Editörden Bizi yaratan, yoktan var eden, içimize iman nimetini koyan yüce Rabbimize hamd-ü sena, alemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimiz Hazreti Muhammed (s.a.v) selam olsun. Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği Adına İmtiyaz Sahibi Efkan ÖZDEMİR Genel Yayın Yönetmeni Barış OSMAN Yazı İşleri Müdürü Mamurjon AKHMATJONOV Kültür Sanat Danışmanı Bülent ÖZDAMAN Yayın Kurulu Mehmet Ali BOLAT Mehmet EVRAN Yusuf Kemal YAMAN Hüseyin ÖNAL Uğur ÖZÇELİK Madikhon İBRAGİMOV Yayın Editörleri Mustafa Yasir KURT Alhabip ALGONİ Yusuf MUGOYA Habib MURADOĞLU Hukuk Danışmanı Mehmet Samet SÖNMEZ Son Okuma Ali SATILMIŞ Bilal AY İbrahim KALKAN Mustafa EKEN Dizgi ve Tasarım P. Yusmar YUSUF Yazışma Adresi Selami Ali Mahallesi Gazi Caddesi No:10 Daire:4 Üsküdar, İstanbul t: (0216) 532 56 83 e: mihmandariletisim@gmail.com w: mihmander.org /MihmandarUluslararasiKulturVeDusunceDergisi /birmilletiz
Değerli okuyucularımız, Mihmandar Uluslararası Kültür ve Düşünce dergisinin ilk sayısını sizlere takdim etmekten mutluluk duyarım. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; heyecanla hazırladığımız ve ekibimizin ilk tecrübesi olan bu sayıda sürç-I lisan ettiysek affola.. Dergimizin ilk sayısında, dünyanın dört bir yanından gelen çok değerli öğrenci kardeşlerimizin, kendi ülkeleri ile ilgili kaleme aldıkları yazıları bir dergi haline getirip, siz değerli okuyucularımızın bilgi edinmesini arzuladık. Bu doğrultuda, Türkiye’ye geldikleri ilk günden itibaren yaşadıkları olayları ve kendi ülkelerinde var olan sorunları, siz değerli okuyucularımız ile paylaşmak istedik. Günümüzde, Müslüman coğrafyalarda cereyan eden hadiseler karşısında, Müslümanların belirli bir tavır ortaya koyması gerektiği elzemdir. Nitekim, Irak ve Suriye’de zulme uğrayan ve sahipsiz kalan Müslüman kardeşlerimizin hak ve hukuklarının korunmasını, Hocalı’da katledilen, Karabağ’da göçe zorlanan, Myanmar’da yalnızca Müslüman olduğu için evleri ve camileri ateşe verilerek göçe zorlanan, öldürülen ve kimlikleri inkâr edilen din kardeşlerimizin acılarının bitmesini temenni ediyorum. Filistin’deki kardeşlerimizin en kısa zamanda rahata ve huzura kavuşmalarını yüce rabbimizden niyaz ediyorum. Avrupa’nın göbeğinde 11 Temmuz 1995’te Sırplar tarafından soykırıma uğrayan Müslüman kardeşlerimizin acısı hala yüreklerimizde taze.. Uygar olduğu iddiasında olan Batı’nın, İslam coğrafyasındaki bu zulümleri görmezden gelmesi de insanlık adına utanç vericidir. Bununla birlikte, Afrika’da yaşanan insanlık dramlarının da bir an önce son bulmasını Cenab-I Allah’tan diliyorum. Bu minvalde, uluslararası öğrenciler olarak, söz konusu ülkeleri daha yakından tanıtmak adına, var olan sıkıntıları bir dergi üzerinden siz değerli okuyucularımız ile paylaşmanın isabetli olacağını düşündük. Gazetelerde, sosyal medyada ve televizyonlarda çıkan haberler dışında, belirli olayların daha detaylı ve doğru bir şekilde aktarılmasını hedefledik. Bu doğrultuda, zengin bir içeriği olan ilk sayımızla sizleri buluşturmaktan mutluluk duyuyoruz. Bu sayıda, “Kısaca Afrika Hakkındaki Değerlendirmelerim”, “Doğu Makedonya’da İslam ve İlim”, “Afrikada Sömürgecilik”, “Gana’daki Altın Madenin de Çalıştırılan Çocuk İşçilerin Haklarının İhlâli ve Medyaya Yansıması”, “Hocalı Katliamı”, “Bangladeşteki İllegal Mültecilik”, “Karabağ: Adı gibi bahtı olan yurt”, “İstanbul’daki Özbek Tekkeleri”, “Nelson Mandela” yer almakta, bunların yanında, birbirinden güzel şiirler ve Türkiye’de okuyan misafir öğrencilerin Türkiye ile ilgili çeşitli görüş ve önerilerilerini paylaştıkları yazılar da yer almaktadır. Siz değerli okuyucularımızın istek ve önerilerinizi de bekler, bir sonraki sayımızda görüşene kadar sevgi ve muhabbetle kalmanızı dilerim. Bu yolda bizlere desteklerini esirgemeyen Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği’nin değerli yönetim kuruluna da teşekkürü bir borç biliriz. Saygılarımla. Barış OSMAN
IÇINDEKILER
2
03
Bi Dünya Düşünce ve Duygular… Efkan ÖZDEMİR
28
Nelson Mandela İmam Hissein ALIO
04
Uluslararası Öğrenciler Bizim İçin Ne Anlama Geliyor? Mehmet Ali BOLAT
30
Are Rohıngyas Illegal Bangladeshı Immıgrants? Md. Salah UDDIN
06
Kısaca Afrika Hakkındaki Değerlendirmelerim Yusuf MUGOYA
33
Karabağ: Adı Gibi Bahtı Olan Yurt Dashdamir MAHMANDAROV
10
Doğu Makedonya’da İslam ve İlim Barış OSMAN
36
The Nakba Feras BARAKAT
14
İstanbul’daki Özbek Tekkelerı Madikhon IBRAGIMOV
38
Dost Olmak Erdemli Olmayı Gerektirir Habib MURADOĞLU
17
Afrika’da Sömürgecilik Alhabib ALGONİ
40
Anavatanım Afrika, Kardeş Gelin Bir Olalım Adam ABUBAKAR
20
Hocalı Katliamı Sinan AZİMOV
42
Kavramlara Göre Film Listesi Bülent ÖZDAMAN
22
Bardağın Dolu Tarafına mı Boş Tarafına mı Bakılmalı?... Abdulkarim AUWAL
45
Dünya Mutfağı
23
Buhara-İ Şerifte Yedi Pir (Hacegân Tarikatı Temsilcileri Fayzullakhon OTAKHONOV
49
Uluslararası Öğrencilerin Gözünden Türkiye
25
Gana’da Altın Madenlerinde Çalıştırılan Çocuk İşçilerin Haklarının İhlâli ve Medyaya Yansıması Abdul Jaleel YUSİF
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
BI DÜNYA DÜŞÜNCE VE DUYGULAR…
İ
slam, ne muhteşem bir dindir ki, yeryüzünün halifesi olarak tayin edilen insanın dili, ırkı, rengi arasında bir fark gözetmeksizin bir arada yaşamayı ve yaşatmayı öngörmektedir. Bu durum insan zenginliğinin en sembolik örneğini teşkil etmektedir. Aslında Cenab-ı Hak, ahiretteki manzaranın değişik bir versiyonuyla bu hayatta da yaşanmasına olanak sağlamaktadır. İnsanımızın dili, ırkı ve rengi farklı olduğu gibi zihin dünyaları, edebi duygu ve düşünceleri de farklılık arz etmektedir. Her insanın bir istidatı vardır ve saklı olan bu istidatı ortaya çıkaracak çeşitli vesileler bulmak ya da aramak gerekmektedir. Bu vesileler ortaya çıkarıl(a)madığında nice cevherler kaybolup gitmektedir. Her bir misafir öğrencimizin nice hayallerle ve hikayelerle memleketlerinden ayrılıp ülkemize ilim tahsili için gelmesi tarihin derinliklerindeki ‘rıhle’ hareketini akla getirmektedir. İlim için evlerini ve sevdiklerini terk edenlerin sevabını umarak bu uğurda iştigal etmeleri küçümsenmeyecek derecede ulvi bir görevdir. Bu duygularla ülkemize gelen misafirlerimize mihmandarlık yapmanın mutluluğunu ve sevincini yaşıyoruz. Elbette ki ‘Biz Kardeşiz’ diyerek kardeşlerimize kapımızı açıyor, onların dertleriyle dertleşip, sevinçlerini paylaşıyoruz. Bu duygulardan hareketle misafir öğrencilerimizin kendi kaleminden dile getirdikleri düşünce ve yazılarını bir araya getirmeyi düşündük. Öğrencilerimiz çeşitli makaleler, şiirler, ülkelerinin tanıtımları hakkında kabiliyetlerini ortaya çıkarmaya gayret gösterdiler. Her bir çalışmayı ayrı bölümlerde toplamaya çalıştık. Mihmandar olarak misafir gidilen bir ülkede öğrencilerimize çalışmalarını dile getirecekleri ortam ve imkan tanımanın mutluluğunu ve huzurunu yaşamaktayız. Son olarak, farklı renklerde olsak da aynı şeyi söylemeye devam edeceğiz. Çünkü ‘Biz, Kardeşiz’… Efkan ÖZDEMİR Mihmandar Yönetim Kurulu Başkanı
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
3
ULUSLARARASI ÖĞRENCILER BIZIM İÇIN NE ANLAMA GELIYOR?
D
ünya genelinde bugün beş milyona yakın uluslararası öğrenci bulunmaktadır. Memleketinden ayrılıp bir başka ülkede eğitim alan öğrencilerin birinci tercihi, bir milyona yakın öğrenci ile ABD. Ancak son günlerde Trump yüzünden düşüş yaşanıyor. Ülkemizde ise son 15 yıldır artış devam ediyor. 8 binlerden başlayan rakam 115 bin olmuş durumda. 2023 vizyonunda ise 250 bin uluslararası öğrencinin ülkemiz eğitim kurumlarında okuması hedefleniyor. Emsalsiz coğrafi güzellikleri, herkese kucak açan kültürü, tarihi, dini, dili, eğitim kalitesiyle maddi ve manevi anlamda her yönüyle uluslararası öğrenciler için cazip bir ülke olan Türkiye, daha fazla ve nitelikli öğrenci almayı hak etmektedir. FETÖ, ülkemize öğrenci gelişine geçmişte çok etki etmişken artık alandaki varlığı gün geçtikçe silinmektedir. Bu yok oluş esnasında dünya genelinde ülkemiz imajına zarar vermeye çalışmakta ve öğrenci gelişini engellemek istemektedir. Dünya uluslararası eğitim piyasasında Türkiye’nin yükselişinden rahatsız olanlar, FETÖ ve diğer terör örgütleriyle ülkemizi kötü göstermeye çalışmakta ve öğrencilerin eskiden olduğu gibi batı ülkelerine gitmesini arzulamaktadır. Bu niyetlerini boşa çıkaracak çalışmalar yapılmaktadır. Geçmişten günümüze uluslararası öğrenciler gittikleri ülkelere salt ekonomik katkı sağlamazlar. İlk akla gelen bir başka ülkeden gelen öğrencinin ekonomik katkısı olmaktadır. Haksız olmamakla birlikte bu, uluslararası öğrencinin geldiği ülkeye sunduğu en değersiz faydadır. İki ülke arasında kültür köprüsü olan öğrenciler, mezun oldukları ülkenin hayat boyu tanıtımını yaparlar, o ülkenin kamu diplomasisini oluştururlar, iki ülke arası ticari potansiyeli artırırlar, sanayici ve iş adamlarının tercümanlığından tutun kendi ülkelerinde temsilciliğine varıncaya kadar geniş bir yelpazede çalışırlar, ülkeler arası sivil toplum çalışmalarına rehberlik ve öncülük ederler, ülkeler arası siyasi birlikteliği sağlarlar… Daha saymakla bitmeyecek katkıları vardır. Türkiye gibi dünyaya açılan, gelişen, büyüyen ülkeler için en büyük ihtiyaç, dil bilen ve alanında yetişmiş uzman insandır. Daha doğrusu yetişmiş insana dünyanın her yerinde ihtiyaç vardır. Örneğin 250 milyon nüfusa sahip Endonezya ile ticaret yapan bir Türk şirketinin Endonezce bilen uzmanlara ihtiyacı vardır. Ya bu dili bilen bir Türk vatandaşını istihdam edecektir ki Türkiye’de bunu bulmak zordur. Ya da Türkçe bilen bir Endonezyalı uzmana iş verecektir. Bugün ülkemizde bine yakın Endonezyalı öğrenci
4
eğitim almaktadır. Türkiye’nin Endonezya’ya açılmasında, gerek ticari gerek kültürel gerekse siyasi, ihtiyacı olan insan unsuru ülkemizde okuyan Endonezyalı öğrencilerdir. Ülkemizdeki 115 bin uluslararası öğrencinin 203 ülkeden geldiğini düşünürseniz, Türkiye’nin dünyanın her noktasına uluslararası öğrenciler üzerinden ulaşabileceğini görürsünüz. Buna ilaveten, geçtiğimiz 30 yılda ülkemizde eğitim alıp mezun olarak ülkesine dönen 160 ülkede yaklaşık 100 bin Türkiye Mezunu’nun olduğunu hatırlamak gereklidir. 65 bini üniversite ve 30 bini askeri okullarımızdan mezun, sivil ve asker olmak üzere 160 ülkede Türkçe konuşan, Türkiye’yi bilen, benim ikinci vatanım Türkiye diye düşünen bu kitle ile iletişimimizi en iyi noktaya getirmeliyiz. İyi ve kötü günde yanımızda duracak insanlar, uluslararası öğrencilerimiz ve Türkiye Mezunlarımızdır. Bugün İHH’dan TİKA’ya, THY’den Maarif Vakfına, Yunus Emre Enstitüleri’nden YTB’ye, büyükelçilik ve konsolosluklardan Türk şirketlerine, kamu olsun sivil olsun, gerek kültürel gerek ticari veya siyasi, gerekse insani yardım çalışmalarında, Türkiye’nin dışarda faaliyet yapan tüm kurum ve kuruluşlarında Türkiye Mezunlarını ve hala ülkemizde öğrenciliğine devam kardeşlerimizi görmek umut verici bir durumdur. Ülke olarak dünyaya açılım sağlamamızda en önemli konulardan biri uluslararası öğrenciler ve onlara hakkıyla eğitim vermektir. Türkiye vizyonu ve tarihi tecrübesiyle bunu başarma yoluna girmiştir. Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde dünyanın farklı yerlerinden gelerek eğitim alan öğrenciler olmuştur. Devşirme Sistemi sırf askeri bir sonuç doğurmamış, Osmanlı Devleti’nin Rumeli’de sahiplenilmesine sebep olmuştur. Enderun’da yetişen ve etnik olarak Türk olmayan nice önemli şahsiyet, 600 yılı aşan Osmanlı döneminde dünyaya yönetimden sanata her alanda katkı sağlamışlardır. Aşiret Mektepleri ile Ortadoğu’daki Osmanlı etkisi 1960’lara kadar devam etmiş, Irak, Mısır ve Suriye’de başbakanlara varıncaya kadar Osmanlı mezunları etkin görevlerde bulunmuştur. 1910’larda Afganistan, İran, Romanya ve diğer ülkelerden gelerek askeri okullarda okuyan ecnebi talebeler, ülkelerine döndükten sonra Türkiye Cumhuriyeti ile ilk temasları kuranlar arasında yer almışlardır. Sakarya Zaferi’ni tebrik için Ankara’ya gelen Buhara elçisi Recep Bey, daha önce Türkiye’de eğitim görmüş birisidir. Tarihi birikimimize bakmadan Türkiye’nin uluslararası öğrenci politikası oluşturulamaz. Son dönem öğrenci artışından bahsederken sadece ekonomik ka-
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
zançla övünen zihniyet, maalesef geçmişimizi bilmemektedir. Geçmişte yapılanlardan kopuk faaliyetler ise istenen sonucu doğurmamaktadır. Ülkemize uluslararası öğrenciler evvela eğitim almak için gelmektedirler. Ancak dünyanın her tarafında eğitim alabilirler. Ülkemizi cazip kılan nedir? Dünyada en kaliteli eğitimi verdiğimizi söylememiz abes olur. Hakkımızı yemeyelim, dünya ortalamasında en iyi eğitim veren ülkeler arasındayız ama bizden daha iyi ülkeler var. Yani sadece eğitim kalitemiz için öğrenciler Türkiye’yi tercih etmemektedir. Şunu da ekleyelim, bizden iyi eğitim veren ülkelere göre Türkiye okul harçlarından günlük ihtiyaçların karşılanmasına kadar daha ucuz bir ülke. Güzel bir avantaj ama 115 bin öğrencinin Türkiye’yi tercin etmesini yine de açıklayamayan bir durum. Ülkemizi tercih edenlerin kahır ekseriyeti Müslüman, Osmanlı ve Hilafet coğrafyasından gelenlerden oluşuyor. Yani Türkiye’nin Müslüman bir ülke oluşu öğrenci çekmede birincil etkendir. Sokaklarında ezan duymak, her yerde helal yiyecek bulabilmek uluslararası öğrencilerin ABD’de, Kanada’da, İngiltere-Almanya-Fransa ve diğer batı ülkelerinde bulamadığı ve Türkiye’yi seçmelerinde belirleyici sebep olan konudur. Batıda ırkçılığın ve ayrımcılığın arttığı dönemimizde Türkiye çok daha fazla öğrenci çekebilir. Yeter ki bu meseleye sırf para kazanmak için bakmasın. Dilimiz, kültürümüz, hoş görümüz daha sayamayacağımız onlarca güzel hasletlerimiz ülkemize öğrenci çekmektedir. Dünyanın 203 ülkesinden gelen öğrenciler tüm bunları bir arada sadece Türkiye’de bulmaktadır. İnsan bir ülkeye eğitim için giderken önce üniversite ve eğitim kalitesine bakar. Ama muadil ülkeler arasında tercih yaparken karar verici olan hususlar barınma, helal ve temiz beslenme, sokaklarında rahatça dolaşabilme, kendinden hissetme, rahat edebilme gibi meselelerdir. Tesettür ile okuyabilmek, rahatça dolaşıp istediği lokantada yemek yiyebilmek, her gördüğüne selam verebilmek, özgürce her kitabı okuyabilmek, istediği ibadethaneye gidip kendi dininin gereklerini yerine getirebilmek, renginden dilinden kıyafetinden ötürü ayrıma tabi tutulmamak, vesaire vesaire, bunlar dünyanın her tarafında her insanının istediği vasat taleplerdir. Türkiye bunları sağladığı için 203 ülkeden 115 bin öğrenci çekebilmiştir ve 250 bin de olacaktır inşallah.
