söylence
biraz masal gibi, biraz efsane...
Yıl: 2 Sayı: 5 / Ekim-Kasım 2018
İki aylık sanat, kültür ve düşünce dergisi Çorum Mehmetçik Anadolu Lisesi
2
KÜNYE SAHİBİ Mehmetçik Anadolu Lisesi Adına İsmail MADAN Okul Müdürü
GENEL YAYIN YÖNETMENİ Mehmet GÜNGÖR
ESER İNCELEME KURULU Uğur DAĞLI Murat ÜÇOK Burcu ARSLAN Çiğdem Kalkan AĞBAL Kemal ATEŞ
YAYIN KURULU Fatma TAŞKESTİ Zübeyde D. KABAKULAK Ayşen OCAKTAN Fatih KAPLAN Taner GÜNLÜ
İNCELEME KURULU Ümmühan DOĞAN Zeynep DİLBER Suna DERİNÖZ Ömer Faruk UYSAL İrem ESKİ
İLETİŞİM E-posta : soylencedergi@gmail.com
Twitter: @soylencedergi Facebook: @soylencedergi
3
İÇİNDEKİLER Kıt’a
5
Nâbî/ Şiir
Editörden
6
Mehmet Güngör
Muazzam Felaket Çıkmazı
7
Merve Demirel / Yazı İzlerim
Parçalar
9
Ümmühan Doğan / Deneme
20. Asır Rus Marksizmi ve Ekim Devrimi
10
Batuhan Aksungur / Peyderpey
Var Olmanın Sancısını Çeken Adam: Jean Paul Sartre
15
Mehmet Eren Arslan / İnceleme
Şeyh Galip
18
Ayşen Ocaktan/İnceleme
Kazuo Ishiguro ve “Gömülü Dev” Üzerine
22
Mehmet Güngör/İnceleme
Tutsak Olanın Sessiz Bekleyişi
26
Hasibe Şimşek / Şiir
Kime Bu İsyan?
27
Zeynep Dilber/Deneme
Meczup
28
İbrahim Sadri Bolat / Şiir
Sevr Barış Antlaşması
29
Özlem Başkan / Tarih
Der-beyân-ı Kıraat
36
Hocazâde Muhsin Çelebi/Tarz-ı Kadîm Üzre
Bulamazsın
38
Bekir Madan/Şiir
Varlık ve İbadet
39
Melike Nuran Kılıç / İnanç
Adım Adım Almanya
40
Büşra Şahinbaş / Büşra’nın Gezi Günceleri
4
Kıt’a
Erzân meta’-ı fazl ü hüner tâ o rütbe kim Bin mâ’rifet zamânede bir âferînedir Ebnâ-yı dehr her hünere âferîn verir Yâ Râb bu âferîn ne tükenmez hazinedir Nâbî
5
EDİTÖRDEN Mehmet Güngör
D
eğerli okuyucular,
Dergiye elimizde olmayan sebeplerle uzun bir ara vermek zorunda kaldık. Derginin hem içeriğinde belirli bir sadeleşmeye gitmek zorunda hissettik kendimizi hem de her ay içeriği yoğun bir dergiyi hazırlamanın güçlükleriyle boğuşmak bizi fazlasıyla yordu. O bakımdan önümüzdeki aylarda dergiyi hem bir parça sade hem de iki aylık sayılarla okuyucumuza ulaştırmaya karar verdik. Bu sayımızda, divan şiirinin son büyük temsilcisi kabul edilen, büyük usta Şeyh Galib’in edebî şahsiyetine ışık tutan; 2017 yılında Nobel Edebiyat Ödülü alan Japon asıllı Britanyalı yazar Kazuo Ishiguro’nun “Gömülü Dev” isimli romanını ele alan; tarihimizin kara lekelerinden biri olan Sevr Antlaşması’nın içeriğini ve antlaşmanın oluşum zeminini ortaya koymaya çalışan; II. Dünya Savaşı sonrası döneme damga vuran Varoluşçuluk düşüncesini ve bu akımın edebiyattaki en önemli temsilcisi olan Jean Paul Sartre’ı okuyucuya tanıtmaya çalışan; Ekim Devrimi’ni ve devrim bağlamında dönemin sosyolojik ve düşünsel yapısını irdeleyen incelemeler bulacaksınız. Bunların yanında her zamanki gibi inanç, gezi gibi çeşit alanlarda yazılar, şiirler ve denemeler de dergimizde yer alıyor. Hem öğrencilerimiz hem de öğretmenlerimiz yeni bir sayıda okuyucuyla buluşmanın heyecanı içindeler. Okunmak ve değerlendirilmek, herhâlde emek sahiplerine verilecek en büyük hediyedir. Keyifli okumalar.
6
YAZI İZLERİM
Merve Demirel*
Muazzam Felaket Çıkmazı İnce şeyleri anlama vakti Bir çıkmaza taşınsak. Gül, karanfil ve vadi zambağı kurutsak. Radyo koysak pencere pervazımıza. Kapı önümüze tebeşirle içi sayı dolu karelerden çizsek. Nasıldı? İlk önce peş peşe tek kutular, sonra çift, sonra yine tek mi? Neyse, öğreniriz elbet.
Gözlerinde taşıdığın gebelikler rahmine düşemez burada. Sancılar çekemezsin yeni bir yaşama. Âşık bir kadından başka sıfatlar ekleyemezsin adının ardına. Bana bakma. Ben âşık bir adamla yetinirim. Hem bir parça anlayışsızlık vardır doğamda. Eksikliklerin hasretine kolay kolay varamam. İnsan içindeki keşfedilecek diyarlardan habersiz yaşamak, koça bir pişmanlığın eşiğine getirirse de beni, bir anlık atlayışa bakar.
Üç de kedi alsak. Gümüş kopçalar tuttursak aç boğazlarına. Yoksulluğumuzu bir parça gizler bu ahmak gösterişi. Hem zaten tüm zenginler ucundan kıyısından ahmak değiller midir?
Nasıl da kestim acımadan sarılışımızı. Ne kadar da kızdırdım seni. Fakat hala kırmızı yüzün. Bu bir şans değil ama. Yüzünü yüzüme çevirişinden belli. Bir namlu kadar soğuk ve hazırsın. Vurulacağım. Duyarsızlığıma en isabetli nişanı aldın. Biliyorum, kararlısın. Ne şekilde olursa olsun beni yaralayacaksın. Bunu istiyorsun.
Parmaklarıyla işaret ederler; çıkmazda oturanların kedileri bunlar, denir. Fena mı, muhitte tanınırız gayrı. Fena, hem de ne fena. Yok yapamayız. Kesseler bizi, yoksulluğumuza kara çalamayız. Onursuz olamayız sevgilim. Çözelim gitsin kopçaları. Aç boğazları hür olsun. Hem her açlık hürlükten geçer. Daha başka tanınırız muhitte. Hem ne acelemiz var ki. Bırak önce çocuklar tanısın bizi. Hatta yalnız çocuklar haberdar olsun çıkmaza taşındığımızdan. En masumundan komşuluklar... Daha ne.
Görüyor musun, çatırdıyor çıkmazımız? Radyolarımız kırılıyor süreklilikle. Yetişemiyorum. Çocuklar da gelmez oldu artık kapı önümüze. “GİRİLMESİ TEHLİKELİ BÖLGE” ilan edildi adresimiz. Kaybımız bununla da sınırlı değil üstelik. Üçte ikisi yok kedilerimizin. Yoksulluğumuz kan kaybediyor. Mutsuzluğumuzun dördüncü yas dönemi geride kaldı. Senin perçemlerinde… Gözlerinden rahmine düşüremediğin her gebelik benim sabıkama yazıldı. İstenmeyen, kötü adam ilan edildim. Mademki ilk rolümün hakkını veremedim, bu defa unutulmaz bir performansa imza atacağım. Suskunluğumun yanına kötü alışkanlıklar ve küfürlü şarkılar ekleyeceğim mesela. Gömleğimin manşetlerini dirseklerimde toplayacak, bağırarak konuşacağım hep. Sen de nefret edeceksin iyiden iyiye benden. Ya ölmemi ya da kapıyı çekip çıkmamı isteyeceksin. Kestirme kurtuluşa biletler…
Yüzümüzde en kocaman gülüşlerimizle kapı önü oyunları izleriz seninle penceremizden. Sona çocuk bıkkınlığı sararsa da kulaklarımızı, radyoyu içeri alır, düğmesini çeviririm ben. Usul usul adımlarla düşerim peşine. İlk kapıda yetişirim ince bedenine. Kollarım sen daha dönemeden sarar belini. Öyle tarifsiz bir kırmızılık büyür yüzünde. Başını göğsüme yaslarsın. Perçemlerinde tüm dans adımlarımı unutur da uzun bir sarılışa bırakırım kendimi. Ne de güzel yaşlanılır o çıkmazda, bir düşünsene. Fakat büyünmez, yalnızca yaşlanılır. Çoğunluğa göre değil, azınlığa göredir çıkmazlar.
* Hacettepe Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi, Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
7
YAZI İZLERİM
Beni terk etmendense ölmeyi seçiyorum. Kapı önümüzdeki beyaz karelerden üç ve yedi olduğu gibi kana bulanıyor. Otuz yedi, traji için yeterli. Artık muhitte bizi tanımayan kalmıyor. Belirsiz çıkmazımıza, “Muazzam Felaket Çıkmazı” adı veriliyor. Oysa böyle hayal etmemiştik. “Felaket” yerine başka bir kelime seçilmeliydi. Daha âşık, sevda yüklü, hatta umutlu.
Ben yarı ışıklar içindeyim şimdi. Sense travmatik bir bekleyişin ardından ilk gebeliğini gözlerinden rahmine düşürüyorsun. Kazanılması mucizeye bakan sıfatını yitirdiğini bildiğin halde, saplantıyla istediğin sıfatına kavuşmanın sahte mutluluğuna boğuyorsun ruhunu. Oysa yaptığın tek şey, ruhunu susturmak. Anlayacaksın. Çoğaldıkça eksiliyorsun. Bedeninin ardındaki varlığın bütünlüğünü kaybediyor. Kalabalığının on yedinci yıl döneminde anlıyorsun. Gecikmişsin. Yanımı vasiyet ediyorsun. Bu defa da başka bir öfke sebebimiz oluyor. İkimiz de o çıkmazda yazabileceğimiz güzel hikâyeye ihanet ettiğimiz için cezamızı çekiyoruz. İki lanetli, kırgın kalp…
8
DENEME
Ümmühan Doğan*
Parçalar
Zekâ küpünü çocukluğundan beri herkes bilir. Büyüklerimiz bize zekâ küpünü yapmamız için verdiklerinde saatlerce uğraşsak da yapamazdık çoğumuz. Onları düzene sokamazdık.
ken, sen kendine güvenebilirsen, eğer yengi ve yenilgiyle karşılaşır ve bu iki hokkabaza da aynı biçimde davranabilirsen (…)” İşte bunları öğrendim ben. Başarılarımdan, yenilgilerimden ve daha çok kaybettiklerimden. Bazen eksik kaldı renklerim. Tamamlayamadım. Tam bitiyor derken bir eksik çıktı hep. Daha çok çabaladım. Hırs eklendi o renklerin arasına. Başarının, eksikliğini gördükçe hırslandım. Ama hep aynı biçimde baktım, yengi ve yenilgi denen hokkabazlara. Aşırı hırs yanlıştı belki de. İnsanın gözünü kör ediyordu daha fazlası için. Yine tam tamamlanacakken bizim renklerin uyumuna, sabır eklendi o renklerin arasına. Seyretmeyi öğrendim. Yaptıklarımın yaşadıklarımın sonucu ne olursa olsun sabretmeyi öğrendim. Sabretmek büyük erdemdi insan için. Emeğinin karşılığını almayı veya yenilgiyi beklemeyi bilmeliydi insan. Sabır o küpü tamamlamamı sağladı sonunda. Renkler bir araya geldi. Düzen oluştu hayatımda da. İçinde yenilginin, başarının, sabretmenin, güvenmenin, çalışmanın, sorumlulukların ve hırsın bulunduğu bir hayat. Her türlü duyguyu tadarak gelen başarı. Yeni şeyler görmek. Öğrenmek farklı duyguları, tatları, üzüntüleri…
Bir insanın hayatına benzetirdim zekâ küpünü. En basitinden kendi hayatıma… Altı farklı renk var üzerinde. Altı farklı duygu, görevdi onlar sanki. Sorumluluklarım vardı mesela. Yapmam gereken, belki yaşamım süresince bana yüklenen, belki ailem, belki çevremle birlikte gelen sorumluluklarım. Çalışmak vardı renklerden birinde. Başarıya giden en önemli yolda çalışmak. Bazen yenilsek de, başarısız olsak da çalışmalıydık. İnsan en çok yenilgilerinden ders çıkarırdı zaten. Güven vardı diğer bir renkte. Önce kendine olan özgüven. Bu her şeyden önemliydi. İnsan kendine güvenmeli önce. Başarılı olacağına, mutlu olacağına dair kendine güvenmeliydi. Bir de insanlara güvenmek vardı. Bu en zor olandı hayatımızda belki de. En çok baş etmemiz gereken zorlukları karşımıza çıkaran bir renkti. Kime, ne zaman güveneceğini bilmiyordu insan ve o küplerde ki gibi yanlış renklerle bir araya geliyordu. Hiçbir zaman o masumluğu yakalayamıyordu güven. Zekâ küpünü yaparken zorlandığımız gibi hayatta da zorlanıyorduk. Güveneceğimiz kişileri bilemiyorduk çoğu zaman. Başarı o renklerin ödülüydü benim için. Sorumluluklarımızı yerine getirdiğimizde rahat oluyordum sonuçta. Çalışınca başarıyordum, bazen zamansız yenilgilerim olsa da. Güveniyordum her zaman kendime. İnsanların olumsuz tepkilerini duydukça, eleştirdikçe, kaybettikçe daha da güçleniyordum ben. Ardından başarı geliyordu zaten. Başarılar yenilgilerin kattığı duyguları da güçlendiriyordu. Kaybetmenin, yenilmenin nasıl bir duygu olduğunu daha iyi anlıyordum ben. Hani yazar diyor ya “Eğer herkes sana güvenmez-
Bütün bunların yardımıyla mutlu olmayı öğrendim ben. Hayatımda renklerin bütünlüğünü gördükçe mutlu oldum. Mutlu oldukça sevmeyi de öğrendim. Kimlere güvenip güvenmeyeceğimi anladım. Mutlu oldum, sevdim, güvendim. Renklerim tamamlandı. Doğruyu yanlışı gördüm. Eksik olanı, fazla olanı gördüm. Mutluluğu gördükçe çalıştım, güvendim, sevdim.
*Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
9
PEYDERPEY
Batuhan Aksungur*
20. Asır Rus Marksizmi ve Ekim Devrimi
Devrim, onlarca yılda geçirilecek evrimi topluma bir gecede aldırmak, şeklinde tanımlanabilir. Bu açıdan 1789 Fransız İhtilâli ve 1917 Ekim Devrimi sonuçları itibari ile büyük etkiler doğurmuş ve bununla birlikte dünyayı şekillendirmiş olan en önemli iki devrim olarak işaretlenmelidir. Elbette bahsi geçen devrimler iki farklı toplumda gerçekleştiği için birbirlerinden farklıdırlar. Ekim Devrimi’nin tarihsel ve fikirsel arka planı incelendikçe bu farklar bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Devrime zemin hazırlayan şartlara bir göz gezdirdiğimizde Rusya ve Rus toplumuna dair karşımıza aşağı yukarı şöyle bir tablo çıkar: Rusya, yüz yıllardır Çarlığın tahakkümü altında ezilen; açlıkları, sefaletleri ve cehaletleri ele avuca sığmaz milyonlarca Rus köylüsünün yaşadığı uçsuz bucaksız bir ülkedir. Handiyse dört yüz yıllık olan bu miras, 19. asırda da değişmemiş; bilakis artık dayanılmayacak bir hal almıştır. II. Katerina zamanında Rusya’ya giren liberal düşünceler, Alman mistikçilerin ve masonların çalışmaları, devrime giden yolu açan en önemli faktörlerdir. Alman mistikçiler Rusya’daki serflik ve kölelik problemini ilk defa tartışmaya açmışlardır. 19. asır boyunca, hemen hemen tüm Rus Entelijansiya’sı bu konuyu tartışmış ve gerek Şubat gerekse Ekim Devrimi bu sorun etrafında şekillenmiştir. 1800’lere ait resmi bir Petersburg belgesinde şu ifadeler kullanılmıştır: ‘‘Serflik, Çarlığın derin dehlizlerinde ki bir patlayıcıdır!..’’ Nitekim bir gün o bomba patlamış ve yüzlerce yıllık Rus çarlığını da beraberinde yok etmiştir.
