenlik politikasında odaklanılması gereken konunun “Amerikalıların yaşamlarının ve güvenliklerinin geliştirilmesi” olduğunu ileri sürüyor. Sık sık basın özgürlüğünü, kadınları, her tür muhalefeti tehdit eden açıklamalar yapıyor. Kısacası, bütün otoriterleşen rejimlerin en büyük ortak özelliklerinden biri, ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına kadar uzanan bir milliyetçiliğin, bu rejimlerin her türlü anti-demokratik, militarist ve ırkçı uygulamalarını meşrulaştıran bir zemin olarak ortaya çıkması ve yükselmesi oluyor. Normalde çıkarları asla uyuşmayacak sınıflardan oluşan toplum, milliyetçiliğin sağladığı argümanlar sayesinde, özgürlükler ve demokrasi pahasına ortak hedefler ve tehditler etrafında bir araya getiriliyor. Dolayısıyla, otoriterleşmeye karşı mücadele milliyetçiliğe karşı mücadeleden, onun çok doğal ve normal gibi görünen argümanlarını her gün teşhir etmekten ve onlara karşı sürekli uyanık olmaktan ayrılamaz. 28.10.2018 Arife Köse - Sosyalist İşçi

Ortak düşmanlar ve tehditler Otoriter adı altında sınıflandırılan rejimler ve liderlerin ikna edici olabilmelerinin bir diğer yolu da bu otoriter uygulamaları gerekçelendirebilmelerinde ve toplumu buna ikna etmelerinde yatıyor. İşte yine burada milliyetçilik en işlevli anahtar olarak devreye giriyor. Günümüzde örneğin Avrupa’da sınırları kapatmak, en temel hak ve özgürlüklerden biri olan seyahat hakkını sınırlamak gibi uygulamaların gerekçesi olarak çok fazla sayıda mültecinin Avrupa’yı Müslümanlaştırma olasılığı olduğu öne sürülüyor ve bu tehdide karşı muazzam bir Müslüman düşmanlığı inşa ediliyor. Trump, özellikle göçmenlere yönelik

49


Antisemitizme ve islamofobiye karşı omuz omuza Milliyetçiler ve mezhepçiler şuna inanmamızı istiyor: Sorun farklı sınıflar ve siyasetler arasındaki mücadele değil, toplumlar arasındaki çatışmadır. Dolayısıyla karşı taraftan hiçbir müttefikimiz yoktur, onlara karşı topyekûn bir savaş içindeyizdir. Yeni Zelanda katliamı bir daha ortaya koydu ki, bu böyle değil. Birincisi, fail bunu yalanlıyor. Müslümanlar içerisinde birileri istedikleri kadar sorunun Yahudiler veya Hristiyanlar olduğunu iddia etsin, Yahudiler içinden birileri istedikleri kadar Müslümanların hepsinin düşman olduğunu vaaz etsin; asıl düşman Yahudileri de Müslümanları da hedefe koyuyor. Christchurch katili Brenton Tarrant’ın 70 sayfalık manifestosunun adı The Great Replacement, yani büyük yerdeğişimi. Hristiyan ülkelerinin Müslümanlarla dolmasına yönelik korkuyu ifade eden bu terim, ırkçı gençlik örgütü Generation Identity tarafından popülerleştirildi. Bu korkuya sahip olanlar, aynı zamanda bunun bir Yahudi komplosu olduğuna inanıyorlar. Bahsi geçen inanışa göre, George Soros, beyaz ırka zarar vermek için Batı’yı Müslüman göçmenlerle dolduruyor. Bu anlatıya, örneğin İngiltere’deki aşırı sağcı parti UKIP ve faşist lider Tommy Robinson da destek veriyor. Dünyada yükselen otoriterleşmenin sembol figürlerinden biri olan Macaristan Başbakanı Viktor Orban da

50

Ozan Tekin

Yahudilerden, Müslümanlardan ve göçmenlerden aynı anda nefret ediyor. Tarrant’ın 70 sayfalık manifestosunda “antifaşistler/Marksistler/komünistler” için de özel bir bölüm var. Bize de “Sizinle sokakta görüşürüz beyaz karşıtı pislikler” diye tehdit yağdırıyor. Yine tüm dünyada yükselmekte olan aşırı sağcı akımlar, yeryüzünden silmek istedikleri birçok kavramı “kültürel marksistlerin uydurması” olarak tanımıyorlar. Radikal sola karşı özel bir nefret ve cadı avı geliştirilmek isteniyor. Yani faşistler için hepimiz düşmanız: Müslümanlar, Yahudiler, göçmenler, sosyalistler… Demek ki faşizmi yenmek için birleşmeliyiz. Dayanışma Sorunun toplumlar arasında olduğunu söyleyenleri yanlışlayan ikinci şey de bu: Yeni Zelanda katliamı sonrası her yerde görülen muazzam dayanışma. ABD’nin New York’undan İngiltere’nin Sunderland’ine birçok yerde Hristiyanlar, Müslüman topluluklarla dayanışma eylemleri yapıyor. Türkiye’de Yahudi toplumu, Yeni Zelanda’daki islamofobik saldırıda yaşamını yitirenler için dua okuyor. Yahudi toplulukları internet üzerinden Yeni Zelanda camileri için 90 bin dolar bağış topluyor. New York’taki 16 Mart Uluslararası Irkçılık Karşıtı Gün etkinlik-


lerinde, bir kortejin ana pankartında “MüslümanYahudi antifaşist cephe” yazıyor. Benzer dayanışma örnekleri her toplumu hedef alan saldırının ardından, her yerde görülebiliyor. Fransa’da 2015 Ocak’ında IŞİD bir Yahudi süpermarketine saldırdığında, orada çalışan Müslüman bir genç çok sayıda kişiyi kurtarmıştı. Geçtiğimiz yıl Pittsburgh’da sinagoga yapılan saldırıdan sonra, benzer şekilde Müslüman örgütleri dayanışmak için para toplamış ve kampanya yapmıştı. 2015’te Norveç’te yaşayan Müslümanlar, Avrupa çapındaki antisemit saldırılara karşı bir sinagogun etrafında “barış halkası” oluşturmuşlardı. Buna benzer onlarca örnek daha sayılabilir. Direniş Dolayısıyla, Yeni Zelanda’daki saldırıya yanıt olarak “Haçlı Terörü” kavramını popülerleştirenler, intikam önerenler, bunun Türkiye’nin yükselişini çekemeyenlerin işi olduğunu söyleyenler doğru söylemiyor. 49 Müslümanın öldüğü saldırı, tüm dünyadaki göçmenleri hedef alıyor. Yükselen aşırı sağın, faşistlerin ayak seslerini simgeliyor. Buna direniş, karşı milliyetçilikle, karşı mezhepçilikle olamaz. Birleşik mücadeleyle olur.