rit olaylar olduğunu bilmekteyiz. Türkiye devletiyle ve milletiyle geçmişten günümüze misafirperverliği en önemli vasfı olan bir ülkedir. Gelecekte de böyle olacağına inanıyoruz. Teröristler bizi dünyadan koparmak için son dönem dindaş ve soydaşlarımızı kullanmaktadır. Türkiye bunun da üstesinden aşacak güce ve aklıselime sahiptir. 2004’te başlayan bir yürüyüşten bahsetmeden bu yazıyı bitirirsek eksik olur. SADER Sosyal Araştırmalar ve Kültürler Arası Dayanışma Derneği ile bir gurup gönüllünün başlattığı, “Yabancı Değil Misafir”, “Biz Bir Milletiz” ve “Yaratılanı Sev Yaratandan Ötürü” anlayışıyla ülkemize gelen tüm uluslararası öğrencilere kucak açan, onları misafir olarak gören, ensar-muhacir kardeşliğini yaşatmaya çalışan bir sivil toplum kuruluşu, UDEF. 2008’de kurulan Bab-ı Alem Uluslararası Öğrenci Derneği ile çalışmalarını şekillendiren ve ülkemizde yaşanan öğrenci artışına binaen yeni dernekler kuran, 2012’de 11 derneğin bir araya gelerek oluşturduğu, bugün 57 dernek ile UDEF Uluslararası Öğrenci Dernekleri Federasyonu, ülkemiz adına ev sahipliği yapmaya gayret etmektedir. Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, İstanbul Anadolu yakasında Üsküdar merkezli olarak faaliyet yapan, tüm uluslararası öğrencilere rehberlik ve danışmanlıktan alan eğitimine kadar geniş bir yelpazede ev sahipliğini üstlenmiş, UDEF üyesi başarılı bir dernektir. Mihmandar ve diğer gönüllü çalışmaları, ülkemiz adına uluslararası öğrencilerimize gerekli ihtimamı göstermektedirler. Oluşan gönül bağı bahsettiğimiz ilişkilerin de temelini oluşturmaktadır. İstanbul merkezli kurulan TUMED Uluslararası Mezunlar Derneği ve onun girişimleriyle 11 ülkede kurulan Türkiye Mezunları dernekleri ise meselenin ikinci adımında Türkiye ile diğer ülkeler arasında kurulan dostluk köprülerinin diğer ayağını oluşturmaktadır. Ülkemiz gelecekte çok daha iyi noktalara, uluslararası öğrencilerimiz ve mezunlarımızla ulaşacaktır. Buna olan inancımız tamdır. 23 Mart 2017 - İstanbul Mehmet Ali Bolat UDEF Başkanı
Son dönem FETÖ ve diğer terör saldırıları sebebiyle toplumumuzda yabancı gördüğüne karşı bir tedirginlik oluşmuştur. Uluslararası öğrencilerimiz az da olsa bu anlamda sıkıntı yaşamışlardır. Ancak bunun Türk toplumu için geçici ve münfe-
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
5
KISACA AFRIKA HAKKINDAKI DEĞERLENDIRMELERIM B Yusuf Mugoya Uganda İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İslam ve Din Bilimleri
izleri engin rahmetinin bir tecellisi olarak yoktan var eden, birleşip tanışmamız için farklı dillerde ve farklı renklerde yaratan, ilim, hikmet ve marifetle inkişafı mümkün kılacak akla, sevgi ve muhabbete mekân olacak kalple donatan Yüce Rabbimize nihayetsiz hamd-ü senalar olsun.
den, farklı coğrafyalardan Uluslararası Öğrencileri bir çatı altına getirmek, dağılmış Müslüman coğrafyasının vahdet prototiplerini, birlik ve beraberliğimizin güçleneceği, kardeşlik hukukumuzu daha da pekiştireceğimizin bir göstergesidir. Kısacası vahdetin provasını bu mübarek Türkiye’mizde yapıldığını söyleyebilirim.
Acizane Yusuf Mugoya kardeşiniz, Uganda’nın Mukono Şehrinde dünyaya geldim, ilim tahsil etmek üzere 2007 yılında Türkiye’ye gelip Kayseri Mustafa Germirli Anadolu İmam Hatip Lisesi’nde 4 senelik lise eğitimini tamamladıktan sonra 2011 yılında İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi’nde Uluslararası İslam ve Din Bilimleri Fakültesinde devam etmek nasip oldu. İnşallah Türkiye’deki eğitimi bitirdikten sonra ülkeme dönüp İslam ve İnsanlık Uğruna gerekli hizmetleri icra ederek dinimizi ve insanlarımızı iyi bir seviyeye getirmeyi temenni ediyorum.
Tabi ki bu İslamın ve Ümmetin dirilişini, birlik ve beraberliğimizi, kardeşlik hukukumuzu paramparça etme hedefinde olan iç ve dış düşmanlar, münafıklar ve hainler, 15 Temmuz gecesinde darbe teşebbüsünde bulunmuşlar ve başaramamışlardı. O yetmedi Türkiye’mizde her gün bir yerde bir patlama gerçekleşiyordu. Biz Türkiye’de uluslararası öğrenciler olarak bu başarısız darbeyi ve darbeye kalkışanları, patlamaları gerçekleştirilenleri ve destekleyen münafıkları ve hainleri şiddetle kınıyor ve lanetliyoruz. Allah vardır ve Türkiye’mizi koruyacaktır. Bize buyurduğu gibi “Gevşemeyin, hüzünlenmeyin, eğer inanıyorsanız, Üstün geleceksiniz”. Biz de bu zihniyete ve destekçilerine karşı gevşemeyeceğiz ve hüzünlenmeyeceğiz. Bu olaylardan etkilenmeden, bu rezil zihniyet ve girişimlere karşı inşallah üstün geleceğiz. Allah bu zihniyeti bunlara destek verenlerin içeride ve dışarıda yandaş olanları kahr-u perişan eylesin. Biz bu Ülkenin bir parçasıyız, bu eşsiz beldenin çocuklarıyız çünkü biz biriz, biz bir yüreğiz, biz bir Ümmetiz. Allah Mübarek Türkiye’mizi düşmanlardan, münafıklardan ve hainlerden muhafaza etsin.
Her şeyden evvel, Rusya’dan Madagaskar’a, Endonezya’dan Almanya’ya, Kırım’dan Uganda’ya Ümmet-i Muhammed’in yürek coğrafyasının çeşitli beldelerinden, renkli iklimlerinden gelerek Türkiye’de bizlere sıcak yürekleri ve gönüllerini açan, Ensar-Muhacir kardeşliğini bizzat yaşattıkları ve Uluslararası öğrencileri olarak bizleri barındırıp, bize kucak açan ve ev sahipliği yapan sevgili Uluslararası Öğrenci Dernekler Federasyonu (UDEF) Başkanı Sn. Mehmet Ali Bolat başta olmak üzere, UDEF bünyesindeki Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, Bab-ı Alem Uluslararası Öğrenci Derneği ve tüm diğer Uluslararası öğrenci derneklerine ve tüm Türkiyeli kardeşlerimize buradan can-ı gönülden teşekkür ediyorum. Allah’a hamd olsun; Türkiye’nin ve UDEF’in sayesinde bu farklı beldeler-
6
Çok değerli okuyucu kardeşim, gençler olarak özellikle Afrikalı gençler olarak bize düşen vazifenin ne olduğunu ve o vazifeyi nasıl yerine getirmemiz gerektiğini bir ve takım hatırlatmalar yapmadan önce çok kısa bir şekilde Afrika’nın tarihini sizlerle
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
paylaşmak istiyorum. Daha Avrupa, Afrika’yı tanımadan önce Afrika’nın kendine has büyük imparatorlukları vardı. Bunlar; •
Habeşistan’daki Aksum Krallığı
•
Sudan’da Kuş ve Songoy Krallığı
•
Gana İmparatorluğu
•
Mali Devleti
•
Kongo Krallığı ve sayamadığım birçok sultanlar ve krallıklar vardı.
Avrupa’dan Afrika’ya ilk gelen Portekizlilerdir. Portekizli biri olan Henry, beş aşamada Afrika’ya girmiştir. Madeira adalarına, Porto Santo, Beyaz ve Yeşil Burun’a Gine Körfezine geçerek Senegal ve Gambia’ya ulaşmıştır. Vasco do Gama ise 1497 yılında yola çıkmış ve Mozambik’e ulaşmıştır. Böylece Afrika’nın çevresini dolaşan ilk kişilerden biri olmuştur. 1749 yılında Michael Adanson, Senegal ve Gambia’da 5 yıl süren araştırmalar sonucu, Batı dünyasına biyoloji ve zooloji konusunda Afrika’ya özgü ürünler sunmuştur. Denizcilikte ilerlemiş olan Avrupa ülkeleri Afrika’nın kıyılarına yerleşmekle beraber, iklim ve tabiat şartlarının güçlüğü dolayısıyla, kıtanın içerlerine girmeye cesaret edememişlerdi. Bu sebeple, 19’uncu yüzyılın ortalarına galinceye kadar, Afrika’nın iç kısımları ve buralardaki hayat insanların bilgisine kapalı kalmıştır. Afrika’nın insanlığın bilgisine açılmasında Nil nehri büyük rol oynamıştır. Çok eski çağlardan beri Nil Nehri ve bilhassa Nil’in kaynağı insanların merakını çekmekte idi. 19’uncu yüzyılda Nil’in kaynağını araştırma teşebbüsünde bulunan, İngiliz John Speak’tır. 1850’de Samuel Baker’de bu nehrin kaynağını bulma teşebbüsüne girişmiş, lakin başarılı olamamıştır. Nil’in kaynağını bularak insanlığın bilgisine ilk defa sunan kişi David Livingstone’dur. Livingstone, 1842 yılından 1873 yılına kadar Afrika’nın içerlerinde yaptığı gezilerde Nil’in kaynağını bulmuş ve Afrika’nın bilinmeyen kısımlarını insanlığın bilgisine açmıştır. Bu gezileri sırasında Kongo ve Zambezi nehirlerini de bulmuştur. Livingstone öldükten sonra, Henry Morton Stanley onun gezilerini devam ettirerek, 1870-1894 yılları arasında Uganda, Kenya ve Kongo’nun iç kısımlarını gezmiştir. Afrika’nın, bir bakıma “keşfedilmesi”, Avrupa devletlerinin kıyılardan içerlere hücumuna sebep olmuştur. Bundan sonra 19. yüzyılın sonuna kadar yüzlerce gezgin, gazeteci, bilim adamı ve denizci Afrika’ya gönderildi. Bunların çabaları sonucu Afrika artık Batılılar için bilinmez bir yer değildi. Artık sıra Afrika’yı istila etmek ve sömürgeleştirmeye gelmişti. Bunun üzerinde 1885’de Berlin’de toplanarak ‘’Berlin Senedi ’’ adlı bir belgeyi imzaladılar. Bu Senedi sömürgecilikte ‘’Fiili İşgal’’ prensibini kabul ediyordu. Yani Afrika’da bir toprak işgal edilmedikçe, orasına sahip olunamayacaktı. ‘’Fiili İşgal’’ prensibi Afrika’ya hücumu daha da arttırdı. Avrupalıların Afrika’daki çıkarları ise: Yeraltı zenginlikleri, Baharat ve Köle Ticareti idi.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Köle ticareti hakkında kısaca bigi verip devam etmek istiyorum. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki İngiltere dünyadaki en büyük köle tüccarlarından olup köle ticaretinden büyük kazançlar elde ediyordu. 1700’den önce 1 milyon 650 bin civarında köle gemilerle taşınmıştı. Bu ticaret sonucunda sömürgelerde açılan şeker üretim alanlarında üretilen şeker ile İngiliz halkı ucuz şekerin zevkini tadıyordu. 17. ve 18. Yüzyılda Avrupalının ağız tadı tropikal mallarla değişti. En önemli içeceklerden bir tanesi olan Çay Çin’den, Kahve Batı Hindistan’dan, çikolata Afrika ve Amerika’dan geliyordu. Gün geçtikçe daha da fazla tüketilen bu ürünlerin hepsinin acı bir tadı vardı. Bu yüzden köleler olmasaydı, şeker olmaz, şeker olmasaydı bu içecekler tiryakilikler oluşturamazdı. İngiltere Afrikalı köle ticaretini bir üçgen içerisinde sürdürüyor ve bundan üç ayrı kar elde ediyordu. İngiliz ürünleri Afrika’ya götürülüp karlı bir alışverişle köleye dönüştürülüyor, köleler Karayipler’deki üretim alanlarında çalıştırılmak üzere satılıp bundan da ikinci bir kazanç elde ediliyordu. Daha sonra buralarda üretilen şeker, pamuk, ve kakao gibi ürünler İngiltere’ye taşınıp satılıyordu. Bundan da ayrı bir kar elde ediliyordu. 1750 tarihlerinde İngiltere’de bu ticaretten bir şekilde etkilenmemiş hiç bir şehir yoktu. Bu karlar İngiltere’de sanayi devrimini finanse eden önemli kaynaklardan birisi oldu. Sonunda 12 milyon Afrikalı Atlantik’in ötesine yola çıkmış, bunların iki milyon kadarı yolda ölmüştür. 10 milyon kadarı öte kıyıya ayak basabilmişti. 1700-1810 tarihlerinde İngilizler 3 milyon, bir diğer köle tüccarı ülke aynı, yüzyılda Fransa 1 milyon 150 bin köle taşımıştı. 1800’de İnglitere’nin nüfusu ise 10 milyon kadardı. Böylece sıyahlar, kızılderililerden gasp edilen toprakları işlemek üzere Afrıka’dan çalınmışlardı. Kölelere o kadar zülüm ediyorlardı ki işveren işçiyi karın tokluğuna çalıştırabiliyor, fakat kölelere sağlanması gereken yiyecek, giysi ve barınak gibi giderlerine karşmiyordu ancak cinsel
7
