söylence
biraz masal gibi, biraz efsane...
Yıl: 2 Sayı: 5 / Ocak 2018
Aylık sanat, kültür ve düşünce dergisi Çorum Mehmetçik Anadolu Lisesi
2
KÜNYE SAHİBİ Mehmetçik Anadolu Lisesi Adına İsmail MADAN Okul Müdürü
GENEL YAYIN YÖNETMENİ Mehmet GÜNGÖR
ESER İNCELEME KURULU Uğur DAĞLI Murat ÜÇOK Burcu ARSLAN Çiğdem Kalkan AĞBAL Kemal ATEŞ
YAYIN KURULU Ümmügül AVCU Fatma TAŞKESTİ Zübeyde D. KABAKULAK Ayşen OCAKTAN Fatih KAPLAN Taner GÜNLÜ Tutku ÖNDER
İNCELEME KURULU Mehmet Eren Arslan Furkan Torun Şeyma Yağlı Sena Çetin Özge Hasanköse
İLETİŞİM E-posta : soylencedergi@gmail.com
Twitter: @soylencedergi Facebook: @soylencedergi 3
İÇİNDEKİLER Gazel
5
Sokrates’in Nefesi
Taşlıcalı Yahya / Şiir
Editörden
7
A Stranger in Çorum
Mehmet Güngör
Esrik Yüreğin Sözle Yoğurulduğu Su ile Kaim Olduğudur
52
Antonio Alejandro Martínez Nieto / Travel
8
Çorum’da Bir Yabancı
54
Antonio Alejandro Martínez Nieto / Gezi
Ömer Selçuk Yücel / Şiir
Anlamıyorsunuz Ama Ben Şifacıyım
49
Münür Kunduracı / Felsefe
Der-beyân-ı Sipor ve Fitbol 9
Hocazâde Muhsin Çelebi / Tarz-ı Kadîm Üzre
10
Kör Noktamız, Kusurlarımız
56
Merve Demirel / Yazı İzlerim
Antikiteden Modern Döneme İnsana ve Yaşama Ontolojik Bir Bakış Batuhan Aksungur / Peuderpey
Mutsuzuz
Ustalaşmamış Usta
14
Yollar Gibiyim 15
Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna
17 18
Yahya Kemal’de Tarih Düşüncesi
23
62
Kübra Şahin / İnceleme
Hasibe Şimşek / Şiir
Ayın Portresi
61
Bekir Madan / Şiir
Mehmet Eren Arslan / İnceleme
Sonbahar Rüyası
59
Kübra Keleş / İnceleme
Ümmühan Doğan / Deneme
Özdemir Asaf Üzerine
57
Melike Nuran Kılıç / İnanç
Peyami Safa ve “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”
64
Sitre Nur Boyraz / İnceleme
Türk Mizahında Çağdaş Bir Nasreddin Hoca
Müberra Bulut / Ayın Portresi
66
Nisa Özüdoğru / İnceleme
Evrenin Melekleri
26 İnsanlığın Umudu: Elon Musk
Zeynep Dilber / Deneme
68
Furkan Torun / Çok Okuyan Ne Bilir?
En Sevdiğiniz Türkü?
28
Beyaz Zambaklar Ülkesi Finlandiya’ya Yolculuk II
Melda Hoş / Anket
Demokrasinin Rengi
30
Büşra Şahinbaş / Büşra’nın Gezi Günceleri
32
Okulumuzdan Haberler / Erasmus+
70
Ümmügül Avcu / İnceleme
Ben ya da O Demokrat Parti Dönemi Kıbrıs Olayları
73
Melda Hoş
İbrahim Sadri Bolat / Şiir
34
Okulumuzdan Haberler / Spor
76
Bizim Kadrajımız
78
Özlem Başkan / Tarih
Bilmiyorum
41
Zübeydenur Cömert / Şiir
Hüseyin Nihal Atsız Üzerine
42
Cankat Bulkan / İnceleme
İttihatçıların Üç Paşası: Enver, Talat Ve Cemal
44
Burcu Arslan / Tarih
4
Gazel Dâr-ı dünyâ deli gönlüm gibi vîrân olsa Ne cihân olsa ne cân olsa ne hicrân olsa Kâşki sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihân Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa Bir demir dâğı delip boynuna almak gibidir Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa Şâdmânım gam-ı yâr ile sevinmez bu kadar Bir gedâ cümle cihân mülküne sultân olsa Cân atar karşı çıkar izzet eder ey Yahyâ Hançer-i dilber ile bir sakınan cân olsa Taşlıcalı Yahya
5
“Palto giymeye üşenirken bu koca dünyayı sırtımda nasıl taşırım ben? İçinde bulunduğum durumu kimseye anlatamam. Sen de anlamazsın. Ben bile anlamıyorum ki başkasına nasıl anlatırım?” Franz Kafka
* Mehmetçik Anadolu Lisesi Felsefe öğretmeni Çizer: Neslihan Bars, Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
6
EDİTÖRDEN Mehmet Güngör
D
eğerli okuyucular,
rihi, felsefe ve insanla bir olmanın, insanla ilgilenmenin rahatlatıcı hazzı, hayata değer katan doluluğu var. Başka türlü hayat yüküne nasıl devam edilirdi bilmiyorum.
2017’yi geride bıraktık. Bu vesileyle aklımda çokça sorulan, bir kısmı artık klişeleşmiş bir dizi soru yeniden oluştu. Zaman nedir? İnsanoğlunun gök cisimlerinin ritmik hareketiyle taksim ettiği o oluş zinciri? Şaire “Zamânın raksı ne, bir yuvarlakta? / Sonum varmış, onu öğrensem asıl?” dedirten...
Yeni bir yılın ilk günlerinde yeni sayımızla karşınızdayız. Bütün bir Söylence dergi yazı kadrosu olarak elimizden gelenin en iyisiyle çıkmaya çalıştık karşınıza. Yine şiir, deneme, inceleme türünden kalem tecrübeleriyle; kitaplarla, şairler ve yazarlarla dolmaya ve günlerinizi doldurmaya çalıştık.
“Hangi cisimdir açıkça bilmek isterim takvim yapraklarının arasını dolduran nedir o katı şey ki gücü gönlün dağdağasını durultacak?”
O büyük ustanın, Sait Faik’in dediği gibi diyoruz: Yazmasak çıldıracaktık. Günlerinizin “Okumasam çıldıracaktım.” feveranıyla dolması temennisiyle... Çünkü kitaplar bizi hayatın acılarından bir nebze olsun kurtulmaya çağırıyor.
İsmet Özelce söylersek herhâlde hayatın ne ile kaim olduğunun unutulduğu zamanlarda yaşıyoruz artık. Günlük telaşelerimiz, çocuklarımız, işlerimiz, alıp sattığımız şeyler ve uzak emellerimiz... Bitmek bilmeyen bütün bu hayat gailesi içinde takvim yapraklarının arasını dolduran o şeyi, o mutlak hakikati haykıran ve insana “Kendine gel!” diyen hikmetli nasihati duymaz/ duyamaz oluyoruz: Yeryüzünde insanca yaşamak. Farklılıklara hürmet ederek, birlikte yaşama becerisini bir şekilde içselleştirerek, herkesin bizim gibi olmadığını ve olmak zorunda da olmadığını anlayarak... Çünkü o büyük ruh mimarının da deyişiyle “Dostun evi gönüllerdir / Gönüller yapmaya geldik.” Gel gör ki önyargılarımız, peşin hükümlerimiz, anlayışsızlıklarımız, nobranlıklarımız, herkesi kendimize benzetme gayretkeşliğimiz, fanatikliğimiz ve tarafgirliklerimizle kirlettiğimiz bir dünyada bir yıl daha geçirdik. Hep acı yok elbette. Rutine gömülen hayatlarımız içinde başımızı kaldırdığımızda görüp isyana sürüklendiğimiz bütün bu acılar manzumesi içinde iyi kilerimiz var. İyi ki şiir var mesela. İyi ki romanlar, hikâyeler, bütün bir edebiyat ta7
ŞİİR
Ömer Selçuk Yücel*
Esrik Yüreğin Sözle Yoğurulduğu Su ile Kaim Olduğudur
Önce söz arşınladı zulüm iklimini Kulakları titiz yetimin, gözleri kor Sonbaharda kuru yaprağın rüzgâra biatı Ve açlık armonisi derin kuyuların Öksürür durur geride kalmışın zihninde Siz bilir misiniz tutamakların kalabalığını? Mavi göğün altında saçak saçak damların Kesilmemiş çayırların ve suskun Yakarışsız kızların Dipdiri geniş yüreklerinde büyüttüğü kayguyu Siz bilmez misiniz Gün batarken sığınıp yaradana Şiir söyleyip Dalıp hülyalara en onulmaz vakitte Kuşanarak vakti bir marş söyler yiğit Mehmetler İçinden soğuk pınarlar akan Gürül gürül Bakanın gözlerini cennet büründüren Rahmete kavuşmak hevesiyle ergitilen neslin Muştusunu taşıyan Ve içinden İsyan Utkusu geçen Bir marş Seçerek iklimin en tazesini Şair Gönlüne düşürüyor karanfilin ağıdını Bir Kudüs çıkarıyor en baharlısından Bir Buhara sesleniyor sesine şerbet katıp Uyurken başucuna ateşi koyup Şair O yeşim Halep’in gözlerinden bakıyor Çünkü önce söz arşınlar zulüm iklimini
*Selçuk Üniversitesi Hukuk Fakültesi 4. sınıf öğrencisi
8
YAZI İZLERİM
Merve Demirel*
Anlamıyorsunuz Ama Ben Şifacıyım İnce şeyleri anlama vakti Anlaşılmak sancılıydı bunu biliyordum. Ne parıldayan çeliğin üzerindeki efsaneler, ne kocaman gözleriyle ateşin etrafındaki halkalara katılan çocuklara anlatılan masallar, ne imkânsızlıkları bir mucizeyle yaşanılabilir kılan hikâyeler, ne de insanlığı, dünyayı, geleceği değiştiren kitaplar anlaşılmama yetmemişti. Acaba beni anlaşılır kılmaya muktedir olan her şey, içinde mükemmel kusurlar mı barındırıyordu? Öyle ya, bu dünyada kusursuzluk herkesin arzularını bir ütopyada birleştirip tüm dünyaya yaymak kadar uzak bir hayal.
Tek tehlike bu da değildi üstelik. Bir de hokkasında mürekkep yerine kan taşıyanlar vardı. Sözcüklerimi yaralıyorlardı. Onlar benden kendilerine umutlar yaratırken ben çaresiz kalıyordum. Bazen bir nefret için sıralanıyordum. Bazense bir kurtuluş destanı oluyor, masmavi gözlerin yüreğinde taşıdığı fotoğrafları harflere dönüştürüyordum. Sözcüklerimi yaralayanlara kızıyordum. Beni bir kurtuluşun destanı yaparak onurlandıranları da unutulmaz kılarak onurlandırıyordum. Yine de hokkalar mürekkep taşınmak içindi. Böyle biliyor, böyle inanıyordum. Bana yaklaşanlar da böyle bilsinlerdi. İster nefret için olsun isterse kurtuluş için, ben mürekkepler içinde en eşsiz halimle var olurum. Kan beni tüketir. Sizin kalplerinizi hızlandırırken benimkini yavaşlatır, sizin nefeslerinizi kuvvetlendirirken benimkini güçsüzleştirir.
Belki de sorun sadece benim yaşamımdı. Sanatın yüceliği beni sarhoş ediyordu. Çünkü kimi zaman Olimpos dağındaki tanrıların kutsayışıyla taş bir tiyatroda canlanıyor ya da o güzelim hasat şölenlerinde özenli kadehlerin mahmurluğuyla fısıldanıyordum. Bazen de sevdasını dağlara taşıyanlar sonra da kalbinin vuruşunu benimle duyuranlar oluyordu. Delicesine bir mutlulukla boğazımdan parmak uçlarıma kadar yanıyordum. Gökyüzünün tüm renkleri, galaksinin bütün ışığı sanki avuçlarımdaymış gibi oluyordu. Böyle inanılmaz duygularla dolup taşarken nasıl anlaşılamazdım? Aklım almıyordu. Tüm dünya susmalı, bütün insanlar beni anlamaya çalışmak için gözleri kıpkırmızı kesilene kadar uğraşmamalı mıydılar? Öyle olması gerekiyormuş gibi hissediyordum.
Ben sizin hokkalarınız ile kalemleriniz arasında beklesem de aslında varlığımın belirli bir mekânı yoktur. Tıpkı Tanrı'nın hiçbir yere sığdırılamayıp yalnızca yüreklere sığdığı gibi ben de asıl olarak varlığımı içinizde ete kemiğe büründürüyorum. Kim olduğumu tam olarak bilemeyenler varsa içine sorsun.
Fakat gerçek acımasızdı. Aslında olan tüm insanlığın önce karanlık bir boşluk üzerinde kurulmasına izin verilmesi, sonra da yakıcı bir öpücükle o boşluğa gömülecek olmasıydı. Ben de o boşluğun tok dişleri tarafından mütemadiyen ısırılıyor ve yakıcı öpücüğü daima sözcüklerimde buluyordum.
* Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi, Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
9
PEYDERPEY
Batuhan Aksungur*
Antikiteden Modern Döneme İnsana ve Yaşama Ontolojik Bir Bakış
Antik dönemden modern döneme kadar pek pek filozof yaşama ve yaşamın hangi nitelikte olduğuna -yaşam salt bir ıstırap ve keder mi yoksa yaşam süresince insan mutluluğa ve hazza erişebilir mi sorunsalı- dair düşünce sistemleri oluşturmuşlar ve farklı materyallerle bu sorunsala çözüm bulmaya çalışmışlardır.
ce belirli şeylerin yokluğundan dolayı mutsuz değillerdir. Kimi insanlar derinden arzuladıkları şeylere sahip olamamanın verdiği kederden dolayı mutsuzdurlar. Kimi insanlar ise arzuladıkları şeye sahip olsalar da kısa süre sonra bu hazlarının sıradanlaşması ve kaybolması sonucunda mutsuzluğun pençesine düşmektedirler. Dahası insan arzularını kontrol edememektedir. Elde ettiği şeyin verdiği mutluluk, insan için yeterli olmamakta, bu durumda insan daha fazlasını istemekte ve bu arzusu en nihayetinde karşılanamaz boyutlara ulaşmaktadır ki bu da insan için mutsuzluğun
Antik dönem filozoflarından olan Sokrates, nedensellik zincirini takip eden insanın varlığın en derin uçurumlarına ulaşabileceğini, sadece varoluşu anlamakla kalmayıp onu düzeltebileceğini ileri sürmüş; böylece insanın gerçekliğe ulaşmadaki sınırını belirlemiş, bu sayede insanın hayatı görece mutlu ve iyi bir hale getirebileceği, yani hayatı ‘iyileştirmenin’ mümkün olduğu görüşünü ortaya atarak bir nirengi noktası oluşturmuştur. Sokrates’e göre tüm keyfin ve yaratının kökeninde akıl vardır ve insanın -görece akıllı bir hayvan varsayarsak- yaşadığı hayattan haz alması ve mutlu olması olağandır. Modern dönemde Sokratesçilik, bilimin ve ondan doğan teknolojinin insanın bütün problemlerini çözebileceğine dair sarsılmaz inanç düşüncesi etrafında şekillenmiştir, denebilir. Bu haliyle antik dönemde Sokrates’in ortaya attığı fikirler tekrarlanmış olur, öyle ki böylece dünyada herkes için mutluluğun mümkün olduğuna dair iyimser bir doktrin ortaya çıkmış olur. M.Ö 5. yüzyılda Hindistan’da Sidarta Gautama isimli bir genç - daha sonra Buda ismi ile anılıp bu disiplinin ruhani lideri olacaktır - evini terk ederek Hindistan’ı dolaşmaya başlar. Cevap aradığı soru ise insanların neden mutlu olmadıkları veya olamadıklarıdır. Hindistan’da gittiği her köyde insanların mutsuzlukla boğuştuğunu şaşırarak görmüştür. Garip bir şekilde insanlar sade-
başka bir kaynağıdır. Buda’nın Hindistan’ı gezip dolaştığında insanların yaşamında gözlemlediği bu olgu, içinden çıkılması zor bir paradoks gibidir. Herhangi bir eşyaya sahip olmak veya olmamak en nihayetinde insan için mutsuzluğun kaynağıdır. Bu metafiziksel sorunsala Buda adeta mate-
* Gazi Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı 1. sınıfı öğrencisi. Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
10
İNCELEME
matiksel bir çözüm getirmiştir. Arzuların ve isteklerin yokluğu insanları mutsuz eden durumların ortadan kalkmasına eşittir. Bir şeyi arzulamazsanız en nihayetinde ona sahip olamamanın verdiği kederle uğraşmazsınız veya sahip olduğunuzda bir süre sonra mutluluğunuzun sıradanlaşıp yok olması sizi mutsuz edemez. Tamam, bir şeye sahip olmayacak olabilirsiniz ama mutsuz da olmayacaksınızdır. Buda’nın öğretilerinin temelini oluşturan Nirvana mefhumunun da kaynağı budur. Nirvana Sanskritçede sönmüş, yok olmuş anlamına gelir. Budist terminolojide insanın tüm arzularını ve isteklerini yok etmesi, bastırması durumunu ifade eder.
19. yy Alman felsefesinde önemli bir yeri olan Arthur Schopenhauer Kant’ın görüşlerinden etkilenen isimlerin başında gelir. Kötümserliği ile ünlü olan Schopenhauer’un yaşama dair düşüncelerinde Stoacı felsefenin ve Budanın öğretilerinin izlerini görmek mümkündür. Schopenhauer, felsefesinde bu soruya cevap verirken insanın istencini temele koymuştur. İnsanın doyurulacak ya da doyurulmayacak derecede istençleri vardır. Birçok sorunun temelinde bu vardır. Belki şu anda bu satırları yazan birisi olarak size zarar vermiyorum veya sizin için bir tehlike arz etmiyor olabilirim ama nihayetinde bencil bir varlık olduğum için kendi istençlerimi doyurmak önceliğim olacaktır. Ve bir birey olarak arzularımın peşine düşmem bilinçli veya bilinçsiz olarak sizin arzularınıza zarar verecektir. Meşhur Latin atasözüyle söylersek “Homo homini lupus.” yani insan insanın kurdudur. İnsanın bu doyumsuz veya tatmin edilebilir istençleri hayatı insan için mutsuz ve kederli bir hale getirir. Bu her iki durum içinde geçerlidir. Schopenhauer’un kaleminden örnek vermek gerekirse; yiyecek ve cinsel ilişki istiyorsam ve ikisi de yoksa açlık ve cinsel yoksunluk yüzünden acı çekerim. Ama bu istediklerime kavuşur ve elde edersem daha kötü bir sıkıntı başlar. Cinsel ilişkiye sahipsem, cinsel ilişki sonrası tasalara boğulurum, tıpkı birçok çiftin yaşadığı gibi. Modern zamana uygun bir şekilde ve daha yumuşak bir
Montaigne; mutsuzluğun kaynağını yerleşik normlara göre yaşama zorunluluğu durumu, cinsel yoksunluk ve muhtelif nedenlerden kaynaklanan aşağılık kompleksi bağlamında değerlendirmiştir. Yerleşik normlar insanın isteklerinden, arzularından farklıysa, doğal bir şekilde yerleşik normlara göre yaşama zorunluluğu hissedecek, bu da onun için kendi isteklerini yok sayarak ortak şekilde belirlenmiş yargılara uymak gibi oldukça kötü bir durum yaratacaktır ki bu durum mutsuzluğun temel etkenlerindendir. Görüldüğü üzere cinsellik olgusu insan tabiatının değiştirilemez bir dürtüsü olduğu için buna sahip olmamak pek çoklarınca mutsuzluğun bir nedeni olarak görülmüştür. Aydınlanma dönemi ile birlikte yukarıda tartışılan sorulara farklı cevaplar verilmeye başlanmıştır. Kant’ın metafizik idealizmi, nihai gerçekliğe ulaşmanın, dolayısıyla onu düzeltmenin mümkün olmadığını söyleyerek bu alanda yepyeni bir paradigma geliştirmiştir. Kant fenomenal gerçeklik (duyularla tecrübe ettiğimiz gerçeklik) ile numenal gerçeklik (duyumsayamadığımız ve hakkında bilgi sahibi olmadığımız gerçek) arasına bir sınır koymuştur. Kant’ın gerçekliğin düzeltilemez olduğu yönündeki fikirleri kendinden sonraki filozofları önemli ölçüde etkilemiştir.
Arthur Schopenhauer
11
İNCELEME
nekle belirtmemiz gerekirse, son model bir araba peşinde koşuyor ve bunun için bir arzu duyuyorsam o arabayı elde ettiğimde kısa bir süre derin olmayan bir haz duyarım, ama zaman geçtikçe bu hazzım altı üstü bir araba sahibi olmanın verdiği hissin altında yok olup gider. Tıpkı Buda’nın köyünden ayrılıp tüm Hindistan’ı gezdiğinde gözlemlediği gibi.
19. yüzyıl Alman felsefesinin önemli ismi Nietzsche de Schopenhauer’un etkilediği önemli isimlerdendir. Henüz üniversitenin ilk zamanlarında Schopenhauer ile tanışan Nietzsche, uzun bir zaman boyunca Schopenhauer’un sıkı bir takipçisi olacaktır. Üniversitede felsefe kürsüsünü alamadığı zaman bunu sıkı bir Schopenhauer takipçisi olduğuna yormuştur. Olgunluk döneminde Nietzsche, çocukluk yıllarından gençliğine kadar uzun bir süre soluduğu Alman Lutherciliği anlayışından vazgeçecektir. Nihayetinde Hristiyanlığın insan psikolojisi ve karakterine dair öngörüleri, insanların birbirlerini sevebilme olanaklarının olduğu ve dünyanın insan elinde iyi bir yere bürünebileceği yönündedir. Nietzsche’nin insanın tabiatı ve mutluluk konusunda sahip olduğu görece kötümser fikirlerin kaynağı ise bu durumdur.