Ele avuca sığmaz bir anarşist Bakunin, edebiyat kritikçisi Belinski ve bir yazar olan Çernişevski; Rus toplumunu bu durumdan kurtarmayı şiar edinen Rus aydın takımının en önemli isimleridir. Amaçları halka yaşadıkları bu durumu değiştirmenin mümkün olduğunu anlatmaktır. Alexsandr Herzen “Kolokol” (Çan) mecmuasında okullarından atılan üniversiteli gençlere seslenir: ''Aydın, eğitim görmüş siz gençler! Geldiğiniz yere, halka yönelin!'' Böylece ‘narodiçestvo’ (Halkçılık) akımı başlamıştır. 19. asır Rusya’sının en önemli düşünsel hareketidir bu. Gerek Entelijansiya gerekse edebiyat taifesi, bu konuyu uzun zaman boyunca tartışmıştır. Haçlı Seferi’ni andırırcasına, tüm Rusya’ya yayılmıştır bu hareket. Binlerce üniversiteli genç halkı ihya etmek için Rusya'nın dört bir yanına dağılır. Amaçları onları tanımak, onlar gibi yaşamak ve nihayetinde çektikleri sefalet için onlara bir kurtuluş sunmaktır. Ama bu gençlerin amaçlarının ne olduğunu ve ne yapmaya çalıştıklarını bir türlü idrak edemeyen halk çoğunu polise şikâyet eder. Zaten tetikte bekleyen polis çoğunu tutuklar ve birçoğunun hayatı darağacında son bulur. Durum o kadar dayanılmaz bir hal almıştır ki Belinski sinirle şöyle yazar: ''Bu insanlar anayasa değil, patates istiyorlar!’’ Yüzlerce yıllık Rus toplumunun sosyolojik durumunu, Belinski bir cümle ile açıklamıştır. Bu “cahil ve işe yaramaz” Rus köylüleri ile devrimin mümkün olmayacağı görüşü beraberinde başka bir hizip doğurmuştur. Tedhişçilik yanlıları. Narodnoya Volya (Halkın Arzusu), Malodoya Rossiya (Genç Rusya), Zimya i Volya (Toprak ve İstek) gibi siyasi gruplar, suikast ve terör eylemleri ile çarlığı yıkmaya çalışmışlardır. Narodnaya Volya’nın Çar III. Aleksandr’a yaptığı bir suikast girişimi eyleme geçmeden engellenmiştir. Suikasti planlayanlar arasında on dokuz yaşında üniversiteli bir genç de vardır.
19. asır Rus devrim tarihi, tedhişçiliğin ve halkçılığın karmaşık diyalektiğinden ibarettir. Yüzyıllar boyunca çarlığın tahakkümü ve despotluğu altında yaşayan Rus toplumu, 19. asırda artık buna bir son vermek gerektiğine kanaat getirmiştir.
* Gazi Üniversitesi Rus Dili ve Edebiyatı 2. sınıfı öğrencisi. Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
10
PEYDERPEY
Suikast girişiminden kısa bir süre sonra asılan bu gencin ismi Aleksandr İlyiç Ulyanov’dur. Ölümünden sonraki olaylarda az çok yer edinecek olan kardeşi ise, gelecekte Lenin olarak anılacaktır. Yüzlerce yıllık Çarlığın yok olması için uzun yıllar boyunca savaş verecek olan Lenin’in fikirleri, ilk olarak bu zamanlarda oluşmaya başlamıştır.
tersburg bile yapay bir şehirdir. Petro’nun askeri amaçla kurduğu ve simge olması için yarattığı bir şehir... Rus toplumunun bu niteliği, yani şehirli bir toplum olmaktan ziyade köylü nitelikte olması, Rus burjuvazisini de yapay olmaya zorlamıştır. Bu yüzden Rus burjuvasının, proletaryayı harekete geçirecek ne enerjisi ne gücü vardır. Zaten uzun yıllar kimi çevreler Rus burjuvazisini klasikleşmiş bir deyimi kullanarak- Oblomovlukla suçlamıştır. Rus burjuvasının bu durumu, ilerde Bolşeviklerin ve Menşeviklerin Marksist kuramlarını oluştururken yaşayacakları ihtilafların kaynağı olacaktır.
Tüm bu olaylardan sonra ne halkçılık ne de tedhişçilik sonuç vermiştir. Birisi, Rus toplumuna güvenmiş lakin halktan umduğu karşılığı görememiştir. Diğeri ise, terör eylemine başvuran gruplar, devamlılık gösteremediği için sonuçsuz kalmıştır. Çünkü terör eylemi uygulayan bu siyasi gruplar çok geçmeden Çarlık tarafından ya sindirilmiş ya da kapatılmıştır. Bir türlü çıkar yol bulamayan Rus Entelijansiya’sı, bu sefer gözünü başka bir şeye dikmiştir: Proletarya. 18. asrın sonundan itibaren yavaş yavaş gelişen Rus sanayisi beraberinde Rus proletaryasını da oluşturmaya başlamıştır. Marx ve Engels teorilerini kısaca şu temele oturtmuşlardı: Önünde hiçbir şeyin duramadığı kapitalizm en nihayetinde tüm ilerleme imkânlarını yok edecektir. Ve alt tabaka olan proletarya nihayetinde devrim gerçekleştirecek, kapitalizmi ve onun yarattığı eşitsiz toplum modelini yok edip tüm bireylerin eşit olduğu sınıfsız bir toplum yaratacaktır. Tabi bunu yaparken de şartlar gereği burjuva sınıfının da desteğini alacaktır. Bu nokta da 89 Devrimi’nin ve Rus Devrimi’nin sahip olduğu farklı karakterin en aşikâr olduğu noktadır: Avrupa burjuvazisi ve Rus burjuvazisi. Avrupa toplumunun bir niteliği şehirli olmasıdır. Ortaçağ’ın erken döneminden itibaren Avrupa’da burjuvazi sınıfı, kendini yavaş yavaş şekillendirmiş ve gerek iktisadi gerekse toplumsal olarak kesin sınırlarla karakterini oluşturmuştur. 19. asırda Avrupa’daki devrimlerde -Fransa’daki devrimler ile sınırlandırabiliriz- üstüne düşen görevi yapmış, proleteryanın harekete geçmesini sağlayacak dinamik olmuştur. Diğer açıdan, Rus toplumu hiçbir zaman şehirli olmamıştır. 20. asırda şehirde yaşayan nüfusun oranı yalnızca %20’dir. Rusya’nın en önemli şehirlerinden birisi olan Pe-
Umudunu proleteryaya bağlayan Rus entelijansiyası yine hüsrana uğrayacaktır. Fransa’da 1848 devrimi başarısız olmuş, Fransız proleteryası burjuvazi tarafından ezilmiştir. Birçok Rus sosyalisti için Batı Avrupa, o günden sonra artık ‘merkantalizm’in anayurdundan başka bir şey olmadı. Hatta daha da fazlasıyla -Herzen’in deyimini kullanacak olursak- ‘‘toplumun kanını, iliğini kokuşturan frengi çıbanı’’ olarak algılanır olmuştur. Bundan böyle ışık Doğu’dan gelecekti. Rusya’da batıcılık gittikçe burjuva çevrelerinin tekeli haline gelirken, devrimciler Slavcı oluyorlardı. Bir zamanların o cahil Rus halkına en derin erdemler lâyık görülüyordu. Herzen ‘‘Rusya’da yarının adamı köylüdür.’’ diye kestirip atmış, Bakunin bile ‘‘Rus köylüsünün doğuştan sosyalist’’ olduğunu söylemiştir. Petro Lavrov ‘‘Bizim toplumsal devrimimiz şehirlerden değil, köylerden gelecektir.’’ diyerek ileride gerçekleşecek devrimin nasıl bir karakteri olduğunu da açıklamıştır. Halkçılık tekrar yükselmeye başlasa da önünde aşılmaz bir güçlük vardır. Yönünü halka, Rus köylülerine çevirenler ‘‘mujiklerin vurdumduymaz davrandıklarından, politik konularla ilgilenmediklerinden’’ yakınıyorlardı ve onlara göre mujikler ‘‘hâlâ cahil ve aptallardı’’. Örneğin, 1891-92 kışındaki kıtlık sırasında Volga çevresinin şehirlerine sığınan köylüler, hastaneleri yağma etmişler; kolera salgınıyla savaşmaya gelen hekimlere ‘’Bizi zehirliyorsunuz.’’ diyerek saldırmışlardı. . Durum bu iken Çar11
PEYDERPEY
lık ile savaşta kime güvenilebilirlerdi? Halkçıların inanmaya yanaşmadıkları kapitalizm Rusya’da gelişmeye başlıyordu. Sanayileşme de klasik sonuçlarıyla -köy nüfusunun azalması ve bir şehir proleteryasının kurulması- ülkede belirmeye başlamıştı. Öngörülenin aksine devrim köylü sınıfından değil, şehir proleteryası üzerinden gerçekleşmiştir. Rus toplumunun karışık bu durumu, sosyalizmin Rusya’ya özgür bir şeklinin doğmasına neden olmuştur.
dır. ‘‘Bolşe’’ kelimesi Rusça’da ‘’daha çok’’ anlamına gelirken ‘‘Menşe’’ kelimesi ‘’daha az’’ demektir. İlk bakışta, Menşeviklerin ve Bolşeviklerin arasındaki ihtilaf parti iç tüzüğü ile ilgili gibi görünmektedir. Bolşevik lider Lenin ile Menşevik lider Martov’un yaptığı ‘parti üyesi’ tanımı farklıdır. Ama zaman geçtikçe her iki grup arasındaki uçurumun artık telafi edilemeyecek derecede olduğu daha da belirginleşmiştir. Geçici Hükümet’in salonlarında âdeta Rus toplumunun iki farklı kısmının bir panaroması sergilenmektedir. Bir tarafta şık giyimleri, gösterişli camdan içki takımları ve içtikleri purolar ile Rus burjuvazisi ve Rus liberal taifesi durmaktadır. Diğer tarafta; yırtılmış elbiseleri, saçları sakalları karışmış ve giydikleri işçi tulumları ile oradan oraya koşuşturan Sovyetler durmaktadır. Şubat Devrimi ve Ekim Devrimi arasında geçen sürede, toplumun bu iki farklı sınıfı sürekli karşı karşıya gelmiştir. Devrim gerçekleştikten sonra şehirlerde sovyetler kurulmuş; bu sovyetlerin seçim ile oluşturulmuş merkez komitelerinden temsilciler, kendilerini Geçiçi Hükümet’in salonlarında temsil etmişlerdir. Bu noktada karşımıza ilginç bir tablo çıkar ve baktığımızda Rus Marksizminin, daha doğrusu Bolşevik Marksizminin, ne kadar yıkıcı olduğunu görürüz. Yaşanılan ihtilaf sonucu Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi ikiye bölünmüş, Bolşevikler ve Menşevikler kendi partilerini kurmuşlardır. İlk başlarda Bolşeviklerin temsilcileri oldukça az sayıdadır ve mecliste çoğunluğu sağlamaları handiyse imkânsızdır. Rusya’da tüm bu cümbüş devam ederken, Birinci Dünya Savaşı ise devam etmektedir. Geçici Hükümet, her ne kadar Çarlık yıkılmış olsa da savaşmaya devam etmek niyetindedir. Buna en radikal şekilde karşı çıkan grup ise Bolşeviklerdir. Amaçları, Devrimci Marksist öğretiye sıkı bir şekilde bağlı kalıp emperyalizmin neden olduğu bu savaşı durdurmaktır. Ayrıca, Avrupa genelinde başlayacak olan bir proleterya devrimini de büyük bir umutla beklemektedirler. Nihayetinde Bolşevik Marksizminin dayandığı temellerden birisi budur. Kendileri Rusya’da işçi devrimini gerçekleştirerek ‘dünya sosyalist dev-
Tüm bu hercümerç içinde, Çarlığın yıkılmasına sebep olan ayaklanmanın başlamasına bir kıvılcım yetmiştir. Petersburg’un en büyük fabrikalarından birisi olan Putilov, binlerce işçiyi işten çıkarmış ve binlerce kadın ve erkek sokaklara dökülmüştür. ‘‘Açız’’, ‘‘ Çocuklarımız aç’’ gibi söylemlerin arasında nadirde olsa ‘‘Kahrolsun baskıcı yönetim’’, ‘‘Kahrolsun Çarlık’’ gibi sitemler de kulağa çalınıyordu. Kısa bir süre sonra Petersbug sokakları binlerce işçi ile dolmuştu. Uzun yıllar boyunca her isyan çıktığında yapılan şey tekrarlanmış, Neva Nehri üzerindeki köprü işçiler diğer tarafa geçemesin diye kaldırılmıştı. Lakin mevsim kış olduğundan, Neva donmuş durumda idi. İşçiler rahatlıkla karşıya geçip Kışlık Sarayın ve Bakanlıkların olduğu bölgeyi doldurmaya başlamışlardı. Şubat 1917’de Çarlık artık hayatta değildi. Uzun yıllar boyunca Çarlığı devirmek için uğraşanlar, keyifle bu üç yüz yıllık enkaza bakıyorlardı. Onlara göre Çarlık, “kendine yakışan bir şekilde, körlüğü andıran derin bir taassubun ve cahilliğin içinde yok olup gitmişti.” Böylece Romanov Hanedanı ömrünü tamamlamış ve tarihin tozlu sayfalarına karışmıştır. Çarlıktan sonra Rusya’da idareyi eline Geçici Hükümet almıştır ve bu hükümetin oldukça alacalı bir niteliği vardır: liberaller, sosyalist devrimciler, Marksistler ve burjuvazi sınıfının temsilcileri. Geçici Hükümet’in içinde Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi de bulunmaktadır. Bu parti daha sonra fikirsel bağlamda ikiye bölünecek, Bolşevikler ve Menşevikler olarak ikiye ayrılacaktır. Hiziplerden birisi olan Bolşevikler ise birkaç ay sonra tüm idareyi ellerine alacaklar12
PEYDERPEY
rimi’ne giden yolu açmışlardır. Avrupa proleteryası da -özellikle Alman proleteryası- Rus yoldaşlarının başladığı işi bitirecek, zorbacı iktidarlar teker teker devrilip, savaş -I. Dünya Savaşı- sona erecek ve insanların eşit bir şekilde yaşayacağı toplumsal düzenler oluşacaktır. Tüm bunların ışığında, Bolşevik Marksizmi yönünü Batı proleteryasına çevirmiştir. İlerde, birkaç ay sonra Bolşevikler tüm iktidarı ele geçirdiği vakit, Lenin şöyle diyecektir: “Eğer Avrupa’da beklediğimiz devrim gerçekleşmez ise, kendi yarattığımız devrim yok olup gidecek.” Radikal Marksizmin temsilcisi olan Bolşevikler savaşı durdurmaya çalışırlarken, Ortodoks Marksizmin takipçisi olan Menşevikler ise buna pek sıcak bakmıyorlardı. Onlara göre, Rus toplumu kendi göbek bağını kendisi kesmeliydi. Yönü Avrupa’ya çevirip bir hamle beklemek anlamsızdı. Geçici Hükümet’in, savaş sorununu çözmeye çalışırken ilgilenmesi gereken başka bir sorun daha vardı: mujikler (Rus köylüleri) ve proleterya. Çarlık devrilmişti, ama köylülerin sefaletleri hâlâ devam ediyordu. Hükümet’e toprak yasası çıkarması için sürekli baskı yapıyorlardı. Uzun süre serf -kölelik deyiminin çağa uygun bir şekle bürünmüş halidir- olarak hizmet etmişlerdi ve artık toprak istiyorlardı. Hükümet ise sürekli köylüleri oyalıyor, bir türlü isteklerini yerine getirmiyordu. Böyle yaparak Hükümet, Çarlığın yaptığı hatayı tekrarlamış oluyordu. İronik bir şekilde, Geçici Hükümet’in sonunu getiren de yine bu hata olmuştur. Menşevikler dahi köylülerin isteklerini yerine getirmekte isteksizdiler. Tüm bu süreçte köylülere ılımlı şekilde yaklaşan ve isteklerini destekleyenler yalnızca Bolşevikler olmuştur. Proleteryanın isteği ise biraz daha farklı idi. Fabrikalarda komiteler kurarak üretim denetiminin bir kısmını kendilerine verilmesini istiyorlardı. Hükümet’in içinde bulunan hizipler -liberaller, sosyalist devrimciler, burjuvazi temsilcileri- proleteryadan muhtelif sebeplerden dolayı korkuyorlardı. 89 Devrimi sırasında, baş belası, ele avuca sığmaz ‘Sans-Culottes’lerin (Fransızca bir deyim olan bu sözcük, 89 Devrimi’nin simgelerinden olan işçi sınıfı için kullanılır. Türkçeye Baldırı çıplaklar şek-
linde tercüme edilebilir.) Fransız aristokrasisini nasıl yok ettiğini görmüşlerdi çünkü. Aynı şeyin kendi başlarına gelmesini istemiyorlardı. Bu noktada, Rus marksizminin iki kanadı yine karşı karşıya gelmiştir. Marx ve Engels, Marksist kuramı oluştururken ‘proleterya diktatörlüğü’ konusuna fazla değinmedikleri için bu konu Marksistler arasında çoğu zaman tartışma konusu olmuştur. Bolşeviklerin, radikal Marksistler olarak, işçi sınıfının kendisine biçilen tarihsel rolü oynayacağına olan inançları sarsılmazdı. Menşevikler ise burjuva sınıfının desteğini almanın gerekliliği konusunda ısrar edip duruyorlardı ve sinirlendikleri zaman ne yapacaklarını kestirmenin imkansız olduğu bu başı boş insan sürüsünden de –proleterya- korkuyorlardı. Tüm bu çalkantılar içinde, Şubat ve Ekim ayları arasındaki süreçte Bolşevikler kurnaz bir şekilde çalışmalarını sürdürmüş ve gerek köylülerin gerekse proleteryanın desteğini kazanmışlardır. Menşeviklerin ise, Ekim Devrimi arifesinde, sayıları yok denilecek kadar azdı. Her devrim karşı devrimini yaratır. Gerçekleşmesinde Menşeviklerinde desteği olan devrim, kendi karşı devrimini yaratmış ve nihayetinde bu da Menşeviklerin sonu olmuştur. 89 Devrimi sırasında, Fransız ‘Jironden’leri sol tarafın şimşeğini nasıl üstlerine çekmiş ve ardından yok olmuşlar ise Menşevikler de aynı sonu paylaşmıştır. Nihayetinde devrimler kendi evlatlarını yer. Ekim 1917’de Bolşevikler, uzun zamandır arzuladıkları şeye kavuşmuşlardır. Lenin’in zekâsı ve sabırlı davranışları sayesinde Geçici Hükümet’i lağvederek yeni hükümeti kurmada muvaffak olmuşlardır. Kurdukları bu sistem, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olarak anılacak ve altmış dokuz yıl boyunca varlığını sürdürecektir.