saldırı, zincire vurma, dövme diğer taraftanda kırbaçlama köleliğin devam edebilmesini sağlamiştir. Kırbaç, efendisi ile köle arasındaki ilişkiyi belirleyen şeydi. 50 veya 75 değnek vurmak sıradan bir işti. Bunun yanı sıra dağlama, kızgın katran dökme, yakma, organları kesme uygulanan bir başka ceza biçimleriydi. Ayrıca bazı ciddi suçlar için kulak, burun kesme ve yüzü dağlama şeklinde cezalar veriliyordu. Bir köleyi öldürmek cinayet sayılmıyordu. Esasen bu, ahlaki bir sorun olmaktan çok bir ekonomik mesele olarak görülüyordü. Başta bahsettiğim gibi ilk defa Portekiz Afrika’da Mozambik ve Angola’yı sömürgeleştirmiştir ve bundan sonra hiç kesilmemiştir. Bu şekilde bütün Afrika kıtası sömürge haline gelmiştir. Her devlet, diğerlerinden önce harekete geçip, daha geniş toprakları işgale çalıştı. Avrupa politikasına ağırlık veren Bismarck bile bu sömürgeciliğe koşuştan geri kalmadı. Afrika bir bütün olup onu cetvellerle nasıl paylaşıldığını ve onun üzerinde uyglanan sömürgecilik polıtıkaları kısaca ele almak istiyorum İngiltere’nin Afrika’daki Sömürgecilik Politikası Rodezya, Nyasaland, Mısır, Kenya ve Uganda’yı işgal eden İngiltere, Nil’in kaynağını bulma ve Nil nehrinin bütünlüğünü korumak bahanesiyle, Güney’e inip Sudan’ı ele geçirmek istedi. Fakat buradaki Müslüman halkın silahlı savunmasıyla karşılaşıp iki defa yenilgiye uğradı. Fransa’nın Sömürgecilik Faaliyetleri Fransa, Batı-Doğu istikametinden hareket etmiş ve 1880 yılında Senegal’i işgal ederek, buradan Afrika’nın içlerine girmeye başlamıştır. 4 Ağustos 1890’da Londra’da İngiltere ile Fransa arasında Batı Afrika’nın bölüşülmesini öngören bir anlaşma yapıldı. Almanya’nın sömürgecilik Faaliyetleri Almanya, Togo, Kamerun, Güney-Batı ve Doğu Afrika toprakları ile Yeni Gine’yi ele geçirdi. İtalya’nın Sömürgecilik Faaliyetleri İtalya sömürge elde etmek istiyordu. Onun gözü Tunus’ta idi. Fakat Tunus Fransızlara kaptırınca, sömürgecilik için kendisine büyük Avrupa devletlerinden destek aramaya başladı. Bunun için de Almanya ile anlaştı. Bu anlaşmaya göre İtalya, Fransa’nın saldırısına uğrarsa Almanya, İtalya’nın yanında yer alacaktı. İtalya’da Eritre ve Somali’yi almıştı. Böylece Afrika’yı sömürmeye başlamışlar, tüm zenginliklerimizi çalmışlar, kültür ve âdetlerimizi, birlik ve beraberliğimizi, aramızdaki kardeşliğimizi ve sevgimizi ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Atalarımız, o kölelere yapılan işkence, zülüm ve kötü muameleyi hatırlayıp karşılığını verebilmek adına bağımsızlıklarını kazanmak için gerek aç kalarak, gerekse kan dökerek, ailelerini Allah’a emanet ederek hem iffetlerini hem de elimizden kayıp giden adetlerimizi geri almak için çok mücadelelerde bulunmuşlar, savaşmışladır. Onlara büyük sevgi, saygı ve hürmetlerimizi sunuyoruz... Tabi ardından gelen kardeşlerimiz, atalarımızın yaptığı hiçbir
8
şeyi unutmadı ve mesuliyetlerini bilip, gereğini yerine getirdiler. Öncelikle Afrikalılar arasında birliği artırmak için 1958’de Gana-Gine Birliği, 1960’da Gana-Gine-Mali Birliği, 1961’de Afrika ve Madagaskar Birliği gibi dar kapsamlı örgütler kurdular. Ardından Afrikalılar arasında dayanışmayı ve birliği güçlendirmek, işbirliğini geliştirmek, ülkelerin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü ve egemenliklerini savunmak, sömürgeciliğin her türlüsünü yok etmek, ırkçılığa ve kıyıma karşı mücadele etmek, refah seviyelerini attırmak amacıyla 25 Mayıs 1963’te Addis Ababa Konferansı’nda bağımsız 30 Afrika ülkesi tarafından imzalanan Afrika Birliği Örgütü kuruldu. Tabi bu Afrika birliği kuruldu ama şimdi genele baktığımızda sanki yok gibi ve Emperyalist güçler, bizleri yok etme, topraklarımızı paylaşma emellerinden bugün de vazgeçmiş değiller. Biz bir iken cetvellerle çizdikleri yapay sınırlarla bizi parçaladılar, parçalamaya devam ediyorlar. Bunu her fırsatta ortaya koyuyorlar. Örneğin Uganda’nın kuzeyindeki komşu ülkesi olan Sudan birken şunda biri Güney Sudan diğeri Kuzey Sudan olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Orta Afrika Cumhuriyeti, Mali, Kongo gibi ülkelerde yaşanan karışıklıklar ile yüz yüze bırakılan halklar, öldürülen masum siviller, çocuklar, dinmeyen kan ve gözyaşları bizim için çok ciddiye alınması gereken bir uyarıdır. Çok değerli Afrikalı kardeşim yukarıda kısaca bahsettiğim Afrika’nın tarihini bilmediğinden değil zaten benden daha iyi bildiğini biliyorum fakat geriye götürüp üzerimize ne kadar ağır bir yük olduğunu hatırlatmak için böyle başlamayı uygun gördüm. Bir taraftan köle ticareti yaparak insanlarımıza işkence ve zülüm ederek, bir taraftan Misyonerlerin vasıtasıyla dini yayma bahanesi ile diğer taraftan da dolaylı olarak küçük hediyelerle kendi krallarımızı ve insanlarımızı kullanarak Afrika kıtasını parçalamişlar, sömürmüşler ve tüm yer altı zenginliklerimiz, insan gücümüz çalınmış, kültür ve âdetlerimiz, birlik ve beraberliğimiz aramızdaki kardeşliğimiz ve sevgimizi ortadan kaldırmaya çalışmışlar. Biz bunların hepsini biliyoruz, Afrika’mız dünyada herkesin adeta projektörlerini üzerine tuttuğu bir kıtadır. Gerçekten Afrikasız Avrupa olmaz. Şu anda Avrupa enerjisini ve kurulan medeniyetler, gücünün hepsini Afrikadan almişlar bundan sonra medeniyetler kurmak istiyorlar, yine güçlerini Afrikadan alacaklar ve bu gücü sadece yeraltı kaynakları, madenler, insan kaynağı, ormanlar, çölleri değil bütün olarak değerlendirmizde çok daha fazlasına tekabül ediyor onun için gece-gündüz Afrikamizi karıştırmayı ve parçalamayı hedef edinerek her türlü yönteme başvuruyorlar. Şehit Hassan El-Benna’nın dediği gibi: Bizler dertliyiz. Bizler kaygılıyız. Çünkü bizim bir davamız var. Davalar ancak kendisine olan inancın kuvvetli olduğu, o yolda samimiyetin tam olduğu, o davaya olan gayretin sürekli arttığı onu sevk edecek şekilde hazırlıklı olduğu zaman başarıya ulaşır. Onun için bin türlü oyunlarla karıştırılmaya çalışılan Afrika’mızı bir bütün olarak, topraklarımızın bir beldesi olarak telakki ediyoruz ve üzerimize düşen birliğini ve bütünlüğünü savunmaktır. Afrika birdir, tektir, bizimdir. Bir karış toprağının daha gasp
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
edilmesine asla razı olmayız. Onlar cetvellerle çizdikleri yapay sınırlarla bizi parçaladılar. Biz bu yapay sınırları tanımıyoruz. Biz sınırlarımızı sevgiyle ve muhabbetle çiziyoruz. Tarihin geçmiş sayfalarından ve günümüzdeki bütün bu yaşananlar ve bu zulümler devam ederken, bize düşen görevi yerine getirmemiz gerek “Tarih tekerrürden ibarettir, hiç ders alınsaydı tekerrür eder miydi” hakikatini genç dimağlarımızda hayat bulması için çok çalışmak, daha çok çalışmak ve şuurla, inançla öze dönmek bizlerin en temel görevidir. Şehit Hassan El-Benna diyor ki: Büyük işleri gerçekleştirmek için fırsatlar doğacaktır, Bütün dünya çağrımızı beklemektedir, içinde bulunduğu acılardan onları kurtaracak hidayet ebedi kazanç ve esenlik çağrımızı, Milletlere öncülük etmek ve halklara liderlik etmek bugün bizim görevimizdir, O halde hazırlanın ey gençler ve bugün çaba gösterin, çünkü yarın iş yapmaya gücümüz yetmez! Tabi biz ateşli silah yerine akıl silahını, birlik ve beraberlik silahını, aramızdaki ufak tefek anlaşmazlığı, ırk, din, dil, kabile ayrımı yapmaksızın ve gözetmeksizin barış içerisinde biribirimize kenetlenerek emperyalist güçlerin yaptıkları ve yapmakta olduklerı planlarını boşa çıkartacağımıza ve başaracağımıza garanti veriyorum. Birbirimize kenetlenerek, parçalanmadan, omuz omuza durursak aynı acıları biz de yaşamak zorunda kalmayız. Birlik ve beraberliğe çok ama çok ihtiyacımız var. Yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor; “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın parçalanıp bölünmeyin” . Aramıza fitne ve tefrika sokmak istiyorlar. Önce parçalayıp sonra da yutmaktır hedefleri. Bu musibete karşı duyarsız olamayız, mutlaka tepkimizi ortaya koyacağız. Türk Milli Şairi Merhum Mehmet Akif Ersoy diyor ki; Girmeden bir millete tefrika, düşman giremez Toplu vurdukça gönüller, onu top sindirmez Sen, ben, desin efrat, aradan vahdeti kaldır Milletler için, işte kıyamet o zamandır Değerli kardeşlerim Afrikamizi ve dünyayi değiştirebilmemiz için kullanabileceğimiz en güçlü silahın eğitim olduğunu vurglamak istiyorum, Ne okursan oku kardeşim tüm alanlar ve sektörler önemlidir. Afrikalılar olarak çok zeki insanlarız ve Afrika bireysel zeki insanlarla dolu fakat topluca ya da bir bütün olarak bir araya gelip de nasıl kıtamızı ve ülkerimizi kalkındıralım diye düşünen bilinçli ve zeki kişiler grubu maalesef üzülerek yetersiz, hatta yok denecek kadar az.
barış içinde olabilmesi için elimizden geleni yapmalıyız, çünkü biliyorsunuz sahipsiz bir dünya başarısızlığa mahkûmdur. Bizim yapmamız gereken ülkelerimizi, vatanlarımızı ve dünyayı sahiplenmektir. Bizler Türkiye’de farklı Üniversitelerde, farklı bölüm ve alanlarda eğitim görmekteyiz, buradan aldığımız bilgileri ve güzel örnekleri ülkelerimize dönerek anlatarak ve yaşatarak hem Ülkelerimize hem de Türkiye’ye faydalı bireyler olacağımız kuşkusuzdur. Bunun yanında, 15 Temmuz’da Vatan savunması ve Vatan sevgisi için sokaklara inen ve ülkesine sahıp çıkan Türk milletinden çok şey öğrendik ve bütün dünya milletlerine her zaman örnek olacaktır. Türk Milli şairi Mehmet Akif Ersoy der ki Sahıpsız olan vatanın batması haktır, sen sahıp olursan bu vatan batmayacaktır. Dolayısıyla, Vatan sevgisi ve Vatan savunması çok önemlidir çünkü vatan bizim göz nurumuz, baş tacımızdır, Vatan, milletlerin maddi ve manevi bütün unsurlarıyla, hürriyet ve istiklal havasini teneffüs ettikleri toprak parçasıdır, vatan bir anne kadar mukaddestir. Aynı vizyonla, ideoloji bir araya gelelim Afrika’mızın kalkınması için ortak çalışmalar ve ortak projeler üretelim… Bir elin nesi var iki elin sesi vardır aynı zamanda birlik ve beraberlikte güç vardır. Ayrılıkta azap var olduğunu unutmıyalım Biz dünyanın ruhu, yarınların geleceği ve ümidiyiz. Bir toplumun geleceği o toplumun gençlerine bağlıdır, eğer gençler bozuk ise o toplum da bozuktur. Sağlam kafa sağlam vücutta bulunduğu gibi sağlam bir toplumda sağlam bir zihne bağlıdır. O halde kendimiz ya da kendi menfaatimiz için değil ülkelerimiz ve insanlarımız için yaşayacağız. İnsan şahsi hedef ve gayelerini ön planda tutarak yaşarsa vefatıyla hatırlardan silinir ama millet, cemiyet ve başkalarının uğruna yaşayanlar gönüllerde kalıcıdırlar, gözler hep onları arar ve özler kim severek yaşarsa sevilerek ayrılır ve unutulmaz. Allah muvaffak eylesin ve üstümüzdeki ağır mesuliyeti kaldırmak için yeterli gücü bize bahşetsin. Hepinize hayırlı çalışmalar diliyorum.
Değerli kıtadaşlarım Afrika’da Etnik ırkçılık, kabilecilik, din ve dil ayrımı büyük tehlikedir ve Afrika’nın geri kalmasının nedenlerinden biri olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bunları bir kenara çekerek din, dil, ırk, renk, kabile, etnik ayrım gözetmeksizin sırf ülkelerimiz için, Afrikamiz için ve insanlarımiz ve milletlerimiz için el ele olursak, Ülkelerimize Afrika’mıza sahıp cıkarsak tarihte yaşanan o acıları tekrar biz yaşamayız ve gelecek nesillere de yaşatmayız. Değerli Afrikali kardeşim, Afrıkamıza sahıp çıkmamızın gerektiğini farkına varmalı, Afrıkanın ve dünyanin geleceğini daha iyi ve
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
9
DOĞU MAKEDONYA’DA İSLAM VE İLIM Barış Osman kardeşiniz olarak, acizane Makedonya’nın İştip Şehrinde dünyaya geldim, ilk okul ve orta okulumu büyüdüğüm köy olan Konçe köyünde, lise eğitimimi ise Radoviş şehrinde tamamladım. 2013 Yılında İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünü Rabbimin izni ile kazanarak bu alanda tahsil yapmak nasip oldu. İnşallah bu doğrultuda ilerde vatana, millete, İslam’a hizmet etmek ve dünyadaki tüm mazlum ve mağdur insanların refahı ve huzuru için mücadele etmeyi, rabbim ömür verdiği müddetçe kendime bir borç bilirim.
