Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De
Irkçılığın kökeni - Antony Hamilton Hayalî Ataların İzinde – Atilla Dirim Martin Luther King ve ABD'de ırkçılığa karşı mücadele - Yuri Prasad Malcolm X: “Bana bir kapitalist göster ve ben de sana bir kan emici göstereyim” Geyler ve Panterler birleştiğinde… Apartheid rejimini tarihe gömen siyah öfke - Çağla Oflas “Politik olarak siyah” geri geldi - Antony Hamilton Irkçılığa karşı nasıl mücadele etmeliyiz? - Özdeş Özbay Sınırsız bir dünya için - Ozan Tekin Ülkesinde Suriyeli istemeyenler - Sinan Laçiner Komplo teorilerinin nesi yanlış? - John Molyneux Milliyetçilik neden tehlikeli bir ideolojidir? - Can Irmak Özinanır Milliyetçilik ve savaş - Özdeş Özbay Burjuva ulusçuluğuna karşı işçi sınıfının uluslararası birliği - Çağla Oflas Sosyal şovenizm mi enternasyonalizm mi? - Kemal Başak Vatansever sosyalizm mümkün mü? - Meltem Oral Göçmenlerle dayanışmadan demokrat olunmaz! - Yıldız Önen
Irkçılığın Kökeni
I
rkçılık egemen sınıfın cephaneliğindeki en sevdiği silahlardan biridir. Ne zaman bir ekonomik ya da politik kriz olsa, bir günah keçisi yaratılır, suçlanacak bir azınlık buluunur. Suçlu diye bankacıları işaret edecek değiller ya! Egemen sınıf bizleri ırkçılığın eşyanın tabiatına uygun bir fikir olduğuna inandırmak ister, ama bunun gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. Irkçılık tarihte maddî temeli olan bir ideolojidir. Kökenleri Atlantik ötesi köle ticaretine kadar götürülebilir. “Irk” ve ırkçılığın yaratılışı yeni kapitalist sınıfın büyümesi ve hakimiyet kurmasıyla el ele gitmiştir. Kapitalizmin ortaya çıkışından önce de elbette önyargı ve bölünmüşlük vardı, ama insanlar ten rengine dayanarak sistematik bir biçimde baskıya maruz kalmıyordu. Örneğin, antik Roma halkı “barbar” ya da “medenî” olarak sınıflandırılıyordu, ama bu kategoriler geçişkendi. Ait olduğunuz kategori, imparatorluğunuzun topraklarının başka bir imparatorluk tarafından ele geçirilip geçirilmediğine, egemen imparatorluğun aktif bir üyesi olup olmadığınıza bağlıydı. Ait olunan sınıf kişinin hakim olan imparatorluğun aktif bir üyesi olup olmadığına bağlı olabiliyordu. Roma Imparatoru Septimus Severus Afrikalıydı. Kayıtlarda siyah olduğundan hiç bahsedilmemesinin sebebi bunun o zaman önemli görülmemesiydi.
2
Antony Hamilton Hiyerarşi Bu vahşi toplumlar, özgürlüğün bir ayrıcalık olduğu ve savaşlarda esir düşen insanların köleleştirilmesinin adil olduğu temelinde köleliği meşru kılıyordu. Ama bu kölelik anlayışı herhangi bir ırk ya da ırksal hiyerarşiyle ilintili değildi. Irk fikri çok sonradan, kapitalizmin yayılması için gerekli servetin ortaya çıkmasını sağlayan köle ticareti ile yükseldi. İspanyollar ve Portekizliler, 15 yüzyılın sonundan itibaren Amerika kıtalarının halklarını ve kaynaklarını sömürmeye başlayan ilk Avrupalılardı. Avrupalıların kendileriyle birlikte Amerika’ya götürdüğü hastalıklardan sağ kurtulan yerlileri köleleştirdiler ve boya, tutkal ve kauçuk üretmek için büyük plantasyonlarda kullandılar. Bu ürünler Avrupa’ya yollanıyor ve devasa kâr marjlarıyla satılıyordu. İspanyol ve Portekizliler bölgede bir süreliğine hakim güç oldular, ama hammaddelere ilgi hızla büyüdü ve İngiltere başta olmak üzere diğer Avrupalılar da kısa sürede bu topraklara kök salmaya başladı. Bu yeni girişimler hızla egemen hâle geldi çünkü servetlerinin büyük bölümünü krala vermek zorunda olan feodal İspanyol ve Portekiz tacirlerinin aksine bunlar girişiler kapitalist girişimlerdi. Elde ettikleri kârları, işletmelerini geliştirmek için
yeniden yatırıma dönüştürüyorlardı. Yerli halkı köleleştirmenin yanı sıra sömürgeciler Avrupa’dan sözleşmeli/bağımlı hizmetçiler getirdiler. Bu sözleşmeler, ödeyemediği bir borcu olan ya da hapis cezası almış kişileri veya yeni kıtada yeni bir hayat kurmak isteyenleri belirli bir süre için patronun “mülkü” hâline getiriyordu. Bunlara ek olarak, başta az sayıda da olsa, sömürgeci tüccarlar Afrikalıları da köleleştirmeye başladı. Başından itibaren kölelik bir gerekçelendirme gerektiriyordu. Önce, 16. yüzyılın ortalarına kadar köleliği meşrulaştırmak için dinî sebepler öne sürüldü. Ama 1550’de Juan Gines de Sepulveda yeni ve ilkel-ırkçı bir çizgi savundu. Sepulveda’ya göre, “doğal kabalıkları ve gerilikleri” nedeniyle Hintlileri köleleştirmek felsefî olarak meşru görülebilirdi. Bu gerekçelendirme, belli insan gruplarının doğuştan taşıdığı bazı özelliklerin onları daha aşağı kıldığı iddiasının başlangıcı oldu. Başta bu ırkçı fikirler Amerikalı yerlileri Hıristiyanlaştırıp tanrının gözünde eşit kılmak isteyen rahipler ve misyonerler tarafından dirençle karşılandı. Tüccarlar ise bu direnişten hoşlanmadılar – bazı misyonerler, kârlarının tehlikeye girmesini istemeyen tüccarlar ve plantasyon sahipleri tarafından Amerika’ya yolculukları sırasında ya gemiden atıldı ya da katledildi. Sözleşmeli/bağımlı İrlandalı ve diğer yoksul Avrupalı işçiler plantasyon sahiplerinin ana gelir kaynağı oldu. Fakat bu işçiler genellikle üç ya da beş yıllığına sahiplerine bağlı çalışıyordu. Sonra ayrılıyorlar ve hatta bazen patronlarının rakipleri hâline gelebiliyorlardı. Afrikalı köle emeğine büyük ölçekte yöneliş 17. yüzyılın ortasında başladı. Sözleşmeli/bağımlı işçilerin yarattığı karmaşadan kurtulmak isteyen ve yeni işgücü peşinde olan plantasyon sahipleri için Afrikalı köleler çığır açan bir adım oldu. Büyük tarihçi Eric Williams bunu şöyle ifade ediyor: “Zenci¹ köleliğin kökeni işte tam da burada yatıyor. Sebep ırksal değil, ekonomik. İşçinin rengiyle hiçbir ilgisi yok, emeğin ucuzluğuyla ilgisi var. Hintli ya da beyaz emekle kıyaslandığında, zenci kölelilik şüphesiz daha üstündü… Bu bir teori olmaktan ziyade toprak sahiplerinin kendi deneyimlerinden çıkardığı pratik bir sonuçtu. Toprak sahibi ucuz emek için gerekirse Ay’a giderdi. Afrika Ay’dan daha yakındı.” Kapitalist düşünürler arasında “Tüm insanlar eşit yaratılmıştır” inancına sahip olanlar kendilerini bir
çelişkinin içinde buldu – eğer bu inanç doğruysa milyonlarca insanın köleleştirilmesini nasıl açıklayacaklardı? Hepsinin “haklı savaşlar”da esir alındığını iddia edemezlerdi. Basit çözüm, Afrikalıların insan olmadığını savunmaktı. Trinidadlı Marksist C L R James bu durumu şöyle özetliyor: “İnsanları ırk temelinde bölme fikri köle ticaretiyle başlar. Kölelik o kadar çarpıcı bir şeydi ki, dinin ve filozofların toplum anlayışına o kadar zıttı ki, insanlığın bunu kabul edebilmesinin tek dayanağı halkı ırklara bölmek ve Afrikalıların aşağı bir ırk olduğuna karar vermek idi.” Aşağı bir ırk Siyahları aşağı bir ırk olarak tanımlamak plantasyon sahiplerine sadece yakalayıp zorla köleleştirdikleri Afrikalıları değil, onların çocuklarını ve çocuklarının çocuklarını da köleleştirilme meşruiyetini verdi. Bu ideoloji hızla, Avrupalıların doğal üstünlüğünü kanıtladığını iddia eden yeni bir “bilim” haline geldi. Köle ticaretinin zirveye ulaştığı 1760’ta, 23 ciltlik bir “evrensel tarih” yayımlandı. Bu yayın Afrikalıları “kibirli, tembel, hain, hırsız, fevrî ve her türden şehvete bağımlı…” olarak resmetti. Aynı yayın, “Herhangi bir Afrikalıda kötü olmayan herhangi bir özellik bulmak neredeyse mümkün değildir… Ürettikleri az sayıda zanaat eserine ya da ürüne bakılacak olursa, bu eserlerin de aynı kaba ve sıkıcı aptallığı taşıdıkları görülecektir” diye yazıyordu. Irkçılığın temeli ve yaratılışı köle ticaretinde yatıyor, ama burada bitmiyor; ırkçılığın karmaşıklığı ve yaygınlığı giderek arttı. Köle ticareti nihayet sona erdiğinde bile, ırkçılık yeni biçimlere dönüşerek devam etti. Bir sistem olarak kapitalizmin Atlantik-ötesi ölçeğinde köle ticaretine ihtiyacı kalmadığında bile ırkçılık işçi sınıfını bölmek için kullanılan güçlü bir silah olarak gereksinilmeyi sürdürdü. Kölelerin çoğu Amerika kıtasında çalıştırılmış olmasına rağmen, sistemi meşrulaştıran ideoloji büyümekte olan kapitalist dünyanın her yanına nüfuz etti. Örneğin, Britanya İmparatorluğu dünya çapında genişler ve halkları boyunduruğu altına alırken, ırklar hiyerarşisine dayalı anlayış İngiliz egemen sınıfının da çok işine yaradı. Amerikan İç Savaşı’nda Güney’in 1865’te yenilmesiyle Amerika’da kölelik sona erdi, ama Güneyli plantasyon sahiplerine segregasyon (renk temelinde mekânsal ayırım) uygulama hakkı verildi. Siyahlara mülk olarak sahip olamadıkları zaman bile plantasyon sahipleri yüksek toplumsal statülerini yi-
3
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! tirmedikleri hissini sürdürebildi. Ve böylece kölelik bitse de ırk kavramı kullanılmaya devam edildi ve işçiyi işçiye karşı konumlandırmak için kullanıldı. Segregasyon kimin “beyaz” kimin “siyah” olduğu ile ilgili daha kesin yasal tanımlar yapmayı gerektiriyordu. Egemen sınıfın duyduğu bu ihtiyaç 1921’de yasalara şu tanımın yazılmasına yol açtı: “Beyaz birey tanımı, Asya Türkiye’sinde doğan bir Ermeni’yi, on altıda bir oranını aşmamak kaydıyla Hint kanından bir bireyi ve bir Suriyeliyi kapsar, ama Afganları, Amerikan yerlilerini, Çinlileri, Filipinlileri, Hawailileri, Hinduları, Japonları, Korelileri, Zencileri içermez. Kanında dörtte bir oranında Afrika kanı olan beyaz birini, Malay kanının ağır bastığı bir bireyi, babası Alman annesi Japon birini, babası Kanadalı annesi Hintli birini ya da annesi Çinli babası Portekizli bir baba ile Çinli bir annenin oğlu olan birini içermez.” Bugün bu tanım bize gülünç geliyor ya da ırk kavramının ne kadar saçma olduğunu gösteriyor olabilir. Lakin, o dönem ırk kavramı yasalarla tamamen yerleşik hâle getirilince milyonlarca insanın hayatı her gün cehenneme çevrildi. Yönetmek için bölmek Günümüzde benzer bir “ırk” algısı göçmenlerle ilgili tartışmalara sirayet etmiş bulunuyor. İnsanlar sürekli daha iyi ya da daha farklı bir hayat arayışı içinde hareket halinde olmuşlardır ve kapitalizm kendi ihtiyaçlarını karşılamak için emeğin kesinlikle seyyar olmasını gerekli kılıyor. Ama aynı zamanda işçi sınıfını bölünmüş tutabilmek ve insanları göçmen işçilere düşman etmek için ırkçılığı kullanabilmek istiyor. Egemen sınıf nasıl yönetmek için bölmek zorundaysa, işçi sınıfı da güçlü olmak için kollektif örgütlenme yeteneğini sergilemek zorunda. Egemenler işçi sınıfını, kimin düşman kimin dost olduğu konusunda her zaman böler, işçilerin dikkatini dağıtır ve kafalarını karıştırır. Ama bu konuda her zaman direnişle karşılaşmışlardır. Segregasyon, 1960’ların Sivil Haklar Hareketi ile mağlup edildi. Bu hareket siyahları ve beyazları ırkçılara ve onların kanunlarına karşı yan yana getirdi. İngiltere’de kölelik karşıtı hareket köle ticaretinden beslenen pamuk endüstrisi gibi alanlarda çalışan işçiler arasında çok güçlüydü. Karayipler’deki köle isyanları sistemi ciddi bir biçimde sarsmayı başardı. 20. yüzyıl boyunca göçmen karşıtlığından İslamofobi’ye kadar farklı ırkçılık
4
biçimlerine hep birleşik mücadele ile meydan okundu. Irkçılık insanların yukarıdan aşağıya kendilerine dayatılan fikirlere ikna olması ile hayat bulur ve ırkçı saldırılar ve tacizler bizzat bireyler tarafından işlenir. Irkçılık yapan bizzat bir devlet kurumu, örneğin ırkçı polis teşkilatı, olduğunda ise, suçlu olan kurumun kendisi değil tek bir polismiş gibi gösterilirilir. Gerçekte, çürük olan sistemin kendisidir. Irkçılığa karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadelenin odağında olmalıdır. Kapitalizm ve ırkçılık birlikte doğdular ve birbirilerini besliyorlar. Irkçılık hepimizi dibe çeker; bölündüğümüzde gücümüz azalır ve daha kolay sömürülür hâle geliriz. Çeviren: Canan Şahin 1. Zenci kelimesi orijinal metindeki ‘negro’ kelimesine karşılık olarak yazılmıştır. AltÜst dergi 24. Sayı
Hayalî Ataların İzinde Atilla Dirim Tibet’in pek çok açıdan çok ilginç bir yer olduğuna şüphe yoktur. Orta Asya’da, ortalama 4.900 metre yüksekliğindeki bu ülke “dünyanın çatısı” olarak anılır. İlgi çekici olması sadece coğrafî özelliklerinden ötürü değildir. Tibet, eskiden bu yana güçlü bir mistisizme ve etkileyici efsanelere sahip bir yer. On yedinci yüzyıldan sonra Tibet kökenli Sanskritçe metinlerin batı dillerine çevrilmesi, Tibet’e duyulan ilginin kaynağını oluşturur. Bu efsanelerin bir kısmında Agartha ve Shamballa adı verilen efsanevÎ ülkelerden söz edilir. Efsanelere göre her iki ülke de çeşitli felaketlerden sonra suların derinliklerine gömülen Mu ve Atlantis kıtalarının sakinleri tarafından kurulmuştu. Bu ülkeler mistik özelliklere sahipti, çağımızın çok ötesine uzanan teknolojik bilgi ve imkânlara sahipti. Uçan makinelere, uzaktaki yerleri gösteren büyülü aynalara, sonsuz enerji kaynağı yüzüklere sahiptiler. Shamballa, bir görüşe göre yüksek dağların tepesinde, başka bir görüşe de Gobi Çölü’nde ya da başka bir coğrafî bölgede bulunuyor ve ancak sırlara vakıf kişiler tarafından görülebiliyordu. Agartha ise bir yeraltı dünyasıydı, sonu olmayan tünellerle birbirine bağlıydı. Her iki ülkenin kralları arka planda kalmak suretiyle dünyayı yönetiyor; Shamballa kötülüğü temsil ederken, Agartha iyiliği temsil ediyordu. Bazı efsanelere göre durum bunun tersiydi, ya da bu iki
ülke iç içe geçmişti. İyiliğe karşı kötülük, aydınlığa karşı karanlık, beyaza karşı siyah olara simgeleştirilen bu zıtlıkların birliği, yani diyalektik, kuşkusuz sembolik bir anlama sahipti. Ancak bu simgeler politik anlamda da çok ilgi görmüş, bu efsanevî ülkelerin üstün vasıflara sahip sakinleriyle aynı soydan geldiklerini, bundan ötürü de dünyaya hükmetme imkânına ve hakkına sahip olduklarını iddia eden ırkçıların faaliyetleri için ideolojik dayanak teşkil etmeye başlamıştı. Hitler ve ırkçı örgütler Almanya’da yaşanan büyük ekonomik ve siyasî krizle birlikte radikalleşen küçük-burjuva hareketinin temsilcisi olan Naziler, üstün ırk kuramlarını Thule ve benzeri ırkçı örgütlenmelerden almışlardı. Thule örgütü, 1918 yılında Rudolf von Sebottendorf tarafından kurulmuştu. Görünürdeki amacı Alman ırkının kökenlerini araştırmaktı. Örgüt, Almanların temsil ettiği Ari ırkının kökenini, kuzeyde bulunan efsanevî Thule adasına bağlıyordu. Bu aslında Atlantis’in bir tür kuzeyli versiyonuydu, sakinleri büyük psişik güçlerle donatılmıştı, evrenle bütünleşmişti ve yüksek bir teknolojiye sahipti. Ancak Thule gerçekte antisemitizmi öne çıkartan faşist bir örgütlenmeydi ve sokakta devrimci güçlerle kanlı çatışmalara giriyordu. Örgüt, 1919’da faşist Almanya İşçi Partisi’ni (Deutsche Arbeiterpartei/DAP) kurdu. Hitler, DAP’ın bir toplantısına katıldıktan sonra partiye üye oldu, parti içinde hızla güç kazandı ve Thule örgütünü tasfiye ederek partiyi Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ne (Nationalsozialistische Deutsche Arbeiterpartei/NSDAP) dönüştürdü. Hitler’in ilgisini Tibet’e yönlendiren kişi, önde gelen Thule üyelerinden General Karl Haushofer olmuştu. On üç dil konuşan, gamalı haç figürünün Naziler tarafından kullanılmasına önayak olan Haushofer, başta Japonya olmak üzere birçok Asya ülkesinde bulunmuş, buraların geleneklerini, inançlarını, dillerini incelemişti. Ari ırkın kökeninin Tibet’te bulunduğu düşüncesini ortaya atmış, bu düşünce Hitler tarafından benimsenmişti. Hitler, bu sayede Almanya ile Tibet arasında bir Ari köprüsü kurmayı ve Sovyetler Birliği’ni güneyden kuşatmayı mümkün kılan bir ideolojik altyapı ortaya koymayı düşünüyordu. Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti Hitler, SS komutanı Heinrich Himmler’e, Haushofer’in anlatıları ışığında “Irksal Miras Araştırma ve Eğitim Cemiyeti’nin (Forschungs- und Lehrgemeinschaft das Ahnenerbe e.V., kısaca Ahnenerbe)
kurulması emrini verdi. 1935 yılında kurulan cemiyetin görevi, Nazilerin “üstün Ari ırk” iddiasının altını bilimsel olarak doldurmaktan ibaret gibi görünüyordu. Ancak örgütün gerçek faaliyet alanı daha genişti. Özellikle İngilizlerle rekabette öne geçmek amacıyla Asya ülkelerinde casusluk faaliyetlerinde bulunmak, keşif bahanesiyle gittiği yerlerden doğal zenginlikleri ve tarihî eserleri yağmalamak, ayrıca insanlar üzerinde sözde bilimsel deneyler yapmak gibi görevleri de vardı. Ahnenerbe’nin en kapsamlı keşif gezisi, SS üyesi, zoolog ve botanikçi Ernst Schäfer liderliğinde 1938’de Tibet’e yapılan geziydi. Geziye yine bir SS üyesi olan Bruno Beger isimli antropolog da katılmıştı. Ekibin görevi Tibet yönetimi ile Almanya arasında siyasî ve ekonomik bağlar kurmak, Tibet’in sert ikliminde yaşayabilen dayanıklı bitki ve hayvan türlerini Almanya’ya götürmek, yerel halkın antropolojik özelliklerini inceleyerek Ari ırkla ilgilerini ortaya çıkarmak ve kültürel öğeleri araştırmaktı. Ekip, Tibet’te uzun süreli incelemelerde bulundu. Schäfer bitki ve hayvanları incelerken, Beger de insanları inceliyordu. Yaklaşık 300 kafatası üzerinde, bunların Ari ırka ait olduğunu kanıtlayan çalışmalar yaptı. Tibetliler ve Sikkim halkı üzerinde de incelemelerde bulundu. Schäfer, raporlarında Tibet aristokrasisinin Avrupalılardan bile Ari olduğunu, “Üçüncü Reich”ın dünyayı ele geçirmesinden sonra, bu bölgenin yönetimini üstlenebileceklerini yazıyordu. Demir adam Ekip Almanya’ya geri döndüğünde, beraberinde pek çok bitki ve hayvan örneğiyle kültürel nesneler getirmişti. Bu nesnelerin üzerinde gamalı haçların bulunmasına özel bir önem verilmişti; ancak bir nesne vardı ki, daha ilk bakışta diğerlerinden farklı olduğu anlaşılıyordu. Eisenmann (Demir Adam) adı verilen 24 cm. yüksekliğinde, 10 kg. ağırlığında bu heykel, sakallı ve pantolonlu, zırhlı bir tanrıyı temsil ediyordu. Heykel muhtemelen Chinga meteorunun bir parçasıyla yapılmıştı; ağırlıklı olarak demir ve nikelden oluşuyordu. Göğsünün tam ortasında bir gamalı haç vardı. Schäfer’in keşif gezisi başarıyla sona ermişti. Hitler memnundu. Tibet’le ilişkiler geliştirilmiş, Ari ırkın Orta Asya’ya uzanan kökenleri kanıtlanmış, doğuya çıkılacak seferde yeni ittifakların temeli atılmıştı. Anadolu’dan Orta Asya’ya… Bütün bunlar olup biterken, benzer gelişmeler
5
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! Türkiye’de de yaşanıyordu. Türklerin aslında tarihin en eski ve köklü uluslarından biri olduğu, anavatanlarının Orta Asya’da efsanevî güzellikte bir ülke olduğu, doğal felaketler sonucu buralardan göç etmek zorunda kaldıkları ve bütün dünyaya yayılarak gittikleri her yere medeniyet taşıdıkları fikri, Abdülhamit baskısından kaçarak Avrupa’ya yerleşen Yeni Osmanlılara, Almanlar tarafından Turan projesi üzerinden empoze ettirilmişti. Almanya, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî ve ekonomik ortağı olmuştu. Osmanlı’da yükselen milliyetçi fikirleri denetimi altına alarak, Orta Asya’ya uzanan yayılmacı politikalarına güçlü bir müttefik kazanmak amacındaydı. Turan Yeni Osmanlıların hızla Jön Türklere dönüşmesi sonrasında, İttihat ve Terakki Cemiyeti üzerinden Turan fikri Osmanlı İmparatorluğu’nun merkezî politikası haline geldi. Artık okullarda duvarlara asılan boy boy haritalarda Türklerin Orta Asya’dan dünyaya nasıl yayıldıkları kalın kırmızı çizgilerle gösteriliyordu. İslam milleti yerini Türk ulusuna bırakıyordu. Gençler arasında o güne dek bilinmeyen Aydemir, Cengiz, Börtüçine gibi isimler hızla yayılıyordu. Ancak Şevket Süreyya (Aydemir) gibi milliyetçi fikirlerden etkilenen gençler, İstanbul dışına çıktıklarında, kendilerine anlatılanlarla gerçeklerin örtüşmediğini, Türklük ve Turan söylemlerinin kimseler tarafından bilinmediğine acı bir şekilde şahit oluyorlardı.
6
malistler de kendi içlerinde Türkleştiremedikleri unsurları – Kürtleri – tasfiye etmek, muhalefeti susturmak ve olası yayılmacı savaşlara ideolojik zemin hazırlamak için üstün vasıflara sahip Türklük fikrini tekrar ısıtıp masaya koydular. Bizzat Mustafa Kemal’in emirleriyle Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi geliştirildi. Bu tezlere göre, Türkler dünyanın en eski ırkıydı. Dünyanın ilk dili Türkçeydi. Diğer bütün diller Türkçe’nin bozulmuş haliydi. Türkler Orta Asya’dan dünyaya yayılmış, akla gelebilecek bütün medeniyetleri kurmuş ve dillerini diğer kavimlere vermişlerdi. Türkler her zaman dünyaya hükmetmişlerdi, bu kaderlerinde vardı ve yeniden hükmetmek üzere ayağa kalkmışlardı. Bütün bu tezleri araştırması için 1930 yılında Türk Tarih Kurumu kuruldu. Amaçları itibarıyla Ahnenerbe’den farksız olan bu kurumun aslî amacı, Anadolu’da yaşamış olan kadim halkların Türk olduğunu, dolayısıyla Anadolu’nun doğal olarak Türklerin yurdu olduğunu kanıtlamaktı. Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, diğer halkların durumunu şöyle ifade ediyordu: “Dost, düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler; bu memleketin efendisi Türklerdir. Saf Türk ırkından olmayanların Türk vatanında tek bir hakları vardır: Türklere hizmetçi olma, köle olma hakkı”.