Buraya kadar temellendirmeye çalıştığım düşünce zincirinin diğer halkalarını Schopenhauer’un görüşleri ile etkilediği iki önemli isim, Richard Wagner ve Friedrich Nietzsche oluşturur. Alman müziğinin önemli seslerinden olan Richard Wagner, Schopenhauer’un etkilediği önemli isimlerden biridir. Wagner’in besteleri incelendiğinde Schopenhauer öncesi ve Schopenhauer sonrası dönem arasında ciddi farkların olduğu görülür. Genç Wagner sosyalist-anarşist bir görüştedir. Anarşist Rus arkadaşına milisler arasında isyan çıkarmasında yardımcı olmuş, el yapımı bombalar yapmıştır. Nihayetinde bu olayların Prusya’da olduğunu unutmamak lazımdır. Pek radikal derecede monarşizm yanlısı bir ortamın olduğu (Rousseau’nun ‘Liberte-Egalite-Fraternite’ söylemlerini savaş çığlığı haline getirdiği akım Prusya’da hegomanyasını kuramamıştır ve kurması için uzun bir zaman gerekecektir.) 19. yüzyıl Prusya’sında Wagner’in bu tutumları hoş karşılanmamış ve sanatçı sürgüne yollanmıştır. Genç Wagner’in sosyalist tavrı, dünyanın insanlar için iyileştirilmesi ve daha iyi bir yer hale getirilmesi, insanların bu kötü dünyadan kurtarılması gibi prensipler etrafında şekillenmiştir. Öte yandan olgun Wagner, Schopenhauer’cu idealizmin etrafında dünyanın hâlihazırda kötü bir yer olduğunu ve onu iyileştirmenin mümkün olmadığını düşünmüştür. Hayat kederlerle ve acılarla doludur çünkü. Kötü dünyadan kurtuluş ve iyi bir yaşam yaratma arzusu artık dünyanın kendisinden kurtuluşa dönüşmüştür. Schopenhauer’un Yunan Tragedyası hakkındaki fikirleri (Apolloncu sanat ve Dionysosçu sanat) bu bağlamda Wagner’in siyasi fikirlerine yansımış ve eserlerini şekillendirmiştir.
Aslında Yunanlılar da Schopenhauer’dan farklı düşünmüyorlardı. Kaçınılmaz ve daimi olan acının farkındalardı. Prometheus’un insana olan sevgisi, sonsuza kadar ciğerinin bir kartal tarafından yenmesine neden olmuş, dünyanın en bilge insanı olan Oidipus’un sonu bilmeden babasını öldürmesi ve annesi ile yatması olmuştur. Dionysos’un arkadaşı olan Silenus, Kral Midas’ın eline düşmüş ve bilgeliğini göstermesi için yapılan zorlamalara bir kahkaha atarak şöyle cevap vermiştir: “Asla ulaşamaz insan, en iyide rol alamaz. İster kadın ister erkek, ister toplu ister tek olsun; insanlık için en iyisi hiç doğmamaktır. Ondan sonrası da - mademki bir kere doğdu - kısa sürede ölmektir.” Madem hayat keder ve acı dolu, peki çözümü nedir? İntihar bir çözüm olmakla birlikte ihtimal dâhilinde değildir, çünkü milyonlarca yıl süren evrim insanın biyolojik tasarımına yaşama arzusunu kodlamıştır. Rasyonel olmayan, ama kaçınılmaz yaşama istenci bedeli ne olursa olsun varlığı yokluğa yeğlememize neden olur. Yaşamaktan başka bir seçeneğimiz yoktur. Soru, bu noktadan itibaren bu katlanılmaz acı hayatı nasıl katlanılabilir hale getireceğimiz sorusuna dönü12
İNCELEME
şür.
nun kayda değer bir yer kapladığını görürüz. Her şey için geçerli kaide olan değişim burada da kendini göstermiştir. Zaman içinde insanların mutluluk eşikleri, eşyalardan ve olaylardan aldıkları haz da zamanın var ettiği şartlar etrafında şekillenip değişmiştir.
Yukarıda gördüğümüz gibi Yunan sanatının anlam kazandığı nokta burasıdır. Hayatın kederine ve kötülüğüne sanat çözümünü getirmişlerdir onlar. Yunanlılar şiddet arzusunu arındırabileceklerinin; korkuncu soyluya, zararlıyı yararlıya çevirebileceklerinin farkına varmışlardır. Bunları yapmanın yollarından biri ise sanattır. Homeros’un şiddetli savaş hikâyelerinden ve tragedyalardan alınan hazzın altında bu durum yatar. Antik Yunan sanatı toplumsal alanda bakıldığında tam olarak komün bir yapıdaydı, ortak bir üründü. Bugün hayretle baktığımız antik tiyatrolar, bir zamanlar arkadaki koro ile dinleyiciler arasında hiçbir farkın olmadığı, tamamıyla bir bütünlüğün olduğu bir portre çiziyordu.
Ortaçağ’da yaşayan bir çiftçiyi bir tane ekmek ile kolay bir şekilde mutlu edebilirdiniz. Peki, 21. yüzyılda şişman, dolgun maaşlı ve iyi bir şirkette çalışan Amerikalı bir mimarı nasıl mutlu edersiniz? Zannediyorum ki bu soru, zamanımızın en önemli felsefi tartışma alanlarından birine işaret ediyor.
Unutulmamalıdır ki Sanayi Devrimi’nin yarattığı yeni toplum modeli, hemen yukarıda yapmaya çalıştığım temellendirmeyi kökünden sarsar. Tamamıyla makineleşmiş bu toplum modeli ve beraberinde getirdiği yaşam tarzı, çoğu şeyi anlamsızlaştırmış ve içini boşaltmıştır ki bunlar sanattan insanların bireysel arzularına kadar hayata dair hemen her şeyi kapsar. Unutulmamalıdır ki Sanayi Devrimi, üretim ilişkilerinin, aile ve akrabalık ilişkilerinin, toplumsal hayatı oluşturan yerleşik değer yargılarının kökünden değişmeye başladığı yıllardır. Alman sosyologların deneyim toplumu dediği bu yeni toplumdaki insanlar için mutluluğun anahtarı artık ucuz ve sıradan deneyimlerdir. Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dikkat çekici bir şekilde hissedilmeye başlanan bu ucuz ve sıradan deneyimler para, cinsel ilişki, uyuşturucu ve tabii ki rock’n rolldur. İnsanlar artık bu tarz ucuz deneyimlerden elde ettikleri hazla mutluluğa ulaşmaya çabalamaktadırlar. Günlük yaşantı içerisinde veya dar zaman dilimlerinin penceresinden baktığımızda dikkatimizden kaçsa da geniş bir açıdan baktığımızda insanlığın düşünce tarihinde mutluluk mefhumu13
DENEME
Ümmühan Doğan*
Mutsuzuz
Vazgeçecek kadar nefret duyduğunuz oldu mu hayattan? Ne olmuşsa olmuş yine de yaşamalı değil mi insan? Bugün vazgeçersin, yarın bağlanırsın. Sonra tekrar... Çoktan seçmeli sorular gibi bellidir neyi seçeceğin ve sen son teknoloji harikası robotlaşmış bir makine gibi devam edersin hayatın kusursuz sıradanlığına tüm duygularından arınarak.
Ülkece yaşadıklarımız, ortak kaderimiz duygusuz olmayı gerektiriyor çünkü. Yoksa hangi yürek, hangi vicdan, hangi merhamet dayanır kızını diri diri toprağa gömen yurdum insanına, küçücük bir erkek çocuğu kendisiyle aynı yaşta olan küçücük bir kızı öptü diye mahkemelik olan iki aileye, yetmiş beşlik ihtiyarın bilmem kaçıncı kuşaktan sayılabilecek on yedi yaşındaki kızla evlenmesine, Allah’ın dilsiz kulları oldukları hâlde işkence gören hayvanlara, ardı arkası kesilmeyen taciz tecavüz haberlerine, tüm televizyon kanallarının başka işleri güçleri yokmuş gibi onu bunu evlendirmeye çalışmalarına, fakat kimsenin kendini taşıyabilecek birini bulamamasına…
Seni ısıtan ve tüm yaşama sevincini barındıran içindeki güneş gitmiştir uzak diyarlara geri gelmemek üzere... Anlam veremiyorsundur hayata, seni tatmin edecek bir anlamı da hiç bir sözlük yazmaz üstelik ve sen kaybettiğin güneşin ardına düşebilecek cesareti de gösteremezsin. Devam edersin bayağılaşmış hayatına…
Mutsuzuz... İşte tüm bunlar yüzünden mutsuzuz; vicdan, yürek, merhamet diye adlandırılan insani duygulardan arınmış olmasak nasıl kaldırabilecektik ki tüm bunları? Üstelik istediğimiz öyle çok bir şey de değil, sadece bir parça mutluluk, bir parça huzur.
Karamsarlık, ikilemler, kaos şu günlerde tüm insanlığın ortak duyguları aslında. O kadar üzücü bir durum ki bu; mutluluğun heyecanın sevginin tebessümün ne olduğunu unutup kılıfı bazı kimselerce örülmüş -belki hayatın ta kendisi örmüş- bir ağın içindeyiz. Çırpındıkça ağların ayaklarımıza dolandığı ya da birileri tarafından kasten dolandırıldığını fark edemiyoruz bile. Mutsuzuz... Ülkece, milletçe en önemlisi insanca mutsuzuz. Küçücük bir hediyenin, ufacık bir selamın, masum bir tebessümün mutluluk verdiği hayat çok eskilerde kaldı. İnsanımız, biz, siz, sen, hepimiz o kadar çıkarcı hale geldik ki bize faydası olmayacak şeyleri -manevi değerleri yüksek olsa bile- bir çırpıda fırlatacak kadar duygusuz haldeyiz. Üstelik kimseden ay ışığında sevgiliye övgüler yağdıracak kadar duygulu; yeni doğmuş ufacık bebeğine dokunmaya bile çekinen bir anne kadar merhametli olmasını bekleyemem. *Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi
14
İNCELEME
Mehmet Eren Arslan*
Özdemir Asaf Üzerine
“Bugüne gelinceye dek hiç sevmedinse kendi üzerinde bir kez yanılmışsın demektir. Eğer bir kez sevdinse iki.”
lan umutsuzluk, bezginlik, dünyayı ve insanları anlayamama ve saçma bulmasıyla egzistansiyalizmin (varoluşçuluk) etkisi altında kaldığını söyleyebiliriz. Esasen bu durum, II. Dünya Savaşı sonrası bütün sanatçılarda az veya çok gözlenebilir. Genellikle yazdığı aşk şiirleriyle bilinse de çokça bilinen toplumsal hiciv içeren bir şiirini not edelim: “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler.”
Özdemir Asaf’ı öteki şairlerden ayıran en büyük özelliği şüphesiz az sözcükle çok şey anlatan şiirleridir. Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi daha kapalı dille aşk şiirleri yazan şairlere göre onun sade ve daha kolay anlaşılır dili günümüzün genç şiir okuyucuları tarafından cazip ve daha ilgi çekici olabiliyor. Özdemir Asaf bir gün hoşlandığı kadına açılmak ister. Kadına bütün güzelliklerini sıralar, fakat sözü o kadar evirip çevirmesine rağmen bir türlü kadına ve kendisi için onun da bu kadar önemli olduğuna getiremez. Sonunda “Her neyse!” deyip kalkarlar ve Asaf en iyi bildiği şeyi yapar. Türkiye'de İstanbul ne ise, İstanbul'da gece ne ise, Gecede yürümek ne ise, Yürürken düşünmek ne ise, Seni unutamamacasına düşünmek ne ise, Unutamamanın anlamı ne ise, Seni sevmek ne ise, Saklayayım, yok söyleyeyim derken Birden aşka düşmek ne ise. Her neyse. Şiirlerinde, içinde bulunduğu çağ ile toplumla ve kendisiyle ilgili bir takım rahatsızlıkları dile getiriyor diyebiliriz onun için. Şiirlerinde dile getirmek istediği toplumsal ve bireysel rahatsızlıklarını “sen-ben” ikilemiyle yansıttı Asaf. Her ne kadar kendisi öyle belirtmese de hayattan duyu-
Özdemir Asaf, ‘r’ harfini söyleyemez, ”yumuşak g” olarak telaffuz ederdi. Galatasaray Lisesi’nde öğrenci iken başından geçen bir anısını sonraki yıllarda şöyle anlatacaktır: “Lisede Edebiyat Hocamız İsmail Habib Sevük idi. Sınıfta heğkese şiiğ okutuğ, sığa bana gelince, atlayıp yanımdakine geçeğdi. Biğ gün değste pağmak kaldığdım
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
15
İNCELEME
ve ‘Hocam’ dedim, ‘Sınıfta heğkese şiiğ okutuyoğsunuz, bana niçin okutmuyoğsunuz?’ İsmail Hoca, bu soğuma şu cevabı veğdi:
Saçlarının her hali hoşuma giderdi. Seni, senden de yakın, yalnız ben tanıyorum, Sana, seni en sıcak bir ben anlatıyorum. Kimse varamaz senin ben kadar yakınına; Çok zamanlar kendimi sanki sen sanıyorum. Sana seni anlatsam, anlatırım kendimi. Sende seni ararken kendimi arayorum.
– Oğlum Özdemiğ, sen, şiiğ değil, şiiğin canına okuyoğsun.” Bunun üzerine de Özdemir Asaf “Lavinia”yı yazar. Gelin görün ki bu şiirin son dörtlüğünde hiç ‘r’ harfi yoktur. Can Yücel de Özdemir Asaf’ın ölümü üzerine “Cenaze Dönüşü” isimli şiirini yazmıştır: “Anlaşıldı bu / R’lerin intikamı / Onlar yuttu Özdemir Asaf’ı.”
Farkında mısın, Değilsin kendi bahçende. Kendinden değil, Kendini bu kendin sanışın.
Bilemiyorum ne vardı saçlarında.. Rüzgar mı delice eserdi, Gözlerim mi öyle görürdü yoksa..
16
ŞİİR
Hasibe Şimşek*
Sonbahar Rüyası
sonbaharın renk renk olması doğanın kendisiyle eğlencesi belki de her gecenin sabaha kavuşması gibi sonbahar da bir gün kışa kavuşmayı beklerken döker sarıdan kızıla çalan yapraklarını gidilen her yol terk edilen her bir köşe biraz hüzün biraz mutluluk verir insana gece ise kendini belli eden ay kadar yalnız gündüz renklerin dansına tanık olacak kadar güzel...
*Mehmetçik Anadolu Lisesi 10. sınıf öğrencisi
17
Ayın Portresi
Belki hâlâ o besteler çalınır, Gemiler geçmiyen bir ummanda. Yahya Kemal Beyatlı 18
AYIN PORTRESİ / YAHYA KEMAL KİTAPLIĞI
19
AYIN PORTRESİ / YAHYA KEMAL’DEN
Bir Başka Tepeden (…) Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul! Görmedim, gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer. Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul! Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
Üsküdar’ın Dost Işıkları (…) Sizlersiniz bu ân'ı ışıklarla Türk eden! Eksilmesin şu mutlu şafaklar bu ülkeden. ! Gönlüm, dilim, kanım ve mizâcımla sizden'im; Dünya ve âhirette vatandaşlarım benim.
Deniz Türküsü (…) Çıktığın yolda bugün yelken açık, yapyalnız, Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız Yürü! Hür maviliğin bittiği son hadde kadar! İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.
20
AYIN PORTRESİ / YAHYA KEMAL’DEN
Açık Deniz (…) Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü Bir med zamânı, gökyüzü kurşunla örtülü, Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi; Gördüm güzel vücûdunu zümrütliyen deri Keskin bir ürperişle kımıldadı anbean; Baktım ve anladım ki o ejderdi canlanan. Sonsuz ufuktan âh o ne coşkun gelişti o! Birden nasıl toparlanarak kükremişti o! Yelken, vapur ne varsa kaçışmış limanlara, Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara! Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hûn, Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun... Sezdim bir âşina gibi, heybetli hüznünü! (…)
Kaybolan Şehir (…) Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin Üsküp bizim değil? Bunu duydum için için. Kalbimde bir hayâli kalıp kaybolan şehir! Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir! Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene, Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.
21
Çizer: Merve Dede, Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
22
İNCELEME
Müberra Bulut*
Yahya Kemal’de Tarih Düşüncesi
Türk edebiyatının önemli evrelerinde gerek dil ve üslubuyla gerekse fikirleriyle ön plana çıkan “Saf (Öz) Şiir” dendiğinde zihinlerimizde ismi yankılanan Yahya Kemal Beyatlı’yı, tarih anlayışı ve bu bağlamdaki görüşleri bakımından incelemeli, onun tarih anlayışını daha net kavramalıyız.
Böylece milli kültür ve tarihimize bağlı kalır. Bibliothéque Nationalite (Milli Kütüphane)’de divanlarımızı ve tarihçelerimizi okur. Osmanlı tarih ve edebiyatı ile Fransız düşünce ve edebiyatı gibi iki büyük kültür kaynağından beslenir. Halkımızın tarihi içindeki din ve estetik anlayışına bağlı kalır.
Yahya Kemal ilk gençlik çağını Üsküp’te geçirerek lise öğrenimi için İstanbul’a gelir (1902). Üsküp İdadisindeyken Namık Kemal’in Vatan Yahut Silistresi’ni, Akif Bey’ini okuduktan sonra bu eserler sayesinde vatan sevgisini tadar; ardından Ziya Paşa’nın Zafernâme ve Rüya adlı eserlerini de okuyarak edebiyat alanında ilk zevklerini tadan Yahya Kemal’in tarih anlayışını geliştirip şekillendiren önemli noktalardan biri Paris’e gidişidir (1903).
Tarih, Yahya Kemal’e esin kaynağıdır; Anadolu’nun Türkleşmesinde İslamiyet’in katkısı olduğuna inanmaktadır. 1071 Malazgirt Savaş’ı, onun tarih ve devlet görüşünün odak noktasını oluşturur. Türk vatanının bin yılda Türk milletini yarattığına inanır. Ona göre Malazgirt’ten sonra Anadolu, Rumeli ve İstanbul toprağı, sekiz yüzyılda Türk milletini yaratmıştır. “Malazgirt’ten sonra Türkiye toprağında yalnız kendine benzeyen bir Türklük vardır. Bu Türklük kendi ırkından, bağlı olduğu dinden, yaptığı tarihten, yarattığı güzel sanatlardan şiirlerinden, musikiden, mimariden hasılı yalnız bu yeni vatandaki yaşayışından, duyuşundan, kendi kader ve kazasından terekküp etmiş bir kitledir.” Bu bağlamda Süleymaniye’de Bayram Sabahı adlı şiirinde duygularını şu iki dize ile dile getirir:
Yahya Kemal, Paris’e gittiğinde Albert Sorel’in tarih derslerini ilgiyle izler, Fransız milliyetçilerinin fikirleriyle milletimizin gerçek çerçevesini bulur. Millî tarihimizi incelemek hevesine kapılır ve Albert Sorel’in üzerindeki etkisini itiraf eder. Milliyetçi oluşundaki sebebi ise Paris’teki Rum ve Bulgarların Türk milletini yıkma girişimlerine bağlar. Türk milletinin nasıl bir millet olduğunu ve mazisini araştırmaya başlaması onu milliyetçi yapar. David Léon Cahun’un Intoduction à L’Historie des Peuples de L’Asie (Asya Milletinin Tarihine Giriş) eserini okur. Türk ırkının zaman ve mekan içindeki zenginliği karşısında gözleri kamaşır. Camile Jullian’ın “Le sol de la France, en mille ans, a créé le peuple Français” (Fransız toprağı, bin senede Fransız milletini yarattı.) sözünden hareketle, Anadolu ve Rumeli toprağının da bizi yarattığı fikrine ulaşır.
“Ta Malazgird ovasından yürüyen Türkoğlu Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu.” Yahya Kemal’e göre bir milliyetçi tarihe değil, milletinin tarihine meftundur. Önemli olan tarihi anlamaktır. Yahya Kemal, Osmanlı tarihinin belgelerinin henüz toplanmadığı düşüncesindedir. Bu yüzden tarihe ait düşüncelerini konferans, makale ve kitaplar halinde ortaya koymayı planlar. Bu düşüncelerini Nihad Sami Banarlı ile paylaşır, ancak gerçekleştiremez, tasarı halinde kalır. Frenk tarihçilerinde görülen meziyete işaret ede-
* Hitit Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 1. Sınıf Öğrencisi, Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
23
İNCELEME
rek, bir bakıma tarihte izlenecek yolu da belirtmiştir.
tır. Karışınca da hafızamızdan gittikçe silinecektir. Üç yüz sene sonraki nesil bizim içinde yaşamış olduğumuz bu ayın her şeyini niçin sever? Onu, o nesle, müverrihler iyi aksettirirlerse, iyi tarafları iyi, kötü tarafları kötü görünür.
“Hadiselerin asıl sebeplerini buluncaya kadar derine gitmek, iğreti rivayetlerden kaçınmak, en sağlam vesikalara inanmak, öteden beri edinilmiş fikirleri bir doğru vesika görünce bir tarafa atmak, indî düşüncelere bağlanmamak…”
Fatih devrinde, yahut Süleyman devrinde yahut da Köprülü Mehmed Paşa devrinde tıpkı böyle geçmiş ve maziye karışmış nice ayların içinde güzellikler de vardı, çirkinlikler de. O çirkinlikler bugün gözümüze güzel görünebilir mi? Demek ki tarih yekpare görülecek, topyekün sevilecek yahut nefret edilecek bir şey değildir; bilakis tedkik ve muhakeme edilecek bir manzaradır.” cümleleriyle şekil bulmaktadır.
Yahya Kemal, tarihi sevgisi ve önemini ise şu şekilde açıklar: ”Tarih sevgisi bahsine gelince kat’i olarak denilebilir ki tarih bir mevhumedir. Bu mevhumeyi bazı insanlar hayallerinde mücessem görürler; ondan bazen nefret ederler, bazen de hayranlıkla bahsederler. O mücessem gördükleri şey ise geçmiş saatlerin, haftaların, günlerin yılların yığıntısından başka bir şey değildir.
Bu bakımda Yahya Kemal’inde anlatıp aktardığı gibi tarihin, geçmişin aktarım şekli ve üslubunun önemi hem bugünün yetişkin ve gençleri hem de gelecek nesiller açısından büyük değere sahiptir. Geçmişimizi büyük ölçüde aydınlatan mazi, kahramanlıklar, fedakârlıklar, Türk milletti adına yapılan her şeye ışık tutan tarihi bilgi ve görüşlerin tamamı bugün değer vermeyen dillerde, kıymet gösterilmeyen ellerde solar ve ölür!
