DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
ENFLASYON %11
AÇLIK SINIRI 1.500
604
5 Ekim 2017 3 TL. sosyalistisci.org
İŞSİZLİK %13
ZAMLARA HAYIR n Hükümetin orta vadeli planından, zamlar çıktı.
n Başbakan, ‘ciddi sorunlarımız ve savunma sanayi için kaynağa ihtiyaç var’ diyor. n Bizim en büyük sorunumuz artan hayat pahalılığı ve işsizlik. n Sadece MTV değil tüm zamlar geri çekilsin!
n Vergi yükü çalışanların sırtından kalksın! Zenginler servetine göre vergilendirilsin. n Kaynaklar, işsizliği ve yoksulluğu yok etmek için kullanılsın.
sayfa 2
2
GÜNDEM
AK PARTİ'NİN EKONOMİK PLANI: TÜM KAYNAKLAR SAVAŞA METAL YORGUNLUĞU DEĞİL SİYASİ ÇATLAK Erdoğan 16 Nisan referandumunun ardından, AKP açısından çıtanın yükseldiğini, önceden yüzde 40 oyla tek başına iktidar olmak mümkünken, 16 Nisan’dan sonra yüzde 50 artı 1 almanın zorunlu olduğunu söylemeye başladı. Bu düzeyde oy almanın ise çantada keklik olmadığı yine 16 Nisan referandumunda açığa çıkmıştı. AKP’nin kendisine oy veren yoksul ve işçi kitleleriyle rabıtasının bozulduğu, AKP’nin sarsılmaz kaleleri olarak görülen illerde ve ilçelerde “Hayır” oyunun “Evet” oylarını geçtiği ya da çok zorladığı 16 Nisan’da görüldü. Eğer, normal süresinde yapılırsa 2019’da gerçekleşecek seçimlerde Erdoğan partili cumhurbaşkanı olmak istiyorsa, görüldü ki 16 Nisan referandumundan bambaşka bir performansın sergilenmesi gerekiyordu. Fakat bırakalım 16 Nisan kampanyasındaki performansı aşmayı, AKP, bizzat Erdoğan tarafından parti çalışanlarını, gönüllülerini sarsan ve kıran bir şekilde eleştiriye tabi tutuluyor. Eleştiri, en çok “metal yorgunluğu” kavramıyla dile getirildi. Erdoğan Haziran ayının başında “Teşkilatlarımızın tamamını güncelleyeceğiz. Çünkü ortada bir metal yorgunluğu var.” dedi. Erdoğan’ın metal yorgunluğuyla kastettiğinin ne olduğu belli değil ama AKP’nin sorunu çok açık ki metal yorgunluğu değil. Politik partilerde belirgin ve kırılma yaratan tüm sorunların kökeninde politik sorunlar yatar ve AKP’nin sorunu da ne metal yorgunluğu yani her düzeyde liderlik yapan AKP kadrolarının eskimişliği, ne de iktidar yorgunluğu. Bunlar, suçu zamanın akıp gitmesine atan, kadroların hatasız ama yaşlı olmasından yola çıkarak bir yenilenmeyle sorunu çözmeyi hedefleyen hamleler. Oysa AKP’de sorun, Erdoğan’ın partiyi yönetme tarzında, yerli-milli devlet koalisyonunun AKP liderliğinin geniş kesimlerince ikna edici olmamasında. Sorun, devletin beka kaygısının inandırıcı bulunmamasında, bu beka kaygısını gidermek için devlet güçlerinin aşırı merkezileşmesi anlamına gelen başkanlık ya da partili cumhurbaşkanlığı sistemine 16 Nisan referandumunun da gösterdiği gibi AKP’lilerin ikna olmamasında.
KESK basın açıklaması, Adana.
Erdoğan hükümetinin orta vadeli
Ak Parti'nin anlaşmaları
Gelir vergisinden MTV'ye, sarmalık tütün kağıtlarından şans oyunlarında kazananlardan alınan birçok kalemde vergiler artırılıyor.
Trump-Erdoğan dostluğunun ilan edildiği New York'taki zirveden çıkan tek somut karar, THY’nin Amerikan Boeing firmasından 40 adet 7879 Dreamliner uçak alma planı oldu. Alışverişin maliyeti 11 milyar dolar.
ekonomik planından zam yağmuru çıktı.
Hükümet bir tek MTV oranında değişiklik yapacağını açıkladı, fakat gelir vergisindeki artış olduğu gibi korunurken toplam vergi gelirlerinin yüzde 60'ını ödeyen çalışanlar üzerindeki yük artırılıyor. Sadece zam değil. Hükümet kamuya ait fabrikaları da hızla satmak istiyor. ‘Sakladığınız altınlarınızı satın’ da dendi! Bu telaş neden? Tepkilere yanıt veren Başbakan Yıldırım, "Ciddi ihtiyaçlarımızı karşılamak ve savunma sanayinde etkinliği arttırmak için kaynağa ihtiyaç var" diyerek zamları savundu. Nedir bu ciddi ihtiyaçlar? "Bir gece ansızın gelebiliriz" ülkücü sloganının ardında yerli-milli ittifakının büyük sıkışmışlığı yatıyor. Hükümet, Suriye ve Irak'ta Kürt yönetimlerine müdahale etmek için ABD ve Rusya'dan onay almaya çalışıyor.
60 yıl ömrü olan bu nükleer santral için, Çernobil felaketinin gerçekleştiği Rusya'nın devlet kurumu Rosatom'a 20 milyar dolar ödenecek. İki yıl sonra teslim edilecek füze bataryaları içinse 2 milyar dolardan fazla. Ekonomi Bakanı OHAL'in ekono-
SİLAHA DEĞİL İNSANA YATIRIM Arap ayaklanmalarının kanla bastırılması ardından Ortadoğu'yu kaplayan savaşın kazananları elbette silah tüccarları ve silah üreticisi devletler. 2016 yılında sadece Türkiye ile İran arasındaki bölgede ağır silah
Ak Parti hükümetinin gündeminde zamlar, özelleştirme nükleer santral ödemeleri ve silah anlaşmalarının yüksek meblağları var. Türk-İş Araştırma Dairesi'nin yayınladığı verilere göre dört kişilik bir ailenin açlık sınırını 1.523 liraya, yoksulluk sınırıysa 4.960 liraya çıktı. Asgari ücret 1.404 lira, bir kişinin aylık geçim maliyeti ise 1901 lira. Bu küçük meblağları büyütmek içinse emekçilere verilen yanıt 'kaynak yok.' satışı yüzde 61 oranında arttı. Orta Doğu en hızla silahlanan bölgeyken, Ak Parti ve yerli-milli ittifakının siyasi tercihleri sonucu burada krizler yaşayan Türkiye, dünyanın altıncı büyük silah ithalatçısı. Silah ihracatçısı ülkelerin başında ise ilk sırada ABD, ikinci sırada ise Rusya geliyor.
Toplantı 12.10.2017 saat 19:00
Sadece 16 Nisan referandumu değil Adalet Yürüyüşü de gösterdi ki Erdoğan’ın geleneksel devlet yapısı, MHP ve bir dizi ulusalcı güçle kurduğu koalisyon, sadece ikna edici olmamakla kalmıyor, AKP saflarında hem de bu safların en merkezinde bir dizi konuda farklı fikirler, farklı siyasetler ve farklı üsluplar ortaya çıkıyor. Motorlu Taşıt Vergisi konusunda, Kürdistan referandumu konusunda, bu bölgeye yaptırım uygulanıp uygulanmayacağı konusunda, askeri müdahalenin olup olmayacağı konusunda, faiz oranları konusunda, dış siyasette tercih edilen üslup konusunda, OHAL’in süresi konusunda, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’in görevden alınıp alınmayacağı, Kadir Toptaş’tan sonra hangi belediye başkanlarının istifa edeceği konusunda AKP saflarında derin tartışmalar sürüyor. Bu derin tartışmaların ne düzeyde bir bölünmüşlüğün ürünü olduğu önümüzdeki dönemde daha net görülecek.
Ankara'ya gelen Putin ile Erdoğan zirvesindense, Akkuyu'da nükleer santral inşasına başlanması ve Türkiye'nin 4 adet S-400 füze bataryası için ön ödeme yapması çıktı.
miyi olumsuz etkilediğini belirtip, patronların yakınmalarını duyururken, Erdoğan'ın yanıtı yine OHAL'in devam edeceği oldu ve bunu savaşa dayandırdı.
1917-2017 EKİM DEVRİMİ'NİN YÜZÜNCÜ YILI
YENİ SAYI ÇIKTI!
Konuşmacılar: Nuran Yüce - Şenol Karakaş
Nakiye Ergün Sokak No: 32 Kat: 1 Osmanbey-Şişli DSiP
GÜNDEM
YERLİ-MİLLİ İTTİFAKININ GÜNDEMİ:
OHAL VE KUTUPLAŞTIRMA Meclisin yeni yasama döneminin açılışı, savaşa tezkeresi-
ni onaylatan Ak Parti-MHP ittifakının dışlayıcı tutumuna sahne oldu.
3
BARIŞTAN YANA Yıldız Önen
REFERANDUM SORUNU: BAŞKA BİR YAKLAŞIM MÜMKÜN!
Erdoğan, Bahçeli ve Hulusi Akar ile yüksek yargı bürokratları bir odada toplandı.
Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık referandu-
Meclisteki ikinci büyük partinin lideri Kılıçdaroğlu, tezkereye 'evet' oyu verdikleri halde, bu zirveden dışlandı. Belli ki Adalet yürüyüşü ve mitingi devlet nezdinde unutulmadı.
gösterdi. Referandumun ardından ABD Dışişleri Baka-
mu kararına karşı bölge ülkelerinin hepsi sert tepkiler nı referandumu tanımadıklarını açıkladı. İran, merkezi Irak hükümeti Barzani’nin attığı adımların tehlikeli olduğunu ilan etti. Ama bu alanda hiçbir ülke Türki-
Hedef yine HDP
ye’nin eline su dökemedi.