Turan’ı fethetmek üzere Sarıkamış’tan yola çıkması planlanan ordunun daha harekete bile geçmeden imha olması, İttihat ve Terakki’nin Turan İmparatorluğu hayallerini suya düşürdü. Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedilmesiyle birlikte, Enver Paşa’nın muhalifi olan ve daha küçük çapta bir ulus-devlet projesini benimseyen Mustafa Kemal’in iktidara gelmesi, Turancılığın ve Orta Asyacılığın bir süreliğine rafa kaldırılmasına neden oldu. Ancak 1930’lu yıllarda bu durum hızla değişmeye başladı.
Bu tezleri yaratmak kolaydı, ancak az da olsa inandırıcı olmaları için bilimsel temellere oturtulmaları gerekiyordu. Bunun sağlanması için 1932 yılında Birinci Türk Tarih Kongresi düzenlendi. Kongrede, Atatürk’ün manevî kızı Afet İnan tarafından yapılan sözde antropolojik araştırmaların sonuçlarına yer verildi. İnan, yaptığı konuşmada Türklerin Ari ırkın temsilcileri olduğunu ilan etti: “Kafasını ve vicdanını, en son terakki şuleleriyle güneşlendirmeğe karar vermiş olan bugünün Türk çocukları biliyor ve bildirecektir ki; onlar dört yüz çadırlı bir aşiretten değil, on binlerce yıllık, Ari, medenî, yüksek bir ırktan gelen, yüksek kabiliyetli bir millettir”. (Birinci Türk Tarih Kongresi, 1932, s. 41).
Ari ırkın temsilcisi: Türkler
Efsanevi kıta Mu
Ekonomik krizinin dünyayı vurmasıyla birlikte 1929’dan itibaren Avrupa’da milliyetçilik ve ırkçılık hızla yükselmeye başladı. Krizin etkisiyle bunalıma giren küçük burjuva kitleler giderek radikalleşiyor, faşizan fikirleri benimsiyordu. Bu durum Türkiye’de de hızla yankısını buldu. Zaten ırkçı bir öze sahip olan Kemalizm, bu özü hızla yeşertecek bir zemin bulmuş oldu. Almanya giderek daha fazla silahlanıyor, yaşam alanlarından, kaderi dünyaya hükmetmek olan üstün Ari ırktan söz ediyordu. Ke-
Bu esnada Enver Paşa’nın damadı Tahsin Bey (Mayatepek), Mustafa Kemal’e Güney Amerika medeniyetlerinden olan Maya toplumun dil ve kültürleriyle Anadolu ve Orta Asya kültürleri arasındaki benzerlikleri anlatan bir rapor sundu. Raporu inceleyen Mustafa Kemal, Tahsin Bey’i konu hakkında daha ayrıntılı araştırmalar yapmak üzere Meksika’ya ataşe olarak atadı. Tahsin Bey, Meksika’da yoğun araştırmalar yaptı. Bu araştırmalar esnasında, Mayaların dili ve kültürü ile Türk dili ve
kültürü arasındaki benzerlikleri anlatan toplam 14 raporu Mustafa Kemal’e ve Türk Dil Kurumu’na gönderdi. Bu raporlarda Mayaların güneşle olan ilişkileri anlatılıyor, özellikle Mevlevi giysileri ve ayinleri ile Maya güneş tapınmaları arasındaki benzerlik vurgulanıyordu. Güneş bu araştırmaların merkezini oluşturuyordu, çünkü Türkçe’nin dünyanın en eski dili olduğunu iddia eden Güneş Dil Teorisi bunu gerektiriyordu. Tümüyle fantastik bir tahayyül üzerine inşa edilen bu teori Tahsin Bey’in raporlarında da desteklendi. Tahsin Bey bu araştırmalarla meşgulken, William Niven adlı bir kişi tarafından bulunduğu ve 13.00015.000 yıllık olduğu iddia edilen tabletlerin deşifreleriyle karşılaştı. Gerçi tabletlerin orijinalleri ortada yoktu ve çevirilerinin nasıl yapıldığına dair veriler de son derece şüpheliydi; ancak Tahsin Bey konuyla ilgilendi. Bu tabletlerde Mu adında, bir zamanlar Pasifik Okyanusu’nda bulunan, ancak birtakım doğal felaketler tarafından denizin dibine gömülen bir kıtadan söz ediliyordu. Kıtanın sakinleri dünyanın dört bir yanına dağılarak bugünkü bilinen medeniyetleri kurmuşlardı. Tahsin Bey bu konuyla ilgilenirken, James Churchward ismine ulaştı. Hakkında pek az bilgi bulunan bu kişi bir İngiliz albayı olduğunu, uzun yıllar Hindistan ve Tibet’te kaldığını, burada bir Tibetli rahip tarafından kendisine gösterilen binlerce yıllık tabletleri, yine aynı rahipten öğrendiği kadim bir dille deşifre ettiğini anlatıyor ve uzun uzun Mu kıtasından bahsediyordu. Tahsin Bey, James Churchward’ın hiçbir maddî temele dayanmayan kitaplarını – ortada ne tabletler vardı, ne rahip, ne de coğrafî konum bilgisi – Ankara’ya bildirince, Mustafa Kemal konuya büyük ilgi gösterdi. Ne de olsa kitaplarda Mu’nun mirasçıları olarak Uygurlardan söz ediliyordu. Türkler de Uygurların bir kolu olarak, bu efsanevi kıtanın doğrudan temsilcisi oluyordu. Mustafa Kemal, derhal 60 kişiden oluşan bir tercüman ekibi kurdurarak Churchward’ın kitaplarını Türkçe’ye çevirtti. Bu kitapları satırların altını çizerek ilgiyle incelediği bilinmektedir. Tahsin Bey geri döndüğünde Mustafa Kemal tarafından kabul edildi ve kendisine Meksika’daki faaliyetleri doğrultusunda Mayatepek soyadı verildi. Ancak nedendir bilinmez, tekrar Meksika’ya dönme yolundaki istekleri kabul edilmedi ve Mu kıtasının araştırılması faaliyetlerine son verildi.
Hayaller ve yalanlar 1930’lu yılların fırtınalı günlerinde Almanya ve Türkiye’de aynı anda Orta Asya’da Âri ırkın aranmaya başlanması, bunun belgelenmesi için dünyanın değişik yerlerine heyetler gönderilmesi tesadüf müydü, yoksa iki devlet arasında bu konuda görüşmeler yapılıyor muydu? Thule örgütünün kurucusu von Sebottendorf 1910’lu yıllarda İstanbul’da bulunmuş, çok değişik kişi ve gruplarla ilişkiye geçmiş, olasılıkla Turan politikaları üzerinde çalışmıştı. Keza sonradan birer Nazi olacak çok sayıda Alman askeri ve subayı da Birinci Dünya Savaşı’nda Türkiye’de savaşmıştı. Bu ilişkileri bilmek şu anda pek mümkün görünmüyor. Ancak görünen şu ki, ta Tibet’e kadar uzanan Âri ırk arayışının sonuçları hiç de iyi olmadı. Üstün ırk olma iddiasındaki Naziler dünyayı ateşe ve kana boğarak, milyonlarca insanın ölümüne neden oldular. Keza hem İttihat ve Terakki Cemiyeti hem Kemalistler, kendilerinden olmayanlara ancak köle olma hakkı tanıdıkları topraklarında milyonlarca insanı katlettiler. Hayaller ve yalanlar üzerine inşa ettikleri ırk politikalarını temsil ettikleri sınıfların çıkarları uğruna kullanarak, geniş toprakları ateşe ve kana boğdular. Ari ırk teorisi hem Almanya’da hem Türkiye’de şu anda çöplüğe atıldı, ancak sınıfların hüküm sürdüğü bir dünyada başka kılıklarda karşımıza çıkmak için fırsat kolladıklarından emin olabiliriz. Böyle bir tehlikeye karşı hazır olmamız gerektiğinden de …
Martin Luther King ve ABD'de Irkçılığa Karşı Mücadele Yuri Prasad ABD Sivil Haklar Hareketi’nin efsanevi lideri Martin Luther King, 1968 yılında Memphis’de kaldığı otelin balkonunda uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti. Dünyanın her yerinde, ırkçılığın ortadan kalkmasını ve Vietnam’daki savaşın bitmesini isteyen milyonlarca kişi King’in yasını tuttu. ABD şehirlerinde isyan dalgaları ortaya çıktı-yoksul siyahların da aralarında olduğu birçok kişi iç savaşa benzer bir durumun ortaya çıkmasını bekliyordu. King’in ölümünden sonra geçen yıllarda, ana akım politikacılar King’in mirasını sahiplenmeye çok istekli oldular, onun rüyasını paylaştıklarını ileri sürdüler.
7
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! Radikal bir sosyal değişim istemeye devam edenlere karşı hızla King’in şiddet içermeyen taktiklerini kullanmaya başladılar. Şiddet içermeyen eylemlerin devletle –karşı karşıya gelme değil- işbirliği anlamına geleceğini umdular. Ancak öldürüldüğünde düzen, King’i yalnızca hareketin arabulucusu olarak kabul etmiyordu – durum bundan çok uzaktı. Federal Araştırma Bürosu’nun (FBI) başkanı J. Edgar Hoover, King’i “Amerika’nın en tehlikeli zencisi” olarak etiketlemişti. King 1950’lerin ortalarında Sivil Haklar Hareketi’nin yeniden doğumuyla öne çıktı. O dönemde ABD’nin Güney eyaletlerinde ırk ayrımcılığı yasaldı. 1955’de Montgomery Alabama’da siyah sivil haklar aktivisti Rosa Park’ın otobüste yerini bir beyaza vermeyi reddetmesi, siyahların bir yıl sürecek otobüs boykotunu başlattı. 26 yaşında yerel bir rahip olan King bu kampanyanın lideri oldu. Daha sonra King bu boykotun dersleri ile ilgili olarak “taleplerimiz mütevazi olduğundan az bir tepkiyle karşılayacaklarını düşünüyordum... Sonrasında, karşısında güçlü bir direniş olmayan kimsenin ayrıcalıklarından vazgeçmeyeceğini gördüm” diyecekti. 1960’ta kampanya üniversitelere yayıldı; binlerce öğrenci kantinlerde, restoranlarda ve eyalet-içi taşımacılıkta ayrımcılığa son vermek için oturma eylemlerıne ve Özgürlük Hareketi’ne katıldı. Ağustos 1963’te King, iş hakkı ve özgürlük yürüyüşü için Washington sokaklarına 250.000 kişiyi çıkarabilen bir hareketin lideriydi. Bu kampanyaların ilk hedefi, tüm Amerikalılar için tanımlanan sivil hakların ABD anayasasında garanti altına alınmasıydı. Eylemciler ABD hükümetini, Derin Güney’deki eyalet yönetimlerine karşı harekete geçmeye zorlayabileceklerini ve Kuzey’deki siyahların sahip olduğu aynı yasal hakları kazanabileceklerini ummuşlardı. Birçoğu Demokrat Parti’ye sivil haklar kanununu geçirmesi konusunda baskı yaparak bu özgürlükleri kazanabileceklerini düşünüyordu. Tavizler Washington’daki Demokratlar, Güney’de Sivil Haklar Hareketi’nin siyahların oy vermek için kayıt yaptırma kampanyasının bir karşılığı olacağını hesapladılar. 1964 ile 1969 arasında Alabama’da oy
8
vermek için kayıt yaptıran siyahların oranı %19’dan %61’e çıktı. 1964 ve 1965’te sivil haklar kanununun yasalaşmasından sonra, Demokratlara baskı yapma stratejisinde problemler ortaya çıkmaya başladı. İlk olarak, Washington’da sivil haklara olan desteğini ifade eden Demokrat Parti, Güney’de birçok ırkçı uygulamaya imza attı. Bu çelişki parti içinde bir krize neden oldu. Demokratlar çaresizlik içinde, ırkçı beyaz Demokratlar, sivil haklar hareketi ve bu hareketten gelen milyonlarca seçmen arasında bir uzlaşma zemini bularak partiyi bir arada tutmaya çalıştılar. Demokratlar sivil haklar konusundan uzaklaştıkça, hareketin aktivistleri Beyaz Saray’dan taviz koparma stratejisi ile ilgili yanılsamalarından kurtulmaya başladılar. Birçoğu King’in çok uzlaşmacı olduğunu düşünmeye ve daha radikal fikirleri aramaya başladı. Kuzey’de olduğu gibi, yasal olarak dayatılan ayrımcılığın kaldırılmasının, ırkçılığın ortadan kalkması anlamına gelmediği gittikçe daha açık görünmeye başladı. 1965’te King eğitim, konut ve iş konusunda “fiili ayrımcılığa” karşı örgütlenmek için kuzeydeki Chicago’ya gitti. King’in “Irkçı Güney”de yürüttüğü kampanyalarını destekleyen Kuzey’deki birçok orta sınıf beyaz, bu mücadelenin kendi mahallelerinde yürütülmesine karşı düşmanca bir tutum sergiledi. Sivil Haklar Hareketi, ayrımcılığın yasal aygıtı olmasa bile, işçileri bölmeye ve kârlarını artırmaya yardımcı olan ırkçılığa bağımlı toprak sahipleri, büyük sermaye ve devlet aygıtları ile gittikçe daha fazla çatışmaya girmeye başladı. Geçirdiği dönüşümün bilincinde olan King kendisini destekleyen eylemcilere şunu söyledi: “Geçtiğimiz 12 yılda bir reform hareketiydik, ama Selma’daki sivil haklar yürüyüşünden ve oy verme hakkı yasasından sonra, bir devrim çağı olması gereken yeni bir çağa girdik.” King 1967’de Vietman Savaşı’na karşı çıktı: “Toplumumuz tarafından örselenmiş genç siyah erkekleri alıyoruz ve Doğu Georgia ve Harlem’de sahip olmadıkları özgürlükleri korumaları için onları 8000 km öteye, Güney Doğu Asya’ya gönderiyoruz. Biliyorum ki, bugün dünyadaki şiddetin en büyük
sorumlusu olan kendi hükümetime açıkça karşı çıkmadan, gettolardaki ezilenlerin uğradığı şiddete karşı sesimi bir daha asla yükseltemem.” Düzen, King’e saldırdı. Bundan üç yıl önce onu “Yılın Adamı” ilan eden Time gazetesi, şimdi savaş karşıtı konuşmasının “Hanoi radyosu için yazılmış bir senaryoya” benzediğini ileri sürüyordu. Öldürülmesinden önceki haftalarda, Washington’da yapılacak yeni bir yürüyüş için çalışmaya başlamıştı. Bu yürüyüş hem siyah hem de beyaz işçileri bir araya getiren bir yoksul insanlar yürüyüşü olacaktı. FBI bunu King’in o zamana kadarki en tehlikeli dönemi olarak değerlendirdi ve kampanyayı yolundan çıkarmak için komplo kurmaya girişti. Mart 1968’de, Memphis’de temizlik işçilerinin grevine destek verirken, 15.000 kişilik bir mitinge seslendi. “Eğer Amerika sahip olduğu büyük zenginliği, yoksulluğu bitirmek ve Tanrı’nın tüm çocukları için temel gereksinimlerini karşılamak için kullanmazsa, o da cehenneme gidecek.” dedi. King uzun süreli grevlerin nasıl kazanılabileceği ile ilgili sorulara şöyle yanıt verdi, “Ne yapmanız gerektiğini söyleyeceğim ve sizin bunu yapmaya gücünüz yeter. Yapmanız gereken Memphis’de genel bir iş durdurma eylemi.” Siyah orta sınıfın bir kısmı ise sivil haklar mücadelesi onlar için daha önce en iyi üniversitelerin ve devlet içinde bazı pozisyonların kapısını açtığı için memnundular. Hâlâ ırkçı engellerle karşılaşıyorlar ve bu nedenle hâlâ hareketle bağlantılı olmaları gerektiğini hissediyorlardı, ama giderek King’in hareketi götürdüğü yoldan utanmaya başladılar. Amerika’da devlet rejimi, siyahların bir sınıfı ile iş birliğini, siyah işçi sınıfına karşı bir tampon olması açısından bir fırsat olarak görürken, orta sınıf kendilerini gelecekte belediye başkanları, hakimler, işadamları ve kadınları, en iyi avukatlar ve polis şefleri olarak görüyorlardı. King 4 Nisan 1968’de, tam da sivil haklar hareketi bir yol ayrımına geldiğinde öldürüldü. Radikaller ve aktivistlerin birçoğu, ırkçılığın ancak kapitalizmin sonlanmasıyla bitebileceğine ikna olmuşlardı. Muhafazakarlar sistem içinde çalışarak nispeten küçük değişiklikler kazanabileceklerine dair bir fırsat gördüler. King hareketi bir arada tutmaya çalıştı, ancak kendisi de gittikçe daha fazla radikal hale geldi.
Kara Panter Partisi gibi siyah radikaller ise, kendilerini hem işçiler hem de sosyalizmle aynı hatta çekti ve binlerce destekçi kazandı. Ama radikallarin görece izolasyonu ve sonunda bozguna uğratılması, muhafazakarların kazanmasını sağladı. 1964’de ABD’de seçilmiş yalnızca 100 siyah devlet çalışanı vardı. 1990’da bu sayı 7.000’e yükseldi ve günümüzde yaklaşık 9.000’e ulaştı. Bu küçük tabaka, hâlâ son derece yoksul olan siyahların çoğunluğu adına konuştuğunu iddia ediyor. Kimi zaman kendi retoriklerini süslemek için King’in radikalizmini kullanıyorlar. Ancak King sistemle mücadele etmek için bir hareket inşa ederken, onu izleyen seçilmiş siyah devlet çalışanları bugün aşağıdan yükselen öfkeye karşı o sistemi savunmaktalar. Çeviri: Sosyalist İşçi
Malcolm X: “Bana bir kapitalist göster ve ben de sana bir kan emici göstereyim” Malcolm X, şiddet, yoksulluk ve ırkçılığa bulanmış bir hayata gözlerini açtı. Bununla beraber, baskıya ve emperyalizme karşı mücadelenin en önemli liderlerinden biri hâline geldi. Malcolm X, 21 Şubat 1965’te New York Harlem’de politik bir buluşmada konuşmaya hazırlanırken bir suikast sonucu öldürüldü. Tüm ABD düzeni, rahat bir nefes aldı. Onun ölümünün ertesi günü, The New York Times’ın başyazısı şöyleydi: “Şiddete olan acımasız ve fanatik inancı, onu yalnızca sivil haklar hareketinin sorumlu liderlerinden ayrı düşürmedi, aynı zamanda kötü bir şöhrete sahip olmasına ve yine bir şiddet olayıyla sınırının belirlenmesine neden oldu. Malcolm X’in hayatı tuhaf ve acıklı bir şekilde çarpıktı. Dün, onun yarattığı karanlıktan biri ortaya çıktı ve onu öldürdü.” Böyle anılmasının nedeni, Malcolm’un ölümünden önceki 6 yıllık süreçte, parmak ısırtacak derecede etkileyicilikle, ABD’deki ırkçılığa, emperyalizme ve kapitalizme uzlaşmaz bir direnişi ifade ediyor olmasıydı. Onun sözleri, toplumun en ezilmiş kesimlerinin hislerini çok iyi yakalıyordu, çünkü o da onların arasından çıkmıştı ve tepedekileri korkutuyordu. Malcolm Little, 1925’te Omaha-Nebraska’da
9
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! doğdu. Otobiyografisinde, babasının 6 kardeşinden 4’ünü nasıl şiddet sonucu kaybettiğini, bir tanesi linç edilme olmak üzere 3’ünün beyazlar tarafından nasıl öldürüldüğünü tarif ediyordu. Irkçılar, 1929’da Malcolm’un evine saldırdılar. Polis, babası Earl Little’ı bilerek yangın çıkarmakla suçlamayı denedi. Earl, Marcur Garvey liderliğindeki radikal bir siyah hareketinin takipçilerindendi ve 1931’de –muhtemelen ırkçılar tarafındanöldürüldü. Ekonomik bunalımın vurduğu Amerika’da 8 çocuk yetiştirmenin gerginliği, Malcolm’un annesini çok zorladı. 1939’da bir akıl hastanesine yatırıldı. İkinci Dünya Savaşı başladığı sırada, Malcolm üvey kızkardeşi ile yaşamak üzere Boston’a taşındı. O dönemde, yüz binlerce başka siyah da Orta-Batı’nın ve güneyin köylerinden, sanayinin aşırı silah üretimi üzerinden büyüdüğü kuzey şehirlerine göç etmişti. Malcolm gibi çok sayıda kişi, kendilerini uçlara itilmiş buldu. Geleceği olmayan bir işi (örneğin ayakkabı boyacılığı) bir diğeri izliyordu ve sonunda küçük suçların içine çekildi. 1946’da hırsızlık sebebiyle hapse girdi. Malcolm hapishanedeyken, 1948 sonu veya 1949 başlarında İslam Milleti adlı örgüte katıldı. İslam Milleti veya “Siyah Müslümanlar”, 1930’da kurulmuştu ve Elijah Muhammed tarafından yönetiliyordu. İslam Milleti’ne katılan mühtediler, soyadlarını, atalarından köle sahipleri tarafından alınan soyisimlerinin bilinmezliğine işaret etmek için X olarak değiştirirlerdi. Bu örgütün resmi fikirleri en iyi “alışılagelmişin dışında” olarak tarif edilebilir. İslam’ın bazı elementlerini almışlardı, ancak beyaz insanların 6 bin yıl önce siyah bir bilim insanının yaptığı garip bir genetik deneyin ürünü olduğunu ileri sürüyorlardı. Onlara göre, siyahların kurtuluşu, beyazlardan tamamen ayrılmaktan ve İslam Milleti’nin yolunu takip etmekten geçiyordu. İnsanları çeken ise bunlar değil, siyahları aşağı gören fikri cüretkârca reddetmeleriydi. 1950’lerin başında İslam Milleti’nin üye sayısı birkaç yüzdü. Bundan 10 yıl sonra ise 100 bine ulaşmıştı. Güneyde hukuki ırk ayrımcılığına karşı hareket, sivil haklar hareketi patlarken, İslam Milleti de kuzeyde siyahların yaşadığı gettolarda güçlendi. Irkçılık
10
Malcolm, 1959’da bir TV belgeseli için röportaj verdiğinde, örgütün en çok tanınan sözcüsü hâline gelmişti. Irkçılığa karşı bazı mütevazi hukuki karşı çıkışlar sorulduğunda şöyle yanıt veriyordu: “Birisi sırtımı 9 inç derinliğinde bıçakladıktan sonra bunun 6 inçini geri çıkardığında bana bir iyilik yapmış olmuyor. Beni en baştan hiç bıçaklamamalılardı.” İki hafta içinde gazetelerin ön sayfalarına sıçradı ve anında “tersten ırkçılık” yapmakla suçlandı. Sivil haklar hareketine sempati duyan yorumcular dahi Malcolm’un, beyazların üstünlüğünü savunanlar kadar şeytani olduğunu söylüyorlardı. Ama ırkçılığa verilen bir yanıt, kafa karışıklığı içerse de, ırkçılığın kendisiyle aynı şey değildir. Daha sonradan Malcolm’un dediği gibi: “Eğer beyazların şiddetine şiddetle tepki verirsek, buna siyah ırkçılığı denmez. Eğer benim için gelir ve boynuma ip dolarsanız, ben de sizi bunun için asarsam, ırkçılık değildir. Sizin yaptığınız ırkçılıktır ama benim yaptığımın ırkçılıkla bir ilgisi yokur”. İslam Milleti’nin en büyük problemi ise tepki vermemesiydi. Irkçılığa karşı büyüyen hareketle ilişkilenmeyi reddettiler. Sivil haklar hareketine, özellikle beyaz ırkçılık karşıtlarıyla birlikte davrandıkları için saldırdılar. Kamuoyunda, Malcolm, İslam Milleti’nin politik hattına bağlıydı. Onunla ilgili yapılan harika bir filmde yer alan bir sahnede, beyaz bir öğrenci ona ırkçılıkla mücadele etmek için ne yapabileceğini sorduğunda, “Hiçbir şey yapamazsın” diye yanıt veriyordu. Daha sonra, bunun hayatında yaptığı en kötü hatalardan biri olduğunu söyleyecekti. 1960’ların başında, Malcolm farklı bir yöne kaymaya başlamıştı. Otobiyografisinde şöyle yazıyordu: “Kendi içimde, eğer eylemlerle daha fazla ilişkilenirsek, İslam Milleti’mizin Amerika’daki siyahların mücadelesinin bütününde daha da etkili bir güç olabileceğine ikna olmuştum.” Nisan 1962’de Los Angeles polisi 7 siyah müslümanı vurduğunda, Malcolm ülke çapında bir kampanya başlatmak istemişti. “Bu kez bir Müslüman camisiydi.. Bir sonrakinde Protestan kilisesi, Katolik katedrali veya Yahudi sinagogu olabilir” diyordu. Örgütün lideri Elijah Muhammed, kampanyayı baltaladı. Ertesi yıl ise Malcolm ile yolları ayrıldı. Aralık 1963’teki bir toplantıda, Malcolm’e, bir hafta öncesinde suikast sonucu öldürülen başkan John F Kennedy ile ilgili ne düşündüğü soruldu. Radikal
retoriğine rağmen, İslam Milleti üyelerine ölen başkanı eleştirmeme talimatı vermişti. John F Kennedy, ABD’nin Vietnam’a askeri yığınağını başlatan ve sivil haklar hareketini evcilleştirmeye çalışan bir liderdi. Malcolm ise Kennedy’nin öldürülmesi hakkında şöyle dedi: “Tavuklar tünemek için evlerine döndüler. Eski bir çiftçi çocuğu olarak, tünemek için eve gelen tavuklar beni hiçbir zaman üzmemiştir, hep memnun etmişlerdir.” İslam Milleti, ona yasak getirdi. O da 1964 Mart’ında örgütten ayrıldı. Artık istediği gibi konuşmakta özgürdü. Irkçılık karşıtı hareketin ve sömürgeciliğe karşı mücadelenin onun üzerinde büyük etkisi oldu ve sivil haklar hareketinin genç siyah aktivistleri içinde gitgide daha büyük bir kitleye hitap ediyordu. Sonraki 11 ay boyunca Ortadoğu ve Afrika’ya gitti ve ABD’nin birçok yerinde toplantılarda konuştu. Fikirleri daha da radikalleşti. Mekke’de ortodoks İslam’ı kabul etti. ABD’ye döndüğünde yeni bir örgüt kurdu ve şöyle dedi: “Müslüman olduğumuz ve dinimizin İslam olduğu doğrudur. Ama dinimizi ekonomimizle ve politikamızla karıştırmıyoruz – artık yapmıyoruz.” “Toplumumuza acı veren şeytanları ortadan kaldırmak için herkesle, her yerde ve her şekilde bir araya geliriz.” Afrika’da sömürgecilik karşıtı hareketin galip liderlerinden bazıları ile tanıştı. Öldürülmesinden birkaç hafta önce, Gana’nın Cezayirli büyükelçisi ile yaptığı bir konuşmadan bahsetmişti. Büyükelçi’den ‘son derece militan ve gerçek dünya algısında olan bir devrimci’ olarak bahsetmişti. Malcolm ona, felsefesinin “siyah milliyetçiliği” olduğunu söylemiş. Ama bu bir beyaz olarak büyükelçiyi nereye koyuyor? Malcolm şöyle devam ediyor: “Bu Fas, Mısır, Irak ve Moritanya devrimcilerini nereye koyuyor? Bu nedenle çok daha fazla kafa yormalı ve siyah milliyetçiliği tanımımı yeniden yapmalıyım.” Hemen hemen aynı zamanlarda şöyle söylemişti: “Samimi, iyi niyetli, iyi beyazlara karşı bir şey demiyorum. Tüm beyazların ırkçı olmadığını öğrendim.” Hayatının son yılında, Malcolm dünyadaki farklı mücadeleler arasındaki ilişkiyi görmeye başlamıştı. Şöyle diyordu: “Devrimler çağında yaşıyoruz ve
Amerikan zencilerinin isyanı da bu ayaklanmanın bir parçası. Bugün, ezenlerin karşısında ezilenlerin, sömürenlerin karşısında sömürülenlerin küresel mücadelesini görüyoruz.” Ve sağlam bir antikapitalist hâline geldi: “Bana bir kapitalist göster, ben de sana bir kan emici göstereyim” ve “ırkçılık olmadan kapitalizm olmaz” diyordu. Ekliyordu: “Eğer ırkçı olmadıklarına sizi ikna edebilen insanlara rastlarsanız, bunlar genellikle sosyalisttir.” Malcolm X bir sosyalist olmadı. Ama o bir devrimciydi ve bu, ezilenlerle sömürülenlerin onları baskılayan sistemi nasıl yıkabileceklerini düşünmek demekti. “Bıkmış beyazlar var, bıkmış siyahlar var. Zamanı geldiğinde bu düzenden bıkmış olan beyazlar, bıkmış olan siyahlarla düzgün bir iletişimi nasıl sağlayacaklarını öğrendiklerinde ve birlikte hareket etmeye başladıklarında; bir şeyleri değiştirecekler. Bunun için ikisine de ve ikisinin sahip olduğu her şeye de ihtiyaç var.” Malcolm X, böyle bir birliğin çok önemli olduğunu ama bu birliği elde etmenin çok zor olduğunu düşünüyordu. İlk adımın militan bir siyah örgüt kurmak olduğunu ileri sürüyordu. 1960 sonlarındaki Vietnam savaşına oluşan savaş karşıtı hareket ve siyah gettoalarındaki ayaklanmalar, beyaz ve siyahların bir araya gelmesinin ve her iki grubu da içeren bir devrimci örgütün kurulmasının mükün olduğunu gösterdi. Yaşasaydı ve bunlara şahit olsaydı, Malcolm’un fikirleri değişir miydi, bilemeyiz. Aydınlanmış elitlerin ırkçılığı ortadan kaldıracak reformlar yapabileceğine hiç inanmadığını biliyoruz. Malcolm X diyordu ki, “Bir tavuğun ördek yumurtası yumurtlaması imkansızdır. Yalnızca üretim için yapılmış özel sistem paralelinde üretim yapılabilir, yumurtlayabilir. Bu ülkedeki sistem AfroAmerikalıların özgürleşmesini sağlayamaz. Bu sistemde, bu ekonomik sistemde, bu politik sistemde, bu sosyal sistemde, sistemin bu döneminde bunun olması mümkün değildir.” Bu nedenle, “hangi yol gerekliyse” onu kullanarak bu sistemle mücadele etmeniz gerekir.