18.03.2019 Avlaremoz

karşı işçi sınıfının savunmasını örerken, milyonların mücadele içinde devrim fikrine kazanılmasının da aracıdır. Eşitsiz gelişme İşçi sınıfının içinde farklı bilinçler ve düşünceler vardır. Emekçilerin büyük kısmı yaşadığı hayattan memnuniyet duymasa da devrim yapmaya da ikna değildir. İşçi sınıfının içinde, mücadelelerin pratiğiyle ortaya çıkmış bir azınlık devrimden yanadır. Sosyalizm büyük çoğunluğun eylemiyse, devrimci azınlık, reform taleplerinin yerine getirilmesini isteyen çoğunluğu nasıl kazanacak? Ondan ayrı durup, devrim propagandası yaparak değil, gündelik talepler için birlikte mücadele ederek. Bu taleplerinin kazanılması kavgasının en kararlı unsuru olarak. İşçi sınıfının eğitimi mücadelenin ta kendisidir. Sosyalistler, bu mücadelenin içinde, milyonların kalbini ve aklını kazanarak alternatif haline gelebilir. Marx'ın formülasyonu Bu taktik yaklaşım Marx ve Engels'in yazdığı, Komünist Manifesto'da formüle edilir: "Komünistlerin proleterlerle ilişkisinin aslı nedir? Öteki işçi partileri karşısında komünistler özel bir parti değildir. Komünistlerin, tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı bir çıkarları yoktur.

Birleşik cephe: Ne için, nasıl, kiminle? Gezi, 15 Temmuz direnişi, Adalet yürüyüşü ve mitingi... Özgür ve demokratik bir Türkiye'den yana olan her işçinin çok iyi bildiği gerçek, bugün milyonlar tarafından kavranmış durumda: Birleşik mücadele vermeden kazanamayız. Farklı görüşlere ve kimliklere sahip emekçilerin ortak talepleri kazanmak için bir araya gelme isteği pratik sebeplerden kaynaklanıyor. Haklarımızı savunmak için milyonlarca insanın katılımına ve desteğine ihtiyaç var. Uluslararası sosyalist hareketin birleşik cephe denilen taktik yaklaşımı, kapitalist sınıfın saldırılarına

Proletarya hareketini biçimlemek üzere özel ilkeler koymazlar. Komünistlerin öteki proletarya partilerinden tek ayrıldıkları nokta, bir yandan proleterlerin çeşitli ulusal mücadeleleri içinde, tüm proletaryanın ulusallıktan bağımsız ortak çıkarlarını öne getirerek geçerli kılmaları, öbür yandan da burjuvazi ile proletarya arasında yürüyen mücadelede her zaman hareketin bütününün çıkarlarını temsil ediyor olmalarıdır. Demek ki komünistler pratikte, bütün ülkelerin işçi partilerinin en kararlı, hep ileriye götüren kesimleridir; kuramsal olarak komünistler, proletaryanın öteki kitleleri önünde, proleter hareketin koşullarını, gidişini ve genel sonuçlarını gören bir öncüllüğe sahiptir."

51


Faşizme karşı Mücadele Bu satırlar, birleşik cephenin basit bir taktik olmadığını, büyük yığınları sosyalizme kazanmanın tek aracı olduğunu ortaya koyar. Marx ve Engels'in kurucuları olduğu ilk dünya devrimci partisi I. Enternasyonal, 8 saatlik iş gününün kazanılması için siyasi kampanya yürüterek örgütlenmişti. Devrimci işçiler, 8 saatlik işgünü talebi için bir araya geldikleri, konuşma ve tartışma fırsatı buldukları diğer işçilere siyasi görüşlerini açıklama fırsatı buldular. Devrimci sosyalizm, işçi sınıfı içinde bu şekilde bir gelenek haline geldi. Lenin ve devrimin pratiği Rusyalı devrimci Lenin, Marx'ın yaklaşımının özünü iyi kavramıştı. 1917 yılı Şubat ayında Çarlık rejimi yıkıldıktan sonra işçiler, konseylerin yönetimini kapitalizmin ve I.Dünya Savaşı’nın devamından yana olan ılımlı solcuları getirmiş. Ayaklanmanın en kararlı unsurları olan Bolşevikler ise seçilememişti. Sovyet yönetimindeki ılımlı solcular, burjuvaların oluşturduğu geçici hükümete de katıldı. Lenin'in Bolşevik Partisi, 1917 yılı boyunca, savaşın son bulmasını ve iktidarın sovyetlere verilmesini savundu. Bu mücadele içinde, işçi kitleleri ılımlı sol partilerden koptu ve Bolşeviklere katılmaya başladı. Bolşeviklere göre ya işçiler sovyetler aracılığıyla kendi iktidarlarını kuracak ya da toparlanan burjuvazi bir karşı-devrimle kitle hareketini boğacaktı. 1917 sonbaharında General Kornilov'un devrimi ezmek için darbeye kalkışması ile ılımlı solun geçici hükümeti çözüldü. Onların tutuklatmak istediği Bolşevik işçiler, devrimin merkezi olan Petrograd'ı savunarak darbecileri püskürttü. Bunun üzerine işçiler kitleler halinde Bolşeviklere katıldı. Lenin, devrimin başarısını sağlayan birleşik işçi cephesi taktiğini, 3. Enternasyonal'de formüle etti ve tüm dünya sosyalistlerine önerdi. Troçki ve tersten ispat 1917 yılında Rusya'da Bolşeviklerin birleşik cephe taktiği devrime nasıl başarı kazandırdıysa, 1930'ların başında Almanya'daki komünistlerin bu taktiği reddetmesi Nazilerin yolunu açtı. Rusyalı devrimci Troçki'nin 1929'dan itibaren sürgün yazılarının merkezinde Almanya'da Nazilerin önlenebilir yükselişi ve birleşik işçi cephesi taktiğinin gündelik pratik içinde uygulanması yer

52

alır. Alman işçi sınıfı, sosyal-demokrat ve komünist parti etrafında ikiye bölünmüştü. İki partinin tabanında duran emekçilerin sayısı faşistleri mağlup etmeye yeterliydi. Fakat komünist parti, Stalin'i dinleyerek sosyaldemokrat partiyi faşist ve en büyük tehlike ilan etti. Bu yaklaşım, sosyal-demokrat işçilerle komünist işçilerin tabanda bir araya gelmesini engelledi. Naziler iktidarı aldıktan sonra her iki partinin üyelerine de savaş açtı. İki yaklaşım Sosyalist geleneğe bakarak, birleşik cephe taktiği hakkında yapılan iki yanlış yorum var. Bunlardan biri Stalin'in takipçisi Dimitrov'un ürettiği Birleşik Halk Cephesi anlayışı. Bu yaklaşım, kapitalist sınıfın saldırılarına karşı işçi sınıfının ortak savunmasını değil, hakim sınıfın bazı kanatlarını da içine alır. Burada sözü edilen platformlar, geçici eylem birlikleri değil. Stalinist partiler, hakim sınıfların çeşitli kesimleriyle yan yana gelebilmek için, tüm propaganda ve ajitasyonlarını uyarladılar. Yurtseverlikle başlayan süreç II. Dünya Savaşı'nın sonunda faşistlere karşı mücadelenin geçtiği iki yerde, Fransa ve İtalya'da devrim olasılığının bizzat bastırılması ile devam etti. Halk cephesi, Sovyetler Birliği'nin dış politika aracına dönüştürülerek neredeyse devletler arası bir diplomasi aracı haline getirildi. Diğer bir yorumsa ortodoks troçkist yaklaşım. Tepede mi olacak, tabanda mı? Partiler arasında mı olacak? Ama bugün sosyal demokrasinin yerinde yeller eserken kiminle cephe kurulacak? Bir şablonumuz yok, her mücadele ve durumu kendi içinde değerlendirirken üreteceğimiz politikaların temelinde birleşik cephe taktiği durursa, henüz bizim gibi düşünmeyen işçi kitleleriyle bağ kurarız. Volkan Akyıldırım Sosyalist İşçi