Meclisteki üçüncü gruba sahip HDP ise meclis açılışına katılmadı. Liderleri ve milletvekileri tutuklu olan parti, topluma sesini duyuramadan Erdoğan'ın hışmına uğradı. 'Onların yeri Kandil' denilerek adeta dağa çıkmalarını talep etti. IKBY'ye son uyarı mı? Meclisteki yerli-milli buluşma sıradan bir gövde gösterisi değildi. Buradan çıkan Genelkurmay Başkanı Akar, İran'a IKBY bölgesine yönelik olası operasyonları konuşmaya gitti. İran’la bölgesel askeri işbirliği ilan edildi. Akşam ki resepsiyonda komutanları yanına alan Erdoğan "her şey hazır olun" dedi. Hükümete yakın gazeteler bu dışlayıcı mekanizmayı "son uyarı" olarak duyurdu. Uyarı, Irak Kürdistanı yönetimineydi, 'eğer kararınızdan vazgeçerseniz sizinle eskisi gibi ilişkilere geçebiliriz.' IKBY'de sadece Barzani yönetimi değil, diğer politik par-
Türkiye resmen referandum kararını alan Barzani’yi, Özel toplantıdan basına verilen kare.
bölgede yaşayanları ve giderek Kürtleri tehdit etti,
tiler de referandumdan geri dönülmeyeceğinde hem fikirken Erdoğan'ın sözleri, Türkiye'nin sınırlarındaki tek gerçek müttefikine karşı savaş da dahil her türden yaptırımı uygulamaya hazırlandığını gösteriyor.
bi” gibi kavramlar kullanılarak karşılandı. Son birkaç
Kutuplaştırmaya devam 15 Temmuz gecesi darbeciler tarafından bombalanan meclise hakim olan yerli-milli ittifakının OHAL ve savaş politikası devam ettiği sürece, kutuplaşma ve çözümsüzlük de devam edecek. Adalet, demokrasi, hak ve özgürlükler, insanca yaşayacak bir ücret, kadına karşı şiddete karşı mücadele gibi konular ise henüz gündemde yok.
KADINLAR MECLİSE YÜRÜDÜ
aşağıladı. Gelişmeler en sert düzeyde “savaş sebegündür
resmi düzeyde kullanılan bu üslubun Türki-
ye’deki Kürtleri, AKP’ye oy veren Kürt kitleleri rahatsız ettiğini fark edenlerin uyarısıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan kullandığı sert üsluptan bir adım geri attı. Abdulkadir Selvi Hürriyet’teki köşesinde Erdoğan’ın TBMM açılış konuşmasında referandum konusunda üslubunda yumuşama olduğunu şöyle ifade ediyordu: Barzani’ye yönelik uyarılarını sürdürdü ancak, ilk kez farklı bir mesaj verdi. ‘Kuzey Irak Yönetimi yaptığı yanlıştan dönme erdemini gösterdiğinde Türkiye, devleti ve milletiyle bu kardeşlerimizin yanında olmaya devam edecektir’ dedi. Selvi kendini kaptırmış bir şekilde, Erdoğan’ın konuşmasında yumuşama olduğunu söylerken, “Erdoğan sürecin başından itibaren ilk kez hem sopayı gösterdi hem havucu uzattı” diyebiliyor. Oysa, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, başka bir ülkenin sınırları içinde yaşanan bir olaya, o sınırlar içinde yer alan bir halkın kendi kaderini belirleme sürecine, Türkiye’nin hangi hakla ‘havuç-sopa’ politikasıyla yaklaşabildiğini bir gazeteci olarak kendisine sorması çok daha hayırlı bir iş olurdu. Bu açıdan Karar Gazetesi’nden Galip Dalyan’ın ‘Post referandum döneminin opsiyonları’ başlıklı yazısında dile getirdiği şu yaklaşım çok önemli: “Referandum neredeyse bir dış politika başlığı olmaktan çıkıp çoktan bir iç politika gündemine dönüştürülmüş durumda. Tıpkı diğer birçok dış politika başlığı gibi. Devlette çok üst perdeden bir söylem kullanılıyor. Mesela, Türkiye’nin kullandığı söylemi, bu referandumdan en az
Kadın örgütleri kampanyayı başlatırken.
Yüzden fazla kadın ve LGBTİ+ örgütü tarafından başlatılan ve 1 Ekim Pazar günü Ankara, Antakya, Eskişehir, Hopa, Bursa, İstanbul, İzmir, Kocaeli, Trabzon illerinde eylem yapan #BuYasalarBöyleGeçmez kampanyası kapsamında kadınlar Ankara’ya TBMM önüne yürüdüler. Akay Kavşağı’ndan TBMM’ne yürürken yolda polis tarafından durdurulan ve dövizleri ellerinden alınmaya çalışılan kadınlar, tüm baskılara rağmen meclis önüne ulaşmayı başardılar.
Türkiye kadar hatta ondan daha fazla rahatsız olan
Müftülük yasası olarak da bilinen Nüfus Hizmetleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı’na ve Mağdur Hakları Yasa Tasarısı’na karşı yapılan yürüyüşte “Bu nikah kıyılamaz”, “Yaşasın kadın dayanışması”, Eşit ve özgür bir hayat için” yazılı dövizler taşındı. Yürüyüşe CHP milletvekili Şenal Sarıhan ve HDP milletvekili Meral Danış Beştaş da katılarak birer konuşma yaptılar. Basın açıklamasını ise Ankara Kadın Platformu Sözcüsü Hatice Kapusuz okudu. Kadınlar, getirilen deği-
şikliklerle boşanmamayı savunan Diyanet İşleri Başkanlığı’na evlilik için yetki verilmesinin kadınları olumsuz etkileyeceğine, nüfus müdürlüklerine beyan ile yapılacak doğum kaydının çocuk evliliklerinin önünü açabileceğine, kanunlarda yer alan genel ahlak kriterinin sadece kadınlara ve LGBTİ+’lere zarar verdiğine, ayrıca Mağdur Hakları Yasası hazırlanırken kadınların fikirlerine başvurulmadığına dikkat çekerek, bu yasaların bu şekilde geçmemesi gerektiğini söylediler.
İran’ın söylemiyle karşılaştıralım. Hamaney, Ruhani veya Zarif’ten kaç tane yüksek perdeden, hakaretamiz açıklama geldi?” Kuşkusuz hem bölge hem de Türkiye çok keskin bir yol ayrımında: Bu yol ayrımında sadece üslup değil Kürt sorununa bakış ve pratik uygulamaların bütünüyle değişmesi ve Kürt halkıyla eşit koşullarda kardeşlik ilişkisinin tesis edilmesi, diyaloğa bağlı çözüm mekanizmalarının devreye girmesi için ses çıkartmamız gerekiyor. Daha önce söylediğimiz gibi: “Şimdi değilse ne zaman?”
4
DÜNYA
KATALONYA’DA DİRENİŞ VAR
Öğrenciler, işçiler, köylüler kendi kaderlerini tayin hakkı için sokakta.
İspanya’nın Katalonya Özerk Bölgesi’nde 1 Ekim’de referandum yapıldı. İspanya hükümeti referandumu polis güçleriyle engellemeye çalıştı. Polisle göstericiler ve sandıkları koruyanlar arasında çatışmalar yaşandı. Yaklaşık bin kişi yaralandı. Polis 2300 oy verme noktasından 92’sine el koydu. Ancak her şeye rağmen Katalanlar sandığa gitti. Katalonya özerk yönetimi sözcüsü Jordi Turull, referandumda 2,3 milyon geçerli oy kullanıldığını ve halkın %90’ının bağımsızlığa evet dediğini açıkladı. Baskılar ve engellemeler nedeniyle referanduma katılım oranı ise %42,3 oldu. Katalonya Başkanı Puigdemont referendum sonuçlarının Katalan Meclisi’ne sunulacağını ve yakında bağımsızlık ilan edileceğini açıkladı. İspanya Adalet Bakanı Rafael Catala ise bu açıklamaya karşılık olarak Katalonya'nın bağımsızlık ilan etmesi durumunda İspanya'nın anayasal gücünü kullanacağını söyledi. Catala daha da ileri giderek bağımsızlık ilanı olursa özerkliğin askıya alınabileceğini aktardı. Öte yandan, Avrupa Birliği (AB), Katalonya'da dün yapılan bağımsızlık referandumunun İspanya Anayasasına göre yasal olmadığını belirtti. İspanya yönetimi en başından beri bu referanduma karşı
çıktığını ve meşru görmediğini ilan etti. İspanyol devletinin ilk somut tepkisi referanduma iki hafta kala ani bir polis baskını ile 14 Katalan siyasetçi ve bürokratı tutuklamak olmuştu. Referandumu destekleyen 700 Katalan belediyesine de soruşturma açılıp, referandumu destekleyen web siteleri kapatılmıştı. İspanyol hükümeti bölge polisinin yetersiz kalacak olması ihtimaline karşılık binlerce polis ve sivil muhafızı İspanya tarafından bölgeye göndermişti. Katalan halkı kendi kaderini tayin hakkını savunmak için seferber oldu. Yüzbinlerce Katalan sokaklara inerek polis baskınlarını protesto etti. Barselona Üniversitesi öğrenciler tarafından işgal edildi. Barselona’daki ve Tarragona’daki liman işçileri kolluk güçlerinin taşındığı gemilere hizmet vermeyi reddettiler. İspanyol hükümetinin emirlerini reddeden itfaiyeciler sendikası da Barselona’da yürüyüş yaparak referanduma destek verdi. Katalan CGT sendikası İspanyol hükümetinin antidemokratik baskısına karşı 3 Ekim’de genel greve çıktı, hayat durma noktasına geldi. Üniversiteyi işgal eden binlerce öğrenci referandum örgütlenmesini kendi ellerine aldılar. Pusulaları çoğaltıp halka ulaştırdılar ve referandum güvenliğini sağladılar. Yüzlerce
okulda aileler nöbet tutarak referandum güvenliğini sağlamak ve sandıklara polisin el koymasını engellemek için mobilize oldu. Köylüler traktörleri ile Barselona’ya gelerek polis güçlerini engellemek için seferber oldu. Böylece muhtemelen ilk kez halk tarafından kolektif bir şekilde bir referandum örgütlenmiş oldu ve insanlar kendini gücünü gördü. Barselona referandumuna karşı İspanyol hükümetinin iddialarından en önemlisi Katalanların “refah şovenizmi” yaptıkları iddiası. Katalonya merkezi hükümete aldığından daha fazla kaynak veriyor. Solun ve sendikaların kuvvetli olduğu Katalonya’da bu durum sömürgecilik olarak algılanıyor çünkü sosyal harcamalar için kullanmak istedikleri bütçenin bir kısmı merkezi hükümete gidiyor. Katalonya’nın başkenti Barselona Belediyesini en son Müşterek Barselona adlı radikal sol platformun adayı Ada Colau kazanmıştı. Toplumsal hareketler, yurttaş inisiyatifleri, sendikalar ve sol partilerden oluşan bu ittifak neoliberal uygulamalara karşı radikal bir direniş gösteriyor ve bağımsızlıktan yana tavır alıyor.