Şimdi biz 1942 senesinin Mart ayı içinde bulunuyoruz. Bu Mart ayını bir çerçeve gibi önümüze koyalım: Bu çerçeve içinde gözümüze evvela memleketimiz görünür. Biz bu anda, memleketimizdeki birçok şeyi sever, birçok şeyi sevmeyiz; birçok şeyin de ıslah edilmesini özleriz. Bu çerçeve gelecek ayın birinden sonra ortadan kalkacaktır, tarihe, yani geçmiş nice ayların arasına karışacak-
Bir Türk’ün Gönlünde Nehir Varsa Tuna’dır, Dağ Varsa Balkan’dır. Yahya Kemal Beyatlı
24
Merve Sinem Dağlı*
Millet; aynı toprakta yaşayan, aynı kültüre ve aynı tarihe sahip insan topluluğudur. Bu insan topluluğunu birleştiren unsurların başında dil gelir. Diğer unsurların, özellikle tarih ve kültürün oluşumunda ve geleceğe aktarımında da dil önem arz eder. Tarih boyunca çeşitli kültürel etkileşimler dillerin de birbirinden kelime ve kural alıntılamasına sebep olmuştur. Dile sonradan giren bu hususlar dilin kendine mahsus doğasını büyük oranda değiştirmediği sürece dil, kendi benliğini korur; böylece millî kimliğin yapı taşı olmaya devam eder. Bu bakımdan dilimiz, yeryüzünde bizim “biz” olarak yaşamaya devam etmemizin teminatıdır.
Türk’çe konuşacaksak Türkçe konuşalım.
Mehmetçik Anadolu Lisesi 10. sınıf öğrencisi
25
DENEME
Zeynep Dilber*
Evrenin Melekleri
Şimdi size eve girdiğinizde aldığınız mükemmel yemek kokusunun kaynağını, sabah gıdıklanarak uyanmanın sebebini, pastaların prenseslerini, poğaçaların sultanını anlatacağım. Yani “anneleri”, “annelerimizi”.
lar alırsa? Evet, bir gün gidecekler. Çünkü meleklerin yeri gökyüzüdür. Bazen hayatın rutin akışı içinde sahip olduğumuz muhteşem şeylerin farkına varamıyoruz. Nasıl olsa her gün sahip olduğum şeyler, diye düşünüyor ya da hissediyoruz. Yalnızca kaybetme korkusunu tüm hücrelerimizde hissedince değerleniyor ve daha çok anlam kazanıyor vestiyerin üstündeki “Dolapta yemek var, ısıt ye bebeğim.” notu.
Çoğu zaman değeri bilinmese bile hiçbir zaman gönül koymayan insanlar vardır; mesela dört kişilik ailede, sofrada 3 kişilik pasta varsa “Ben zaten pasta sevmem, siz yiyin.” diyebilen insanlar. O kadar alışıyoruz ki onlara, bir gün olmayacakları ihtimalini göz ardı ederek incitiyoruz kalplerini, yakıyoruz canlarını, kırıyoruz kanatlarını…
Başka insanlar tarafından yapılsa yıllarca kapılarında köle olacağımız şeyleri, onlar hiçbir karşılık beklemeksizin yapıyorlar. Odamızı topluyor, yemeklerimizi yapıyor, harçlığımızı veriyor, triplerimizi çekiyorlar. Fark ettiniz mi, etrafınızdaki hiç kimse size bunlardan bir tanesini bile karşılıksız yapmıyor. Fakat biz oda bir gün toplanmasa beş karış surat, bir gün yemek gecikse âsilik, bir gün harçlık verilmese -aman Allah’ım!- terör estiriyoruz. Sonra ne oluyor biliyor musunuz? Akşam eve döndüğümüzde o yine bize yerinden kalkıp kapıyı açıyor, yine yemek hazırlıyor ve her zaman söylediğimiz yalan olmayan, ama gerçekliğinin de farkında olmadığımız bir “Seni seviyorum”la hallediveriyoruz. Acınası…
Oysaki ne büyük günahtır yaradanın katında melekleri üzmek. Affı yok diyorlar ki zaten haklılar. Daha henüz rahimlerine küçücük bir nokta olarak düştüğümüzde başlamıştı onların korumacı tavırları. Hormonlardan diyorlar biliminsanları, anneliğin hormonlarla alakası var mı? Hangi hormon evlat tarafından yapılmış dev bir kabahati tek bir öpücükle yerle bir edebilir ya da hangi hormon sinirlenme süresini en fazla göz göze gelinceye kadar uzun tutabilir? Bu başka bir şey. Bu bambaşka bir şey... Bu muhteşem ötesi bir şey.
Bazen dışarıdan gelip kapı açılır açılmaz içeri selamsız sabahsız dalıp odaya giriyoruz. Moral bozuk, gözyaşları özgürlüklerini ilan etmiş durumda, gözkapaklarının arasında greve oturmuşlar da sanki düzeni değiştirip dışarı çıkmak istiyorlar gibi. Öylece yatağa uzanıp tavanı izlerken birden kapı açılıyor ve odanın atmosferi değişiveriyor. Yanına yaklaşıyor, ona kızacağına, ona bağıracağına, sinirini ondan çıkarabileceğine aldırmaksızın yatağına oturuyor. Sonra bir şekilde senin omzun dizine düşüyor, onun eliyse senin saç-
Kırıyor, incitiyor, paramparça ediyor ve sonrasında affedileceğimizi bildiğimiz için kaygıya düşmüyoruz ya da tek bir sarılma, ufak bir “Seni seviyorum.”la geçiştiriyoruz. Ama ya bir gün geçiştiremezsek? Ya bir gün eve girince ev yemek kokmazsa, ya sabahları huzur veren “Günaydın kuzum.” cümlelerinin yerini alarmların dehşete düşüren sesleri alırsa, ya annenin yaptığı poğaçaların yerini pastane masalarındaki ücretli poğaça*Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi
26
DENEME
larına... İşte hayatın boyunca huzuru bulacağın tek adrestesin, annendesin…
Ve İsra suresi dedi ki : “... sakın onlara of (bile) deme ve onları azarlama, sözlerini kesme ve onlara güzelce hitapta bulun.” Hadi şimdi kalk ve onu gerçekten sevdiğinin farkına vararak, sana verilmiş en güzel hediyeye bu sefer “Seni seviyorum.”dan başka bir şey de ve teşekkür et. Ondan özür dile ve hayatın boyunca bir anne şefkatine sahip olmayı dile. Sevgiyle…
“Neden?” ,“Ne oldu?” diye sormuyor sana. Yalnızca ağlamanı dinliyor, sonra kalkıp şişmiş gözlerinle ona sarılıyorsun. O an kızmışsın, kırmışsın, kavga etmişsiniz, hepsi bir kenarda kalıyor. Ve sen anlıyorsun ki, bir insana verilebilecek en güzel hediyeye sahipsin, sarılıp öpebileceğin bir hediyeye, anneye…
27
ANKET
Melda Hoş*
En sevdiğiniz türkü? Muttalip İzci (Rehber öğretmen): Uzun İnce Bir Yoldayım Özlem Başkan (Tarih öğretmeni): Çarşambayı Sel Aldı Ömer Lütfi Orhan (Fizik öğretmeni): Yalan Dünya Ebubekir Çavdar (Almanca öğretmeni): İşte Gidiyorum Çeşmi Siyahım Fatma Taşkesti (Edebiyat öğretmeni): Zülüf Ferit İncel (Müdür Yardımcısı): Altın Hızma Uğur Dağlı (Müdür yardımcısı): Çankkale Türküsü Mehmet Güngör (Edebiyat öğretmeni): Ervâh-ı Ezelde Tutku Önder (İngilizce öğretmeni): Hasretim Sana Melike Dibo (İngilizce öğretmeni): Çalın Davulları Seda Türkmen (İngilizce öğretmeni): Kirpiğin Kaşına Değdiği Zaman Hilal Toptaş (İngilizce öğretmeni): Sarı Gelin Şerafettin Akgül (Almanca öğretmeni): Zahidem Selçuk Elitok (Fizik öğretmeni): Yolun Sonu Görünüyor Çetin Karakaya (Kimya öğretmeni): Tek Kapıdan Çıktım Yüzüm Peçeli
Nigar Aslan (Biyoloji öğretmeni): Mihriban Emre Kocamanoğlu (Beden Eğitimi öğretmeni): Kerküğün Zindanına Attılar Beni Ebrar Gümüş: Sarı Gelin Ece Yılmaz: Son Bir Defa Melisa Koldaş: Yemen Türküsü Kerime Ölçen: Neredesin Sen Mustafa Sait Ceylan: Gönül Dağı Çağla Bülbül: Yolun Sonu Görünüyor Suna Derinöz: Candan İleri Furkan Bardakçı: Deniz Üstü Köpürür Bünyanin Saka:Uzun İnce Bir Yoldayım İbrahim Bolat: Minnet Eylemem Kazım Can Ahıskalı: Türkiye’m Sıla Kanan: Fikrimin İnce Gülü Sena Nur Gözübüyük: Derin Derin Sevdalara Dalarsın Özge Sürücü:Uyan Sunam Merve Dağlı: Kara Tren
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 10. sınıf öğrencisi
28
EDİTÖRÜN SEÇTİKLERİ
Şerif Mardin Türk Modernleşmesi İletişim Yayınları Araştırma-İnceleme
Yusuf Atılgan Aylak Adam Yapı Kredi Yayınları Roman
Ateş Uslu Siyasal Düşünceler Tarihine Giriş Tarih Vakfı Yurt Yayınları Tarih
A. Cahit Zarifoğlu / Acz Kitabı Beyan Yayınları Biyografi
29
Heinz Heimsoeth Felsefenin Temel Disiplinleri Çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu Doğu Batı Yayınları Felsefe
Noam Chomsky Karanlık Çökerken Umutsuzluğa Karşı İyimserlik Çeviren: Selda Arıt bgst Yayınevi Uluslararası Siyaset
İNCELEME
Ümmügül Avcu*
Demokrasinin Rengi
Cumhuriyetin ilan edildiği, demokrasinin can bulduğu dönüm noktası. Türk milletinin isteklerini ve sıkıntılarını dile getirmeye başladığı bu dönem uyanışın ilk adımı olmuştur. Güçlü, istikrarlı, hür ve demokratik yurttaş olarak yetişmenin temeli; bilgi, anlayış, sorumluluk duygusu, manevi değerlere saygı olarak karşımıza çıkmıştır.
1923 Öncesi Demokratikleşme Hareketleri…UYANIŞ… Osmanlı Devleti’nin son dönemiyle birlikte oluşmaya başlayan demokrasi anlayışı yapılan ıslahatlar, ilan edilen fermanlar, meşrutiyet hareketleri ve çeşitli fikir akımlarıyla etkisini göstermeye başlamıştır. Yapılan bu düzenlemeleri sağlam bir temele oturtma girişimleri, demokrasi/ istişare kültürünün kurumsallaşması cumhuriyetin ilanıyla hayat bulmuştur. Millet iradesinin vücut bulduğu en sağlam kanıt 1919-1922 yılları arasını kapsayan Kurtuluş Savaşı dönemidir. Bu savaşta emperyalist güçlere karşı koyan milletimizin bağımsızlık iradesinin tüm dünya milletlerine örnek teşkil etmesi gurur duyulacak tarihi zaferlerimiz arasında yer almaktadır. Bu güzel vatan dönem dönem askeri darbelere maruz kalsa da halk sıkıntılarla dolu günler geçirse de millet olarak demokrasiyi içselleştirmiş olmamız, manevi ve kültürel değerlerle demokrasiyi donatmış olmamız bizim en önemli dayanak noktamız olmuştur. Nitekim 1915 yılı da yine bizim ders çıkarmamızı sağlayan bir dönüm noktasıdır. Demokrasi uğruna liseli gençlerin canlarını vermesi, bir okulun sene sonu mezun verecek öğrenci bulamaması kadar bir öğretmene acı veren ne olabilir ki? Ancak kazanılan zaferler milli iradenin, birlik oluşun önemini bir kez daha gözler önüne sermiş ve acılarımızı bir nebze de olsa bastırmıştır.
Ecdadının yolunda gidecek olan gençlerin yetişmesi için açılan eğitim kurumlarının donanımı, ilk dikkat edilmesi gereken noktalardan biridir. Demokrasi kültürünün bireylerde oluşmasının erken yaşlarda başlaması sebebiyle okul ortamının uygun şekilde hazırlanması ve eğitimcilerin önemli rol model olması eğitimin temel unsurları olarak karşımıza çıkmaktadır. Öğretmenlerin, vazife yıllarını en verimli şekilde geçirebilmesi için yapmaları gereken ilk iş demokratik kültürü yaşam felsefesi haline getirmek ve bu anlayışı içselleştirmektir. Özellikle milli birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyulan dönemlerde milli eğitimin üstlendiği önemli bir görevi vardır. Milli eğitim bünyesindeki okulların fikri hür vicdanı hür nesillerin yetiştirilmesi hususunda çeşitli ideolojik hegemonyalardan kurtulması gerektiği herkes tarafından bilinmektedir. Bunun içinde bireysel görüşlerden ziyade toplumsal görüş ve düşüncelerin ön sırada yer alması gerekmektedir. Çünkü kaliteli eğitim, kaliteli bireyi; kaliteli birey, kaliteli toplumu beraberinde getirecektir. Yapmamız gereken iş bireyin düşünmesini sağlayarak fikirlerini çekinmeden açık bir şekilde ifade edeceği ortamlar oluşturmaktır. Nitekim düşüncenin olmadığı, güven duygusunun aşılanmadığı, farklı bakış açı-
1923 Sonrası Demokratikleşme Hareketleri…YÜKSELİŞ… * Mehmetçik Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
30
İNCELEME
larının bulunmadığı, her şeyi olduğu gibi kabul eden bireylerin bulunduğu toplumlarda demokratik hayatın varlığından bahsetmek gereksiz olacaktır. Özellikle güven duygusu öğrencinin zihnine yer etmeli ve birey olarak toplumdaki rolünü üstlenmekten çekinmemelidir. Topluma kendini ait hisseden her birey kendi önceliklerinden ziyade toplumsal öncelikleri ön planda tutarak insana, insanlığa gereken değeri vererek demokratik kültürü bu zemin üzerine oturtacaktır. Bireysel düşüncelerin önemli olmasıyla birlikte öğretmenlerin milli ve manevi açılardan fedakâr bireyler yetiştirmesinde büyük çaba gerektiği bilinmektedir. Bu noktada şunu unutmamak gerekir ki bireysel özgürlükler fedakârlıklarla hiçbir zaman çatışmamakta hatta birbirini destekler nitelikler taşımaktadır. Bireylerin hem özgür düşünceli olması hem de milli ve manevi duyguları beraber yüceltmesi her iki düşüncenin birbirinin zıttı olmadığının en büyük kanıtıdır. Bu açıdan tarihsel manada Türk milletinin en büyük başarılara imza attığı tarihi belgelerde yer almaktadır. Bu tarihi başarılara imza atan şanlı ruhun, 15 Temmuz gecesi bir kez daha canlandığı birçok öğrencinin milli irade uğruna şehit düştüğü hepimiz tarafından bilinmektedir. Milli eğitim sisteminde öğrencilerimize böylesine büyük bir demokrasi kültürüne sahip olduğumuzu aktarmanın gerektiği bilincinde olmalı ve bunu
hayata geçirmenin zaruRetini bilmeliyiz. Kendine güvenen, kendini dünyanın yükünü taşımaya hazır; öncelikle ülkesinin sonrasında da tüm mazlum coğrafyaların fikrî ve içtimai problemlerini çözebileceği inancında olduğunu bireylere fark ettiren öğretmenler olarak görev yaptığımız takdirde her şeyi sorgulamadan kabul eden bir birey değil, inisiyatif alan bireyler yetiştirmenin zevkine varmış olacağız. Tarihimizi ilham kaynağı alarak yeterli birikime sahip olacağımızı bilerek ve sonrasında özgüveni yeni nesillere aktararak yetiştirmenin imkânı olacağının farkına varmalı ve bu yönde adımlar atmalıyız. Fikren ve vicdanen hür bireylerin iradelerini, hiçbir şahsın veya hiçbir zümrenin ipotek etmesine imkân vermeyeceğiz. Yalnızca Hakk’a ve hakikate boyun eğen nesiller yetiştirmek için bireysel liyakate inanmalı, emek ve çabaların asla heba olmayacağına itimat etmeliyiz. Bireysel gelişimleri açısından alın ternin en önemli kıstas olduğuna ve onu milli gayeler için seferber etme inceliğine de sahip olmaları gerektiğini bilen nesiller yetiştirmeliyiz. Bu şartlar sağlandığında görülecektir ki Anadolu’muzun doğusundan batısına demokratik kültürü savunan ve bu anlayışı yaşatacak olan birçok bilim insanı yetişecek ve milli irade ile demokrasiyi aynı bünyede yaşatacaktır.
31
ŞİİR
İbrahim Sadri Bolat*
Ben ya da O
Tanımak mı istiyorsunuz beni O hâlde gidin ona Çünkü kalmadı bende Benden bir parça Hayallerim, arzularım Ve mutluluğum hatta Unuttum hepsini Sadece bir yüz hatırımda
*Mehmetçik Anadolu Lisesi 10. sınıf öğrencisi
32
Çizer: Neslihan Bars, Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
33
TARİH
Özlem Başkan*
Demokrat Parti Dönemi Kıbrıs Olayları
Küçük bir danışma meclisi oluşturuldu. 1943’de Kıbrıs’ta tüm erkeklerin katıldığı bir seçim yapıldı. Ada idare bakımından 6 bölüme ayrıldı: Lefkoşe, Larnaka, Limasol, Magosa, Girne, Pafos. 1951’de Yunanistan adayı kendi sınırlarına katma girişimlerine başladı. Buna karşı Türkiye’de İngiltere eğer adadan ayrılacak olursa, ada yönetiminin yine eski sahibine, Türkiye’ye verilmesi için kampanyaya başladı. O zaman basında yer alan haberlere ilişkin olarak iktidardaki Demokrat Parti’nin Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü “Bizim Kıbrıs sorunumuz yoktur.” diyecektir. Bundan kısa bir süre sonra Fuat Köprülü görevinden ayrılıp yerine Fatin Rüştü Zorlu’nun almasından sonra hükümetin Kıbrıs’a ilgisi arttı. İngiltere, Kıbrıs işini doğrudan Yunanistan ile görüşmek istemiyordu. Yunanlılar konuyu Birleşmiş Milletler Genel Kuruluna götürmek istediler. Türkiye ve İngiltere’nin karşı koymalarına rağmen Birleşmiş Milletler Genel Kurulu Yunanistan’ın getirdiği Kıbrıs konusunun gündeme alınmasını kararlaştırdı. Komisyon Yunanistan’ın Kıbrıs konusundaki başvurusunun Genel Kurulun gündemine alınmamasına karar verdi. Birleşmiş Milletler Kurulundan istediği sonucu alamayan Yunanistan, Kıbrıs adasındaki ayaklanmaları hızlandırmaya yöneldi. Artık Yunanistan’ın değişmez parolası ENOSİS, yani Kıbrıs’ı Yunanistan’a katmaktı. 30.06.1955’te kanlı olayların çığ gibi büyüyüp dayanılmaz bir hal alması üzerine İngilizler, Türkiye ve Yunanistan’ı konferansa çağırdı. Fakat konferans hiç etkili olmadan dağıldı. Türkiye İngiltere’ye bir nota göndererek, Kıbrıs’taki Türklere karşı girişilen kanlı olaylar karşısında daha fazla hareketsiz kalamayacağını bildirdi. 28.08.1955’de İngiltere’nin yeni çağrısı üzerine Londra’da tekrar bir araya gelindi. İşte Londra’da bu üçlü konferans açılırken 6/7 Eylül olayları İstanbul, Ankara ve İzmir ‘de patlak verdi.
Giriş Kıbrıs 300 yıl Osmanlı yönetiminde dirlik ve düzen içinde yaşadı. Bu dönem Akdeniz ticaretinin gittikçe gerilediği, ticaret limanlarının Atlas Okyanusu’na kaydığı bir zaman kesitidir. Ada 1832’de Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın eline geçti. 1840’da Abdülmecit zamanında Kıbrıs yine Osmanlılara bağlandı. 1878’de Rusya ile çatışan Osmanlının geleceği Berlin’de Batılılarla bir pazarlık konusu edilirken, İngiltere, Anadolu topraklarını olası bir Rus saldırısına karşı korumayı garanti ederek imzalanan antlaşma ile adada üslenmeyi sağlamıştı. Antlaşmaya göre Kıbrıs üzerinde Osmanlı egemenliğinin süreceği ve Kıbrıs’ın her yıl Babıâli’ye (92800) lira ödeyeceği belirtilmişti. Ayrıca Kars, Ardahan ve Batum yeniden Osmanlıya geçince, İngilizlerin Kıbrıs’ı tekrar Osmanlıya bırakıp çekileceği vaadi bu antlaşmada yer alıyordu. Ama Osmanlının I. Dünya Savaşı’na Almanya’nın yanında girmesi üzerine İngilizler 4.11.1914‘de adayı topraklarına kattılar. Yunanistan’a Bulgarlara savaş açarsa, savaştan sonra adayı kendilerine vereceklerini vaad ettiler. O sıralar Alman yanlısı olan Yunan kralı Konstantin, İngiltere’nin teklifini geri çevirdi. Kıbrıs’ın İngiltere’ye katılması 1923 Lozan antlaşması ile Türkiye tarafından onaylandı. Bundan sonra Kıbrıslı Rumlar arasında Yunanistan ile birleşme isteğinden beslenen birbirini izleyen bir sıra ayaklanmalar yaşandı. II. Dünya Savaşı’nda Girit ve 12 Ada‘yı Almanlar işgal ettiler. Bu dönemde Kıbrıs Alman saldırısına uğramadı, Yakın Doğu’da İngilizler tarafından stratejik bir üs olarak kullanıldı. Kıbrıs bir süre İngiliz Yüksek komiseri yönetiminde, bir bölümü ada halkından seçilen kimselerden oluşan bir yasama ve danışma konseyi tarafından idare edildi. 1936’da bu kurulun görevine son verildi. * Mehmetçik Anadolu Lisesi Tarih öğretmeni
34
TARİH
ri, okulları, kiliseleri ve mezarlıkları tahrip eden insan yığınlarının akınlarına uğradı. Aynı biçimde, Eminönü, Fatih, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy Bebek gibi daha uzak semtlerde; Moda, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy gibi semtlerde ve hatta Adalar’da Şiddet olayları meydana geldi. Bu saldırılara 100 bin kişinin katıldığı düşünülmektedir. Saldırılar 20 ila 30 kişiden oluşan organize birlikler tarafından gerçekleştirildi. Bunlarda kendi aralarında kışkırtıcılar, önderler, tahripçiler olarak sınıflandırılabilir. Kışkırtıcılar çoğunlukla Türk bayraklarının yanında Atatürk ve Celal Bayar’ın büst ve fotoğraflarını taşıyorlardı. KTC’nin rozetlerini dağıtıyor ve halkı kendi dükkânlarına, evlerine, arabalara Türk bayrağıyla işaret koymaya çağırıyorlardı. Göstericiler halkı tahrik etmek için Kıbrıs sorununu kullanıyor ya da halk arasında mevcut olan gayrimüslim antipatisini körüklüyordu. Grup önderlerinin görevi tahrip edilecek nesneleri belirlemekti. Müslüman halk ev ve dükkânlarına Türk bayrakları asıp tüm ışıkları yakarak, mülklerini korumaya çalışıyordu. Grubun üçüncü kısmı ise taşlar, kaldıraçlar, kürekler, testereler, kaynak makinalarıyla donanmış olarak belirlenen nesneleri parçalıyordu. Kentin her yerinde yağmalar aynı yöntemle gerçekleştirilmişti. Dükkânlar söz konusu olduğunda saldırganlar önce vitrinleri parçalıyor ya da vitrinlerin önündeki demir parmaklıkları kaynak makineleri veya tel makasları yardımıyla açıyordu. Sonrasında dükkânın içindekiler, içeride ya da sokakta paramparça ediliyordu. Saldırıların başlamasından kısa bir süre sonra İstanbul’un caddeleri dükkânlarından çıkarılan çeşitli eşyalarla dolmuştu. Özellikle apartmanlara ve evlere yönelik saldırılar gayrimüslim halk arasında büyük korku ve paniğe yol açmıştı. Kiliselerde saldırılardan payını almıştır; içlerindeki kutsal resimler, haçlar, ikonalar ve diğer kutsal eşyalar tahrip edilip yakıldığı gibi, bazı kiliselerin tamamı ateşe verilmişti. Özellikle Şişli ve Balıklı’daki Rum-Ortodoks mezarlıklarına da zarar verilmişti. Buralarda mezar taşlarının parçalanmasıyla yetinilmemiş, mezarlardan çıkarılan iskeletler de kırılmış ve yakılmıştır.