Brezilya'da aşırı sağ nasıl kazandı? Brezilya’da Bolsonaro’nun zaferiyle birlikte dünyadaki hâkim siyasal momenti belirleyen, Trump, Erdoğan, Putin, Modi ve Orban gibi liderlerle bir nevi “altın çağını” yaşayan otoriter sağ popülizm yeni bir ivme kazandı. Ancak en baştan belirtmek gerekir ki eski bir asker olan Bolsonaro, Kongre’de sağladığı çoğunluk ve arkasındaki güçlü ordu desteğiyle iktidarını daha önce Brezilya’da hiçbir sivil devlet başkanının sahip olmadığı yetkilerle donatabilecek güçte bir lider. Dolayısıyla bugün Brezilya sağ popülizmden çok daha büyük bir tehditle karşı karşıya. Seçim sürecinde, daha Bolsonaro iktidara bile gelmeden, ülkenin dört bir yanında Bolsonaro’nun nefret söylemlerinin hedefi haline gelen siyahlara, eşcinsellere ve göçmenlere yönelik tehdit ve saldırılar giderek yaygınlaştı, üniversitelerde yine Bolsonaro’nun doğrudan hedef gösterdiği solcu aktivistler şiddet eylemleriyle karşılaştılar ve bazı Yahudi okullarının duvarlarında gamalı haçlar belirmeye başladı. Bolsonaro’nun seçim kampanyasının sembolü olan otomatik silah logoları her yerde boy gösterirken, sokaklarda #EleNão (#OnaHayır) tişörtleri giyen muhalifler daha önce #ForaTemer (#TemerDefol) tişörtleriyle sorunsuzca dolaşabildikleri halde- sözlü saldırı ve tacize uğradılar. Brezilya’da özellikle son üç yıldır büyük bir nefret, korku ve kutuplaşma ortamında yükselen faşizmin ayak sesleri artık tüm Latin Amerika’yı alarma geçirmiş durumda. Şimdi Bolsonaro iktidarıyla birlikte Brezilya’da, 1985’ten bu yana ağır aksak adımlarla inşa edilen demokratikleşme sürecini bir hamlede tersine çevirebilecek yasal düzenlemelerin geçişine tanıklık edeceğiz. Bolsonaro kişisel iktidarını sınırsız yetki-

lerle güçlendirirken özelleştirme ve kemer sıkma politikaları son hızla devam edecek, Bolsa Família başta olmak üzere sosyal yardım programlarında yapılacak kesintilerle en yoksul kesimlerin gelir dağılımındaki payını artırmaya yönelik on beş yıllık çaba çöpe gidecek. Bu sürece direnen muhalifler yoğun bir toplumsal baskı ve şiddetle karşılaşacaklar. Böylesine bir karanlık, elbette bir günde çökmedi. Bundan iki buçuk yıl önce, 17 Nisan 2016’da Temsilciler Meclisi’nde yapılan ve Dilma Rousseff’in azil sürecini başlatan oylamada, o dönem Sosyal Hıristiyan Parti (PSC) milletvekili olan Jair Bolsonaro, verdiği “Evet” oyunu askerî rejim döneminde istihbarat merkezi DOI-CODI’nin işkence birimini yöneten Albay Carlos Alberto Brilhante Ustra’nın anısına adadı. 1970’lerde Bolsonaro orduda yüzbaşı olarak görev yaparken, Dilma diktatörlüğe karşı mücadele veren Marksist bir şehir gerillasıydı ve üç yıl boyunca hapishanede işkence görmüştü. 1964-1985 arasında hüküm süren askerî dikta boyunca binlerce kişi işkence ve ağır insan hakları ihlallerine maruz kaldı ve (Hakikat Komisyonu’nun belgeleyebildiği kadarıyla) öldürülen 434 kişiden 210’unun cesedine hiçbir zaman ulaşılamadı. Dilma Rousseff, elektrik şokları, buzlu sular ve şiddetli dayaklardan sağ çıkmıştı ama işkenceciler hâlâ karşısındaydı. Bolsonaro o zaman “1964’te kaybettiler ve şimdi 2016’da bir kez daha kaybediyorlar,” demişti. Bugünse sadece seçim zaferi kazanmakla kalmadı, yirmi bir yıl boyunca Brezilya’yı saran faşizm ruhunu geri getirdi. Bolsonaro’nun “Büyük Brezilya”sı Trump’ın “Büyük Amerika”sı gibi Bolsonaro’nun

53


söylemlerinde de sürekli karşımıza çıkan bir “Büyük Brezilya” var. Ancak “Brezilya’yı yeniden büyük yapmaktan” söz ederken Bolsonaro’nun “yeniden” ile kastettiği dönem, Brezilya’nın diktatörlük yılları. Dolayısıyla her ne kadar “Brezilya’nın Trump’ı” olarak anılsa da, Bolsonaro daha çok “Brezilya’nın Fujimori’si” olmaya aday görünüyor. 1990’larda Latin Amerika’nın önde gelen “neo-popülist” liderlerden biri olan Fujimori, Peru devlet başkanı olarak görev yaptığı 1990-2000 arasında bir yandan işgücü piyasalarının esnekleştirilmesine dayalı yapısal uyum programları uygulamış diğer yandan neoliberalizme geçiş sürecine karşı toplumsal direnişi bastırmak için otoriter bir rejim kurmuştu. Fujimori’nin hedefinde öncelikli olarak Maocu çizgideki Aydınlık Yol vardı, ancak gerilla hareketlerine karşı yürütülen “terörle mücadele” süreci ülkedeki tüm muhalefeti baskı altına aldı. 1992’de Fujimori kendi hükümetine karşı yaptığı darbeyle Kongre’yi feshetti, yargıyı tasfiye etti, anayasayı değiştirerek kendisini geniş yetkilerle donattı, idamı geri getirdi ve basını sansürledi. 1993’te Bolsonaro The New York Times’a bir röportaj vererek açıkça diktatörlükleri desteklediğini, demokrasilerde sorunların asla çözülemeyeceğini söyledi ve ekledi: “Fujimori’yi destekliyorum. Brezilya için tek çözüm Fujimorileşmek olacaktır.”[1] O dönemde Bolsonaro, Rio de Janeiro milletvekiliydi ve Brezilya ekonomisi 1980’lerdeki borç krizinin ardından giderek ağırlaşan bir stagflasyon dönemine girmişti. Bolsonaro’ya göre askerî rejim döneminde ekonomi yıllık %6 hızla büyürken demokratikleşme sürecinde enflasyonun bir türlü kontrol altına alınamaması, demokrasiden daha ciddi ihtiyaçlar olduğunu gösteriyordu. Bolsonaro ayrıca Brezilyalıların da tıpkı kendisi gibi düşündüğünü, sokakta bir halk kahramanı gibi karşılandığını vurguluyordu. Bolsonaro’nun bu sözleri sarf etmesinin üzerinden yirmi beş yıl geçti ve görünen o ki zaman (şimdilik)