ALMANYA: NAZİLER MECLİSE GİRDİ, SOL OYLARINI ARTTIRDI 24 Eylül’de yapılan genel seçimlerde içerisinde Nazilerin de yer aldığı aşırı sağcı parti AfD meclise girmeyi başardı. AfD %12,6 oy alarak üçüncü parti oldu ve 94 milletvekili çıkardı. Hıristiyan Demokratlar %32,9 ve Sosyal Demokratlar %20 ,5 oy aldılar. Sol Parti ise oylarını %0,6 artırarak %9,2’ye, Yeşiller ise oylarını %0,5 artırarak %8,9’a yükseltti. Bir önceki seçimlerde %5’lik barajın altında kalan Liberaller ise bu kez %10,8’lik bir oya ulaştı. Büyük kriz Bu seçimler merkez partilerin krizine işaret etmesi açısından önemli. Merkel’ın Hıristiyan Demokratlar’ı birinci parti olarak çıkmayı başarmakla birlikte %8,6 oy kaybetti. Sosyal Demokratlar ise %5,2 geriledi. Bu iki partiden gerileyen oylar büyük oranda aşırı sağcı AfD’ye gitti. 2013 yılındaki seçimlerde %4,7 alan AfD, 2015 yılında göçmenlere karşı yapılan ırkçı PEGİDA (Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Yurtsever
Avrupalılar) eylemleri ile yükselişe geçmişti. Her ne kadar onlarca kentte gösteriler ırkçılık karşıtlarının kat be kat kalabalık karşı gösterileri ile ezilse de ekonomik kriz ortamından faydalanarak merkez sağ ve sol partilere göçmen karşıtı tutum almaları konusunda basınç uygulamıştı. AfD’nin seçim başarısı aslında bu politik basınçtan kaynaklanıyor çünkü gerçekten de Merkel hükümeti ve Sosyal Demokratlar göçmen karşıtı bir tutum aldılar. Böylece ırkçılık meşrulaştı ve ırkçılığın en tutarlı partisi AfD bu partilerden ciddi oranda oy çekti. Seçimlerde solun neoliberalizme karşı sokakta aktif şekilde bir alternatif örememiş olması ekonomik koşulları kötüleşmekte olan kesimleri aşırı sağa itti. Ancak yine de Sol Parti ve Yeşiller oylarını arttırdı. Üstelik Sol Parti ilk kez Batı Almanya’da işçilerden bu kadar yüksek destek buldu. Berlin’de ise Sosyal Demokratları dahi geri bırakarak ikinci parti olmayı başardı.
Antifaşist sloganlar: ‘Naziler defolun’, ‘Mülteciler hoş geldiniz.’
DİRENİŞ
5
SAYA İŞÇİLERİ YOL GÖSTERİYOR
Direnişteki işçileri, dayanışma toplantısında, İzmir.
Eylül başında ayakkabı tekellerine karşı Adana’da iş bırakan saya işçileri, Türkiye’nin pek çok yerinde çok kötü koşullarda çalışan işçilerin direnişini tetikledi. Saya, ayakkabının üst kısmına verilen isim ve saya üreten işçiler çok uzun saatler, çok düşük ücretlere çalışıyorlar. Sektörde göçmen emeği de çok yoğun bir şekilde kullanılırken, kanunen yasak olmasına rağmen çocuk işçiliği de çok yaygın. Saya işçilerinin önemli bir kısmını Suriyeli işçiler oluşturuyor. İşçilerin gün boyu solumak zorunda oldukları kimyasal maddeler de sağlıklarını olumsuz etkiliyor. Adana’da Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin iş bırakmasıyla başlayan direniş kazanımla sonuçlandı. Patronlar işçilerin yüzde 25 zam talebini yüzde 13’ünü hemen, yüzde 12’sini de Aralık ayında vermek koşuluyla kabul etti. Adana’daki işçilerin kazanımının ardından İstanbul, İzmir, Manisa, Konya, Hatay gibi pek çok şehre yayıldı. 25 yıldır doğru düzgün zam almayan işçiler, 2012 yılında benzer bir mücadele verdiklerinde zam alabilmeyi başarmışlar. Ortak mücadele kazandırıyor İşçilerle yapılan röportajlarda Türkiyeli işçilerin başta Su-
MÜCADELENİN İÇİNDEN Faruk Sevim
TÜRKİYELİ VE SURİYELİ SAYA İŞÇİLERİ ORTAK EYLEM YAPTI Saya, ayakkabının yumuşak olan üst kısmına deniyor. Saya işçileri doğal ya da yapay derilerle tekstil ürünlerinden kesilmiş parçaları el aletleri ve makinelerle işleyerek ayakkabının üst kısmını üretiyorlar. Bir saya işçisi, her bir deriyi tıraş bıçağı ya da tıraş makinesi ile inceltiyor ve ayakkabı olacak şekilde biçimlendirip yapıştırıyor. Saya işçilerinin çalıştığı ortamlar günümüzdeki en sağlıksız iş yerleri. İlkel çalışma koşulları, sefalet ve amansız bir sömürü çarkı var. Meslek hastalıkları çok yaygın.
riyeli işçilere karşı oldukları, hatta onlara karşı eylem yaptıkları söyleniyor ancak bir süre sonra Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin çıkarlarının ortak olduklarını anladıkları belirtiliyor. Kazanımın elde edildiği Adana’da işçiler, haklarını bir daha kaybetmemek üzere 2012’de kurulan Adana Ayakkabı İşçileri Yardımlaşma Derneği’ni yeniden aktif hâle getirdiler ve burada emeklerini savunmaya devam ediyorlar. İzmir’de direnişteki saya işçileri mücadelelerini Alsancak’ta bulunan Karakedi Kültür Merkezi’nde anlattılar. İşçilerden Nuri Karam şöyle konuştu: “Biz çalışırken bir anda Suriyeli yoldaşlarımız alanlara döküldü. Sonra biz onlara destek verdik. Patronlar ‘Siz Suriyelilerle düne kadar düşmandınız, şimdi ne oldu da birlikte yürüyorsunuz’ diye soruyor. Çünkü bizler ilk başta Suriyelilere karşı eylem yapmıştık ‘istemiyoruz sizi’ diye ki burada çok büyük bir yanlış yapmışız. Bugün sanayideki düzen tamamen değişmeye başladı. Ayakkabıcılar sitesindeki işçilerin birlikte hareket etmesi ile bunun sadece iş ve ekmek mücadelesi olduğunu, kardeşliğin ve birlikteliğin sağlandığını işverene gösterdik. Bu işin arkasını asla bırakmayacağız. Devlet bugüne kadar bizi hiç dikkate almadı. Şimdi Türkiye’nin genelinde böyle bir eylem başlayınca şok oldular. ‘AyakkaParça başı ücret alıyorlar. Haftalık 500 TL alabilmek için günde 14-15 saat çalışıyorlar. Hemen her atölyede çocuk işçi çalıştırılıyor. Sigortasız ve sendikasızlar. Bütün bu zorlu koşullara karşı geçtiğimiz günlerde saya işçileri önce Adana’da daha sonra İstanbul, Gaziantep, Konya, İzmir, Manisa, Hatay ve Bursa’da eyleme başladılar. Talepleri netti; ücretlerine yüzde 25 zam. Başlangıçta saya işçilerinin eylemi OHAL yasağına takıldı, ama geri adım atmadılar, eyleme devam ettiler. İki gün süren iş bırakma eylemine Türkler, Kürtler, Araplar tüm saya işçileri katıldı. Ama daha da önemlisi Suriyeli işçiler de Türkiyeli işçilerle birlikte iş bıraktı. Ve sonuçta saya işçileri ücretlerine yüzde 21 zam aldılar. Irkçı milliyetçi dalga, Türkiye’de yaşanan pek çok sorunun faturasını sokaktaki Suriyelilere kesmeye pek bir hevesli. İşsizliğin, düşük ücretlerin, yüksek ev kiralarının sorumlusu olarak hep Suriyeliler gösterildi. Şimdiye kadar
bıcılar nasıl örgütlenir’ diye? Dün 3 tane atölye komple işi bıraktı. Manisa’da işverenler sanayinin içine alınmıyor. Bu eylemler artarak devam edecek. Bazı arkadaşlar soruyor, ‘Sendikanız var mı?’ diye… Sigortamız yok ki sendikamız olsun. Bizim taleplerimiz fiyatların bir an önce iyileştirilmesi, sağlık koşulları, iş güvencesi ve sigortadır. Bundan sonra emekçinin yanında olan herkesi yanımızda görmek isteriz” Dayanışmaya OHAL koşulları ile işçi sınıfının haklarına dönük büyük bir saldırının başlatıldığı, mültecilerin işçi sınıfına düşman olarak gösterilmeye çalışıldığı bu dönemde saya işçilerinin direnişi sınıf mücadelesi açısından hayati bir önem taşıyor. Saya işçilerinin mücadelesi ekonomik mücadele ile ırkçılığa karşı mücadelenin bir ve aynı şey olduğunu gösterirken, patronların elindeki Suriyeli düşmanlığı kozunu da ellerinden almış oluyor. Adana’daki işçilerin kazanımı diğer şehirlerdeki işçilerin de kazanabileceğini gösteriyor. Sosyalistler, bütün güçleriyle saya işçilerinin sesinin her yerde duyulabilmesi ve başka direnişlere ilham olabilmesi için çalışmalı. daha çok Suriyeli işçilerin suçlandığı, hedef gösterildiği, ırkçı saldırılara maruz kaldığı haberlere alışmıştık. Saya işçilerinin eylemi ise bize Türkiyeli ve Suriyeli işçilerin birlikte kazanabileceklerini ve ırkçılığı yenebileceklerini gösterdi. Türkiyeli işçilerle Suriyeli işçiler daha önce İstanbul Çağlayan’da tekstil, Bağcılar’da ise nakış işçileri arasında ortak eylem yapmıştı. Ama bunlar birkaç atölye ile sınırlıydı ve saya işçilerinin eylemi kadar etkili değildi. Adana’da başlayıp pek çok ile yayılan saya işçileri direnişi bu açıdan önemli bir ön yargıyı kırdı. Milliyetçilik ve ırkçılığın böldüğü işçiler, patronlara karşı yapılan eylemde bir araya geldiler. Saya işçileri sınıf kardeşliğinin ve ırkçılığa karşı mücadelenin güzel bir örneğini sergilediler. Saya işçilerinin deneyimlerini yaygınlaştırmak gerek.