6-7 Eylül Olaylarının Başlaması Kıbrıs’taki Türkler hükümetimize müracaat ederek heyetler gönderecektir. Bir taraftan da Kıbrıs Rumlarının Türklere karşı fena muameleler yaptıkları işitilmektedir. Türkiye’de 1954’de Kıbrıs Türk’tür Komitesi ve sonra da Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti kuruldu. 28 Ağustos günü Kıbrıs Türklerinin katledildiği haberleri şayi oldu. 6 Eylül günü Anadolu Ajansı öğle yayınında Selanik’te Atatürk’ün evinde ve konsolosluğumuzda bomba patlatıldı haberini verdi. İstanbul Ekspres gazetesi ikinci baskısı ile bunu halk arasında yaydı. Bu haber sinirleri gerilmiş halk arasında fena tesirler yaptı. İstanbul’daki Rumların aralarında para topladıkları, Yunanistan’a gönderdikleri, Rum Patrikhanesinin bu işte destekleyici olduğu halk arasında yayıldı. Bu haberler yalansa da tesirleri silinmedi. Patrikhane’nin de bu konudaki sorulara cevap vermemesi söylenenlerin doğru olduğu inancını halk üzerine verdi. Kıbrıs Türk’tür Cemiyetinin Başkanı Dr. Fazıl Küçük İstanbul’daki Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti’nin Başkanı Hikmet Bil’e gönderdiği mektupta “Türkiye’de Rumlar aleyhine bir hareketin yapılmasının, Kıbrıs’taki Türklerin durumunu korumak açısından faydalı olacağını” belirtmiştir. 6-7 Eylül olaylarından evvel halk efkârı üzerinde hazırlayıcı ve sinirleri bozan olayların ve faaliyetlerin yapıldığı kolaylıkla anlaşılmaktadır. 6 -7 Eylül gününden evvel manen hazırlanmış olan halk kitlesi istenen hedefe kolaylıkla götürülecektir. Günün ilerleyen saatlerinde çeşitli öğrenci birliklerinin ve “Kıbrıs Türk’tür Cemiyeti”nin çağrısı doğrultusunda Taksim Meydanında bir protesto mitingi düzenlendi. Bu mitingin ardından, bazı gruplar İstiklal Caddesinde bulunan gayrimüslimlere ait işyerlerinin camlarını taşlamaya başladılar. Kısa sürede Taksim civarındaki Beyoğlu, Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı gibi bölgeler, çeşitli araç ve gereçlerle donanmış olarak gelip işyerlerini, evle35
TARİH
Toplam olarak İzmir’de 14 ev, 6 işyeri, 1 pansiyon, 1 kilise, Yunan fuar pavyonu, Yunan konsolosluğu binası ve İngiliz Kültür Enstitüsü’nü barındıran bina saldırıya uğramıştır.
İzmir’deki Saldırılar Atatürk’ün doğduğu eve yapılan saldırı haberi İzmir’deki yerel bir gazete tarafından yayıldı. Gece postası 06.09.1955 günlü baskısında şu manşetle çıktı: “Madem Yunanlılar Türk konsolosluğunu bombaladı, öyleyse onların bayrağı artık Konak Meydanı’nda dalgalanmamalı.” Aynı akşam uluslararası fuar nedeniyle Konak Meydanı’na çekilmiş olan Yunan bayrağı bir saldırının hedefi oldu. Gençlerden oluşan bir grup bayrağı indirip yaktı. Yunan bayrağının yerine Türk bayrağı çekildi. Aynı anda Alsancak’ta bulunan Yunan Konsolosluğu önünde bir başka grup konsolosluk binasına hücum ederek binayı ateşe verdiler. Bu esnada İzmir’in çeşitli semtlerinde 20-30 kişilik gruplar ortaya çıkmıştı. Bu gruplar 6 Yunan subayının da evlerini basmış ve yağmalamıştı. Alsancak’ta, Bornova ve Buca semtlerinde Rumlara ait ev ve işyerleri de saldırı ve yağmalamanın hedefi olmuştur.
Ankara’daki Saldırılar Ankara’da da ağırlıklı olarak öğrenci protestoları gerçekleşmiş ancak şiddet olayları meydana gelmemiştir. Bunun en önemli nedenlerinden biri Ankara’daki gayrimüslim nüfus oranının çok düşük olmasıdır. Ayrıca Vali Kemal AYGÜN’ün Ankara genelindeki tüm toplantıları yasaklayan acil tedbiri de etkili olmuştur.
Hükümetin Aldığı Tedbirler Hükümet örfi idare ilan etti. Birlik komutanlarına silah kullanarak sükûnet sağlamalarını emretti. 6 Eylül olaylarının akşamı devreye sokulan birlikler şiddet olaylarını kontrol altına alabil36
TARİH
diler; ancak huzursuzluklar sonraki gün ve haftalarda bölgesel düzeyde yeniden devam etti.
sızlık vakaları çoğalmıştır. Yaralılarla ilgili verilen rakamlar 300 ile 600 arasında değişmektedir. Can kayıpları sayısı tartışmalıdır. Türk basınında ölü sayısı 11 olarak verilmiştir. Helsinki Watch örgütünün bir raporuna göre ölü sayısı 15‘tir. Rapora göre ölenlerin 5’i din görevlisidir. Nejat GÜLEN (Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanı) olaylar esnasında hiç kimsenin ölmediğini belirtmiştir.
Maddi Hasar Dükkân, Mağaza: Kuyumcu: 10 4214 Eczane: 26 Sinema: 2 Ev: 1004
İmalathane: 14
Muayenehane: 11
Depo: 23
Kilise: 73
Fabrika: 21
Matbaa: 9
Benzinci: 3
Mektep: 26
Dernek Binası: 5
Otel, Pansiyon: 12
Hamam: 1
Havra: 1
Mezarlık: 1
Fırın: 18
Pastane: 19
Ayazma: 8
Manastır: 2
Devletin Tazminat Ödemeleri Şiddet olaylarının kontrol altına alınmasından sonra 9 Eylül 1955’de Maliye Bakanlığının yaptığı bir açıklamayla zarar uğrayanların lehine uygulanacak önlemler açıklandı. Vergi kolaylığı, ucuz inşaat malzemesine erişim olanağı, cam ithalatı, banka kredisi almakta kolaylık, zarar tespiti ve telafi süreci. Kızılay acil önlem olarak Beyoğlu’ndaki ihtiyaç sahiplerine kişi başına 20 TL tutarında nakit yardım, taşkömürü ve yiyecek dağıttı. Belediye aracılığıyla çivi, boya ve pencere camı verildi. Denizcilik bankası uygun koşullarda kredi vereceğini, şirketlerin atölye ve imalathanelerinin yeniden inşasına katkıda bulunacağını açıkladı. 1957 sonunda 3247 gerçek ve tüzel kişiye toplam 6.553.856 TL tutarında ödeme yapılmıştır. Türkiye 6-7 Eylül olaylarıyla ilgili olarak Yunanis-
Gazino: 91
6 Eylül gecesinin ilerleyen saatlerinde hır37
TARİH
tan’a taziye vermiş ve zarar görenlerin tazmin edileceğini ve ileride olabilecek benzer olayların önlenmesi hakkında vaatte bulunmuştur.
rev yapan Nejat GÜLEN Yassıada Mahkemelerini şöyle anlatır: Bu büyük mitingin organizasyonunu mevcut olan DP teşkilatı yapmıştır. Selanik’te Mit mensubu Oktay isimli bir genç tarafından Atatürk’ün evinin bahçesine bir ses bombası atılıyor ve bu bombanın patlamasından kısa bir süre sonra yine MİT mensubu olan Mithat PERİN’in sahibi ve yöneticisi olduğu İstanbul Ekspres gazetesi “Ata’nın evi bombalandı.” diye gazeteye manşet atarak 6-7 Eylül bombasının fitilini ateşliyor. Gazetenin birkaç yüz bin baskı yaptığı doğru değildir. Esasen gerek de yoktur, gazete yine az bir miktar basmıştır. Önemli olan Ata’nın evi bombalandı sözüdür. Hazırlanan DP teşkilatı mitinge başlamıştır. Ancak miting çığırından çıkmış; kırma, yakma, yıkmalar başlamıştır. İstanbul’daki Alman ve İngiliz başkonsolosluklarının raporlarına göre Cumhurbaşkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, İçişleri Bakanı Namık Gedik, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay saldırıların hazırlanmasına katılmışlarıdır. Her şeyden önce amaç, Londra Konferansı üzerinde baskı oluşturmak ve dikkatleri iç politikadaki sorunlardan uzaklaştırmaktı. Olayların vardığı boyut hükümet üyeleri için de sürpriz olmuştur.
Olayların Baş Aktörleri Hükümetin saldırıların acil aydınlatılmasına katkıda bulunacağını duyurduğu özel mahkemeler 10 Eylül 1955’te ilk sorgulamalarını yapmışlardır. İstanbul, Bayezid, Beyoğlu ve Kadıköy olarak üç ayrı askerî bölgeye ayrıldı. Ankara ve İzmir’deki tutuklular için birer özel mahkeme kuruldu. Mahkeme başkanlıkları generaller tarafından yürütülüyordu. Ayaklanmaların hemen akabinde Beyoğlu Özel Mahkemesi tutukluların sayısını 5104 olarak açıkladı. Ayrıca Ankara’da 171, İzmir’de 424 kişi daha tutuklandı. 1956 Aralık ayı sonunda İstanbul’da 3525, İzmir’de 251, Ankara’da 288 toplam 3933 kişi serbest bırakıldı. Ocak sonunda 2956 kişi tutuklandı, 228 kişi mahkûm edildi, 61 kişi beraat etti. 208 vakada ise dava düştü. Hükümet olaylar nedeniyle duyduğu derin üzüntüyü ifade eden açıklamada ayaklanmaların sorumlusu olarak “komünistleri” ve “hain provokatörleri” gösterdi. 7 Eylül 1955’te 48 kişi tahrip ve tahrik suçuyla tutuklandı. Aralık 1955‘te açıklama yapılmadan ve gerekçe gösterilmeden serbest bırakıldılar.
1960 Mayıs’ındaki askeri darbeden sonra Cumhurbaşkanı Bayar, Başbakan Menderes, Dışişleri Bakanı Zorlu ve Bakan Köprülü, diğer suçlamaların yanı sıra, 6 Eylül 1955’teki olaylar nedeniyle Yassıada Askerî Mahkemesi’nde yargılandılar. 6 Eylül ile ilgili davada, yukarıda adı geçen siyasetçiler Rumların Türk vatandaşı olarak anayasa tarafından güvence altına alınmış olan “temel haklarını çiğnemek” ve “Türk yurttaşlarını gösteri ve şiddet olaylarına teşvik etmek”le suçlandılar. İzmir Valisi Hadımlı, İstanbul valisi Gökay ve Emniyet müdürü Alaaddin Eriş, şiddet olaylarının engellenmesi için gerekli önlemlerin alınmadığı gerekçesiyle; Selanik Başkonsolosu Mehmet Ali Balin ve vekili Mehmet Ali Tekinalp, üniversite öğrencisi Oktay Engin ve konsolosluğun bekçisi Hasan Uçar ise bomba temin etmek ve Selanik’te-
Kıbrıs Türk’tür Cemiyetinin, Öğrenci Birliklerinin ve Sendikaların Rolü Olayların hemen ardından Kıbrıs Türk’tür Cemiyetinin yönetim kurulu üyeleri, saldırıları planlamış oldukları gerekçesiyle tutuklandılar. 24 Ocak 1957’deki duruşmada İstanbul I. Ceza Mahkemesi hâkimleri sanıkların beratına karar verdi.
Yassıada Duruşmalarında 6-7 Eylül Olaylarının Yeri O dönemde kurulan soruşturma kurullarında Maliye Bakanlığı Hesap Uzmanı olarak gö38
TARİH
ki Başkonsolosluğun bahçesinde patlamaya neden olmakla suçlandılar. Mahkeme Bayar, Menderes ve Zorlu’nun suçlu olduğuna hükmederken; Köprülü, Balin, Tekinalp ve Engin‘i suçsuz buldu. Gökay ve Eriş’in suçları zaman aşımına uğramıştır.
maye birikimlerine büyük darbe vurulmuş, fakat bu yetmemiştir. 6-7 Eylül olayları bu açıdan bir başka adım olmuştur. Çünkü sonrasında azınlıkların gayrimenkulleri gasp edilmiştir. Rumlara el çektirilmesinden dolayı piyasada doğan boşluk Türk burjuvazisi tarafından doldurulmuştur. Bu açıdan 6-7 Eylül devlet eliyle burjuvaziyi palazlandırmak politikasının bir uzantısı sayılabilir.
Sonuç CHP döneminde başlayan ABD ve Batı’yla yakınlaşma süreci, 1950 seçimleri ve DP iktidarı döneminde artarak sürdü. DP’nin dış borçlanmaya dayalı ekonomi politikası ve 1952’den itibaren NATO üyeliğine dayalı savunma politikasının bedeli, Türkiye’nin siyasal kararlarda Washington’a bağlanması oldu. DP döneminin dış politika anlayışı “ABD eşittir NATO, NATO eşittir ulusal politika, ulusal politika eşittir ABD” biçiminde özetlenebilir hale geldi.
Olayların ardındaki uluslararası güç yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ABD’dir. ABD bu şekilde Kıbrıs’ta İngiltere’nin oynadığı hâkim role sekte vurmuştur. Bilindiği üzere olaylar İngiltere’nin çağrısıyla Yunanistan ve Türkiye’nin katılımıyla gerçekleşmekte olan Londra Konferansı sırasında gerçekleşmiştir. ABD emperyalist dünyanın yeni önderi olarak Kıbrıs’ta sürecin dışında kalmayacağını Türkiye aracılığıyla göstermiştir. Burada Türkiye’nin çelişik bir konumu olduğu açıktır. Çünkü gün geçtikçe ABD’ye bağımlılığı artan Türkiye, Kıbrıs sorununda o güne kadar İngiltere’nin güdümünde hareket etmiştir.
Bu koşullar altında Türkiye, İngiltere tarafından Londra Konferansı’na çağrılmakla Kıbrıs sorununda resmen taraf haline getirilmiştir. Çünkü ikinci emperyalist paylaşım savaşı sırasında başlayan ve artık İngiltere’yi zorlayan bir mücadele vardır: Kıbrıs Rumlarının bağımsızlık mücadelesi. Adayı stratejik önemi dolayısıyla bırakmak istemeyen İngiltere, denge unsuru olarak masaya o güne kadar güdümünde hareket eden Türkiye’yi ve Kıbrıs Türklerini sürmüştür. Oysaki Türkiye o güne kadar Kıbrıs’ta yaşananları İngiltere’nin içişi olarak nitelemiştir. 6-7 Eylül olaylarıyla amaçlananlardan biri burada karşımıza çıkıyor. Dünya kamuoyuna Türklerin Kıbrıs’a ilgisini kanıtlamak.
6-7 Eylül olayları ile birlikte yeni bir gelenek başlar. Ülkedeki Rumlar Kıbrıs sorununun bir aracı haline gelir. Devlet artık Kıbrıs sorunundaki gelişmelere bağlı olarak, gerekli gördüğünde vatandaşı Rumlara baskı yapar. Bu politikanın sonucu olarak ülkedeki Rumların sayısı oldukça azalmıştır. Düşünün ki devlet verilerine göre 1924’te İstanbul’un nüfusu 1 milyonken, bunun 280 bini Rum ve ayrıca 26 bini ise Yunan uyruklu Rum’dur. Bugün İstanbul’un nüfusu 10 milyonu aşmıştır ve bunun ancak bir kaç yüzü Rumlardan oluşmaktadır.
Diğer taraftan 6-7 Eylül olayları, Türk burjuvazisinin büyük oranda azınlıkların elinde bulunan sermaye birikimini gasp etmesinde büyük rol oynamıştır. Bilinen bir şeydir, iktidarı alan güçsüz Türk burjuvazisi bu güçsüzlüğünü iktidarı elinde bulundurmanın olanaklarıyla, özellikle şiddetle aşmaya çalışmıştır. CHP iktidarında uygulanan Varlık Vergisi ile azınlıkların elinde bulunan ser-
6-7 Eylül olayları ile bir halklar mozaiği paramparça edilmiştir. Yüzyılların biriktirdiği tarihî değerler tahrip ve yağma edilmiştir. Çeşitli halkların yüzyıllar içinde yarattığı bir arada yaşama kültürü dinamitlenmiş, komşu komşuya saldırtılmış, komşunun malı komşusuna yağmalattırılmıştır. Tüm bunlar emperyalizmin ve Türk burjuvazisinin kirli emellerinin sonuçlarıdır. 39
TARİH
Kaynakça
Bağlam Yayınları, İstanbul.
BİLGE, Suat. (1996), “Kıbrıs Uyuşmazlığı ve Türkiye-Sovyetler Birliği Münasebetleri”, Olaylarla Türk Dış Politikası (1919-1995), Siyasal Kitabevi, Ankara, ss.347.
FIRAT, Melek M. (Eylül 2000), Türkiye’nin Kıbrıs Politikaları (1945-1960), Toplumsal Tarih. GÜLEN, Nejat. (2005), Anılarımda 27 Mayıs ve Yassıada, Kastaş Yayınları, İstanbul.
ÇOKER, Fahri. (2005), 6-7 Eylül Olayları Fotoğraflar-Belgeler, Tarih Vakfı, İstanbul.
GÜVEN, Dilek. (2006), Cumhuriyet Dönemi Azınlık politikaları ve stratejileri Bağlamında 6-7 Eylül Olayları, İletişim Yayınları, İstanbul.
DOSDOĞRU, M.Hulusi. (1993) , 6/7 Eylül Olayları,
40
ŞİİR
Zübeydenur Cömert*
Bilmiyorum
─ İyi misin? ─ Evet, iyiyim... Ya da bilmiyorum.
Ve insan bazen o kadar kırılır ki Kırgınlıkları o kadar Birikir ki Kime ne zaman kırıldığını Anımsayamaz bile. Ve insan bazen o kadar çok Konuşmak ister de Söyleyecek bir kelime dahi bulamaz. İşte o zaman ‘bilmiyorum’ kelimesi Yetişir imdada.
─ Neden bu kadar durgunsun? ─ Biraz yorgun hissediyorum Sadece ─ Neden? ─ Bilmiyorum? ─ Ama bir sebebi olmalı.
(Uzun bir sessizlik) ─ Kırgınım ─ Kime? ─ Bilmiyorum. ─ Ama insan kime kırgın olduğunu bilmez mi? ─ Bilmiyorum Bilmez belki de.
Bilmiyorum.
─ Peki neden bu kadar suskunsun? … ─ İçimden gelmiyor konuşmak. Aslında o kadar çok şey var ki Anlatacak, Ama Ne mecalim var Ne de dermanım Ve insan bazen o kadar Yorulur ki yaşanmışlıklarından Konuşmaya dahi mecali kalmaz. Bırak konuşmayı Nefes almak bile Uğraş ister. Zorlanır. *Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi
41
İNCELEME
Cankat Bulkan*
Hüseyin Nihal Atsız Üzerine
Bu gün yollanıyorken bir gurbete yeniden Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize. Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden İtler bile gülecek kimsesizliğimize Gidiyorum: gönlümde acısı yanıkların... Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda. Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların Yalnız bir hatırası kaldı artık yanımda.
tı. Nihal ATSIZ çok yönlü bir kişiliğe sahipti. Şiirlerinde bu yönü çok açık bir şekilde ortaya çıkıyordu. Özellikle Namık KEMAL, ‘’vatan ve millet’’ kavramlarının edebiyat eserlerine taşınmasında öncülük ettiği için onun için farklı bir öneme sahipti. Bu değer veriş, onun hayatına ve edebi kişiliğine gözle görülür bir şekilde tesir etmişti. Nihal ATSIZ şairdi, romancıydı, fikir adamıydı, tarihçi ve Türkologdu. Şiir ve romanlarının yanı sıra hikâyeler de yazmıştı.
Hırçın bir kalem, tavizsiz bir adamdı ATSIZ. Dizelerinde bahsettiği gibi çoğu zaman yanlız kalmış ancak hiç bir beşeriyet onu yolundan edememiştir. Edebiyatımızı ATSIZ’dan alıkoyan tek şey “Ecel dedikleri şey erlerin kevseridir.” sözleriyle bahsettiği ölümdür.