13
PEYDERPEY
Kaynakça KROPOTKİN, Pyotr, Rus Edebiyatında İdealler ve Gerçeklik, HECE Yayınları, İstanbul, Şubat 2018 LENİN, Vladimir İlyiç, İskra Yazıları, Agora Yayınları, İstanbul, 2013 LİEBMAN, Marcel, Rus Devrimi Bolşevik Zaferinin Kökenleri, Aşamaları ve Anlamı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, Mayıs 2017 SOMBART, Werner, Burjuva: Modern Ekonomi Dönemine ait İnsanın Ahlâki ve Entelektüel Tarihine Katkı, DOĞUBATI Yayınları, İstanbul, Mart 2008 WALİCKİ, Andrzej, Rus Düşünce Tarihi Aydınlanma’dan Marksizme, İletişim Yayınları, İstanbul, Haziran 2009 Журнал ‘Колокол’ Александр Герцен (Jurnal Kolokol, Herzen) Volnaya Rossiya Tipografiya, Haziran 1857 Стати Белинский ( Stati Belinskiy- Belinski Makaleleri ) Sovremennik Yazıları
14
İNCELEME
Mehmet Eren Arslan*
Var Olmanın Sancısını Çeken Adam: Jean Paul Sartre
Egzistansiyalizmin -temelleri Antik Yunan’a dayansa da- 19. yüzyılda ortaya çıktığını söylemek doğru olur. Öncüsü Kierkegaard’dır, ancak Nietzsche’yi de 19. asırda varoluş üzerine düşünenlerden saymamak olmaz. Edebiyatta ise egzistansiyalizmin öncüsü şüphesiz Jean Paul Sartre’dır. Kierkegaard fideizm yolundan gitmiş, dinin ve Tanrı’nın akıl ile açıklanamayacağını ancak duygularla -inanç ve iman ile diyebiliriz- açıklanacağını savunmuştur. Pierre Bayle ise fideizm ile ilgili şöyle demektedir: “Tanrı düşüncesini akılla bağdaştırmaya çalışmak boşunadır. Bunlar hiçbir zaman bağdaşamazlar. Öyleyse her birini kendi alanı içinde değerlendirmek gerekir. Gerçek erdem, aklın aldığına değil, aklın almadığına inanmaktır.”* Nietzsche, Kierkegaard gibi ne fideizm yoluna girmiş ne de Hegel gibi inanç ve aklı daha yüksek bir düzlemde uzlaştırmaya çalışmıştır. Aydınlanma düşüncesinin mantıksal sonuçlarını çıkartırken, Aydınlanmanın silahı olan aklı kullanmıştır.
olmaz, fakat aynı zamanda hiçbir şey, yani bir bilinç ve boşluk olarak var olur. Bilinci, her ne ya da kim olacaksa onu seçebilmesinin önkoşuludur. İnsanın kendisine yabancı bir dünyaya fırlatılmış bulunduğunu, onun kendisini nasıl oluşturursa, öyle olacağını; kendisinin belirleyeceğini öne süren ve dolayısıyla determinizme büyük bir güçle karşı çıkan varoluşçuluk, bireylerin mutlak bir irade özgürlüğüne sahip bulunduğunu, insanın özgürlüğe mahkûm olduğunu ve olduklarından tümüyle farklı biri olabileceklerini dile getirir. Bu tutum, Jean-Paul Sartre'ın askere giden bir gençten söz ettiği hikâyesinden çok kısa ve basit bir şekilde anlaşılabilir. Bu hikâyede, genç bir adam savaş zamanı askere çağrılır. Genç adamın hasta ve yatalak bir annesi vardır. Bu durumda adamın yapacağı seçim, o adamın özünden ve benliğinden önce gelecektir. Yani, genç adam anne sevgisiyle dolup taştığı için evde kalacak veya ülke sevgisiyle dolu olduğundan askere gidecek değildir. Genç adam, askere gitmeyi tercih ederse vatanperver olacaktır, annesi ile kalmayı tercih ederse de anne sevgisi ile dolu biri olacaktır. Yani, kişiliği öz değil eylemler ve özgür seçimler belirler. Varlığın özden önce gelmesi durumu da bundan ibarettir.
Varoluşçu felsefe, Platon ve Aristo’nun öne sürdüğünün tersine, özün varoluştan önce olduğunu değil de varoluşun özden önce geldiğini öne sürer; insanın önce var olduğunu, daha sonra kendisini tanımlayıp özünü yarattığını dile getirir. Descartes’ın meşhur “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözü, egzistansiyalistler tarafından tersine döndürülmüştür. Çünkü egzistansiyalizme göre insan düşündüğü için var olmaz; aksine, var olduğu için düşünebiliyordur. Yani, varoluşçuluğa göre, insanların insan varlıkları diye nitelenebilmeleri için, kendisine uymak durumunda oldukları sabit ve değişmez bir öz yoktur. İnsan bilinci, fiziki nesnelerin varlık tarzından bütünüyle farklı bir varlık tarzına sahiptir. O sadece bir şey olarak var
Varlıktan bu kadar söz ettikten sonra Hayyam’ın şu meşhur dizelerini düşünmemek mümkün değil: Ben olmayınca bu güller, bu serviler yok. Kızıl dudaklar, mis kokulu şaraplar yok. Sabahlar, akşamlar, sevinçler tasalar yok. Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok
* Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
15
İNCELEME
Türk Edebiyatında egzistansiyalist yazar olduğunu söylemek zor ancak Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ında egzistansiyalizmden etkilendiğini görebiliriz. Şiirde ise Turgut Uyar ile Maviciler için etkilenmiştir, desek yanlış olmaz sanırım. Dünya edebiyatında ise Albert Camus’nun “Yabancı”sı egzistansiyalizmin başyapıtlarındandır. Franz Kafka’nın Dava kitabında da egzistansiyalizm izlerini görebiliriz ancak egzistansiyalistlerin tabiri caizse babası Jean Paul Sartre’dır.
den evlenmesinden sonra da kendimi üvey babamın yanında hiçbir zaman evimde gibi hissetmedim. Çevremdekiler gereksinimlerimi veriyorlardı bana o kadar.” (Walter Biemel, 1984: s. 9) Sartre, küçük yaşlardayken anne tarafından büyükbabasının profesör olmasından etkilenir ve daha sekiz yaşındayken yazmaya başladığı söylenir. Bu istek çocukluğunda kalmamış ve kendi varoluşunun temellerini atmıştır. Bir buçuk yaşında babasını kaybeden Sartre ileride: ”Babam ben bir buçuk yaşımda iken ölme nezaketini göstererek, beni baba otoritesi yükünden kurtardı.” diyerek aile, toplum, ulus vs. gibi değerlere karşı isyanını dile getirmiştir.
Sartre’a göre insan kendisini oluşturmakla ve oluşturduğu “şey” ile yükümlüdür. Bu felsefenin getirisi, insanı eylemlerinden sorumlu tutmasıdır. Varoluşçuluk, Tanrı gibi ilahî bir aracıyı ortadan kaldırarak insanı kendi eyleminin sorumluluğu ile baş başa bırakır: “Gelgelelim, gerçekten de varoluş özden önce geliyorsa, insan ne olduğundan sorumludur öyleyse. İşte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu omuzuna yüklemektir.” (Sartre, Varoluşçuluk, sf. 65). İnsan, kendisini nasıl inşa etmişse öyledir. Her insan kendi hayatının hem yazarı, hem de başkahramanıdır. Bu öğreti ile birlikte, insan yaradılışçı anlamda bir “doğa”ya sığınarak, yaptığı hatalardan kendisini muaf tutamaz: “Korkak kendi kendini korkak yapar, kahraman ise kendi kendini kahraman. Korkak ya da kahraman olmak insanın elindedir” (Sartre, 1985: s. 83).
Jean Paul Sartre (1905-1980)
Standart koşullarda büyüyen çocuklar, çevrelerinden kendilerine gösterilen ilgiyi varlıklarının kabul edilmesi sayarlar. Sartre, çocukluk dönemini bir tür misafir gibi yaşadığı için kendini kabul ettirmek zorunda hissetmiş ve hayatının geri kalanında bu durum yakasını bırakmamıştır. Bunu şu sözlerinden anlıyoruz: “Hiçbir zaman mülkiyet duygum olmadı; hiçbir zaman herhangi bir şey gerçekten benim olmadı. Önceleri büyükanne ve büyükbabamla yaşadım; annemin yeni-
Sartre, insanlar seçim yaparken sadece kendini değil aynı zamanda bütün insanlığı seçmiş olur der. Ona göre, insanın kendisini seçmesi, bütün insanlığı seçmesi demektir. Bu yüzden biz olmak istediğimiz kimseyi yaratırken herkesin nasıl olması gerektiğini de belirlemiş oluruz. Çünkü ona göre tüm eylemlerimiz, insanlığı etkiler. Kendini seçen kişinin aynı zamanda bütün insanlığı seçmesi, onun sorumluluğunu da bir o kadar 16
İNCELEME
arttırmıştır. Dolayısıyla kişinin seçimleri, bütün insanlığı ilgilendirdiğinden, sorumluluğu, hem kendisine hem de tüm insanlığa karşıdır.
yerek, Moulins Papazı’yla bahse girişti. Papaz, bahsi kabul etti ve kaybetti. Rollebon, sabahın üçünde işe girişti, ihtiyar beşte günah çıkarttı ve yedide öldü. Papaz, ‘Tartışma sanatında ne kadar güçlüymüşsünüz! Bizi bile geçtiniz,’ dedi. Rollebon, ‘Onunla tartışmadım, cehennemden söz açıp içine korku saldım,’ diye karşılık verdi.”(Sarte, 2017: s. 35).
Sartre felsefesinde insan kendisini manasız bir varlık ve beyhude bir hayat karşısında bulur. Hiçbir sebebe dayandırılamayacağı için de gereksiz, fazla ve saçmadır. Bu durum ile karşı karşıya gelme, insanda bir irkilme ve tiksinme hali vücuda getirir. Sartre, buna “bulantı” adını vermektedir. İnsan, bir yandan varlığın bütün ağırlığını kendi omuzlarında hissetmekte diğer yandan da onun bir saçmalıktan ibaret olduğunu kavramaktadır. Sonuçta Sartre böyle saçma bir dünyayı yaratan bir Tanrı’nın var olmasının anlamsız olacağını belirtir. Bu bir varoluşsal sıkıntıdır insan için. Sartre’a göre bulantı, bir sürecin sonucunda ortaya çıkmaz. İnsanın varoluşunu algılamasıyla ortaya çıkar. İnsan bulantıyı hayatın her aşamasında yaşamaktadır. Sartre’a göre, bulantıyı insanların her biri aynı şekilde yaşamaz. Bu durum sorumlulukla aynı paraleldedir. İnsan sorumluluk yükünü yok sayamaz, ancak sorumluluklar görmezlikten gelinerek bulantı azaltılsa da bu durum görünüşten öteye gitmemekte ve yine bulantıya neden olmaktadır. Burada insan için bulantıyı hafifletmenin tek yolu faaliyete veya eyleme geçmektedir. Bu ise insanın önüne anlık bir bulantı yokluğu olarak çıkmakta ve yeni sorumluluklarla yeni sıkıntılar getirmektedir. Bu yüzden Sartre bulantı nedir sorusuna “İnsan bulantıdır.” diye cevap vermiştir. Yazıyı Sartre’ın “Bulantı”sından bir bölüm ile bitirmek niyetindeyim:
Kaynakça BIEMEL, Walter (1984), J.P. Sartre, İstanbul: Alan Yayınları SARTE, Jean Paul (1985), Varoluşçuluk, İstanbul: Say Yayınları SARTE, Jean Paul (2017), Bulantı, İstanbul: Can Yayınları * http://www.felsefe.gen.tr/felsefe_sozlugu/i/ inancilik_fideizm_nedir_ne_demektir.asp
“1787’de Moulins yakınlarında bir handa, filozofların etkisinde yetişmiş ve Diderot ile arkadaşlığı olan bir ihtiyar ölmek üzereydi. Yöredeki papazlar, ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı, ama çabaları boşa gitmişti. İhtiyar, dinin son gereklerinin yerine getirilmesini bir türlü kabul etmiyordu, çünkü tümtanrıcıydı. Hiçbir şeye inanmayan Bay de Rollebon da o yöredeydi. İhtiyarı iki saat içinde Hıristiyan dinine döndüreceğini söyle17
İNCELEME
Ayşen Ocaktan*
Şeyh Galip
dönemde Esad mahlasını kullanan kötü şairler ile şiirleri karıştırılınca, karışıklığı önlemek için Galip mahlasını kullanmaya başlamıştır. Hem Esad hem de Galip mahlasını kullanarak yazdığı şiirlerini bir araya getirip divanını tertip ettiğinde yirmi dört yaşındadır (1780). Divanından iki sene sonra da kendisine çok büyük bir şöhret kazandıran Hüsn ü Aşk isimli mesnevisini yazmıştır. Hüsn ü Aşk’ı altı ay gibi kısa bir sürede yazmıştır.