11
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De!
Geyler ve Panterler birleştiğinde… Socialist Review dergisinin Temmuz/Ağustos 2015 sayısında Noel Halifax imzasıyla yayınlanan "When Gays and Panthers were United" adlı makale, siyahların ve geylerin özgürlük mücadelelerine ve bu mücadelelerin doğum yerleri olan sokaklara odaklanıyor. Yazar yazısında, ortak mücadelenin büyük kilidini yeniden gözler önüne seriyor. 1960’ların sonlarına doğru, Kara Panterler ve yeni doğmuş gey özgürlük hareketi farklı baskı biçimlerine karşı savaşıyorlardı. Noel Halifax yazısında, bu iki mücadelenin nasıl ortak bir zemin bulabildiğini anlatıyor: Huey Newton Ağustos 1970’de, Kara Panterler’in gazetesinde bir mektup yayınladı: “Kadın Özgürlüğü ve Gey Özgürlüğü hakkında Devrimci Erkek ve Kız Kardeşlere bir Mektup”. Bu mektupta iki hareketin de kardeş devrimci hareketler olduğunu savunuyor ve Panterlere gey özgürlük hareketini destekleme çağrısı yapıyordu. Özellikle ABD solunda, Stalinizmin ve Maoculuğun hakim olduğu 1970’ler gibi bir zamanda, böyle bir çağrı garip gelebilir. Stalinizm de Maoculuk da eşcinselliği bir burjuva sapkınlığı, yozlaşmış üst sınıfların bir boş zaman meşgalesi olarak görüyordu. Peki o zaman Newton nasıl olmuştu da böyle bir mektup yazmıştı? 1970 baharında Kara Panterler’in başı dertteydi. Hareket 1966 yılında siyahların yaşadıkları mahallelerde ortaya çıkmıştı. 1968’in politik patlamalarının ardından ABD hükümeti – özellikle de FBI – onları bu mahallelerin dışına atmaya kararlıydı.
12
Vuruldular, tutuklandılar ve bir örgüt olarak yıkılma tehlikesi noktasına gelene kadar baskı gördüler. 1968 yılından beri tutuklu olan Bobby Seale ikinci duruşmasını bekliyordu. Panterler'in yirmi üyesi ülkelerine karşı komplo kurmak suçlamasıyla New York’ta tutuklandı. Rap şarkıcısı Tupac Shakur’u cezaevinde doğuracak olan Erica Huggins de bu yirmi kişinin arasındaydı. Toplam kefaret bedeli 2,1 milyon dolardı. Suikast ya da tutuklanma korkusuyla Eldridge Cleaver önce Küba’ya, ardından Cezayir’e kaçmıştı. Panterler büyük meblağlarda para cezasıyla yüzyüzeydiler. Solun verdiği destek de ciddi oranda geri çekilmişti. İşlerin böyle bir noktaya geldiği esnada Fransız yazar Jean Genet'in telefonu çaldı. Kara Panter David Hilliard, Jean Genet’yi kendisinden yardım ve destek istemek için arıyordu. Genet’nin cevabı hazırdı: Ne yapabileceğini sordu ve bir hafta içinde ABD’de kampüsleri ve büyük şehirleri bağış kampanyası amacıyla turlamaya başladı. Demokratik bir Toplum için Öğrenciler (SDS) gibi solcu örgütleri ise Panterlerle dayanışma konusunda yeterince öne çıkmadıkları için kınadı. Üç ay süren kampanya son derecede etkili geçmişti. Her şeyden önce Genet’nin ABD ziyareti yasadışıydı. ABD’ye girmesi için ona vize verilmemişti; çünkü Genet bir çok kereler hüküm giymiş bir sabıkalı ve dünyanın en kötü şöhretine sahip bir eşcinseliydi. Fransa devrimci soluyla ilişkisinden bahsetmeye ise hiç gerek yok. Bu yüzden önce Kanada’ya gitti, oradan sınırı geçti ve tüm yol boyunca FBI tarafından kaydedilecek olan konuşma turnesine başladı. Ünü o kadar büyüktü ki, onu tutuklayamadılar.
Jean Genet, seks işçisi annesi tarafından terkedilmiş bir yetimdi. Babasının kim olduğu ise bilinmiyordu ve 1910’lar Fransasının yarı askeri berbat yetimhane sistemininde büyüdü. Bir hırsız, travesti bir seks işçisi, soyguncu oldu. 1930’larda Fransa ve İspanya’nın varoşlarında yaşayan bir sokak serserisiydi. Saygın Fransız toplumundan ölesiye nefret ediyordu. Cezaevi 1948’de Genet süresiz bir ceza ile hapse atıldı. Bu berbat koşullar altında yazmaya başladı. Genelde tuvalet kâğıdına yazıyordu. Yazdıkları solcu Fransız filozof Jean Paul Sartre ve diğerleri tarafından beğenildi; davası sahiplenildi. Bir kampanyanın ardından affedildi ve salındı. İlk romanını savaştan hemen sonra yayımladı. Bu romanı 1950’ler ve 60’larda bir çok başka roman ve oyun takip etti. O, Fransız varoluşçu yazınının sembolleştiği bir kişiydi. Eşcinselliğinden ise utanç duymuyordu. Eşcinselliğin yasadışı olduğu ve bohem çevreler dışında en iyi ihtimalle bir hastalık olarak görüldüğü bir dönemde gey cinselliğinin detaylı tasvirlerini yapmış ve konuyla ilgili duygusal tiyatro eserleri kaleme almıştı. Genet başından itibaren Panterlere yakın bir ilgi duydu ve destekledi. 1958’de Les Negres isimli oyunu yazmıştı. Bu oyun İngilizce’ye 1960’ta Siyahlar: Bir Palyaço Gösterisi ismiyle çevrildi. Oyuncu kadrosunun tamamı siyahlardan oluşuyordu ve baskıcılardan intikam temasını işliyordu. Oyun 1961’de New York’ta sahnelendi ve 1963’e kadar sahnede kaldı. Sonra, Montreal’de gösterime girdi. Amerika’da siyah tiyatronun gelişimi açısından bu oyun öncü bir rol oynamıştı. Amerikan siyah oyunculuğunun James Earl Jones ve Maya Angelou gibi en parlak isimleri bu oyundan çıkacaktı. Siyah Amerika’ya bu oyunla isabetli bir atış yapmıştı. Angela Davis’in dediği gibi, bu oyun sayesinde Amerikalılar onu bir müttefik olarak görüyorlardı. Aynı zamanda Cezayir’i kendi ülkesine karşı desteklediği için, Fransız ve Amerikan emperyalizmini kınadığı için ün salmıştı. Bu turne dışında ABD’de bulunduğu tek zaman Ağustos 1968’di. Solun toparlanmasına tanıklık etti ve Şikago Demokratik Konvansiyonu’ndaki büyük isyana katıldı. Olayları izledi ve William Burroughs ve Allan Ginsberg gibi yazarların yanında konuşmalar yaptı. Siyah Panterler’le de ilk burada tanıştı.
Angela Davis 1970 turnesinde Genet’nin çevirmenliğini yaptı. Davis, Panterler’in beyaz radikalleri destek vermeye ikna ederken karşılaştıkları zorluğu şöyle tarif ediyor: UCLA’da (Kaliforniya Üniversitesi) Genet’nin konuşma yapmaya geleceği duyurulmuştu. Fakat Panterler’i desteklemek için geleceğinden bahsedilmemişti. Devasa ve çoğunluğu beyazlardan oluşan bir kalabalık etkinliğe katıldı; ancak Genet’nin kendi eserlerinden değil de Panterler’den bahsetmesi sonucunda kalabalığın yarısı salonu terketmişti. Davis aynı zamanda, turne boyunca Genet’nin eşcinselliğini gizlemeye çalışmadığını ve üstüne üstlük bu konuda kasten tartışmayı provoke ettiğini aktarıyor. Turnenin bir ayağında "drag" olarak giyinmişti. Hatta Panterlerle onların homofobileri ve “ibne” gibi kelimeleri kullanmaları hakkında tartışmıştı. Davis’e göre bu tartışmalar, Huey Newton’un Panterler’in gazetesinde gey özgürlüğüne destek isteyen bir mektup yazmasına yol açmıştı. LGBT hareketi günümüzde bir hayli saygı gören bir hareket olmakla birlikte harekete bugün beyaz orta sınıf sahip çıkıyor. Her yıl yapılan Pride yürüyüşleri şirketlerin kontrolü altında gerçekleşiyor ve birçok yürüyüş siyasetten arınmış bir durumda. Bu hep böyle değildi. Panterlerin gey özgürlüğünü desteklemesinin tek sebebinin Genet’nin cesur çabaları olmaması gibi. Hareket 1969’da Stonewall isyanının merkezindeki kilit isim Sylvia Rivera’ydı. Rivera’nın kendi ağzından hareketin tasvirini okuduğunuzda, gey hareketini oluşturanların gerçek dokusunu anlıyorsunuz; ayrıca Panterler’in ilişki kurmak istedikleri kişilerin kimler olduklarına dair bir fikir ediniyorsunuz: "Barın dışına çıkartıldık ve polisler bizi polis araçlarının arka bölmelerine doğru sürüklediler. Bizi parmaklık ve çitlere doğru itiyorlardı. İnsanlar polislere bir sentlik, beş sentlik, yirmi beş sentlik bozuk paralar fırlatmaya başladılar. Bunları bira şişeleri takip etti… Artık bu pisliğe katlanmayacaktık. Cephenin en önünde Village’in sokak geyleri vardı (bunlar barın dışındaki, Sheridan Meydanı’ndaki parkta yaşayan evsiz insanlardı. Arkalarında drag queenler vardı. Ve arkamızda herkes. Stonewall Barı’nın telefon hatları kesilmiş ve karanlığa terk edilmiştik…" Bu tasvirden de görüleceği üzere, isyancıların büyük bölümü Sylvia Rivera gibi Latin kökenli ya da
13
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! arkadaşı ve yoldaşı Marsha P Johnson gibi siyahtı. Bu isyandan Gey Özgürlük Cephesi (GFL – Gay Liberation Front) doğdu. Örgütün kendi programı vardı ve devrim çağrısı yapıyordu. Sylvia ve Marsha aynı zamanda STAR isimli bir örgütün kurulmasına yardımcı oldular (Sokak Travestisi Hareketi Devrimcileri – Street Transvestites Action Revolutionaries). Genç evsiz travestiler için bir üs işlevi görecek olan olan boş bir binayı işgal ettiler. 1971’de Philadelphia'da yapılan Halkların Devrimci Konferansı’nda Sylvia, Huey Newton ile tanıştı. Konuşmalarında Newton’un GLF ve STAR gibi grupların devrimci gruplar olduğunu kabul ettiğini aktarıyor Sylvia. Panterler, gey özgürlük hareketini desteklemeye ikna olurken Stalinist ya da Maocu gelenekten gelen bir çok sol grup gey hareketini hâlâ "yozlaşmış" olarak görüyordu. Liberal sol da GLF’yi dalga geçerek eleştiriyordu. Village Voice isimli dönemin radikal ve sol gazetesinde Stonewall isyanının, drag queenlerin Judy Garland’ın ölümüne üzülmelerinden dolayı meydana gelmesinin muhtemel olduğu yönünde hicivler yayınlanıyordu. Oysa gerçek şuydu: Panterler ve erken dönem gey hareketi aynı sınıftan gelen hareketlerdi. Aynı sokaktan ve sık sık aynı caddelerden ve barlardan. Malcolm X, Malcolm X olmadan önce bir sokak serserisiydi ve Küçük Malcolm adıyla bilinen bir uyuşturucu satıcısıydı. Boston’da Stonewall Inn’e benzeyen barlara takılıyordu. Drag queenler, uyuşturucu satıcıları ve sokak insanlarıyla içiçeydi. Ve görünen o ki, gey âşıkları ve zengin beyaz bir erkek arkadaşı vardı. 1960’ların devrimci siyah hareketi ve gey hareketinin en önemli ortak noktası şuydu: Sınıf. Endüstriyel örgütlü işçi sınıfı değil ama örgütsüz sokak işçi sınıfı. İki hareket de sokaktan geldiler ve gettoları Sylvia Rivera ve Marsha P Johnson’un gösterdiği gibi kapalı kutular değildiler. Sylvia geylerin çoğunlukta olduğu Greenwich Village’de, Latin kökenlilerin fazlaca olduğu Harlem’de aktifti ve STAR’ın, GLF’nin ve Porto Rico ulusal hareketi Genç Lordlar’ın üyesiydi. Dış görünüşte bu örgütler ezilerinlerin farklı örgütleriydi. Her biri, ezilenlerle, ezildikleri konu üzerinden ilişki kuruyordu. Ama bu örgütler aynı sokak ve mahallelelerde ortaya çıkmışlardı. Marsha da benzer bir biçimde GLF ve STAR’da örgütlü ve Harlem’de aktifti. Bu farklı baskı türlerinin arkasında sınıfsal ortaklık vardı.
14
Evsizler Bu hareketler sokakta inşa edildiler –“Kapalı kapılar ardından (Dolaplardan) Sokaklara” sloganı bunu iyi özetliyor. Evsizler, serseriler ve baskıcı geçmişlerinden kaçan genç insanlara asker kaçakları katıldılar. ABD’nin askere yazılmayı zorunlu kıldığı bir dönemde, parayla askerlikten muaf olmaya gücü yetmeyen yoksullar kaçtılar ve yeraltında gizlendiler. Yeraltında ana-akım topluma yabancılaşmış, mutsuz genç kadın ve erkeklerden oluşan ve devrimci politikaya açık başka bir potansiyel ordu vardı. LGBT ve siyah hareketlerinin politikası uzun zamandır içine doğduğu bu devrimci ama istikrarsız sınıfın siyasetinden uzaklaştı. Pembe ekonomi (Eşcinsel tüketim piyasasında dönen para) ve siyah orta sınıflar, kendi yuvalarını yönetiyorlar on yıllardır. Fakat yakın zaman önce ABD’de polisin genç siyahları katletmesiyle başlayan huzursuzluk ve Londra Onur haftasında bu sene yapılan tartışmalar, devrimci köklere yeniden dönüş yönünde kıpırdanmalar olduğunu gösteriyor. Çeviri: Canan Şahin
Apartheid Rejimini Tarihe Gömen Siyah Öfke Çağla Oflas Güney Afrika tarihinin uzun bir dönemini “aparthaeid” adı verilen, beyazlardan oluşan azınlığın ülkenin geniş bir kesimini oluşturan siyahlar üzerinde ekonomik, sosyal ve politik güç kullandığı ırk ayrımcı bir rejim oluşturmakta. Güney Afrika’ya gelen Hollanda asıllılar, İngilizler ve Kıta Avrupa’sından gelen sömürgeci güçler, ganimetleri ülkelerine taşımak yerine bölgeye yerleştiler. 1800’lü yılların sonunda Johannesburg yakınlarında zengin maden yataklarının bulunmasıyla birlikte burası ülkenin siyah ve beyazların yaşadığı en büyük kent haline geldi. Kendilerini Afrikanerler olarak adlandıran beyazlar ülkenin zengin topraklarını ve madenlerini işletmekteydi. Aynı süreçte İngiltere ve Afrikanerler arasında yapılan savaş sonucunda 1910 yılında Güney Afrika Birliği kuruldu. 1961’de yeni anayasa ile Güney Afrika Cumhuriyeti ilan edildi. Bu dönemde beyazlara siyasal yetkiler de verildi.
lara oranla daha az bütçe ayrıldı. Güney Afrika ulusal hareketi
1913 tarihinde yayımlanan ayrımcı bir yasayla siyahların yaşam alanları belirlendi. Ayrıca siyahların bağımsız veya kiracı olarak tarım yapma hakları ellerinden alındı. Siyahlar beyazların çiftliklerinde ücretli olarak çalışmaya zorlandı.
İleride Afrika Ulusal Kongresine(ANC) dönüşecek, çeşitli yerli topluluklarının şeflerinden, toplumsal örgütlerin ve kilise temsilcilerinden oluşan Güney Afrika Yerli Kongresi 1912 yılında kuruldu. Güney Afrika’daki tüm halkların bir araya gelerek hak ve özgürlüklerini ırk, din ve dil ayrımı gözetmeden savunmasını ilke edindi. 1923 yılında kurulan ANC yerli halkın topraklarından kopartılarak madenlerde çalıştırılması için çıkartılan arazi kanununa karşı siyahların dolaşım hakkını kısıtlayan pasaport kanununa karşı mücadele yürüttü. Madenci grevlerini destek verdi.
Apartheid rejimi
Özgürlük sözleşmesi
II. Dünya Savaşı'nın ardından ülkede azınlıkta olan beyazlar, hakimiyetlerini Ulusal Parti önderliğinde genişletti. 1948 yılında iktidara gelen Ulusal Parti, Apartheid politikalarını uygulamaya koydu. Bu politikalar doğrultusunda parlamentoda pek çok ırkçı yasa kabul edildi. Karma evlilikler yasaklandı. Sadece evlenmek değil siyahlar ve beyazlar arasında gerçekleşecek bir cinsel ilişkinin de önüne geçilmeye çalışıldı. Evlenmeleri yasak olan çiftlerin birlikte yaşamaları da önlendi. Bu nedenle bazı çiftler ülkeyi terk etmek zorunda kaldılar. Bu konuda bizzat polis tarafından çok aktif ve katı denetimler yapıldı. Evlere, yatak odalarına baskınlar düzenlendi. 1952 yılında yeni bir yasayla tüm siyah erkekler için kimlik benzeri belge taşımak zorunluluğu getirildi. 1956 yılında bu yasalar kadınlar için de geçerli hale getirildi.
ANC tarafından düzenlenen şiddet içermeyen geniş katılımlı protesto kampanyaları, sivil itaatsizlik eylemleri, rejimin ırkçı politikalara hız vermesi sonucu radikalleşmeye başladı. Özellikle gençlik örgütlenmesi içinde yer alan Nelson Mandela, Oliver Tambo ve Walter Sisulu gibi isimler hareketin içinde de sivrildiler. Hareket; grevler, boykotlar temelinde gelişen mücadeleler ve sivil itaatsizlik kampanyalarıyla kitleselleşmeye başladı. Hintli, Asyalı ve melez işçilerden oluşan geniş işçi sendikaları ANC ile ortak eylemler düzenlediler. Irkçı rejime karşı beyazlara ait örgütlerin katılımıyla toplanan Halk Kongresinde kabul edilen Özgürlük Sözleşmesi siyah hareketin temel metnini oluşturdu. Irkçı rejime meydan okuyan kongrede; toprakların, topraksızlara verilmesi, siyah halka ikamet ve serbest dolaşım hakkı, iş ve can güvenliği, ırk ve milliyet ayrımı olmaksızın parasız ve zorunlu eğitim, asgari ücret belirlenmesi ve çalışma saatlerinin kısaltılması gibi pek çok talep kabul edildi ve imzalanan sözleşmede yer aldı. Özgürlük Sözleşmesini komünist bir metin olarak değerlendiren rejim ANC liderliğini tutukladı.