Barış Osman Makedonya İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
B
u makalede Makedonya’nın genelinden ziyade kendi deneyimlerimden yola çıkarak, Doğu Makedonya Müslüman Türklerin İslam ve ilim ile olan ilişkilerini, İslam’ın ve ilmin hayatlarında ne derece var olduğundan bahsetmeye çalışacağım. Özellikle bölgede yaşayan Müslümanların dinine olan hassasiyetleri bakımından hangi konumda olduklarından bahsetmeyi önemli buluyorum. Geçmişini bilmeyen geleceğe emin adımlarla ilerleyemez felsefesinden yola çıkarak bölgedeki durumun ne düzeyde olduğunu kısaca bahsetmemin faydalı olacağını düşünüyorum. Nüfus Makedonya Cumhuriyeti’nde en yaygın din %64,7 ile Makedon-Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Ortodoksluk, %34,3 ile en yaygın ikinci din İslam‘dır. Makedonya Cumhuriyeti oran açısından Türkiye, Kosova, Arnavutluk ve Bosna-Hersek’ten sonra Avrupa’daki en büyük Müslüman nüfusunu barındırır. Ülkedeki Müslüman topluluğunun çoğunluğunu Arnavutlar oluşturmasıyla birlikte bir diğer yaygın Müslüman topluluk Türklerdir. Türklerin günümüzde sayısal oranı 100.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1953 yılından itibaren Serbest Göç anlaşması ile Türkler bu topraklardan büyük göçler vermeye başladı ve resmi olmayan
10
rakamlara göre 120.000 civarında Türk Makedonya’dan Türkiye’ye göç etti. Bazı verilere göre ise bu rakam 300.000 civarındadır. Eğitim Ülkede bugün İsa Bey Medresesi faaliyet göstermekte olup, merkezi başkent Üsküp’tedir. Medresenin Makedonya’nın birçok yerinde şubeleri bulunmaktadır. Bunlardan bir tanesi Doğu Makedonya’daki İştip şehrindedir. Doğu Makedonya’da yaşayan Müslüman halkın ihtiyaçları doğrultusunda 2005 yılında kurulan medrese, Türkiye’de kullanılan tabir ile İmam Hatip Lisesi konumundadır. Ancak her ne kadar bölge Müslümanlarının ihtiyaçları doğrultusunda kurulmuş olsa da kurulduğu tarihten itibaren günümüze kadar yeterli ilgiyi görememiştir. Müslüman Türkler, çocuklarının daha iyi yerlere gelebileceklerini düşündükleri için farklı liselere göndermişlerdir. Bazı aileler ise zaman zaman çocuklarının Makedonca eğitim veren okullarda okudukları takdirde daha donanımlı yetişebileceklerini düşündükleri için çocuklarını ne Medreseye ne de Türkçe eğitim veren okullara göndermişlerdir. Bu anlamda İştip İsa Bey Medresesine baktığımız zaman hep arka plana itilmiş ve itilmeye de devam edilmektedir.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Peki sorun nereden kaynaklanıyor? Müslüman halk çocuklarını neden bu medreseye göndermiyor? Aslında gerçekçi olmak gerekirse sorun bölge halkının dini hassasiyetlerinden kaynaklandığını söylesek pek de yanılmış olmayız diye düşünüyorum. Bölge halkı şartlar gereği tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları için çocuklarının da okul okuyup ilim irfan sahibi olmalarına çeşitli sebeplerden dolayı fazla destek olamamışlardır. Osmanlı İmparatorluğundan beri süre gelen dini hassasiyetlerde imparatorluk dağıldıktan sonra zaman içerisinde azalma olmuş, dini açıdan kendilerini geliştirmeleri anlamında neredeyse hiç adım atılmamıştır. Birinci Dünya savaşından sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki sıkıntılar yüzünden bu yörelere uzun bir süre sahip çıkılmamış, böylece Müslüman Türkler bu dönem içerisinde kendi yağında kavrulmuşlardır. Günümüzde ise bölgedeki bazı Yörük köylerinde namaza olan hassasiyet de çok düşük seviyelerde olduğu görülmektedir. Hal böyle olunca arkadan gelen genç nesillerin dini hassasiyetlerinde de zaman içerisinde ciddi azalma görülmektedir. İnsanlar helal ve haramı ayırt edemez hale gelmişlerdir. İçki içme yaygınlaşmış, namaz kılan kişi sayısında ise ciddi anlamda azalma olmuştur. Nitekim bazı köylerde durum daha iyi olmakla birlikte, bu köyler de kendi imkanları doğrultusunda camilerinde ezan okuyacak ve namaz kıldıracak birilerini yetiştirmesini bilmişlerdir. Dini anlamda daha iyi düzeyde olan bazı kesim ise dini bilgilerinin yetersizliği yüzünden fazla gelişme kaydedememiştir. Günümüzde Doğu Makedonya’da Müslümanların yaşadığı her bir köy ve kasabada camiler bulunmaktadır. Ancak üzülerek belirtmem gerekiyor ki bazı camilerde beş vakit ezan okuyup namaz kıldıracak din görevlisi yoktur. Dini anlamda daha iyi durumda olan bazı yöreler, örneğin; Radoviş şehri, Konçe köyü ve Topolnitsa köylerini verebiliriz. Bu saydıklarım Makedonya’nın güney doğusunda yer alıp Radoviş şehrine çok yakın bir konumdadırlar. Konçe ve Radoviş, Müslüman Türkler ve Hristiyan Makedonlarin yaşadığı yerlerden oluşmaktadır. Konçe köyünün merkezinde Müslüman Türklerin ibadet edebilecekleri bir cami bulunmaktadır. Radoviş’te ise Müslümanların ibadet edebilecekleri iki tane şirin cami bulunmaktadır. Bu camilerde görevli olmadığı zamanlarda bile cemaat tarafından ezanlar 5 vakit olarak devamlı okunmuş ve okunmaya devam edilmektedir. Topolnitsa Köyü ise neredeyse tamamı Müslüman Türklerden oluşmaktadır. Ancak yine burada da halk kendi din görevlisini yetiştirmekte yetersiz kaldığını görmekteyiz.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Müftülük sorunu Bir diğer husus ise Müftülük sorunudur. Batı Makedonya köy ve kasabalarına baktığımız zaman her bir ilçede Müftülüklerin olduğunu görmekteyiz. Buralarda tüm dini faaliyetler Müftülükler tarafından yürütülmektedir. Nitekim Doğu Makedonya’da Müftülük sayısı sadece bir tanedir. Bölgede neredeyse 30.000 Müslüman yaşıyorken yalnızca tek bir Müftülüğün olması da düşündürücü ve bir o kadar da üzücüdür. Nitekim hal böyle olunca Doğu Makedonya’da İslam’ın belli kurum ve kuruluşların desteği olmadan gelişebilmesi ve bunu sürdürülebilir hale getirilmesi güçtür. Bu anlamda bölge Müslümanlarının ihtiyaçları doğrultusunda her ilçeye Müftülüklerin kurulması şarttır. Bunun yanında, yöre halkı ihtiyaçları doğrultusunda dini faaliyetlerin de giderek arttırılması gerekmektedir. Halk cahil kalmamalıdır. Halkı dini konularda bilgi sahibi yapacak kurum ve kuruluşların kurulması şarttır. Makedonya İslam Birliği de bu konuya bir an önce el atmalıdır. Yöre halkının dertleri ile dertlenecek, eğitim alanında gençleri yönlendirecek dava insanlarının göreve getirilmesi gerekmektedir. Nitekim ithal insanlarla da bu işin yürütülemeyeceği gibi yerel halkın sorunlarını en doğru bilen, yerel halkın içinden, ilim irfan sahibi olan donanımlı kişilerin görev almaları acil bir ihtiyaç haline gelmiştir. Din görevlileri ile düzenli bir şekilde ilgilenecek müftülüklerin varlığına ihtiyaç vardır. Din görevlisi olmayan camilere din görevlileri atanıp, daha sonra onları denetleyecek müftülüklere ihtiyaç vardır. Halkın ihtiyaçları doğrultusunda dini hassasiyetlerini yeniden diriltilmesinde öncülük edecek bu tür faaliyetlerin gerçekleşmesi şarttır. İmam Hatip Liseleri- Medreseler Bir diğer sorun ise ailelerin eskiden gelen anlayış doğrultusunda çocuklarını İmam-Hatip okullarına göndermeye pek fazla yanaşmamalarıdır. Peki neden? Ne yazık ki bunun nedeni “toplum neyse sen de O’sun”. “Başka okuyacak okul bulamadın da hocamı olacaksın” lafını sıkça duymak mümkündür. Bu aileler için din görevliliği namaz kıldırmak, Mevlîd-i Şerif okumak ve cenaze işlerinden ötesi değildir. Ne kadar acı bir tablo olsa gerek. Oysa ki din görevliliği öyle yüce bir meslektir ki herkese nasip olamayacak kadar kutsaldır. Bu anlamda böyle üzücü bir tablonun düzeltilmesi, ailelerin bilinçlendirilip eğitilmesine bağlıdır.
11
İnsanlık tarihinin en güçlü madde ve mana inkılâbını yapan, insanlığı küfür ve sapıklık bataklığından kurtararak İslam’ın yüce aydınlığına çıkarmak için 23 sene durmadan, dinlenmeden çalışan ve âlemlere rahmet olarak gönderilen, tek önder ve tek örnek, hiç şüphesiz ki Peygamberimiz (SAV) efendimizdir. Bu anlamda, Peygamber efendimiz (SAV)’in hayatını ve hadislerini, bunun yanında Allah c.c. ayetlerinin en doğru bir şekilde öğretildiğine inandığım imam hatip liselerinin geleceğin gençlerine Ümmet bilinciyle hareket edebilmeleri doğrultusunda, İslam ışığında vatana ve millete doğru ve terbiyeli birey olmalarını öğreten, efendimizin hayatını örnek alacak yaşantı sergileyebileceklerini sağlayan yerlerdir İmam-hatip liseleri. Doğu Makedonya Müslüman Türkleri İmam hatip liselerinden çekinmeyip o okullara çocuklarını rahatlıkla göndermeleri gerekmektedir. Zira, İslam’ın oluşturmak istediği ideal genç tipi için Kur’an’da Rabbimiz Ashab-ı Kehf gençlerinin iman mücadelesini örnek olarak anlatmaktadır. نَ ْح ُن نَق ُُّص َعلَ ْيكَ نَ َباَه ُْم بِالْ َح ِّق اِنَّ ُه ْم ِف ْت َي ٌة ا َم ُنوا ِب َربِّه ِْم َو ِز ْدنَاه ُْم هُدً ى Biz sana onların kıssalarını gerçek olarak anlatacağız. Hakikaten onlar, Rablerine iman eden birkaç genç idi. Biz de onların hidayetlerini artırdık. (Kehf, 18/13) Bugünün gençleri için Ashab-ı Kehf’i iyi anlamaları gerekmektedir. Bütün zorluklara karşı onların tevhit mücadelesi her zaman diğer gençler için örnek teşkil etmektedir. İdeal bir genç tipi Yine Müslüman bir gencin yetişmesi için aşağıdaki ortamların bilinçli ve sağlıklı olması gerekir: 1.
Aile
2.
Okul ve Arkadaş Ortamı
12
İnsanın ailesinin olması ne güzel bir nimettir değil mi? İşte tam da bu anlamda ailenin kendi çocuğu üzerinde çok ciddi bir etkisi olduğu aşikardır. Ailenin eğitim düzeyi ne düzeyde ise gerek dini gerekse diğer alanlarda çocuğunu da o şekilde yetiştirecektir. Aksi taktirde ailede Namaz, Kur-an ve Sünnet olmadığını varsaydığımız taktirde bu çocukların dinine ve ilime olan hassasiyeti de maalesef çok düşük seviyelerde olacaktır. Bir diğeri ise okul ve arkadaş ortamıdır. Özellikle okulu ve arkadaş ortamını birbirinden ayırmak mümkün değildir. Okul arkadaş demek, arkadaş okul demektir. Okullar çocukların kişiliklerini belirleyici faktörlerdir. Çocuk okulda ne tür arkadaşlar edinecek ise hayatı o düzeyde şekillenecektir. Günümüzde doğu Makedonya’da gençler, aileden gelen bir kültür neticesinde dini ve eğitimsel hassasiyetlerinin üstün seviyelerde olduğu söylenemez. Örneğin: Beş vakit namaz kılan gençlerin sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır. Oysa Peygamber efendimizin bu konu ile alakalı güzel bir hadisi şerifi vardır, Cabir İbn-i Abdullah (r.a.)’dan nakledilmiştir, Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdular: “Cennetin anahtarı namazdır, namazın anahtarı da abdesttir.” (Müsned). İşte tam da bu anlamda gençleri bilgilendirip Namaza ve Kuran ile iç içe olmalarını sağlamak için mücadele etmemiz şarttır. Türkiye’den gelen Din Görevlileri Bu anlamda konumun başına dönecek olursam doğu Makedonya’daki Müslüman Türklerin dini ve eğitim hassasiyetini artırmak amaçlı daha ciddi girişimlerin gerçekleşmesi gerekmektedir. Örneğin: Günümüzde Doğu Makedonya’daki camilerde ciddi bir din görevlisi sıkıntısı yaşanmaktadır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti bu olaya el atmış olup Türkiye Diyanet Vakfı tarafından bölgedeki camilere Türkiye’den düzenli olarak beş yıl boyunca görev yapacak din görevlileri atanmaktadır. Nitekim Türkiye’den gelen din görevlilerinin bölgede çok ciddi
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
çalışmaları vardır. Köylerde çocuklara İslam bilincini aşılamak, Peygamberimizin hayatını öğrenme sürecinden, Kuran-ı Kerim’i düzgün okumaya kadar çok ciddi çalışmaları bulunmaktadır. Allah onlardan razı olsun. Allah anavatanımız, Türkiye Cumhuriyeti yöneticilerinden razı olsun. Ancak bu çalışma yeterli olamayacağı gibi ailelerin ve genç nesillerin de bilinçlendirilip bu çocukların düzgün yetiştirilmesinde daha ciddi rol oynamaları gerekmektedir. Zira gençler ortaokuldan sonra arkadaş çevreleri yüzünden farklı alanlara doğru yönelmekteler. Bunun önüne geçilmesi gerekmektedir aksi halde çocuklar doğru bir şekilde yönlendirilmediği taktirde kendi istekleri ve arzuları doğrultusunda yanlışı ve doğruyu ayırt etmekte ciddi sıkıntılar yaşayacaklardır. De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bilen elbette kıymetlidir. [Zümer 9]. Bu doğrultuda genç nesillerin ilme yönlendirilmesi şarttır. Nitekim ilim sahibi nesiller yetiştiği taktirde Makedonya’da yaşayan Müslüman halk dik durmayı bilecek ve haksızlıklar karşısında sağlam bir irade göstermeyi bileceklerdir. Sonuç olarak bu çarkın taşıma suyla dönmeyeceği aşikardır. Biz kendi din adamlarımızı ve üniversite tahsili yapmış kendi alimlerimizi mutlaka ve mutlaka yetiştirmemiz gerekmektedir. Bu konuda İştip İsa Bey Medresesi ve Radoviş Belediye lisesindeki Türkçe sınıflar bölge Müslümanları adına büyük bir nimettir. Buradan mezun olacak genç nesillerin yüksek tahsil yapmaları mecburidir. Gençler Makedonya üniversitelerinde okuyacakları gibi, Türkiye’de de üniversite eğitimini tamam-
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
layabilirler. Bu konuda Türkiye’de her türlü imkân mevcuttur. Aksini düşündüğümüz taktirde bölgede gelişim ve değişim pek de kolay olmayacaktır. Bunun için de gençlerimizin doğru yönlendirilmesi gerekmektedir. Gençler boş uğraşlar peşinde koşmaktan ziyade gelecekte kendini nerede gördüğünün hayalini kurmakla meşgul olmaları gerekmektedir. Gençler kendilerini doğru yetiştiremedikleri taktirde bölge Müslümanları ne dini anlamda ne de diğer alanlarda hiçbir zaman arzulanan seviyelere gelinemeyeceğinin bilinmesi gerekmektedir. Aynı zamanda Müslüman Türklerin Makedonya’nın genelinde zaman zaman yaşadıkları dışlanma sorunu, ikinci ve hatta üçüncü sınıf vatandaş muamelesi görmeleri ne yazık ki kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu doğrultudan hareketle, Doğu Makedonya’da dindar ve eğitimli genç nesillerin yetişmesi şarttır. Geleceğe ışık tutacak, geleceği aydınlatacak genç nesillere ihtiyaç vardır. Hangi alanda olursa olsun dindar ve eğitimli genç nesillerin yetişmesine ciddi anlamda ihtiyaç vardır. Bu anlamda başta aileler olmak üzere, öğretmenlerimize, din görevlilerimize, üniversite öğrencilerine ve tüm topluma büyük görevler düşmektedir. Eğitim alanında toptan seferberlik başlatılması şarttır. Eğitimsiz hiçbir genç kalmamalıdır. Bölge Müslümanlarının geleceğe aydınlıkla bakabilmeleri ve bölgede huzurla yaşayabilmelerinin tek yolu dindar bir nesil ve eğitimli bireyler olarak kendilerini yetiştirmelerinden geçmektedir.
13
İSTANBUL’DAKI ÖZBEK TEKKELERI O
smanlı Devleti’nde tekkelerin siyasi, dini, kültürel ve sosyal hayatta oldukça önemli bir yere sahip olduğu bilinmektedir. Özbek tekkeleri de bu anlamda Osmanlı toplumunda en çok itibara sahip bir kurum olmasıyla birlikte, Osmanlı Devleti’yle Orta Asya Müslüman Türk halkları arasında dinî, kültürel ve siyasî ilişkiler bağlamında bir köprü vazifesini görmüştür.