Hayatı 1171/1757 yılında Yenikapı Mevlevîhanesi yakınındaki bir evde dünyaya gelen Şeyh Galip’in asıl adı Mehmet Esad’dır. Mevlevî olan babasının adı Mustafa Reşit Efendi (ö.1216/1801), annesi ise Emine Hatun (ö.1209/1795)’dur. Abdülbaki Gölpınarlı, Şeyh Galip-Hayatı-Sanatı-Şiirleri isimli eserinde Mustafa Reşit Efendi’nin Mevlevî, şair ve bilgin bir zat olduğunu ifade eder. Hatta tarikatta epeyce ilerlemiş olduğu için, kendisine halifelik verilebileceğinden bahseder. Mustafa Reşit Efendi, oğlunun ölümünden iki yıl sonra vefat etmiştir. (Gölpınarlı, 1953: s.6)
Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk’ı bitirdikten sonra ailesine bile haber vermeden Konya’ya gitmiş ve Mevlana dergâhında çileye soyunmuştur. Babasının Galip’e dönmesi için yazdığı mektuba her ne kadar olumsuz cevap verse de anne ve babasının girişimleri sonucu İstanbul’a dönmüş ve çilesini Yenikapı Mevlevîhanesi’nde tamamlamıştır. Bu kararında Konya Çelebisi Seyyid Ebubekir Dede’nin de ikazları etkili olmuştur. Her ne olursa olsun anne ve babasını incitmemesi gerektiğini hatırlatan Çelebi Efendi, çileye akrabanın, eşin, dostun yanında devam etmenin daha makbul olacağını söyleyerek Şeyh Galip’i ikna etmiştir. Üç yıllık çile hayatından sonra bir gazelle sanat hayatına yeniden başlayan Şeyh Galip’in aynı zamanda ilmî çalışmaları da olmuştur.
Şeyh Galip’e Mehmet Esad ismi, Yenikapı Mevlevîhanesi şeyhi Kûçek Mehmet Dede tarafından konulmuştur. Şeyh, bir toplantı sırasında Mustafa Reşit Efendi’ye “Senin yakında bir oğlun olacak, adını Mehmet Esad koy.” (Ayvazoğlu, 1999: s.23) demiştir. Şeyh Galip’in ilk hocası babası olmuştur. Yetişmesinde devrin ileri gelenleri ile Galata Mevlevîhanesi şeyhlerinin büyük katkıları olmuştur. Farsça hocası Süleyman Neşet’in ise Şeyh Galip’in dünyasında ayrı bir yeri vardır. Süleyman Neşet aynı zamanda şairdir. Farsça’yı mükemmel derecede bilmekte ve öğretmektedir. Öğrencileri arasında şiire yeteneği olan öğrencilere mahlas verme âdeti olduğu için, Şeyh Galip’e Esad mahlasını vermiş hatta ona mahlasname armağan etmiştir. “Armağan ettiği mahlasnamede ise alnında soyluluğa dair işaretler gördüğü genç şairin feyz nurlarıyla güneşe benzediğini söylemiştir.” (Ayvazoğlu, 1999: 23)
1789 yılında Osmanlı tahtına geçen III.Selim hat sanatı ile meşgul olmuş ve İlhamî mahlası ile şiirler yazmıştır. O, aynı zamanda Türk müziğinin önemli bestekârlarından birisi olmuştur. On beş yeni makam bulan, neyzen, tanburî ve hanende olan şair, Osmanlı kültür ve sanatını korumuş ve desteklemiştir. . Mevlevî olan Sultan Selim ile Şeyh Galip arasında güçlü bir bağ oluşmuştur. Bu bağ, Şeyh Galip’in Galata Mevlevîhanesi’ne şeyh atanmasıyla başka bir safhaya geçmiştir. Sultan Selim, sık sık Galata Mevlevîhanesi’ne gitmiş ya da Şeyh Galip’i saraya çağırtmıştır.
Bir süre Esad mahlasını kullanan Galip, o *Mehmetçik Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
18
İNCELEME
Sultan Selim’in ihsanlarına mazhar olan Şeyh Galip’in divanında “Sultan Selim için on bir kaside, yirmi dört tarih, bir terci-i bend, bir şarkı, bir mesnevi ve altı beyit vardır. Sultan I. Abdülhamit için tek kaside bile yazmamış olması, Sultan Selim’e duyduğu saygı ve sevgide samimi olduğunu gösterir.” (Ayvazoğlu, 1999: s.67)
sinin de bundan hoşlanmadığı kaynakların verdikleri bilgiler arasındadır.
Sanatı Ve Edebî Kişiliği Şeyh Galip’e gelinceye kadar divan şiiri, dört yüz yılı geride bırakmış; Fuzulî, Bakî, Nef’î, Nabî, Nedim gibi çok değerli sanatçılar yetiştirmiştir. Divan şiiri, Nedim’den sonra eski gücünü kaybetmeye başlamış; Ragıp Paşa ile kısa bir canlılık yaşasa da sönmeye yüz tutmuştur. III. Ahmet zamanından itibaren gözler Batı’ya çevrilmiş ve şiirimizde bir yenilik aranmaya başlanmıştır. Sönmeye yüz tutan divan şiiri, Şeyh Galip’in dehası ve sanatıyla tekrar parlamış ve mükemmelliğe ulaşmıştır.
Galip’i, Sultan Selim’in annesi Mihrişah Sultan, kız kardeşleri Beyhan ve Hatice Sultanlar da takdir etmiştir. Hatta Galip ile Beyhan Sultan arasında âşıkâne bir münasebetin olduğu rivayet edilmektedir. Kayıtlarda ise Galip’in evli ve üç çocuğu olduğu görülmektedir.
Galip’in hayatında çok önemli bir yere sahip şahsiyetlerden biri de Esrar Dede’dir. Galip’in müridi olmuş ve aralarında güzel bir dostluk kurulmuştur. Arapça, Farsça’nın yanı sıra Latince, Yunanca ve İtalyanca bilen Esrar Dede, çok iyi bir eğitim almıştır. Şairlikte de çağdaşlarından aşağı kalmayan Esrar Dede’nin talihsizliği, mürşidi Şeyh Galip ile birlikte anılmak ve şairliklerinin kıyaslanması olmuştur.
Divan şiirinin son büyük şairi olan Şeyh Galip’te, edebiyatımızın bütün büyük şairlerini bulmak mümkündür. Fuzulî gibi duygulu ve hüzünlüdür. “Fuzulî’de olduğu gibi Galip’te de şiir dünyasının eksenini aşk oluşturur. Ancak o, hemen bütün şiirlerinde ilahi aşkı dile getirmektedir. Bazen de Nedim gibi coşkun ve neşelidir. Fikirlerinde Nabî kadar güçlü, Nailî gibi ince, nazik ve geniş hayallidir. Şiiri, Şevket’i okumaya başladıktan sonra olgunluğa erişmiş ve Galip’i Galip yapan gerçek kişiliğini kazanmıştır. 18. yüzyıl şiirini etkisi altına alan Hint üslubunun bütün özellikleri Galip’in şiirinde de görülür. Ancak, Galip her şeyden önce mutasavvıf bir şairdir.” ( Mengi, 1999: 223)
Bu arkadaşlık, ancak altı yıl sürmüştür. Şeyh Galip, önce annesi Emine Hatun’u (1209/1794) iki yıl sonra da Esrar Dede’yi kaybetmiştir. Arka arkaya gelen bu iki kayıp onu çok üzmüştür. Hassas bir yapıya sahip olan Galip, üst üste gelen üzüntüleri kaldıramamış ve Esrar Dede’nin ölümünden bir yıl sonra hastalanarak yatağa düşmüştür. Hastalığı konusunda kesin bilgi yoktur, fakat verem olduğuna dair rivayetler vardır. Galip’in hastalığı iki üç ay sürmüş ve 3 Ocak 1799 tarihinde kırk iki yaşında son nefesini vermiştir.
Şeyh Galip, 17. yüzyılda şiirimizde görülmeye başlayan Sebk-i Hindi şiir akımını benimsemiştir. Bu anlayışa göre, sözün şiirdeki öneminden ziyade anlam güzelliği, inceliği ve derinliği önem kazanmıştır. Anlam derinliğini yakalamak için hayali unsurlara ve abartılı bir anlatıma yer verilmiştir. Tasavvuf düşüncesiyle yoğrulan şiirlerde, üzüntü ve acı en önemli temalardır. Sebk-i Hindi şiir anlayışının tüm bu özelliklerini şiirine yansıtan, söyleyeceklerini hep semboller ve benzetmelerle anlatan Şeyh Galip’i anlamak güçtür. Fakat şiirleri
Şeyh Galip ile ilgili eserlerde, fiziksel özelliklerine dair bilgilere rastlanmamaktadır. Şakadan hoşlanan, esprili ve neşeli bir insan olduğu bazı belgelerde belirtilen özellikleridir. Yeteneği sayesinde sarayla ilişkileri en üst düzeye çıkan Galip’in, son yıllarda tevazuyu bıraktığı ve çevre19
İNCELEME
renkli, canlı ve güçlüdür.
Er-Risaletü’l-Behiyye fi Tarikati’l-Mevleviyye
Şeyh Galip, her ne kadar yabancı tamlamalara yer vermeyen bir Türkçe taraftarı olduğunu ifade etse de divan geleneğinden kurtulamayarak şiirlerinde ağır bir dil kullanmıştır. Benimsediği edebî akıma ek olarak kullandığı dil de onun şiirlerini anlamamızı zorlaştırmıştır.
Kaynakça Ayvazoğlu, Beşir, Kuğunun Son Şarkısı, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1999. Galip, Şeyh, Hüsn ü Aşk, (Nesre Çev.: Muhammet Nur Doğan), Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002.
Şeyh Galip, Mevlana’dan ilham almış, hem tarikatta hem de şiirde Mevlana onun pusulası olmuştur. Mesnevi’yi on bir kez okumuş ve mesneviden öğrendiklerini hem sanatına hem de müritlerine aktarmıştır.
Gölpınarlı, Abdülbaki, Şeyh Galib, Hayatı, Sanatı, Şiirleri, Varlık Yayınları, İstanbul, 1953. Mengi, Mine, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, Akçağ Yayınları, İstanbul, 2007
Şeyh Galip, Hüsn ü Aşk isimli eserinde şiir ve şair hakkındaki düşüncelerinden bahsetmiştir. Ona göre şiir, yüksek perdeden söylenen sanatlı ve renkli sözlerdir. O, avamın anlayacağı düşük sözler söylemektense, şiirden anlayan, sanat duyarlılığı gelişmiş insanların sevdiği, beğendiği bir beyit söylemeyi tercih ettiğini ifade etmiştir. (Galip, 2002: 61) Galip’e göre şair cesur olmalı, eskilerin o çok yürüdükleri yollardan geçmeyip sanat ve edebiyattan anlayanlara yepyeni ufuklar açmalıdır. Daha önce söylenmeyeni söylemeye çalışmak, şairliğinin en büyük gayesidir. Söyleyecek yeni söz kalmadı diyenlere hep itiraz etmiş ve şiirleri ile bu itirazındaki haklılığını göstermiştir. Şeyh Galip, divan şiirinin kendine has kalıpları ve kuralları içinde kendi sesini bulmuş; dönemine damgasını vurmuş ve benzerleri arasında ihtişamla fark edilmiştir. Şiirindeki o çok özel ses ve ahengin yanında felsefesiyle de öznelliğini ortaya koymuştur. Eserleri Divan Hüsn ü Aşk Şerh-i Cezire-i Mesnevi 20
Benim adım insanların hizasına yazılmıştır. Her gün yepyeni rüyalarla ödenebilen bir ceza bu. Keşke yağmuru çağıracak kadar güzel olmasaydım Ölüm ve acılar çatsaydı beni Düşüncem yapma çiçekler kadar gösterişli ve parlak Sözlerim ihanete varacak doğrulukta olsaydı. Anmaya gücüm yetseydi de konuşsaydım Diri-gergin kasları konuşsaydım “Kardeşler! ” deseydim “Kardeşlerim! ” “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan “Bakın yaklaşıyor yaklaşmakta olan, “Bakın yaklaşıyor...” Yazık, şairler kadar cesur değilim Çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan Gövdem kuduz yarasalarla birazcık yatışıyor. (…) İsmet Özel
21
İNCELEME
Mehmet Güngör*
Kazuo Ishiguro ve “Gömülü Dev” Üzerine
Kazuo Ishiguro
Gömülü Dev
Ishiguro, 8 Kasım 1954’te Nagazike’de doğmuştur. 1960 yılında, henüz altı yaşındayken ailesiyle birlikte İngiltere’ye göçmüş ve burada büyümüştür. Kent Üniversitesinden mezun olan Ishiguro, yaratıcı yazarlık üzerine yüksek lisans yapmış, 1982 yılında da İngiliz vatandaşlığına geçmiştir. Uzak Tepeler, Değişen Dünyada Bir Sanatçı, Günden Kalanlar, Avunamayanlar, Çocukluğumu Ararken, Beni Asla Bırakma, Gömülü Dev isimli romanları kaleme almıştır. Ayrıca öykü türünde de eser veren yazarın Noktürnler: Müziğe ve Geceye Dair Öyküler isimli eseri dilimize çevrilmiş durumdadır.
“Gömülü Dev”, ilk olarak 2015 yılında “The Buried Giant” ismiyle yayımlandı. Roman kısaca, oğullarını bulmak amacıyla köylerini terk ederek bir yolculuğa çıkan ihtiyar bir Briton çiftinin başından geçenleri konu ediniyor. Bu tek katmanlı hikâye, roman boyunca karşımıza çok katmanlı, türlerin ve farklı ontik alanların kesiştiği bir düzlem çıkarıyor ki bence romanı başarılı yapan da bu girift yapısı. Temel öyküye göre, eserin geçtiği coğrafyada yaşayan Britonlar ve Saksonlar barış içinde yaşıyorlar. Fakat bölge, bir tür lanetin etkisi altında; çünkü Kral Arthur döneminde bölgenin kontrolü için yapılan savaşlarda dökülen Sakson kanı ve katledilen masumlar sebebiyle toplumsal huzurun bozulmaması ve intikam duygusunun ortadan kalkması için büyücü Merlin tarafından bir ejderhaya büyü yapılıyor. Böylece ejderhanın nefesi, bu coğrafyada yaşayan herkesin anılarını silip süpürüyor, insanlar geçmişi hatırlayamaz hâle geliyor. Dahası insanlar günlük hayatın akışı içinde olup biten şeyleri dahi kısa zaman içinde unutuyorlar. Hayal meyal hatırladıkları oğullarını aramak için bir yolculuğa çıkan Briton çiftin yolu bir Sakson savaşçıyla, daha sonra da Kral Arthur’un meşhur şövalyelerinden Gawain’le (artık çok yaşlanmış bir hâldedir) kesişiyor. Hikâye boyunca başlarından pek çok şey geçen roman kişileri, nihayet ejderhanın öldürüldüğü noktada tekrar bir araya geliyorlar. Ejderha öldürüldükten sonra da romanda hikâyenin geçtiği memleket üzerindeki büyü kalkıyor.
Ishiguro, 2017 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü. Daha önce Yasunari Kavabata (1968) ve Kenzaburo Oe (1994) tarafından Japonya’ya götürülen ödül, üçüncü kere bir Japon’a verildi. Öte yandan Ishiguro’nun durumunda ödülün ne ölçüde bir Japon’a gittiği de ayrı bir tartışma konusu. Ishiguro hem İngiltere’de büyümüş ve eğitim almış birisi hem de eserlerini İngilizce yazmakta. Dahası, eserlerinde Doğu edebiyatlarının geleneksel üslubunu görmek de güç. Bu bakımdan onu “Britanyalı yazar” olarak tanımlayan yaygın bakışa katılmamak elde değil.