Irkçı rejimin en acımasız uygulamaları 1960-1994 yılları arasında kendini gösterdi. Bu yıllar arasında yaklaşık 3,5 milyon siyah yaşadıkları yerlerden zorla göç ettirildi. Yeni kurulmuş ekonomik ve sosyal altyapıları olmayan bölgelerde yokluk içinde yaşamaya zorlandı. Apartheid rejimi açısından eğitim sistemi çok önemli bir araçtı. 1953 yılında eğitimde ırk ayrımına dayalı zorunlu kurallar getirildi. Dönemin bakanı Dr. H.F. Verwoerd siyahların çocukluktan itibaren verilecek eğitimin Avrupalılarla eşit olmayacaklarını, belli iş kapasitesinin üzerine çıkamayacaklarını öğretmek gerektiğini ileri sürüyordu. Ona göre siyah çocuklara kullanamayacakları bir bilim olan matematiğin öğretilmesi gereksizdi. Eğitimde fırsat eşitsizliği yasa haline getirildi. Siyahların eğitimi için beyaz-
Sharpeville Katliamı sonrasında yaşanan gelişmeler ANC için bir dönüm noktası oldu. Pasaport yasasını protesto etmek için düzenlenen protestoda kalabalığa ateş açılması sonucunda 69 kişi yaşamını yitirdi. Sonrasında binlerce insan tutuklandı ve ANC yasaklandı. Bu olay sonrasında ANC liderliği silahlı mücadele başlattı. ANC'nin silahlı kanadının liderliğini üstlenen Mandela kısa sürede yakalandı ve idamdan kurtuldu; ancak ömür boyu hapis cezasına mahkûm edildi.
15
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! Grevler ve boykotlar 1970’li yıllarda ekonomik krizin de etkisiyle grevler ve öğrenci isyanları patlak verdi. 1973’te Durban Grevi sendikal hareketin de güçlenmesinin önünü açtı. Hükümetin siyah öğrencilerin derslerinin yarısının Afrikaner dilinde olmasını zorunlu hale getiren bir düzenlemesine karşı 20.000 öğrenci Soweto’da büyük bir protesto yürüyüşü düzenledi. Polisin kalabalığa ateş açması ve 13 yaşında bir çocuğun ölümü tüm ülkede büyük bir öfkeye ve geniş çaplı gösterilere yol açtı. Gösteriler bastırıldı. Ancak siyahların mücadelesinde yeni bir direniş ruhu kazandırması açısından dönüm noktası oldu. Rejimin tüm saldırıları ve katliamlarına rağmen sokak gösterilerinin ardı arkası kesilmedi. Grev ve boykotlarda siyasi iktidarı hedefleyen talepler yer almaya başladı. Siyahların yaşadığı bölgelerde belediye ve devlet binaları basıldı. 300 bin maden işçisinin greve çıkması ve buna diğer sektörlerdeki kitle grevlerinin eşlik etmesiyle birlikte ırkçı rejimin de sonu geldi. 1990 yılında ANC ve diğer siyasi örgütler üzerindeki yasaklar kaldırıldı ve müzakereler başladı. Nelson Mandela ve diğer liderler serbest bırakıldı. Irkçılık kaybetti, özgürlük kazandı Kuşkusuz ulusal hareketlerin benzer yönleri olmakla birlikte birbirinden ayrılan pek çok özellikleri var. Ancak her ulusal mücadeleden öğrenilmesi gereken tek bir ders var. Başka ulusları ezen ulusların emekçileri, ezilen ilişkisi ortadan kalkmadan özgürleşemez. Güney Afrika’da her türlü baskı ve zulmün kaynağı olan ırkçı rejimin yıkılması demokratikleşme açısından büyük bir kazanım oldu. Özgürlük ve demokrasi mücadelesinin öncülüğünü yapan ANC, tüm dünyada ezilen uluslara emsal oldu. 1994 yılında işçi sendikalarının da desteklediği ittifakla iktidara geldiğinde ezilen tüm halkların simgesi haline dönüşmüştü. 27 yıl hapiste yatan, terörist olmakla yaftalanan hareketin lideri Nelson Mandela Cumhurbaşkanı seçildi. Güney Afrika’nın siyah halkı günlerce coşkulu kutlamalar yaptı. Apartheid rejimine karşı zorlu bir mücadele veren kitle hareketi anayasal bir zafer elde etti. Müzakereler sonucu çatışmalar dolu tarihi aşan, tüm insanları ortak yurttaşlık çerçevesinde buluşturan ve ekonomik, sosyal hakları garantileyen çok önemli bir adımdı bu. Çünkü apartheid sonrası oluşturulan anayasa burjuva demokratik sistemdeki tüm unsurları kapsamakta. Yargı, yasama ve yürütme arasındaki ayrımlar var. Hatta anayasada insan hakları ve kadın haklarının arkasında duran, toplumsal cinsiyet yönelimlerine saygılı ifadeler yer almakta. Ancak tüm kapitalist
16
ülkelerde olduğu gibi yoksulların mahkeme sistemine ulaşmasında engelleri var. Sıra kapitalizmde Öte yandan Güney Afrika Ulusal mücadelesinin önderliğini oluşturan ANC ve liderliğinin mücadelesi azınlık olan beyazların egemenliğindeki ırkçı rejime karşıydı. Mücadele zaman zaman sistemi hedeflese de asıl olarak kapitalist sistemle derdi yoktu. Siyahlarla beyazlar arasındaki eşitsizliğin kaynağı ırkçı rejim yıkılmıştı. ANC’nin iktidara gelmesiyle birlikte siyahlar ve beyazlar eşit haklara sahip oldular. Eğitim, sağlık ve konut olanaklarına kavuştular. Ancak kapitalizmin temel sorunu eşitsizlik ve yoksulluk sona ermedi. Hükümete gelen ANC liderliği, ırkçılık ve cinsiyetçilik karşıtı demokratik cumhuriyet vaat etti. Apartheid rejimi kalıntılarını ortadan kaldırılması için ülkenin tüm olanaklarını seferber etti. Ancak iktidarı geldikten sadece 18 ay sonra Özgürlük Sözleşmesinin yerine “büyüme, istihdam ve yeniden paylaşım stratejisi” denilen liberal bir program ikame edildi. Yeni liberal politikaların uygulayıcısı liderlik yolsuzluk skandallarıyla gündeme geldi. Bugün Güney Afrika'da bugün nüfusun üçte ikisi yoksulluk sınırının altında yaşıyor,eşitsizlik açısından dünya çapında ikinci ülke, nüfusun yüzde 25'i işsiz. 2012 yılında ülke büyük grevler ve işçi eylemleriyle sarsıldı. ANC hükümeti grevci maden işçilerine saldırdı ve çok sayıda madenciyi öldürdü. 2015 yılında öğrenciler harçlara isyan etti. Dünyanın en ırkçı rejimini yıkan işçi sınıfı şimdi ANC hükümetiyle karşı karşıya. Şimdi sıra kapitalizmde… Sosyalist İşçi
“Politik olarak siyah” geri geldi Kimlik, ırkçılık ve “siyahlık” ile ilgili tartışmalar bu sene İngiltere'deki öğrenci hareketi içinde yeniden ortaya çıktı. Aylık dergi Socialist Review'de bu konu ele alındı: Ulusal Öğrenci Birliği (NUS) içinden çıkan bir özgürlük kampanyası olan Siyah Öğrenciler Kampanyası’nın yaz konferansı, kimlik, ırkçılık ve nasıl örgütleneceğimiz konularında yürütülen ateşli tartışmalarla şekillendi. Bu tartışmalar, Black Lives Matter (Siyahların Hayatı Değerlidir) hareketine kimlerin dahil olabileceğinden Muhafazakar Parti’nin İslamofobik “Prevent” uygulamasını nasıl durduabileceğimize kadar, toplumun daha geniş kesiminin tartıştığı konuları kapsadı. Konferansta, azimle yürüttüğü ırkçılık karşıtı çalışmalarından dolayı layık görüldüğü yaşam boyu başarı ödülünü almak için gelen gazeteci Gary Younge da bulunuyordu. Younge, açılış konuşmasında, geçtiğimiz sene içerisinde ırkçılık karşıtı politikalarda önemli gelişmeler yaşandığını, fakat hareket olarak hala pek çok engelle karşı karşıya olduğumuzu belirtti. Konuşmasını sonlandırırken “siyah”lığın bireysel bir kimlik özelliğini değil de politik anlamını vurguladı; ırkçılığa karşı verdiğimiz bu ortak mücadelemizin, bizi, birleştiğimiz zaman güçlü bir etki yapabilecek olan politik bir kimlik altında birbirimize bağladığını belirtti. Siyah Öğrenciler Kampanyası’nın 20’inci yılını kutladığı bu seneki konferansta kampanya tarihindeki ilk başkan olan Denis Fernando kampanyanın ortaya çıkış hikayesini anlattı. Denis’in1990’larda karşı karşıya kaldığı NUS bürokrasisi yalnızca farklı
Antony Hamilton
sosyal çevrelerden gelen öğrencileri temsil etmemekle kalmıyor, aynı zamanda değişime de direniyordu. Denis. statükoyla mücadele etmek için siyah öğrenciler ile azınlıktaki etnik gruplardan olan öğrencilerin birleşmesi gerektiğini o zaman fark etmişti. Böylece Siyah Öğrenciler Kampanyası’nın “siyah”ı yalnızca etnik bir tanım olarak kalmamış, bir mücadele kategorisi olarak kullanılmaya başlanmıştı. Siyah Öğrenciler Kampanyası’nı başlatan Denis ve diğer aktivistler, önceki onyıllarda “politik olarak siyah” bayrağı altında azılı bir mücadele yürütmüş olan sosyalistlerin ve ırkçılık karşıtlarının geleneğinden gelmekteydiler. Bugün ise öğrenci politikalarındaki tartışmalarda bu mücadelenin yokluğu ve kampüslerde kimlik politikalarının hakimiyeti dikkat çekmekte. Bu seneki konferansta verilen ilk önergenin talebi – bu önerge anlaşmazlığın da sebebiydi – ya Siyah Öğrenciler Kampanyası’nın başkanının “etnik olarak siyah” olması ya da kampanyanın adının değiştirilmesiydi. Tartışmalar sırasında her iki taraftan da duygusal konuşmalar yapıldı. Önergeyi veren grup, politikalarının temelini kimliklerinin oluşturduğunu söylüyordu. Önergeye karşı çıkanlar ise geçen sene Siyah Öğrenciler Kampanyası’nda yer alan solcu aktivistlerdi – aralarında, yakın zaman önce NUS başkanı olarak seçilen, Filistinlilerin hakları için ve Prevent uygulamasına karşı mücadele yürüten, önde gelen kampanyacılardan olan Malia Bouattia da vardı.
17
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! Önerge o kadar hararetle tartışıldı ki kararı gizli oylamaya götürmek isteyen bile oldu, ama bu yöntem kabul görmeyince açık oylama yapıldı ve önerge büyük çoğunluğun oyuyla reddedildi. Oylamayı takip eden konuşmalardan konunun kapanmadığı açıkça görülüyordu. Zaten tartışmayı sonlandırmak gerekmiyor, çünkü konuyla ilgili üzerinde durulması gereken önemli noktalar var. Önergeyi destekleyenler, “etnik olarak siyah” olanları hedef alan siyah-karşıtı ırkçılığın öteki etnik grupların maruz kaldığı ırkçılıktan daha farklı olduğu görüşünden hareket ediyorlar. Bu argüman, baskıyı anlamamız ve onunla savaşmamız gerektiğini gören bir noktadan hareket etse bile bizi oldukça ayrıştıran yollara götürebilir. Birincisi, etnik olarak kimin siyah olup olmadığına kim karar veriyor? Bunun kriterleri ne? Bu kriter, kişinin Afrika’yla olan bağının derecesi mi, deri renginin ne olduğu mu, yoksa kültürel geçmişine dair ne kadar bilgi sahibi olduğu mu? Deneyim Bu yaklaşım, “etnik olarak siyah” olan bütün insanların çıkarlarının ortak olduğunu iddia eder. Oysa siyah insanlar homojen bir grup oluşturmazlar – Ghana’da yaşayan “etnik olarak siyah” bir insan Londra’da büyüyenden farklı bir deneyime sahiptir; müşteri hizmetlerinde çalışan bir siyah işçinin deneyimi ile siyah bir milletvekilininki birbirinden farklıdır. Bugün öğrenci hareketinde yaygın olan kimlik politikaları, ırkçılığın farklı türleri olduğunu ve bunların öteki baskılarla, örneğin cinsiyet ya da cinsellik temelli olanlarla kesiştiğini ileri sürer. Bundan çıkarılabilecek olan sonuç, bir hiyerarşinin mevcut olduğu, bu hiyerarşide en alttakilerin “etnik olarak siyahlar”, kadınlar, LGBT+ler ve diğerleri olduğu, daha yukarıda ise ayrıcalıklı pozisyonda bulunan ötekilerin yer aldığı olabilir. Bu yaklaşım, kimin baskıyla savaşacak gücü – ve bu savaştan çıkarı – olduğunun tespiti yapılırken çok tehlikeli sonuçlara varılmasına sebep olabilir. Bu hiyerarşi, baskıya karşı yürüttüğümüz savaşta atomize edilmiş olan ve ezilen gruplarımızın içinde kalmamız gerektiğini, çünkü anlayabileceğimiz insanların sadece kendi grubumuzda bulunanlar olduğunu iddia eder. Bunun yanı sıra, bölünmenin başlıca sebebi olarak derimizin rengini ya da nereli olduğumuzu gösterir – bu nedenle, esas bölünme olan sınıf ayrımını göz önünde bulundurmaz. Bugün bazı aktivistler “sınıf” temelli bir baskıdan söz etseler de bunu daha çok yoksulluk ya da fırsat
18
yoksunluğunu açıklamak için yapıyorlar, Marksist bir sınıf tanımından yola çıkıp üretim araçlarıyla ve toplumdaki diğer gruplarla olan ilişkiyi – bir kolektifin parçası olduğumuz için bizi güçlendirme potansiyeli olan bir ilişki –ifade etmek için değil. Yaygın bir yanlış kanı da, ırkçılığın bireysel karşıtlıklardan ve bireylerin kafasındaki düşüncelerden kaynaklandığıdır. Bu fikrin aşırıya kaçtığı bazı durumlarda beyaz insanın doğası gereği ırkçı olduğu, bu nedenle bilinçaltında her zaman var olan ırkçılığın farkında olması ve davranışını buna göre belirlemesi gerektiği öne sürülür. Kurgu Biz sosyalistler, ırkçılığın tepeden indiğini savunuruz; ırkçılık, insanlığın ortaya çıkışından bu yana var olan bir şey değil, kapitalizmin gelişimiyle beraber ortaya çıkmış bir olgudur. Irk kavramının kendisi, kökenleri Atlantik köle ticaretine dayanan ve imparatorlukların egemenliği içinde yer bulan bir toplumsal kurgudur. Irk, işçi sınıfını kendisine karşı bölmek için kullanılır – bir ideoloji olan ırkçılık ise, ırkçılık-karşıtı mücadeleler sonucunda değişim geçirmek zorunda kalmıştır. Irkçılığın maddi kökenlerini öne çıkaran bu yaklaşım, siyah liderlerin ırkçılığa çözüm bulacağı fikrini reddeder. 2011’de polisin Mark Duggan’ı katletmesinin ardından Tottenham’ın siyah milletvekili David Lammy’nin polisin ırkçılığına karşı ayaklananların yürüttüğü mücadeleyle özdeşleşmek yerine onları “düşüncesiz insanlar” olarak tanımlaması siyah Londralılar için bir kazanım mıydı? Toplumu radikal olarak dönüştürebilecek bir ırkçılıkkarşıtı mücadelede sınıfı birleştirecek bir stratejiye yönelmemiz gerekiyor – eylemimiz, bizim gibi görünen ama statükoyu korumak isteyenlerle ittifak kurmak olmamalı. Öğrenci hareketinin bugün yürüttüğü tartışmaları değerlendirirken önceki hareketlere bakmakta ve “politik olarak siyah” ifadesinin kökenlerini anlamakta fayda var. “Siyah” terimi, 1960’ların mücadelerinden, derisinin rengi nedeniyle ırkçılığa maruz kalan herkesi birleştirme amacı güden bir politik kategori olarak ortaya çıktı. Britanya’da 1962 göç kanunu – göçü sınırlayan pek çok kanunun ilki - kabul edildikten sonra ırkçılık karşıtı hareket yükselişe geçti. Bir yandan polisin ve devletin ırkçılığına karşı gruplar oluşturulup kampanyalar yapıldı, diğer yandan
sokakta tutucularla mücadele edildi. Commonwealth (İngiliz Milletler Topluluğu) çevresinden ve daha uzak ülkelerden Britanya’ya geldikten sonra burada ırkçılığa maruz kalan pek çok farklı etnik grup vardı, ama bu farklı gruplar, aynı otoritenin onlara yaşattığı deneyimler ve bu otoriteye karşı savaşta birleşebilmişlerdi. Pek çok önemli örgütçü, milliyetçi siyah politikalardan etkilenmişti ve ABD’deki insan hakları ve Black Power (Kara Güç) mücadelelerinden, ayrıca Afrika’daki sömürgeci yönetimin sonlanmasıyla ortaya çıkan Pan-Afrikanist hareketlerden ilham almıştı. Fakat aynı zamanda bu hareketlerin içinde güçlü bir Marksizm dalgası da mevcuttu ve bu dalga özgürleşmeye götüren yolun işçi sınıfının birliğinden geçtiğine vurgu yapmaktaydı. 1970’ler ve 1980’lerde yaşanan büyük çatışmalar,“siyah” teriminin kapsayıcı ve politik bir kategori olarak yerleşmesine sebep oldu. Thatcher’ın ilk yıllarında yaşanan politik yabancılaşma, polisin vahşi ırkçılığı ve yüksek seviyedeki genç işsizlik nedeniyle 1981’de siyahların ve Asyalıların yoğun olarak yaşadığı bölgelerde isyanlar patlak verdi – güney Londra’da Brixton, Birmingham’da Handsworth, Liverpool’da Toxteth ve Leeds’de Chapeltown’ın yanı sıra ülke genelinde başka il ve ilçelerde ayaklanmalar oldu. Muhafazakar Parti’nin korkusu, bu isyanların, ekonomik kesintiler ve işten atılmalar nedeniyle işçi sınıfı içinde giderek artan öfkeyi daha da artırabilecek olmasıydı. Hükümet, isyanların sebeplerini ve nasıl durdurulacağını araştırması için yüksek mahkeme hakimi olan Lord Scarman’ı görevlendirmişti. Suç Scarman’ın raporu kurumsal ırkçılık olduğunu kabul etmiyordu, aksine, problemin kaynağı olarak Karayipli ve Asyalı aileleri gösteriyordu. Scarman’ın önerdiği program, toplum destekli polislik ve iç şehirlere yatırımdı. Burada da, devlet, tıpkı Amerikan devletinin insan hakları hareketinin bazı kesimlerini satın aldığı gibi, siyah topluluklardan politik liderler seçilmesine karar verdi. İşçi Partisi içindeki solcular, finansal kaynak sağlayarak ve açık karar alma mekanizması oluşturarak topluluk gruplarını yerel yönetimle daha yakın ilişki içine sokmanın, demokrasiyi genişletmek ve siyah insanlara politik güç vermek için bir yol olduğunu öne sürmüşlerdi. O zamanlar, bu, bazılarına göre radikal bir fikirdi.
Fakat küçük bir grup siyah aktivist bu kararı böl ve yönet girişimi olarak değerlendirmişti. Ancak bu grubun da giderek artmakta olan siyah milliyetçiliği üzerine kurulu alternatifi de uygulanabilir bir seçenek sunmamaktaydı. Sadece-siyah toplulukları savunma kampanyaları kısa ömürlüydü ve mücadelelerin çok kültürlü gerçekliğini yansıtmıyordu. Sonuç olarak aktivistlerin bir kesimi rkçılığın herkes için kesin olarak sonlandırılmasının mümkün olmadığına karar verdi ve hedefini düşürerek gözünü küçük reformları kazanmaya çevirdi. Yerel yönetimler, finansal kaynak aktarma yoluyla kazandıkları etki güçlerini siyah mücadelelerinin terminolojisini değiştirmek için kullandılar. Politik bir kategori olan “siyah” teriminin yerine farklı etnisiteleri belirten bir dizi terimi kullanmaya yöneldiler– önce “siyah” ve “Asyalı” olarak böldüler, sonra giderek daha da daralttılar ve en sonunda Asyalı’ya Pakistanlı, Hintli, Bangladeşli, Çinli ya da Diğer Asyalı demeye başladılar. Belediye yardımı isteyen topluluklar artık önce belli bir etnisiteyi temsil ettiklerini kanıtlamak zorundaydılar ve ardından da azalan kaynaklar için diğer topluluklarla zorlu bir yarışa girmek durumundaydılar. Politikaları postmodern kimlik kavramları üzerine kurulu olan aktivistler bu değişimleri olumlu karşıladılar. Bu aktivistler, “siyahlık” kavramının küçük parçalara bölünmesinin doğru olduğunu, çünkü bu kavramın pek çok farklı ve kendine has baskı deneyimini gizlediğini öne sürdüler. Bu tip politikalar 1980’lerde ve 1990’larda solun büyük bir kısmını, özellikle de İşçi partili belediyeleri etkisi altına aldı. Bu etkinin pratikteki karşılığı ise, “siyah” teriminin politik anlam içeren kapsayıcı kullanımında merkezi bir öneme sahip olan dayanışma fikrinin zarar görmesi oldu. Aslında, dayanışmanın parçalanma süreci, bu dönemde Muhafazakar Parti’nin uygulamaları nedeniyle işçilerin yaşadığı oldukça ağır yenilgiler yüzünden zaten başlamıştı. Yükseliş Ne işçilerin mücadelesi ne de ırkçılığa ve faşizme karşı verilen mücadele 1970 ve 1980’lerdeki seviyeyi bir daha yakalayamadı. Kitleleri bir araya getiren geniş ittifakların kurulduğu zamanlar oldu 2000’lerin başındaki Stop the War (Savaşı Durdur) hareketi ile önce Britanya Ulusal Partisi’ne (BNP) sonra da English Defence League’e (İngiliz Savunma Birliği) karşı yürütülen kampanyalar gibi. Bu kitlesel hareketlerde birlik ve dayanışma duyguları hakimdi ve “Siyah Beyaz Birleşip Savaş”
19
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! gibi sloganlar tam yerindeydi. Fakat “politik olarak siyah” ifadesi de mücadeleyle beraber söndüğü için özgürlük yolunda kimliği araç olarak kullanan pek çok kişinin bu kullanımı değiştirmeye çalışması – ya da mücadelenin gerilediği dönemde çocuk olan bugünün gençlerinin bu ifadeye pek de bağlılık hissetmemeleri– şaşırtıcı değil. Son yıllarda ABD’deki radikal politikaların Britanya’daki aktivistler üzerindeki etkisinin arttığı göze çarpıyor, özellikle de ayrıcalıklılık teorisi ve bununla ilgili kavramların daha fazla yer bulmaya başladığı üniversitelerde. Öğrenci politikalarındaki etkisi tabii ki çok fazla olan akademisyenler uzun zamandır değişimin ve özgürleşmenin öznesi olarak işçi sınıfını göstermekten kaçınıyorlar. Black Lives Matter gibi ABD’de ortaya çıkan hareketlerin etkisi de çok fazla. Bu hareketlerin Britanya’daki insanlara ilham vermesi tabii ki çok güzel, ama Amerikan toplumuyla Britanya deneyiminin birbirinden farklı olduğunu gözden kaçırmamalıyız. Britanya’daki bazı aktivistler Black Lives Matter ile dayanışma eylemleri örgütlemiş ve bu hareketlerde liderliğin siyah insanlarda olmasına başlıca özen göstermişlerdir – ama bu, Britanya toplumunun gerçekliğine ve tarihine uymamaktadır, çünkü Britanya her zaman çok kültürlü olagelmiştir ve ABD tarihini tanımlayan ayrışmaya benzer bir durum bu ülkede yaşanmamıştır. Bu durum bazı aktivistlerin “beyaz olmayan insanlar” (people of colour) gibi kulağa oldukça kapsayıcı gelen ifadelerden medet ummasına sebep olmuştur. Fakat bu ifade, “siyah” terimindeki potansiyel güce sahip değildir. “Siyah” terimi bizi birleştiren bir şeyden, kolektif bir güçten yola çıkarak bizi güçlü bir grup yapar; “beyaz olmayan insanlar” ifadesi ise farklılıklarımızdan hareket ederek tek tek bireylerden oluşan bir grup kurar - bir kolektiften ziyade bir insan yığınını tarif eder. Tartışma her ne kadar değişmiş de olsa yaşadığımız sorunlar özünde 70 ve 80’lerdeki aktivistlerin yaşadıklarıyla aynı – hala derin bir yapısal eşitsizlik, kurumsal ırkçılık ve mağdurları suçlayan ırkçı saldırılara karşı karşıyayız. Fakat bugün ırkçılığın hedefindeki gruplar farklı; artık gözler müslümanların ve göçmenlerin üzerinde. Siyah Öğrenciler Kampanyası’nın geniş bir kesimini haklı olarak Arap ve Asyalı öğrenciler oluşturuyor. İslamofobi ve göçmen-karşıtı ırkçılığa karşı savaşıyor olmamız diğer siyah öğrencilerin mü-
20
cadelelerini göz ardı ettiğimiz değil, aksine, bu mücadeleyi önemsediğimiz anlamına gelir; bu da, daha büyük ve daha cesur olmamız gerektiği, devletin ırkçılığına karşı daha da istekle omuz omuza durmamız gerektiği demektir. Malia’nın başkan seçilmesinin ardından NUS içinde ırkçı saldırılar ortaya çıktı; tepkilerden bir tanesi de sağ kanadın başını çektiği bölünme kampanyasıydı. Malia’ya ve Siyah Öğrenciler Kampanyası’na saldırılmasının sebebi, birlikte hareket ettiğimiz zaman sahip olduğumuz gücün sağı korkutuyor olmasıdır. Malia, en etkili taktikleri öne sürdüğü için seçildi. Siyah Öğrenciler Kampanyası sağı korkutan örgütlenme türlerinden ve biz, NUS içindeki en örgütlü ilerici blok olan bu oluşumu korumak ve büyütmek için uğraşmalıyız. Farklı kesimler Bugün, birleşmeye ve birbirinden kopuk hücrelerimize çekilmemeye her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. “Politik olarak siyah” ifadesini bir kenara atmamalıyız, çünkü bu ifade hala ırkçılık karşıtı hareketi – bugün en çok ihtiyacımız olan hareketi bir arada tutabilecek güçlü bir potansiyele sahip. Irkçılık karşıtları olarak şimdiye kadar başardıklarımızdan dolayı gurur duymalıyız, fakat şimdi, Prevent uygulamasını durdurmak için, mültecilerin Britanya’ya alınmasını talep etmek için ve kurumsal ırkçılığı yerle bir etmek için birleşip harekete geçme zamanı. Çeviren: Özge Karakale
Irkçılığa karşı nasıl mücadele etmeliyiz?