6 GÜNDEM
İSPANYA’DAN IRAK’A REFERANDUM İMTİHANI
Barcelona, referandum sandıklarına el koyan İspanyol polisi protesto ediliyor. MELTEM ORAL
Önce Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ndeki ardından Katalon-
ya’daki bağımsızlık referandumları ile halkların kendi kaderini tayin hakkı adeta dünyanın baş gündemine oturdu. Bağımsızlık referandumları ve karşısında verilen tepkiler, son yıllarda dünya çapında nasıl bir kriz ve istikrarsızlık ortamında yaşadığımızın en güncel örnekleri. 25 Eylül’de neredeyse tüm dünya karşı olmasına rağmen Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde bağımsızlık referandumu gerçekleşti ve 3 milyon 305 bin 925 kişinin yüzde 92,7’si evet oyu verdi. Merkezi Irak hükümeti, Suriye, İran, Türkiye gibi bölgesel güçlerin yanı sıra ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi devletlerin yetkilileri de son dakikaya kadar Mesut Barzani’nin referandum kararından vazgeçmesine yönelik açıklamalar yaptı. Irak’taki Kürt halkının nasıl yaşamak istediğinin, ABD başta olmak üzere bir dizi ülkeyi neden ilgilendirdiğini anlamak için küresel emperyalist güçlerin bir asırdır Ortadoğu’daki ülkelere askeri, siyasi, ekonomik müdahalelerini hatırlamak yeterli. Türkiye’nin referandum karşıtı ittifakı
Daha beş sene önceki AKP kongresinde kürsüye “Türkiye seninle gurur duyuyor” sloganlarıyla çıkan Barzani’ye karşı hükümetin yaklaşımı, dünyada kartların yeni baştan dağıtıldığı bir süreçte yaşadığımızı gösteriyor. Hükümet yetkilileri bir süredir gerilimli bir ilişkiye sahip olduğu ABD ve Almanya gibi güçlerin yanı sıra Suriye rejimiyle bile referandum karşıtlığında aynı politik zeminde buluştu. Aynı şekilde Türkiye içerisinde de bağımsızlık referandumuna karşı adeta “kutsal ittifak” oluşturuldu. İttifakı bir araya getiren şey konunun “devlet bekası” olarak görülmesi. Devletin tüm kurumlarının ve yetkililerinin, bir halkın nasıl yaşamak istediğine dair sandığa gidiyor olmasına karşı hakaretamiz yaklaşımı, referandumun bölgedeki tüm Kürtleri ve dolayısıyla da Türkiye’de yaşayan Kürtleri “ayrılıkçılık” yönünde etkileme korkusu. Ayrıca Suriye’nin kuzeyinde Kürtlerin yönetimini ele geçirdikleri bölgelerin geleceğine dair Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nden ilham alma ihtimali. Yani iç ve dış siyasette son yıllarda yükselen gerilimin başat konusu olan Kürt sorunuyken, Barzani’nin hamlesi söz konusu gerilimlerde Türkiye devletini daha dezavantajlı pozisyona sokma potansiyeli taşıyor. Bu yüzden Türkiye devleti, güneydeki sınır komşularının Kürt siyasi yapılanmalarından oluşması ihtimalinden kaygı duyarak,
bağımsızlık referandumunu bir varoluş meselesi, misak-ı milli sınırlarının bekası sorunu olarak görüyor. Bu yüzden kavgalılar kolayca yan yana gelebildi, tehditler havada uçuştu, İran’la ortak askeri tatbikat düzenlenerek sürece askeri yöntemlerle müdahale edilebileceğine dair hamlelere girişildi. Hatta Gazze imalarıyla açıklamalar yapacak kadar ileri gidildi. Referandum gerçekleştikten günler sonra bile, hükümetin başyazarlarından Albülkâdir Selvi hâlâ “Erbil’de yeni Gazze olur muyuz kaygısı başladı” yazabiliyor. Belli ki Türkiye’deki referandum karşıtları Erbil yeni Gazze olacaksa, yeni İsrail’in kim olacağı sorusunun ima ettiklerinin farkında değil ki bu kadar ileri gidebiliyor. CHP evine döndü Ancak petrol hattını tıkamak, askeri seçenekleri öne sürmek, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’ni izole edecek yaptırımlar uygulamak gibi türlü tehditler referandum kararı alan Barzani ve sandığa giden milyonlarca Kürt açısından caydırıcı olmadı. Ama Irak’taki Kürtlerin nasıl yaşamak istediklerine dair iradelerini beyan etmesi hem hükümetin hem de Türkiye’deki muhalefetin pullarını döken tutumlara sahne oldu. Yerli-milli koalisyonun ne kadar kaygan bir zeminde yükseldiği bir kez daha ortaya çıktı. MHP lideri Bahçeli ırkçı, ayrımcı nefret siyasetini daha yüksek bir tonda yürütmek için fırsat bulmuşçasına savaş tamtamları çalarken Binali Yıldırım’la giriştiği polemik veya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomik yaptırım konusundaki açıklamalarına Ekonomi Bakanı’nın açıkça karşı çıkması hem yerli-milli koalisyonun hem de AKP’nin içindeki çelişkileri yine su yüzüne çıkardı. Diğer yandan yerli-milli ittifakın küskünü CHP, bağımsızlık referandumuyla birlikte “saflara” geri döndü. Çözümsüzlükte ısrarcı CHP liderliği için Adalet Mitingi’nin sadece kısa bir moladan ibaret olduğu açığa çıktı. Mevzu bahis “devlet bekası” olunca CHP, savaş tezkeresi korosuna katılarak bir süredir dışına düştüğü yerli-milli koalisyona balıklama daldı. Böylece koalisyondaki çatlak görüntüsü liderlik düzeyinde giderilmiş oldu. Belli ki CHP liderliği için adalet, Türkiye’de, bölgede ve tüm dünyada, kaderini tayin etmek isteyen halkları kapsamıyor. CHP, halkların eşit koşullarda kardeşliği temasını tüm düzeylerde işlemek yerine devletin beka kaygısının pekiştirdiği milliyetçi-militarist atmosfere kapılarak çatlakları onarma yönünde adım attı.
Kimin bekası? Referandum sürecinde dökülen pullar sadece CHP’ninkiler değildi. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin bağımsızlık için sandığa gitmesi Türkiye solu için tam bir turnusol kağıdı, özgürlük, eşitlik ve en basit sosyalist ilkelerin ne anlama geldiğinin imtihanı oldu. Ezilen halkların taleplerine nasıl yaklaşıldığı, Türkiye’de özgürlükçü antikapitalist bir solun inşasında kimlerin aktör olup olamayacağının da belirleyicisidir. Örgütlü solun bir kısmı Irak sınırları içinde referandum yapan ezilen bir halka karşı tutum aldı. Dahası İspanya’da Katalanların bağımsızlık istemesine de İspanya devletinin argümanı olan ve Katalanların merkezi devlete verdiği kaynaklardan bir haber olunduğunu gösteren “refah şovenizmi” gerekçesiyle karşı çıktı. Milliyetçiliğe ve militarizme prim veren her türlü yaklaşımın kılıfı olarak yine anti-emperyalizm gerekçesi öne sürüldü. Oysa yapılması gereken devletin bekasını değil ezilenlerin ve işçi sınıfının bekasını savunmak. Irkçı, milliyetçi, savaşçı koronun sesini gürleştirdiği bir siyasi iklimde koroya payanda olmak değil, başka bir ulusu ezen ulusun özgür olamayacağını anlatmak gerekir. Barış içinde eşit ve özgür bir dünya için mücadelede, halklar arasında düşmanlığı pekiştiren, egemen sınıfın milliyetçiliğine olur veren, ezilen ulusların kendi kaderlerini belirleme haklarını yok sayan görüşlerin yeri yoktur. Halklar nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşamalıdır. Sol ne yapmalı? Irak’taki Kürt halkının referandum iradesi, barıştan ve özgürlükten yana tutum alanların önünde çok önemli görevlerin olduğunu bir kez daha kanıtladı. Devletin beka kaygısıyla yürüttüğü siyasetin toplumda yükselttiği çatışmacılığa, nefrete karşı kolları sıvamak zorundayız. Barış, Kürt halkıyla eşit koşullarda kardeşlik, diyalog ve çözüm politikalarının hayat bulması için daha fazla tartışmak, ses çıkarmak ve savaş karşıtı bir hareket inşa etmek çok önemli. Devletin rotasını beka kaygısıyla yürütülen savaşçı siyasetten, çözüme ve diyaloğa doğru çevirmeye zorlayacak bir hareket ancak Kürt halkına akıl vermeyen, milliyetçiliğin yükselmesine katkıda bulunmayan, halklara düşman olanlarla herhangi bir zeminde buluşmayı reddeden bir sol ile mümkün olabilir.