Burada karşımıza, başta da bahsettiğim gibi çeşitli çatışma alanları, daha doğrusu birbirinin zıddı gibi görünen şeylerin kesişim kümesi kabul edilebilecek gri alanlar çıkıyor. Bir kere romanın hem mekânı hem de zamanı bu şekilde
Kazuo Ishiguro *Mehmetçik Anadolu Lisesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
22
İNCELEME
kullandığı söyleyebiliriz. Hikâye Güney İngiltere’nin batısında, tarihsel Briton ülkesinde geçiyor. Roman boyunca karşımıza çıkan Sakson-Briton gerilimi, adaya yapılan Sakson göçleriyle ilgili imalar ve Kral Arthur’un zamanından hemen sonrasında geçen hikâyeler, bize romanda bahsi geçen zamanın 5. Yüzyıl sonu ile 6. Yüzyıl başı olduğunu düşündürüyor. Buna mukabil hikâyenin içindeki zaman bu kadar sade değil. Esasen roman kişileri, ejderhanın büyülü nefesi dolayısıyla her şeyi unutmaları yüzünden zamansız bir düzlemde yaşıyorlar adeta. Bu geçmiş yoksunluğu bir tür toplumsal amnezi yarattığı gibi aynı zamanda romanın başkişileri olan yaşlı Briton çift gibi kimi kişilerde de bir huzursuzluk yaratıyor. Gerçek tarihsel hadiselerle ilişkilendirerek tespit ettiğimiz kozmik zamana ek olarak romanın bize masalsı bir zamanı da sunduğunu söyleyebiliriz. Bu da bizi masalların “bir varmış, bir yokmuş” tarzı gerçeküstü zamanına götürüyor; çünkü roman, efsanevi kahramanlarla masalsı yaratıkların bir arada bulunduğu ve gerçek dünyanın hadiseleriyle (Sakson-Brtion savası ve İngiltere’ye Sakson göçü gibi) kesiştiği bir zamansal düzlem sunuyor. Aynı durumun mekân unsurunun kullanımında da karşımıza çıktığını düşünmek mümkün. Romanda geçen olaylar bugünkü İngiltere’nin güneybatısında geçse de burası bir yandan da yaratıklar, ejderhalar, yamyam devler, ifritler, cinler gibi pek çok doğaüstü yaratığın yaşadığı, büyülü yerlerin olduğu bir ülke.
adeta. Roman fantastik edebiyatın bir parçası olarak görülebileceği gibi aynı zamanda bir yol romanı ve dahası yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi bir tarihsel roman (konusunu tarihten alan roman) olarak da düşünülebilir. Burada romanın alternatif bir Don Kişot hikâyesi gibi okunabileceğine de kısaca değinmekte yarar var. Cervantes, o meşhur eserinde değişen koşullara ayak uyduramayan yaşlı bir şövalyenin trajikomik hikâyesini okuyucuyla buluştururken hem insanoğlunun yazgısını derin bir ironi ile ifade ediyor hem de modern romanın başlangıç noktasını imlemiş oluyordu. Esasen bu sebeple roman, çokları için çok çeşitli insanlık hâllerini “ironi” ile ele alan eser demektir. Gömülü Dev’de karşımıza çıkan Şövalye Gawain’in, roman boyunca “donkişotluk” şeklinde tabir edilebilecek bir tutum içinde olduğunu görüyoruz. Önce ejderhayı öldürmek göreviyle bölgede bulunduğu anlaşılıyor. Yaşlılığı, boyunun uzunluğu, naif duruşu ve yer yer yiğitliğe ve doğruluğa sempatisi sebebiyle geleneksel şövalye hikâyelerinden fırlamış gibi duruyor ve bu hâliyle modası geçmiş bir Don Kişot etkisi bırakıyor. İlerleyen sayfalarda görülüyor ki aslında Gawain’in görevi, Merlin tarafından yapılan büyünün (insanların her şeyi unutmasına sebep oluyordu) bozulmaması için ejderhayı korumak. Böylece onu, kendisi gibi ihtiyar, ölmek üzere olan bir ejderhayı koruma göreviyle buluyor okuyucu. “Ejderha” değişen, değişmek zorunda olan bir toplumsal düzenin sembolü olarak okunursa Gawain’in, okuyucunun karşısına yine “donkişotluk” yaparken çıkmış olduğu görülecektir. Nitekim bu imkânsız görev için genç bir Sakson savaşçının karşısına, sonucun ne olacağı herkesçe bilinmesine rağmen tereddütsüz çıkıyor ve burada öldürülüyor. Romanı alternatif bir Don Kişot okuması olarak düşünmemizin tek sebebi Gawain değil elbette. İhtiyar Briton çiftin naifliği, bir yolculuğa çıkışları, arayışları, kendilerini aşan güçlerle savaşları, neredeyse ulaşılması imkânsız hedefleri ve kaçınılmaz sonucu bir şekilde sezmelerine rağmen ısrarla direnmeleri ve naif bir ba-
Bu gerçek-gerçekçi kurmaca-efsane karışımının roman kişilerinde de karşımıza çıktığını söylemek mümkün. Romanda Kral Arthur, Büyücü Merlin, Şövalye Gawain gibi; burada sözünü ettiğimiz kurmacadan bağımsız olarak var olan efsanevi (bir bağlamda da gerçek dünyanın bir parçası) roman kişileri olduğu gibi, masalsı yaratıklar mevcut. Fakat bunlardan daha önemlisi roman bize tam anlamıyla gerçek bir toplumsal çatışma ve kırılma alanı da sunuyor: Sakson-Briton çatışması. Romanın tamamına yayılmış bu gri alan, eserin türünü tespit etmeyi de zorlaştırıyor 23
İNCELEME
kışla o sonucu aşmaya çalışmaları… Roman her bakımdan alternatif bir Don Kişot okuması ile değerlendirilebilir.
hususiyet, toplumsal hayatı da mümkün kılan en temel unsur. Çünkü toplum, çoğu zaman millî, dinî vb. bir araya getirici unsurlarla oluşan bir bütün ve bu unsurların hayatiyeti, hatırlama eylemine bağlı. Bu bakımdan toplumsal amnezi, bir toplumun başına gelebilecek en kötü şey. Hafızasını yitirmiş bir insan gibi, yeryüzünde ne ve kim olduğunu, misyonunu bilmeyen bir topluluğun hayatta kalması, neredeyse mümkün değil. Buraya kadar hafızanın, hatırlamanın üstlendiği olumlu toplumsal işlevlerden bahsetmeye çalıştım. Elbette hatırlamanın olumsuz kabul edilebilecek tarafları da var. Tek tek bireylerin hayatı, olumlu ve olumsuz pek çok şeyin toplamından ibaret ve yaşayakalmak hatalardan ders almak kadar onları bir anlamda unutabilmek ve yaşamaya devam etmekle de mümkün. Hatırlamak bir lütuf olduğu kadar bir lanet de. Tarih boyunca insanlar birbirlerine sayılamayacak kadar çok kötülük yaptılar. Bu, elbette toplumsal nefret alanları oluşturdu ve tarihsel düşmanlıklar yarattı. Hatırlama, bu bakımdan bir zehirli bal gibi görünüyor. Romanda altı çizilen Briton-Sakson düşmanlık alanı, bu bakımdan manidar. Bu satırları kaleme alan kişinin Nagazakili bir Japon oluşu da daha dikkat çekici olanı. Çağımız; Bosna’da, Japonya’da, Ruanda’da, Çin’de, Rusya’da sayıya gelmeyecek kadar kitlesel yok oluşa tanıklık etti. Bu yok oluşlar elbette masumları da içermekteydi. Katilleri hatırlamak, toplumsal kinlerin devamı anlamına da geliyor ve bir bakıma barışı da imkânsız hâle getiriyor. Gerek birey seviyesinde gerekse toplum seviyesinde bir kimlik inşasını mümkün kılan hatırlama, aynı işleviyle bir bakıma kimlik inşasının bir parçası olan ötekileri var etmeyi de mümkün kılıyor. Bu bağlamda hatırlama hem olumlu hem de olumsuz iki işlevi aynı anda üstleniyor ki var oluşumuzun sonsuz trajedisi bir bakıma burada da kendini göstermekte.
Şu hâlde buraya kadar tespit etmeye çalıştığım temel unsurları sıralayayım: Roman; gerçek, gerçekçi kurmaca ve efsanenin birleştiği bir zaman ve mekân düzlemi oluşturuyor. Aynı kesişim düzlemini efsanevi ve gerçekçi roman kişileri ile çeşitli doğaüstü yaratıklarda da görüyoruz. Öte yandan kurmaca olaylarla tarihsel hadiseler de (Sakson-Briton çatışması gibi) bahsi geçen düzlemde kesişiyor. Dahası eser, modern romanın başlangıcı olan bir başka esere açık göndermeler içerecek şekilde kurgulanıyor. Böylece kurmaca dünyanın iki yapıtı (aralarında asırlar olan ve farklı toplumsal ilişkileri anlatmak amacıyla kaleme alınan iki yapıtı) aynı düzlemde buluşuyor. Son olarak eser, fantastik romanın, yol romanının ve tarihsel romanın çeşitli özelliklerini bünyesinde topluyor. Açıkçası ben, yazarın bu gri kesişim alanlarını bir tesadüf eseri olarak romanda topladığını düşünmüyorum. Burada yazar tarafından bilinçli bir şekilde oluşturulmuş alanların buluşması söz konusu. Bunun hangi amaçla yapıldığına değinmek daha yerinde olacak.
Hafıza ve Unutuş Hafıza ve unutuş, yazarın özellikle altını çizmeye çalıştığı bir alan diye düşünüyorum. Çünkü bizi insan yapan temel hususiyetlerden biri de güçlü bir hatırlama yeteneği. Öte yandan bu yetenek, kimi sorunları da beraberinde getiriyor. Kimlik, hatırlamanın bir ürünü ve gelenekle doğrudan bağlantılı. Kuşaklar boyu birikin davranış örüntülerinin üst üste yığılarak oluşturduğu toplumsal kimlik, aynı zamanda kolektif bir hatırlama. Tek tek bireyler bu hatırlamanın birer taşıyıcısı ve uygulayıcısı olarak işlev görüyor. Hatırlama, kimi zaman kolektif bilinçaltı olarak isimlendirebileceğimiz bir şekilde bilinçsizce, kendiliğinden gerçekleşiyor. Kimi zaman da bilinçli olarak belirli bir davranış biçimi takip ediliyor. Bu temel
Açıkçası roman, insanoğlunun bu kaçınılmaz dramının altını; özellikle türlerin karnavallaştığı bir postmodern kurmaca düzleminde gerçekleştiriyor. Çok sesliliğe, kültürel barışa, toplumsal 24
İNCELEME
düşmanlık alanlarının bir anlamda unutulmasına yapılan olumlu vurgunun, roman tekniği açısından ancak postmodern kurmacayla biçimsel desteğini buluyor olması dikkat çekici. Postmodern kurmacanın, gerçek ile kurmaca arasındaki ontik alanı aşındırarak adına gerçek dediğimiz şeyin bizim zihinlerimizin dil aracılığıyla yapıp çattığı bir şey (kurmaca) olduğu iddiasını da unutmamak lazım. Dolayısıyla gerçek, gerçekçi kurmaca ve efsane kolaylıkla iç içe geçiyor eserde. Yine tarihsel kişi ve olaylarla kurmaca kişi ve olaylar da bahsini ettiğim karnavalın içinde yer buluyorlar kendilerine. Öte yandan romanı, başka edebî eserlerin (Don Kişot) ve türlerin karnavallaştığı bir yer olarak da okumak mümkün.
Kaynakça Ishiguro, Kazuo, Gömülü Dev, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2017 Parla, Jale, Don Kişot’tan Bugüne Roman, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008 https://www.wikiwand.com/tr/Kazuo_Ishiguro (Görülme tarihi: 21.10.2018)
Esasen bahsi geçen eser dolayısıyla Kazuo Ishiguro’ya Nobel Edebiyat Ödülü’nün verilmesine, bu çok kültürlülük ve çeşitlilik vurgusunun neden olduğunu söylemek yanlış olmaz.
25
ŞİİR
Hasibe Şimşek*
Tutsak Olanın Sessiz Bekleyişi
Yine yorgun bir akşam üstü Yine yalnızlığın suskun sesi Hüzün kaplamış her köşeyi Hiç bitmeyen rüzgarın uğultusu Bile susmuş Belli değil Nereden estiği Belli değil Nereden savrulduğu Gökyüzü sarmaş dolaş Kuşların kanatları bağlı Hepsinin özgürlüğü elinden alınmış, Sanki bir şehirde esir kalmışlar Olmuşlar artık bir esir şehrin mahkumu.
Kelimeler gökyüzüne zincirle bağlanmış Düğüm olmuşlar, bilmezler çözülmeyi. Ansızın bir avuç çığlık , Birazcık da fırtına gibi kopan yağmur damlaları Yavaş yavaş düşmeye başlayınca Bulutlardan teselli ister gibi Dolar göz pınarlarıma. Sonbaharda dökülen yapraklar gibi Ömürden mi düşüyorlar yoksa gönülden mi Bilinmez. Düşerler öylece Sonbaharda dökülen yapraklar gibi.
*Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi
26
DENEME
Zeynep Dilber*
Kime Bu İsyan?
Okuyacağımız onca kitap, dinleyeceğimiz onca şarkı, paylaşacağımız daha birçok şey varken saçma şeylere takılıp kalmamız, Tanrı’nın bize bu dünyada verdiği ceza mıydı yoksa sınavı mı bilmiyorum. Galiba insan acı çekmeksizin yaşamını devam ettiremiyor. Bir yerde her şey lazım, acı bile... Ama bazen şeytan denen o pis şey düşürüyor aklımıza ''Neden?'' sorusunu. Yanlış olduğunu, Tanrı’ya isyan olduğunu, affının olmadığını bile bile defalarca kez soruyoruz kendimize bu soruyu. “Neden mutsuzum?” veya “Neden mutlu olamıyorum?”
bilmeden soruyorduk aynı soruyu sesimiz kısılana, boğazımız patlayana kadar. Bilmemek değil de bilerek görmezden gelmek daha acınası bir durum değil midir? Biz ki düşünebilen, iradeye sahip ve doğruyu yanlışı ayırt edebilecek düzeyde yaratılmış, yeryüzüne gönderilen en muhteşem şeydik; insandık... Peki, kimeydi bu isyanlarımız, görmezden gelişlerimiz? Eserin sanatkâra isyanı gibi yersiz hatta hadsiz bir şeydi bizimki, fakat bilmiyorduk.
Belki de cevabı, gece olunca ortaya çıkan yıldızların ne zaman söneceğini bilmemiz kadar açıktı. Bizim yanıldığımız tek yer, sabırsızlıktı! Hiçbir mutluluk sabır olmaksızın gelmezdi ve biz sabretmek sınavında dersten kalmıştık. Bazen her şey rayına oturur gibi olur. İyi bir şey olmasından daha ziyade kötü şeyler olmamasıdır mühim olan. Bu sefer de tekdüzelikten yakınırız. Tam da o anda mutsuz olmamamız konusunda isyan ederiz de farkına varamayız. “Böyle de devam etmiyor ki hayat!” deriz kendi kendimize. Mutlu olsak bile bir şeyler eksik gelir. Hep bir şeyler yarım... Sanki bir şey bekliyorsun, sanki bir şeylerin yolunu gözlüyorsun gibi. Ama aslında kendini kandırıyorsun. Sen sana huzuru tattırandan istemiyorsun ki huzuru. Sen sana mutlu olma imkânı sunana, sana duyguları yaşayabilmek hazzını verene, sana acının bile bir gereksinim olduğunu hatırlatana ve her şeye rağmen seni yine “huzur”una kabul edecek olana gitmiyorsun ki mutluluğu bulasın... Her “Neden?” deyişimiz bir isyandı aslında. Ya bunu biliyor ve görmezden geliyor ya da *Mehmetçik Anadolu Lisesi 12. sınıf öğrencisi
27
ŞİİR
İbrahim Sadri Bolat*
Meczup
Beni tanımak mı istiyorsunuz? O halde gidin ona, Çünkü kalmadı bende Benden bir parça. Hayallerim, arzularım, Ve mutluluğum hatta Unuttum hepsini, Sadece bir hayal hatırımda.