Özdeş Özbay
Irkçılık, kapitalizme göbeğinden bağlı bir ideolojidir. Dolayısıyla kapitalizm varolduğu müddetçe de ortadan kalkmayacak. Ancak kapitalizm içerisinde ırkçı pratikler ve ırkçı örgütlenmeler ile mücadele edebilir ve hayatlarımızı kolaylaştıracak kazanımlar elde edebiliriz. Irkçılığa karşı mücadele öncelikle işçi sınıfı içerisindeki bölünmeyi giderecek politikalarla yapılabilir. Hemen her yaz görmeye alıştığımız turizm sezonunda çalışmaya gelen Kürt işçilere yönelik saldırılara ve Suriyeli göçmen işçilere yönelik saldırılara karşı bütün işçilerin birliğini savunan bir politik mücadeleyi sendikalarda hâkim kılmak zorundayız. Patronlara karşı bütün işçiler için eşit işe eşit ücret, asgari maaşın insani düzeyde yaşamayı sağlayacak seviyeye yükseltilmesi ve ayrım yapmaksızın her işçinin sendikalı olma ve toplu sözleşme hakkı kazanması en önemli adımlar olacaktır. Sendikalarda ve sol gruplardaki ulusalcı ideolojinin işçi sınıfının değil kapitalistlerin çıkarına olduğunu anlatmak ve bu fikirleri bütün işçi örgütlenmelerinden temizlemek gerekir. Türk Metal-İş gibi faşist sendikacıların yönetiminde olduğu sendikaların Ergenekon ile işbirliği yaptıklarının ortaya çıkması bir tesadüf değil. TEKEL direnişi, Şişecam grevi ve en son Metal-İş grevinde olduğu gibi sendika bürokrasisini greve zorlayan ve mücadeleye egemen sınıfın fikirleri altında yani ırkçılığın etkisi altında giren işçiler Kürt işçilerle
omuz omuza mücadele ettikçe bu fikirlerinden arınabiliyorlar. Ancak sendika yönetimleri barış sürecine destek veren hiçbir açıklama yapmayarak, savaşa değil emekçiye bütçe talebini yükseltmeyerek egemenlerinin yanında koltuklarını koruma kaygısı ile davranıyor. Sendikalardaki bu yönelimi yenmenin yolu işçilerin aşağıdan birleşik mücadelesi olacaktır. Irkçı propagandaya karşı sokakta mücadele Irkçılığa karşı mücadelenin bir diğer yöntemi de sokakta verilecek hegemonya mücadelesidir. Almanya’da ırkçı PEGİDA’nın göçmenlere karşı yaptığı eylemler her defasında karşısında onbinlerce ırkçılık karşıtını buluyor. Bu sayede ırkçılar birçok şehirde yürüyüş yapamıyor. Yunanistan’da krizin faturasını göçmenlere çıkaran faşist Altın Şafak işçi sınıfını bölerek burjuvaziye kendini ispatlamaya çalışıyor. Ancak anti-faşist solun verdiği mücadele sayesinde birçok yöneticisi içeri tıkılabiliyor. Amerika’da siyahlara karşı arka arkaya yaşanan polis cinayetleri aylardır yüzbinleri sokağa döküyor. “Siyahların hayatı önemlidir” diye başlayan eylemlere çok sayıda siyah olmayan aktivist katılıyor. Giderek yayılan eylemler okul, meydan ve işyeri işgallerine kadar varmış durumda. Ayrımcılığa karşı başlayan eylemler giderek sistem karşıtı eylemlere doğru evriliyor. Siyahların yaşam koşulları ve gelir dağılımdaki adaletsizlik giderek daha fazla öne çıkmaya başlıyor. Özellikle Noel öncesi alışveriş
21
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! haftasında işgal edilen AVM’lerde “devimi durduramazsınız devrim biziz” sloganları atan göstericiler 2008’de yaşanan krizin bir sonucu olarak yaşanan yoksullaşmaya da dikkat çekiyorlar. Ermeni soykırımı ve Kürt sorunu Türk burjuvazisinin ilkel sermaye birikimi olan Ermeni soykırımı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşunun başlangıcıdır. Müslüman olmayan halklara yönelik devlet temelli nefret soykırımın yüzüncü yılında önemli bir mücadele alanı oluşturuyor. Türk milliyetçiliği, Türk işçileri kendi devletinin ve dolayısıyla burjuvazisinin yanında yer almaya iten en güçlü silah. Hrant Dink’in cenazesinde yürüyen yüzbinlerin attığı “hepimiz Hrant’ız hepimiz Ermeniyiz” sloganı bu nedenle Türk burjuvazisinin resmi ideolojisi olan Türk milliyetçiliğine çok ağır bir darbe vurmuştu. Devletin bütün mekanizması harekete geçerek birkaç ay sonra Cumhuriyet Mitingleri örgütlemişti. Ermeni soykırımının tanınması Türk burjuvazisi için kirli ilişkilerinin ortaya saçılması ve elbette el koydukları malların tazminatını ödemek anlamına geldiği için kabul edilemez bir talep. Sosyalistler için ise devletin burjuvazi ile olan ilişkisini teşhir ederek işçileri Türk milliyetçiliğinden koparmaya ve devlete karşı mücadele etmeye yarayacağı için devrimci bir taleptir. Kürt sorunu ise Türk milliyetçiliğini krize sokan en önemli sorun. Türkleştirilmesi başarılamayan Kürtlerin onlarca yıldır verdiği mücadele Türk devletini inkâr politikalarından vazgeçmeye zorladı. Ancak Kürtlere yönelik ırkçı politikalar hala devam ediyor. 1990’larda boşaltılan köylerden Batı’ya gelen Kürtler ucuz işgücünün en kalabalık kesimini oluşturuyor. Solun ve sendikaların uzun yıllar Kürdistan’daki kirli savaşa ve Batıdaki sömürüye karşı sessiz kalması birçok direnişte Kürt ve Türk işçilerin birleşik mücadelesi önünde engel olageldi. Kürt halkının eşit koşullarda yaşamak yönündeki taleplere verilecek destek işçi sınıfını bölen en güncel sorunlardan birinin ortadan kalkmasına yol açacaktır.
Avrupalı bir tür olan Homo neanderthalensis, Afrikadan çıkıp Avrupa’ya gelen Homo sapiens ile karşılaşıyor ve koyu tenli olan sapiens türü ile açık tenli olan neanderthalensis karışıp melez türleri oluşturuyorlar. Homo neanderthalensis türünün bundan 40 bin yıl kadar önce Avrupa’da yaşanan aşırı soğuklar nedeniyle yok olduğu düşünülüyor. Aynı dönemde Avrupa’da bulunan Homo sapiens’in ise daha gelişmiş olan sosyal dayanışma davranışları sayesinde diğer türler arasında hayatta kalmayı başaran tek kuyruksuz maymun türü olduğu kabul ediliyor. Tarihi türler üzerinden değil de ırklar üzerinden anlatan tarih tezleri bu gerçeklere aykırı bir şekilde sanki farklı insan türleri ve aralarında genetik farklılıklar varmış gibi anlatıyor. Oysa insan yani Homo sapiens aynı türün bir parçası. Bu tür dünyaya yayıldıkça farklı kültürler meydana getiriyorlar ve yaşam çevrelerine adapte olurken fiziksel farklılar ortaya çıkıyor. Bu fiziksel ve kültürel farklılıklar 19. yüzyılda ırklar ve milletler olarak teorileştirildi. Irkçılık nasıl ortaya çıktı? Irkçılığın 19. yüzyılda Avrupa’da ortaya çıkması bir tesadüf değildir. Sınıflı toplumlar bereketli hilal denilen Mezopotamya ve Mısır arasında topraklarda ortaya çıktığından beri farklı dillerden, dinlerden ve ten renklerinden insan grupları birlikte yaşıyordu. Bu gruplar arasında birçok ezen ezilen ilişkisi olmakla birlikte ten rengi üzerinden bir üstünlük ilişkisi yoktu. Kölelik Antik Yunan’da ve Roma’da siyahlara özgü bir durum değildi örneğin.
İnsanlık tarihinin Alman, İngiliz, Türk gibi ırkların tarihi olduğu anlatısı kapitalizmin ve ulus devletlerin ortaya çıkmasından beri hâkim olan anlatıdır. Oysa bilimsel gerçekler bize ırk diye bir şey olmadığını gösteriyor.
15. yüzyılda başlayan keşifler ve sömürgecilik Avrupalıların kendilerini üstün görmelerine neden olmaya başlamıştı. Avrupalıların savaş silahlarında sahip oldukları teknolojik üstünlük Amerika’da ve diğer ülkelerdeki yerli halkları kolayca ezmelerine neden oluyordu. Bu silah üstünlüğü Avrupa medeniyetinin diğerlerinden üstün olduğu inancını pekiştirirken birçok halkın toprağına ve doğal kaynaklarına zorla el koymayı yani “ilkel sermaye birikimi”ni meşrulaştırıyordu. Avrupalılar aşağı gördükleri halklara medeniyet götürdüklerini anlatarak sömürüyü meşrulaştırabiliyordu.
Günümüzdeki insan türü Homo sapiens diye bilinir. 200 bin yıl önce, Afrika’da ortaya çıkan Homo sapi-
Batı Avrupa’da kapitalizmin gelişmesi ile birlikte bir yanda toprağa bağlılıktan kurtularak kendi emek
Irk diye bir şey yoktur
22
ens, çeşitli kuyruksuz maymun türleri arasından hayatta kalabilen tek tür. Fakat 200 bin yıl önce henüz tek tür değildi. 2 milyon yıldır var olan Homo erectus ve kuzeyde yaşayan Homo neanderthalensis de vardı.
gücünü kendi “özgür iradesi” ile kapitaliste ücret karşılığı satan işçi sınıfı ortaya çıkarken öbür yanda da piyasaya daha fazla hammadde sunmak için geniş topraklarda siyah köleleri ücretsiz olarak çalışmaya zorlayan ırkçı pratikler ortaya çıkmaya başladı. Irkçılık, kapitalist toplumda köle emeği kullanılmasını meşrulaştırmanın ideolojisi olarak ortaya çıktı. Burjuvazi feodalizme karşı “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” vaat ediyordu ancak sermaye birikimini hızlandırmanın bir yolu olan köle emeğini açıklamak zorundaydı. Irkçı anlatıya göre yarı-insan olan, beyazlarla aynı yeteneklere sahip olmayan siyahların ücretsiz çalıştırılmaları onların fıtratında vardı. Bu sayede Afrikadan yüzbinlerce siyah ailelerinden ve topraklarından sökülerek Amerika’da fethedilen geniş tarlalarda köle olarak kullanılıyor ve üzerlerinden büyük servetler elde ediliyordu. Kapitalizm neden ırkçılığa ihtiyaç duyar? Irkçılığın Amerika’daki köle emeği şeklindeki uygulaması 1865’te kaldırıldı ancak ırkçılık Amerika’da hala farklı biçimlerde oldukça yaygın. Fransız devrimi ve Evrensel İnsan Hakları beyannemeleri yayınlandığından beri her insanın evrensel haklara sahip olduğu anlatılıyor ama Avrupa’da da ırkçılık sona ermedi. Nazilerin yenilmesi ırkçılığın bilimsel bir teori olduğu anlayışını ortadan kaldırsa da ırkçılık ortadan kalkmadı. Beyazların siyahlara, yerlilere veya Asyalılara üstünlüğü üzerine kurulu olan ideoloji Japonya kapitalizminin emperyalist aşamaya gelmesiyle Japonların diğer Asya halklarından üstün olduğu düşüncelerine veya Türk ulus devletinin kurulması ile birlikte Türklerin diğer Anadolu halklarından üstün oldukları düşüncelerine evrildi. Kapitalistlerin ucuz emeğe olan ihtiyacı ırkçılığın sürmesindeki ana nedendir. Günümüzde ırkçılık gelişmiş kapitalist ülkelerde göçmenlerin ucuz emek gücü olarak kullanılmasını meşrulaştırıyor. Bu sayede hem ucuz emek meşrulaştırılmış olunuyor hem de işçi sınıfı bölünmüş olunuyor. Çünkü bu anlatıda göçmen olmayan işçi üstün olan halktan olduğuna inandırılmış oluyor. Göçmen işçi onun sınıf kardeşi olarak görülmüyor patron da esas düşmanı olarak görülmüyor. Irkçılık, ekonomik kriz anlarında ise suçu göçmenlerin sigorta sistemini sömürmelerine, çok çocuk yapmalarına ve aslında beyazların hakkı olan işleri yapmalarına atarak kriz nedeniyle biriken öfkeyi kapitalizme değil de göçmenlere karşı yönelterek önemli bir işlev görüyor.
Irkçılık günümüzde göçmen işçiler üzerinden işçi ücretlerinin düşmesini sağlıyor. Diğer yandan da işçi sınıfını bölen bir ideoloji olarak yine kapitalistlerin çıkarına işliyor. Türkiye'de ırkçılık, devletin kurucu fikri Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan Osmanlıcılık ve Turancılık gibi geniş topraklarda hükümdar olma düşünceleri gerçekçiliğini yitirince milliyetçilik ve Anadolu’da Türklerin üstünlüğüne dayanan bir kapitalist ulus devlet kurma fikri İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde güçlendi. Ancak ortada bir sorun vardı. 1914 yılında yapılan nüfus sayımına göre Güney Kürdistan’ın da içinde olduğu bugünkü sınırlardan biraz daha geniş olan sınırlar içerisinde Müslüman olmayan halkların oranı %20 idi. Toplam 13 milyon olan nüfusun 3 milyonu Müslüman değilken geriye kalan 10 milyonun da önemli bir kısmı Kürtler, Çerkezler gibi Türk olmayan halklardan, Türk olanların ise önemli bir yüzdesi Sünni olmayan halklardan oluşuyordu. İTC’nin kendisine kurucu halk olarak seçtiği SünniTürklerin üstünlüklerini diğer halklara kanıtlaması gerekiyordu. İttihatçılar 1. Dünya Savaşı’nı fırsat bilerek 1915’te Ermenileri soykırıma uğrattılar, İttihatçıların isimlerini Kuvay-i Milliye olarak değiştirmesinden sonra da hem “kurtuluş savaşı” dedikleri savaş sırasında hem de sonrasında yapılan Mübadele ile Rumların büyük çoğunluğunu Anadolu’dan temizlendi. Müslüman olmayan halkların bütün topraklarına, şirketlerine ve paralarına el kondu. Türk burjuvazisi bu ilkel sermaye birikimi üzerinde yükseldi. Diğer Müslüman halklara karşı ise asimilasyon politikaları uygulandı. 1930’larda kafatası ölçmeye kadar varan Türk ırkçılığı biryandan da Kürtlerin dağ Türkleri olduğunu “bilimsel” olarak kanıtlamaya çalışıyordu. Türklerin ne kadar üstün bir ırk olduğu, bütün başlardan üstün olan başlara sahip olduğu anlatısı kapitalist kalkınma hamlesi için gereken ideolojik kılıfı da sağlıyordu. Sosyalist İşçi
Kapitalist sermaye birikimin temeli olan değişken sermaye yani canlı iş gücü ne kadar ucuz olursa kapitalist o kadar fazla artı değere el koyabilir.
23
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De!
Sınırsız bir dünya için İnsanlık tarihi boyunca hep göç etti. Ancak savaşlardan, yoksulluktan veya iklim değişikliğinden milyonlarca kişinin kaçması, kapitalizmin yarattığı modern bir fenomen. Birleşmiş Milletler’in 2017 yılı verilerine göre dünyada evini bırakıp kaçmak zorunda kalmış 65,6 milyon insan bulunuyor. Bunların 22.5 milyonu yurt dışına kaçan mülteciler. 10 milyonu herhangi bir devletin yurttaşı değil. BM’nin verilerine girmeyen 20 milyona yakın da iklim mültecisi var. Bunlarla birlikte düşünüldüğünde, dünyadaki her 90 kişiden biri göçmen durumunda. Sizin bu paragrafı okuduğunuz bir dakikalık süre içerisinde 20 kişi daha göçmek zorunda kaldı. Tüm mültecilerin yarısını çocuklar oluşturuyor ve 100 bin çocuk, anne ve babasını kaybetmiş veya onlardan ayrı bir ülkede yaşamak zorunda. Kapitalizmin efendileri, çoğunlukla kendilerinin çıkardığı veya müdahil olduğu savaşlardan, yarattıkları yoksulluktan veya iklim değişikliğinden kaçan insanları kendi ülkelerine kabul etmek istemiyor. Mültecilerin yalnızca %18’i Avrupa ülkeleri veya ABD’ye göçmüş durumda. Geri kalanı Afrika, Ortadoğu ve Güneydoğu Asya ülkelerinde yaşıyor. Batı emperyalizmi mültecileri “kriz” sebebi olarak görüyor. Oysa mülteciler, onların yarattıkları krizden kaçmış insanlar. İsrail tüm dünya çapında 5 milyon mülteci yarattı. Yalnızca Afganistan işgali bir 5 milyon mülteci daha oluşturdu. 1970’lerde İngiltere’deki Genç Asyalılar Hareketi’nin sloganında denildiği gibi: “Biz buradayız, çünkü siz oradaydınız”.
24
Ozan Tekin
Batı demokrasisinin iflası AB ülkeleri ve ABD bir yandan mültecilere kapılarını kapatıyor; sınır kontrolleri artırılıyor, duvarlar örülüyor. Ancak OECD’nin hazırladığı bir rapora göre, ekonomik büyümenin durmasını engellemek için Batı’nın 2016’ya kadar 50 milyon göçmen işçi alması gerekiyor. Yani mülteciler, daha iyi bir yaşam umuduyla Batı ülkelerine varmayı başarırlarsa, orada da bu kez ucuz işgücü olarak sömürülüyorlar. Tel örgüler, duvarlar, sınırları koruyan ortak “güvenlik” aygıtları; Batı’nın mültecilere yönelik tutumu, kapitalizmin sözde “demokratik” değerlerinin maskesini düşürüyor. Yalnızca ABD’de göçmenlerin ailelerine gönderdikleri paralardan bankaların kestiği havale masrafları üçte iki oranında azaltılsa, tüm dünyanın mültecilere harcadığı paradan daha fazla tasarruf edilmiş oluyor. Kapitalizm milyonlarca göçmen için bunu dahi sağlayamıyor. Merkez hükümetler, aşırı sağın yükselişini mülteci düşmanı politikalarına gerekçe olarak kullanmak istiyorlar. Kendileri böyle yapmadığı takdirde daha sağcıların gelip yapacağını söylüyorlar. Ancak durum tam tersi; ırkçı, sağ popülist veya faşist hareketler, merkez neoliberal politikacıların yarattığı iklimden yararlanarak mülteci düşmanlığına zemin yakalayabiliyorlar. Irkçılıkla mücadele Göçmenler gittikleri her ülkede dışlanma, yoksulluk ve ırkçılıkla karşı karşıya kalıyorlar. O ülkelerdeki yerleşik güçler, sağcılar veya ırkçılar, toplumlarındaki sorunların kaynağı olarak işaret
edecekleri bir günah keçisi bulmuş oluyorlar. İşsizlik mi arttı? Mülteciler daha ucuza çalışarak işlerimizi elimizden aldığı için. Suç oranları mı arttı? Mülteciler çalıp çırptıkları için. Bütün bu argümanlar, egemen sınıfa, sıradan insanların günlük hayatlarında yaşadıklarına olan öfkelerini yöneltebilecekleri yeni bir insan grubunu sunuyor. Böylelikle burjuva siyasetçilerin ve patronların rolünü görünmez kılmaya çalışıyorlar. Mülteci düşmanı propaganda büyük ölçüde yalanlara ve önyargılara yaslanıyor. Türkiye’de Suriyeliler toplumun en fakir, en savunmasız ve saldırıya açık kesimi olmalarına rağmen, iddia edilenin aksine suça karışma oranları Türkiyelilere göre katbekat daha düşük. Mültecilerin “kültürümüzü bozduğu” ise Türkiyelilerin Araplara göre üstün bir kültüre sahip olduğu yönündeki milliyetçi ve yanlış bir varsayımdan kaynaklanıyor. Türkiye’de yıllardır Ermenilere, Yahudilere, Rumlara veya Kürtlere yönelik ayrımcılığa karşı mücadele eden herkesin, bugün de Suriyeli mültecilere yönelik bu ırkçı argümanlara karşı birleşmesi gerekiyor. Birleşen işçiler yenilmezler Öte yandan, Suriyeliler hayatta kalabilmek için inşaat ve tekstil başta olmak üzere birçok sektörde en kötü koşullarda kayıt dışı çalışıyor. Asgari ücretin yarısı kadar ücrete, sigortasız, günde 13 ila 16 saat çalışarak ailelerine bakmaya çalışıyorlar. Bu koşullarda Türkiye’de yaşayan diğer yurttaşların işsizlik veya yoksulluk sebebiyle Suriyelileri suçlamaları, sadece patronların işine yarar. Sermaye sahipleri, kendilerinin çıkarına olduğu için mültecileri köle gibi çalıştırıyorlar. Dolayısıyla ücretleri düşüren Suriyeliler değil patronlar. Suriyeli ve Türkiyeli işçiler patronlara karşı birleşir ve mücadele ederlerse, hem işlerini kazanabilirler hem ücretlerini artırabilirler.
sel emperyalistlerin müdahalelerinin sonucunda ülkelerinden kaçmak zorunda kalmış durumda. Mülteciler yalnızca durumlarına üzüleceğimiz zavallı varlıklar değiller; gittikleri yerlerde bizzat tarihsel değişimin öznesi olacak işçi sınıfının parçası hâline gelecekler. Bundan birkaç yıl önce, Avrupa devletleri göçmenlerin rotası üzerindeki sınırları kapattığında, milyonlarca mülteci haftalarca eylem yaparak, kitlesel ve kolektif olarak mücadele ederek, dikenli telleri aşmayı ve Batı ülkelerine ulaşmayı başarmıştı. Bu süreçte Avrupa’daki solcu toplumsal güçler onlarla muazzam bir dayanışma göstermiş, hem kendi devletlerinin ırkçılığına karşı çıkmış hem de yol üzerindeki mültecilere fiziksel olarak yardım götürerek onlarla dayanışma göstermişlerdi. Türkiye’de de mültecilere karşı kurulan “milli mutabakat” ortamına karşı sesimizi yükseltmeli, mülteciler için bir şeyler yapan tüm grup ve örgütlerin bir araya gelmelerini sağlamalıyız. Sayacıların sınıf temelli bir birliktelik sağlaması, ırkçılığı yok ederek Suriyelilerle Türkiyelilerin kardeşliğinin nasıl sağlanacağı konusunda bize doğru yolu gösteriyor. Sosyalist İşçi
Geçtiğimiz aylarda şahit olduğumuz saya işçilerinin mücadelesi, bunun mümkün olduğunu gösteriyor. İstanbul’dan saya işçisi Muhammed, İkitelli’de Suriyeli ve Türkiyeli sayacıların birleşerek iş bıraktığını, onların kazandığını; Gedikpaşa’da ise Türkiyeli sayacıların Suriyelilere destek vermemesi, onlar kaybederse kendilerinin işlerini alacaklarını düşünmesi sonucu mücadelenin kaybettiğini aktarıyor. Umut var mı, nerede? Arap Baharı’yla birlikte kendi diktatörlerine karşı ayaklanan milyonlarca kişi, hem kendi yerel egemen sınıflarının hem de onlarla işbirliği yapan küre-
25
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De!