GÜNDEM 7 GÖRÜŞ Roni Margulies
AKŞENER’E SAYGI VE ALKIŞ SUNANLAR Erdoğan ve AKP hükümeti başımızdan gitsin de, nasıl giderse gitsin. Bu yaklaşımın ne anlama geldiğini, nasıl sonuçlara yol açabildiğini son yıllarda birkaç kez gördük. En çarpıcısı, kendini “solda” zanneden kişilerin Ankara Belediye Başkanı seçimlerinde Mansur Yavaş adlı bir MHP’liyi coşkuyla desteklemesiydi. Bu dediğimi yanlış bulanlar olabilir tabii. En çarpıcısının bu değil, Ekmeleddin İhsanoğlu adlı bir başka MHP’linin Cumhurbaşkanlığı için desteklenmesi olduğunu iddia edenler olabilir. Sorun değil, tartışmaya değmez, ikisi de çarpıcı. Ama son tahlilde, Yavaş da, İhsanoğlu da önemsiz adamlardı. Şimdi çok daha çarpıcı bir duruma tanık olmak üzereyiz. Kendini “solda” zanneden kişiler şimdi çok daha berbat birini desteklemek, çok daha kötü birisine bel bağlamak üzereler. Cumhuriyet gazetesinde Ataol Behramoğlu şöyle yazmış: “Sahnede pırıl pırıl, apaydınlık bir kadın konuşuyor… Samimi, bilgili, açık sözlü, zarif. Slogandan uzak, cesur, esprili. ...gösterişten uzak, alçakgönüllü, fakat gerçek bir yıldız gibi parlıyor…” Ve yazısını şöyle bitirmiş: “Solda bir arkadaşınız olarak karşılaşacağınız bütün güçlüklerde yanınızda olmakta tereddüt etmeyeceğim. Yurdumuza olan ortak sevgimiz, saygılarım ve alkışlarımla.” Sözünü ettiği parlak yıldız, Meral Akşener! Behramoğlu tam beş yıl önce bir TV programında şöyle demişti: “Halkın oyları ile seçilmiş parti bir ülkenin temellerini oluşturan değerleri ortadan kaldırma hakkına sahip midir? Mesela laiklik olgusunu ortadan kaldırmaya sahip midir? Halk örgütlü değilse buna bir şekilde asker karar verebilir. Askerin yaptığına sivil toplum sahip çıkabilseydi, toplum bambaşka bir yere gidebilirdi. Ama sahip çıkamadı. Toplum örgütsüz olduğu için, bilinçsiz olduğu için yapamadı”. Özetle şunu demeye getiriyordu: “Halk aptal, askerin yaptığına sahip çıkmıyor, kendi seçtiği hükümete sahip çıkıyor, ay ne kötü durumdayız. Keşke askerler darbe yapsa da, çağdaş ve demokratik olsak.” Ve zaten kendisi de şöyle özetlemişti: “Göreceğiz ülke nereye doğru gidiyor. Devam etsinler oy vermeye. Toplumun uyarılması lazım, aydınlatılması lazım. Her toplumun kendine özgü gerçekleri var. Ben darbe iyidir, demokrasi kötüdür demiyorum. Asla böyle bir şeyi savunmuyorum. Ama gerekirse olabilir.” Askeri desteklemek. “Gerekirse olabilir”! Elleri kanlı bir faşiste “saygılar ve alkışlar” sunmak. Gerekirse olabilir!
Irak savaşına ve 1 Mart tezkeresine karşı gelişen birleşik mücadeleye bugün de ihtiyacımız var.
Behramoğlu önemli değil. Ama ulusalcı mantığın güzel bir örneği.
8 GELENEK
SOSYAL ŞOVENİZM Mİ ENTERNASYONALİZM Mİ?
sağın, hatta faşistlerin elini güçlendiriyor, şovenist propagandanın yayılmasına hizmet ediyor.
KEMAL BAŞAK
Sermaye sahibi sınıf, toplumun bütün ezilen kesimlerinin, bu arada bizzat emeğini sömürdüğü işçi sınıfının desteği ile toprak sahiplerinden iktidarı aldığı günden itibaren bir “pazar” kaygısı yaşıyor. İktidarı devraldıkları imparatorlukların yönettiği toprakları bir anda kalın çizgilerle çizilmiş burjuva devletlerine dönüştüren kapitalistler, bir yandan bu devlet şemsiyesi altında kendileri adına sömürü düzeninin devamını sağlayan politik liderliklerin (bazen en koyu askeri diktatörlük, bazen de eşitlik-kardeşlik-özgürlük sloganının arkasına gizlenen burjuva demokrasisi biçiminde) pekişmesi için eski dönemin ideolojik aygıtlarını, isimlerini değiştirmeden, kendi sınırsız kâr güdülerinin hizmetine soktular; bir yandan da bu kalın çizgilerin, burjuva devlet sınırlarının bekası için askeri aygıtları güçlendirdiler. Tarih sahnesine ilk çıkmanın avantajını kullanan kapitalist devletler, kapitalist sınıfın sermaye birikimini arttıracak “yeni pazarlara” yöneldi. Kapitalistler bu yeni pazarları denetimlerine almak için devasa askeri güçleri seferber etmek zorundaydı, ama öncelikle bu askeri seferberliğe kendi sınırları içerisinde yaşayan işçileri ve diğer ezilen sınıfları ikna etmeleri gerekiyordu. Hem kendi devletlerinin sınırları içindeki hem de kendileri gibi dış pazar arayan diğer kapitalist devletlerdeki “sınıf üyeleri” ile acımasız bir rekabet halindeki kapitalistler, bu rekabetin doğrudan sonucu olarak asgari ücrete mahkum ettiği işçileri ikna etmek için “milliyetçiliği” keşfetti. İmparatorluk-krallık-beylik düzeninde üzerinde yaşanılan yer olmaktan öte bir anlamı olmayan toprak kapitalist devlette artık kutsal bir kavram olmuştu. Patronu ile aynı dili konuşması işçi için “eşit yurttaşlık” yutturmacasının bir aracına dönüştü. Milliyetçiliğe göre patron da işçi de “tarihin derinliklerinden gelen” ulusun birer ferdiydi ve çıkarları ortaktı. Bu ortak çıkarların başka uluslara karşı korunması gerekiyordu. Milliyetçilikten şovenizme Kapitalist sınıfın en büyük ideolojik başarısı olan milliyetçilik zamanla hem işçi sınıfına hem de ona önderlik etmeye çalışan politik akımlara sirayet etti ve küçük bir sömürücü azınlığın büyük çoğunluğu sömürmesinin en önemli silahlarından biri olarak kapitalist dünyanın olmazsa olmazları içinde en ön sıralara yerleşti. Milliyetçiliğin savaş çığırtkanlığı, şiddet çağrısı ve kışkırtmacı yanlarının birleşik ve en azgın biçimi olan şovenizm; büyük kitleleri kapitalistlerin yeni pazarları ve yeni egemenlik alanlarını zor yoluyla denetimlere alma aracı olan emperyalist paylaşım savaşının haklılığına ikna etmek için pompalandı. Bu savaş çığırtkanlığının basıncından işçi sınıfının örgütleri de nasibini aldı. Egemen sınıf tarafından hainlikle damgalanmaktansa başka ülkelerde yaşayan sınıf kardeşlerine silah doğrultma alçaklığına kapı aralayan bir “sol” ortaya çıktı. Öyle ki, “İşçilerin vatanı yoktur, zaten onların olmayan bir şeyin, alınması da
İşçilerin dünya çapında birliği Sağı ve “soluyla” şovenizm zehiri enjekte edenlere karşı işçi sınıfının gücü, sadece ulusal düzeyde değil bütün dünya üzerinde, birliğinden geçiyor. Marks ve Engels’in Komünist Manifesto’da yazdıkları gibi “Halkların ulus olarak ayrışmaları ve karşıtlıkları, daha burjuvazinin, ticaret özgürlüğünün, dünya pazarının, sanayi üretimindeki tek biçimliliğin ve ona uyan yaşam koşullarının gelişmesiyle zaten giderek yok olmakta. Proletaryanın egemenliği bunu daha da yok edecektir. Birleşik eylem, hiç değilse ileri ülkeler arasında olmak üzere, proletaryanın kurtuluşu için en önde gelen koşullardandır. Bir bireyin bir başka bireyi sömürmesi ortadan kalktığı ölçüde, bir ulusun da ötekini sömürmesi ortadan kalkacaktır. Ulusun kendi içindeki sınıfların karşıtlığıyla birlikte ulusların birbirlerine karşı düşmanca tutumları da düşer.”