54

onu haklı çıkardı. Dilma Rousseff’in azledilmesinin ardından yapılan ilk genel seçimlerin birinci turunda 49,2 milyon oy (%46) alarak beklenenin üzerinde bir performans sergileyen Bolsonaro, ikinci turda 57,7 milyon oyla (%55) rakibi Fernando Haddad’ın karşısında çok rahat bir zafer kazandı. İlk turda olduğu gibi ikinci turda da İşçi Partisi’nin (PT) oylarının kemikleştiği kuzey ve kuzeydoğudaki en yoksul bölgeler dışında tüm eyaletlerde Bolsonaro Haddad’ı geride bıraktı. Ayrıca Bolsonaro’nun partisi olan Sosyal Liberal Parti (PSL) ilk turda yapılan parlamento seçimlerinde, PT’yi geride bırakarak en çok oy alan parti olmayı başardı. 513 sandalyeli Temsilciler Meclisi’nde %11,9 oy alan PSL 52 sandalye kazanırken, %10,3 oy alan PT (federal bölgelere göre dağılım gereği) 56 sandalye kazandı. Ancak Brezilyalılar ülke tarihinin en muhafazakâr meclisini göreve getirmiş oldular. São Paulo’dan aday olan Jair Bolsonaro’nun oğlu Eduardo Bolsonaro ise, 2 milyon 60 bin oy alarak Brezilya’nın bugüne kadar en çok oy alan milletvekili olarak tarihe geçti.[2] Bolsonaro, bu parlak zaferini her şeyden önce derin bir kriz ve kutuplaşma ortamında yeşeren korku ve nefret tohumlarına borçlu. Seçim zaferi sonrasında Bolsonaro’nun söylediği ilk sözler, PT’yi hedef alan bu nefretin aslında solun kendisine yöneldiğini gösteriyor: “Komünizmle flört etmeye devam edemeyiz, Brezilya’nın kaderini değiştireceğiz!” Özellikle 2013’ten itibaren küresel ekonomik krizin etkisiyle birlikte Latin Amerika’daki sol popülist hükümetlere karşı gelişen kitlesel protestoların hepsinde muhafazakâr orta sınıfların aynı korkuyu paylaştığını görüyoruz: “Venezuela gibi mi olacağız?!” Aslında son birkaç yıl öncesine kadar Latin Amerika’da sağ tabanı mobilize etmek için kullanılan esas tehdit, “Küba gibi olmak”tı. Ancak bir zamanlar Arjantin’in IMF’ye olan borcunu ödeyecek kadar güçlü olan Venezuela ekonomisi, artık kendi nüfusunu besleyemeyecek hale gelince Küba’ya kadar gitmeye gerek kalmadı. Özellikle de Latin Amerika’nın dört bir yanına dağılmış dört milyon Venezuelalı göçmenin hali ortadayken! Brezilya’da Haziran 2013’te patlak veren kitlesel protestolarda Brezilya solunun çok önemli bir fırsatı kaçırarak meydanları sağa kaptırması, bugün Bolsonaro gibi aşırı sağcı bir liderin yükselmesine zemin hazırlayan en önemli kırılma noktası oldu. PT’nin gelirin yeniden dağılımına dayanan politikalarından tehdit algılayan sağ muhalefet, orta


ve üst-orta sınıfların önemli bir kesimini mobilize etmeyi başardı ve 1960’lardan bu yana sağ tabanı ilk kez bu kadar kitlesel bir şekilde sokağa çıkaran PT karşıtı (anti-petista) protestolar derin bir kutuplaşma ortamı yarattı. Protesto gösterilerinde öne çıkan darbe yanlısı pankart ve sloganlar, yine 60’lardan beri ilk kez askerî müdahalenin muhafazakâr kesimlerde giderek yükselen bir toplumsal talep haline geldiğini gösteriyordu. Brezilya bayrağının sarı yeşil renklerine bürünen protestocular, ekonomik krize ve yolsuzluğa yol açan “popülizm tehdidine” karşı ülkelerine sahip çıkıyor ve “Komünistler Küba’ya!” diye haykırıyorlardı. Bununla birlikte seçim sürecinde ortaya çıkan sahte WhatsApp mesajları aracılığıyla Haddad ve ailesine karşı yürütülen kirli kampanyada olduğu gibi, sosyal medyada yayılan komplo teorileri ve yalan yanlış haberlerle PT’nin imajı yerle bir edildi. “Ekonomiyi batırmakla” suçlanan Dilma Rousseff’in azledilmesi, Lula da Silva’nın Brezilya’daki tüm yolsuzlukları yöneten bir numaralı sabıkalı olarak cezaevine girmesi ve Bolsonaro’nun “Brezilya her şeyin üstünde” sloganıyla bir anda yükselmesi ancak böyle bir kutuplaşma ortamında mümkün olabilirdi. Peki, Lula ve Dilma’nın çizgisi, Chávez, Morales ve Kirchner gibi liderlerin temsil ettiği Latin Amerika’nın “radikal popülizm” geleneğinden bariz bir şekilde ayrıyken, PT nasıl oldu da Brezilya için bir “komünizm tehdidi” haline geldi? Dilma Rousseff neden azledildi? Brezilya’da neoliberalizme geçiş, 1990’ların başlarında, diğer Latin Amerika ülkelerine kıyasla daha geç bir dönemde gerçekleşti. Bunun en önemli nedeni, askerî rejimin son yıllarında yükselen sol mücadelenin neoliberal reformların uygulama alanını büyük ölçüde daraltmasıydı. Diğer yandan 1980’lerde borç kriziyle birlikte enflasyonun kontrolden çıkması ve makroekonomik istikrar programlarının yüksek enflasyon sorununu bir türlü

çözememiş olması, neoliberalizme geçişin önünde büyük bir engel teşkil ediyordu. Ekonomik krizle birlikte, 1970’lerin sonlarından itibaren yükselen kitlesel hareketlerin askerî rejim üzerinde yarattığı baskı, kapitalist sınıflar arasında demokrasiye geçişten yana bir uzlaşı oluşmasında önemli rol oynadı. Dolayısıyla Brezilya’da demokrasiye geçiş süreci, yakın bir örnek olan Arjantin’deki gibi diktatörlük döneminden kalma kurumsal kalıntıların üzerine inşa edilmedi. Aksine, askerî rejimin yöneticileri, ülkenin geleneksel elitleriyle beraber demokrasiye geçiş sürecini bizzat kendileri yönettiler. Böylelikle demokrasiye geçiş, esas olarak neoliberalizme geçişi sağlayacak ve ordunun siyasetteki ağırlığını koruyacak bir süreç olarak inşa edildi. 2016’da Dilma Rousseff’in azledilmesine yol açan Mali Sorumluluk Yasası, 1980’lerde başarısızlıkla sonuçlanan onlarca istikrar programının ardından, 1994’te Cardoso’nun uyguladığı “Real Planı” ile başarıya ulaşan ve neoliberalizmin hâkim birikim sistemi olarak yerleşmesini sağlayan enflasyon hedeflemesi ve sıkı maliye politikalarının yasalaşmış haliydi. Mayıs 2000’de yürürlüğe giren yasa, bundan sonraki süreçte Brezilya’da makroekonomik politikaların genel çerçevesini belirleyen temel unsur oldu. 2002 seçimlerinde Lula, Mali Sorumluluk Yasası’nın dayandığı makroekonomik istikrara sadık kalacağını ilan etmiş ve bu şekilde liberallerin desteğini alarak devlet başkanlığına seçilmişti. Ancak ekonomik krizin olumsuz etkileriyle mücadele eden Dilma, Lula’ya kıyasla neoliberalizme daha mesafeli bir politika izledi ve sermaye hareketleri ve faiz oranlarına müdahale ederek Mali Sorumluluk Yasası’nı ihlal etti. Dilma’nın yeni kamu yatırımlarıyla yerli üreticiyi korumaya yönelik yenikalkınmacı stratejisi, “komünist” bir tehdit oluşturmuyordu ancak ülkedeki hâkim sermaye fraksiyonuyla PT’ye yakın olan ulusal burjuvazi arasındaki kapitalist sınıf rekabetinin giderek şiddetlenmesine yol açtı. 2018 seçim sonuçları gösteriyor ki bu rekabet sadece PT’yi değil, büyük sermaye çevrelerini temsil eden, Cardoso’nun da kurucuları arasında yer aldığı Brezilya Sosyal Demokrasi Partisi’ni (PSDB) de olumsuz etkiledi. PSDB adayı Geraldo Alckmin, başkanlık seçimlerinde sadece %4 oy alabildi (ki bu, partinin tarihinde aldığı en düşük oy oranıydı). Ayrıca 2014’te Temsilciler Meclisi’nde üçüncü sırada yer alan parti onuncu sıraya kadar düştü. Bunda elbette Lava Jato adlı yolsuzluk soruşturmasında adı geçen PSDB’li siyasetçilerin önemli bir rolü vardı. Sonuç olarak iki parti arasındaki çekişme, Bolsonaro’ya yaradı ve PT ile PSDB seçimin en büyük kaybedenleri olurken Sosyal Liberal Parti (PSL)