Ülkesinde Suriyeli istemeyenler Sinan Laçiner Marx ve Engels, Komünist Manifesto’ya “Avrupa’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor. Bu hayalet komünizmin hayaletidir” diye başlamıştı. Şu ara Türkiye’nin (ve dünyanın) üzerinde de çeşitli hayaletler dolaşıyor, ama bunlar pek o kadar hayırlı sayılmaz. Bu tatsız hayaletlerden başlıcası (sağ popülizm, militarizm ve otoriterleşmenin yükselişiyle birlikte) göçmen karşıtı ırkçılık. Anayasa referandumu ve sonuçları üzerine şekillenen gündem içerisinde tali bir mesele gibi arka plana atılmış olsa da, ardı arkası kesilmeyen saldırılar ve en son Hrant Dink Vakfı’nın açıkladığı medyada nefret söylemine ilişkin rapor, meselenin yakıcılığını ortaya koyuyor. Rapora göre Suriyeliler, Ermenilerin ardından az bir farkla nefret söyleminin en çok hedef aldığı ikinci grup. Suriyelilerin yaşadıkları bölgelerden kovulmasına dönük örgütlü linç girişimlerindeki artış eğilimi de raporda açığa çıkan tehlikenin gündelik hayata yansıyan somut veçhesini oluşturuyor. Öncelikle göçmenler/mülteciler ve göçmen karşıtlığı biçimindeki ırkçılığın küresel çapta bir sorun olduğunu vurgulamak gerek. Tam da bu yüzden, Birleşmiş Milletler’in ve çeşitli uluslararası kuruluşların raporlarına göre bir ülke olsalar en kalabalık ülkelerden biri olacakları ama dağınık biçimde bulundukları coğrafyalarda yalnızca geleceklerine ilişkin belirsizlik ve yokluk/yoksulluk ile değil aynı zamanda ırkçı dışlama ve saldırganlıkla da mücadele etmek zorunda bırakıldıkları vurgulanıyor. Son yıllarda dünya gündeminde daha çok yer etse de, göçmenlik/mültecilik kapitalist üretim biçimi ve ulus-devletlerin veri olduğu, büyük savaşlar ve kitlesel kıyımlarla örülü modern tarihin özellikle son yüz yılında hep önemli bir sorun olageldi.
26
Bundan 70 yıl kadar önce Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda göçmenler ve mültecilerden şöyle söz etmişti: “Anayurtlarından ayrıldıklarında artık yurtsuzlardı, devletlerini bıraktıklarında artık devletsizlerdi, insan haklarından yoksun bırakıldıklarında artık haksızlardı, yeryüzünün posasıydılar”. “Yeryüzünün posası” yerinde bir tabir gibi görünse de, ben göçmenler ve mülteciler için Arendt’ten on yıl kadar sonra, başka ama gayet benzer bir bağlamda kullanılan “yeryüzünün lanetlileri” sıfatını tercih ediyorum. O halde bu sıfata ilişkin bir hatırlatmayla başlayalım. “Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri” Cezayir bağımsızlık mücadelesi ve sömürge karşıtı hareketlerin sembol isimlerinden Frantz Fanon, bir dönem bayrak olan kitabı Yeryüzünün Lanetlileri’ni yazarken bu nitelemeyi 19. yüzyılda örgütlü mücadele deneyimi biriktirmekte olan batılı kapitalist ülkelerin proleteryasına ait bir marştan esinlenmişti. “Ayağa kalkın yeryüzünün lanetlileri, ayağa kalkın açlığın forsaları” diyen coşku ve öfke dolu bir marştı bu. Gerçekten de uzun 19. yüzyılda son derece ağır koşullar altında günde 18 saate varan sürelerle çalıştırılan ve karşılığında salt varlığını sürdürmeye yetecek sefalet ücretleriyle yaşamaya mahkûm edilen sanayi proleteryası, gerçek anlamda yeryüzünün lanetlileriydi. Kapitalist birikimin tüm ezası ve cefası onların omuzlarına yüklenmişti ama en temel haklardan yoksun ve sürekli aşağılanan, dışlanan modern kölelerdi. Fanon kitabına bu adı verirken yine yoksullaştırılmış, mülksüzleştirilmiş olanları, ama artık kapitalist ülkelerin proleteryasını değil sömürgeleştirilmiş halkları işaret ediyordu. Bu
sömürgeleştirme bir yandan doğal rezervleri ve pazarıyla toprakların, diğer yandan da emek güçleriyle o topraklar üzerinde yaşayan halkların bedenlerinin sömürgeleştirilmesi biçiminde işliyordu. Bu biçimiyle konum ve kaderleri işçi sınıfınınkiyle birleşen sömürgeleştirilmiş “yerli”, yalnızca köleleştirilen bedeni ile emek gücünü kiralamanın sonuçlarına katlanmıyor, aynı zamanda da kendisinde yüksek ahlakî vasıflar vehmeden sömürgeci beyaz adamın onu sürekli aşağılayan, değersizleştiren, “saf kötü” olarak resmeden ırkçı kibrine de maruz kalıyordu. Fanon’un ifadesiyle: “Sömürgeci, sömürge halkının alanını fiziksel olarak, yani ordu ve polis yardımıyla sınırlamakla tatmin olmaz. Sömürgeci, sömürge talanının totaliter karakterini sanki açıklamak ister gibi sömürge halkını bir tür katmerli kötülüğe dönüştürür… Yerlinin ahlak kurallarına duyarlı olmadığı ilan edilir. Yalnızca değersiz olmakla kalmadığı, aynı zamanda değerleri inkâr ettiği de ilan edilir. Başka deyişle o mutlak kötüdür. Yanına yaklaşan her şeyi yok eden çürütücü bir element, estetik ya da ahlakla ilgili her şeyi biçimsizleştiren yıkıcı bir unsur, uğursuz kör güçlerin bilinçsiz ve çaresiz bir aracıdır.” Fanon’un bu kült çalışmasının üzerinden geçen yaklaşık 60 yıl içerisinde yeryüzünün ve “lanetliler”in durumunda birçok değişiklik oldu elbet. Başlıca değişim, sömürgeleştirilen halkların bağımsızlık mücadelelerinde başarılı olup kendi ulus-devletlerini inşasıydı. Ancak bu başarı, artık batılı beyaz sömürge valileri tarafından değil de bizzat o halkların fertlerinden oluşan bir yönetici sınıf tarafından ve o sınıfın damgasını taşıyan bir bayrağın altında yönetilmenin dışında lanetlilere yeni bir şey sunmadı. Sözkonusu yönetici sınıf, kendilerini geçmişte doğrudan sömürge kılan emperyalizm ile uzlaşı içinde işleyen diktatörlükler inşa ederek sermayenin iktidar etrafında kümelenmiş dar bir oligarşi ile emperyalistler arasında paylaşıldığı katmerli bir sömürü çarkını işletmeye devam etti. Tüm eski sömürgelerde değilse de Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da 2010’lu yılların başı, “kendine ait” yanılsamasıyla cilalanmış bir vatanda yaşama avuntusuyla daha fazla yetinmek istemeyen Arap halklarının yoksulluk, emek sömürüsü ve despotizmin iç içe geçtiği baskı rejimlerine kitlesel olarak başkaldırdığı bir dönem olarak tarihe geçti. Neoliberal birikim rejiminin bir süredir içinden geçmekte olduğu krizin de ivmelendirdiği bu “Arap baharı” ayaklanmaları, birçok ülkede mevcut dikta yönetiminin devrilmesiyle gerçek anlamda devrimci bir dip dalgası olarak rüştünü ispat etti. Ne var ki
bu süreç her yerde yönetim değişikliği başarısını elde edemediği gibi, başarıldığı yerlerde de devrimin başı bir süre sonra ezildi. Bunun anlamı da milyonlarca insan için ağır yıkım, ölüm ve göç oldu. İşte 2010’lu yılların hemen başlarında şekillenen bu tablo, gerçekten de göçmenleri ve mültecileri günümüzde yeryüzünün lanetlileri kılan süreç olarak okunabilir. Tam da bu dönemde ABD’de seçim propagandasını “Müslümanları sınır dışı etme” gibi “vaatler” üzerine kurmuş Trump gibi ırkçı/islamofobik bir figürü başkanlığa taşıyan sağ popülizm rüzgârı, pek çok yorumcu tarafından büyük ölçüde Afrika, Ortadoğu ve İslam coğrafyası kökenli göçmenlerin yayılımı ile bağlantılandırıldı. İngiltere’de Brexit olarak adlandırılan AB’den çıkış referandumunda da göçmen karşıtı ırkçılık, yine pek çokları tarafından sonucu şekillendiren birincil faktör olarak yorumlandı. Fransa’da ırkçı Le Pen’i neredeyse başkanlığa taşıyacak yükseliş, Macaristan, Polonya ve Avusturya gibi Orta Avrupa ülkelerinde yine göçmen karşıtı söylemleri öne çıkaran sağ popülist siyasal liderliklerin yükselişi ve daha bir dizi benzer örnek, ülkesinde yaşayamaz hale getirildiği gibi bir de bedeni ve emeği en acımasız biçimde sömürülen ve kimliği nedeniyle aşağılanan göçmenleri yeryüzünün yeni lanetlileri olarak görmek için yeterli veriler oldu. “Suriyeli sorunu” Türkiye ise göçmenlik meselesinde çok kilit bir noktada duruyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin 2017 raporuna göre dünyada en çok mülteci barındıran ülke, yaklaşık üç milyon kişi ile Türkiye ve bu mültecilerin büyük çoğunluğunu, en fazla mülteciye kaynaklık eden Suriye’den gelenler oluşturuyor. 2011’den bu yana bu rakamı ortaya çıkaran zorunlu göçler, yaygın (ve fevkalade yanlış) biçimde “Suriyeli sorunu” adı ile Türkiye’de de Batı'dakine benzer bir göçmen karşıtı ırkçılığı güçlü biçimde tetiklemiş durumda. Ama Türkiye’deki durum, bazı farklılıklar barındırıyor. Bunların başlıcası, Türkiye’deki bu üç milyon insanın resmi olarak mülteci sayılmaması. Mültecilerin Statüsüne İlişkin 1951 Sözleşmesi’ne göre mülteci “ırkı, dini, milliyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasî düşünceleri nedeniyle zulüm göreceği konusunda haklı bir korku taşıyan ve bu yüzden ülkesinden ayrılan ve korkusu nedeniyle geri dönemeyen veya dönmek istemeyen kişi” olarak tanımlanıyor. Türkiye’deki Suriyelilerin durumu bu tanıma uyuyor, ancak Türkiye Avrupa’dan gelenler dışında kimseyi mülteci olarak tanımıyor. Bu da Türkiye’deki Suriyelileri “geçici koruma” adlı, pek çok mültecilik hakkının tanınmadığı belirsiz bir
27
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! statüye mahkûm ediyor. Erdoğan’ın miting meydanlarında Suriyelileri uluslararası hukukta hiçbir karşılığı olmayan “misafirlerimiz” ifadesiyle anması da bundan. Yine de Suriyeliler, kendisinden misafirperverliği ile nam salmış bir millet olarak bahsetmekten pek hoşlanan insanların ülkesinde bunu haklı çıkaran bir ihtimam ve ağırlama ile karşılansalardı belki bu sınırlı haklar ve belirsiz statü meselesini önemsemeyebilirlerdi, ama durum böyle değil. Gaziantep, Kilis, Hatay gibi sınır şehirler başta olmak üzere tüm ülkede Suriyelilerin başlarına ilk gelen, kaçak ve sudan ucuz işgücü olarak emek piyasasına sürülmeleri oldu. Kadın ve hatta çocuk olanlarınsa belirli şebekeler tarafından seks işçiliği amacıyla kullanıldıkları, köle pazarı benzeri pazarlar oluşturularak alınıp satıldıkları çeşitli haberlere ve uluslararası kuruluşlarca hazırlanan raporlara yansıdı. Sonuç olarak Suriyelilerin Türkiye’deki varlığı hak temelinde ve bunun getirdiği terimlerle değil onları kullanışlı bir dış politika malzemesi kılmaya elverişli hayırseverlik terimleriyle konuşulunca, bulundukları her yerde ırkçı saldırıların hedefi kılınmaları fazla gecikmedi. Kimi zaman kendiliğinden, ama çoğu kez örgütlü faşist saldırılar, bir yanda devletin diğer yanda da bu saldırıları olağan şüpheli göçmenlerle “halk” arasında “tehlikeli gerginlik” diye sunan medyanın açtığı alan sayesinde günden güne arttı. Suriyelilerin devamlı suç işlediği, kadınları taciz ettikleri, sınavsız üniversite eğitimi ve yüklü devlet yardımı aldıkları veya ucuza çalışıp işlerimizi elimizden aldıklarından başlayıp pis oldukları, zaten geçmişte “arkamızdan hançerledikleri” veya hepsinin cihatçı teröristler olduğu biçimindeki ırkçı klişelere varana kadar her tür melanet Suriyelilerin hanesine yazılarak sistematik ırkçı saldırılar meşrulaştırılmaya çalışıldı. “Ülkesinde Suriyeli istemeyenler” koalisyonu Türkiye’de yaşanan durumu Batı'dan farklılaştıran diğer bir noktayı da vurgulamak gerek. Batıda göçmen (ve Müslüman) karşıtlığı temelinde yükselen ırkçılık, tartışmaya kapalı biçimde ırkçı sağ siyasî parti ve oluşumlar tarafından yükseltilmeye çalışılır, ama sokak dahil olmak üzere her yerde karşısında ırkçılık karşıtı sol siyasî yapıları bulur ve merkez sol kitle partileri de bu ırkçılık karşıtı duyarlılığı taşır. Türkiye’de ise Suriyeli karşıtı ırkçılık salt faşist yapılanmalarda değil başta CHP olmak üzere kendisini solda tanımlayan kimi parti ve çevrelerde de kolaylıkla müşteri bulabiliyor. Tıpkı Kürt düşmanlığı veya soykırım inkârcılığında olduğu gibi “ülkesinde Suriyeli istemeyenler” koalisyonu kurulduğu anda
28
CHP’liler ve onun ideolojik nüfuz alanındaki benzer yapılardan insanlar hemen orada bitiveriyor. Referandum öncesi sürecin Suriyeli göçmenlere solun bu kesiminin bakış açısı bakımından net bir katalizör olduğu söylenebilir. Referandumun olası iki sonucunun birbirine hayli yakın olduğunun görünmesi, "Hayır" sonucu için çalışan bu kesimin bir yandan Suriyelilere "Evet" yönünde oy kullandırılacağı, diğer yandan da "Evet" sonucu çıkması halinde Suriyelilere vatandaşlık hakkı tanınacağı yönünde iki ırkçı argümanın güçlü biçimde dolaşıma sokulmasına yol açtı. Suriyelileri “Kusura bakma diyerek geri göndereceklerini” çok önceden söyleyen Kılıçdaroğlu, referandum öncesi kritik üç ay içerisinde çeşitli yerlerde “bizim çocuklarımız onların ülkesi için savaşırken İstanbul’da para istifleyen”, “eczaneye hastaneye gidip para ödemeyen”, “dükkân açıp vergi vermeyen” Suriyelilerin vatandaşlığını referanduma götürmeyi teklif etti. Tuhaf bir takıntıyla kendisine ısrarla sol demekten vazgeçmeyen CHP, göçmen karşıtı ırkçılığın en bildik klişelerinin arka arkaya kullanıp toplumu Suriyeli göçmenler ile korkutarak saflarına güç devşirmeyi amaçladı. Kullanılan argümanların hemen tamamının maddî temelden yoksun olması bir yana, kendisini solda tanımlayan herkesin bu söylemler bütününe derinlemesine sinmiş ırkçılığı derhal teşhis etmesi ve bununla ortaklık etmek bir yana, en tavizsiz biçimde mücadele etmek gerektiğini bilmesi gerekir. Öncelikle göçmenleri açık ve yüz kızartıcı biçimde AB ile pazarlıklarda kullanılan bir koz, apaçık birer rehine olarak kullanan iktidar, hiçbir zaman Suriyelilerin tamamına verilecek bir vatandaşlıktan söz etmemiş, kendi sınıf konumuna uygun biçimde içlerinden bir tür “kalite testi” ile seçeceği sınırlı bir kesimin bu haktan yararlanacağını söylemişti. İnsanî değeri işe yararlığa indirgeyen bu piyasacı aklı mahkûm edip tüm Suriyelilere temel haklarının tanınmasını talep etmek solun/sosyalistlerin görevi, bu iktidar söylemi içerisinden “vatandaşlık vereceğiz”i cımbızlayıp Suriyelilere saldırı vesilesi kılmak ise ırkçıların işidir. Vatanın “öz evlatları” Dünyanın hemen her yerinde göçmenlerin ve mültecilerin, onların hak ve hukukunu daha çok gözeten sol partilere yöneldikleri bilgisi, bizim için bir anlam ifade etmelidir. Bunun yerine oy kullanmaları halinde Suriyelilere iktidara payanda olacak asalaklar topluluğu olarak bakmak da doğrudan ırkçı/milliyetçi önyargıların tezahürüdür. Benzer biçimde sosyalistlerce bizzat
sorunlaştırılması gereken vatandaşlığı, sınırlarla çevrili bir “vatan”ın aslî unsurlarına tanınmış özel ve korunması gereken bir mülk olarak tasarlayıp sınırları bu şekilde kutsamak ve ulusal ailenin dışında saydığı için göçmenlerden kıskançlıkla sakınmak da aynı cümledendir. Sınırların, sınırlar içerisinde tanımlanmış bir “vatan”ın ve o vatanın “öz evlatları”nın yüceltilip kutsanması ve böylelikle farklı ezilen sınıf katmanlarınınmilliyetçi bir kimlikler hiyerarşisi çerçevesinde birbirinin karşısına dikilmesi, bu sayede o sınırlardan hiç etkilenmeyen sermaye düzeninin ve en çok ezilenleri kıran savaş siyasetinin sürgit devam etmesini sağlayan egemen sınıf ideolojisinin yansımasıdır. Sermayenin vatanı yoksa, işçi sınıfının ve ezilenlerin de vatanı, bekçiliği yapılacak kutsal sınırları yoktur. Tam da bu bağlamda ve özellikle sosyalist hareketler açısından önemli olan, vatandaşlık bir yana mülteciliği de tanımayarak oy deposu değil ama en güvencesiz biçimiyle yedek işgücü deposu kılınan Suriyelilerin büyük kısmının açık bir biçimde Türkiye’de işçi sınıfının (geçici veya kalıcı) parçası olması hakikatidir. Bu hakikat, sosyalistlerin Suriyeli göçmenlere merhametle yaklaşılması gereken edilgin bir yardıma muhtaçlar topluluğu olarak değil, aktif eyleme kapasitesine sahip ve sınıf dayanışması içerisinde yan yana olunması gereken mücadele arkadaşları olarak yaklaşmayı gerektirir. Bunun önkoşulu, onlarla bir eşitler ilişkisi içerisinde konuşmak, gerçek anlamda temas etmek ve birleşik yapılar içerisinde örgütlenmektir. AltÜst Dergi
29
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De!