Rosa Luxemburg ve V. I. Lenin.
mümkün değil” diyen Marks ve Enlgels’in göz bebeği gibi baktıkları Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD), kendi egemen sınıfının isteği doğrultusunda savaş kredilerine oy verdi. Bu en büyük işçi partisindeki şovenist eğilim dönemin bütün sosyal demokrat partilerini etkiledi ve Birinci Dünya Savaşında milyonlarca işçinin kapitalistler yerine birbirleriyle çarpışarak ölmesine neden oldu. Diğer taraftan, emperyalist paylaşım savaşına katılan emperyalist ve alt emperyalist ülkelerin açık işgali altında kalan ülkelerde farklı bir milliyetçilik yükselmeye başladı. İşgalci devletlerin küçük görmek, dili yok saymak, doğal kaynakları merkezi devlete aktarmak, merkezi devlette uygulanan asgari ücretten ve çalışma şartlarından daha aşağıda çalışmaya zorlamak, gibi ulusal baskılarına karşı ezilen ulus fertlerinin milliyetçiliği. Ezen ulusun milliyetçileri sömürgelerdeki ulusal uyanıştan nefret ettikleri kadar başka hiç bir şeyden nefret etmezler. Bu noktada radikal sağcı burjuva partilerinin taraftarları ile SPD benzeri örgütlerin üyeleri aynılaşır. O güne kadar işçi sınıfının haklarını savunduklarını iddia eden sol maskeli şahıslar bir anda ne kadar da yurtsever olduklarını toplumun bütün kesimlerine kanıtlamaya çalışırlar. Yurtseverlik yarışının sağcılarla, hatta faşistlerle yapılıyor olması, topluma “asıl yurtsever biziz” mesajının ezilen ulusa “bir tokat da benden” şeklinde verilmeye çalışılması aslında
Komünist Manifesto’ya sadık kalan devrimci enternasyonalistlerin günümüzden yüz üç yıl önceki çaresizlik görüntüsü veren yalnızlıkları ile sadece üç yıl sonraki muhteşem kitlesellikleri çok şeyi açıklıyor aslında. En zor şartlar altında, farklı ülkelerden işçilerin birbirlerini boğazladığı Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında ısrarla işçi sınıfının asıl düşmanının “içeride” olduğunu söyleyerek örgütlenen sosyalistler; 1916 yılından itibaren artan ve savaşın son bulmasını talep eden işçi sınıfı hareketinin parçası haline gelmeyi başardılar. Dünya halklarıyla kardeşlik, burjuvaziyle asla! Uzun ve sabırlı bir faaliyet sürdürdükleri, işçi sınıfı ile bağlarının en güçlü oldukları yerde, Rusya’da ise tarihin akışını değiştirdiler. Bir taraftan Marksist enternasyonalizmin ilkelerine sıkı sıkıya bağlı kalan, diğer taraftan işçi sınıfının öncülerinin dinamizmini kendi bünyesine katma becerisini gösteren Bolşevik Partisi 1917 yılında dünya işçi sınıfının önderliğini üstlendi ve işçi sınıfı tarihte ilk kez bir ülkede iktidara geldi. Ulusal düzeyde işçi sınıfı ve ezilen uluslar üzerindeki baskıların artması ve otoriterleşme eğiliminin yükselmesi, bölgesel düzeyde savaş çığırtkanlığının artması ve küresel düzeyde emperyalistler arası gerginliğin giderek su yüzüne çıkması daha da azgın bir sağcılığa alan açıyor. Yüz yıl önceki fikirdaşları gibi günümüz sosyal şovenleri de bu sağcılığa meyilli iklimin yaratılmasında pay sahibi. Ama, yine yüzyıl öncesinden biliyoruz ki, koşullar ne kadar ağır olursa olsun, işçi sınıfının başta ulusal olmak üzere her türlü bölünmüşlüğüne karşı birliği için mücadele eden, ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını koşulsuz olarak destekleyen, asıl düşmanın, başka ülkelerin halkları değil, kendi ülkesindeki savaş kışkırtıcıları olduğunu söyleyen enternasyonal sosyalistler zor olanı başarabilir.
GELENEK
9
PARLAMENTO, DEVRİME ALTERNATİF OLABİLİR Mİ?
1917, Petrograd Sovyeti toplantısı.
Rusya’da, 1917’de gerçekleşen Şubat Dev-
rimi, toplumu sola çekmiş ve burjuva demokrasisinin itibarın sarsmıştı. İsyan eden işçiler kapitalist parlamentoya olan ilgilerini kaybetmişler ve daha iyi bir sistemin arayışı içine girmişlerdi. Tarihçi Mike Haynes’in dediği gibi “1917’nin hiçbir anında, hiçbir yerde, hiçbir seçimde, hiçbir kapitalist parti saygın bir azınlığın oyunu alma başarısı gösteremezdi.” Bu esnada Rusya’da, Sosyalist Devrimciler ve Menşevikler dahil olmak üzere, devrimin bir burjuva devrimi olması gerektiği tartışılıyordu. Devrimi ezmek için örgütlenen kapitalist sınıfla uzlaşmak istiyorlardı. Geçici Hükümet, Şubat’tan sonra, toplumu dönüştürmek için değil, demokratik özgürlükler getirmek amacıyla kurulmuştu. Fakat sınıfsal çelişkilerin şiddetlendirdiği sınırların ötesine geçmek istiyordu devrim. Devrim, kısmen savaşı durdurmak arzusuyla yol alıyordu. Ama, Rus egemen
sınıfının çoğunluğu savaşa bağlı kalmaktaydı hâlâ. Patronlar işçileri, işyerlerinde reformlarla yatıştırmayı deniyordu. Fakat planları başarıya ulaşmadığında, işçiler daha öfkeli oldular. Köylüler, devrimin onlara toprak vereceğini ümit ediyordu, toprak ağaları ise bunu engellemek için örgütlenmekteydi. Burjuva devriminin yanında olanlar, etkin bir biçimde bu patron ve toprak ağaları tarafından destekleniyordu. Menşevik Skobelev, “ticari teşebbüsleri halkın eline teslim etmek, şu anda devrime yardımcı olamaz” diyordu. Egemen sınıfın çıkarları, devrimle çatışma içindeydi ve burjuva demokrasisi bir çözüm öneremiyordu. Yaşanan kriz, istikrarlı bir kapitalist sisteme basitçe geçebilmek için çok büyüktü. Çoğu sanayici, General Kornilov’un başarılı bir darbe gerçekleştirmesini ummaktaydı. Geçici Hükümet, başarısız darbenin ardından paramparça oldu. Yeni bir koalisyon için girişimler, özellikle en büyük
kapitalist parti Kadet dahil olmak üzere burjuvazinin olup olmayacağına göre şekillenen bölünmeyle felç olmuştu. Keskin Anlaşmaların başarısızlığa uğramasının verdiği deneyim ve keskin argümanlar, işçilerin Bolşevikleri desteklemesine yol açtı. Sovyetler, işçi konseyleri 24-25 Ekim’de Petrograd’da iktidarın bir kısmını kolayca ele geçirdi, çünkü Geçici Hükümet’e bir destek kalmamıştı. 25 Ekim’de İkinci Sovyet Kongresi gerçekleşti. Menşevik Martov, sosyalist bir koalisyonu savunuyordu. Fakat Menşeviklerin temsilcileri sağ kanat Sosyalist Devrimcilerle aynı tutumu aldılar. Tarihçi Haynes, Martov’un bu durumunu “hüzünlü bir şekilde onu terk edenlere yaptığı birlik çağrısının yankılanan sesini duydu” olarak ifade ediyordu… Demiryolu işçileri sendikası Vikhzel, tüm taraflar arasında yeni bir koalisyon oluş-
masını talep ediyordu. Menşevik ve SD’ler önce Bolşeviklerin ayrı tutulmasını, sonra da Bolşevik liderler Lenin ve Troçki’nin ayrı tutulmasını istediler. Menşevik ve SD’ler anlamlı bir koalisyon için uzlaşmayı reddettiler. Toplumun kalbindeki sınıf çatışması, bir uzlaşmanın gerçekleşmesini durdurdu. 28 Ekim’de güvenlik güçleri devrime karşı bir ayaklanma başlattı. Bu demiryolu işçileri sendikasının, sağcıların “taviz değil tamamen teslimiyet istediğini” duyurmasına yol açtı. 1917’de Rusya’da kapitalist demokratik bir alternatif yoktu. Ve Sovyetlerin isyanı devrimin yenilmesine izin vermedi. Devrim yayılamadığı için yenildi. Rosa Luxemburg başarısızlığın sebebini “Batı’daki sosyal demokrasi yaşananları sessizce izleyen ve Rusların kan kaybından ölmesine seyirci kalan sefil ve rezil korkaklardan müteşekkildi” sözleriyle açıklıyordu. (Socialist Worker’dan çeviren: Ozan Ekin Gökşin)
10
AKTİVİZM
IRKÇILIĞA KARŞI BİRLİK İstanbul’da Antikapitalistler ve DurDe’nin çağrısıyla bir araya gelen, Savunma Avukatları Derneği, ÇHD, Küresel BAK gibi inisyatiflerden aktivistlerin yanı sıra, bağımsız aktivistlerin de katılımıyla ırkçılıkla mücadele için birlik çağrısı yapan yeni bir kampanyanın açılış toplantısı gerçekleştirildi. Toplantıda öncelikle, son dönemin baskı ortamı içerisinde sokağa çıkma yeteneği zayıflayan özgürlükçü muhalefetin alanını geri kazanmanın ve genişletmenin gerekliliğinin yanı sıra; muhalefetin eksikliğinden doğan çaresizlik ve atalet duygusunu dağıtacak, ırkçılık karşıtı aktivistlerle ırkçılığın nesnesi olagelmiş grupların ortaklaşa ses çıkarmasının, ehven-i şer görülen siyasetlerin arkasında saklanmak yerine kendi taleplerinin etrafında siyaset yapmasının yollarını çoğaltmanın önemine vurgu yapıldı. Bununla birlikte, mültecilere yönelik saldırılar, Kürdistan referandumuna yönelik ırkçı gazete manşetleri ve pankartlar veya Hatun Tuğluk’un cenazesindeki ırkçı provokasyon gibi, ırkçılara cesaret veren olaylara ivedi ve doğrudan cevap verilememesinin muhalefetteki yalnızlık ve umutsuzluk hissini derinleştirdiği tespiti yapıldı ve böylesi güncel olaylarda görünür şekilde taraf ve müdahil olmanın kampanyanın görevlerinden biri olması gerektiği kararlaştırıldı.
Irkçılılığa karşı birlik toplantısı, İstanbul.