55


Faşizme karşı Mücadele merkez sağın yeni adresi olmayı başardı (PSDB’nin partinin adındaki sosyal demokrasiyle alakası olmaması gibi, PSL de liberal değil, muhafazakâr bir parti). Bolsonaro’nun geleneksel destekçileri esasında büyük toprak sahipleri (Boi/öküz), Evanjelistler (Bíblia/İncil) ve ordudan (Bala/kurşun) oluşan “BBB Grubu”. Ancak Latin Amerika’nın en büyük yatırım bankalarından biri olan BTG Pactual’ın kurucularından Paulo Guedes’i ekonomi bakanı yapacağını ilan eden Bolsonaro, Brezilya’daki hâkim sermaye fraksiyonuyla yakın bir ilişki geliştirmeyi başarmış görünüyor. Ayrıca Bolsonaro’nun seçim vaatlerinden biri, Çin yerine ABD ile ekonomik ilişkileri geliştirmekti -bu da Lula döneminde uluslararası rekabet gücü artan ihracatçı sektörlerin yöneldiği Güney pazarı yerine ABD’nin hegemonyasındaki ulusaşırı birikim ağına daha sıkı entegre olmak anlamına geliyor. Marielle Franco’yu kim öldürdü? Eğer PT sağ popülizmin yükselişine karşı radikal bir sol popülist siyaset izleseydi Bolsonaro’nun seçim zaferinin önüne geçilebilir miydi, bu başka bir yazının tartışma konusu. Ancak burada daha büyük bir tehdit mevcut ve faşizme karşı mücadele, aşağıdan yukarı örgütlenen kitlesel bir direniş gerektiriyor. Brezilya’da askerî devletin hâlâ ne kadar güçlü olduğunu görebilmek için, 14 Mart 2018’de gerçekleşen Marielle Franco suikastına bakmak yeterli. Sosyalizm ve Özgürlük Partisi (PSOL) Belediye Meclisi üyesi Franco, siyah ve eşcinsel bir kadın olarak tam da Bolsonaro’nun nefret söylemlerinin hedefinde yer alıyordu. Franco ayrıca Rio de Janeiro’daki en büyük ve en tehlikeli gecekondu mahallelerinden (favela) biri olan Maré’de büyümüş ve eğitimini on yaşından beri çeşitli işlerde çalışarak sürdürmüştü. Yüksek lisans tezinde polis devletinin, favelalar üzerinde uyguladığı şiddetle yoksulları nasıl baskı altına aldığını gösteren Franco, Temer hükümetinin Rio de Janeiro’nun güvenliğini orduya devretmesine karşı en çok ses çıkaran muhaliflerden biriydi. 2018’in Şubat ayında Rio Karnavalı sırasında artan şiddet olaylarını gerekçe gösteren Temer hükümeti, 2016’daki Rio Olimpiyatları’nda olduğu gibi eyaletteki polis ve güvenlik güçlerinin kontrolünü orduya devretmiş, ancak bu sefer daha kalıcı mekanizmaları da devreye sokmuştu. Rio de Janeiro’ya ordunun müdahalesinden tam bir ay sonra Marielle Franco, şehir merkezindeki Lapa’da gerçekleşen “İktidar Yapılarını Değiştiren Siyah Kadınlar” adlı panelin çıkışında, aracına yapılan silahlı saldırı sonucunda hayatını kaybetti. Franco’yla birlikte şoförü Anderson Gomes’i de öldüren katiller hâlâ dışarıda.

56

Marielle Franco’nun katledilmesi, Rio de Janeiro başta olmak üzere ülke genelinde büyük bir kitlesel hareketliliği tetikledi. Son dönemde kadına yönelik şiddetin artmasıyla beraber ivme kazanan kadın hareketi başta olmak üzere, LGBTİ hareketi, favela örgütlenmeleri ve insan hakları örgütleri birlikte geniş katılımlı kitlesel protesto eylemleri düzenlediler. Bu eylemlilik seçim sürecinde de yine kadınların öncülüğünde gerçekleşen Bolsonaro karşıtı kitlesel protestolarda kendini gösterdi. Marielle Franco’nun katillerinin peşine düşmek ve cinayetin sorumlularından hesap sormak, bugün Brezilya’da aşırı sağın yükselişine zemin hazırlayan militerleşmeye ve muhaliflere yönelik, Bolsonaro’nun nefret söylemleriyle tetiklenen şiddete karşı mücadele etmek için önemli bir ilk adım teşkil ediyor. Ancak “sosyalizmi Brezilya siyasetinden silme” vaadiyle seçim kazanmış işkence ve darbe yanlısı bir devlet başkanının iktidarında örgütlenmek ve mobilize olmak kolay olmayacaktır. Burada en büyük sol parti olan PT’ye kendisine yakın sendika ve sivil örgütlerin güvenliğini sağlayarak kitlesini sokağa çıkarma konusunda büyük bir görev düşüyor. Ayrıca Bolsonaro’ya karşı gelişen kitlesel hareketliliğin sürekliliğini sağlayacak ve PT’nin yanı sıra PSOL, PCdoB, CUT, MTST, PCB, UNE, CTB, MST ve CSP CONLUTAS gibi önde gelen toplumsal muhalefet aktörlerini içerecek bir “birleşik cephe” kurulmadıkça faşizme karşı etkin bir mücadele sürdürmek mümkün olmayacaktır. Bu açıdan Bolsonaro iktidarını kötü bir son değil, Brezilya’nın sınıf mücadelesi tarihinde yeni bir sayfa olarak karşılamamız gerekiyor. Esra Akgemci Birikim Güncel [1] James Brooke, “Conversations/Jair Bolsonaro; A Soldier Turned Politician Wants To Give Brazil Back to Army Rule”, The New York Times, 25 Temmuz 1993, https://www.nytimes.com/1993/07/25/ weekinreview/conversations-jair-bolsonaro-soldier-turned-politician-wants-give-brazilback.html [2] “Eduardo Bolsonaro é o deputado federal mais votado da história”, Folha de São Paulo, 8 Ekim 2018, https://www1.folha.uol.com.br/poder/ 2018/10/eduardo-bolsonaro-e-o-deputado-federal-mais-votado-da-historia.shtml