Madikhon Ibragimov Özbekistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Tarih Tezli Yüksek Lisans 2. sinif
Özbek tekkelerindeki yaşam tamamen Türkistan kültürüne has bir şekilde görünüm alıyordu. Burada yaşayanlar, Orta Asya’dan getirmiş olduğu çeşitli sanat türleriyle uğraşarak adeta tekkeyi bir kültür alanına çevirmişlerdi. Aynı zamanda Özbek tekkeleri, Türkistan’dan getirilmiş olan bu çeşitli sanat türlerinin Osmanlı toplumunda yayılmasında önemli role sahipti. Özbek tekkeleriyle ilgili diğer bir husus, Türkiye’nin Milli Mücadele döneminde önemli görevler üstlenerek, İstanbul’dan Anadolu’ya silah ve her türlü yardımın gerçekleştirilmesinde kilit bir nokta olarak hizmet etmesidir. Üsküdar’daki Özbekler tekkesi, Milli Mücadele’yi destekleyenlerin Anadolu’ya geçişinde bir karargâh rolüne üstlenmiştir. Özbek tekkeleri Osmanlı toplumunda itibar gören bir kurum olmasıyla birlikte devlet erkânıyla yakın ilişkilerinden dolayı şehrin en merkez yerlerinde kurulmuştur. İstanbul’daki Özbek tekkeleri çeşitli kayıtlarda farklı sayılar olmak üzere bazı kaynaklarda sekiz, bazılarında ise beş olarak gösterilmektedir. Bunlardan en bilinenleri, Üsküdar’daki Sultantepe ve Bülbülderesi’nde, Sultanahmet semtindeki Mehmet Paşa Yokuşu’nda, Eyüp’te
ve Beylerbeyi’ndeki tekkelerdir1. Ancak bugüne kadar bunlardan sadece üçünün bulunduğu yer ve iki tekke binası korunmuştur. İstanbul’daki Özbek tekkelerinin sayısı çeşitli kaynaklarda farklı olarak gösterilmesindeki en önemli sebeplerden biri, bazı tekkelerin Osmanlı Arşiv belgelerinde doğrudan Özbekler tekkesi olarak, bazılarının da Buhara tekkesi olarak geçmesi veya tekke ahalisinin ait olduğu bölgeye göre adlandırılmasıdır. Buradan yola çıkacak olursak, İstanbul’da Özbeklere ait olan tekkenin sayısı beşin üzerinde olduğu kesindir. Bu çalışmanın devamında, belgelerde sıkça geçen; Sultanahmet, Üsküdar Sultantepesi ve Eyüp’teki üç tekke üzerinde durulacaktır. Üsküdar Sultantepe’deki Özbekler Tekkesi Yapının inşa edilmesi üzerinde birçok farklı görüş ileri sürülmüştür. Buna göre Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki kayıtta, tekke 1757-74 yılları arasında Sultan III. Mustafa döneminde kurulmuş olup, bunun hakkında tekke duvarında bir levhanın da bulunduğu söylenmektedir. İsmail Ayvansaray’ın “Hadikat’ul - Cevami” eserinde ise yapının 1754-55’de Maraş valisi Abdullah Paşa (ölm.1755) tarafından inşa ettirildiği kaydedilmektedir2. Bu iki bilginin kronolojik olarak bir birine yakın olmasından ve çoğu kaynakta da bu bilgilerin kabul edilmesine göre genel olarak tekke, Sultan III. Mustafa döneminde inşa edilmiştir diye kesin kanıya varabiliriz. Başlangıçta çok da mütevazi bir yapı olduğu anlaşılan Üsküdar’daki Özbekler tekkesinin zaman içinde birçok ekleme-
Seda Yılmaz, Özbek Tekkeleri, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Tarih Anabilim Dalı, Mayıs 2007, s. 4 2 Adhamjon Aşirov, İstanbul’daki Özbek Tekkeleri, 7. Uluslararası Türk Kültürü Kongresi ve Dünya Kültürlerinde İstanbul, Bildiriler I, İstanbul Tarihi: Medeniyetlerin Buluşma Noktası Olarak İstanbul, Ankara 2012, s. 175-180. 1
14
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
lerle donatılarak büyütüldüğü ve tam olarak şekillenmiş bir tarikat merkezi haline geldiği görülmüştür. Bugün tekke üç bölümden oluşmaktadır; ağaçlık bir bahçe, bu bahçenin yanındaki mezarlık ve tekkeyi oluşturan asıl bölümden. Bu üçüncü bölüm, üç katlı bir harem yapısı, iki katlı iki katlı bir selamlık yapısı, iki katlı bir mescit, iki gözlü bir sarnıç, bir de helâ ve yıkanma yerini içeren mutfak yapısından oluşmaktadır3. Bu yapılar, bu bölümün, dört bir yanını çevrelemişlerdir ki, bu ortada hoş bir görüntünün oluşmasına sebep olmuştur. Üsküdar’daki Özbekler tekkesi, İstanbul’da yer alan diğer Özbek tekkeleri ve Üsküdar’daki Afganlılar tekkesi ile yakın ilişkiler içerisindeydi. Tekke ortalama günlük kırk civarında kişiye hizmet vermekteydi. Bununla birlikte uygunsuz hareketlerde bulunan misafirlerin yolcu edildiği, eğitim ve öğretim amacıyla gelenlerin de uzun süreli kaldığı bilinmektedir. Aynı zamanda tekke, Osmanlı devletinin Türkistan ile irtibat merkezi, misafirhane ve öğrenci yurdu işlevi de görmüştür4. Üsküdar’daki ve diğer Özbekler tekkesi Osmanlı devletinin Orta Asya ile ilişkilerinde bir köprü vazifesine üstlenirken aynı zamanda sanatın ve Nakşibendî tarikatının öğrenildiği birer mektep olmuşlardır. Bu tekkelerin zamanında önlü olması, değerli insanların uğrak yeri olması ve oldukça itibar görmesinde Osmanlı devletinin uyguladığı politika da etkili olmuştur. Konunun dikkate değer yönlerinden biri şu ki, II. Mahmud döneminde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla Bektaşilik İstanbul ve çevresinde oldukça azalmıştır. Yeniçerilere duyulan nefret ve onların Bektaşiliğin temsilcisi olarak görülmesi Nakşibendîliğin Bektaşilere karşı daha çok korunmasına neden olmuştur5. Hatıra Kamalova’nın “Özbekler Tekkesi” adlı makalesinde ortaya koyduğu bu iddianın mantığa yatkın olduğunu düşünsek, Bektaşiliğin yasaklanması ve kovuşturmaya alınması için onlara karşı bir cephenin oluşturulması gerekiyordu. Osmanlı yöneticileri de Bektaşiliğe karşı kendilerine yakın ve bağlılık içerisinde olan Nakşibendî tarikatını desteklemeyi uygun görmüşlerdir. Dolaysıyla Özbekler tekkesinin kuruluşundan, 1925 ve sonrasına kadar oldukça faal olmasında Osmanlı devletinin uyguladığı bu politikanın etkili olduğunu düşünmek mümkündür. Üsküdar’daki Özbekler tekkesi de Sultanahmet ve Eyüp Özbekler tekkesi gibi Türkistan’dan gelerek Mekke ve Medine’ye giden hacıların İstanbul’daki durağı ve barınağı olarak hizmet vermiştir. Bu konuyla ilgili Özbekler tekkesine ait iki önemli kayıt bulunmaktadır. Bunlardan birincisi olan “künye defterinde” gelen misafirlerin isimleri kaydedilirken diğeri olan “resmi misafir defterinde” ise resmi ziyaretçi olarak gelenlerin kayıtları bulunmaktadır. Bu iki kayıtta da tekkeye gelenlerin adları, baba adları, doğum yerleri ve ziyaret tarihleri yer alır. İlginç olan nokta şu ki, künye defterinde bu kişilerin dış görüntülerine dair boy, saç-sakal ve yüz şekliyle birlikte ayırt edici karakteristik özellikleri de bulunur. Künye defterinde kişinin işi, tekkeden ayrılış
tarihi, kadın ve çocuklarına kadar maiyetindeki kişilerin isimleri listelenmiştir. Künye defteriyle ilgili ilk kayıt 1905-06 ile 1922-23 arasındaki girişleri içerir ve bu tarihteki kayıtlardan sonra sadece 1942, 1947 ve 1951 tarihine ait olmak üzere üç kayıt bulunur, toplam 468 giriş vardır. Resmi Misafir Defterindeki ilk kayıt ise 1809-1826 tarihleri arasına aittir ve 254 kayıt mevcuttur6. Bu kayıtlar sadece Özbekler tekkesine gelen ve gidenler hakkında ayrıntılı bilgiler vermeyip aynı zamanda Türkistan ve Osmanlı devletiyle ilgili dönemin siyasî ve iktisadî şartları hakkında da önemli bilgiler vermektedir. Üsküdar’daki Özbekler tekkesi inşasından sonra birçok kez tamir edilmiştir. En önemli tadilat 1844 yılında Sultan Abdülmecit (1839-1861) tarafından gerçekleştirilmiştir. 1851 yılına gelindiğinde ise tekkenin tekrar harap olduğu görülür. Bu durumda tekkenin tamiri için lazım olan 4400 kuruşla birlikte hasır alınması için 1100 kuruşun Lale Vakfı’ndan karşılanmasına dair karar çıkıyor7. Ancak tekkenin tamiri için ayrılan paradan 1800 kuruş daha fazlaya mal oluyor. Toplam yapılan 7300 kuruşluk masraf Lale Vakfı’nın 1851 senesi gelirlerinden sağlanmıştır8. Tekkenin akarsuyu olmadığından dolayı su ihtiyaçlarının karşılanması için bahçede derin bir kuyu yaptırılarak su ihtiyacı giderilmeye çalışılmıştır. Dönemin tekke şeyhi Abdurezzak Efendi tarafından durumun padişaha arz etmesinden dolayı kuyunun yapımı ve senelik masrafları da devlet tarafından karşılanmıştır. Senelik 200 kuruş ve ayriyeten her ay 15 kuruş âkbes ücreti verilmesi uygun bulunmuştur9. Bununla birlikte Üsküdar’daki Özbekler tekkesinin bazen bizzat padişah tarafından bazen de talep üzerine çeşitli yardım ve erzak ihtiyaçları karşılanmıştır. Tekkeye gelip giden misafirlerin, öğrenci, hoca ve önemli şahsiyetlerin masraflarının karşılanması için tekkeye her ay belirli miktarda nakit ve gıda yardımının düzenli bir şekilde ulaştırıldığı malumdur. Ayrıca tekkede genelde her hafta Perşembe günleri zikir gününde Özbek pilavı misafirlere ikram ediliyordu. Bunların da masrafları karşılanmasının yanı sıra tekke şeyhine düzenli olarak maaş çıkartılmıştır. Osmanlı toprakları içerisinde vefat eden kimsesiz Özbeklerin 600 kuruştan aşmayan mirasları da tekkeye veya tekke şeyhine verilirdi. Tekke şeyhi vefat etmesi üzerine şeyhlik makamına onun oğlu veya ailenin en büyük erkek ferdi geçerdi. Bazen aynı anda birden fazla oğlu şeylik makamına getirilebilirdi. Örnek getirecek olursak, Üsküdar’daki Özbekler tekkesinin iki şeyhinden, Mehmet Sadık ve Abdurezzak Efendi’lerden biri Mehmet Sadık Efendi’nin ölümü üzerine boş kalan yarım hisselik şeyhlik görevine oğulları İbrahim Ethem Efendi ve Mehmet Salih Efendi getirilmiştir10. Ancak vefat eden şeyhin bütün oğulları şeyh olma hakkına sahip değildir. Tekke şeyhinin vefatı üzerine padişaha şeyh adayı bizzat başvuru yapar ve padişah onayı çıktıktan sonra yeni şeyh bir önceki şeyhin maaşına ve tekkeye sahip çıkabilirdi. Özbek tekkelerindeki bazı şeyhlerin çocukları olmadan ve-
3 Cengiz Bektaş, Üsküdar’ın Sultantepe’sindeki Özbekler Tekkesi, Tarih ve Toplum, C. II, İstanbul 1984, s. 112-117. 4 Hür Mahmut Yücer, s. 277-279. 5 Hatıra Kamalova, s. 171-188. 6 Seda Yılmaz, s. 6. 7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ.MVL., 234., 8179. 8 Hatıra Kamalova, s. 171-188. 9 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ.DH., 122, 6215. 10 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, İ.DH., 121, 6150.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
15
fat ettiği de görülmüştür. Bu durumda padişah tarafından boş kalan şeyhlik görevine mevcut tekkenin istekleri üzerine yeni bir şeyh atamıştır. Örneğin; Beylerbeyi’nin Havuzbaşı’sındaki Özbekler tekkesinin şeyhi olan Abdullah Efendi’nin çocuksuz vefat etmesi üzerine boş kalan şeyhlik hissesi ve maaş bedelinin saray şeyhlerinden Şeyh Ahmed Efendi’ye verilmesi istenmiştir11. Böyle bir durumda ve diğer tüm devletle tekke arasındaki ilişkilerde Evkaf nezareti ön planda olmuştur. Tekke’nin nerdeyse tüm meseleleriyle ilgilenmiştir. Üsküdar Özbekler Tekkesinin Milli Mücadele Dönemi’ndeki Rolü Türkiye’nin Milli Mücadele Dönemi olarak adlandırılan 1918-1923 yıllarında, Üsküdar’daki Özbekler tekkesi önemli görevlere üstlenerek Anadolu’ya silah ve çeşitli yardım malzemelerinin sevkiyatında önemli bir merkez haline gelmiştir. Hatta bu merkez mücadeleye katılanların Anadolu’ya geçmesini sağlayan karargâh rolüne üstlenmiştir. İstanbul’un 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri tarafından işgali, Milli Mücadele’yi destekleyen insanların İstanbul’da kalmalarını tehlikeli hale getirmişti. Meclis-i Mebûsâ’nın basılması, üyelerinin tutuklanması, bazı mücadele eden asker, sivillerin İtilaf Devletleri ve İstanbul Hükümeti tarafından aranarak yakalanmaya başlaması, mebus, subay ve sivillerin Anadolu’ya geçişini hızlandırdı. Anadolu’ya sadece subay ve sivillerin değil aynı zamanda silah sevkiyatı da yapılması gerekiyordu. Boğazlar ve bazı önemli deniz yollarının kontrol altında olmasından dolayı en güvenilir yolun karayolları olduğu ortadaydı. Dolayısıyla Milli Mücadele’ye katkı sağlayan en önemli güzergâh İstanbul’da Üsküdar Özbekler tekkesinden başlayarak, İzmit-Geyve-Adapazarı’nı takip eden Anadolu yolu idi. Bu geçişler sırasında yolculara kılavuzluk ve lojistik destek sağlayan kuruluşlardan biri de Karakol Cemiyetiydi. Tekke bu Cemiyetin İstanbul ve Anadolu arasında faaliyetleri gerçekleştirmesindeki gizli merkezi haline geldi12. İtilaf devletlerinin ilk başlarda mescit, cami ve tekkelerden şüphelenmemeleri böyle hareket etmelerine sebep olmuştur. Bu faaliyetlerde tekkenin son şeyhlerinden Şeyh Ata Efendi’nin özel çabaları önemlidir. Ata Efendi, gündüzleri Üsküdar’ın çarşı ve kahvelerinde dolaşıp, tespit edilmiş olan parola (“beni İsa yolladı”) ile Anadolu’ya kaçacak kimseleri bulup dergâha toplardı. Silahların ve cephanelerin tekkeye büyük bir sükûnetle ve hemen Üsküdar Meydanı’nda bulunan Nakkaşî Karakolu’nu işgal etmiş olan İtalyan jandarmalarının dikkatini çekmeden taşınmasını temin etti13. Karakol Cemiyetinin üyelerinden olan Şeyh Ata Efendi, tekkeyi yaralı ve hasta Kuva-yı Milliye’den olanların tedavilerinin yapıldığı hastane olarak da kullanılmasını sağladı14. Hastane özelliğinin yanı sıra Özbekler tekkesi bir posta merkezi gibi de çalıştı. İstanbul’dan Anadolu’ya, Anadolu’dan İstanbul’a doğru en emniyetli haberler bu kanal aracılığıyla ulaştı. Bunun yanında, Anadolu’da mücadele eden Kuva-yı Milliye ve Karakol cemiyeti azalarının İstanbul’daki aileleriyle irtibatı bu posta yoluyla sağlandı.
İngilizler bu menzil teşkilatını haber alınca, 4 Nisan 1920’de İzmit’in kuzeyinden ve üç koldan tekkeye taarruza başladı. İngilizlerin yaptığı baskınlar, Özbekler tekkesinin çalışmalarına büyük miktarda zarar verdi. Dolayısıyla başta tekke şeyhi Ata Efendi olmak üzere tekkede bulunanlar Ankara’ya gitmek zorunda kaldı. Daha sonra Şeyh Ata Efendi, Mustafa Kemal Paşa’yı temsilen Enver Paşa’yla görüşmek üzere Türkistan’a gönderildi15. Bu dönemde yaptığı önemli faaliyetlerle birlikte diplomatik vazifelere de üstlenmiş olan Özbekler tekkesi ve şeyhlerinin devlet için ne derece önemli olduğunu görebiliyoruz. Tekkenin bugünkü haline gelecek olursak; 1752 tarihinden 1983 tarihine kadar geçen zaman içinde birçok tamirat görmüş olan tekkenin en geniş kapsamlı restorasyonu, Şeyh Hezarfen Edhem Efendi’nin torunlarından Ahmet Ertegün ile kardeşi Nasuhi Ertegün’nün maddi desteği ile gerçekleştirildi. 1983 yılında önemli mimar Cengiz Bektaş’ın tekke üzerindeki çalışmaları ve denetimiyle yapılan tamirattan sonra tekke şimdiki halini aldı. Bugünlerde, Şeyh Necmeddin Efendi’nin küçük oğlu ve Şeyh Ata Efendi’nin yeğeni olan Ethem Özbekkangay’ın ailesiyle birlikte oturduğu tekke, Münir Ertegün Tarih Araştırma Vakfı’nın himayesinde bulunmaktadır16. Milli Mücadele Dönemi’nde gösterdiği hizmetlerinden dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra, 1925’deki tekke ve zaviyelerin kapatılması kanununun çıkmasına rağmen bir tek bu tekke faaliyetini devam ettirdi. Buradan da görebileceğim gibi tekke, hem Osmanlı döneminde hem de Cumhuriyet döneminde devletin doğrudan iletişim içerisinde olduğu en önemli kurumlardan biriydi. Sonuç Toparlayacak olursak, bu çalışmada Özbek tekkelerinin Osmanlı toplumunda en çok itibara sahip bir dergâh olmasıyla birlikte, Osmanlı Devleti’yle Orta Asya Müslüman Türk halkları arasında dinî, kültürel ve siyasî ilişkiler bağlamında bir köprü vazifesini görmüş olduğunu ortaya koymaya çalıştım. Osmanlı Devleti’nde, Özbek tekkeleri Orta Asya Müslüman Türkleriyle sanat ve kültürün etkileşim merkezi haline gelmiş olmasıyla birlikte, XVIII. yüzyılın ortalarında, Osmanlı toplumunda geniş kitleye sahip olan Nakşibendî tarikatının ana merkezi olma hasebiyle de önemlidir. Bunun beraberinde, Türkistan’daki Özbek Hanlıklarıyla (Buhara Emirliği, Hokand ve Hive Hanlıkları) siyasi ve dostluk münasebetleriyle gelmiş olan elçilerin İstanbul’daki ilk istikamet yeri olmasıyla birlikte her iki devlet arasında siyasi ve kültürel köprü konumunda olduğu vurgulanmaya çalışıldı. Bu elçiler genelde Özbek tekkelerinde ağırlanır, elçilerin masrafları da devlet tarafından karşılanırdı. Bazen de Özbek tekkelerinde bulunan şeyhlerin de Osmanlı elçisi olarak Türkistan’a gönderildiğini gördük.