Yükselen ırkçılığın Türkiye’ye özgü bir sorun olmadığı dolayısıyla uluslararası ırkçılık karşıtı hareketlerle dayanışma ve koordinasyon içerisinde olmanın önemi de toplantıda ortaklaşılan başlıklardan biriydi. Milliyetçilik, militarizm ve ırkçılık arasındaki dolaysız ilişkiyi ve bunların savaş politikalarını meşrulaştırmak ve sosyal haklara, toplumsal muhalefete saldırmak için tepeden nasıl üretildiğinin teşhir edilmesinin kaçınılmaz bir sorumluluk olduğuna dikkat çekildi. Ancak yine de dünyanın pek çok yerinde
ortak bir mesele olan mültecilere yönelik nefret ve ırkçılığın yanı sıra, Türkiye’de tarihsel olarak ırkçılığın hedef aldığı Kürtler, gayrımüslimler, Romanlar, Afro-Türkler gibi gruplarla dayanışmanın ve birlikte yürümenin öneminin de altı çizildi. Hem Türkiye’den hem dünyadan mücadele ve yüzleşme deneyimlerine yer verildi. Toplantıda basındaki nefret söyleminin ve ırkçılığı kışkırtmaya yönelik dezenformasyonun, ırkçılığın sıradanlaşmasındaki rolüne de özel vurgu yapıldı. Bu konuda da hem çalışma yapmanın hem de var olan
platformlarla işbirliği yapmanın gerekliliği ifade edildi. Irkçılığa karşı birlik, tüm dünyada yükselen milliyetçilik ve savaş çığırtkanlığının yanı sıra, Türkiye’deki OHAL rejiminin yarattığı umutsuzluk ve felaket duygusuna karşı, bu duygudan beslenerek büyüyen ırkçı siyasetleri yeniden ait oldukları yere gönderecek olan dayanışma ve umudu büyütme kararlılığını kaybedeceğe benzemiyor. Mücadeleye katkı vermek isteyen herkesi de kampanyayı beraber inşa etmeye davet ediyor.
ANTİKAPİTALİSTLER İKLİM ATÖLYESİNDE BULUŞTU Antikapitalistler kampanyası aktivistleri 23 Eylül’de iklim atölyesinde buluştu. Küresel ısınmanın nedenlerinin, dünya genelinde görülebilen sonuçlarının ve küresel ısınmanın kontrol altına alınabilmesi için yapılması gerekenlerin konuşulduğu atölyede "Geleceğimiz tehlikede: İklim yıkımı" ve “Yeni bir iklim hareketine doğru” başlıklı iki oturum yapıldı. İlk oturumda küresel ısınma gerçeğinin gündeme alındığı IPCC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli) raporlarında iklim değişikliğinin ve etkilerinin raporlanmasına ve devletlerin uzun yıllardan beri bu bilgilere sahip olmasına rağmen çözüm için somut adımlar atılamadığı anlatıldı. Devletlerin çözüm konusunda uzlaşamamalarının nedeni kapitalist üretim ilişkilerinde yatıyor. Sürekli bir sermaye birikimi ve büyüme odaklı olan kapitalist sistem hem şirketlerin hem de devletlerin sürekli olarak rekabet içerisinde olmaları sonucunu doğuruyor. Devletlerin, küresel ısınmayı 2 derecenin altında tutabilmek için fosil yakıt kullanımını bırakmak gibi hızlı ve radikal adımlar atması gerekirken, bu adımların büyümeyi sınırlandıracağı ve bazı ülkelere ekonomik avantaj sağlayacağı gibi nedenlere dayanarak ortak bir çözümde buluşmaları
mümkün olamıyor. İkinci oturumda ise 1999’da Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü toplantısına karşı yüzbinlerin gerçekleştirdiği eylemlerle birlikte başlayan küresel antikapitalist hareketin iklim değişikliğine karşı verdiği mücadele ve bu mücadelenin bir parçası olarak Türkiye’de başlayan iklim hareketi konuşuldu. Seattle sonrasında sendikalar, çevre mücadeleleri ve antikapitalistler birçok uluslararası toplantı, zirve ve eylemler düzenlemişlerdi. Dünya Sosyal Forumları ise küresel hareketin en büyük buluşmalarıydı. 2008 yılında başlayan ekonomik kriz nedeniyle hareketin özellikle iklim değişimine odaklanan mücadelelerinde göreli bir geri çekilme yaşandı. Ancak iki yıldır ABD’de düzenlenen Halkların İklim Hareketi eylemlerine 400 bin civarı insan katılmaya devam ediyor. Hareket ekonomik krizin ve 2011’de tüm dünyaya yayılan ‘İşgal et’ eylemlerinin de etkisiyle daha da radikalleşti. Son eylemlerde bu nedenle ABD’deki ırkçılığa karşı göçmenler ve Siyahların Yaşamı Önemlidir hareketi kortejlerin en önüne yürüyorlar. Sendikalar ise harekete önemli bir destek veriyor ve iklim yürüyüşlerinde işçi kortejleri oluşturuyorlar. Hareketin öne attığı “İklim Adaleti” sloganı tam da bu yönüyle göç,
ırkçılık ve sınıf boyutlarının öne çıkarılması anlamında önem taşıyor. Türkiye’de Küresel Eylem Grubu’nun (KEG) kurulması ile başlayan iklim değişikliğine karşı hareket ise “İklimi değil sistemi değiştir” sloganı etrafında birçok toplantı ve eylem düzenlemişti. Küresel hareket ile her zaman temas halinde olan ve uluslararası eylem günlerinde etkinlikler düzenleyen, sosyal forumlara katılan KEG Türkiye’deki olağanüstü gelişmeler nedeniyle son birkaç yıldır hareketsiz kalmıştı. İklim değişikliğinin etkilerinin artık hemen her hafta dünyanın her hangi bir köşesinde yaşanan aşırı hava olayları ile görmeye başladığımız bu dönemde iklim hareketini yeniden gündeme taşıyacak bir harekete ihtiyacımız olduğu görüşüyle yola çıkan Antikapitalistler önümüzdeki dönemde böyle bir hareketin inşacısı olmayı kendine hedef koydu. Dünyadaki radikalleşen hareket gibi Antikapitalistler de bir yandan iklim değişikliği konusunda mücadele ederken bir yandan da ırkçılık ve emek merkezli kampanyaları birlikte örgütleyecek. Antikapitalistler iklim atölyesini İzmir, Ankara ve Tekirdağ’da da gerçekleştirecekler.
KİTAP
11
AŞAĞIDAN SOSYALİZM GELENEĞİNİN ZİRVESİ:
EKİM DEVRİMİ n 1917: Rusya’nın Kızıl Yılı, Tim Sanders ve John Newsinger, Çeviren: Cemal Yardımcı, Önsöz: Canan Şahin, Eylül 2017, Z Yayınları Ekim Devrimi’nin üzerinden 100 yıl geçti. 100 sene önce Lenin, bugünlerde gizlendiği yerden Merkez Komitesi’ne mektuplar yazıp ayaklanmanın tam zamanı olduğu konusunda basınç yaratmaya çalışıyordu. 100 sene önce Rusya’da yaşayan kadın erkek işçiler ve yoksul köylüler, öfke, kızgınlık ve neşeyle tarih sahnesine çıktılar ve büyük olayların cereyan ettiği ve emekçilerin genellikle etkileme yeteneği taşımadığı düşünülen siyaset mekanizmasına el koydular. Biz devrimci işçiler Ekim Devrimi’nde sadece geçmişi görmüyoruz, Ekim Devrimi bizim geleceğimizdir. Gelecekte kazanmak için işçi sınıfının en önemli aracı anılarını bir silah olarak kullanabilme yeteneğidir. İşte Z yayınları uzun bir aradan sonra yayınladığı yeni kitabın Ekim Devrimi’ni anlatan bir çizgi roman olmasında ısrar etmiş. Tim Sanders ve John Singer’in hazırladığı ‘1917: Rusya’nın kızıl yılı’ isimli kitap, devrimin 1917 yılı boyunca içinden geçtiği tüm zorlu aşamaları ele almayı başarıyor. Kitabın önsözünde Canan Şahin’in yazdığı gibi: “Rusya’nın “kızıl yılının” öznesini teşkil eden işçi sınıfı, askerler ve köylüler elinizdeki çizgi romanda, o kızıl yılı yaratan canlı karakterler. Yığınların tarih sahnesine çıktığı dönemin son derece girift olayları, bu karakterlerin lensinden ve sesinden, duru ama sahici bir anlatıya dönüşüyor. Tekstil fabrikası çalışanı Natalya ve 27 Şubat’ta grev kararı alan kadınlara silah sıkmayı reddeden askerlerden Peter, Şubat’tan Ekime kadarki tüm gelişmeleri fabrikalarda, sovyet toplantılarında, cephelerde, kadın toplantılarında, sokaklar-
da, gözaltında yaşandığı şekliyle bize aktarıyorlar.” Ekim Devrimi, 1917 yılının küresel bağlamının dışında anlaşılması çok zor bir süreç. Türkiye gibi, olayları vardığı sonuçlardan yola çıkarak ele almanın kolayca tercih edilebildiği yerlerde, Ekim Devrimi de bu kaderi paylaşmaktan kurtulamadı. Devrim, stalinist karşı devrimle boğuldu. 1917 yılı, 1920’lerin Rusya’sıyla hemen hiçbir ortak noktaya sahip değildi. Ezilenlerin devrimci ama çoğulcu bir girişimi olarak devrim, çoğunlukla stalinist bürokrasinin tek parti diktatörlüğünün donukluğuna yol açmakla suçlanmaya başladı. Stalinizm hem stalinistler hem devrime ve her daim devrimci bir partinin inşa edilmesi gerektiğini savunanlara karşı çıkanlar tarafından Ekim Devrimi’nin olağan sonucuymuş gibi anlatıldı. Oysa Ekim Devrimi neyi temsil ediyorsa stalinist karşı devrim ona saldırarak iktidarını pekiştirdi. Ekim dünya devrimi, enternasyonalizm demekti, stalinist karşı devrim içe kapanmacı bir milliyetçilikti. Ekim ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkı demekti, stalinizm halkların devrimin arkasına gizlenerek Ruslaştırılması demekti. Ekim işçi sınıfının kendi iktidarı demekti, stalinizm işçi sınıfının iktidardan kovulması anlamına geliyordu. Ekim kadınların özgürlüğü için yaratılan kocaman bir imkanken stalinizm kadınların eve kapatılması demekti. Canan Şahin, 1917 yılının Ekim ayına giden olaylarını şöyle özetliyor önsözde: “İşçi sınıfının köylülüğe göre sayıca azlığına rağmen şehirleri kontrol eden bir güç olarak sovyetlerdeki ağırlığı ve köylüleri
1917: RUSYA’NIN KIZIL YILI GECESİNDE BULUŞALIM!