ATSIZ’ın bir siyasi kimliği yoktur. Kendisi bir makalesinde: ‘’Şu da unutulmamalıdır ki, Türkçülüğün iktidara geçmek için mutlaka parti kurması lüzumu yoktur. Türkçülük beyinle ve gönüllere şuurla yerleştikten sonra bu, partisiz de olabilir.” demektedir. Bu sözlerine rağmen Nihal ATSIZ her zaman siyasi bir kişilik, bir siyasi hareketin öncüsü olarak görülmüş ve bu durum edebî yönüne her zaman gölge düşürmüştür. Hayatı bir kenara, sağlam ve yalın dili, sert bir kalemi ve yıllarca devam edecek olan düşünce ve fikirleri ATSIZ’ı hala okunan, diri tutan ve film repliklerine konu olan bir yazar hâline getirmiştir. Şiirde sade bir dil yanında şekil olarak hece ölçüsünü kullanmıştır. Nesirde konu olarak tarihte Türklerin gösterdiği kahramanlıkları anlatan hikâyeler seçmiş, Türk efsaneleri ve destanlarından faydalanmıştır. Hece ölçüsünün 7, 8, 11, 13 ve 14’lü kalıplarını daha çok tercih etmiştir. ATSIZ yaşamı boyunca tek ve düz bir çizgide ilerlemiş, eserlerini bu yönde sapma olmadan vermiştir. Şiirlerinde kahramanlık, Turan, Türkçülük gibi millî konular işlemiştir; ancak sadece bunlarla sınırlı kalmamıştır. ATSIZ’ın öne çıkardığı diğer ko-
Nihal ATSIZ, 12 Ocak 1905’te İstanbul, Kadıköy’de dünyaya geldi. Atsız, Atlı, Selim Pusat, Bozkurt, Namık Kemal imzalarını da kullandı. İstanbul Erkek Lisesi'ni, Darülfünun Edebiyat Bölümü'nü bitirdi (1930). Türkiyat Enstitüsü'ne asistan oldu (1931). Liselerde edebiyat öğretmenliği yap* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
42
İNCELEME
nu ise “ölüm”dür. ATSIZ’ın bakışıyla ölüm boş olmamalıydı, bir insanın ölmesi için elbet önemli bir nedeni olması gerekirdi, kişi bir hiç uğruna ölmemeliydi. Eserlerinde millî duygular ve ölüm yan yanadır.
man biter.” demişti, bu sebeple kaleminin döndüğü her sahada Türkçü eserler bıraktı. ATSIZ, 11 Aralık 1975’te hayata gözlerini yumduğunda arkasında birbirinden değerli eser ve düşünceler bırakmıştı. Cenaze namazının ardından İmam “Merhumu nasıl bilirsiniz?” diye sorduğunda içlerinden Fethi Gemuhluoğlu’nun cevabı olabildiğince yüksek sesle geldi; “Bu musalla taşı, Hüseyin Nihal Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür, Hoca Efendi.”
Tanrının 'gel' buyruğu tatlılıkla erince Ona doğru can kuşu nice uçmasın, nice? Ne yaşamak tasası, ne dünyanın yasası, Ne de bir kaygı kalır can yükünü derince. Tartışmalı bir adamdı ATSIZ. Onun hakkında kimse aynı düşünmez, herkesin farklı bir görüşü vardır. Ne yazık ki onu güçlü yapan kalemi her zaman göz ardı edilmiştir. Millî duyguları o kadar ağırdı ki herkes taşıyamadı. ATSIZ, “Türk bir vazife için yaratılmıştır, o vazife kâinat güzelleştiği za-
43
TARİH
Burcu Arslan*
İttihatçıların Üç Paşası: Enver, Talat Ve Cemal
Irkların, dinlerin, mezheplerin her çeşidini haiz olan Devlet-i Ali Osmani’de devleti kuran, geliştiren, yöneten millet, Türklerdir. Ancak bilinmelidir ki Türkler zaman zaman öteki unsurlardan da yararlanılır.
lar. Ağır yenilgi: Ayastefanos anlaşması… Telâfisi mümkün olamayacak kopmalar… 1900’lü yılların başı; yani Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma dönemi içerisinde Türk tarihi için çok önemli yer turan İttihat ve Terakki Fırkası, 1889 yılında kurulmuştur. İdeoloji olarak Türkçülüğü benimsemiş olan bu cemiyet; 1850’lerden itibaren varlık gösteren Genç Osmanlılar, diğer ismiyle Jön Türkler isimli oluşumun devamıdır ve bu gizli teşekkülün yasalara uygun olarak boy göstermiş halidir.
Böyle bir oluşumda ne din ne kültür ne de inanç birliği sağlanmaz olmasına rağmen Osmanlı Devleti bu ayrı unsurları bir çatı altında yaklaşık 600 yıl idare etmiş ve büyük bir dünya devleti olmuştur. Devlet-i Ali Osmani 1771 yılına kadar dünyanın birinci devletidir. 1876’da ise beşincidir. Bu tarihlerde bağımsız devlet sayısı 58’dir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1889 yılında kurulmasına rağmen 1908-1918 yılları arasına denk gelen 2. Meşrutiyet döneminde siyasi iktidarı elde edebilmiştir. 1889-1912 arasında ise aynı fikirde olan gençlerin bir araya gelerek oluşturduğu gizli bir teşkilat olarak büyümüştür.
Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılda ayaklanmalar başlamıştır. Bu ayaklanmalarda milliyetçilik fikirleri kadar, hatta bundan da önemlisi dış güçler etkili olmuştur. İstenen; zengin kaynaklara sahip olan imparatorluğun parçalanmasıdır, çökertilmesidir. Başta Rusya ve İngiltere olmak üzere çıkarcı devletlerin paylaşmalarıdır. Daha doğrusu yağma’dır…
İttihat ve Terakki Cemiyetinin temellerinin atıldığı yer Askeri Tıbbiye Mektebidir. İlk aldığı isim de İttihad-ı Osmani’dir. İskelet halindeyken bu oluşumda bulunan hepimizin bildiği bazı tarihi şahsiyetler şunlardır: Abdullah Cevdet, İbrahim Temo, İshak Sükuti, Çerkes Mehmed Reşit, Konyalı Hikmet Emin Bey, Cevdet Osman, Kerim Sebati, Hüseyinzade Ali Bey, Selanikli Nazım Bey, Mekkeli Sabri Bey, Giritli Şefik, Şerafettin Mağmumi.
Devlet ise siyasi ve iktisadi gidişiyle bunu hazırlamaktadır. Saraydaki israf, yöneticideki rüşvet ve kayırma, kamu idaresindeki sıkıntıların tuzu biberi olmaktadır. İşte bu şartlar altında böyle bir böyle bir gidişe yegâne çare meşrutiyet olarak görülmüştür. Gerçek şu ki; koca bir devlet isyanlarla çatırdamaktadır. Sarsıla sarsıla parçalanmakta, kopa kopa küçülmekte ve güçsüzleşiyordu. Buna rağmen, önemli girişimler de yok değildir.
O zamanlar genç birer öğrenci olan bu şahsiyetleri bir araya getiren şey ise devletin girdiği buhran, bundan sorumlu tutulan 2. Abdulhamit yönetimi ve Kanuni Esasi’nin yeniden yürürlüğe konması isteği idi.
Yıl 1876. Sultan Abdülhamit padişahtır. Birinci meşrutiyet ilân edilir. Anayasa yürürlüğe konur. Arkasından Ruslarla 1877-1878 savaşı baş-
Düvel-i Muazzama’nın baskıları sonucu el-
* Mehmetçik Anadolu Lisesi Tarih öğretmeni
44
TARİH
de kalan son Avrupa topraklarının da “ıslahat yapılmadığı” bahanesiyle kaybedileceğini anlayan Jön Türklerin kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti faaliyetlerine basın yoluyla başlamıştı. “Reval Buluşması” akabinde silahlı mücadeleye dönüşen çatışmalar sonunda 2. Meşrutiyet ilan edilmişti (23 Temmuz 1908). İttihat ve Terakki Cemiyeti meşrutiyeti ikinci kez ilan ettirmiş ve Osmanlı Devleti’nde yeni bir dönem başlamıştı. Bu dönemin en ünlü isimleri ise İttihat ve Terakki’nin paşaları denince akla gelen Enver, Talat ve Cemal Paşalardı.
Doğum tarihi açık: 23 Kasım 1881. Tam 41 yaşında, 4 Ağustos 1922’de, bugünkü Tacikistan’ın Çeğen köyünde Kızıl Ordu’nun kuşatmasını yarmak isterken şehit düştü. Yetenekli bir kurmaydı. Çok genç yaşta imparatorluk ordularının başkumandanı oldu. Bazılarının eleştirisi genç yaşta bu mevkie gelmek yeterli tecrübe içermeyeceğinden, felaket kolay gelmiştir yolundadır. Rütbesi 1. Ferik’di (yani orgeneral), mareşalliğe (müşir) ulaşacak vakti olmadı. Trablusgarp’ta bir yıl süren mücadelede Mustafa Kemal Bey, Cami Bey, Fethi Bey gibi genç subaylarla birlikte İtalyanlara karşı Sunusi şeyhleriyle anlaştı ve 20 bin kişiyi seferber etmeyi başararak merkezi maliyeden de hemen yardım yetişemediği için adına para bastırarak bölgeye hâkim oldu. İtalyanlar kıyıdan içeri giremediler. Dahası var. Bir yıl sonra diğer subaylarla birlikte ki hepsi gönüllü statüdeydi- Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine İstanbul’a çağırılmasına rağmen Trablusgarp savunması durmadı. Yerlerinde bıraktıkları Osmanlı zabitleri İtalyanlara karşı savunmayı daha uzun müddet sürdürdüler. Enver Paşa burada yarbaylığa (kaymakamlığa) yükseldi. Balkan bozgunundan sonra Enver Bey, Bâb-ı Ali baskınını gerçekleştirdi. Balkan ülkeleri arasında anlaşmazlık sonucu başlayan İkinci Balkan Savaşı’ndan istifade ederek 22 Temmuz 1913’te Bulgarların eline geçen Edirne’yi yeniden fethetti. O yıl albaylığa (Aralık 1913), bir aydan kısa bir süre içinde de generalliğe terfi etti. Mirliva (tuğgeneral) olur olmaz artık ağırlığını hissettiren İttihatçı kabinede Harbiye Nazırı oldu. Aynı yıl Şehzade Süleyman Efendi’nin kızı yani Sultan Abdülmecid’in torunu olan Naciye Sultan ile evlendi ve Saray’ın damadı oldu.
Cemiyetin içinde birçok paşa olmasına rağmen İttihatçılar denince hep akla bu üç isim gelirdi. Bu isimlerden ilki olan Enver fazla konuşkan olmayan, hayli içe dönük yapıdaydı. Örgütleyici olmaktan çok, eylemci, yani komitacı olarak dağlarda vuruşan yönüyle öne çıkmaktaydı. Bireysel hayallerinin daha baskın olduğu bilinen Enver’in saçındaki bir beyaz tutamın cihangirlik anlamına geldiği inancı, daha okul sıralarında arkadaşlarınca biliniyordu. 1908 yılında Meşrutiyet ilan edilince birdenbire “hürriyet kahramanı” olarak ün kazanmıştı.
1872 yılında doğan Ahmet Cemal Paşa, üç İttihatçı liderin en büyüğüdür. 1895’te 23 yaşındayken Kurmay Yüzbaşı olarak göreve başlar. Enver 1902’de 21, Mustafa Kemal ise 1905’te 24 yaşındayken aynı rütbeye ulaşırlar. Cemal doğal olarak kademeleri daha önce aşmış ve bir tüme-
Enver Paşa 45
TARİH
nin kurmay başkanlığını yaptıktan sonra 1906’dan itibaren Rumeli Demiryolları Müfettişliği gibi kilit noktalarda bulunmuştur. Bu yöneticiliği nedeniyle daha çok insanla temasta bulunmak ve örgütlenme faaliyetlerini yürütmek olanağı bulmuştur. İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin askeri kadrosu içerisinde dikkat çeken Cemal Paşa, Hareket Ordusu'na katıldı. Adana'da Ermenilerin çıkardığı olaylara başarıyla karşı koyduktan sonra 1911 yılında Bağdat'a vali tayin edildi. Bağdat valiliğinden istifa ederek Balkan savaşına katılan Cemal Paşa, 1912 yılı Ekim ayında Miralaylığa terfi etti. Birinci Balkan savaşı sonunda büyük devletlerle yapılan pazarlıklara karşı, İttihat ve Terakki tarafından yürütülen propaganda hareketinde önemli rol oynadı. Bâb-ı Âlî baskınından sonra İstanbul'da durumu sakinleştirmeye çalıştı. İkinci Balkan Savaşı'nda da önemli rol oynayan Cemal Paşa, 1913 yılında Nafia Nazırı, 1914'te ise Bahriye Nazırı oldu. Paris'e görevli olarak gönderildi. Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'na girmesinden sonra Enver Paşa, Cemal Paşa'ya Mısır'da bulunan İngilizlere karşı askeri bir harekâta öncülük etmesini teklif etti. Yapılan Birinci ve İkinci Kanal Harekâtları başarısızlıkla sonuçlandı. Arap milliyetçileriyle çatıştı.
Fotoğrafın altında yazan: “Cemal Paşa Hazretleri
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önderlerinden tek sivil, Talat Efendi’dir. Cemal’den iki yaş gençtir; ama siyasi faaliyetlere hepsinden önce dalmıştır. Daha 1895’te 20 yaşındayken tutuklanır. Posta ve Telgraf İdaresi’nde memur olması nedeniyle haber akışının içinde yer alır, dostluk kurma yeteneği nedeniyle ilişkilerini kolayca geliştirir. İttihat ve Terakki’nin en iyi örgütçüsü olduğu daima kabul edilmiştir.
1915 yılında Ermeni meselesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti ile anlaşmazlığa düştü. 1917 yılı Aralık ayında İngiliz Generali Allenby'nin ilerlemesi karşısında, Osmanlı ordusunun peş peşe yenilgilere uğraması üzerine, Dördüncü Ordu Komutanlığı görevinden ayrılarak İstanbul'a geldi. Cemal Paşa, İttihat ve Terakki Fırkası'nın 1917 yılındaki son olağan kongresinde, merkez-i umumi azalığına getirildi. Talat Paşa kabinesinin istifasından sonra 1-2 Kasım 1918 tarihinde İttihat ve Terakki'nin yedi lideriyle birlikte ülke dışına kaçan Cemal Paşa, önce Berlin, daha sonra da Münih ve İsviçre'ye giderek İttihatçıların yurt dışı faaliyetlerinin düzenlenmesinde önemli roller oynadı.
II. Meşrutiyet’in ilanı sırasında önemli görevler üstlenen Talat Bey, 1908'de İttihat ve Terakki'den Edirne Mebusu seçildi. Meclis-i Mebusan’ın birinci reis vekili oldu. 1909'da İngiltere'ye giden mebuslar heyetinin başkanlığını üstlendi. İttihat ve Terakki'nin en etkili yöneticisi oldu. 1908 kongresinde seçildiği Merkez-i Umumi’de, Vekil-i Umumiliğe getirildi. I. Dünya Savaşı sırasında, bölgedeki karışıklıkları önlemek amacıyla Doğu Anadolu'daki Ermenileri topluca göç ettirdi. Bu 46
TARİH
uygulama nedeniyle Batı kamuoyunda "soykırım yapmak"la suçlandı ve "bir numaralı Ermeni düşmanı" ilan edildi.
manlarını Osmanlı bayrağı altında bombalayarak devleti savaşa sürükleyen iki Alman zırhlısından Enver paşa aracılığı ile haberdar olmuştur.
Said Halim Paşa 1917'de görevinden ayrılınca vezirlik verilerek sadrazamlığa getirildi. Gene aynı dönemde İttihat ve Terakki Fırkası'nın Reis-i Umumiliğini üstlendi. Savaşın Almanya ve müttefiklerinin yenilgisiyle sonuçlanacağının anlaşılması ve Almanya'nın İtilaf Devletleri'nden ateşkes istemesi üzerine, Talat Paşa hükümeti de istifa etti (Ekim 1918).
1918 sonunda Mondros Ateşkesi ile Osmanlı devleti teslim olunca fırkanın diğer ileri gelenleri ile birlikte Avrupa’ya kaçmaktan başka yol bulamayan İttihatçı paşalar ayrı maceralara sürüklendi. Enver Paşa’nın Bolşeviklerle ilişkisi, daha sonra onlara karşı eylem çabaları dayanacağı bir askeri güç oluşturma arayışıydı. Sakarya Savaşı sırasında Batum’a yerleşip Mustafa Kemal’in başarısızlığı durumunda Ankara hareketinin başına geçmeyi bile tasarladı. Ankara zaferi kazanınca Orta Asya’ya yöneldi. Bolşeviklerin kurşunlarına hedef oldu (1922). Talat Paşa siyasi temaslarını Ankara’nın yararı için kullanmaya hazır olduğunu saklamamıştır. Artık yönlendirici olmadığını kabul etmiştir. Talat Paşa 15 Mart 1921’de Berlin’de Soğomon Tehliryan adlı bir Ermeni tarafından öldürülmüştür. Cemal Paşa 18 Mayıs 1920’de Almanya’dan hareket eden ve ülkelerine dönmekte olan Rus tutsakları arasına karışarak Moskova’ya gitti. Burada İttihatçıların ve Ankara hükümetinin temsilcisi gibi davranarak Sovyet hükümetiyle ittifak görüşmeleri yapmak istedi. Mustafa Kemal Paşa’ya sürekli mektuplar yazdı. 21 Temmuz 1921’de Tiflis’te öldürüldü.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üç paşasının hayat hikâyeleri kısaca böyle olmakla birlikte bu üçlünün hayatındaki dönemeç Bâb-ı Âlî Baskını’dır. 1913 yılının Ocak ayındaki Bâb-ı Âlî Baskını’yla İttihat ve Terakki’nin askerî kanadının egemenliği başlar. Baskını şahsen Enver Paşa düzenler. Talat, Enver ve Cemal hükümetin içinde tam egemenliğini kurarken, Harbiye Nazırlığı ve padişahın yerine Başkumandan vekilliğini üstlenen Enver Paşa her konuda son kararı veren kişi durumuna gelir.
Kaynakça Mevhibe Savaş, İkinci Meşrutiyet Döneminde İttihat ve Terakki ve Basın, Mevhibe Savaş, Ankara 1998 İlber Ortaylı, “Türk Tarihinin Portrelerinden Enver Paşa”, Milliyet Gazetesi, 04.08.2013 Alpay Kabacalı, Cemal Paşa, “Kurtuluş Savaşına Nasıl Bakıyordu?”, Popüler Tarih Dergisi, Eylül 2001, s. 40-44 Orhan Koloğlu, “Mustafa Kemal ve İttihatçı Paşalar”, Popüler Tarih Dergisi, Eylül 2001, s. 45-47
Talat Paşa
Kabinedeki pek çok bakan gibi Talat Bey de Birinci Dünya Savaşı’na girilmesine karşıdır. Ancak Enver Paşa’ya cephe alamamıştır. Cemal Paşa ise Bahriye Nazırı olmasına rağmen Rus li47
YENİ ÇIKANLAR
Nazan Bekiroğlu Yerli Yersiz Cümleler Timaş Yayınları Kasım 2017 Deneme
Halil İnalcık Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi I Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları Kasım 2017 Tarih
İlhan Kutluer Felsefi Gökkubbemiz İz Yayıncılık Kasım 2017 İnceleme-Düşünce
Ayşegül Utku Günaydın Kadınlık Daima Bir Muamma Metis Yayınclık Kasım 2017 İnceleme
Kant Felsefesinin Politik Evreni Çeviren: Hakan Çörekçioğlu Ayrıntı Yayınları Kasım 2017 Felsefe
Charles Baudelaire Edebiyat Heveslisi Gençlere Tavsiyeler Çeviren: Alper Turan Sel Yayıncılık Kasım 2017 Edebiyat-Anlatı
48
FELSEFE
Münür Kunduracı*
Sokrates’in Nefesi
Lütfen tarzıma aldırmayın, İyi olabilir ya da olmayabilir; Ama yalnızca sözlerimin haklı Olup olmadığını düşünün Ve yalnızca bunu dikkate alın.
Sokrates, sorgulayamadıkları ve anlamlandıramadıkları bir hayat süren Atinalılar için onlara bilgisizliklerini gösteren bir at sineğidir. “Sorgulanmış, onaylanmış bir hayat sürmek”, “kendisine sadık kalmak”, onun hayatı boyunca en fazla vurguladığı ilke olmuştur.
“Oğulların büyüdüğünde, dostlarım, onları cezalandırmanızı istiyorum sizden; eğer serveti veya herhangi bir şeyi erdemden daha çok önemserlerse; veya aslında hiçbir şey değilken bir şeymiş gibi davranırlarsa nasıl ben sizin başınıza bela olduysam siz de onların başına dert açın ve önem vermeleri gereken bir şeye aldırış etmedikleri ve bir şey değilken öyleymiş gibi davrandıkları için benim sizi payladığım gibi onları paylayın. Bunu yaparsanız hem ben hem de oğullarıma adil davranmış olursunuz.
“İnsanın kendisini, en iyi yer olarak düşünüp yerleştirdiği konum her ne olursa olsun, insan orada ölümden ya da başka bir şeyden değil de sadece onursuzluktan korkarak kalmalıdır.” “Başka bir biçimde yaşamış olmaktansa yapmış olduklarımı yaparak ölmek çok daha iyidir.” Sokrates bu temel ahlaki ilkeleri öne sürerek hayatını sürdürdü. Gerçekte ne söyledi ise onu yaparak yaşadı. O bütün hayatı boyunca insanları sadece inandırmak yerine eğitmeye ve geliştirmeye çalışan sorgulayıcı bir öğretmen olmuştur.
Ayrılık vakti geldi ve herkes kendi yoluna gidecek, ben ölmeye siz yaşamaya. Hangisi daha iyi, tanrı bilir.”
“Ölümün insanoğlunun başına gelen iyiliklerin en iyisi olup olmadığını kimse bilmiyor, ama güya başa gelebilecek en büyük kötülük olduğunu sandıklarından ondan korkuyorlar. Birinin bilmediği bir şeyi bildiğini sanması cehaletin en utanç verici türü değil midir?”
Sokrates bu sözlerini söylediğinde artık ölüme mahkûm edilmişti. MÖ 5. yüzyılın sonlarında demokrasinin beşiği Atina’da demokratik yönetimin iktidara taşıdığı sığ ve kültürsüz adamların o zamanki adları Meletos ve Anytos’tur. Bu muzaffer iktidar sahipleri erdemsizliklerini yüzlerine karşı eleştiren Sokrates’i mahkemeye verirler. Amaçları büyük bir hınç besledikleri, gerçek bir ahlaki ve entelektüel reform amacı güden Sokrates’i sindirmek ve susturmaktır. Yarattıkları düzmece suçlama da hemen her toplum ve dönemde özellikle geniş yığınlar üzerinde etkili olmuş “Devletin Tanrılarını tanımayıp, yeni tanrılar icat etmek ve bu arada gençleri yoldan çıkarmak” suçlamasıdır. Önerilen ceza ise ölüm cezasıdır.