Faşistlerin olağanlaştığı seçim Yazıya öncelikle Ahmet İnsel’in son yazısının bir bölümünü yanlış anlamamla ilgili bir düzeltme yaparak başlamamda fayda var. Ahmet İnsel’in, siyasal sürecin otokratlaşmasının yarattığı tepkiyle sandığa gitmeyecek olanların sandığa gitmeyi saflık olarak görmesine dair yazdığı şu bölümü ben yanlış anlamışım: “Bu safdil bir yanılgı mıdır? Bir başka ‘yararlı budala’ davranışı mıdır? Böyle düşünüp, Cumhur İttifakı adaylarının kaybetme ihtimali olan kentlerde 31 Mart günü sandığa gitmemeyi radikal bir mücadele biçimi olarak seçecek olanların omuzlarında, bu iktidarın keyfi yönetimini kolaylaştırmış olmanın ağırlığı kalacaktır.” (http://www.birikimdergisi.com/haftalik/9424/31-mart-ta-oy-vermemeninanlami#.XJ8WnpgzY2w) 31 Mart’ta AKP-MHP kazanmasın diye CHP-İP ittifakına oy vermeyeceğini ilan edenlere yönelik bir safdillik suçlaması yapıldığını düşünüp kızmıştım. Böyleleri var mıdır, CHP’li olup da "Sandığa gitmeyelim, zaten hile yapılacak, zaten sandıkla değişmez" diyen pesimist kalmış mıdır bilemiyorum ama sandığa gitmeme ihtimali yüksek olan kanadın AKP tabanı olduğu çok açık. Sandığa gitmeyenleri, İnsel “bu keyfi iktidarın yönetimini kolaylaştırmış olmanın ağırlığı”yla başbaşa bırakırken, Erdoğan da "Böyle bir ortamda şu veya bu sebeple sandığa gitmemek, bize değil ülkeye ve millete ceza vermektir" dedi. Hepimiz biliyoruz ki gerçek tartışma bu değil. Gerçek tartışma, insanları, içinde Meral Akşenerlerin olduğu bir ittifaka oy vermeye ikna etmek! İnsel’in cümlesinin ilk bölümünü yanlış anlamıştım ama son bölümü oldukça net: İçinde ırkçılar, milliyetçiler olabilir ama yine de bu ittifaka oy vermek zorundasınız! Bu cümle, insanları bu ittifaka ikna etmek isteyenler tarafından “içinde ırkçılar ve milliyetçiler olabilir ama” şerhi vurgulanmadan kullanılıyor. O kadar büyük bir kötülük var ki, bu kötülüğü yenmek için muhtaç olunan şeyin ne kadar kötü olduğunu tartışmanın zamanı değil şimdi! Sıkışmışlık Aylar önce, seçim tartışmaları daha başlamamışken şu uyarıyı yapmaya çalışmıştım: “Sol adına konuşanlar, hiç sıkılmadan, hükümetin savunduğu

kadar yerli ve millî görüşleri savunan partileri ya da isimleri ittifak ortağı olarak öne sürebiliyorlar. Dramatik örneklerin Ekmeleddin İhsanoğlu ya da Mansur Yavaş vakalarıyla sınırlı olduğunu düşünmemek lazım. Liderliği, faşist bir partiden yeni kopan faşistlerden oluşan İyi Parti bile ‘çaktırmadan yapılacak ittifakın’ bileşeni olarak düşünülebiliyor neredeyse. ‘Çaktırmadan’ yapılacak olması, liderliği faşist olduğundan utanırız diye değil üstelik, onlar HDP’yle aynı karede görünmekten utanacağı için! Bu yüzden bu seçimler, gerçekleri tüm gücüyle teşhir edeceğimiz bir süreç olarak görülmeli. Hangi mekanizmalarla seçildiği, nasıl aday gösterildiği belli olmayan hiçbir aday veya partiye kefil olmak gibi bir lüksümüz yok!” Tabii ki hata yapmışım, "çaktırmadan İP’le ittifak yapmak", yerini göstere göstere İP binalarında toplantılar yapmaya, Demirtaş’ın yaptığı gibi açık açık oy çağrısı yapmaya kadar bıraktı. Kuşkusuz, içinden geçtiğimiz seçim süreci, kendimizi sıkışmış hissettiğimiz bir dönem. OHAL’in olağanlaştırıldığı koşullarda gerçekleşiyor ve bir dizi nedenin bir araya gelmesiyle, bizler, etrafında rahat kampanya yapabileceğimiz adayların şekillenmesini sağlayamadık. Zira seçim tutumları, özellikle örgütlü bireyler açısından şahsi tutumlar değil, siyasal süreçlere işçi sınıfı lehine ve kolektif olarak müdahil olma süreçleridir. Önemli olan, tek başına kime oy verdiğimiz değil, nasıl bir kampanyayla, seçimlerden sonra hangi perspektife ve mücadelelere kolektif olarak bağlanabilecek bir seçim taktiği izlediğimizdir. Bu seçim süreci bu açıdan da garip bir süreçtir ve sosyalistler CHP-İP ittifakına oy vereceklerini rahat rahat ilan edebilmektedir. Bu durum siyasal sıkışmışlığımızın bir başka göstergesi. Fakat bizler, bu sıkışmışlıktan kestirme bir sloganla çıkmıyoruz ve “boykot” ilan etmiyoruz. Boykot çünkü, özel koşulların ürünü olabilecek bir taktiktir. Sosyalistler işçilere "sandığa gitmemelisiniz" diyemezler; boykot, zaten sandığa gitmemeyi düşünen, mücadele düzeyi sadece oy vermeye indirgenmiş seçmen bilincini çoktan aşmış kitlelerle siyasal hedeflerde birleşmenin taktiğidir. Milyonlarca insan muazzam bir siyasal kutuplaşma içinde sandığa gidecekken, “sandığa gitmemelisiniz!” demenin, diyenin sekterliğini açığa

57


Faşizme karşı Mücadele sermek dışında bir anlamı yoktur. Ahmet İnsel’in olduğunu düşündüğü, sandığa pesimist bir ruh hâlinin sonucu olarak gitmeme tutumunun da bir anlamı yoktur. Bizim politikamızın özeti şudur: “Bölgede HDP adaylarına, geri kalan tüm yerlerde varsa ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı HDP adaylarına oy çağrısı yapıyoruz. HDP adaylarının olmadığı yerde çok üzgünüz, liderliği faşist ve militarist olanlarla yan yana gelemeyiz.” Kimseye sandığa gitme demiyoruz; dediğimiz, sağcı, ırkçı, milliyetçi ve militarist adaylara oy verme demektir! Bunlar Ümit Kıvanç’ın sandığı gibi "küstüm, buraların geleceği de beni ilgilendirmiyor" anlamına gelen bir yaklaşımın ürünü değil. Ümit Kıvanç son yazısında, “Oy kullanmama eğer siyasî tercihse, başkalarına önerilebilmesi gerekir” demişti. Oysa üzerinde tartışılan oy kullanmama değil, büyükşehirlerde HDP’nin aldığı ve adına stratejik oy taktiği denilen tutum nedeniyle oy verilebilecek çok az adayın kalmış olması, hemen hemen adaysız kalmış olmamızdır. Demokrat aday görüyorsan oy ver! Çevreci aday görüyorsan oy ver! Sağcı olmayan aday görüyorsan oy ver! Bölgede tüm HDP’li adaylara oy ver! İstanbul’da Hüda Kaya’ya, Çankaya’da Filiz Kerestecioğlu’na oy ver! Ama CHP’nin rantçılarına, İP’in göçmen düşmanı ırkçılarına, ittihatçılara oy verme!¹ Solun geniş kesimlerini etrafında toparlayıp, sonra oluşan sağcı anafora karşı bu kesimlerin önüne sadece mevcut ittifak seçeneğini koyanları eleştirin önce. Sonra da biraz daha dikkatli bakıp, sağcılığa teslim olmamanın politik adımlarını geliştirmeye çalıştığımızı anlamaya çalışın. İvme nereye? HDP’nin bu taktiği o kadar anlamsızdı ki, sosyalist hareketin uzun dönemdir çıkarttığı en önemli simge olan ve kitlesel liderlik yeteneği tartışmasız olan Selahattin Demirtaş, cezaevinden bu ittifaka hatırı için oy vermemiz çağrısında bulundu. Demirtaş’ın maruz kaldığı adaletsizlik sinir bozucu ve Demirtaş hemen, hiç ikilemeden serbest bırakılmalı.² Ama siyasette hatır diye bir şey yoktur ve bu hatır meselesi biraz kibir içerir. Doğruluğunu anlamadığımız bir taktiğe, bu taktiğin doğruluğunu anlama vasfına sahip olan ve hepimizin son derece güvendiği birisinin ya da birilerinin hatırı için uyum sağlamak, "Şimdi anlamıyorsunuz ama hatırım için bu adımı atın, ne kadar doğru olduğunu göreceksiniz" demektir. Bu yüzden bir kez daha altını çizmek gerekirse, Meral Akşener’le ve Akşener’in yanında zorunlu