18 EKİM 2017 - SAAT 20.00 - NAKİYE ELGÜN SOKAK 32/2 OSMANBEY
yanlarına kazanmış olmaları, geçici hükümet üzerinde büyük bir baskı unsuru oldu. Lakin burjuva iktidarını yeniden restore etmek isteyen geçici hükümet, köylülere toprak dağıtmak ve savaşı bitirmek gibi vaatleri yerine getirmedi. İkili iktidar, artık bu çelişkili haliyle devam edemez duruma geldi. Bu çizgi roman sovyetleri yöneten işçilerin geçici hükümetle ilgili fikirlerinin nasıl değiştiğini iyi bir kronoloji ile anlatıyor. Lenin’in Nisan ayında ünlü Nisan tezleri ile Rusya’ya dönüşünden itibaren Bolşeviklerin işçi sınıfından nasıl öğrendiğini ve güven kazandığını görüyoruz. Geçici hükümetin dışişleri bakanının savaş kararı sonrasında yaşanan Temmuz ayaklanmasının Bolşevikler tarafından erken bulunduğunu, Ağustos ayında geçici hükümeti devirmek isteyen Kornilov darbesine karşı Kerenski hükümetini savunan işçileri ve Ekim geldiğinde işçilerin kitlesel eylemi ile yıkılan geçici hükümeti, işçi sınıfının en canlı çekirdeğinin liderliğinde kitlesel dönüşümler olarak okuyabiliyoruz. Devrimci partinin Rusya’nın kızıl yılındaki rolü devrimci komplo değil devrimci taktik ve strateji üretmek oldu.
Lenin’in Nisan Tezleri’nden Devlet ve Devrim’ine doğru uzanan süreç, işçi sınıfının doğrudan demokrasi inşa ettiği sovyetlerin önemini kavrama noktasından kapitalist devlet aygıtının parçalanmak zorunda olduğu fikrine uzanan bir kolektif öğrenme ve ateşli tartışmalar süreci.” 1917 yılına bakışta sonuçların süreci açıklamak için kullanılan bir aparata dönüştürülmesinin yanı sıra, parti tartışmaları da başlı başına önemli bir yer tutuyor. Türkiye sol geleneği, sosyalizmi kadın ve erkek işçilerin kendi eyleminin ürünü olarak değil, partinin ürünü olarak kavrıyor. Büyük kitleler, en iyi ihtimalle destekçi konumuna sürükleniyor bu parti anlayışıyla. Fakat ‘1917: Rusya’nın kızıl yılı’ devrimin milyonlarca insanın kendi eyleminin, direnişinin, hatalarından ders çıkartabilme yeteneğinin ürünü olduğunu çok etkileyici çizimlerle ve öykülemeyle anlatıyor. Devrimin 100. yılında çok etkileyici bu kitabın hazırlanmasında katkısı olan herkes, işçi sınıfının anılarının işçi sınıfının mücadele gücüne dönüşmesine de katkı yapmış.
DEVRİMCİ ANTİKAPİTALİST HAFTALIK GAZETE
Z Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ltd. Şti. • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Meltem Oral • Adres: Serasker caddesi, Nergis Apt, No:88, Kat: 3, Kadıköy, İstanbul • Baskı: Akademi Matbaacılık: Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi, C Blok, No: 230, Topkapı/Istanbul - Tel: 0212 493 24 67-68-69 Yerel süreli yayın, haftada bir yayınlanır • www.sosyalistisci.org
NÜKLEER TEHDİT HALKIN MÜCADELESİYLE ÖNLENİR Dünyanın ikinci nükleer gücü olan Çin, Ortadoğu’da nükleer silahların kullanılmaması gerektiğini söylüyor. ABD ise ikiyüzlü bir şekilde, İran’a yıllarca ambargo uygularken, Ortadoğu’nun en büyük nükleer gücü İsrail’e göz yummakta. Pakistan’ı nükleer tehdit olarak ilan ederken, Hindistan’ı “kriterlerine” uymamasına rağmen nükleer bir güç olarak tanıdığını beyan ediyor. Dünyanın en büyük nükleer başlık stoğuna sahip olan Rusya da, riskli ülkeler arasında.
ÇAĞLA OFLAS
BM Genel Kurulu’nda konuşan Trump Kuzey Kore’nin yaptırdığı balistik füzelere ve nükleer denemelere ilişkin Kuzey Kore Başkanı Kim Jong-un’u kastederek “roket adam intihar görevinde. Hem kendisi hem de rejimi için” dedi. Nükleer girişimlerini sonlandırmaması halinde Kuzey Kore’yi ortadan kaldırmakla tehdit etti. Nükleer silahlanmaya ilişkin başka bir gerilim de Rusya ile yaşandı. NATO, üye ülkelere, Rusya’nın 1987’de Rusya ile ABD tarafından imzalanan Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’nı ihlal ettiğini ve buna karşı önlemlerin alınmasını isteyen bir yazı gönderdi. Emperyalist devletler arasındaki rekabet arttıkça devletler savunma sanayisinin bütçe paylarının arttırılmasını istemekte. Silahlanma yarışı emekçilerin daha fazla fakirleşmesine yol açarken, başta nükleer silahlar olmak üzere, daha yıkıcı etkiye sahip silahlar insanlık için büyük risk. Nükleer silahları caydırıcılık gerekçesiyle ürettiklerini öne süren devletler son yıllarda “terörizme” karşı mücadele için de nükleer silahlanmanın gerekli olduğunu söylemekteler. Trump seçim kampanyası sırasında terörle mücadelede nükleer silahları desteklediğini açıkladı. Putin ise Rus-
Milyonların mücadelesinin gücü
Nagazaki ve Hiroşima, unutulmadı.
ya’nın stratejik nükleer kabiliyetinin artırılması gerektiğini belirtti. Ardından Trump, sosyal medyada “dünya, nükleer silahlar konusunda kendine gelene kadar ABD, nükleer kapasitesini genişletmeli ve güçlendirmeli” dedi. Emperyalistler sorunu çözemez Bugüne kadar nükleer silahlara sahip devletler arasında nükleer silahların azaltılması için pek çok anlaşma yapıldı. Ancak bu anlaş-
malar, nükleer silahlanmanın ortadan kaldırılmasından çok, yaygınlaşmasına yol açmakta. Anlaşmalar asıl olarak BM Güvenlik Konseyi’nde veto hakkı bulunan ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa gibi devletlerin nükleer çalışmalarını yasal bir statüde yürütmelerini sağlamakta. Bu ülkeler son 25 yılda nükleer silah sayılarını artırdılar. Ayrıca, istenmeyen ülkelerin, anlaşmalar aracılığıyla bu silahlara ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar.
Nükleer silahlanma emekçi sınıflar için daha tehlikeli bir hâl alırken, Birleşmiş Milletler tarafından yapılan yaptırımlar, emperyalist devletler arasında yapılan anlaşmalar sorunun sadece derinleşmesine yol açıyor. Kar ve güç hırsıyla hareket eden devletleri ancak milyonların birleşik mücadelesi durdurabilir. Ekim 1917’de işçiler ayaklanarak, Birinci Dünya Savaşı’na son verdiler. 1965 yılında Vietnam’ı işgal eden ABD, dünya çapında savaş karşıtı hareket tarafından yenildi. Bugün hiçbir etkisi olmayan Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşması (NPT), soğuk savaş döneminde barış ve nükleer silahlanmaya karşı Avrupa çapında yapılan kitlesel gösteriler sonucunda 1968’de imzalandı.
EN BÜYÜK NÜKLEER GÜÇ: ABD Halen dünya üzerinde patlamaya hazır 40 bine yakın nükleer silah bulunmakta. Bunların birkaç yüzü dünyayı ortadan kaldırabilecek güçte. Rusya ve Kuzey Kore’nin nükleer tehdit olduğunu iddia eden ABD, İkinci Dünya Savaşı’nda, Hiroşima ve Nagazaki kentlerini atom bombasıyla yerle bir etti. Yaklaşık 200 bin insanın ölümüne yol açtı. ABD bugün nükleer silah bulunduran ülkeler arasında birinci sırada. Dünyada silahlanmaya ayrılan bütçe 1,77 trilyon doları bulmuş durumda. Bu bütçenin üçte birini silahlanmaya ayıran ABD birinci sırada yer almakta.
ABD’yi yeniden büyük yapma iddiasındaki Trump iktidara gelir gelmez savunma bütçesinde 54 milyar dolarlık gibi devasa bir artış önerdi. Amerikan ordusu yaklaşık bir milyon kişilik aktif, 865 bin kişilik yedek birlikle dünyanın en büyük savaş güçlerinden biri. Trump, hava kuvvetlerinin hâlihazırda elinde bulunan 2200 savaş uçağına en az 100 tane daha eklemek istiyor. Ayrıca, deniz kuvvetlerinin 275 adet olan savaş gemisi ve denizaltılarının sayısını da iki yeni uçak gemisi de dâhil olmak üzere 350’ye çıkarmak istiyor. F-35 savaş uçakları için 400 milyar dolar harcama planları yapıyor.
Şiddet tekeli ABD, nükleer silahsızlanmayı da önlüyor.
HALK KARŞI ONLAR ISRAR EDİYOR Türkiye’de İncirlik Üssü’nde ABD’ye ait en az 60 adet nükleer bomba bulunuyor. 2010 yılında Rusya ile Akkuyu’da nükler santral kurulmasına ilişkin anlaşması yapan AKP hükümeti, İğneada ve Sinop’ta da nükleer santral kurma çalışmaları yapmakta. Nükleer santralların radyasyon sızıntısı, kaza ve atık sorunları açısından telafi edilemeyecek ölçüde zarar ve riskleri var. Türkiye sermayesinin nükleer kulüpte yer alma hevesi, bölgesel güç olmak isteyen yerli ve milli ittifak tarafından da desteklenmekte. Hükümet, her ne kadar “barışçıl” amaçlarla santral inşa ettireceğini iddia etse de, nükleer enerji santralların aynı zamanda nükleer silah teknolojisinde de kullanıldığı bilinmekte.