“Beyler ölümden korkmak, öyle olmadığı hâlde kendini bilge sanmak ve bilmediği şeyleri bilir görünmek gibidir.” Bu büyük üstadın son anları ise şöyleydi:
Sözünü bitirince Sokrat ayağa kalktı. Yıkanmak üzere başka bir odaya geçti. Kriton bize kalmamızı söyleyerek arkasından gitti. Aramızda konuşulanları, konu dışına çıkmaksızın tekrar tekrar gözden geçirdik. Aynı zamanda, içine düştüğümüz felaketin büyüklüğü üzerinde konuşarak onu
* Mehmetçik Anadolu Lisesi Felsefe öğretmeni
49
FELSEFE
bekledik. Gerçekten de babasız kaldığımız hissediyorduk, bundan böyle yetimler gibi yaşayacaktık! Yıkandıktan sonra, yanına çocukları getirildi. Onun henüz ikisi küçük, biri büyük üç çocuğu vardı. Yakınlarından kadınlar da geldiler, Kriton yanında, kendilerine öğütler vererek onlarla konuştu. Sonra kadın ve çocuklara çekilip gitmelerini söyledi. Sokrat içeride çok kalmıştı. Yıkanıp gelince oturdu. Bundan sonra konuşma pek kısa sürdü, çünkü Onbirler`in uşağı önüne dikilmişti. “Sokrat”, dedi uşak. “Başkalarına ettiğim sitemi, doğrusu sana edemem. Hâkimlerin buyruğu olan bu zehri, içeceksiniz, dediğim zaman, bana kızıp güceniyorlar, beni lanetliyorlar. Başka başka fırsatlarda olduğu gibi onların aksine olarak senin yiğit ve yumuşak huylu ve şimdiye kadar buraya gelenlerin en iyisi olduğunu, buraya geleliden beri anlamakta gecikmedim. Şimdi bile buna kızıp gücenmediğimden eminim. Sen onları, buna sebep olanları pekiyi tanırsın; onlara kızıyorsun; haydi Allah’a ısmarladık, alın yazın neyse o olur; elinden geldiği kadar dayanıklı ol!” (döner dönmez gözlerinden acı yaşlar döküldü) O zaman Sokrat ona bakarak “Sana da Allah’a ısmarladık, dediğini yapacağım.” dedi. Sonra bizlere dönerek ilave etti: “ Ne ince duygu var şu adamda! Burada bulunduğum sürece beni görmeye, benimle ara sıra konuşmaya geldi. İnsanların en iyisiydi o; şimdi de ne kadar temiz ve açık yürekli, benim için ağlıyor! Haydi bakalım Kriton, sözünü dinleyelim. Ezilmişse zehri getirin, değilse ezin!”
dığı halde onu korumak ve esirgemekle, kendi kendime gülünç olurum. Artık konuştuğumuz yeter, haydi sözümü dinle, dediğimi yap.” Bu sözler üzerine Kriton yanında duran kölesine işaret etti. Köle dışarı çıktı ve biraz kaldıktan sonra zehri verecek olanla birlikte içeri girdi. Zehri bir kap içinde ezilmiş olarak getiriyordu. Sokrat adamı görünce “Ee, dostum.” dedi. “Sen bu işleri iyi bilirsin, söyle bakalım, ne yapmam gerek?” Zehri veren “Çok bir şey değil, yalnız içtikten sonra bacaklarına bir ağırlık duyuncaya kadar gez, sonra da uzan yat, böylelikle etkisini gösterir.” dedi ve hemen kabı uzattı. Sokrat, eşsiz bir sükûnetle, titremeksizin, bet beniz atmaksızın aldı. Ekhekrates, o bildiğim boğa bakışıyla adama bakarak “Ne dersin?” dedi, “Bu içkinin birazını, bir tanrının üzerine dökmeme izin var mı, yok mu?” Zehri veren “Sokrat,” dedi. “Biz ondan ancak bir içimlik eziyoruz.” Sokrat da “Anlıyorum.” diye karşılık verdi. “Hiç değilse bu dünyadan ötekine göçerken bunu kolaylaştırmaları için tanrılara yalvarılır. Benim de onlardan isteğim bu. Dileğimi yerine getirirler mi? Benim duam işte. Tanrı kabul etsin.” Bunları söyler söylemez durmadan, irkilmeden, tiksinmeden dibine kadar içti. O ana kadar ağlamamak için elimizden geleni yapmıştık. Ama içtiğini, içip bitirdiğini görünce kendimizi tutamadık. Ben de dayanamadım, gözyaşlarım seller gibi boşanıverdi. Yüzüm örtülü, iki büklüm, kendim için (muhakkak onun için değildi) evet, böyle bir arkadaştan mahrum olan kendim için, kendi felaketim için ağlıyordum. Hatta benden çok önce Kriton da gözyaşlarını tutamaz bir halde kendini dışarı dar atmıştı. Hiç durmadan Apollodoras’a gelince, o da acısından, öfkesinden bağırıp çağırmaya başladı. Bunlar Sokrat’tan başka orada bulunan herkesin yüreğini parçaladı. O zaman Sokrat bağırarak. “Ne yapıyorsunuz, dostlar?” dedi, “Amma tuhafsınız, kadınları yollayışım en çok bunun içindi, onların bu gibi ölçüsüzlüklerini önlemek içindi. Sakin olunuz, metin olunuz.” Bu sitemleri işiterek, utancımız-
Kriton ona karşılık verdi “Fakat aldanmıyorsam Sokrat, güneş henüz dağların tepesinde, daha batmadı. Başkalarının da buyruktan pek çok sonra, iyice yiyip içtikten, hatta bazılarının sevdikleriyle baş başa kaldıktan, seviştikten sonra zehri içtiklerini biliyorum. Acele etme, daha vakit var!” Sokrat “Pek tabii, Kriton.” dedi. “Sözünü ettiğin adamların senin bu dediğini yapmaları, bunu bir kazanç saymalarındandır. Bana gelince böyle bir şey yapmamam pek yerindedir. Çünkü zehri biraz geç içmekle, sanırım kazanacağım bir şey yok. Böylece hayata bağlanmakla, artık bir şey kalma50
FELSEFE
dan kızardık ve ağlamamak için kendimizi zor tuttuk.
“Asklepios’a bir horoz adadık, onu yerine getir, unutma!”
Ona gelince. biraz dolaştıktan sonra bacaklarının ağırlaştığını söyledi. Adamın ona salık verdiği gibi, arkası üstü uzanıp yattı. Aynı zamanda zehri vermiş olan adam, eliyle ayaklarına ve bacaklarına dokunarak ara sıra onları yokluyordu. Sonra ayağını kuvvetlice sıkarak, bir şey duyup duymadığını sordu ona. Sokrat “Hayır.” dedi. Bundan sonra adam, bacaklarının aşağısını sıktı ve ellerini daha yukarıya götürerek, vücudunun soğuyup katılaştığını bize gösterdi. Ona tekrar dokunarak, soğukluk kalbe gelince Sokrat’ın öleceğini söyledi. Karnının altı aşağı yukarı çoktan soğumuştu bile. Sokrat örttüğü yüzünü açtığı vakit şu son sözlerini söyledi:
Kriton, “Peki, olur.” dedi, “Ama bize başka bir diyeceğin yok mu?” Bu soruya artık karşılık vermedi. Biraz sonra bir kıpırdanma ve silkinme oldu. Adam örtüsünü açtı. Gözleri dikilmişti. Bunu görünce Kriton ağzını ve gözlerini kapadı.
Sokrates’in Ölümü, Jacques Louis David’in 1787’de yaptığı yağlı boya tablo. Tablo, Platon’un anlattıklarına bağlı kalarak Sokrates’in ölüm anını tasvir eder.
51
TRAVEL
Antonio Alejandro Martínez Nieto*
A Stranger in Çorum
How would you feel if you land in a country where you had never been, but where you have many friends? Wouldn´t you thank God that you have been warmly welcomed by a group of people who were looking forward to seeing you? Why would they do it? Why do they love me? Those were the questions I asked myself when I was on the plane from Istanbul to Valencia. I was amazed by the wave of “thanks for coming”, “I hope you enjoyed the experience”, “see you soon, mate”, “come back to Turkey”, and all the “bye-byes” that my friends from Çorum rewarded me on the last day of our experience after six days together in Çorum, just because I had travelled to their hometown.
be talking about Cervantes and one hour later, maybe I will be explaining the difference between a barrel vault and a ribbed vault... or conducting a debate about the rate of unemployment in Spain or gender violence. My job is that exciting, important and necessary for me. But, my dear reader, you wouldn´t find activities or experiences as stimulating as Erasmus+ projects are, because it is not just about learning a subject, it is about leaving your comfort zone, catching a plane and knowing, learning, making friends and loving people. As an educator, Erasmus+ projects have made me improve and grow professionally as no subject has ever made. It´s not a matter of comparing because I love every activity, task and challenge I have to deal with, but I must say that Erasmus+ projects have made me become a better professional and more important, a better human being.
Of course, there were thousands of things to remember: squares, markets, mosques... smells, colours, flavours and shapes... A different country always offers different and new feelings, emotions. But, let´s be honest, I have travelled a lot and I never came across a country that I didn´t like, because that is what I am, an eternal learner who never wants to stop being surprised. Bearing this in mind, I wonder... is Turkey really different for me? Is it “more different” than Holland, Germany, Romania or Scotland was from each other? I think that the answer is NO, simply no. In my opinion, what makes Turkey different for me is not the country... it is about people and the Erasmus+ projects as they always make things, teachers, students and, trips turn into different things.
I believe in humans. I am a believer and I think that God really did his best when he created us. What I found in Çorum was one of the most human experiences I have ever had in my life. You are always welcome when you travel to a foreign country with greetings and hugs, but this time was different, as my Turkish friends were waiting for me. All of them (Mehmet, Melike, Tutku, Emine, Kudret...) have hosted me as if I was a family member. I had met all of them during the mobilities and meetings of our last project, and ever since we became friends... but my beloved reader... REAL FRIENDS. I am a privileged, as I can boast about having friends all over Europe because I have travelled a lot, but I never boast about my Turkish friends as they are actual friends... let me explain. I have never called a colleague “bro”, “mate” or “buddy”, I only talk to my friends in
As a teacher, I teach History, Geography, Art History, Spanish Language and Literature, and Research. Every morning I walk (even run) from one classroom to another. At 09.00 pm I might
* History, Geography, Art History and Research teacher of Centro San Juan Bosco-Salesianos Cartagena, Spain
52
TRAVEL
Cartagena (my hometown) like that, but I do it with my Turkish friends... why? Because trust, affinity, common ideas and feelings exist among us. But this is just a detail, as all of us are teachers, we are humanist and warm people who devote their time to accompany, guide and listen to people (students, families...) every single day. Since our first trip in the last project, Turkish partners became family for me. As I expected, I discovered and knew the real Turkey, in Çorum. I didn´t feel like a common tourist. I could make myself at home, because I could keep serious conversations about God, life and nature, I enjoyed their school, their students, their families, I tried delicious Turkish food, I visited several mosques and I could see Muslim people praying, which is really enriching for a Christian as I could understand how passionate they are about God, about their religion and their traditions. Summarizing, I could learn more about the different human dimensions and find out a different (but familiar at the same time) way of life, and all that has turned me into a better and richer person. It is not necessary to mention that I would love to come back to Turkey. But there is something more important: I will never lose my Turkish friends. Because life sometimes doesn´t let you travel or carry out your plans or wishes... but there is something that life will never be able to steal me: an amazing experience that I will keep in my soul forever. Thank you, Turkey. Thank you, friends. I love you.
53
GEZİ
Antonio Alejandro Martínez Nieto*
Çorum’da Bir Yabancı Çeviren: Mehmet Güngör Daha önce hiç bulunmadığınız ama bir sürü arkadaşınızın olduğu bir ülkeye ilk defa gittiğinizde nasıl hissederdiniz? Sizi tekrar görmek için sabırsızlanan insanlar tarafından çok sıcak bir şekilde karşılandığınız için Tanrı’ya şükretmez misiniz? Neden böyle yapıyorlar? Neden beni seviyorlar? İstanbul’dan Valencia’ya giden uçakta kendime sorduğum sorular bunlardı. Altı günlük birlikteliğin son günü, Çorum’daki arkadaşlarımın “Geldiğin için teşekkürler.”, “Umarım keyif almışsındır.”, “Yakında görüşürüz dostum.” “Türkiye’ye yine bekleriz.” türü sözlerinden ve bütün o “güle güle”lerden büyülenmiştim. Üstelik sadece şehirlerini ziyaret ettiğim için.
ya da cinsiyet şiddeti veya İspanya’da işsizlik oranı gibi konularda bir tartışma yürütüyor olabilirim. İşim heyecan verici, önemli ve gerekli bir şey benim için. Fakat sevgili okuyucu, Erasmus+ projeleri kadar ufuk açıcı bir şey bulamazsın; çünkü bu sadece yeni bir şey öğrenmekle alakalı değil. Mesele konforlu alanınızı terk etmeniz, bir uçağa yetişmeniz, anlamanız, öğrenmeniz, yeni arkadaşlar edinmeniz ve insanları sevmenizle ilgili. Bir eğitimci olarak Erasmus+ projeleri beni başka hiçbir şeyin yapmadığı kadar geliştirdi ve profesyonelliğime katkı sağladı. Bu bir karşılaştırma meselesi değil elbette. Ben yüzleşmem gereken her türlü aktiviteyi, görevi ve meydan okumayı severim. Ama söylemem gerekir ki Erasmus+ projeleri beni daha iyi bir profesyonel yaptı ve bundan daha önemlisi daha iyi bir insan yaptı.
Elbette hatırlanacak binlerce şey var: meydanlar, marketler, camiler, kokular, renkler, tatlar ve biçimler… Farklı bir ülke her zaman farklı ve yeni hisler, duygular sunar. Ama dürüst olalım, çok seyahat ettim ve sevmediğim bir ülkeye rastlamadım. Çünkü ben buyum, asla şaşırmayı bırakmak istemeyen sonsuz bir öğrenci. Bunu akılda tutarak merak ediyorum, Türkiye benim için gerçekten de farklı mıydı? Hollanda, Almanya, Romanya ya da İskoçya’nın birbirlerinden farklı olduğundan “daha fazla” mı farklıydı? Bence cevap HAYIR, kesinlikle hayır. Bence Türkiye’yi benim için farklı yapan şey ülkenin kendisi değil. Farklılık insanlarla ilgili. Bir Erasmus+ projesi her zaman öğretmenleri, öğrencileri, seyahatleri ve diğer şeyleri bambaşka bir hâle getiriyor.
Ben insanlara inanıyorum. İnanç sahibi biriyim ve bence Tanrı bizi en iyi şekilde yarattı. Çorum’da bulduğum şey, hayatım boyunca tecrübe ettiğim en insani tecrübeydi. Yabancı bir ülkeye seyahat ettiğinizde kucaklaşmalar ve selamlarla her zaman iyi karşılanırsınız; fakat bu sefer farklıydı, Türk arkadaşlarım beni bekliyordu. Hepsi (Mehmet, Melike, Tutku, Emine, Kudret…) beni bir aile üyesiymişim gibi misafir etti. Hepsiyle son projemizin hareketliliklerinde ve toplantılarında tanışmıştım ve o zamandan beri de arkadaşız. Fakat aziz okuyucu, GERÇEK ARKADAŞLAR. Avrupa’nın her yerinden arkadaş sahibi olmakla övünebilme ayrıcalığına sahibim. Çünkü çok seyahat ettim, fakat hiçbir zaman Türk arkadaşlarımın gerçek arkadaşlar olduğuyla böbürlenmedim. İzin verin açıklayayım. Hiçbir zaman bir meslektaşıma dostum, kardeş ya da kanka diye hitap etmedim. Sadece Cartagena’daki (memleketim) arkadaşlarımla böyle konuşurum. Türk arkadaşlarımla da
Bir öğretmen olarak tarih, coğrafya, sanat tarihi, İspanyol dili ve edebiyatı öğretiyorum. Her sabah bir sınıftan diğer sınıfa yürüyorum (hatta koşuyorum). Saat 9’da Cervantes hakkında konuşuyor olabilirim. Bir saat sonra ise belki beşik tonoz ile kaburgalı tonoz arasındaki farkı açıklıyor
* Centro San Juan Bosco-Salesianos Okulları (Cartagena, İspanya) tarih, sanat tarihi ve coğrafya öğretmeni.
54
GEZİ
böyle konuştum. Neden? Çünkü aramızda güven, yakınlık, ortak düşünceler ve hisler vardı. Fakat bu sadece bir ayrıntı. Öğretmenler olarak hepimiz her Allah’ın günü zamanımızı birlikteliğe, rehberlik etmeye, dinlemeye (öğrencileri, aileleri…) adamış hümanist ve sıcak kalpli insanlarız. Yeni proje için gerçekleştirdiğimiz Türkiye seyahatinden sonra Türk ortaklarımız benim için bir aile oldu. Beklediğim gibi Çorum’da gerçek Türkiye’yi keşfettim ve anladım. Kendimi sıradan bir turist gibi hissetmedim. Evde gibiydim, çünkü Tanrı, hayat ve tabiat hakkında ciddi sohbetler yapabildim. Okullarından, öğrencilerinden ve ailelerinden keyif aldım. Lezzetli Türk yemeklerinin tadına baktım, birkaç cami ziyaret ettim ve Müslümanları namaz kılarken gördüm ki bir Hristiyan için Tanrı, inançları ve gelenekleri hususunda ne kadar tutkulu olduklarını görmek bakımından oldukça zenginleştiriciydi. Özetle insanlığın farklı bir boyutu hakkında daha fazla şey öğrendim ve farklı bir yaşam şekli (fakat aynı zamanda aşina) fark ettim ve bütün bunlar beni daha iyi ve zengin birisine dönüştürdü. Türkiye’ye tekrar gelmek istediğimi söylemeye gerek yok. Fakat daha önemli bir şey var: Türk arkadaşlarımı hiçbir zaman kaybetmeyeceğim. Çünkü hayat bazen seyahat etmene ya da planlarını ve arzularını gerçekleştirmene izin vermez. Fakat hayatın benden çalamayacağı bir şey var: Sonsuza kadar ruhumda taşıyacağım muhteşem bir tecrübe. Teşekkürler Türkiye Teşekürler arkadaşlar. Sizi seviyorum.
55
TARZ-I KADÎM ÜZRE
Hocazâde Muhsin Çelebi*
Der-beyân-ı Sipor ve Fitbol
Merhaba benim cânım kârilerim. Size fitboldan bahse azm ü cezm ü kast eyledim. Evvel nüshada bizim Ramazan ustadan ve onun Galatasaray muhabbetinden bahsetmiş idim. Esasen fitboldan biraz daha bahse niyetli idim, fekat mecmua editoryasının zapt u raptı beni men etmiş idi. Buyrunuz o vakit.
Efendim işde Galatasaray nâm fitbol kulübü bu cihetle memleketimizde arz-ı endâm etdi. Bâhusus “Türk olmayan takımları yenmek.” maksadı, nazar-ı dikkatleri celbediyor. Millî bir gâye ile teşekkül eden bu fitbol takımı, aynı zamanda memleketimizin en kadîm fitbol takımdır ve bâlâda zikredilen “Türk olmayan takımları yenmek.” maksadını bi’hakkın yerine getirmişdir.
Ma’lumun i’lâmı kabilinden olsun zikreylemekde faide görüyorum ki fitbol İngiliz keferelerinin icâd etdiği bir sipor. Bir meşin yuvarlağın yekûn 22 âdem tarafından kovalanması şeklinde oynanıyor. Bu 22 âdem iki kümeye ircâ olunuyor. Her bir küme, yek-diğerinin “kale” tabir edilen ve iki direkden müteşekkil hânesinden içeriye top tesmiye olunan meşin yuvarlağı sokmağa uğraşıyor. Her kümede bir âdem, rakibinin bu işe muvaffak olmaması içün gayret sarfediyor. Tafsilatı uzundur, muhtasar söylemeğe gayret ediyorum.
İşde bendeniz de sarı kırmızı renkli fitbol libaslarını telebbüs eden bu arslan parçalarına muhabbet besleyorum. “Aman Hocazâd’em. Siz de mi? Hâlbuki biz fitbol, halk-ı cihânı uyutmak için icâd olundu zannındaydık.” dediğinizi duyar gibiyim. Bir kere ben kâriinn cevvâl ve âkil ve ârif olanını pek ziyâde severim; fekat aranızda bâlâda zikreylediğim veçhile düşünmek suretiyle âkil ve ârif ve cevvâl olmadığını isbât eden bir nice âdem vardır, bilirim. Binaenaleyh onları bir parça tekdîr eylemek üstüme vazife oldu. Nitekim merhum Ziya Paşa buyurmuş ki:
Memleketimizde fitbol 19. asrın son demlerinde zuhur etdi. İstanbul ahalisinden olan gayrımüslim ekalliyetler ilk defa kendi aralarında fitbol müsabakaları tertîbine başladılar. Bi’l-âhare memleketimizde ikâmet eden İngilizlerin yahut da Tatlısu Firenklerinin de fitbol takımları tertîb etdiği biliniyor. Bu hengâme içinde meşhur lisâniyyâtçı Şemseddin Sâmî Bey’in mahdumları Ali Sâmi Bey, Mekteb-i Sultânî, yani ki Galatasaray İdâdîsi talebesidir. İşde Cenâb-ı Hak kendisinden razı olsun ve kabrini mütenevvir etsin, bu zât mektebden refîk ü şürekâsına deyor ki “Biz neden bir fitbol takımı teşekkülüne niyyet etmeyoruz?” Bundan bade süratle bir takım teşekkülüne muvaffak oluyorlar. Dikkat buyurulsun, merhum Ali Sami Bey’in ifadeleriyle maksadları “İngilizler gibi toplu bir halde oynamak, bir renge ve bir isme mâlik olmak ve Türk olmayan takımları yenmek.”
Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir Bir sonraki nüshada kâriin nâ-ehil ve nââkil ve nâ-ârifinden nice hazzeylemem ve onlar içün ne gibi te’dip ve tekdîrler tasavvur edeyorum cümlesinden mebâhis üzerinde sarf-ı mesâî eyleyeceğimdir. Cenâb-ı Mevlâ’ya emanet olunuz ey kârilerim. Es-selâmu alâ men-ittebea’l-hudâ.