*Mehmetçik Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi
28
TARİH
Özlem Başkan*
Sevr Barış Antlaşması
Sevr antlaşması 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğunun tasfiye edilmesi projesidir. Böyle bir plan İngiltere tarafından dünyanın merkezini ele geçirmek üzere hazırlanmıştır.
ele geçirilmesi gerekiyordu. Çanakkale savaşlarında bunu denemişler, ama başarılı olamamışlardır. Savaş sonrasında İngiltere dörtlü konfederasyon planını Fransa ve İtalya’nın desteği ile Osmanlı İmparatorluğu’na dayattı ve bu plan doğrultusunda Sevr Antlaşması’nı imzaladı. Osmanlı İmparatorluğu bu antlaşma ile ortadan kalkıyor, toprakları paylaşıldığı gibi nesi varsa hepsine el konuluyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal ve askeri güç olarak ortadan kaldırılması planı başarıya ulaşmış oluyordu. Sevr sonrasında bölgeye giren İngiliz, Fransız ve İtalyan emperyalistleri Türklerin anayurdunu paylaşmak istiyordu. Bu antlaşma onlara istedikleri yerleri işgal etme hakkını veriyordu. Batılı emperyalistler Türk toprakları üzerinde kendilerine bağlı sömürge yönetimleri ve manda idareleri oluşturmak için girişimlerde bulunuyorlardı. Ayrıca Anadolu’nun batısını Rumlara, doğusunu da Ermenilere vererek bu yarımadayı yeni bir Bizans yapılanması içine çekmek istiyorlar ve bu doğrultuda hem Ermeni, hem de Rumlara yardım yapıyorlardı. Böylece gayrimüslim bir siyasal yapılanma Osmanlı sonrası dönemde bölgenin geleceği için hazırlanıyordu. Ermeniler ve Rumlar Anadolu’yu paylaşmaya başlıyor, Yahudiler gelecekte Büyük İsrail Devletini dünyanın merkezine kuracak yapılanmanın ön koşullarını hazırlıyorlardı.
Sevr, Fransa’nın Paris yakınlarında bir kasabanın adıdır. Bu kasabada Osmanlı İmparatorluğu’nun idam fermanı hazırlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun Sevr’i imzalamasıyla beraber bir dönem kapanmış, dünyanın merkezi coğrafyasına 600 yıl egemen olan büyük Türk imparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden silinmiştir. Osmanlı topraklarında bir adaletsizlik durumu ortaya çıkmış, bu durumdan yararlanmak isteyen I. Dünya Savaşı’nın galipleri Osmanlı İmparatorluğu’nu işgal etmişlerdir. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ve Sevr Paylaşımı ile birlikte Osmanlı Devleti’ni parçalamak ve yok etmek için bilinen toplam 107 plan, proje ve antlaşma yapılmıştır. 19.yy ortalarında Osmanlı hasta adam konumuna düşünce, İngiliz Başbakan Benjamin Disraeli, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini alacak bir siyasi plan hazırlamıştır. Bu plana göre Balkanlarda Balkan Fedarasyonu, Kafkaslarda Kafkas Fedarasyonu, Orta Doğu’da Orta Doğu Fedarasyonu ve Anadolu’da bir Anadolu Federasyonu kurulacak ve daha sonra bunlar bölgenin başkenti İstanbul’a bağlanarak bir dörtlü konfederasyon oluşturulacaktı. Balkan bölgesinde başlayan küçük devletlere bölünme süreci Balkanizasyon olarak Balkanlardan Anadolu’ya ve Kafkasya’ya taşınacak, daha sonraları da Orta Doğu’da etnik grupları hedef alan eyalet devletçikleri oluşturarak İstanbul’a bağlanmaları ile plan tamamlanacaktı. Bunun gerçekleşebilmesi için başkent İstanbul’un
Mondros Ateşkes Antlaşmasından sonra Türk halkı mücadeleyi başlatarak başarıya ulaşacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Sevr Antlaşması’nın yırtılarak çöpe atılmasını sağlayan ulusal kurtuluş savaşının bir sonucudur. Sevr’in reddidir. Türkler Sevr’e karşı çıkarak var olmuşlardır.
* Mehmetçik Anadolu Lisesi Tarih öğretmeni
29
TARİH
Paşa bu onaylı metni, bazı değişiklikler yaptıktan sonra Barış Konferansına sundu. Bu muhtırada inandırıcı deliller ve özellikle Doğu Trakya’ya dair doyurucu bilgiler vardı. Bunlara dayanılarak San Remo kararlarının değiştirilmesi veya hafifletilmesi isteniyordu. Fakat müttefikler Osmanlı İmparatorluğu hakkındaki düşüncelerini değiştirme niyetinde değillerdi. Bu sebeple ve Yunanlıların 22 Haziran taarruzu ile kazandıkları kolay zaferlerin sarhoşluğu içinde, Türklerin bu defaki isteklerini de 7 Temmuz 1920 Spa Konferansı’nda reddettiler. Gerçekten onlar, verdikleri cevapta, savaşın 2 yıl uzamasına İtilaf devletlerinin milyonlarca insan ile “yüzlerce milyarlık zarara uğramasına” Osmanlıların sebep olduğunu, kararların “Trakya ve İzmir’in Osmanlı hâkimiyetinden ayrılması ile ilgili maddelerinde hiçbir değişiklik” yapılmayacağı, esasen buralarda Türklerin azınlıkta bulunduğunu söylüyor ve barışı imzalamak veya reddetmek üzere 27 Temmuz 1920 akşamına kadar zaman tanıyorlardı.
Sevr Antlaşmasının İmzasına Doğru Sevr paylaşımın hazırlanması ve imzalanması aşağıdaki ülkelerin delegeleri tarafından ruhsatnameleri birbirlerine vermeleri ile kesinleşmiştir. Delegeler: Britanya Kralı, Kanada Dominyonu, Avusturya, Yeni Zelanda, Birleşik Güney Afrika, Hindistan, Fransa Cumhurbaşkanı, İtalya Kralı, Japonya İmparatoru, Ermenistan Cumhurbaşkanı, Portekiz Cumhurbaşkanı, Romanya Kralı, Sırp-Hırvat-Sloven Kralı, Çekoslovakya Cumhurbaşkanıdır. Bu delegelerin hazırlamış olduğu paylaşım projesini imzalamak ise Osmanlı delegelerine kalmıştı. Osmanlı barış heyeti başkanı Tevfik Paşa San Remo kararlarını İstanbul’a bildiren telgrafında bu kararların “istiklal ve hatta devlet mefhumları ile kabil-i te’lif” olmadıklarını da belirtmiş, ayrıca kendileri tarafından hazırlanan ve İtilaf Devletlerine verilecek olan cevabı da Reşit Bey ve Cemil Paşa ile İstanbul’a göndermiştir. Damat Ferit Paşa da 26 Mayıs‘ta İngiliz Yüksek Komiseri’ni ziyaret ederek barış şartlarının çok ağır olduğunu, antlaşmanın bu haliyle imza edilirse hükümetin ve padişahın çok güç durumda kalacağını belirtmiş ve barış şartlarının yumuşatılmasını istemiştir. Padişahın da aynı husus için İtilaf Devletleri başkanlarına mesajlar göndereceğini de söylemiştir. Ayrıca Damat Ferit Paşa Paris’e gönderilmiş olan delegeler “Devletin hukukunu muhafazaya kadir değilmiş ve kendi bulunursa temin -i maksad muhakkak imiş gibi” kendisini de delege tayin ettirmiş ve 12 Haziran’da İstanbul’dan ayrılarak 19 Haziran’da Paris’e varmıştı
Saltanat Şurası İtilaf Devletleri tarafından Spa Konferansı kararlarının “Ultimatomu andıran bir kesinlikle” kabulünün istenmesi karşısında TBMM 18 Temmuz 1920’de yaptığı gizli bir toplantıda, ”Misak-ı Milli sınırları içindeki milleti ve vatanı kurtarmak için” and içti. Buna karşılık Osmanlı hükümeti “20 Temmuz‘da antlaşmanın imza edilmesini tavsiyeye karar verdi.” Öte yandan padişah antlaşmanın maddelerini görüşmek üzere 22 Temmuz 1920’de Yıldız Sarayında Saltanat Şurası’nı topladı. Saltanat şurasında antlaşma şartları kabul edildiği takdirde Osmanlı Devleti İstanbul dâhil belirli sınırlar içinde devam edecek; ancak Ermeni, Rus, Romanya, Bulgaristan ve Yunan Devletleri arasında varlığını korumak zorunda kalacaktı. Şartlar reddedilirse Anadolu’da yapılmakta olan savaş genişleyecek, İtilaf devletleri idareyi ele alacak ve Türkiye toprakları tamamıyla taksim e-
Diğer taraftan barış konferansına verilmek üzere, Paris’teki Türk delegeleri tarafından hazırlanmış, Cemal Paşa ve Reşit Bey ile İstanbul’a gönderilmiş metin “Meclis-i Vükelâda tetkik ve padişah tarafından tastik” olunduktan sonra yine onlarla geri çevrilmişti. Fakat Damat Ferit 30
TARİH
dilecekti. Bu sebeple Osmanlı Devletinin yok olmasını önlemek üzere, müttefiklerin tekliflerini kabul etmek zorunluluğu vardı. Ancak aşağıdaki istekler bir defa daha barış meclisini insafına sunulmalı idi:
ayağa kalkmak suretiyle kabul etmiştir.” denmektedir. Saray Başmabeyncisi Lütfi Simavi'ye göre ise Vahdettin açılış nutkunu okuduktan sonra başkanlığı Damat Ferit Paşa’ya bırakarak salonda durmamış, çıkıp gitmiştir. Son Sadrazam Tevfik Paşa’nın oğlu İsmail Hakkı Okday'ın anlatımı ise şöyledir:
1. Istranca-Çatalca hattının Midye-Enez’e kadar ircaı 2. Tarafsız bölgenin Marmara kıyılarından kaldırılarak Boğazlara hasrı 3. İzmir’in serbest şehir olarak hususi ve muhtar bir teşkilatla idaresi 4. Halifenin siyasi ahidnamede mevki olamayacağının tekrar ifadesi 5. İzmir ve Trakya hakkındaki teklif kabul edilmezse, buraların idaresinin milletlerarası mahiyeti haiz olacak Boğazlar Komisyonuna tevdii.
“Nihayet Sevr’i kabul edenler ayağa kalksın denildi. Damat Ferid Paşa bu sırada Padişah’ın salonu terk etmesi için işaret verdi. Vahdettin dışarı çıktı, yandaki odaya geçti. Padişah ayağa kalkınca da salondakiler Hünkâra bir saygı eseri olarak ayağa kalktılar. Kendisini bu suretle selamladılar. Öyle ki, bu ayağa kalkışın Sevr’in kabulü anlamına mı geldiği, yoksa Padişah’a hürmeten kıyam mı edilmiş olduğu açık olarak belirmedi. Hatta Ayandan Topçu Feriki Rıza Paşa, ‘Biz Padişaha hürmeten ayağa kalktık, Sevr’i kabul ettiğimizden değil.’ diye haykırarak Damat Ferid’in oyununu açıkça protesto dahi etti.”
Bu son tekliflerde kabul olunmazsa müttefik devletlerin yapmış oldukları tekliflerin aynen kabulü gerekirdi. Hükümetin yazısından sonra Paris’teki delege Reşid Bey’den gelmiş olan iki telgraf okundu. Telgrafın birinde Spa Konferansı kararlarını, diğer telgrafta bu kararlar kabul edilmediği takdirde İstanbul’un Türklerden alınacağını bildiriyordu. Yapılan konuşmalardan sonra padişah antlaşmanın imza edilmesini isteyenlerin ayağa kalkmasını istemiş; Ayandan Topçu Feriki Rıza Paşa hariç ayağa kalkmışlardı. Böyle yapmakla onlar hükümetin tavsiyesine uymuş, fakat yüzyıllarca şanla, şerefle yaşamış olan büyük bir imparatorluğun yıkılması kararını mühürlemiş oldular. Hadi Paşa ile Rıza Tevfik Bey bir Fransız gemisi ile yola çıktı. 1 Ağustos 1920‘de Hadi Paşa antlaşmanın daha önce belirlenen maddelerinin hafifletilmesini istemiş, fakat kabul edilmemiştir. Paris’te Sevr Müessese-i Sınaiyyesi dairesinde 10 Ağustos 1920 Salı günü saat 16.00’da Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşad Halis Beyler tarafından imza edildi.
Kimi tarihçiler bu olayı, şurada oy hakkı olmayan padişahın oylama yapılması çağrısı yapılınca dışarı çıkması, fakat Damat Ferit'in olayı oldubittiye getirmesi olarak yorumlamaktadır. Kimileri toplantının Sevr’i onaylatmak üzere taraflı bir tarzda yürütülmesini protesto mahiyetinde, belki de biraz öfkeli bir şekilde ayağa kalktığını ve çıkıp yan odaya geçtiğini iddia etmektedir. Kimi tarihçiler ise bunun, padişah ile Damat Ferit Paşa'nın antlaşmayı kabul ettirebilmek için birlikte hazırladıkları bir plan olduğunu iddia etmektedirler. Sevr antlaşmasına göre Osmanlı İmparatorluğu parçalanıyor ve Türk milleti de yaşama hakkından yoksun bırakılıyordu. Sevr antlaşmasının Osmanlı İmparatorluğu tarafından imzası Anadolu’da Milli Mücadele azmini kuvvetlendirmiş o günlerde Mustafa Kemal Paşa’nın ifade ettiği üzere “İdamımıza hükmeden düşmanlarımıza karşı daha azimkârane ve daha kuvvetli mukavemet çareleri düşünmek” gerekmiştir.
Saltanat Şurası'nda yaşananlar ise günümüzde hala tartışılmaktadır. Nutuk'ta bu toplantıda Vahdettin'le ilgili “Sevr muahedesini bizzat 31
TARİH
Kürdistan: Kürdistan; sınırı Fırat’ın doğusunda gelecekte tespit edilecek Ermenistan’ın güney sınırının güneyi ile Türkiye’yi, Suriye ve Irak’tan ayıran sınır çizgisinin kuzeyinde bulunan Kürt unsurunun sayı olarak fazla bulunduğu bölge olarak belirlenecek ve bu antlaşmanın yürürlüğe konulmasından itibaren altı ay içinde İstanbul’da toplanıp İngiltere, Fransa ve İtalya tarafından oluşacak komisyon tarafından tespit edilecektir.
Antlaşma Maddeleri Sevr Antlaşması ile Osmanlı imparatorluğu parçalanmakla kalmamıştır. Ayrıca adli, idari ve ekonomik bağımsızlığı da tamamen elinden alınmıştır. Sevr sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması değildir. Soy ve millet olarak da Türkiye’nin varlığının yok edilmesi, dağıtılması anlamını taşımaktadır.
Bu antlaşmanın yürürlüğe konuluşundan bir yıl sonra 62. maddede belirtilen bölgelerdeki Kürtler, bu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti ve Konseyine başvururlarsa ve Konsey de nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse, Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerinde bulunan bütün haklarından ve sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir.
Boğazlar: Boğazlardan gemilerin serbestçe sefer yapması, savaş ve barış zamanlarında bütün ticari, savaş gemilerine, askeri ve ticari uçaklara açık bulunacağı hükme edilmiştir. Boğazların yönetimi Yunanlılar ve Osmanlı Devletine bırakılmıştır. Bu devletlerin belirleyeceği komisyonda ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya ve Rusya temsilcilikleri 2 oya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan temsilcilikleri 1 oya sahip olacaktı. Boğazlar Osmanlı Devleti’nin elinden çıktığı gibi, Boğazları yönetecek komisyonda Osmanlı Devleti’ne söz hakkı verilmemiştir.
Bu vazgeçmenin ayrıntıları başlıca müttefik devletlerle Türkiye arasında yapılacak özel bir sözleşmeye konu olacaktır.
Boğazlar komisyonu antlaşmanın kendisine verdiği yetkiyi yerli hükümetten bağımsız olarak kullanacak ve kendine ait bir bütçesi ve teşkilatı olacaktır. Komisyon kendisine verdiği görevleri yapmayı kolaylaştırmak için gerek görülecek özel zabıta heyeti kurma yetkisine sahip olacaktı. Komisyonun yetki alanı içinde gemilerden veya bu gemilerin yüklerinden gerek Osmanlı Hükümeti tarafından ve uluslararası kuruluşlar veya özel şirketler tarafından alınmakta olan gümrük vergileri dayanakları ve bugün mevcut bulunan haklar, komisyona devredilecektir. Komisyonun kendisine verilen görevleri iyi bir şekilde yapabilmesi için gerekli göreceği bütün arazi ve binaları satın alması kolaylaştırılmıştır.