11 Başbakanlık Osmanlı Arşivi, A.MKD.NZD., 252, 63. 12 Hatıra Kamalova, s. 171-188. 13 Mehmet Akif Bal, Milli Mücadele’de Üsküdar Özbekler Tekkesi, Arşiv Dünyası, Sayı 9, Ocak 2007, s. 56-57. 14 Baha Tanman, Özbekler Tekkesi, DİA, C. 34, s. 123-124. 15 Mehmet Akif Bal, s. 56-57. 16 Mehmet Akif Bal, s. 56-57.
16
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
AFRIKA’DA SÖMÜRGECILIK Önsöz
Alhabib Algoni Orta Afrika Cumhuriyeti İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Bölümü
Yüzölçümü ve nüfus bakımından dünyanın en büyük ikinci kıtası olan Afrika kıtasında elli beş ülke yer almaktadır. Toprağın büyük bir kısmı tarıma elverişli olduğu gibi bakır, altın, elmas, kobalt vb. yeraltı kaynakları bakımından da oldukça zengindir. Fakat, ne yazık ki Afrika halkı, kendi yeraltı kaynaklarından istifade edememektedir. Dolayısıyla Afrika’nın bazı bölgelerinde açlık, kuraklık ve susuzluk gibi sorunların ortaya çıktığına ve ülkelerinin gelişemediğine şahitlik etmekteyiz. Aslında, bu olumsuz unsurların var oluşu, kıtanın fakir olmasından kaynaklanmamaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi kıta yeraltı kaynaklarıyla zengin bir kıtadır. Bu geri kalmışlığın ve kıtlığın başka sebepleri vardır. Bu problemlere çözüm bulmak için, sıkıntıların ortaya çıkışının ana sebeplerinin bilinmesi zaruridir. Bu sıkıntıların en önemli ve en temel sebebi sömürgeciliktir. Bu çalışma, Afrika kıtasında yaşanan sömürgeciliğin aşamalarını ve nasıl etki ettiğini ele alacaktır.
Sömürgeciliğin tanımı Başka milletlere ait olan maddi-manevi bütün kaynakların bir ulus ya da devlet tarafından zorla ele geçirilmesi ve götürülmesi anlamında kullanılan bir tanımlamadır. Kavram kolonyalizm ile ne kadar karıştırılsa da aslında aynı anlama gelmemektedir. Kolonyalizm, daha çok başkalarına ait topraklar üzerine yerleşmeyi ifade etmek için kullanılmaktadır. Sömürgecilik ya da emperyalizm aynı zamanda ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb. hâkimiyeti ve yağmalamayı da ihtiva eder. Aslında kelimelerin etimolojileri de bu açıdan fikir vericidir. Tarzını ve görüntüsünü değiştirmiş olmakla birlikte günümüzde de devam eden sömürgeci-
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
liğin bütün yönleriyle sistemli bir şekilde uygulanması XVI. yüzyılın başlarına denk gelmektedir.
Sömürgeciliğin aşamaları • Keşifler 15. yüzyılın sonlarına doğru dünyada pek çok yeni yer keşfedildi. Bu keşiflerle birlikte Dünya’nın Avrupa, Afrika’nın kuzey bölgesi ve Asya’nın batı bölgesinden ibaret olmadığı anlaşıldı. Portekizliler ve İspanyollar bu keşiflerin öncüleri olmuşlardır. Fakat yeni keşfedilen topraklardaki ticaret ve sömürgeleştirme faaliyetlerini kimin kontrol edeceği konusunda anlaşmazlığa düştüler. İspanya, bu anlaşmazlığı çözüme kavuşturmak için Papa VI. Alexander’a başvurdu ve Tordesillas Antlaşması imzalandı (1494). Bu antlaşmaya göre, Brezilya’nın batısından başlayan, batıdan gelip Kuzey Afrika’dan geçerek Afrika’nın doğusuna, sonra da güneyine uzanan hayali bir çizginin iç tarafı Portekiz’in, dış tarafı ise İspanya’nındır. Başka bir deyişle, Brezilya ve Afrika Portekiz’e, Brezilya hariç, Latin Amerika ve kuzey Amerika da İspanya’ya verilmiştir. Böylece modern sömürgeciliğin iki öncü ülkesi aralarındaki rekabete son verip yeni topraklar ele geçirmekte gecikmedi. İspanya, Kristof Kolomb kumandasında Yeni Dünya olarak adlandırılan Amerika kıtasını sömürgeleştirmeye girişirken Portekiz, Vasco da Gama öncülüğünde 1498 yılında Afrika’nın batı kıyılarını dolaşıp Ümit Burnu’na ulaştı ve buradan Hindistan’a kadar uzanan bölgede geniş bir hâkimiyet alanı oluşturdu. XVI. yüzyılda büyük bir sömürge imparatorluğu kuran Portekiz ve İspanya’yı Hollanda, İngiltere ve Almanya takip ederek Afrika’ya girmeye başladılar. Bunlardan
17
halka yönelik meşruiyetlerini, o bölgenin halkından ileri gelenler eliyle yapmaktaydılar. Misyonerler bunu yaparken iki şeyi çok iyi gözlemlemiş ve uygulamışlar. Birincisi, Afrika’nın yerli insanı müzikten hoşlanıyor, onlar da kilisede onların sevdiği müziklerin ritimlerinden ilahiler çalıyorlardı. İkincisi, ülkenin kültür ve sosyal yapısını çözümleyen çalışmalara göre hareket tarzı belirlemişler. Misyonerler hedeflerini yerine getirmek için okullar ve kiliseler açtılar. 1900’lerin başında Afrika kıtasında toplam 1o milyon civarında tahmin edilen Hristiyanların sayısı bugün 1 milyarı aşmakta olan nüfus içinde 350 milyon civarındadır. • Ticaret
sonra Avrupalı devletler içinde sömürgecilik faaliyetlerine en son katılan devletlerarasında Belçika, Fransa ve İtalya gelmektedir. Sömürgeci devletler Afrika’yı paylaşmak, sömürge meselelerini modern hukuk kurallarına bağlamak ve aralarındaki sürtüşmeleri ortadan kaldırmak amacıyla Almanya’da bir araya gelerek bir antlaşma imzaladılar (Kasım 1884). 1884-1885’te Berlin’de bir araya gelen İngiltere, Fransa, Belçika, İtalya, Almanya, Portekiz ve İspanya, Afrika kıtasını kendi aralarında paylaştılar. Bu paylaşımın en önemli özelliği Afrika’da uzun süreli bir Avrupa sömürgeciliğini sağlamlaştırmaktı. Afrika halkları batı tarihlerinde iddia edildiği gibi bu sömürgeleştirme faaliyetlerini kolay kabullenmediler. Ülkeler sömürgeciliğe karşı ne kadar direnişe geçseler de mücadeleleri başarısız oldu. Bu mücadeleyi sadece Etiyopya başarabildi. Direnişlerin başarısız olmasıyla, sömürgeci ülkeler Afrika’yı sömürmeye başladılar. • Misyonerlik Afrika’nın keşfinden sonra bu kıtaya ilk yayılanlar misyonerler oldu. Misyonerlerin amacı sadece insanları Hristiyanlaştırmak değil aynı zamanda onları sömürge hâkimiyetine hazır hale getirmekti. Böylece Avrupa’nın Afrika üzerindeki hâkimiyeti daha da kuvvet kazanacaktı. Misyonerler bütün güç ve imkânlarıyla çalıştılar. Avrupalılar da hâkimiyetlerini kurdular ve bunun sonucunda bir yandan Afrika’nın tabii zenginlikleri Avrupa’ya aktarılırken, diğer yandan ekonomik gelişmeler dolayısıyla iş gücü talebinin karşılanması için insanlar köleleştirildiler. Sömürge öncesi Afrika ülkelerinde monarşi ya da kabile yönetimleri vardı ve insanlar da kabilenin efendisinin dinine tabi oluyorlardı. Sömürge yönetimleri kurulduktan sonra genelde öncelikle kabile şefleri onlara makamları bırakılacağı vaadi ve maddi çıkarlar yoluyla Hristiyanlaştırıldığı için ya da köleleştirilenlerin beyaz efendileri Hristiyan oldukları için efendilerinin dinlerine tabi oldular yani Hristiyanlaştılar. Misyonerler, girdikleri yerlerde
18
Sömürgeci devletler çok geçmeden yeni tanımaya başladıkları Afrika kıtasında ticari kazancı oldukça yüksek olan çok sayıda ticaret şirketi kurdular. Bu şirketlerin tamamı kıyılardaki değerli madenleri yine yerli halkı kullanarak çıkarıyor ve Avrupa’ya gönderiyorlardı. Madenlerde zorla çalıştırılan yerliler, karşı koymaları halinde katliamlar yapılarak ortadan kaldırılıyordu. İlk zamanlardaki altın ağırlıklı ticaret 17. yüzyıldan itibaren yerini baharat, fildişi ve özellikle köle ticaretine bıraktı. Madenlerin çıkarılması ve kıyılarda kurulan çiftliklerin işletilmesi için kullanılan yerliler köleleştirilerek Avrupa ve Amerika’ya satılıyordu. Köle kıyısı diye adlandırılan Batı ve Güney Afrika kıyılarında kurulan köle pazarlarından, Avrupa şirketleri büyük kazançlar sağlarken durum bu kıtanın demografik ve sosyal yapısının altüst olmasına neden oluyordu. Bu süreçte Afrika’daki sömürgecilik yarışında en aktif rolü ise Fransa oynuyordu.
Sömürgeciliğin Etkileri • Sosyal Etkiler Sömürgeciliğin, Afrika insanı üzerindeki en olumsuz etkilerinden birisi olan kölelik müessesesidir. Uzun yıllar boyunca kıta insanının, bir eşya gibi ticareti yapılması sonucu insanların eziyetler çekmesine, özgür yaşam haklarından mahrum kalmalarına neden olmuştur. Köleliğin Avrupa toplumunda bu kadar yaygın olmasının temel nedeni, Avrupalıların kendilerini üstün görmeleridir. İnsanlar arasındaki ayrımcı bakış açısı Avrupa toplumunun dünya politikasını belirlemiştir. Sömürgeciliğin, Afrika üzerinde olumsuz etkiler bıraktığını anlayabilmek için çok uzak bir zamana gitmeye gerek yoktur. Günümüzde Afrika insanının içinde bulunduğu, ekonomik duruma, yaşadığı sefalete ve açlığa bakmak yeterli olacaktır. Coğrafi olarak oldukça verimli topraklara sahip olan Afrika halkı, sahip oldukları yer altı ve yer üstü kaynaklarının büyük bölümünü bölgede uzun bir süre hâkimiyet sürdüren sömürgeci Avrupa güçlerine kaptırmıştır. Bugün, dünya barışından, kardeşlikten bahseden Avrupa, çok değil bir asır önce yaptığı sömürgeciliği görmezden gelip dünyaya sözde barış mesajları vermektedir. Buna karşın Avrupa, geçmiş dönemlerden farklı bir şekilde uyguladığı günümüzdeki modern sömürgecilik anlayışı ile sömürgecilik faaliyetleri yürüttüğünü inkâr etmektedir.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
• Ekonomik etkiler Afrika, doğal kaynaklar bakımından zengin bir kıta olmasına rağmen uzunca bir süre Avrupalı güçler tarafından sömürüldüğü için, kıtanın sahip olduğu doğal kaynaklar bölge halkı tarafından kullanılamamıştır. Bu durumun doğal sonucu olarak Afrika ülkeleri sanayileşmeyi başaramamış, yurt içi sermaye dolaşımını sağlayamamış ve bununla birlikte eğitim ve sağlık gibi temel sektörlere de yatırım yapamamıştır. Bölgenin doğal kaynaklarını sömüren Avrupalılar, günümüzde Afrika insanının içinde bulunduğu yoksulluğun, çaresizliğin, açlığın temel nedenini oluşturmuşlardır. Günümüzde Afrika insanının büyük çoğunluğu, açlık sınırında yaşamaktadır. Sömürgeciliğin en acı sonuçlarından biri de budur. Afrika’da birçok insan açlıktan ölme noktasına gelmişken, Avrupa’da ise bunun tam aksine, zaman zaman yaşanan ekonomik krizlere rağmen yüksek kalitede bir yaşam sürülmektedir. Afrika insanının yaşadığı ekonomik sıkıntıların sonucu olarak sağlık sektörüne yeterince yatırım yapılamamış ve bununla birlikte bölgede sağlık problemlerinin baş göstermesi, salgın hastalıkların yoğun olarak görülmesi kaçınılmaz olmuştur. Sömürgeciliğin, ekonomik açıdan Afrika insanına etkileri günümüzde sürmekte ve kıta insanının birçoğu açlık sınırında yaşamaya mecbur bırakılmış bir şekilde, açlığın vermiş olduğu çaresizlikle ölümü beklemektedir. Avrupa, sömürgecilikten vazgeçmeyip önceki bölümlerde de belirtildiği gibi günümüzde de bu anlayış ve uygulamalar canlılığını korumaktadır. • Kültürel etki Sömürgecilik faaliyetleri sonucunda Afrika insanı, sadece ekonomik ve sosyal alanda sorunlarla karşılaşmamış aynı zamanda kültürel açıdan da kayıplara uğramıştır. Coğrafi keşiflerle birlikte Avrupa devletleri, sadece doğal kaynakları sömürüp, insanları köle olarak kullanmamış aynı zamanda gittikleri bölgelere kendi kültürlerini ve dinlerini de götürmüşlerdir. Bugün Afrika ülkelerine baktığımızda, sömürgeciliğe maruz kalan bölgelerde, bağımsızlıklarını kazanan halkların kurmuş olduğu devletlerde Avrupa dillerinin yaygın olduğunu görmekteyiz. Fransızca ve İngilizce Afrika’da yaygın olarak konuşulmaktadır. Ayrıca sömürgecilik Afrika’nın dinlerine de etki etmiştir. Misyonerlik faaliyetleriyle başlayan Hristiyanlaştırma milyonlarca kişinin dinini değiştirmesine neden olmuştur. Kendisini medeni bir toplum olarak gösteren Avrupa, dünyanın pek çok yerinde uyguladığı politikayı Afrika üzerinde uygulamaya koymuş ve sonuçlarına baktığımızda başarılı da olmuştur. Ne yazık ki, Afrika insanının kendi kültüründen, dininden ve dilinden uzak kalmasına ve sonuç olarak da bölge kültürünün yok olmasına zemin hazırlamıştır.
gerilemesine, kendi kültürlerinden koparak Avrupa kültürünü benimsemelerine neden olmuştur. Avrupalılar uygulamış oldukları bu sömürge politikalarını, “medeniyet” götürme iddiasıyla farklı bir çerçevede göstermeye çalışmaktadır. Gittikleri bölgelere medeniyet götürdüklerini savunan Avrupalılar, medeniyet götürmenin aksine elde ettikleri bölgelerde var olan medeni birikimin de yok olmasına sebebiyet vermişlerdir. Afrika ülkelerinin bu durumdan kurtulabilmeleri için öncelikle eğitime yatırım yapmaları gerekmektedir. Eğitimli bir toplum, dış tehditleri daha iyi algılayıp bunlara karşı önlemler alabileceği için eğitim birinci planda tutulmalıdır. Bununla beraber Afrika, sanayileşmeye de önem vermeli ve dışa bağımlı olmaktan kurtulmalıdır. Böylece kıtada, insanlar daha uygun şartlarda yaşama imkânı bulabileceklerdir.