* İlm ü irfân Bahr-i Muhitlerinin Cebelitarık’ı
56
İNANÇ
Melike Nuran Kılıç*
Kör Noktamız, Kusurlarımız
Mükemmellik Mutlak olana, Allah’a aittir. Kusurlu bir varlık olan insan, ancak kendini geliştirebilir. Bu sayede varlık âleminde farkındalık oluşturur. Sahip olduğu özellikleri kullanma konusunda kendini geliştirebilir olan insan, dünya hayatında eksiklerini tamamlama gayretinde olmalıdır. Allahu Teala ilahi kelamında cennetteki varlıkları anlatırken, varlıkların en kusursuz hallerini tasvir eder. İnsan ise bu dünya hayatında kendini tamamlama gayretinde olmalı ki ahiret hayatına hazırlanabilsin. İnsanın bu gayretine Rabb’inden gelen destek Nisa Suesi 31. Ayet’te şöyle geçer “Eğer size yasaklanan [günah]ların büyüklerinden kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir yere koyarız.”
kusurlardandır. İnsan da kusurludur ama Rabb’i tarafından sevilir. İnsanı, Rabb’i karşısında değerli kılan bir yaratılış özelliğidir kusur. Çünkü beşer olan insanın değerini açığa çıkartan, hatasını kabullenebilmesi ve bundan vazgeçebilmesidir. Allah, insanın mutluluğunu kusursuzluğa bağlamamış, bilakis mutluluğu kusurları fark edip hem kendi hem de başkalarının hatalarını affetmeye bağlamıştır.
Allah katında insan, hatalarını kabul edip kusurlarını tamamlamaya çalıştıkça yükselişe geçer. Kusursuzlaşmaya çalıştıkça insan kibirlenir, değerini kaybeder. Tevvâb olarak varlığını bize tanıtan Rabb’imiz, Rahman ve Rahim isimleriyle kendini insana anlatır. Yüce Yaratıcı kendini nasıl tanıtıyorsa kulunu da öyle görmek ister. Toplum dengelerini bozan bir davranış olarak Kur’an’da zikredilen kusurları araştırmak, en kötü insan tasvirinde yerini bulur. “Yemin edip duran, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan söz taşıyan, iyiliği hep engelleyen, saldırgan, günaha dadanmış, kaba saba; bütün bunların ötesinde bir de soysuz olan kimseye mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme.” (Kalem Suresi 10-14. Ayetler)
İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın mükemmelliğe ulaşamaz. Yüce Allah, bu noksanlığı sebebiyle insanları birbirine koruyucu tayin etmiş, birbirlerinin kusurlarını araştırmamayı öğütlemiştir. Bu konu Hucurat Suresi 12. Ayet’te açıkça ifade edilir “…Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın…” Her daim davranışlarımızı kontrol etmemiz zordur. Hatalar ve kusurlar, bizim kör noktamızdır. Dinimizde, kişinin fark edemediği bir kusuru, bir başkası kapatmakla yükümlüdür. Bu konuda, Peygamberimizin tavsiyesi, başkası için yapılan bir iyiliğin kişiye en güzel haliyle yansımasını ifade eder. “Kim dünyada Müslüman kardeşinin ayıbını örterse Allah da onun ayıbını ahirette gizleyip kapatır.” (Müslim, Birr 58 72)
Kibre kapılmış insan, çoğu zaman normal olanı dahi kusur saymış, bu düşünce üzerinden alınan kararlarla toplumlar, insanlık için kara leke diyebileceğimiz sonuçlar çıkarmıştır. Bu kusur kimi zaman ten rengi kimi zaman da insanların inancı olmuş. Doğal olanın kusur sayılmasıyla ve kusursuzlaşma isteği insanı dibe vurdurmuş. Kusurlar üzerinden yapılan alay için de İlahi Kelam konuyu toplumsal bir mesele olarak ele almıştır. “Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler.
Sevdiklerimizin kusurlarını görmeyiz ya da kusurlarıyla severiz. Bizi biz yapan özelliklerimizdendir kusurlarımız. Kusur olup da beğendiğimiz birçok şey var. Örneğin, gamze veya renkli göz bu * Mehmetçik Anadolu Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni
57
İNANÇ
Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (Hucurat Surasi 11.ayet) Her biri bizim için bir kılavuz olan bu ayetler, kusur araştırmak ve bunlar üzerinden alay etmek gibi davranışların toplumsal değişimle düzeltilmesini ister. Toplum içinde itibar görmeyen davranış söner. Sosyal duyarlılık geliştirmemiz istenen bir konudur kusurların araştırılmaması ve bunların üzerinden konuşulmaması. Aynı zamanda toplumsal değişimi gerekli kılan önemli bir konudur kusurlar.
ken başkalarının kusurlarını örtmesi istenen insan, eksikliğini diğer insanlarla giderebilir. Toplumsal yasaların belirleyicisi olan Allah, hayır işlerde insan iradesinin ortak hareket etmesini ister. Mutlak olan, Mümkün olandan birlik olmasını ister. Birbirinin arkasını kollamasını ister. Bizi biz yapan kusurları sevip, hata ile yapılanların affedilmesini ister. İnsan, varlığına katacağı değeri bu şekilde belirler. İnsandan insanlığını yaşaması istenir. Kör noktaları görebilmek için birbirine ayna olması istenir. Kusur ve huzur bağlantısını kurması istenir İNS olandan. Selam ve dua ile…
Hiçbir konuda mükemmelliğe ulaşamayacak olan insanın çırpınışları, yaratıcısı katında kıymet kazanır. Kendi kusurlarını düzeltmeye çalışır-
* Mehmetçik Anadolu Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni
58
İNCELEME
Kübra Keleş*
Ustalaşmamış Usta
Ağustos ayının şairi, hüzün ve duygusallık kokan şiirlerin büyük ve en önemli ozanı Turgut Uyar. Ağustos ayının şairi diye tanıyoruz kendisini, çünkü hem doğumu hem de ölümü ağustos ayındadır. Cumhuriyet Dönemi'nin bu büyük şairi imgelerin ve simgeci bir söyleyişin etkili olduğu bir sözcük cambazıdır adeta. Öyle ki şiirlerini okuyup da onun şiirsel söyleyişine hayran olmamak mümkün değildir. Hayatı, şiiri ve mizacı iç içedir Turgut Uyar’ın. Şiirlerindeki hüzün, büyük şaire çocukluğundan kalan bir mirastır. Anılarından anlaşıldığı kadarıyla subay olan babasının mesleki zorunlulukları sebebiyle Uyar, hep bir baba özlemi çekmiştir. Belki de baba sevgisinin büyüttüğü bu özlem, zamanla Turgut Uyar'ı şiir sanatının tahtına oturtmuştur. Uyar, sıradan ve geleneksel anlayışla yazılan şiirlerin zincirini kırmış, şiirle düz yazı arasındaki ayrımı ortadan kaldırmış, lirik şiirin sınırlarını zorlamıştır. O, sadece muhteşem şiirler yazan bir şair değil, Türk şiiri üzerine yazıları ve edebiyat eleştirileriyle de ilgi toplamayı başaran sayılı şairlerimizdendir.
ustalaşmamış ustası desek daha yerinde olur zannediyorum. Ona göre de ustalaşmak acemi kalmaktır zaten. Yine Uyar'a göre yeninin eskimesinden, hem kendisini hem çevresini aldatmak üzere yazanların hastalığı olarak tanımlanabilir ustalaşmak. Şiirde ustalık dönemi yoktur aslında. Şiirde süreklilik esastır.
Turgut Uyar şiire ölçülü, uyaklı eserlerle başlamıştır. Genellikle bu şiirlerin teması aşk, yalnızlık ve ölüm etrafında şekillenir. İlk şiirlerinde görülen ve hissedilen hüzün, istemediği hâlde annesinin istediği kızla evlenmesi ve bu ilk eşini hiçbir zaman sevemeyişle izah edilmeye çalışılır genellikle. Şiirlerindeki temalar ve işlediği konular hislerini ve duygularını güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. Şairin ustalık dönemine gelirsek… Öncelikle “ustalık dönemi” yerine başka bir terim kullanmalıyız; çünkü Turgut Uyar'a göre “ustalaşmak, bir kedinin kendi doğasına yabancılaşarak yavrularını yemesi gibidir. Oysa sanat, aklı, vurguları ve yükleri birbirinden kurtarmaktır.” Türk şiirinin ustalık tehlikesinden söz eden
Turgut Uyar şiiri bir bakıma çok anlamlı okumaya müsait, anlamca kapalı şiirlerdir. Öte yandan garip bir şekilde her okuyan belirli şiirlerden belirli bir hâkim duygunun tesirinde ayrılır. Örneğin onun yalnızlık konusunu işlediği bir şiirini okuduğumda kendimi yapayalnız hissederim ya da bir okuyucu onun aşkla ilgili bir şiirini okuduğunda tam da Turgut Uyar tarzı bir aşkı tarif etmeye başlar kendiliğinden. Böylece İkinci Yeni’nin imgesel şiir yazma yönelimini anlamca açık şiirlerle de birleştirerek kendine mahsus bir yol tutmuştur Turgut Uyar. Bu tarzı onu diğer İkinci Yeni şairlerine göre biraz daha popüler bir şair yapmış-
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
59
İNCELEME
tır. Şiirleri İngilizce, Fransızca ve Sırpçaya çevrilen şairimiz uluslararası bir şöhrete de sahiptir. Turgut Uyar'ı anlatmak, sadece anlatmaya çalışmaktır; çünkü onun sanatıyla ilgili söylenecek çok şey var. Cumhuriyet Dönemi gibi cidden büyük Türk şairlerinin yetiştiği bir dönemde adı, en iyiler arasında anılmaktadır. Bu bakımdan onun şiirinin ne derece önemli olduğu rahatlıkla fark edilebilir. Turgut Uyar'ı anlamanın yolu elbette şiirlerinden geçiyor. “Deniz Yoksunu” isimli şiiri ise onu bana anlatan en iyi şiir: Deniz Yoksunu
Herkesin bir umudu vardır. Bir savaşı, bir kaybedişi. Bir acısı, bir yalnızlığı, Bir hüznü... Çünkü herkesin bir gideni vardır, İçinden bir türlü uğurlayamadığı... Hislerimizi mısralara eşsiz bir üslupla döken Turgut Uyar'ı biz de uğurlayamadık aslında.
İkimiz birden sevinebiliriz göğe bakalım Turgut Uyar
60
ŞİİR
Bekir Madan
Yollar Gibiyim
Gözlerine bakıp kaybolup gittim. Sanki deryalarda yüzer gibiyim. Cemaline bakıp Leyla’yı gördüm. Sanki sahralarda Mecnun gibiyim.
Senin yerin inan bende bir başka. Tutuldum sana ben dermansız aşkla. Sen bana Aslı’sın yüce bir köşkte. Sanki çölde yanan Kerem gibiyim.
Kalbime teselli sendeki bakış. Yanakta gamzeler sanırsın nakış. Endamına baktım böyle salınış. Sanki rüyalara dalmış gibiyim.
Aşk denilen duygu bu imiş meğer. Şüphesiz çekilen çileye değer. Şirin’e giderse bu yollar eğer, Sanki kanal yaran Ferhat gibiyim.
Ayın şavkı olsan sen bu gönlüme, Bir demet çiçekle çöksem önüne, Eğer verir isen elin elime, Sanki dünyaları gezer gibiyim.
Aşk öyle bir duygu inceden ince. Herkesin aşkı da kendi gönlünce. Bekir’deki aşkın vuslatı bence, Sanki Hakk’a giden yollar gibiyim.
61
İNCELEME
Kübra Şahin*
Sabahattin Ali ve Kürk Mantolu Madonna
Şair ve yazar Sabahattin Ali, 25 Şubat 1907'de Bulgaristan Eğridere'de dünyaya gözlerini açar. Asker kökenli bir ailenin çocuğu olan Ali, çocukluk yıllarında annesinin rahatsızlığı ve babasının işlerinin bozulması nedeniyle sıkıntılı günler geçirir. Erken yaşlarda kendisini hayat mücadelesinin içinde bulur. Almanya'ya giderek iki yıl orada okumuştur. Sabahattin Ali'nin hikâyeciliğinde babasının etkisi önemlidir. Edebiyatımızın toplumcu gerçekçi yazarlarındandır. Şiirleri; Zülfü Livaneli, Edip Akbayram, Sezen Aksu gibi önemli sanatçılar tarafından seslendirilmiştir. Daha çok roman ve hikâyeleriyle tanınmıştır. Kaleme aldığı eserlerine bakıldığında aşk teması öne çıkmaktadır; ancak daha sonra toplumsal sorunlara yönelik konuları da sıkça işlemiştir. Öykülerini cumhuriyetin ilk yıllarında yazmaya başlamıştır. İlk öykülerinde gerçeküstü olaylara da yer veren Sabahattin Ali, Anadolu'yu ve köylüyü anlattığı bu dönemde köyü ve kasabayı yakından tanıyan bir yazar olarak dikkat çeker. Öykülerinde aydın, varlıklı kesimin köylüden bihaber olduğunun altını çizer. Ona göre bir toplumda köylü ve aydın eşit haklara sahip olmalıdır. Ancak Anadolu'da durum böyle değildir. Varlıklı kesim köylüyü küçümser, gereken ilgi gösterilmez ve toplumda uçurumlar oluşur. Sabahattin Ali, aydınların köylünün sorunlarına çözüm araması gerektiğini belirtir. Bu konuya “Bir Konferans” adlı öyküsünde değinir. Öyküde bir köye okul açmaya gelen bürokratlar köylüleri kooperatifçilik konusunda aydınlatmak için konferans verirler. Konuşmayı mecburen dinleyen köylüler hiçbir şey anlayamaz. Çünkü aydınlar köylüyü tanımamışlardır, onların diliyle konuşamazlar, onların dertlerini, huylarını bilemezler. Anadolu köylüsünün örf ve adetlerinden, inançlarından haliyle habersizdirler.
Sabahattin Ali
Kürk Mantolu Madonna Edebiyatımızın, başarılı psikolojik anlatılarından biridir bu roman. Çok güzel ve hüzünlü bir aşk hikâyesidir. Bugün de okunur hale gelmesinin sebebi kullandığı dilin sade ve güzelliğidir. Romanda karşımıza çıkan başkişiler Maria Puder ve Raif Efendi'dir. Kitabın kahramanı olan Raif Efendi, Sabahattin Ali'nin romanlarındaki karakterlere çevre olarak seçtiği Edremit kasabasındandır. Raif Efendi içine kapanık, çekingen, hayatı boyunca birçok şeye boyun eğmiş ve başkalarının istediği gibi bir insan olarak hayatını sürdürmüştür. Yirmili yaşlarında babasının isteği üzerine bir sanat ga-
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
62
İNCELEME
lerisine gider. Bir tablo görür. O tabloda bir kadın vardır ve hiç tanımadığı halde bu kadına âşık olur. Tabloya o kadar hayran kalır ki zaman buldukça tabloyu görmeye gider. Tablonun sahibi Maria Puder, onun tabloya ne kadar hayran kaldığı fark etmiştir. Bir gün onunla konuşur. Bir süre sonra da arkadaş olurlar. Bu noktadan itibaren Maira Puder ile Raif Bey arasında ilginç bir aşk yaşanır ve roman boyunca kurgu, bu aşk öyküsünden ve Raif Bey’in kişiliğinden beslenen çatışmalarla örülür.
Raif Efendinin kimliğinde amaçsız, günü yaşayan, geleceğe dair hedefleri ve beklentileri olmayan, içine kapanık, sıradan ve küçük insanın romanı olmuştur. Türk ve Müslüman kadınlar roman kişi olduğunda ancak fedakâr eş, öğretmen, yoldaş, anne gibi toplumsal rollerle sınırlı tutulurlar. Sabahattin Ali konuya daha evrensel bir düzeyde girmiş, romanını bu gerilim üzerine oturtmuştur. Günümüz Türkiye’sinin kadın hakları ve cinsiyet rolleri meselelerine doğrudan ufuk açıcı bir katkı sağladığı için bugün büyük bir okur kitlesine ulaştığını söylemek yanlış olmaz.
Raif Bey ile ilgili Sabahattin Ali şöyle demiştir: ”Dünya’nın en basit, en zavallı, hatta en ahmak adamı bile, insanı hayretten hayrete düşürecek ne müthiş ve karışık bir ruha maliktir!… Niçin bunu anlamaktan bu kadar kaçıyor ve insan dedikleri mahlûku anlaşılması ve hakkında hüküm verilmesi en kolay şeylerden biri zannediyoruz?”
Sabahattin Ali bu romanı askerdeyken kolu çatlak bir halde yazmıştır. Kürk Mantolu Madonna ilk olarak 1940'ların başında yıllarda Hakikat Gazetesi'nde 48 bölüm olarak yayımlanmıştır. Daha sonra 1943 yılında roman basılmıştır. 2016 yılı başlarında ise "Modern Klasikler" serisi arasında yer almayı başarmış, 73 yıl sonra Kürk Mantolu Madonna ilk kez İngilizceye çevrilmiştir.
Modernizmin insan algısının 1. ve 2. Dünya Savaşlarının getirdiği buhranlı atmosfer ile yıkılması, dünya ve Türk edebiyatında anti kahramanların doğmasına yol açmıştır. Bu sosyal şartlar “toplumcu” Sabahattin Ali’yi bireyci bir anlatıma sevk eder. Böylelikle Kürk Mantolu Madonna,
Sabahattin Ali konuşmadığı anlarda cebinden bir kitap çıkarır okumaya başlar. Evde, misafirlikte, otobüste, ayaktayken... Hep okur, kitaplarını ödünç verdiği herkese temiz tutulmasını muhakkak söyler, küçük defterine kime, hangi kitabı verdiğini yazar ve geri getirildiğinde derhal silerdi. Sevgi Sanlı, yazarın kitaplarını okuduktan sonra ona hayranlığını bildirdiğinde Ali'den şöyle bir karşılık gelir: “Eserlerini beğendiğiniz bir yazarı sakın gözünüzde büyütmeyin. Sanatçı içinde bir avuç bulunan altına benzer. Altınını süzüp aldınız mı geriye tonla kum, çakıl kalır. Sakın yazarı gözünüzde tanrılaştırmayın.” Sabahattin Ali’yi en verimli çağında, 2 Nisan 1948'de kaybettik. Ölümüyle ilgili bilinmeyenler hâlâ aydınlatılabilmiş değildir ve bir cinayete kurban gittiği sanılmaktadır.
63
İNCELEME
Sitre Nur Boyraz*
Peyami Safa ve “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”
Peyami Safa, Sivas'a sürgün olarak gönderilen babası İsmail Safa’yı iki yaşında kaybetti. Annesi Server Bedia Hanım’dır. İsmail Safa’nın vefatından sonra Server Bedia Hanım, büyük maddi sıkıntılar içinde yaşamaya çalışmıştır. Tüm bu sıkıntıların üstüne Peyami Safa'nın 9 yaşındayken yakalandığı ve bütün ömrünce etkilerini gördüğü kemik hastalığı da eklenir. Doktorlar tarafından kolunun kesilmesine karar verilmiş olmasına rağmen küçük Peyami buna izin vermez. 17 yaşına kadar hastanede zor bir hayat geçirir. Çocukluk yıllarına ait izlenimlerini daha sonra "Dokuzuncu Hariciye Koğuşu" adlı eserinde romanlaştırmıştır.
Peyami Safa (1899-1961)
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu Peyami Safa, Cumhuriyet Dönemi Türk romancılığının en önemli isimlerinden biridir. Eserlerinde daha çok Doğu Batı çatışması, kültür değişmeleri, 20. yüzyılın önemli düşünce akımları, ruhçuluk, idealizm, antimateryalizm gibi temalar etrafında dolaşmıştır. Yarattığı roman kişileri, bu kişilerin iç dünyalarının kılı kırk yararcasına tasvir edilmesi, onun romancılığının ayırıcı vasıflarındandır. Özellikle -kronolojik sırayla- Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Bir Tereddüdün Romanı, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu ve Yalnızız; başyapıtları arasında sayılır. Server Bedi takma adıyla da yazılar yazmıştır. Bu ismi daha çok para kazanma kaygısıyla yazdığı, sanatsal değeri düşük romanlarda kullanmıştır. Peyami Safa, geçimini kalemiyle temin eden yazarlarımızdandır. Bu bakımdan ömrü boyunca çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı yapmış, satış gelirini de gözeterek popüler romanlar yazmıştır. Özellikle bu popüler romanların Peyami Safa imzasından ayrı tutulmasını istediği için onları Server Bedi takma adıyla yayımlamıştır. Şimşek, Rumbadan Cumbaya, Canan vb. romanları bunlar arasında sayılabilir.
Roman Peyami Safa’nın hayatından çok büyük izler taşır. Bu bakımdan edebiyatımızın önemli otobiyografik romanları arasında gösterilir. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu aynı zamanda yazarın yüksek edebî nitelik taşıyan eserleri arasında ilkidir. Sanat hayatının sonraki yıllarında belirecek olan roman kişilerinin psikolojik dünyalarına yönelme temayülü, ilk defa ciddi şekilde bu eserde karşımıza çıkar. Peyami Safa bu romanında, insan ruhuyla bedeni arasındaki ilişkiyi anlatır. Romanın ilk baskısı 1930 yılında yapılmıştır. Romanın konusu bir kemik hastalığıyla yıllarca mücadele eden on beş yaşındaki bir çocuğun acı dolu ve sıkıntılı günleri ve yaşadıkları; tedirginlik ve yalnızlık duygusu; doktorların olumsuz konuşmalarına rağmen hayata tutunma mücadelesidir. Genç hasta, akrabası olan bir Paşa Kızına âşık olmuştur. Olumsuz koşullara rağmen bu aşkından vazgeçmemiştir. Fakat hem aşkını hem de bacağını kaybetme durumuyla karşı karşıya kalmıştır. Roman sevginin ve âşık olmanın gücü ile i-
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 10. sınıf öğrencisi
64
İNCELEME
yileşme sürecinin hızlanması arasında da dolaylı bir ilişki kurar. Bu tutum, Peyami Safa’nın maddenin ruhsal kuvvetlerden bağımsız düşünülemeyeceği şeklindeki idealist görüşlerinin öncüsüdür. Romanda kurgu; çocuk, Nüzhet ve Doktor Ragıp arasında üçlü aşk çatışması üzerinden şekillenir. Hasta Çocuk - Nüzhet ilişkisinin olumsuz sonuçlanmasını gerektirecek pek çok etken vardır. Hasta Çocuk on beş, Nüzhet ise on dokuz yaşındadır. Hasta Çocuk, dört yaş küçük olmasına rağmen Nüzhet’ten daha olgundur. Nüzhet şımarık, sorumsuz, basit bir kızdır. Nüzhet’in annesi ilişkiye karşıdır. Kızını bir doktorla evlendirmek istemektedir. Paşa da kızının saadeti peşindedir. Üstelik Hasta çocuk fakir, yaşça kızdan küçük ve sakat kalma durumuyla karşı karşıyadır. Rakibi ise sağlıklı ve zengin bir doktordur. Roman bu çelişkiler üzerine kurulan çatışmaları yansıtır. Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, ilk baskı (1930)
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu yayımlandığı günden bu yana Peyami Safa’nın en çok okunan ve beğenilen eserleri arasına girmiştir. İlk defa Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen eser bugün de yazarın en çok okunan eserleri arasındadır.