Mondros Mütarekesi ile gündeme Ermeni sorunu getirilmiş, Sevr antlaşması ile gündeme Kürt sorunu ilave edilmiştir.
Boğazlarla ilgili devletlerarası çıkacak antlaşmazlıklar komisyona havale olunacaktır. Komisyonun kararı kabul olunmazsa Cemiyet-i Akvam tarafından çözülecektir.
Sevr Antlaşmasını imzalayan Osmanlı heyeti (soldan sağa, Rıza Tevfik, Damat Ferid Paşa, Hadi Paşa ve Reşid Halis). 32
TARİH
Ermenistan: Osmanlı Devleti'nin savaştan yenik çıkmasıyla imzalanan Sevr Antlaşması, Ermenileri bir kez daha umutlandırmıştır. Bu antlaşmada Ermenistan'ın özgür ve bağımsız bir devlet olarak tanınması öngörülmekte, sınırın tespiti ise ABD Cumhurbaşkanı Wilson'ın takdirine bırakılmaktadır.
ayrı ve bağımsız olmasına karar vermiştir. Ermeni delegeleri, "ocak" kararına karşı çıkmışlar; bağımsız, birleşik ve bütün bir Ermenistan kurulması amacını savunmuşlardır. 1922 yılında Paris'te toplanan İngiltere, Fransa ve İtalya dışişleri bakanları, 1921 yılı Mart ayında Londra'da toplanan konferansta kurulmasına karar verilen Ermeni yurdunu konuşmuşlardır. Milletler Cemiyeti'nin de bu konudaki kararına uyulacaktır. Ancak bu tarihten önce, 16 Mart 1921'de Moskova Antlaşması; sonra da Kafkas Cumhuriyetleriyle Türkler arasında 13 Ekim 1921'de Kars Antlaşması; Fransızlarla da 20 Ekim 1921'de Ankara Antlaşması yapılmıştır. Kilikya'nın Türklere verileceği anlaşılmaktadır. Lord Curzon, Nisan 1921'de Lordlar Kamarası’nda; "Kilikya'da çoğunluk İslamlarda ve Türklerde olduğundan, Kilikya'nın Türklere terk edilebileceğini" söylemiştir. Bu durum Kilikya'daki azınlıklar adına Paris Barış Konferansı'nda protesto edilmiştir.
1920 yılı sonlarında Doğu Anadolu Cephesi'ndeki Türk ileri harekâtının başarılı sonuçlara ulaşması üzerine Milletler Cemiyeti İngiliz Temsilcisi Lord Robert Cecil, Ermenilerin durumunu düzeltmek ve Ermenilerden geriye kalanları sözde karşılaşacakları tehlikeden kurtarmak amacıyla gereken önlemleri almak ve Türkiye'de zaman ve şahıslara göre değişmeyen bir durumu yaratmak için öneri vermiş; Genel Kurul da toplantıya çağrılmıştır. Bu toplantıda, ilgili hükümetlerle anlaşarak Ermeni sorununa acele bir çözüm bulmak ve Ermenilerle Türkler arasındaki çatışmayı sona erdirmek için bir devletin görevlendirilmesi ve bu konuda bir rapor hazırlanması amacıyla bir komisyon kurulması kararı verilmiştir. 27 Şubat 1921'de Londra'da bir konferans toplandı. Bu konferansta Ermeni delegelerinden Boghos Nubar ve Aharunyan da dinlenmiştir. Her iki Ermeni delegesi de, Sevr Antlaşması'nın yürürlükte kalması için direnmişler ve bunun için pek çok neden göstermişlerdir. Ermeni delegeleri, Kilikya için özerklik istemişlerdir. Fransız delegesi, Kilikya'daki durumun değiştirmenin güç olacağını, ancak Fransız Hükümetinin buradaki azınlıklara önem vereceğini söylemiştir. Konferansın önemli sonuçlarından biri Türkiye topraklarında "bağımsız bir Ermenistan" kurulması yerine, Ermeniler için Doğu Anadolu'da bir "ocak kurulması" kararının çıkmasıdır. Londra Konferansı'nda, Sevr Antlaşması'ndaki hür ve bağımsız bir Ermeni devleti yerine, ortaya ne olduğu belirsiz bir "ocak" sözcüğü çıkmıştır. Bu değişik sözcük, Türklerin yönetimi altındaki Ermenilere özerklik sağlamak amacıyla Amerikalı misyonerler tarafından bir uzlaşma şekli olarak ortaya atılmıştır. Milletler Cemiyeti, 21 Eylül 1921'de bu ocağın Türkiye'den
26 Mart 1922'de İngiltere, Fransa ve İtalya Dışişleri Bakanları, Paris'te bir toplantı yaptılar. Sevr Antlaşması'nın Ermenilere tanıdığı haklar kalkmış ve bağımsız bir Ermenistan yerine ilk defa Londra Konferansı'nda milli bir Ermeni yurdu teşkili projesi ortaya atılmıştır. İngiltere, bu milli yurdun (ocak) Kilikya'da, Fransızlara göre de Doğu Anadolu'da kurulmasını önermiştir. Bu toplantıdan da özetle şu karar çıkmıştır: “Ermenilerin durumu, bunların karşı karşıya kaldıkları müthiş felaketler ve müttefik devletlere karşı savaşta yaptıkları yardımlar dolayısıyla göz önünde tutulmalıdır. Bu nedenle Ermenilerin korunması ve durumlarına bir çare bulunması için milli bir ocak kurulması amacıyla Milletler Cemiyeti'nin yardım etmesi rica olunur.” Böylece Paris'te toplanan Müttefik Devletler Dışişleri Bakanları, Sevr Barış Antlaşması ve Londra Konferansı isteklerinden ayrılarak işi en sonunda Milletler Cemiyeti'ne aktarmışlardır. 33
TARİH
İzmir: I. Dünya Savaşı esnasında yapılan gizli antlaşmalarla İzmir ve çevresi Yunanlılara bırakılmış olmasına rağmen, İngilizlerin oyunuyla Yunanlılara verilmiş ve Yunanlılar 15 Mayıs 1919‘da İzmir’i işgal etmişlerdir. Sevr antlaşmasında İzmir ve çevresi Yunanistan’a verilmektedir.
lerde İngiltere elçilik ve konsolosluklarının himayesinde olacaktır. Türkiye Süveyş Kanalı üzerindeki haklarından da İngiltere lehine vazgeçmiştir. Mısır’da Osmanlı İmparatorluğu’na ait mallar bedelsiz olarak Mısır hükümetine bırakılmıştır. Mısır’dan alınan vergilerden de feragat edilmiştir.
İzmir Osmanlı hâkimiyetinde kalacaktır fakat Türkiye İzmir üzerindeki hakkının uygulamasını Yunanistan’a devredecektir. Yunanlılar bölgede asayişi sağlamak için gerekli askeri kuvvet bulundurabilecektir, gümrük hattı oluşturabilecek, yerel bir parlamento meydana getirebileceklerdi. Yerel parlamento İzmir ve çevresinin kesin bir şekilde Yunanistan’a ilhakını Cemiyet-i Akvam Meclisinden isteyebilecektir. İzmir ve çevresi başka bir devletin toprağı haline getirilmiştir.
Sudan: İngiltere ve Mısır hükümeti arasında 19 Ocak 1889 tarihinde imzalanan antlaşma tahsis edilmiştir. Sudan Osmanlı yönetiminden çıkarılarak İngiltere’nin himayesine verilmiştir. Kıbrıs: Antlaşma devletleri Kıbrıs’ın İngilizler tarafından ilhakını kabul etmişlerdir.
Fas ve Tunus: Türkiye Fas ve Tunus’un Fransa himayesinde olduğunu kabul etmiştir. Bingazi’deki haklarından vazgeçmiştir.
Yunanistan: Bulgaristan’a tahsis edilmiş olan hudut saklı kalmak üzere Türkiye’deki eski Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa kıtasında ve bu antlaşma ile tespit edilen Osmanlı sınırlarının ötesinde bulunan arazisi üzerindeki bütün haklarını Yunanistan’a devretmiştir. Foça’daki tuzlaların tüketimini düzenleme, vergilerini alma hakkı Yunanistan’a devredilmiştir.
Türkiye Ege denizi ve Ege adalarındaki haklarını İtalya’ya bırakmıştır. Uyrukluk: Antlaşma gereğince Türkiye’den ayrılan arazide oturan Osmanlı tebaası yerel kanunların şartlarına uygun olarak o arazinin kendisine geçen hükümet tabiiyetini kazanacaktır.
Suriye, Irak, Filistin: Bu devletler kendilerini yönetebilecek hale gelene kadar başka bir devletin himayesinde kalacaklardır.
Silahlı Kuvvetler: Antlaşmaya göre Türkiye’nin bulundurabileceği silahlı güç; padişaha ait özel birlikler, ülke dâhilinde asayişi sürdürecek jandarma birliklerinden oluşacaktı. Padişaha hizmet eden birliklerin sayısı 700’ü geçmeyecekti. Ülke genelindeki asker sayısı da 50.000’i geçmeyecekti. Osmanlı silahlı kuvvetleri gelecekte ancak gönüllü askerlerden oluşacaktı. Bu maddeler ile Osmanlı Devletinin savunma gücü yok edilmeye çalışılmıştır.
Filistin idaresinin müttefik devletler tarafından tespit edilecek sınır dâhilinde seçilecek bir mandatere bırakılması hususunda anlaşmışlardır. Musevilerin yararlandıkları hukuki ve siyasi durumlarını ihlal edebilecek hiç bir şey yapılmayacaktı. Böylece Yahudiler güvence altına alınmıştır. Hicaz: Türkiye Hicaz’ı bağımsız bir devlet olarak tanımıştır. Hicaz sultanı hac görevinin sorunsuz şekilde yerine getirilmesini sağlayacaktır.
Mezarlıklar: Osmanlı hükümetine ait arazi üzerinde vefat eden İtilaf Devletlerine ait askerlerin mezarlarının bulunduğu arazinin mülkü İtilaf Devletlerine bırakılmıştır. Dolayısıyla Osmanlı Devleti için ayrı bir toprak işgali anlamına geliyor-
Mısır: Türkiye Mısır üzerindeki bütün haklarından vazgeçmiştir. Mısır tebaası yabancı ülke34
TARİH
du.
rinden üstün sayılmıştır.
Azınlıkların Himayesi: Türkiye bütün halkına doğum, milliyet, ırk, din farkı gözetmeksizin himaye sağlayacaktır.
Savaş esirleri serbest bırakılacaktır. Masrafları Osmanlı devleti tarafından karşılanacaktır. Fransızca, İngilizce ve İtalyanca kaleme alınmış olan bu antlaşma onaylanacaktır. Anlaşmazlık ortaya çıktığında (Fransızca ve İngilizce metinlerin eşit sayıldığı birinci bölüm ve on ikinci bölüm dışarıda kalmak üzere) Fransızca metin geçerli olacaktır.
1 Kasım 1914’ten sonra Müslüman olanların zorla İslamiyet’i tercih ettiği belirtilerek; bu tarihten önce Müslüman olmayanların haklarının aynen devamı istenmiştir. Türkiye azınlıkların kendi istekleri ile göçleri ile ilgili olarak müttefik devletlerinin uygun göreceği hükümleri kabul etmiştir. Ülkeyi terk etmiş olanların mallarını almalarına Türkiye yardımcı olacaktır.
Kaynakça 1. İbrahim Sadi Öztürk, Sevr Antlaşması, Fark Yayınları, Ankara, 2007. 2. Ömer Budak, Sevr paylaşımı, Bilge Yayınevi, Ankara, 2002. 3. Selahattin Tansel Mondros’tan Mudanya’ya Kadar Cilt 3.,MEB Yayınları, İstanbul, 1999. 4. Turgut Özbay. Lozan Sevr Karar Ver, Tanı yayınları, Ankara, 2005. 5. Hamza Eroğlu, Türk İnkılâp Tarihi, Savaş Yayınları, İstanbul, 2010
Osmanlı tebaasının hepsi kanun önünde eşit olacaktır. Başka bir dille konuşan Osmanlı tebaasına kolaylık gösterilecektir. Osmanlı Devleti yabancı okullardan verilen diplomaları geçerliliğini kabul etmiştir. Adalet sisteminde yapılacak değişiklikler azınlıkları içine almak şartıyla antlaşma hükümle-
Saltanat Şurası'nda Sevr'e onay vermeyen Topçu Feriki (Korgeneral) Rıza Paşa
35
TARZ-I KADÎM ÜZRE
Hocazâde Muhsin Çelebi*
Der-beyân-ı Kıraat
Merhaba benim azîz kârilerim.
nin yek-diğerini zındıklıkla suçladığı ve dahi “Aman cemaat! Yalnız ve sadece bizi kıraat eyleyiniz, falankesden ve fülankesden sarf-ı nazar ediniz.” dedikleri malumdur. Bu meyanda ben maalesef kudemânın bu nokta-i nazarını gayetle sakıncalı bulurum. Ârif kari, her bakımdan mütebahhiresini müzdâd eylemeye gayret etmeli, binaenaleyh gerek bizden gerek Frenk’den ehl-i felâsifeyi hikmet nazarıyla tedkîk eylemelidir ki Ziya Paşa merhumun “Diyâr-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm. / Dolaşdım mülk-i İslam’ı bütün vîrâneler gördüm.” sözü bir vakıa olmakdan çıksın. Bir yanda şiir, edebiyatımızın incisidir ki kudemâ şiir bilmeyen âdemi âdem yerine koymaz idi. Yeri gelmişken değinmekde yarar var ki memleketimizde bir vakitler şiir ve musikiden anlamayan âdem, zamanının zarifleri arasında gösterilmezdi. Bu neviden zarif ü ârif âdemleri şimdilerde “entelektüel” deyu tesmiye eyleyorlar.
Evvel nüshadaki kıraatımda kâri taifesinin nâdânından nice hazzetmem, ondan bahse niyetlendi idim. Efendim Ziya Paşa merhûmun da buyurduğu veçhile “Nâdânlar eder sohbet-i nâdânla telezzüz / Dîvânelerin hem-demi dîvâne gerekdir.” Binâenaleyh muharririn nâdânı ile kâriin nâdânı hem-dem olmak iktiza eder. Ondandır ki ben dahi kâriin ârifine nihayetsiz muhabbet beslerim. Kâriin ârifi nasıl olur aman hocazadem, izah edin de biz dahi ârif kâri sınıfına iltihak edelim deyu helecanla kıvrananları görür gibiyim. Evvel sabır, bağde’s-sebât ey kâri. Her işin başı sabırdır, sen dahi bilirsin. O vakit şöylece sıralayalım nice ârif kâri olunur. Bir kere keyfiyeti hâiz kâri, zengin bir kıraat mütebahhiresine sahib olur. Gerek memleketimizin gerek ecnebi muharrirlerin eserlerini bihakkın tedkîk eder, fâideyâb olur. Bu iş bir talebelik işidir ki hiçbir vakit nihayete ermez. Eyyâm-ı şebâbda başlar, kabirde nihayet bulur. Saniyen benim eslâfa tâbi olmam münasebetiyle ben muharrir ile kâri arasında üstadtalebe münasebetini münasip görürüm. Kâri hürmete şâyân gördüğü muharrire teslim olacak ve dahi ilm ü irfânını kıraat eylediği eserlerle müzdâd eylemenin gayreti içinde olacak. Bu işin başkaca bir yolu yokdur. Binaenaleyh üstadını tenkâd eden talebenin nice nâ-makbûl olduğu izahdan vârestedir. Elbette benim cevvâl kârilerim neyden bahsetdiğimi hemencecik fehm etdiler.