Komplo teorilerinin nesi yanlış? Geçtiğimiz aylarda komplo teorilerinin, bazen solun içinde de, giderek artan bir sıklıkla ortaya çıktığını fark ettim. Bana kalırsa bunun olmasının ciddi bir nedeni var. Dünya bir çalkantının içinde, toplum pek çok açıdan çöküyor; ekonomik kriz ya da krizler, iklim krizi, siyasi yabancılaşma krizi, skandalların yaygınlaşması, isyanlar vb. Bu, pek çok insan için çok korkutucu bir durum ve eğer bugün İrlanda’da olduğu gibi, işçi sınıfı hareketi açık bir yol önermiyorsa, insanlar cevap ararken her türlü yöne bakabilirler. Bu, özellikle solun göreceli olarak zayıf olduğu bir ortamda, insanlar yeni radikalleşmişse geçerli bir durum. Ancak bu fenomen ne kadar anlaşılır olsa da, komplo teorileri, hem dünyayı anlamanın hem de onu değiştirmenin önünde bir engel oluşturduğu için, bu aynı zamanda bir sorun. Bu nedenle, bu yazı dünyayı komplo teorileri üzerinden okumanın neden yanlış olduğunu inceleyecek. Bunu, genel terimleri kullanarak, Marksist bir analiz ile komplo teorisi arasındaki ilkesel farkları açıklayarak, toplumun yapısının ve iktidarın nasıl işlediğinin anlaşılmasında ilkinin neden ikincisinden daha derin bir açıklama sunduğunu göstererek yapacağım. Bu yöntemi tercih ettim, çünkü komplo teorisiyle uğraşırken ilgilenmeniz gereken bazı güçlükler var. Bunlardan biri, onlardan çok fazla olması; dolayısıyla bir teoriye inandırıcı bir cevap üretir üretmez, bir diğeri onun yerini almak için öne çıkıyor. Bir diğer güçlük ise, ne kadar saçma olursa
30
John Molyneux
olsun, bir komplo teorisini çürütmek için gereken çaba ve bilginin epeyce fazla olması. Örneğin, piramitleri uzaylıların yaptığı teorisini çürütmeyi bir deneyin. Üçüncü zorluk, Marksist bir analiz ile bir komplo teorisi arasındaki farkın, Marksistlerin komploların var olmadığını düşünmelerinden kaynaklanmaması. Aksine, telefon dinlemesi olayında ya da Irak savaşı konusunda halkın yanlış yönlendirilmesinde gördüğümüz gibi, siyasetçiler, işadamları, medya, polis vb zaman zaman komplolar kurarlar. Öyleyse genel anlamda komplo teorileri ile Marksizm arasındaki asıl farklar nelerdir? Ben temelde dört önemli fark olduğunu düşünüyorum. 1. Komplo teorileri ‘özel’ ya da ‘gizli’ bilgiye dayanır. Buna karşın sosyalizm ve Marksizm konusu, çoğunlukla bilinen ve herkes tarafından ulaşabilen bilgilere dayandırılabilir (ve dayandırılmalıdır da). Açıkçası ‘Kapital’ , Troçki’nin ‘Rus Devrimi Tarihi’ veya Chris Harman’ın ‘Halkların Dünya Tarihi’ gibi kitaplar, çoğu ‘sıradan’ insanın bilmediği bilgiler içerir; fakat bu klasik eserleri diğerlerinden ayıran, ‘şaşırtıcı’ gerçekleri ifşa etmeleri değil, olguların yorumlanması ve onların arasında kurulan bağlantılardır. Bu önemlidir çünkü var olan sistemin radikal bir eleştirisi geniş kitlelere ulaşacak ve onları etkileyecekse, bu eleştiri, çalışan insanların deneyimleriyle bağlantı kurmak zorundadır. Marksizm, önemli bir anlamda işçi sınıfı deneyimlerinin ve o deneyimlerden çıkan sonuçların genelleştirilmesidir. Aynı nedenle, saklı kanıtları ortaya çıkarmak için saatler süren özel araştırmalara dayanan fikirlere kitlesel destek kazanılması da hiçbir zaman mümkün olmayacaktır. Bu durum, hiçbir açıdan
komplo teorilerinin merkezi ya da temel bir karakteristiği olmasa bile, ilk olarak bakılabilecek yararlı bir göstergedir. 2. Marksistlerin ve komplo teorisyenlerinin, toplumun nasıl işlediği ve onu kimin işlettiği konusunda çok farklı görüşleri vardır. Çoğu komplo teorisinin merkezinde, çok az sayıda, gizli, seçkin ve hepsi birbiriyle iletişim hâlinde olan bir grup insan tarafından yönetilen, olmakta olan önemli her şeyi az ya da çok onların kontrol ettiği bir dünya düşüncesi yatar. Marksizm, toplumların toplam nüfusu içinde küçük bir azınlık olsa da, %1 diyelim, yine de geniş bir insan topluluğundan –İrlanda’da 40.000, Britanya’da yarım milyon kadar– oluşan egemen sınıflar tarafından yönetildiğini savunur. Dahası, onlar, başlarında egemen sınıfın üyelerinin bulunduğu hiyerarşik yapılar olan devlet aygıtlarının (ordu, polis, mahkemeler, hükümet organları vb) yardımıyla hükmederler. Komplo teoricisi bakış açısı, doğası gereği mantıksızdır çünkü bu kadar küçük bir grup, karmaşık modern bir toplumun yönetilmesi için gereken sayısız kararı alamaz, bu kararların alınmasını gözetleyemez bile. Eğer yapabilseydi bile, son derece istikrarsız olurdu ve kolayca devrilirdi. Gerçekte, büyük kapitalist ülkelerin rejimleri (özellikle Amerika Birleşik Devletleri), İkinci Dünya Savaşı’ndan beri dikkat çekecek derecede istikrarlı ve güvenlidir. 3. Komplo teorisyenlerinin iktidar yapısı anlayışını güçlendiren bir düşünce de, dünyayı yöneten grubun şahsi ilişki yoluyla kaynaşmış ‘sırdaş’lardan oluştuğudur. Marksist bakış açısının temelinde ise egemen sınıfı bir arada tutanın onların ortak çıkarları, özellikle işçileri sömürmekten olan ortak çıkarları olduğu fikri vardır. Bunu kavramak, durmaksızın gizli komplolar keşfetmeden de iş dünyasının ve hükümetin neden böyle davrandıklarını anlayabilmemizi sağlar. Her iki grup da kapitalizmin nesnel mantığıyla, yani rekabetçi sermaye birikiminin mantığıyla kısıtlanmıştır ve onlara bu mantık yön vermektedir. Komplo teorilerinde sistemin nesnel bir mantığı yoktur, bu durum da bize onun gelişiminin anlamak için en son komployu ortaya çıkarmak dışında bir seçenek bırakmaz. 4. Marx’ın ‘Kapital’de derin bir şekilde araştırdığı rekabetçi sermaye birikiminin mantığını kavramak, sadece egemen sınıfı neyin birleştirdiğini değil, onları neyin böldüğünü de anlamamızı sağlar. Bu sadece iki kapitalist için değil, iki kapitalist ülke için de geçerlidir. Dolayısıyla bu da, modern tarihte büyük rol oynayan yinelenen iç emperyalist çatışmaları ve savaşları anlamak için gereklidir. Komplo teorileri, egemenlerin birliğine (ve gücüne)
devamlı olarak olduğundan fazla değer biçer. Üstelik, egemenleri krize sokan kapitalizmin nesnel çelişkilerinin herhangi bir analizinden (Marksist aşırı üretim ve kar oranlarının düşme teorileri gibi) yoksun olduklarından, komplo teorisyenleri maksada mahsus ekonomik kriz açıklamaları üretirler. Sanki hisse senedi değerlerinde trilyonların yok olduğu büyük bir durgunluğa girilmesi ve üretici etkinliğin düşmesi sistemin çıkarınaymış gibi, çoğunlukla fantastik, krizlerin kasti olduğu açıklamasına (çünkü önemli her şey gizli yöneticiler tarafından planlanmış olmalıdır) geri çekilmek zorunda kalırlar. Sistemin son tahlilde hiç kimsenin kontrolü altında olmadığını açıklayan Marksizm’in aksine, komplo teorileri genel olarak tarih boyunca egemenlerin elindeki kontrol gücünü çok büyük oranda abartırlar. 5. Komplo teorileri, tarihin birbirini izleyen gizli komplolar olduğuna dair bir inancın ötesinde kapsamlı bir tarihsel gelişim teorisine dayanmaz. Dolayısıyla onlar, sınıflı toplumun kökleri ve yükselişi, feodalizmden kapitalizme geçiş, sanayi devrimin nedenleri gibi kapsamlı sosyal ve tarihsel değişimleri sınıflandırmak ve açıklamak konusunda bir işe yaramazlar. Güncel durumlarla ilgili spesifik Marksist analizler tarihsel materyalizmi temel alır. Tarihsel Materyalizm, Geoffrey de St.Croix’in‘Antik Yunan Dünyasında Sınıf Mücadelesi’ E.P. Thompson’ın ‘İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’, Christopher Hill’in ‘Dünya Altüst oldu’ ve güçlü bir sentez olan Chris Harman’ın ‘Halkların Dünya Tarihi’ gibi en iyi kalitede tarihsel çalışmaları mümkün kılan genel bir teoridir. Komplo teorilerinin bununla karşılaştırılabilecek itibara sahip hiçbir şeyi yoktur. 6. Komplo teorileri genel olarak insanları komplo hakkında bilgilendirmeye çalışmanın ötesinde dünyayı değiştirmek için pratik bir eylem stratejisi önermezler. Buna karşın Marksizm; Marx’ın sınıf mücadelesi teorisini temel alan, devrimci değişim için yüz altmış yıldır aralıksız olarak yürütülen kapsamlı stratejinin, pratiğini üzerinden şekillenmiştir. Bütün bu dönem boyunca Marx’ın sınıf mücadelesi teorisine, Rosa Luxemburg’un kitle grevi, Lev Troçki’nin sürekli devrim, Lenin’in devrimci parti ve Lenin ile Troçki’nin birleşik cephe teorileri ve daha pek çok başka katkı eklendi. Dolayısıyla, Marksizm’in komplo teorilerine kıyasla, kapitalizmin nihai çöküşünü sağlama perspektifi ve işçi sınıfının etkisini arttırabilmek için bugün ve yarın somut olarak ne yapılmasını gerektiğini söyleyebilme yeteneği gibi büyük avantajları vardır. Komplo teorileri bu güçten tamamen yoksunlardır. 7. Komplo teorisyenlerinin en tipik özelliklerinden biri, iş olayların resmi açıklamasıyla kendilerinin
31
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! yaptığı açıklamayı kıyaslamaya gelince açıkça çifte standartlara sahip olmalarıdır. Bir olayın hükümet veya medya tarafından yapılan açıklamasının tutarsızlıklarını göstermeye veya ona kuşku düşürmeye çok çaba harcamanın, hiçbir ciddi kanıt veya ispat olmadan kendi yorumlarının ya da açıklamalarını haklı çıkaracağını düşünürler. Örneğin, pek çok komplo teorisyeni eğer resmi açıklamaların aksine geçtiğimiz hafta Dublin üzerinde bir UFO’nun uçtuğunu kabul ettirebilirlerse bu onlara güvenle (ama kanıt olmadan) bu UFO’ların Mars’tan gelmiş olabileceğini açıklama hakkı verirmiş düşüncesindeler gibi gözüküyor. Buna karşın Marksistler kesinlikle olayların standart burjuva izahatlarına karşı eleştirel olsalar da, kendi yorumlarını ortaya koymak için çok daha fazla çaba harcarlar. Marx’ın ‘Kapital’i yazarken ortaya koyduğu muazzam emek bunun bir örneği olsa da, Lenin’in ‘Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması’, Troçki’nin ‘Rus Devrim Tarihi’, Tony Cliff’in ‘Rusya’da Devlet Kapitalizmi’ ya da Chris Harman’ın ‘Zombi Kapitalizmi’ gibi söylenebilecek çokça eser vardı. 8. Sonuncu, fakat öncekiler kadar önemli olan bir nokta; çoğu komplo teorisinin merkezinde ırkçı, çoğunlukla antisemitist bir unsur vardır. Sıklıkla ülkeyi ya da dünyayı kontrol eden ‘gizli iç hükümet’in aslında (bazen Katolikler olsa da) Yahudilerin veya Siyonistlerin komplosu olduğu iddia edilir. Bunun bir işareti, Rothschild ailesi ve onların dünyadaki bankaların hepsine ya da çoğuna sahip oldukları veya onları kontrol ettikleri konusundaki tekerrür eden takıntıdır. Bu, dünyayı kontrol etmek için oluşturulan uluslararası Yahudi komplosu düşüncesinin, İsrail devletinin kuruluşuna ve Filistinlilerin ezilmesine yol açan bir siyasal hareket olarak Siyonizm’e yöneltilen Marksist ve sol eleştiriyle hiçbir ilgisi yoktur. O, bundan ziyade, uzun zamandır süren ve hem saçma hem de politik olarak tehlikeli olan ve tüm ilerici insanlar tarafından şiddetli bir şekilde reddedilmesi gereken rezil antisemitist önyargının bir ifadesidir. Bir bütün olarak komplo teorisi yaklaşımıyla, Marksist yaklaşım arasındaki temel farklar bunlardır. En başta belirttiğimiz noktalara geri dönmek gerekirse, bugün komplo teorilerinin bu kadar popüler olması oldukça anlaşılabilir bir durum. Hatta Marksizm, insanların dünyaya kendi kontrolleri dışındaki gizli güçler tarafından hükmedildiğini düşünmesinin nedenini açıklamak konusunda oldukça yararlı olabilecek bir teoriyi de (yabancılaşma teorisi) kapsar. Marksizm aynı zamanda, gerçekten var olan komploları analiz etmek için de en uygun yapıyı oluşturur, çünkü onları kendi başlarına sistemin merkezi gücünü oluşturan bir şey olarak düşünmek
32
yerine, kapitalist sistemin temel nesnel kuvvetleri ve çelişkileri içine yerleştirir. Buna karşın komplo teorileri, hem dünyayı anlamayı zorlaştırırlar hem de insanları direnişe geçme ve dünyayı değiştirme konusunda perspektifsiz bırakıp onları pasifleştirmeye eğilimlidirler. John Molyneux 23 Ocak 2014 Çeviren: Onur Devrim Üçbaş Marksist.org
Milliyetçilik neden tehlikeli bir ideolojidir?
Can Irmak Özinanır
Milliyetçilik, herkesin kendi politik meşrebine göre farklı maskeler takıp karşımıza çıkabiliyor. Türkiye’de faşist hareketin tercihi “Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” olmak iken, Kemalizm için milliyetçiliğin makbul biçimi Türk kimliğine asimile olup, üstüne bir de bundan mutluluk duymaktır. Bu bahtiyarlığı tatmaktan imtina edenlere bizzat Türk Silahlı Kuvvetleri 27 Nisan 2007’de verdiği muhtırada şöyle seslenmiştir: “Ne mutlu Türküm diyene anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır”. Muhafazakâr milliyetçilik ise Necip Fazıl’ın “öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizelerindeki mağdur Müslüman Türk’ten, Arif Nihat Asya’nın Bayrak şiirindeki “Sana benim gözümle bakmayanın mezarını kazacağım/Seni selâmlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım” agresyonuna kolaylıkla geçiş yapabilen bir hâldedir. Günümüzde ise Tayyip Erdoğan’ın “tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet” şeklinde ifade ettiği yerli-millî koalisyonun önemli bir parçası olmayı başarmıştır. Buraya kadar sayılanlar milliyetçiğin neden tehlikeli bir ideoloji olduğunu göstermeye yeterli gibi görünüyor ancak milliyetçilik her zaman yukarıdaki gibi saf bir şekilde işlemiyor, geniş kitleler tarafından son derece doğal görülen bir olgu. Hatta zaman zaman kendisini milliyetçilikle tanımlamayan unsurlar bile bir düzeyde vatan-millet sevgisine sarılabiliyor. Sol içinde kendini yurtseverlikle tanımlamak çok ilginç karşılanmıyor mesela… Elbette milliyetçiliğin biçimleri farklı içeriklere, farklı ulus tahayyüllerine ve farklı dünya görüşlerine sahip olabilirler, hatta farklı milliyetçilik anlayışlarının çatışmasına sık sık tanıklık ederiz ancak kökende hepsini birleştiren dünyayı uluslar ve çoğu zaman o ulusların sahibi olduğu zannedilen devletler arasındaki mücadeleler ile
okumaları, zenginiyle fakiriyle ulus (veya millet) üyelerini aynı gemide olduğuna dair bir anlatıyı devreye sokmalarıdır. Irkçılığa kadar uzanabilecek bu anlatı pek çok tehlikeyi içinde barındırır. Milliyetçilik bir egemen sınıf ideolojisidir, işçi sınıfını uluslara çoğu zaman ise ırklara böler, hâkim ulustan olmayan halklar ulusal baskıya maruz kalır, savaşların ve ırkçılığın en temel besin kaynağıdır ve her tür adalet talebinin karşısına “ulusal çıkar” miti ile dikilir. Milliyetçilik ve burjuvazi Milliyetçiliğin ve ulus-devletlerin gelişimi kapitalizmin gelişimi ile el ele gitmiştir. Dünyanın ulusdevletlerden değil de çoğunlukla monarşik yönetimlerden oluştuğu bir çağda ortaya çıkan burjuvazi, güvence altına alınmış bir pazar ve politik olarak da genişleyen bir nüfuz alanı istiyordu. İngiltere gibi ülkelerde bu, aşamalı bir geçiş ile sağlanırken, Fransa gibi ülkelerde burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi bir devrim sonucu oldu. Ancak sanıldığı gibi burjuvazi her zaman monarşiye karşı devrimci bir rol üstlenmedi, pek çok ülkede kârlarını güvence altına almak için soylular ile beraber davrandı. Eski egemen sınıf ile varlıkları birbirlerine tezat oluşturmaya başladığı anlarda ise diğer halk sınıflarına yaslanarak burjuva devrimleri denilen devrimlerde yer almak zorunda kaldı. 1789 Fransız Devrimi’nin politik liderliği burjuvaziyse de, asıl gücü Baldırıçıplaklar olarak bilinen yoksullardı. Ulus-devletlerin doğumunda yurttaşlık fikri de ortaya çıktı, modern demokrasiler ile ulus-devlet beraber gelişti ancak burjuvazi bu yurttaşlığı tüm sınıflara genişletmekte hiç de istekli değildi. Demokrasiyi alt sınıflar kendi elleriyle kazandılar. Ancak milliyetçilik, burjuvaziye işçi sınıfını kontrol altında tutmakta da yardımcı oldu. Dünyanın çıkarları ortak olan uluslardan oluştuğu fikri ile işçi sınıfı, pazarlarını yaymak için rekabet eden farklı
33
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De! uluslardan burjuvaların çıkarları için cephelere sürüldü. Milyonlarca işçi cephelerde öldü. Demokrasi ile milliyetçilik aslında birbirlerinin karşıt kutuplarındaydılar. Milliyetçilik, kapitalizmin kendisini en küresel, en uluslararası sunduğu zamanlarda bile egemen sınıfın ideolojisinin temel bileşenlerinden birisi olageldi. I. Dünya Savaşı’nda dönemin sosyalist hareketi önemli bir bölünme yaşadı. Kitlesel sosyal demokrat partiler savaşta kendi “ulusal çıkarları” doğrultusunda tutum aldılar. Farklı ülkelerin işçilerinin birbirlerini öldürmesinden yana tutum alan Sosyal Demokrat partiler sadece cepheye yollanan askerlerin ölümüne onay vermiş olmadı, aynı zamanda yoksullar ve ezilenler için gerçek bir adaleti burjuvazinin çıkarları için feda etmiş oldular. Lenin, Luxemburg, Liebknecht, Troçki gibi sosyalistler milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi, savaşa karşı barış ve ekmek talebini savunarak sosyal demokratlarla yollarını ayırdılar. Çoraklaştırmanın ideolojisi: Türk milliyetçiliği Türkiye’de bir kapitalist devlet yaratılmasının ideolojisi olan Türk milliyetçiliği de başlangıcından itibaren son derece dışlayıcı bir milliyetçilik olarak gelişmiştir. Fransız Devrimi’nin “Eşitlik-ÖzgürlükKardeşlik” sloganının yanına bir de “Adalet” sözcüğünü ekleyerek 1908 yılında Osmanlı’da anayasanın yürürlüğe girmesini, meclisin açılmasını sağlayan devrime tüm halklar katılmıştı. Ancak devrimden kısa bir süre sonra iktidara gelen İttihat ve Terakki Partisi, 1915 yılında Anadolu’daki Ermenilerin ve Süryanilerin varlığına bir soykırım ile büyük oranda son verdi. 1923’te kurulan Cumhuriyet rejimi de Anadolu’yu gayrimüslimizleştirmeye dönük bu hamleyi sürdürdü, mübadele, pogrom ve sürgünlerle Rumlar da gitti. Gayrimüslimlerin el konulan malları Türk sermaye sınıfı ve bürokrasisi tarafından Türkiye kapitalizminin inşasında kullanıldı. Kürtler ve Aleviler gibi yeni devletin ulus tanımı içinde yer almayan tüm topluluklar asimile edilmeye çalışıldı, asimile edilemedikleri için katliamlara maruz bırakıldılar. Bugün hâlen Kürtler üzerinde süren ulusal baskı ve Aleviler üzerindeki mezhep baskısı bu milliyetçiliğin sonucu. Ulusal ve mezhepsel baskı aynı zamanda işçi sınıfının birleşik mücadelesini de engelliyor, işçi sınıfını bölüyor ve bir bölümünü diğerlerine karşı kışkırtıyor. Türk milliyetçiliğinin son hedefi ise savaştan kaçarak hayatlarını Türkiye’de geçirmek zorunda kalan Suriyeli mülteciler oluyor.
34
Bayrağın gölgesi Milliyetçilik, adalet talep edenler için her zaman tehlikeli bir ideoloji oldu. Egemen sınıflarla, biz ezilenler, işçiler, baskı ve zulüm görenler aynı gemide değiliz. Bir bayrağın gölgesinde durmamız da gerekmiyor. Sosyalist İşçi
Milliyetçilik ve Savaş Özdeş Özbay Milliyetçilik, bir egemen sınıf ideoloji olarak, sınıfsal farklılıkların görünmez kılınıp o devletin sınırları içerisinde yaşayan herkesin çıkarlarının bir olduğunu anlatmaya yarayan bir araçtır. Milliyetçilik ve ırkçılıklar farklı şeyler olmakla birlikte kol kola yürür çoğu zaman. ABD’de var olan milliyetçilik ortak bir etnik kökene dayanmamasına rağmen yüzyıllardır siyahlara ve Latinlere yönelik ırkçı uygulamalara ev sahipliği yapmıştır. Bugün de farklı bir düzeyde devam etmektedir. Türkiye’de ise Anadolu halklarının kalabalık unsurlarından biri olan Türkler, milliyetçilik akımının gelişmesinin ardından Cumhuriyet ile ana unsur olarak seçilmiştir ve Türk olmayanlara yönelik ırkçı baskılar uygulanmıştır. Ekonomik temel Bir ulusal pazar, bu pazar üzerinde işleyen kapitalist bir ekonomi ve burjuvazinin çıkarları doğrultusunda örgütlenmiş bir devlet aygıtı milliyetçi ideolojinin vücut bulmuş şeklidir. Hakimiyeti altındaki tüm halklara ve sınıflara ortak bir tarih, ortak bir dil, ortak bir çıkar anlatır. Ancak bu hegemonya o toplumdaki ekonomik ve sınıfsal dalgalanmalardan da etkilenir. İşçi sınıfı hareketinin her yükselişi beraberinde egemen fikirlerin de sorgulanmasına neden olur. Ekonomik krizler, büyük politik kaos dönemleri veya savaş dönemleri de o güne kadar anlatılan devlet, ortak çıkar, kalkınma ve benzeri fikirlerin sorgulanmasına neden olur. Kapitalizmin çelişkisi bir yandan ulusal pazarlarla dünyayı devletlere bölmek bir yandan da sürekli büyümesi ve yayılması gereken kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmek durumunda olmasıdır. Toprağa dayalı ekonomi dönemlerinin emperyalist yayılmasından farklı olarak kapitalist emperyalizm mutlaka toprağı ele geçirmek zorunda değildir.
Hakimiyeti altında bulundurduğu coğrafyanın kaynaklarına el koyar ve ekonomik bir tahakküm uygular. En gelişmiş kapitalist ülkelerin emperyalist rekabetleri büyük savaşlara, dünya savaşlarına neden olur. İki emperyalist bloğun kapışması zaman zaman sınırlı bir bölge savaşı olarak da ortaya çıkabilir. 1950 yılında başlayan Kore Savaşı ve son birkaç yıldır Suriye’de yaşanmakta olan iç savaş bu tarz savaşların birer örneğidir. Ulusal baskı Türkiye’de ise milliyetçilik Türk olmayan Müslüman halkların Türklüğe asimile edilmesi ve Müslüman da olmayan halkların ise imha edilmesi ve kaçmaya zorlanmaları üzerine kuruludur. Yani Müslüman halklar Türklük altında milliyetçi hegemonya ile birleştirilmeye çalışılırken, Müslüman olmayanlar ırkçı politikalarla sistematik ayrımcılık ve baskıya uğrarlar. El konulan mal varlıkları Türk burjuvazinin ilkel sermaye birikimini sağlar. Müslüman olmayan ama Anadolu topraklarındaki ticaret burjuvazisinin de çoğunluğunu oluşturan bu halklar arka arkaya yaşanan savaşlarla topraklarından sökülüp atıldılar. I. Dünya Savaşı döneminde yaşanan Ermeni soykırımı ve arkasından egemenlerin adına “kurtuluş savaşı” dedikleri savaşta katledilen ve sürülen Rumlar, Süryaniler, Ermeniler ve bir savaş sonrası antlaşması ile yaşanan Türk-Yunan mübadelesi bu politikayı büyük oranda başarıya ulaştırdı. Müslüman olmayan halklar arasında ise Balkan ve Kafkasya savaşlarından kaçarak gelen halkları asimile etmek ve devlete bağlamak zor olmadı. Göçmen olarak başka topraklara gitmek zorunda kalanların davranış biçimleri genelde gittikleri yeri sahiplenme ve o devlete kendini makbul vatandaş olarak kanıtlama eğilimindedir. Bu halklar son yıllara kadar (yani Kürt özgürlük hareketinin yükselişine kadar) Türk devletine karşı her hangi bir ulusal hak mücadelesine girmediler. Kürtler söz konusu olduğunda ise Türk burjuvazisi başarılı olamadı. Kürt halkı özelinde en temel ayırt edici faktör Kürdistan diye bir ülkenin var olmasıdır. Osmanlıda da, “kurtuluş savaşı” döneminde de, 1925 Şey Sait isyanı öncesi TBMM konuşmalarında da Kürtlerin çoğunlukta olduğu coğrafyadan Kürdistan diye bahsedilirdi. Kürdistan coğrafyasının en büyük parçasını işgal eden Türkiye Cumhuriyeti yaklaşık yüz yıldır zaman zaman şiddeti azalsa da Kürdistan’da savaş sürdürüyor. Bu savaşı sürdürmek için de her defasında milliyetçilik ve ırkçılık kartlarını oynuyor. Burjuvazi, milliyetçilik kartı ile Türk işçileri ve köylülerini Kürdistan’daki savaşta kendi yanına çeker. Irkçılık kartı ile de direnen hareketleri asi, terörist ilan ederek baskıcı uygulamalara yönelir.
1925’te değiliz Bugün devletin yeniden ilan ettiği savaş bu tarihsel sürecin bir devamıdır. Ancak bu savaşın da sürdürülemezliği ortada. Bir yandan sömürgeci politikaları devam ettirmek için savaşı yükseltmek öbür yandan savaşın yol açacağı ekonomik ve politik istikrarsızlığı engellemek gibi bir çelişkisi var egemenlerin. Bu çelişkiyi milliyetçiliği yükselterek aşmaya çalışıyor hükümet. Oysa burada da bir başka çelişki karşısında dikiliyor. Kürtler artık 1925’teki halk değil. Son derece örgütlü ve politik olarak bilinçli. Son seçimlerde HDP’nin Kürdistan coğrafyasının tamamında birinci parti olması da bu durumun en net kanıtı. Ayrıca Irak ve Suriye Kürdistanı’nda da kendi yönetimlerini kurdular. IŞİD’le giriştikleri savaş tüm dünyada meşruiyet kazandırdı PKK’ye. Üstelik bu hareket Batıdan daha önce hiç bulmadığı kadar da büyük destek buldu. Yani savaş artık Kürtlerin avantajlı olduğu bir dönemde yapılıyor. Bir yanda ekonomik sıkıntılar, bir yanda savaş istemeyen büyük çoğunluk ve HDP’ye verilen destek savaşı egemenler açısından sürdürülemez kılıyor. Bu çelişkinin bir sonucu olarak burjuvazi ikili oynuyor. Bir yandan Kürt hareketini geriletmek bir yandan da “çözüm süreci”ni sürdürmek arasında gidip geliyorlar. Barış için devrimci mücadele Savaşın sürdürülemezliği ile Batıda sol güçlerin ve işçi hareketinin hareketsizliği ve güçsüzlüğü ise maalesef bir diğer çelişki. Kürdistan bu saldırıyı daha önce defalarca yaptığı gibi yine püskürtecektir ama bu yalnızlıkları çok fazla yaşama mal olabilir. Oysa kitlesel bir işçi hareketinin, değil kendi devletinin sürdürdüğü savaşı durdurmak dünya savaşlarını dahi durduğunu tarihten biliyoruz. Barış sloganı ile ayaklanan işçiler 1917’de tarihin ilk işçi iktidarını kurmuş ve dünya savaşının kısa süre sonra bitmesini sağlamıştı. Savaşın yıkıcılığı ekonomik sıkıntılarla birleştiğinde burjuvazinin işçi sınıfı üzerinde sürdürdüğü milliyetçi hegemonya çatlar ve rejimlerin meşruiyeti sorgulanır duruma gelir. Ancak böyle durumlarda bir de karşı hegemonya aracına ihtiyaç vardır. Bolşevikler bir yandan barış sloganını öne çıkarırken bir yandan Çarlık rejimine ve onun Rusya’yı halkların hapishanesine çevirdiği hegemonyasına karşı işçileri enternasyonalizme ve Sovyet iktidarı fikrine kazanmıştı. Bugün Türkiyeli sosyalistlerin önünde yukarıda bahsedilen çelişki nedeniyle ikili bir görev duruyor. İlki acilen Batıda kitlesel bir savaş karşıtı hareket yaratarak AKP ve CHP tabanındaki savaş karşıtlığını da mobilize etmek ve bu hareket içerisinde antikapitalist bir cephe inşa etmek. Sosyalist İşçi
35
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De!