58

olarak neredeyse proleter devrimci kalan Kılıçdaroğlu’nun sağcılığıyla ittifak kurmak, iktidara karşı mücadele etmek de değildir, iktidarı geriletmede bulunan en uyanık yöntem de. Tersine, iktidara hiçbir zararı dokunmayacağı gibi, seçimler sırasında ve seçimlerden sonra sahte umutlarla insanları sandığa odaklamanın taktiğidir bu.³ Aşırı sağ bir seçim iklimi Seçim sonuçları ne olursa olsun, 31 Mart yerel seçimler kampanyası, Türkiye’de gelmiş geçmiş en sağcı seçim dönemi olarak tarihe yazılacak. Gerçekten de böylesini görmedik. İçinden geçtiğimiz seçim döneminin bu kadar sağcı, kutuplaştırıcı, düzeysiz ve hamaset yüklü olmasının ilk sorumlusu, başta AKP-MHP liderliği olmak üzere, bu partilerin her düzeyde yöneticileridir. Hükümet ve Erdoğan, sürekli bir korku atmosferi yaratmaya çalışıyor. Korku büyüdükçe, korkuya karşı tedbirler ve gerçek sorunların ertelenmesine sessizce onay verme eğilimi güçlenir. Önce korkutup, sonra bir beka sorunu anlatısı geliştirip, en sonunda beka sorunuyla baş etmenin yolunun AKP iktidarını güçlendirmek olduğunu anlatmanın yolu, öfke, hamaset, sağcılık ve tehdit dolu bir seçim kampanyası türetmektir. Mansur Yavaş daha şimdiden bizzat Erdoğan ve Bahçeli tarafından seçimi kazanırsa görevden alınacağı yönünde tehditlere maruz kalıyor. Yeni Zelanda’da gerçekleştirilen ırkçı katliama Türkiye’de hükümet yetkililerinin verdiği tepki, Erdoğan’ın Ayasofya’nın gerekirse cami olarak adlandırılabileceğini söylemesi, Binali Yıldırım’ın Suriyelileri gerekirse kulaklarından tutup yollayabilmekten söz edebilmesi inanılır gibi değil. Yenikapı seçim mitinginde Devlet Bahçeli’nin “Şu anda Avrupa kıtasındayız, işte buradayız, Yenikapı’dayız. Ey katiller gelin de görelim” diye konuşabilmesi gibi. Bu açıklamalar, seçim yarışmasının ne kadar sağ bir ikim içinde geçtiğini göstermeye yetiyor ama bu gerçeğe işaret eden başka bazı gelişmeler daha var. Bunların başında, solun sağcılıkla dertlerinin azalması, sağcılarla kol kola seçim kampanyası yapacak hâle gelmesi, sağa karşı sağa destek vermesi ve bunu ateşli bir şekilde savunabilmesi geliyor! Seçim taktikleri tartışılırken en çok duyduğumuz itirazlardan birisi, “oy vermek nikahlanmak gibi değildir, verirsin oyunu, olur biter” çıkışıydı. Oy vermek nikah kıymaya benzemez benzememesine ama bu, bir solcunun, bir demokratın bir ırkçıya oy verebileceği anlamına gelmez. Bir oyu önemsizleştiriyormuş gibi yapıp aslında onu almak


için üretilen en kurnaz iddialardan birisi bu. Politikayı seçim tartışmasının dışına itmenin de yöntemlerinden birisi olan bu yaklaşım, solcuların oyu istenen adayların pek çoğunun müteahhit, zengin, sağcı ya da daha vahimi ırkçı olmasını ya da ırkçılarla kurulan ittifakların adayları olmasını da önemsizleştirip tartışma dışına itiyor. 15 Temmuz darbesi, demokrasi ve lümpenlik Seçim süreci başlı başına sağcı bir iklimde başlamıştı zaten ama süreç başlangıçtan çok daha sağa savurdu siyasetin eksenini. Bu, AKP-MHP koalisyonunda Devlet Bahçeli’nin rolüyle, CHP-İP ittifakında Meral Akşener’in rolünün ağırlığını kavradığımızda anlaşılır olan bir gelişme. Erdoğan, seçim kazanmak için değil sadece, Emeklilikte Yaşa Takılanlar’la ilgili yasa meclise geldiğinde MHP’nin tutumuyla açığa çıktığı gibi yasaların onaylanması için de MHP’nin desteğini almak zorunda. Üstelik bu desteği, seçmeninin azımsanmayacak bir kesimini MHP’ye kaptırmasına rağmen sürekli kazanmak zorunda. Yerli-milli koalisyon, 15 Temmuz darbe girişimine karşı oluşan tepkiyi, devletin yeniden organize edilmesi, tüm demokratik hakların sırayla budanabilmesi ve iç ve dış politikada Kürt sorunuyla ilgili gelişmeleri baskılamak için şekillenen sağcı bir müdahalenin ürünü olduğu için, başlı başına OHAL uygulamalarının tüm sağcılığıyla damgalanmış durumda. MHP, bu koalisyondaki belirleyici varlığıyla, siyasetin sağa, daha da sağa, ırkçı ve milliyetçi bir temele oturmasında ve AKP’nin zaten gönüllü bir şekilde geldiği bu çizgide sabit kalmasında ve demokratik her kazanımın budanmasında belirleyici bir rol oynuyor. AKP liderliği, kendi elleriyle faşist hareketin inşacılarını, tarihi kadrolarını ve kitlesel hareketini merkeze taşıyor, olağanlaştırıyor ve güçlenmesine, gücünü pekiştirmesine yardımcı oluyor. CHP liderliği ise ırkçılığın kitabını her gün yeniden yazan İyi Parti’yi merkeze taşıyor. CHP birçok ilde İP’in desteğiyle, seçimlerde AKP-MHP ittifakıyla ancak yaklaşık oy oranlarını yakalayabiliyor. Bu, apaçık bir seçim ittifakının kurulması ve İP’in ırkçı, militarist yaklaşımlarının göz ardı edilmesi, örneğin Suriyelilere yönelik nefret saçan kadroların hareketinin muteber bir hareketin temsilcileri gibi siyasetin merkezine kaymasına, olağanlaşmalarına neden oluyor. Böylece siyasetin merkezine kesif bir milliyetçilik, kolayca savunulur hâle gelen ırkçılık, gündelik yaşam üzerinde baskı uygulamaya başlayan lümpenlik, her konuya düşmanca yaklaşma hastalığı ve