Edebiyyatın sair alanlarına da değinip hatm-i kelam eyleyelim. Efendim bir parça mürekkep yalamış fekat Hz. Mevlana’nın “hamdım, piştim, yandım” kelamının “hamdım” kısm-ı evvelini geçememiş bazı zevâtın, “Efendim, roman ve hikâye sübyanın ve dahi cins-i latîfin eğlencesi içindir. Binaenaleyh ciddi âdeme gayrı-ciddi işle müştegîl olmak yaraşmaz. Bizler asla ve kata roman okumayup vaktimizi daha ciddi kitaplara ayırıyoruz.” misillü yolsuz ve yersiz laflarını işitmişsinizdir. Zinhâr ve kat’a! Kudemâ ehl-i dil deyu tesmiye eylerdi. Şöyle demekdir ki ey kâri, insanı fehm etmiş gönül ehli âdemdir. İnsanı fehm itmenin ise mühim tarîkinden biri; dikkati, eser-i sanata teksîf etmek ve onda hem sanatkârı hem de sanatkârın kendisine mevzu edindiği insanı görmekdir. Bundan daha âlâ ilim yokdur ve Hz. Ali’
Bir diğer husus, ey aziz, ne kıraat edileceğidir bittabi. Kudemâdan ehl-i felâsife, ehl-i medrese ve ehl-i tasavvuf beynindeki münakaşa ve münazaralar hayli çokdur. Binaenaleyh her biri* İlm ü irfân Bahr-i Muhitlerinin Cebelitarık’ı
36
TARZ-I KADÎM ÜZRE
Nin (Cenâb-ı Hak ondan razı olsun) “İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttılar.” sözü de bu nokta-i nazarın hülâsâsıdır. Çükü ey kâri, nefisini bilen rabbini bilir. Kendi nefsini ve dahi âdemoğlunu bilmek, tanımak, fehm etmek ise sanatkârın vasıtasıyla olur. Şu hâlde zamanımızın en mühim meselesi olan insanı bilmemek, kalb katılığı ve dahi bir nice hastalığın devâsı sanatta, husûsen edebiyyat ve musikidedir ey gâziler. Cenâb-ı Mevlâ’ya emanet olunuz ey kârilerim. Es-selâmu alâ men-ittebea’l-hudâ.
37
ŞİİR
Bekir Madan
Bulamazsın
Yola çıkar isen yol bilmez ile Kelam eder isen dil bilmez ile Hâlleşeyim dersen hâl bilmez ile Gönlüne göre de dost bulamazsın.
Emeksiz çıktıysan eğer yükseğe Düşersen üzülme sakın hendeğe Arıyı salmazsan kırda çiçeğe Yaptığı balda tat bulamazsın.
Hepimiz geldik ya Âdem soyundan Veysel’in dediği ince yolundan Kusursuz dost diye arar durursan Dünyada kusursuz kul bulamazsın
Evrene boş bakar almazsan ibret Rızkın için eğer çekmezsen zahmet Doğruyu görmeye etmezsen gayret Nasihat alacak pir bulamazsın.
Hazır değil isen sen kışa yazdan Şikâyet eyleme alın yazından Akordu bozuksa bırak o sazdan Makamı çalacak tel bulamazsın.
Sanmayın ki Bekir bilgelik taslar Bazen de içinden fırtına kopar Onun derdi yalnız kendini yakar Yangını söndüren su bulamazsın
Taneyi sapından ayıramazsan İyiyi kötüyü kavrayamazsan Haklıyı haksıza savunamazsan Doğruyu söyleyen er bulamazsın.
38
İNANÇ
Melike Nuran Kılıç*
Varlık ve İbadet
İnsan yaptığı her aracı belli bir amaca hizmet etmesi için üretir. Evladını belli amaçlarla yetiştirir; hayırlı evlat olması, neslini devam ettirmesi gibi... Peki, ya insan? İbadet etmek için yaratılmış olan insan, yaratılış amacını gerçekleştirmeden varlığını gerçek manasıyla ortaya koyabilir mi?
birini insanın gelişmesi için sebep kılmıştır. Yüce Rabbimiz, ibadetlerimizi dünya ve ahiret dengesini sağlayacak şekilde belirlemiştir. Dünya için çalıştığımızda ahretimizi şekillendirir, ahretimiz için çalıştığımızda dünyamızı güzelleştiririz. Çünkü Allah bizim için belirlediği ibadetlerle insanlığımızı yaşamamızı ister. Bizim için farz kıldığı davranışlar yine bizim faydamızadır (Bizi bizden çok düşünen Rabbimiz, hamdımız sanadır.). Ne kıldığımız namaz kendisine fayda verir ne de kestiğimiz kurbanın kanı O’na gitmek içindir. Allah’ın rızası niyetimiz; onun huzurunda olmayı istememiz ihsanımız; duygu, düşünce ve bedenin bütün olarak Rahmana yönelmesi samimiyetimizdir. Bu bütünlüğü sağlayıp kulluğumuzu yerine getirmeye çalışmamız ibadetimizdir.
“Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat Suresi 56. Ayet) Allah insanı gelişebilir bir yapıda yaratmıştır. Gelişebilmesini de Rabbini tanımaya ve Rabbi için kullukta bulunup, itaat etmeye bağlamıştır. Bizzat Allah’ın belirlediği ibadetler; yerdekiler, göktekiler ve kâinat içinde yaratılmış bütün varlıklarla bir uyum ve ahenk içinde, insanın kendi yerini belirlemesini hedefleyen davranışlardır. İbadetler insanın yeryüzü hayatında insanlığını yaşayabilmesi için gereklidir. İbadet, öyle zaruret hissederek, yük gibi değil, ihsan ile ihlas ile samimiyet ile ortaya çıkan davranışlar olmalı, hem Allah’a kulluğunu ispatlamalı hem de kendi benliğini geliştirmelidir.
Allah’ın, yarattığı insan için tasarladığı ibadetler, insanın gelişimini tamamlamasını sağlayan ilahi destektir. Allah’tan geldik yine Allah’a döneceğiz. Bu dönüşün en güzeli, insan olarak yeryüzünde kulluğun ispatıyla mümkündür. Yaratılma amacına uygun davranmayı öğrenmesi gerekir insanın. İhtiyaç hissetmeli ve davranışlarını buna göre düzenlemelidir. Varlığının amacını fark etmeli, kendini gerçekleştirmelidir. Varlığımız ve ibadetimiz, ikisinin birbirinden ayrılmaması gerekir. Varlığımız ibadetle, Allah’a kullukla anlam bulurken bizler bunu fark edemeyebiliyoruz. Allah’ın planına uygun hareket edenler, kurtuluşa erenler olarak tanımlanır Kur’an-ı Kerim’de. Geçici ve aldatıcı dünya zevklerine, şeytanın düşmanlığına karşı koyabilmemiz ibadetlerle daha kolay olmaktadır. İman olmadan ibadet olmayacağı gibi imanın göstergesi de ibadetlerdir. Gönlümüze imanı sevdiren Rabbimiz! İbadetlerimizi kabul et… Amin
Beşer olarak yaratılmış insan, Allah’a kulluk ile eşrefi mahlûkat olma yoluna girmektedir. “Gerçekten Ben, Ben Allah’ım. Benden başka ilah yoktur; şu halde bana ibadet et ve beni zikretmek için dosdoğru namaz kıl.” (Taha Suresi 14. Ayet) ayeti de vurgulamaktadır ki Allah kulluğun bizzat kendisi için yerine getirilmesini ister. İbadetleri de yarattığı insana göre belirler; varlık âlemi içindeki konumuna uygun olarak. Her bir ibadet insanın beşer özelliklerini geliştirir ve güzelleştirir. Hiçbir şeyi sebepsiz yaratmayan Rabbimiz, sırf dilediği için ibadetleri zorunlu tutmamıştır. Her * Mehmetçik Anadolu Lisesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni
39
BÜŞRA’NIN GEZİ GÜNCELERİ
Büşra Şahinbaş*
Adım Adım Almanya
Başkenti Berlin olan ve yaklaşık 82 milyon nüfusa ev sahipliği yapan Almanya, turistik açıdan zengin mimarisi ile görülmesi gereken ülkeler arasındadır. Genç nüfusun az olduğu Almanya’da resmi dil Almanca iken para birimi olarak Euro kullanılır. Almanya Türkiye’den vize isteyen ülkeler arasındadır. Gitmeden önce başvurunuzu yapmış ve vizenizi almış olmanız gerekir. Ben de 2 aylık Almanya vizemi aldıktan sonra farklı bir ülkeyi keşfetmeye başladım. Benim için farklı yerler, farklı ülkeler, farklı kültürler ve farklı insanları keşfetmek farklı yönümü bulmam demektir. Almanya’yı keşfetmeye başladığımda büyük şairlerin, düşünürlerin ve önemli insanların yer aldığı bir ülke olduğunu kendim bu ülkede bulunup gezip görerek daha iyi anladım. Goethe, Beethoven, Gutenberg ve daha birçok önemli insan bu değerli kültürün kanıtıdır. Bunların yanı sıra Almanya’nın coğrafyasından bahsetmezsek olmaz. Almanya’nın çok çeşitli bir coğrafi yapısı vardır. Kuzeyinde Kuzey Denizi ve Baltık Denizi’nin kıyıları, güneyinde Alplerin tepeleri bulunur. Almanya’nın en büyük dağı Zugspitzedir. En uzun nehri ise Almanya’nın ortasından 865 kilometre boyunca akan Ren Nehri’dir. Almanya yüzölçümü ile Avrupa Birliği’nin dördüncü büyük ülkesidir.
bulunduğunu, Koblenz’i gezip görünce daha iyi anladım. Şehrin köklü bir tarihe sahip olmasına kanıt olarak kiliseleri, sarayları ve görkemli konakları gösterebiliriz. Koblenz, I. Dünya Savaşı sırasında, 1918 yılında, İtilaf Devletlerince işgal edilmiş; 1919-1929 yılları arasında İtilaf Devletleri Yüksek Konseyi’nin merkezi olmuştur. Bununla birlikte II. Dünya Savaşı’nda, 1944 yılında, kısmen yıkılan şehir, savaştan sonra yeniden eski haline dönmüştür. Koblenz’in en önemli bölgesinde, tarihî şehir merkezinde (altstadt) konumlanan Katolik Kilisesi Liebfrauenkirche, güzel mimarisiyle dikkat çeker. Şehrin ana kilisesi olan bu yapının inşası 5.yüzyıla kadar dayanmaktaymış.
Almanya’nın Köşesi ve Dünya Kültür Mirası: Koblenz Almanya’da kaldığım 2 aylık sürenin en çoğunu Koblenz şehrinde geçirmek benim için büyük mutluluktu. Hem sevdiklerim hem de şehrin tarihi, burayı sevmem için en büyük sebeplerimin arasındaydı. Rhein ve Mosel’in birleştiği yerde dünyaca ünlü Almanya Köşesi’nde Almanya’nın en güzel ve en eski şehirlerinden birinin
Koblenz Notre Dame Kilisesi
* Ordu Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü 3. sınıf öğrencisi, Mehmetçik Anadolu Lisesi mezunu
40
BÜŞRA’NIN GEZİ GÜNCELERİ
Alman Birliği Anısına 16 Eyalet Bayrağı
Yine Ren ve Moselle nehirlerinin kesişme bölgesinde 118 metre yükseklikte bulunan Ehrenbreitstein Kalesi güzel manzarasıyla Koblenz’in en turistik noktalarından birisi sayılıyormuş. Ulaşım olarak teleferik önemli bir yere sahiptir. Avrupa’nın en iyi korunmuş ikinci en büyük kalesi sayılmasıyla beraber, Yukarı Orta Ren Vadisi ile birlikte 2002 yılında UNESCO Dünya Miras Listesi’ne alınmasıyla turistlerin daha çok dikkatini çeken bir yer olmuştur burası. Kısacası Ren Vadisi’nin etkileyici atmosferiyle çevrelenmiş kent; ziyaretçilerini büyüleyici, tarihî bir yerde güzel bir seyahate ve keşfe çıkarıyor.
Liebfraurnkirche Katolik Kilisesi
Ren ve Moselle Nehirlerinin birleştiği yer olan Deutsches Eck, Alman Köşesi anlamına gelmektedir. Bu köşede Almanya’nın ilk imparatoru I. Wilhelm onuruna yaptırılan dev bir atlı heykel inşa edilmiştir. Ayrıca Almanya bayrağı ve 16 eyalet bayrağı da Deutsches Eck’te Alman Birliği anısına dalgalanmaktadır.
Johannes Gutenberg Şehri : Mainz Rheinland-Pfalz eyaletinin başkenti, binlerce yıllık kültürü ve yaşam sevincini birleştirerek 2011 yılında “Bilim Şehri” seçilmiştir. Günümüze kadar bilim merkezi özelliğini devam ettirmesi, buram buram tarih kokan şehre ayrı bir canlılık katıyor. Bir kartpostalı andıran bu tarihî ve eski şehirde Mainz Katedrali, şehrin çevresini panoramasını şekillendirir. Bu tarihi ve büyük katedral, Ren bölgesindeki üç imparatorluk katedralinden birisi olarak bin yıldan uzun bir süredir çekiciliğini korumaktaymış. Ayrıca haftanın belirli günleri katedral meydanında kurulan pazarlar da buraya ayrı bir renk katıyor. Ben de bu meydanın pazarına katılma fırsatı yakaladım. Mainz şehrindeyken katedralin çevresinde “Kültürlerarası Etkileşim”
I. Wilhelm onuruna yaptırılan atlı heykel
41
BÜŞRA’NIN GEZİ GÜNCELERİ
adı altında kurulan bir kutlamaya katılma fırsatı yakaladım. Bu etkileşim gününde bayrağımızın da orada dalgalandığına tanıklık etmek ayrıca güzeldi ve gurur vericiydi.
içinize çekmek insana daha çok huzur veriyor. Ziyaretçiler bu dolambaçlı sokaklarda gezerken kendilerini Orta Çağ’da gibi hissederlermiş. Gerçekten de öyleydi. Ben de kendimi Orta Çağ’da gibi hissetmiştim. Güzel olan yerler insanda mutlaka bir his oluşturur bence. Zaten gittiğim yerlerde hep güzel ve huzur veren şeylere dikkat etmeye çalışırım. İnsanlara bakınca çirkinliği, ülkelere ve şehirlere bakınca asla kötülüğü görmek istemem; çünkü kendi dünyamda cehenneme yer vermek istemiyorum. Gidip gezdiğimiz yerleri pozitif olarak değerlendirirsek hem biz huzurlu oluruz hem de hayata baktığımız penceremizi değiştirip -bununla birlikte elbette dünyamızı da değiştirip- daha güzel bir yer yapma imkânını yakalarız. Buram buram tarih kokan bu şehrin matbaayla anılması Mainz halkına ayrı bir gurur veriyor. Mucit ve müteşebbis Johannes Gutenberg ilk medya devrimini Ren kenarındaki bu şehirde başlatmıştır. Matbaanın başlangıcından bugüne kadar gelişmesi Gutenberg Müzesi’ndeki koleksiyonda yansıtılmıştır. Zaten şehre adım attığınızda her yer Gutenberg isimli dükkanlarla dolu. Böyle gurur verici bir icadı yapan kişiyi her yerde hatırlamak istemişler belli ki.
Mainz Katedrali
Johannes Gutenberg anısına
Mainz Katedrali’nin yanı sıra etrafında bulunan dolambaçlı sokaklarda şehrin tarihini 42
BÜŞRA’NIN GEZİ GÜNCELERİ
Almanya’da gezdiğim şehirlerarasında bana en samimi gelen yer Mainz şehri olmuştur. Her yerinde ayrı bir güzellik ayrı bir tarih var ve tabii ki bu güzel şehir sevdiğim insanlarla daha da güzellik katmıştı bana. Yine bu şehirde farklı ve tuhaf şeyler öğrenmiştim. Hristiyan mezarlığında bazı insanların masraftan kaçmasından dolayı ölüleri yakıp ölülerin küllerini bir şişeye doldurup evlerinde ya da mezarlığın bir yerinde saklamaları çok tuhaf bulduğum şeyler arasındaydı. Duysam belki inanmazdım, ama kendi gözlerimle gördüğüm için inanmaktan başka yapacağım bir şey yoktu. Bizdeki “Diriye saygınız yok bari ölüye saygınız olsun.” Sözü geldi aklıma. Belli ki Almanya’da bahsini ettiğim meseleye bizim gibi bakmıyorlar.
Gutenberg Matbaa Müzesi
Önümüzdeki sayıda Almanya hakkındaki izlenimlerimi anlatmaya devam edeceğim.
Mainz
43
44