Kaynakça Ahmet Kavas. (2004). Sömürgecilik. Diyanet İslam Ansiklopedisi. (S. 394-97) Azmi Özcan. (2014). Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya) TC. Anadolu Üniversitesi Cevat Rüştü G. Afrika. Diyanet İslam Ansiklopedisi. ( S. 413-18)
Sonuç Avrupa’nın, coğrafi keşiflerle birlikte başlayan sömürgecilik macerası her dönemde gelişerek büyümüş ve Avrupa devletlerinin gelişmesini sağlarken, bu durumun aksine sömürülen bölgelerde yaşayan insanların ekonomik, kültürel, sosyal alanlarda
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
19
HOCALI KATLIAMI …Biz Müslümanlar bu şekilde devam etmeyecek ve açık şekilde söylüyoruz ki, eğer olaylar böyle giderse, ne kadar Kafkasya’da böylece terör havası eserse, Kafkasya’da sakinlik kazanılmayacaktır. Kafkasya’da makam sahipleri ve hakimlerin çoğunluğu Ermeni teröründen korkarak adaletli bir şekilde ve hakkıyla işlerini görememekteler. Huzur ve güvenliğin olması için ne gibi işler yapılırsa, şu hizmetçiler korkularından bir şeyler yapmadan sadece, zulme körük atacak ve böylece hiçbir zaman güvenlik olmayacaktır. Ahmet Bey Ağayev
Sinan Azimov Azerbaycan İstanbul Üniversitesi Din ve Felsefe Bilimleri Doktora Öğrencisi
Şehitlerin dilinden Hocalı Katliamı: Seriyye Talıbova: Gözümün karşısında 4 Ahıska Türkü’nün, 3 komşumuzun başını bir Ermeni kabri üzerinde kestiler. Rus askerleri ile bir yerde Ermeniler ebeveynlerinin gözleri karşısında çocuklarına işkence verip katletmekteydiler. Sonra ise meyyitleri araçlarla dereye dökerlerdi. Camal Allahverdi oğlu Orucov: 16 yaşında çocuğumu kurşuna tuttular. 23 yaşında olan kızımı, iki ikiz oğlumu ve 18 yaşındaki hamile olan kızımı elimizden aldılar. 10 yaşlı Ramil Hasenov: Ermeniler gelirken ormana kaçtım. 3 gün aç-susuz orada kalmıştm. Susuzluktan az kala ölmekteydim. Baya kar yemiş oldum. Sinan Abdullayev: Bir gün ormanda kaldıktan sonra Ermeniler bizi bulup Esgeren’a getirdiler. Ebeveynlerim, 16 yaşında olan ablam orada öldü. Ruslar, Ermeniler, küpeli zenciler çocukların gözü karşısında bana işkence etmekteydi. Sonra bizi içerisinde su dolu depoya attılar. Suda boğulmamaları için çocukları bir gün elimde tuttum. Yabancı Medya ve Haber Ajansları Gözünden Hocalı Katliamı: “Washington-Post” gazetesi: Dağlık Karabağ kurbanları Azerbaycan’ın şehirlerinde toprağa bastırılmıştır. Göçgünlerin söylediklerine göre Ermenilerin hücumu zamanı yüzlerce adam katledilmiştir. Katledilen yedi kişinin cesedi bugün gösterildi, onlardan 2’si çocuk, 3’ü kadındır. 120 göçmen Ağdam hastanesinde, onların vücutlarında birçok derin yaralar vardır. “Times” gazetesi: Ermeni askerleri yüzlerce göçmen ailesini katletmiştir. Hayatta kalanların söylediklerine göre Ermeni askerleri 450’den çok Azerbaycanlıyı katletmiş, onlardan çoğunluğu çocuk ve kadınlardır. Yüzlerce hatta belki de binlerle kişi kayıp olmuştur “Onlar ateş aça aça böylece devam ederdiler”- Hocalıdan diğer kadın ve çocuklarla birlikte Ağdama kaçmış Raziye Aslanova olayları şöyle ifade etmektedir. “İzvestiya gazetesi”: Mayor Leonid Kravest “Ben kendim köyün aşağısında yüze kadar ceset gördüm. Erkek çocuklarından birinin kafası üzerinde yoktu. Her tarafta imansızlıkla katledilmiş koca, kadın ve çocuk cesetleri gördüm”
20
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
“Sandi Times” gazetesi: Tomas Tolts Ermeni askerlerinin hayata geçirdikleri katliamlarla ilgili ilk haber yayımlayan medya işçisiydi. Hocalı sıradan Azerbaycan şehri olmuştur. Güven ve huzur döneminde ziraatla uğraşan binlerle Azerbaycanlının ikamet meskeni olmuştur. Geçen hafta şehir yeryüzünden silinmiştir. “Financial Times” gazetesi: Ermeniler Ağdama giden göçgün kolonuna ateş açtılar. Azerbaycanlılar 1200 şehit vermiştir. Lübnan’dan olan medya işçisi zengin taşnak birliğinin Karabağ’a silah ve mutlu(?) asker gönderdiğini kanıtlamaktadır. “ Le Mond “ gazetesi: Ağdamda olan yabancı medya işçileri Hocalı ’da katledilen kadın ve çocuklar arasında 3 kafatası soyulmuş, tırnakları çıkarılmış meyyit görmüşler. Bu, Azerbaycan propagandası değil bir gerçektir. Ermenilerin kendi dilinden Hocalı İtirafları: Davut Hayriyya’nın “Haç naminə” kitabından parçalar (19 – 76. sayfalar. Müellifin Hocalıdaki katliamdan kayıtları) Sayfa 26:” …O şahtalı kış gününde biz Daşbulak’ın yakınlığındaki bir kaç kilometre derinliği olan bataklığı geçmek için cesetlerden köprü düzeltmek zorunda kaldık. Ben cesetlerin üzerinden geçip gitmek istemiyordum. O zaman Albay Okanyan bana korkmamamı işaret etti. Bu savaşın kurallarından biridir. Ben 9-11 yaşlarında kan içinde olan kızın sinesi üzerine çıktım ve yürümeye başladım. Benim ayakkabılarım ve pantolonum kan içindeydi. Böylece ben yaklaşık 1200 kadar cesedin yanından geçtim.” 62- 63. sayfalarda müellif bunları söyler:” …Mart ayının 2’sinde “Kaflan” isimli Ermeni ekibi (cesetlerin yandırılmasıyla görevlendirilen) alçak Moğollardan (Türklerden) yaklaşık 2000 kadar ölüyü bir yere toparladı ve onları ayrıca yığınlarla Hocalıdan bir kaç kilometre batıda yaktı. Sonuncu arabada benim 10 yaşlarında boynundan ve elinden yara alan bir kız çocuğu dikkatimi çekti. Dikkatle baktığımda onun hayatta olduğunu gördüm. Şahta, soğuk ve aldığı yaraların çokluğuna bakmayarak çocuk henüz hayattaydı. Ben hiçbir zaman o çocuğun ölümle çarpışan gözlerini unutmam. Sonra askerlerden Tikranyan isimli birisi onu kulağından tutarak cesetler kalanan(?) yere sürüdü ve daha sonra hepsini yaktı. Ben orada yardım isteyerek kiminse çığırdığını duydum, daha ötesine gidemedim. Amma ben bütün mukaddesler tarafından buğuzedilmiş Türkleri ve Şuşanı azat etmek istiyordum. Bunun için de geri döndüm. Onlar ise kendilerinin “Haç naminə marafonlarını” devam ettirmekteydiler. Tarihini unutan, ondan ibret almayan, tarihi üzerine geleceğini kurmayan halk onu yeniden yaşamağa mahkûmdur. Dinimize, dünyadaki Müslümanlara, mukaddes mekânlarımıza özellikle “Mescid-i Aksa’ya” ve İslam Dünyasının bir kısmı olan dilber guşemiz Karabağa, tarihimize, milletimize sahip çıkalım. Artık dünyadaki kardeş ve düşmanlarımızı tanıyalım, ama bu Batının tanıtımıyla olmasın... (Makalenin hazırlanmasında Akif Aşırılı’nın “Türkün Hocalı Faciesi” eserinden yararlanılmıştır.)
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
21
BARDAĞIN DOLU TARAFINA MI BOŞ TARAFINA MI BAKILMALI?... S Abdulkarim Auwal Nijerya İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Bölümü
22
omali’nın ekonomisi sırasıyla tarım (65%), balıkçılık, hayvancılık (40%) ve para havalesine dayanır en çok. Etiopya’dan gelen Jubba ile Shabelle nehirlerin yardımıyla Somali’deki topraklar tarıma elverişlilik kazanmıştır. Somalinın para birimi de Somali Şilin’idir. 2014 yılında FSNAU, çıkardığı istatistiklere göre çiftlik hayvanların ihracından elde edilen kazancın 360 milyon olduğunu beyan etmişti. Yabancı ülkere giden Somalili vatandaşlar tarafından ailelerine gönderdikleri para miktarının da Somali ekonomisini etkilediği malumdur. Yine 2014 yılında Uluslararası para fondu ile Dünya Bankası’nın verimine göre Somalinin gayri safi yurt içi hasılası 5.7 milyar dolar olmaktadır. Yirminci yüzyıldan bugüne kadar devam eden iç sorunları bulundurulmasıyla birlikte Somali’nin ekonomisi, iç sıkıntılardan önceki zamana nazaran 3.7% gelişme göstermiştir. Somali’nin ihracat müttefikleri arasında Yemen, Birleşik Arap Emirlikleri ve Umman gibi ülkeler iken ithalat müttefiki ise Cibuti, Hindistan, Çin, Kenya ve Pakistan gibi ülkeler yer almaktadır.
ekip biçiyorsa bir ülke, o ülkeye aşağılayıcı bir gözle bakmak doğru olmasa gerek.
Bu verilere binaen, Somali’nin muazzam ve neredeyse tükenmez bir gelir kaynağına dayalı ekonomisine sahip olduğu malumdur. Bir yerin toprağının tarım için elverişli olması demek, en azında o ülkede yaşayanların aç kalmaması demektir. Toprağı gerektiği gibi işlemek de kaçınılmaz şartlardandır. Çiftlik hayvanları bir yana çiftlik ürünleri ihrac edecek kadar
Velhasıl bu ülkenin sahip olduğu toprak elverişliliği, su yeterliliği, ihrac ve ithal imkanları, kulllanılmakta ve daha kullanılmayan yahut kullanılamayan doğal kaynakları bulunduran bir ülkenin gelecekten korkmasından bahsetmek seza değildir, bilakis sonraki nesil için ümit taşıdığı söz konusu olur. Bir de vatansever halka ihtiyacı vardır. Vessalam.
Somalinın sahip olduğu doğal kaynaklar uranyum, demir, tuz ve petroldur. Etkin halde değilse de varlığndan söz edilmiştir fakat ülkenin 80% enerji kaynağı biyokütle yakıt, odun ve kömüre dayalıdır. Jeotermal enerji, hidroelektrik, rüzgar ve güneş enerjisi de söz konusudur. Bir de zengin olanlar genelde jeneratör adlı bir makineyi kullanarak evlerini aydınlatırlar, elektrik elde ederler başka ifadeyle. Somali’deki doğal zenginliğin işlenmiyor olmasının ana sebepleri yukarıda zikredilen iç sıkıntılar olsa gerek. Altı altınlarla dolu olan bir bina hücüma maruz kaldığı zaman, o altınlardan bahsedilmesi, zarardan başka bir katkısı söz konusu değildir. Çünkü zamanın uygun olmadığını bildiği halde o bina halkı arasında fikir ayrılığının çıkmasına sebep olmuş oluyor. O durumda, insanın bertaraf edemeyeceği ( bütün insanlar için geçerli değildir elbet), inanılmaz güce sahip olan para söz konusudur. İç sıkıntıların da bir gün son bulacağı muhakkaktır ki o gün yakındadır inşallah.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
BUHARA-İ ŞERIFTE YEDI PIR (HACEGÂN TARIKATI TEMSILCILERI) IX-X.yüzyıllarda İslam dünyasında meydna gelen tasavvuf ilmi Maveraünnehir’e Horasan vasıtasıyla gelmiştir. Bu dönemde yaygın olan Hallaciye, Cüneydiye, Suhreverdiye, Uveysiye, Kadiriye tarikatlarının etkisi altında Maveraünnehir’de de XIXII.yüzyıla gelince Hacegân, Yeseviye ve Kübraviye tarikatları şekillendi ve süratle gelişti. Merkezî Asya ve birçok islam ülkesindeki tasavvuf gâyelerinin gelişmesinde Hacegân tarikatının önemi büyüktür.
Fayzullakhon Otakhonov Özbekistan İstanbul Medeniyet Üniversitesi Tarih Bölümü Doktora öğrencisi
Hacegân ve Yeseviye tarikatlarının ortaya çıkması ve gelişmesinde 1048-1140 yıllarında, önce Horasan’da, daha sonra da Türkistan’da faaliyette bulunan Şeyh Yusuf Hamedanî’nin hizmeti büyüktür. Buhara’yı İslam ülkelerine, hatta dünyaya tanıtan yedi büyük pir, 1103-1389 yıllarında (XII-XIV.yüzyıllar) yaşamış, Hacegân tarikatını sırayla yönetmiş ve hayırlı işleri gerçekleştirmiştir. Hacegân, XIV.yüzyıldan sonra Nakşibendiye adını alan tasavvuf tarikatını Buhara’nın ilk piri, Yusuf Hamedanî’nin dördüncü halifesi Hace-i Cihan – Hace Abdülhalik Gijduvaî (1103-1179) kurmuştur. Hacegân talimatına ait on bir kuralın dördü Yusuf Hamedanî’ye, dördü Abdülhâlik Gijduvanî’ye, diğer üçü de Hace Bahaeddin Nakşibendî’ye aittir. Abdülhalik Gijduvanî’nin babası Malatyalı’dır (Türkiye) ve İmam Abdülcemil Mâlik evlatlarındandır. Annesi Malatya padişahının kızıdır. O, Hızır Aleyhisselâmın tavsiyesiyle Gijduvan’a gelir ve orada Abdülhâlik doğar. Gijduvanî, sevap ve hayırla dolu hayatı boyunca “Risale-i sahibiye”, “Risale-i şeyh uş-şuyuh Hazreti Ebu Yusuf Hamedanî”, “Ez güfterhaî Hace Abdülhâlik Gijduvanî” adlı dört eser vermiştir. Eserlerin dördü de Özbekistan Bilimler Akademisi Ebu Reyhan Birunî Şarkşinaslık Enstitüsü’nde
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
korunmaktadır. Nakşibendiye tarikatı, Hacegân tarikatı bünyesinde doğduğu için âlimler Gijduvaî’ye “serhalka-i silsile-i Nakşibendiye” sıfatını vermişlerdir. Gijduvanî’nin “Vasiyetnâme” risalesinde şu öğütler vardır: İslamın temeli üç şeye dayanır. 1. Her ibadeti yerine getirin ve onun ilminden de vakıf olun. 2. Her ilmi öğrenin ve ona uyun. 3. Her ameli yapın, sadıklık ve ihlas gösterin. Hace-i Cihan’ın müritleri çoktu. Onların büyükleri Hace Ahmet Sıdık, Hace Evliya-i Kebir, Hace Süleyman Kerminegî, Hace Muhammed Ârif Revregî’dir. Mahitaban (ay yüzlü) sıfatıyla ün kazanan Hace Ârif Revregî (vefatı 1236-37) Buhara’nın ikinci piridir. Abdülhâlik Gijduvaî’nin dördüncü halifesi olan Ârif Revregî’nin yüz yıldan fazla ömür gördüğü ve “Ârif” mahlasını Hızır Aleyhisselam’dan aldığı kaynaklarda kayıtlıdır. Revregî hakkındaki ilk bilgiler Abdurahman Camî’nin “Nefahatu-l üns” eserinde sunulmuştur: “Hace Abdülhâlik Gijduvaî’nin üç halifesi vardır. Biri Hace Ahmet Sıdık, ikincisi Hace Ârif Revregî ve üçüncüsü de Hace Evliya-i Kelan. Hace Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin nispet iradeleri silsilesi bu cemaatten Hace Ârif’e ulaşır.” Bazı kaynaklarda Revregî’nin menkıbe yazdığı söylenir. Yalnız menkıbe bize kadar ulaşmış değildir. Sadece onun “Ârifnâme” adlı risalesinden müellif hakkında bazı bilgileri alabiliyoruz. Her cümlesine hikmet ve derin anlamın sindirildiği söz konusu risale, Hacegân tarikatının diğer şeyh ve bilgelerinin eserlerinde olduğu gibi ibretiyle okuyucuları hak yola çağırır, sâliklere ve ilim isteyenlere imanlı adamın kâmil bir mü’min olduğunu vurgular: “Eyyuhel Ârif! İmanı kâmil mü’min oldur ki, para ve servetten vazgeçsin, güzel elbiseler ve dünya nimetleri onu kendine esir etmesin, nefsin kulu bir insana dönüşmesin! Ve o bunların hepsine zülmedip, hakaret
23