65
İNCELEME
Nisa Özüdoğru*
Türk Mizahında Çağdaş Bir Nasreddin Hoca
Aziz Nesin, gerçek adıyla Mehmet Nusret Nesin, 1915'te dünyaya gelmiş olup kara mizah konusunda edebiyatımızın en usta kalemlerinden biri kabul edilir. Toplumcu gerçekçi bir anlayışla eser veren yazar, şiirle başladığı yazı serüveni boyunca yazınsal türlerin hemen hepsinde eser vermiştir. Daha sonra öykülere yoğunlaşmış ve yazdığı mizahi öykülerle adını duyurmuştur.
Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz Aziz Nesin, 1977 yılında yayımlanan bu romanı, en başında bir radyo oyunu olarak yazmış, yoğun ilgi ve beğeni üzerine sahne oyunu olarak düzenlemiş; eserin film olması için yapılan ısrarlar üzerine senaryosunu da yazmış ve okurlarının yoğun talepleri sebebiyle roman haline getirerek okuyucusuna sunmuştur. Aziz Nesin bu romanıyla Madaralı Roman Ödülü'nü almış ve bu eser edebiyatımızın en çok okunan mizahi romanları arasında kendine yer bulmuştur. Bu büyük ilginin sebebini yazar şu şekilde açıklıyor: “Ünümün bu kadar yaygınlaşmasına, beni bu kadar sevmenize ilk zamanlar akıl erdiremiyordum ama, şimdi biliyorum artık... Nasıl hepimizde biraz Don Kişotluk varsa, demek biraz da Yaşar Yaşamazlık varmış... Başıma gelenler yabancınız olsaydı, sever miydiniz beni, arar mıydınız?''
Eserlerinde genellikle Türk bürokrasisinin işleyişindeki çarpıklıkları, toplumsal bozuklukları, haksızlıkları, fırsatçılığı mizahla birleştirerek kıyasıya eleştiren Nesin'in yapıtlarında çoğunlukla politika ve günlük olaylardan esinlendiği görülür. Günlük hayatta karşımıza çıkan haksızlıkları, adaletsizlikleri eserlerinde işleyen yazar; mizahı bir araç olarak kullanıp insanları güldürürken düşünmeye yönlendirmiş, bu yolla okuruna kendinden başlayarak karşılaştığımız haksızlıkları değiştirmeye ve yaşadığımız toplumu ıslah etmeye yönelik bir amaç edindirmeye çalışmıştır.
Yazar 21 bölümden oluşan romanda Türk bürokrasisindeki çarpık işleyiş biçimini ele alarak meseleyi mizahi bir dille eleştirmiştir. Eserde Yaşar Yaşamaz isimli karakter, devlete göre Çanakkale'de şehit düşmüştür. Yaşar hangi devlet dairesine giderse gitsin elinde bir tomar imzalı, kaşeli kâğıtla bomboş ortada kalır ve nüfus kâğıdını bir türlü çıkarttıramaz. Devlete göre Yaşar borç ödeyeceği zaman hayatta, ama babasından kalan mirası alacağı zaman ölü; askere alınacağı zaman hayatta, tezkereyi almaya geldiğinde ölü sayılır. Bütün bu durumlar ironik ve mizahi bir üslupla yazıya dökülür. Bu eserde Aziz Nesin'in ne kadar içimizden bir yazar olduğunu, hepimizin günlük hayatta yaşadığı problemleri bu kadar doğru ve net saptayarak yazıya dökmesinden anlayabiliyoruz. Ro-
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
66
İNCELEME
manda vatandaşların devletten talep ettikleri, düzene koyulması gereken belgeler, devlet dairelerinde bitirilmesi gereken işlemler yüzünden vatandaşın işlerinin hallolmaması ya da fazla gecikmeli olarak hallolması gibi bir dizi aksaklık çarpıcı bir mizahi anlatımla okurun önüne konulur. Parası olan veya devlet dairelerinde tanıdığı bulunanlar işlerini kolayca halledebiliyorken parasız ve gücü olmayan vatandaşlar mağdur olmaktadırlar. Aziz Nesin eserinde bürokrasiyi, bozuk düzeni eleştirerek bizleri bize anlatmıştır aslında. Hepimiz bir parça Yaşar Yaşamaz değil miyiz ki zaten?
Eserin ünlü sinema uyarlamasının film afişi
67
ÇOK OKUYAN NE BİLİR?
Furkan Torun*
İnsanlığın Umudu: Elon Musk
Elon Musk, 28 Haziran 1971 Güney Afrika doğumlu girişimci, mühendis, mucit ve yatırımcıdır. SpaceX, Tesla, PayPal, SolarCity gibi “insanlığın geleceği” için büyük önem arz eden firmaların İcra Kurulu Başkanı’dır (CEO).
dolara satıyorsunuz ve cebinize yaklaşık 165 milyon dolar kalıyor. Tebrikler! Artık ömrünüzün sonuna kadar çalışmadan rahat rahat yaşayabilirsiniz. Ama Elon Musk ne yapıyor? Gidip bir roket fabrikası kuruyor. Bu satıştan kalan tüm parayı ve mutfaktaki domuz kumbarasında biriktirdiği bir kaç milyon doları da ekleyerek 3 farklı şirkete yatırım yapıyor. 100 Milyon dolarını bir uzay endüstrisi olan SpaceX’e, 70 Milyon dolarını bir elektrikli araç firması olan Tesla’ya, 10 Milyon dolarını ise enerji sektöründeki SolarCity’e yatırıyor. Üçü de birbirinden tamamen farklı, ama ortak bir amaca hizmet eden şirketler. Kendini insanlığın devamına adamış bir insan. Her şey çok kötü gidebilir. Bütün yatırımları boşa çıkabilir. Bu, alınamayacak kadar büyük bir risk. Şirketler bir yana, devletlerle rekabet etmek zorunda. Sadece 100 milyon dolar ile yıllık bütçesi ortalama 19 milyar dolar olan NASA’ya kafa tutmak zorunda. Bu konuyla ilgili yaptığı şey ise okumak. Tam anlamıyla okumak. Bu alanda bulabildiği bütün kitapları okumuş ve konuya o kadar hâkim hale gelmiş ki bünyesinde bulunan bütün çalışanların alanları hakkında en az onlar kadar bilgisi varmış. İşe aldığı ilk bin kişi ile doğrudan görüşme yapmış ve bu alanda dünyanın en iyilerini işe almış. Tüm bunların amacı ise bir gün Mars’a gidip bir koloni kurmak. SpaceX’in Los Angeles’daki ana binasında Musk’ın ofisine giden koridorda iki tane afiş var. Birisi kıpkırmızı, çorak Mars. Karşı-
12 yaşında kendi kendine öğrendiği programlama bilgisi ile bir video oyunu yazarak 500 dolara sattı ve hayatının ilk yazılım satışını yaptı. 17 yaşına kadar Güney Afrika’da eğitimine devam eden Musk, 1988 yılında Amerika’ya göç etti. Amerika’yı “Her şeyin mümkün olduğu yer.” olarak tanımlıyordu. 1992 yılında Queen’s Üniversitesinde iki yıl geçirdikten sonra Pennsylvania Üniversitesinde işletme ve fizik okumak için Kanada’dan ayrıldı. Pennsylvania Üniversitesi’nde anadalını seçip Ekonomi alanında lisans diploması aldı. Ayrıca Pennsylvania, Sanat ve Bilim Üniversitesi’nden Fizik alanında yan diploma aldı. Daha sonra doktora yapmak için Silikon Vadisi, Kaliforniya’ya gitti ama eğitimini tamamlamadı. Musk; Edison, Tesla, Steve Jobs gibi dehalardan ilham alarak kendince insanlığın en önemli 3 sorununu belirledi: internet, temiz enerji ve uzay. Bir şirket kurduğunuzu varsayın. Gece gündüz çalışıp bu şirketi büyütüyorsunuz ve 200 ülkede geçerli olan bir ödeme sistemi (PayPal) geliştiriyorsunuz. Sonunda, bu şirketi 1,5 milyar * Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
68
ÇOK OKUYAN NE BİLİR?
sında ise tamamen hayali bir şey var: Dünya. Amacı, bir gün Mars’ı Dünya gibi yaşanabilir bir yer haline getirmek. Diğer bir olay ise tamamen elektrikli araç üreten Tesla. Bu kadar iş için başlıca gelir kaynaklarından birisi de bu şirket. Bu şirketin ürettiği araçlar, günümüzdeki herhangi bir spor arabadan, ne olduğu veya markası farketmeksizin, daha hızlı. Şaşırtıcı olan ise bu aracın kodları tamamen patentsiz. Bu şu demek oluyor, Tesla’nın rakipleri bu aracın tasarımını alabilir, iyileştirebilir ve satabilir. Kendisine bir röportajda “Neden böyle bir şey yapıyorsunuz?” denildiğinde cevabı şöyle olmuş: “Sürekli su alan delik bir gemideyiz (Dünya’yı kastediyor) ve Tesla bu gemideki suyu boşaltan bir kova. Siz olsanız kovanın tasarımını paylaşmaz mısınız?”. Diğer bir şirket ise SolarCity. Bu şirket sürdürülebilir bir enerji olan Güneş’i kullanarak enerji üretmeyi hedefliyor. Örneğin bu şirketin bir ürünü, çatıdaki kiremitleri bir güneş paneline dönüştürüyor ve bataryalarda depolayarak Tesla’yı şarj etmek için kullanılabiliyor. Bunlar hep iyi yönleri, ama yaşantısı hep iyi olmamış tabi. Örneğin, aile ve arkadaşları ile ilişkileri her zaman iyi olmamış. 17 yaşına ka-
dar çete savaşları içerisinde büyümüş. Okumuş, sadece okumuş. Çevresindeki okul kütüphanelerinin bütün kitaplarını okumuş. Bir röportajında şöyle diyor: “Neyi bilmediğiniz hakkında hiç bir fikriniz yok.” Çoğu eleştirmene göre bu adam tarihi olduğu gibi değiştirebilir. Tarih hakkında bildiğiniz her şeyi unutun. Savaşları, anlaşmaları, insanları... Bu adam, başlı başına bir ekosistem kuruyor. Eğer başarılı olursa, bütün insanlığın geleceği değişebilir. Küçükken okuduğu bir ansiklopedide gördüğü bir isim dikkatini çekmiş. Kendisi gibi gözü yükseklerde olan, “İstikbal göklerdedir!” diyen bir isim. Atatürk her zaman onun ilham kaynaklarından birisi olmuş. Sosyal medya hesabında paylaştığı Anıtkabir’in bir fotoğrafının altına yazdığı şu satırlar, bu hayranlığın izlerini taşıyor: Üç kırık kaburga Bir delik akciğer Ama o yine de savaştı Yurtta barış Dünyada barış için.
69
BÜŞRA’NIN GEZİ GÜNCELERİ
Büşra Şahinbaş*
Beyaz Zambaklar Ülkesi Finlandiya’ya Yolculuk II beklediklerini gördüm. Öğretmenleri sınıfa girince bizdeki gibi ayağa kalktılar ve birbirlerini selamladıktan sonra oturdular. Öğretmen beni hoş karşıladı, kendimi tanıtmamı istedi ve sınıfta olma nedenimi öğrencilerine açıkladı. Katılmamdan dolayı memnun olduklarını söyledi. Derse ilk olarak dinlemeyle başlandı. Öğretmen kitaptaki diyalogları öğrencilere 3 kez dinletti ve dinletilen cümleler öğrenciler tarafından 2’şerli grup halinde sesli bir şekilde tekrar edildi. Kitaplarda kelimelerin fonetikleri de vardı ve öğretmen bütün öğrencileri dinleyerek sesletimleri kontrol etti. Öğretmenin gözlemlerine göre öğrenciler tarafından düzgün söylenilmeyen kelimelerin doğrusu gösterilerek öğrencilerle birlikte tekrar söylenildi. Bu bölüm bittikten sonra çalışma kitaplarındaki yazma (writing) etkinlikleri yapıldı ve öğrenciler yaptıklarını birbirlerine sordular ve grup çalışması yaptılar. Öğretmen sıraları dolaşarak herkesi teker teker gözlemledi. Kitapta gramere dayalı hiçbir konu yoktu, sadece kitabın en arka kısmına belli kalıpları yazmışlardı. Kitap çoğunlukla metinlerden, diyaloglardan oluşuyordu. Öğretmen dersi İngilizce anlatıyor Finceye dair hiçbir kelime kullanmıyordu. Kitapta yer alan tabloda verilen resimleri duvara yansıtıp İngilizce ne olduklarını tahmin etmelerini istiyordu ve öğrenciler parmak kaldırarak söylüyorlardı. Dersin sonunda ise İngilizce Fince, Fince İngilizce cümle çevirileri yapılıyordu ve cümleler çevrildikten sonra sesli bir şekilde okutuluyordu. Dersin bitişinde ise verilen ödevler her öğrencinin sahip olduğu ödev çizelgesine kaydedildi. Ders bittikten sonra öğretmenle birlikte sohbet edip teşekkürlerimi sunup okuldan ayrılacakken dikkatimi okullarında kantinlerinin olmayışı çekti. Ayrıca öğrencilerin 5 6 yaşından sonra okula servisle veya aileleriyle gitmelerinin yasak olması da dikkatimi çeken diğer bir
Finlandiya Eğitim Sistemi Bildiğiniz gibi Finlandiya eğitim sistemi dünyanın en iyilerinden biri olarak kabul ediliyor. Bu sebeple ben de bir buçuk aylık zamanımın bir gününü Fin arkadaşım Sabina’dan rica ederek Finlandiya’daki okulda geçirmek istedim ve 5. sınıf öğrencilerinin derslerine katıldım. Sabah 8’de okula gittiğimde ilk dikkatimi çeken şey herkesin derse başlamadan önce sportif bir faaliyet yapıyor olmasıydı. Fin okullarında spora bol bol yer verilirmiş; çünkü öğrencinin derse zinde ve hazır girmesi önemliymiş. Ama bu sporlar yapılırken takımlara yer verilmiyormuş; çünkü rekabet ve üstünlük düşüncesinin önemli olmadığını düşünüyorlar. Ayrıca Finliler diğer okullarla da yarışmıyormuş; bundan ziyade dayanışmayı öne plana çıkaran etkinliklere önem veriyorlarmış. Okulların hemen hemen hepsinin başarı düzeyi de aynıymış.
Finlandiya’da eğitim, bütün öğrenciler için eşit imkanlar sağlamak demek.Tüm öğrenciler zeka ve becerileri ne olursa olsun aynı sınıfta okuyorlar, buna engelli olan çocuklar da dahil tabii ki. Bu ülkede özel okul diye bir şey yok. İngilizce derslerine katılmadan önce dikkatimi çeken bir durum da zil çalınca bütün öğrencilerin okulun dışındaki kapının önünde ayakkabılarını çıkarıyor olması ve koridorlarda ve sınıflarda çoraplarıyla dolaşıyor olmasıydı. Hatta biz de Sabina’yla çıkarmıştık. Kendimi çok tuhaf hissettiğimi hatırlıyorum. Öte yandan kendimi evimde gibi hissettiğimi de hatırlıyorum ki bu uygulamanın temel amacının bu olduğunu sonra öğrendim. Sınıfa girdiğimde bütün öğrencilerin ders araç gereçlerini hazırlayıp öğretmenlerini
* Ordu Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü 2. sınıf öğrencisi, Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
70
BÜŞRA’NIN GEZİ GÜNCELERİ
durumdu. Öğrencilerin bisikletle veya yürüyerek gelmeleri zorunluymuş; çünkü Fin eğitim sisteminde bağımsızlık esasmış ve öğrencilerin kendilerine olan güvenlerinin sağlam olması gerekiyormuş.
gibi onlarda da siyah saça rağbet var. Ayrıca Finlandiya’da saçını Afrikalılar gibi ördüren birçok genç kız vardı. Bu gruba arkadaşım Sabina da dâhildi. Merak edip araştırdığımda etnik bir görüntü sergileme amaçlı olduğunu öğrendim.
Fin Dili Açıkçası ben dillerini çok garip buldum, sanki kötü bir şeyler söylüyorlarmış gibi bir tınısı vardı; ama alışmıştım tabii ki. Dil ailesi bakımından Türkçenin de yer aldığı Ural-Altay Dil Ailesi’nde yer alıyorlar. Bizim dilimiz de başkalarına kötü bir şey söylüyormuşuz gibi mi geliyor? Bilmiyorum. Fin halkının kökeni Orta Rusya olsa da Finceye Baltık ve Cermen dillerinden de ögeler karışmıştır. Bunun yanı sıra herkes çok güzel İngilizce konuşuyor. 75 yaşındaki bir teyzenin bile benden daha akıcı bir şekilde İngilizce konuştuğuna şahit oldum.
Afrikalılar gibi saçlarını ördürdüklerinin bir kanıtı. 14.01.2014
Hyvaa Huomenta: Günaydın Hyvaa paiva: İyi günler Nakemiin: Görüşürüz Mita Kulu: Nasılsın Kiitoos hyvaa: Teşekkürler
Finlandiya İnsanları Finlandiya’ya gitmeden önce bazı araştırmalar yapıp tereddüt etmiştim. “İnsanları ikliminden dolayı soğuktur, iki lafın belini kırmak için insana hasret kalırsınız.” gibi sözler tabii ki bende küçükte olsa bir önyargı oluşturmuştu. Ama Finalndiya’nın söylenenlerle alakası olmadığını oraya gidip insanları yakından tanıyınca anladım. İnsanları çok sıcakkanlı. Öyle ki bu sıcakkanlılık havanın soğuk olmasına rağmen içinizi ısıtıyor. Finlandiya sarışın ve renkli gözlü insanların ülkesi. Bu yüzden bembeyaz, hayalet gibi Finlilerin arasında esmer teninizle kendinizi dışlanmış hissetmeniz normal, ama esmerlerin de çok rağbet gördüğü bir ülke olduğunu unutmayalım. Finliler siyah saça çok meraklılar, bizde sarı saça rağbet olduğu
Lise öğrenciliğim sırasında katıldığım Erasmus+ projesiyle tanıştığım Sabina’nın aile dostları, benim de ailem oldu. 23.05.2017
71
BÜŞRA’NIN GEZİ GÜNCELERİ
Finlandiya’nın başkenti Helsinki’nin Senato Meydanı’ndan bir görüntü.
2014 yılında edindiğim proje arkadaşlarımla üç yıldan sonra tekrar bir araya gelmemiz.
72
OKULUMUZDAN HABERLER / ERASMUS+
Melda Hoş* Kasım ayında okulumuz öğretmenlerinden Tutku Önder, Mehmet Güngör ve Kudret Başkaya; “Minus Cyberbullying; Cybersecurity Education for More Safety in Schools” (Siber Zorbalığı Yok Et; Daha Güvenli Okullar İçin Siber Güvenlik Eğitimi) isimli Erasmus+ projemiz kapsamında İngiltere’nin Londra şehrine gitti. Proje bu eğitim öğretim yılında başlamış olup bahsi geçen toplantı, projenin açılış toplantısıydı. Projemizin amacı, günümüzde giderek yaygınlaşan sosyal medya ve internet kaynaklı zorbalık, tehdit, taciz vb. olumsuzluklar konusunda farkındalık yaratmak.
* Mehmetçik Anadolu Lisesi 10. sınıf öğrencisi
73
OKULUMUZDAN HABERLER / ERASMUS+
Göçmen öğrencilerin kaynaşma problemleri ve çok kültürlü eğitim konulu “Interkulturelles Lernen an unseren Schulen - Innovative Bausteine zur Umsetzung in wichtigen Fächern” (Okullarımızda Kültürlerarası Öğrenme ve Eğitimde Yenilikçi Yaklaşımlar) isimli Erasmus+ projesi Türkiye, İtalya, Romanya, Yunanistan ve Malta ortak ülkeleri ile ilk hareketliliği 10 Aralık – 16 Aralık 2017 tarihleri arasında, İtalya’nın Marigliano şehrinde gerçekleşti. Hareketliliğe okulumuz öğretmenlerinden Melike Dibo, Kürşat Arık, Ayşegül Eker, Hilal Toptaş; müdür yardımcımız Uğur Dağlı; okulumuz öğrencileri Abdurrahim Çulha, Elifnaz Sarı, Turgay Hoşbaş, Fadime Biçer katıldı. Okulumuz öğrencileri, Reşat Nuri GÜNTEKİN’in 1922 yılında yazdığı, hikâyesinin ağırlıklı olarak Anadolu’da geçtiği ve arka planda Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarının anlatıldığı “Çalıkuşu” isimli romanı sundular. Romanın sunumu; Türk toplumunun müzik, dans, kıyafet, aile, kadın-erkek ilişkisi, toplumsal yaşam, öğretmenlik mesleği gibi kültürel değerleri kullanılarak yapıldı.
74
OKULUMUZDAN HABERLER / ERASMUS+
Aralık ayında okul Başmüdür Yardımcımız Mehmet Cerit ve okulumuz öğretmenlerinden Mehmet Güngör ile Tutku Önder; yeni başlayan projelerimizden olan “Promoting Healty Eating and Physical Activity for Healthier Naitons; Make a Difference in Your School” (Daha Sağlıklı Nesiller İçin Sağlıklı Beslenme ve Fiziksel Aktiviteyi Teşvik Etme; Okulunda Fark Yarat) başlıklı Erasmus+ projemizin ilk toplantısına katılmak üzere Hırvatistan’ın Osijek şehrine gitti. Projemizin amacı, sağlıklı bir toplumun inşasında sağlıklı, dengeli ve düzenli beslenmenin önemi hususunda gençler arasında farkındalık yaratmak.
75
OKULUMUZDAN HABERLER / SPOR
Basketbol erkek takımımız Çorum 3.sü oldu.
Satranç kız takımımız Çorum 1.si oldu. 76
OKULUMUZDAN HABERLER / SPOR
Salon Futbolu kız takımımız Çorum 3.sü oldu.
Okulumuz Beden Eğitimi Öğretmenleri Basketbol veteranlar takımı antrenmanında 77
BİZİM KADRAJIMIZ
Melike Leklek 10/C Sınıfı Öğrencisi 78
BİZİM KADRAJIMIZ
Mehmet Güngör Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 79
BİZİM KADRAJIMIZ
Mehmet Güngör Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni 80
81