AKP liderliğinin bile isteye, nakış örer gibi örerek siyasal bir konsolide etme aracına dönüştürdüğü nefret yüklü kutuplaştırma, hep birlikte rücu ediyor. Sorun işçi sınıfının birleşik eyleminin nasıl örülebileceği Seçim sonrası hem sağcı iklimle, hem siyasetin merkezine çöken ve neredeyse tüm demokratik muhalefet tarafından normalleştirilen faşistlerin pozisyonuyla, ırkçı ve milliyetçiliğin daha yoğun kullanılmasıyla baş başa kalacağız. Buna en çok işçi sınıfı muhatap kalacak.⁴ Bütün bu kutuplaşma en çok işçi sınıfını bölüyor. İşçi sınıfının, hükümeti demokratik bir kitle hareketi ve bunun siyasal sonuçlarıyla geriletebilmesi için bu kutuplaşmayı aşması, sağın sağındaki tehlikelere, ırkçılığa, göçmen düşmanlığına ve her fırsatta şişirilen Türk milliyetçiliğinin etkilerine karşı birleşebilmesi bir zorunluluk. Son altı ayda yaşanan fakirleşmenin boyutları ve adaletsizliklerin gizlenemez hâle gelmesi, işçi sınıfının tüm örgütlerinin bir araya gelmek zorunda kalabileceği bir zemin oluşturuyor. Ekonomideki çalkantılar sürecek ve bu durum, zeminin oluşması açısından objektif faktörün gelişmesi anlamına gelecek. 1 Mayıs gösterileri, bu yönde ne kadar adım atıldığının ve sadece sağ ve sağın sağının değil, sağın sağıyla ittifak kurmanın muteber bir yol olduğunu düşünenlerin ve seçim kampanyasında bu düşünceyle sol siyaseti domine edenlerin dışında bir siyasal alternatifin inşa edilmeye başlanıp başlanmadığının da ilk test alanı olacak gibi görünüyor. Bu, işçi sınıfının yeni türden birleşik cepheler için örgütlenmesinde, diğer bir deyişle gerçekçi bir antikapitalist sübjektif faktörün inşa edilmesinde ne kadar ilerlemiş olduğumuzu da gösterecek hepimize. Şenol Karakaş 1. Bu tutum, Ümit Kıvanç’ın Murat Sevinç’ten yaptığı alıntıyla anlatılmak istenenin ne kadar yanlış olduğunu gösteriyor. Murat Sevinç’ten şunları aktarmış Ümit Kıvanç: “…Mülkiye’de, bir hocanın asistanına eziyet ettiği, haksızlık yaptığı duyulmuştu. Okul içi yazışma platformunda tepki göstermiş ve asistanı hocasına, hukuk profesörüne karşı savunan mesajlar yazmaya başlamıştık. Sevimsiz hukuk profesörü, insan, akademisyen ve hoca olarak berbat bir karakterdi. O esnada, emekli olmasına rağmen yazışma platformundaki tartışmayı takip eden bir hocamız şöyle bir mesaj yazdı: ‘Ben asistan arkadaşı tanımıyorum ve sorunun ne olduğunu bilmiyorum; ancak hocasını tanıyorum, bu yüzden asistanı destekliyorum.’ Yerinde bir tavırdı.” Söylenebilecek tek şey, burada asistanları da tanıyoruz, sorunun ne olduğunu da biliyoruz. Burada asistan da insan, akademisyen ve hoca olarak berbat bir karakter. Sınır ötesi operasyonlar yapan hükümete tepki olarak sınırötesi operasyonlara bütünüyle destek olan “muhalefetten” söz ediyoruz,

59


Faşizme karşı Mücadele dokunulmazlıkları kaldıran hükümete karşı dokunulmazlıkların kaldırılması için tam destek veren “muhalefet” adı geçen. Aktarılan örnek bu tartışmayla alakasız. Mansur Yavaş’ın Kürtlerle ilgili sözlerine bakmak yeterli. 2. Daha bu yazı yazılmadan birkaç saat önce, İstanbul’da HDP üyelerinin adreslerine baskınlar yapıldı. Seçimden bir gün önce HDP aktivistleri gözaltına alındı. 2015 seçimlerinden beri görülmemiş bir baskıya karşı ayakta duruyor HDP: 3. Daha önce bu konuda şu vurguyu yapmaya çalışmıştım: “Oysa başka bir taktik daha yıllardır inşa edilmeye çalışılıyor ve bu taktik AKP’yi geriletme şanına sahip olan, sağcılarla ittifak kurayı gerektirmeyen tek politik taktik: AKP’yi geriletmenin yolu, AKP’nin tabanının, en azından gelişmelerden rahatsız olan kısmını kazanmaktan geçer! Bu konuda Kadir Has Üniversitesi tarafından yapılan bir anketin sonuçları çok açıklayıcı. Gazeteci Oral Çalışlar’ın özetleri, AKP’nin kendi tabanını ikna etmekte zorlandığını gösteriyor. Geçen yıl yüzde 17'nin en büyük sorun olarak gördüğü işsizlik bu yıl yüzde 26.9'a fırlamış. FETÖ tehdidi algısı yüzde 18.1’den yüzde 16.2’ye düşmüş. Terör yüzde 29’dan yüzde 13.8’e gerilemiş. Türkiye’yi demokratik bir ülke olarak görenlerin sayısı, azalıyor: 2016'da yüzde 60.9, 2017’de yüzde 61.6, 2018’de yüzde 47.8 oranında katılımcı ülkeyi demokratik olarak görüyor. AK Parti'yi 2017 yılında başarılı bulanlar yüzde 51.7 iken bu oran 2018’de yüzde 35.9’a düşmüş. AKP tabanını kazanmanın yolu, AKP liderliğiyle AKP tabanı, seçmeni ve milyonlarca üyesi arasında büyük bir fark olduğunu kavramaktan geçer. AKP’yi başarısız bulan yoksul, emekçi AKP’lileri kazanabilecek alternatifleri inşa etmek, sağcılarla seçim ittifakı yapmaktan daha meşakkatli ama başarılabilirse bir seçim zaferinden çok daha büyük dönüşümlere yol açabilecek bir stratejidir. Bu aslında çok basit, neden anlaşılmadığı gerçekten de anlaşılmaz olan bir fikir!” (https://marksist.org/icerik/ Yazar/11451/HDP-neden-aday-cikartmiyor?) 4. Son anketler AKP tabanının AKP’ye bir ders vermeye hazırlandığını gösteriyor. AKP liderliğinin belediyeleri kaybetmesine üzülecek hâlimiz yok. Seçimlerde AKP’nin oy kaybetmesi de beklenir bir durum. Büyükşehirlerde AKP’nin etkisiz kalması da. Önemli olan AKP’ye bir seçim dersi vermeye hazırlanan kitlenin, başka bir siyasal alternatifin öznesi olmasını, bu alternatifin antikapitalist bir alternatif olmasını sağlamakta.

60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.