Burjuva ulusçuluğuna karşı işçi sınıfının uluslararası birliği Çağla Oflas Kapitalizm öncesinde feodal devlet, ister bir krallık, ister büyük bir imparatorluk olsun, onun uyruğundaki halklar bir devlet topluluğu oluşturmakta ancak ulusal bir birlik oluşturmamaktaydılar. Ulusların tarihi, devletlerin tarihine oranla çok daha yakın bir zamana uzanır. Uluslar tarih sahnesine 18. yüzyılda çıktı. 19. yüzyılda da tüm dünyaya yayıldı. Bu dönem aynı zamanda kapitalizmin dünya çapında egemen olduğu bir dönemdi. Kapitalizmin ideolojisi olan milliyetçilik tüm dünyaya 1789’da Fransa’da burjuvazinin iktidara gelmesiyle birlikte yayılmaya başladı. Burjuva ulusalcı hareketler tüm Avrupa’da yaygınlaştı. 19. yüzyılın ortalarında patlayan 1848 devrimleri ise kendi talepleriyle tarih sahnesine çıkan işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki çatışmayı ortaya çıkaran bir dönüm noktası oldu. Marksizmin kurucuları Engels ve Marx’ın çözümlemelerinde 1848 devrimleri önemli bir yer aldı. Komünist Manifesto’nun yazıldığı tarihte (1847) Marx ve Engels kapitalizmin başlıca gelişme eğilimlerinden hareketle işçi sınıfının tarihsel perspektifini ürettiler. Marx ve Engels, kapitalist üretim tarzının yarattığı burjuva toplumunun eleştirisi üzerinden milliyetçiliği mahkum etti. İkisi de, coğrafya, kültür ve tarih bakımından farklılıklar gösteren halk topluluklarının kapitalizm öncesi geçmişleri üzerinden yapılan burjuva ulus tanımını reddettiler. Pazar birliği ve rekabet temelinde kapitalist sistemin varlık koşulunu oluşturan ulus olgusu her zaman var olmadığı gibi tarihin ilerleyen bir kesiminde de ortadan kalkacaktır. Bu anlamda da uluslar “kültür birliği”, “dil birliği” temelinde ezelden ebediyete yaşayacak bir niteliğe sahip değildirler.
36
Uluslar belirli bir ekonomik ve toplumsal gelişmenin bir ürünü olarak ortaya çıktılar. Bu gelişme yeni bir sınıf olan burjuvazinin ekonomik sistemi olan kapitalizmdi. Kapitalist devletlerin üretimi dünya pazarını oluşturdu. Kapitalist toplumun temel güdüsü olan sermaye birikimi varlığını rekabetle sürdürebilirdi. Burjuvazi gümrük duvarıyla çevrilmiş bir iç pazara ve rakiplerini geride bırakacak daha avantajlı koşullara ihtiyaç duydu. Ulus-devletler bu rekabetin ürünü olarak ortaya çıktı. Enternasyonalle kurtulur insanlık İşçi sınıfının uluslararası birliğini oluşturmak hedefiyle hareket eden Marx ve Engels’in fikirleri özü itibarıyla enternasyonalistir. Burjuva bir fikir olan milliyetçilik işçi ile kapitalisti aynı ulusun üyesi göstererek kapitalist toplumdaki sınıfsal çatışmanın üzerini örter. Uluslararası işçi sınıfının çıkarı, milletlere bölünmüş dünya sisteminin son bulması, milliyetçi fikirlerin altındaki nesnel temelin alınmasından geçer. Marx: “İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz ya da Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz ya da Alman hükümetleri değil, sermayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz ya da Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan topraksa Fransız, İngiliz ya da Alman toprağı değil, yerin birkaç karış altıdır.” derken, işgücünü satmaktan başka elinde bir varlığı bulunmayan işçi sınıfının burjuvaziyle ortak bir “ulus” oluşturamayacağına işaret eder. İşçi sınıfının uluslararası birliği sadece kendi kurtuluşu için değil, insanlığın kurtuluşu için de tek
yoldur. Marksizm kurucuları Engels ve Marx her koşulda burjuva ulusçuluğuna karşı uluslararası işçi sınıfının birliğini savundular. Devrimin tek bir devletin sınırları içinde ortaya çıkması durumunda bile, devrimin dünya ölçeğinde yayılması için mücadele yürüttüler. İşçi sınıfının kazanması ancak dünya çapında bir devrimle mümkün olabilir. Aksi hâlde tek bir ülkede yalıtılmış bir devrim bürokratik diktatörlük tipinde yeni bir kapitalist devletin oluşumuna yol açar. Emperyalizm çağında milliyetçilik Milliyetçiliği mahkûm eden sosyalist fikirler 1. Dünya Savaşı'na kadar sosyalist hareketin ortak görüşü oldu. 1. Dünya Savaşı sırasında Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin savaş kredilerine oy vermesi sosyalist hareketi böldü. Savaş kredilerine onay vermeyen tek sosyalist milletvekili Karl Liebnecht ve yoldaşı RosaLüksemburg işçileri savaşa karşı çıkmaya çağırdı. Rus Devrimcisi Lenin milliyetçiliği “sosyal şovenizm” olarak adlandırdı. Tüm dünya sosyalistlerin milliyetçiliğe karşı mücadele etmeye ve sosyal demokrasiden kopup yeni örgütler kurmaya çağırdı. Lenin’e göre patronlarla işçiler aynı çıkarlara sahip olamazdı. Emperyalistler işçileri birbirini boğazlaması için cepheye sürmüştü. 11 milyonun üzerinde insanın ölümüne yol açan savaş milliyetçiliğin ilk kanlı ürünüydü. Savaşın ilk yıllarında milliyetçi fikirler etkili olduysa da cepheden dönemeyen askerlerin sayısındaki artış, açlık ve sefalet, sosyalistlerin savaş karşıtı mücadelesinin etkili olmasını sağladı. İlk yıllarda azanlıkta kalan sosyalistler artık işçilere seslenebiliyorlardı. Rusya’da devrim savaşa son verdi. İşçiler Şubat 1917’de “ekmek, barış ve özgürlük” talebiyle ayaklandılar ve Çarlık rejimini devirdiler. Ekim ayında da iktidarı alarak sosyalist devrimi gerçekleştirdiler. Rus devrimi tüm dünyada büyük bir etki yarattı. Bu etkiyle Alman devrimi gerçekleşti. Aynı şekilde Ocak 1918’de AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nda işçiler arasındaki savaş karşıtlığı yükseldi. Viyana’da işçi konseyi kuruldu. Emperyalistlerin işçileri bölen milliyetçilik kartı etkisini yitirmiş, dünya devrimi başlamıştı. 1917-1936 yılları arasında pek çok devrim ve karşı devrim gerçekleşti. İç savaş ve Alman devriminin yenilgisi nedeniyle yalıtılan Rus devrimi yenildi. İşçi sınıfı iktidarını kaybetti. 1928’de iktidara gelen Stalinist bürokrasi işçi sınıfının tüm kazanımlarını geri aldı. Stalin “tek ülkede sosyalizm” teorisiyle milliyetçilik fikrinin yeniden sosyalist saflarda hâkim olmasını sağladı. Sol saflarda milliyetçiliğin yeniden yeşermesi telafisi imkânsız yıkımlara ve ihanetlere yol açtı.
Stalinizme göre tek bir ülkede sosyalizm, hatta sınıfsız bir toplum mümkün olabilirdi. İşçiler için enternasyonalizm gerekli değildi. Rus milliyetçiliği yeniden hortlatılırken, dünya işçilerinin çıkarları Rus devletinin çıkarlarıyla özdeşleştirildi. Bunun sonucunda pek çok yerde işçi sınıfı ihanete uğradı ve devrimler yenildi. 1924'te İtalya'da Mussolini liderliğindeki faşist diktatörlük kuruldu. 1933'te Almanya'da Naziler iktidara geldi. Faşizm geniş kitleleri birleştirmek için milliyetçilik kartını kullandı ve tüm dünya yeniden milliyetçiliğin etki alanına girdi. Milliyetçiliğin yükselişinin faturası 1. Dünya Savaşından çok daha ağır oldu. 2. Dünya Savaşı sırasında 6 milyon kişi gaz odalarında olmak üzere 73 milyon insan yaşamını kaybetti. Milliyetçiliğin panzehiri sınıf mücadelesi 20. yüzyılın iki büyük emperyalist savaşına yol açan koşullara benzer koşulların yaşandığı günümüzde egemenler yeniden emekçi sınıfları bölmek için milliyetçilik kartını oynuyorlar. Kapitalizmin krizinin derinleşmesiyle siyasi istikrarsızlık da derinleşmekte. Ortadoğu’dan, Afrika’ya, Asya-Pasifik bölgesine dozu artan emperyalist gerilimler, emekçi sınıflar için büyük yıkımlara yol açacak kanlı boğazlaşmaların kapısını aralıyor. İngiltere’nin AB’den çıkma kararı, ardından ABD’de Trump gibi ırkçı birinin başkan seçilmesi, Avrupa’da daha milliyetçi, faşist yapıların seçilmesi ya da mevcut siyasi iktidarların daha da milliyetçi eğilimler sergilemesi, gerilim dolu bir sürece girdiğimizi gösteriyor. Bu nedenle milliyetçiliğe karşı mücadele işçi sınıfının uzun vadeli çıkarları açısından değil, acil çıkarları açısından kendini dayatmakta. Bugüne kadar uluslararası işçi hareketinin tüm deneyimleri de gösterdi ki, emperyalist yayılmacı politikalar ve savaş milliyetçi fikirlerin emekçi sınıflar üzerindeki etkisini arttırıp, onların pasifleşmesine yol açmakta. Sınıf mücadelesi ise hareketin önünü açtığı gibi başta milliyetçilik olmak üzere her türlü burjuva fikrin sorgulanmasına yol açıyor. Bu nedenle sosyalistler, işçilerin bölünerek zayıflamasına neden olan, milliyetçi fikirlere ve savaşa karşı her zaman barışı ve işçilerin uluslararası birliğini savundular. Ve Kapitalizmin ancak bir dünya devrimiyle ortadan kalkacağını düşündüler. O nedenle enternasyonalizm sosyalist düşüncenin en önemli hareket noktası oldu ve olmaya da devam edecektir.
37
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De!
Sosyal şovenizm mi enternasyonalizm mi? Kemal Başak Sermaye sahibi sınıf, toplumun bütün ezilen kesimlerinin, bu arada bizzat emeğini sömürdüğü işçi sınıfının desteği ile toprak sahiplerinden iktidarı aldığı günden itibaren bir “pazar” kaygısı yaşıyor. İktidarı devraldıkları imparatorlukların yönettiği toprakları bir anda kalın çizgilerle çizilmiş burjuva devletlerine dönüştüren kapitalistler, bir yandan bu devlet şemsiyesi altında kendileri adına sömürü düzeninin devamını sağlayan politik liderliklerin (bazen en koyu askeri diktatörlük, bazen de eşitlikkardeşlik-özgürlük sloganının arkasına gizlenen burjuva demokrasisi biçiminde) pekişmesi için eski dönemin ideolojik aygıtlarını, isimlerini değiştirmeden, kendi sınırsız kâr güdülerinin hizmetine soktular; bir yandan da bu kalın çizgilerin, burjuva devlet sınırlarının bekası için askeri aygıtları güçlendirdiler. Tarih sahnesine ilk çıkmanın avantajını kullanan kapitalist devletler, kapitalist sınıfın sermaye birikimini arttıracak “yeni pazarlara” yöneldi. Kapitalistler bu yeni pazarları denetimlerine almak için devasa askeri güçleri seferber etmek zorundaydı, ama öncelikle bu askeri seferberliğe kendi sınırları içerisinde yaşayan işçileri ve diğer ezilen sınıfları ikna etmeleri gerekiyordu. Hem kendi devletlerinin sınırları içindeki hem de kendileri gibi dış pazar arayan diğer kapitalist devletlerdeki “sınıf üyeleri” ile acımasız bir rekabet halindeki kapitalistler, bu rekabetin doğrudan sonucu olarak asgari ücrete mahkum ettiği işçileri ikna etmek için “milliyetçiliği” keşfetti. İmparatorluk-krallık-beylik düzeninde üzerinde yaşanılan yer olmaktan öte bir anlamı olmayan toprak kapitalist devlette artık kutsal bir kavram olmuştu. Patronu ile aynı dili konuşması işçi için “eşit yurttaşlık”
38
yutturmacasının bir aracına dönüştü. Milliyetçiliğe göre patron da işçi de “tarihin derinliklerinden gelen” ulusun birer ferdiydi ve çıkarları ortaktı. Bu ortak çıkarların başka uluslara karşı korunması gerekiyordu. Milliyetçilikten şovenizme Kapitalist sınıfın en büyük ideolojik başarısı olan milliyetçilik zamanla hem işçi sınıfına hem de ona önderlik etmeye çalışan politik akımlara sirayet etti ve küçük bir sömürücü azınlığın büyük çoğunluğu sömürmesinin en önemli silahlarından biri olarak kapitalist dünyanın olmazsa olmazları içinde en ön sıralara yerleşti. Milliyetçiliğin savaş çığırtkanlığı, şiddet çağrısı ve kışkırtmacı yanlarının birleşik ve en azgın biçimi olan şovenizm; büyük kitleleri kapitalistlerin yeni pazarları ve yeni egemenlik alanlarını zor yoluyla denetimlere alma aracı olan emperyalist paylaşım savaşının haklılığına ikna etmek için pompalandı. Bu savaş çığırtkanlığının basıncından işçi sınıfının örgütleri de nasibini aldı. Egemen sınıf tarafından hainlikle damgalanmaktansa başka ülkelerde yaşayan sınıf kardeşlerine silah doğrultma alçaklığına kapı aralayan bir “sol” ortaya çıktı. Öyle ki, “İşçilerin vatanı yoktur, zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da mümkün değil” diyen Marks ve Enlgels’in göz bebeği gibi baktıkları Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), kendi egemen sınıfının isteği doğrultusunda savaş kredilerine oy verdi. Bu en büyük işçi partisindeki şovenist eğilim dönemin bütün sosyal demokrat partilerini etkiledi ve Birinci Dünya Savaşında milyonlarca işçinin kapitalistler yerine birbirleriyle çarpışarak ölmesine neden oldu. Diğer taraftan, emperyalist paylaşım savaşına katılan emperyalist ve alt emperyalist ülkelerin açık
işgali altında kalan ülkelerde farklı bir milliyetçilik yükselmeye başladı. İşgalci devletlerin küçük görmek, dili yok saymak, doğal kaynakları merkezi devlete aktarmak, merkezi devlette uygulanan asgari ücretten ve çalışma şartlarından daha aşağıda çalışmaya zorlamak, gibi ulusal baskılarına karşı ezilen ulus fertlerinin milliyetçiliği. Ezen ulusun milliyetçileri sömürgelerdeki ulusal uyanıştan nefret ettikleri kadar başka hiç bir şeyden nefret etmezler. Bu noktada radikal sağcı burjuva partilerinin taraftarları ile SPD benzeri örgütlerin üyeleri aynılaşır. O güne kadar işçi sınıfının haklarını savunduklarını iddia eden sol maskeli şahıslar bir anda ne kadar da yurtsever olduklarını toplumun bütün kesimlerine kanıtlamaya çalışırlar. Yurtseverlik yarışının sağcılarla, hatta faşistlerle yapılıyor olması, topluma “asıl yurtsever biziz” mesajının ezilen ulusa “bir tokat da benden” şeklinde verilmeye çalışılması aslında sağın, hatta faşistlerin elini güçlendiriyor, şovenist propagandanın yayılmasına hizmet ediyor. İşçilerin dünya çapında birliği Sağı ve “soluyla” şovenizm zehiri enjekte edenlere karşı işçi sınıfının gücü, sadece ulusal düzeyde değil bütün dünya üzerinde, birliğinden geçiyor. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da yazdıkları gibi “Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta. Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse ileri ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır. Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.” Komünist Manifesto’ya sadık kalan devrimci enternasyonalistlerin günümüzden yüz üç yıl önceki çaresizlik görüntüsü veren yalnızlıkları ile sadece üç yıl sonraki muhteşem kitlesellikleri çok şeyi açıklıyor aslında. En zor şartlar altında, farklı ülkelerden işçilerin birbirlerini boğazladığı Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında ısrarla işçi sınıfının asıl düşmanının “içeride” olduğunu söyleyerek örgütlenen sosyalistler; 1916 yılından itibaren artan ve savaşın son bulmasını talep eden işçi sınıfı hareketinin parçası haline gelmeyi başardılar. Dünya halklarıyla kardeşlik, burjuvaziyle asla! Uzun ve sabırlı bir faaliyet sürdürdükleri, işçi sınıfı
ile bağlarının en güçlü oldukları yerde, Rusya’da ise tarihin akışını değiştirdiler. Bir taraftan Marksist enternasyonalizmin ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalan, diğer taraftan işçi sınıfının öncülerinin dinamizmini kendi bünyesine katma becerisini gösteren Bolşevik Partisi 1917 yılında dünya işçi sınıfının önderliğini üstlendi ve işçi sınıfı tarihte ilk kez bir ülkede iktidara geldi. Ulusal düzeyde işçi sınıfı ve ezilen uluslar üzerindeki baskıların artması ve otoriterleşme eğiliminin yükselmesi, bölgesel düzeyde savaş çığırtkanlığının artması ve küresel düzeyde emperyalistler arası gerginliğin giderek su yüzüne çıkması daha da azgın bir sağcılığa alan açıyor. Yüz yıl önceki fikirdaşları gibi günümüz sosyal şovenleri de bu sağcılığa meyilli iklimin yaratılmasında pay sahibi. Ama, yine yüzyıl öncesinden biliyoruz ki, koşullar ne kadar ağır olursa olsun, işçi sınıfının başta ulusal olmak üzere her türlü bölünmüşlüğüne karşı birliği için mücadele eden, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz olarak destekleyen, asıl düşmanın, başka ülkelerin halkları değil, kendi ülkesindeki savaş kışkırtıcıları olduğunu söyleyen enternasyonal sosyalistler zor olanı başarabilir. Sosyalist İşçi
Vatansever sosyalizm mümkün mü?
Meltem Oral
Sosyalizmin millisi, ulusalı, yurtseveri olmaz. Sosyalizmle milli ‘hassasiyetleri’ harmanlama çabası Türkiye’deki sosyalist harekette bolca örneğine rastladığımız sosyal şovenizmden başka bir şey değildir. Ulusal değerler veya yurtseverlik maskesinin örttüğü şey sistematik olarak ‘düşmanlar’ yaratarak bu düşmanların kendi ulusal üstünlüğünü tehdit ettiği gerekçesiyle kamuoyu yaratmaya çalışan bir egemen sınıf ideolojisi olan milliyetçiliktir. Türkiye’de uzun yıllar boyunca kemalizmin ‘cumhuriyet değerleri’ sol hareketler tarafından ilericilik adına savunulması, uğruna mücadele edilmesi gereken şeyler olarak görüldü. Ancak bu bakış açısı işçi sınıfını bölmekten ve egemen sınıfa hizmet etmekten başka bir işe yaramıyor. Günümüzde Türkiye’nin temel bölünmesinin dünyanın geri kalanı gibi patronlar ve işçiler arasındaki sınıfsal bir bölünme değil, dindarlar ve laikler arasındaki ‘kültür savaşı’ olduğunu anlatan
39
Irkçılığa ve Milliyetçiliğe Dur De!
politik çizginin kaynağı da bu bakış açısı. Ancak konu ne Türkiye’yle ne de günümüzle sınırlı. 4 Ağustos 1914’te dönemin dünyasının en kitlesel işçi sınıfı örgütü olan Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD)’nin kimisi daha önce ‘Marksizmin babası’ ilan edilmiş olan liderliği I. Dünya Savaşı’na girilmesi için savaş kredilerine ‘evet’ oyu verdiğinde sosyalist hareketin tarihinde bir dönüm noktası yaşanmıştı. Savaşa girmenin gerekliliği için parlamentoda anlatılanlar çok tanıdık gelebilir: ‘bize düşen ülkemizin bağımsızlığını ve uygarlığını korumaktır,bizler tehlike anında anavatanı yüz üstü bırakıp gidecek insanlar değiliz’. SPD liderliği bu tutumu almadan 10 gün önce savaşa karşı protestolar düzenlemiştir üstelik. Ancak bu vatanseverlik korosuna katılmayan sosyalistler de vardı. Chris Harman’ın haklarında ‘o insanların devrimci mücadelesi zafere erişmiş olsaydı, bugünkü dünya çok daha yaşanmaya değer bir yer olurdu’ dediği Rosa Luxemburg, Karl Liebknecht gibi devrimciler savaşa tutarlı bir şekilde karşı çıktılar. Farklı ülkelerin işçilerinin birbirini öldürmesi yerine her ülkenin işçi sınıfının kendi egemen sınıfını devirmesi için mücadele etmesi gerektiğini anlattılar. Bugün savaşlara karşı çıkan, Kürt halkına mesafelenmek yerine yanında olan, koşul koymak yerine destek olan, ulusalcılığın, milliyetçiliğin, vatanseverliğin hiçbir gerekçesi olmayacağını anlatan ve en ufak taviz vermeyen sosyalistlerin geleneği dünya işçi sınıfına ihanet edenlere karşı koyan ‘o insanların mücadelesidir.’ Sosyalist İşçi
40
Göçmenlerle dayanışmadan demokrat olunmaz! Yıldız Önen
Sosyalizmin bazı temel prensipleri var ama bunların en başında demokrasi olmadan sosyalizmin olamayacağı geliyor. Tony Cliff bir yazısında demokrasinin sosyalizmin kalbi olduğunu söylemişti. Kapitalizm, demokrasi olmadan da idare edebilir ama sosyalizm, sadece büyük kitlelerin demokratik eylemi, kontrolü ve demokratik ilişkiler içerisinde öğrenme yeteneği sayesinde inşa edilebilir. Bir sosyalist, demokrat da olmak zorundadır ama her demokratın sosyalist olmadığını biliyoruz. Uzunca bir süredir hem demokratların demokratlığının hem de sosyalistlerin sosyalist demokratlığının test edildiği bir süreç canımızı yakarak ve gözlerimizin önünde yaşanıyor. Her gün milyonlarca insan bir yerlerden bir yerlere göçmeye çalışıyor, memleketlerinde yaşayamadığı, hayati tehlikesi bulunduğu, savaşmak istemediği ya da geçinemediği, geleceğe dair ağır bir umutsuzluk yaşadığı için başka ülkelere, daha zengin olduğunu düşündükleri ülkelere göç etmeye çalışıyor. Bu artık kitlesel bir durumdur, sorun tek tek insanların bir yerden bir yere taşınmak zorunda kalmasından bambaşka bir boyuta sıçramıştır. Onlarca, yüzlerce, binlerce, yüzbinlerce insandan değil milyonlardan, yaklaşık 70 milyon insandan söz ediyoruz. Bir çok ülkenin nüfusunu katbekat aşan bir nüfus söz konusu olan.
İşte bu kitlesel göçle kurduğu ilişki, mültecilerin taleplerine yaklaşım tarzı, insanların, grupların, siyasi çevrelerin demokrat olup olmadığını, sosyalist olup olmadığını ortaya seriyor. Benim de üyesi olduğum ve gerçek Marksist geleneği dünya çapında yaymaya çalışan Uluslararası Sosyalizm Akımı geçtiğimiz hafta mültecilerin maruz kaldığı ırkçılığın yarattığı tehlikelere karşı harekete geçmeye çağırıyordu. Bu çağrı sadece ırkçıların mültecilere karşı taarruza geçtiği AB ülkelerinde değil yaklaşık 4 milyon mültecinin yaşam savaşı verdiği Türkiye açısından da çok anlamlı. Metnin şu vurgusuna özel bir önem göstermek zorundayız: “Irkçı popülist partilerin yükselişi, gerçek faşist kuvvetlere güç ve güven veriyor. Lega’nın kampanyasının son İtalya seçimlerindeki başarısı, ırkçı saldırıları çoğalttı. Trump ve Amerikan alternatif sağı da faşistlere yardımcı oluyor. Bunu Britanya’da Football Lads Alliance (Futbol Gençleri İttifakı) ve Tommy Robinson’un etrafında örgütlenen aşırı sağcı ve sokakta mücadele eden ve UKIP (Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi) tarafından benimsenen bir hareketin hızla ortaya çıkışında görüyoruz.”
(https://marksist.org/icerik/Dunya/9878/UluslararasiSosyalist-Akimdan-Avrupadaki-irkci-taarruz-hakkindaaciklama)
Türkiye’de mültecilere yönelik ırkçı bir tepki özel bir şekilde örgütleniyor. Yoksulluğun gerçek nedenleri göçmen düşmanlığının arkasına gizleniyor böylece. Göçmenlerle dayanışmaya çalışanlar arasında ise mültecileri sadece mağdur olarak gören bir yaklaşım etkili oluyor. Oysa, yüz yüze gelmemiz gereken olgu, göçmenlerin işçi sınıfının bir parçası olduğudur. Her ülkenin işçi sınıfları, mültecileri kardeşi olarak görmek zorundadır. Mültecilere sahip çıkamayan, ırkçı saldırılara karşı mültecilerle birleşik bir mücadele örgütleyemeyen bir işçi sınıfının, bu ırkçı saldırılar kendi sınıf birliğini parçalamak için kendisine yöneldiğinde direnme şansı yoktur. Sosyalist İşçi
Ağustos 2018
41
Martin Luther King, “Bir rüyam var!” derken. Washington, 1963