nazarı ile baksın! Onun nefsi inat ve sevinç duymasın, yaşam sıkıntılarından kedere düşmesin. Ve iyi gün de, kötü gün de onun için eşit mahiyet arzetsin.” Hacegân tarikatının üçüncü piri Hace Mahmut İncir Fağnevî’dir (vefatı 1286). Buhara’nın Vabkent ilçesine bağlı İncir Fağnev köyünde doğmuştur. Kaynakların şahitlik ettiğine göre o, gilkârlıkla, yani sıva işiyle ilgilenmiştir. Ârif Revregî’den ders alarak pir derecesine yükselmiştir. Hacegân tarikatında yürürlükte olan hufî (gizli) zikir etme, İncir Fağnevî dönemine gelince alaniye (cehriye-ses çıkararak) zikir etmeye dönüştü. Cehrî zikrin müslümanları gaflet uykusundan uyandırdığı ve Hak Sübhenahu ve Taalaya yaklaştırdığı vurgulanır. Piri mürşitliğin devamcısı olarak Buhara’nın dördüncü piri Piri Ali Ramıtanî’dir (vefatı 1321). Alişir Nevaî’nin “Nasayimu-l Muhabbet” eserinde şu sözler vardır: “O (yani Hace Ali) Hace Mahmud halifesindendir ve silsilede onun lâkabı Hazreti Azizan’dır ve onda âli makamat ve zahirî keramet çokmuş ve dokuma sanatıyla ilgilenirmiş.” Bir gün Hace Ali’ye öğrencileri sordular: “İman nedir?” Ol zat karşılık verdiler: “Koparmak ve bağlamaktır!” Bilindiği gibi, tarikat pirleri her zaman ima yoluyla konuşmuşlardır. Bu imaları bilge ve basiretli kişiler anlarlar. “Koparmak ve bağlamak”tan amaç salikin dünyanın arzu ve heveslerinden umudunu kesmesi ve gönlünü Hak tealaya bağlamasıdır. İşte böyle yaparsa gerçek imana sahip olur, iman lezzetini tadar. Şu da vurgulanmalıdır ki, Hazret Azizan’ın mesleği dokuculuktu. Dokucu ipi koparıp daha sonra birbirine bağlayınca kumaş ortaya çıkar. Hazretin “koparmak ve bağlamak” hikmeti kendi mesleğine dayanmaktadır. Hace Ali Ramıtanî’nin “Risale-i Hazreti Azizan” risalesi, 16 raşha (hikmet) ve 10’a yakın rubaîsi korunmuştur. Mutasavvıf ve şair olarak tanınmıştır. Hace Muhammed Babayi Semasî, (1259-1354) Buhara’nın beşinci piri olarak tanınmıştır. Babayi Semasî, Nakşibendî’nin Buhara yakınındaki Köşki Hinduvan köyünde doğacağını önceden söylemiştir. Nakşibandî doğduktan üç gün sonra onu evlat edinerek eğitmesi için öğrencisi Seyyid Mir Külal’a (1287-1370) teslim eder. Seyyid Emir Külal “Makamat”ında piri-mürşidi Hace Muhammed Babayi Semasî’nin halkperverliğini beyan etmiş, onun her zaman halk hizmetinde olarak halkın refahını korumaya çalıştığını, her zaman hayırlı ve sevaplı işlerle meşgul olduğunu yazmıştır. Seyyid Emir Külal Hacegân tarikatının altıncı piridir. Çocukluktan çömlekçiliğe karşı ilgi duyar ve usta bir çömlekçi olarak yetişir. Aynı zamanda çok kuvvetli olduğu için güreş yapmayı çok sever. Bir gün yine güreş yaparken Hace Muhammed Semasî de oradan geçiyordu. Güreşe bakıp kaldılar. Müritler bu hâlin sebebini sordular: “Bu meydanda bir er yiğit vardır ki, gelecekte insanlar onun sohbeti berekatından kemale ulaşırlar. İsterdim ki, o bizim müridimiz olsun. Onun eğitimi ve terbiyesinin hizmetinde olalım” der. Babayi Semasî’yin müridi olarak hocasının yüksek sevgisine erişir. Zahirî ve batınî ilimleri öğrenerek döneminin kâmil şeyhi olur. Bahaeddin Nakşibend, Hace Ârif Deggaranî, Seyyid Şemsiddin Külal gibi yüzden fazla mutasavvıfı yetiştirir. Vurgulanmalıdır ki, Seyyid Emir Külal Timurlular devletinin kurucusu olan Sahipkıran Amir Timur’a ve babası Muhammed Tarağay’a piri mürşitlik
24
yapmıştır. Şahabeddin’in “Makamatı Emir Külal”da yazıldığına göre, Amir Timur Hazret Emir Külal’ın duaları sayesinde büyük zaferleri elde etti. Kaynaklarda vurgulandığına göre, Hazret Bahaeddin ve Hazret Mevlâna Ârif Deggeranî’ler ol zatı yıkadılar, kefenleyerek mezara koydular. Hazret Seyyid Miz Külal’ın mezarı Buhara’nın Suhar köyündedir. Buhara’nın yedinci piri Hace Bahaeddin Nakşibend’dir (13181389). Bu zattan sonra tarikatın adı “Nakşibendiye” olmuştur. Bahaeddin Nakşibend Hace-i Cihan – Abdülhâlik Gijduvanî’den gıyaben ders aldığı için uveysî – piri mürşit olarak tanınmıştır. Ondan talimatlar almış, aralarında gıyaben mülâkat ve hoca-öğrencilik ilişkileri meydana gelmiştir. Verilen talimatlara göre tarikattakilerin cehrî ibadetten hufî ibadete geçtiklerini görebiliriz. Hazret Bahaeddin kumaşa nakış yapmakla ilgileniyordu. Tarikat pirlerinin hepsi bir mesleği edinmişlerdir. Dolayısıyla ona “nakşibend” denilmiştir. Kelimenin ikinci anlamı “nakşibend ber dil bend” yani, “Allah’ın adını kalbine nakış et”tir. “Dil be yâru, dest be kâr” – kâlbin Allah’ın zikriyle, elin çalışmakla meşgul olsun, sözünü de Hazret Bahaeddin yaratmıştır. Hazret Bahaeddin keramet sahibiydi. Bir kişi ondan keramet göstermesini istediğinde: “Bunca günahı sırtımızda taşımamıza rağmen dünyada rahat rahat gezmemiz keramet değil mi?” demiştir. Hazret Bahaeddin’in dediğine göre, bizim yolumuz Peygamber Aleyhisselâm’ın mutabaatlarına ilik (el) sunmaktır (yani sünneti takip etmektir), sahabe-i kiram asarına iktida kılmak bu yolda az amelle çok fütühata kavuşmaktır. Ama sünneti takip etmek çok büyük bir iştir ve kim bu yoldan şaşarsa onun dini tehlikededir. Söz konusu şeyhler Buhara’da doğarak orada faaliyette bulundukları; mezar ve ziyaret yerlerinin de bu bölgede buluduğu için halk arasında Buhara’nın yedi piri olarak tanınmışlardır. Günümüzde Müslüman dünyasında yaygın olan Nakşibendiye tarikatı silsilesinin hepsinde yedi pir vardır. Bahauddin Nakşibend’den sonra silsile-i şerif birkaç dala ayrılır. Bu pirleri birbirine bağlayan şey, onların silsile-i şerifte hoca-öğrenci ilişkisinde bulunduklarıdır. Hacegân tarikatı denmesi de bu yedi pirle ilgilidir. Buhara-i Şerif’in yedi piri ve Hacegân (Nakşibendiye) tarikatının bütün şeyhleri hurafe ve boş inançlara karşı mücadele etmiş, toplumda pak, helal, insanî ve ilahî ortamı yaratmayı bu dünyadaki ilk vazifeleri bilmişlerdir.
KAYNAKÇA • • • • • • • • •
Hace Abdülhalik Gijduvaî. Vesıyetname. – Taşkent: Edabıyat ve san’at. 1993. Hace Ârif Revregî. Arıfname. – Taşkent: Nevruz. 1994. Arıf Usman. Buhara-ı Şerıfın yedı pırı. – Taşkent: 2003. Arıf Usman. Hace Abdülhalik Gijduvaî. – Taşkent: Maveraünnehir. 2003. Sedrıddın Selım Buhari. İki yuz yedmiş yedi pir. – Buhara. 2006. Sedrıddın Selım Buhari. Tabarruk zıyaretgahler. – Taşkent: Yazuçi. 1993. Sedrıddın Selım Buhari, Sadık Azımov. Hace-i Cehanim var. – Buhara. 2003. Seyfiddin Seyfullah. Buyukler halkası. – Taşkent: Neşrlık yagdusi. 2011. Abul Muhsın Muhammed Baqir ibn Muhammed Ali. Bahaeddin Balagardan. - Taşkent: Yazuçi. 1993.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
GANA’DA ALTIN MADENLERINDE ÇALIŞTIRILAN ÇOCUK İŞÇILERIN HAKLARININ İHLÂLI VE MEDYAYA YANSIMASI 1. Çocuk Kavramı
Abdul Jaleel Yusif Gana İstanbul Şehir Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği 3. sınıf
İnsan hayatını başlıca çocukluk, erişkinlik ve yaşlılık olmak üzere 3 bölüme ayıracak olursak, birinci evresini oluşturan çocukluk dönemi, doğumdan itibaren 18 yaşına kadar olan kısım olarak tanımlanabilir. Çocukluk, insan hayatının değişmez bir parçasıdır ve aslında bir bakıma sosyo-kültürel bir kavramdır. Bu nedenle çocukluk kavramı toplumdan topluma ve bilimlere göre değişebilmektedir. Dolayısıyla sosyo-kültürel anlamda çocukluk tanımı ve sınırları kesin çizgilerle belirlenememekte ve farklı kriterler getirilmektedir. Bu kriterler insan yapısının ve insan düşüncesinin farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Çocuk kavramını tüm hatlarıyla ortaya koyabilecek bir yaş sınırı belirlenemese de bilimsel ve hukuksal anlamda bir yaş sınırının belirlenmesi zorunludur. Çocukluk çağının kendine özgü evreleri bulunmaktadır. Çocukluk çağı; fizyolojik, psikolojik ve sosyolojik olmak üzere, çocuğun birey olmaya hazırlandığı safha olarak kabul edilmektedir. Çocukluk dönemi bu nedenle etkileşimin ve şekillenmenin en hassas biçimde görüldüğü bir dönemdir. Bundan dolayı sağlıklı bireylerin, sağlıklı toplumların ve sağlıklı devletlerin temel yapı elemanları olan çocuk ve çocukluk devresi dünya için son derece önemli konulardan biridir.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Çocuk doğduğu andan itibaren, büyüme-gelişme sürecince ailesiyle kurduğu etkileşimden çıkardığı sonuçları benimseyerek, kişiliğinin ve ruhsal yapısının temellerini oluşturmaktadır. Toplumların geleceğini oluşturan çocuk ve gençlerin her yönden sağlıklı yetiştirilmeleri, kişilik gelişimleri açısından oldukça önem taşımaktadır. Çocuk kavramı, tarih boyunca toplumların yapılarına, kültürlerine, inançlarına ve ekonomilerine göre değişen bir kavramdır. 20 Kasım 1989 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda onaylanan “Çocuk Haklarına Dair Sözleşmenin 1. maddesi, 18 yaşından küçük olan herkesi “çocuk” olarak tanımlamıştır. Bu sözleşme, çocuğu “ekonomik sömürüye karşı korumayı amaçlamış ve evrensel olarak çocukların eğitimini engelleyecek bedensel, zihinsel, ruhsal, ahlaki ve toplumsal gelişimine zarar verecek işlerde çalıştırılmamasını temel bir hak olarak öngörmüştür. Çocukluk, bebeklikten on sekiz yaşına kadar olan geniş bir dönemi kapsamakta, birbirinden oldukça farklı yetenekleri, gereksinimleri ve potansiyelleri içermektedir. Genellikle beş yaşından küçük bir çocuğun bir işte çalışacak veya eğitime başlayacak durumda olmadığı kabul gördüğü için çocukların istihdamı konusunda yapılan çalışmalarda 5 yaşından büyük çocuklar dikkate alınmaktadır. Çocuk yaştaki bireylerin iş yaşamında yer alması, günümüzde geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde daha yoğun olarak görülmekle birlikte çocuk emeği her yerde kullanılmaktadır.
25
temine güvensizlik, eğitim sisteminin zayıf ve kalitesiz olması, iş imkânlarının kısıtlı olması, anne-babanın eğitim seviyesi, eğitim ücretleri, ailenin geliri, eğitim kurumlarına olan uzaklık ve yasalardaki tutarsızlıklar, çocuk işçiliğine neden olan durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
2. Çocuk ve Çalışma Çocuk işçiliği, uluslararası düzeyde istatistiksel ölçütlere bağlıdır. Aslında, çocuk ve işçi kavramları ayrı ayrı tanımlanabilir. Uluslararası Çalışma Örgütü tarafından 1991 yılında Çocuk İşçiliğinin Sona Erdirilmesi Programı (IPEC) uygulanmaya başlanmıştır. IPEC Programı, bir ülkede çocuk işçiliğinin sona erdirilebilmesinin, ancak ulusal politika olarak benimsenmesi ve ilgili tüm kurum ve kuruluşların katılımının sağlanmasıyla mümkün olabileceği noktasından hareket etmektedir. IPEC programının amacı çocuk işçiliğine son vermek, kısa erimli amacı ise çocukların çalışma koşullarının iyileştirilmesidir. Son zamanlarda özellikle de tarıma dayalı yapısı çözülmekte olan toplumlarda çocuk emeğinin nitelikleri ve bu ülkelerde uygulanan çocuk işçiliği ile ilgili özensiz ve dikkatsizce pratik uygulaması olmayan araştırmalar yapılmaktadır. Bu araştırmalarda çocukluk çağının, çocuğun, çocuk işçiliğinin tanımlamalarının yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. Bununla birlikte çocukluk çağındaki sosyalizasyon, eğitim ve çocuk işçiliği (çalışması) konusundaki ayrıştırıcı tanımlamaların da yapılmaya çalışıldığı gözlemlenmiştir. Son yıllarda araştırmacılar maalesef bu kavramların yanına çocuk istismarı gibi tüyler ürperten bir kavramı da eklemek zorunda kalmıştır. Çocuk kavramının tarafsız olarak tanımlanmasında birtakım zorluklar bulunmaktadır. Genellikle çocukluk döneminin tarifi yapılırken sınırlarını yaşla belirlemek bir alışkanlık olsa da, toplumlar arasında gençlik ile çocukluk dönemini ayıran yaş sınırında farklı algılamalar vardır ve bununla birlikte bazı toplumlarda çocuk sayılan yaş, başka bir toplumda genç erişkin olarak görülmektedir. Bu da toplumlar arsındaki sosyo-kültürel farklılıklardan kaynaklanmaktadır (Sultana, 2011). Çocukların çalışma nedenleri Çocukların çalışma nedenleri göz önüne alındığında, ülkelerin sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel durumlarını ortaya koymak konuya çeşitli boyutlarla bakmayı gerektirmektedir. Genel anlamda çocukların çalışma nedeni maddi imkânların yetersizliğidir. Çalışan çocukların büyük çoğunluğu toplumun fakir kesiminde yaşamaları ve bu kesimlerde yaşayan ailelerin çocuklarının emeğine ihtiyaç duyması onları henüz çocuk yaşta iş hayatına girmek zorunda bırakmaktadır. Bunun dışında göç, geleneksel bakış açısı, işsizlik, işverenlerin çocuk işgücüne talebi, mevzuatın yetersizliği ve etkin uygulanmaması, eğitim sis-
26
ILO’ya göre, genel olarak çocukların çalıştıkları veya faaliyet gösterdikleri alanlara baktığımızda: “Ev işleri, ev işi olmayan ücretsiz işler, bağımlı çalışma, ücretli çalışma, marjinal ekonomik faaliyetler, okula gitme, tembellik ve işsizlik, yeniden üretim ve boş zamanlar ile yeniden üretici faaliyetler” olduğunu görmekteyiz. Bu sınıflandırmaya rağmen, çocuklar hemen her sektörde çalışmakta ve kayıtlı ya da kayıtsız çalışma durumlarının her ikisinde de yaptıkları işler çoğunlukla uluslararası sözleşmelerde yer alan hükümlere aykırı olmaktadır. Çocuklar yetişkinlerle aynı koşullarda çalışmakta ve aynı sorunları paylaşmaktadırlar. Bazı araştırma sonuçları ve gözlemlere göre de çocuk işçilerin daha çok eski teknoloji kullanılan işyerlerinde, düşük eğitim ve beceri gerektirmeyen işlerde çalıştıkları görülmektedir (Filiz, 1999) Çalışan çocuklar genellikle okula devam edememektedir. Çocuklar okula devam edebilse dahi okulda başarısızlık ve verimli olamama gibi sorunlarla karşılaşmaktadırlar. Ayrıca eğitim, çocuk işçiliğinin hem nedeni olmakta hem de çocuk işçiliğinden olumsuz yönde etkilenmektedir. Ayrıca okullardaki verimsiz müfredat, öğrenmenin aktif olmayıp yönlendirme temelli olması ve düşük kalitede öğretmenler çocukları ve aileleri eğitim sisteminden soğutmaktadır. Eğitimin içerik olarak tatmin edici olmaması, maliyeti ve ulaşılabilirliğinin zorluğu, eğitimli kesimin yaşadığı yüksek işsizlik oranı ve ailelerin bilinçsizliği gibi unsurlar ve ayrıca eğitimin devlet okullarında parasız olarak verildiği halde çocuğun kitap, defter ve diğer yardımcı ders kaynakları, bunun yanında üniforma, ulaşım ve diğer resmi olmayan harcamalarını karşılayamadıklarından, çocuğunu eğitmek isteyen gelir düzeyi düşük ailelerin, bu isteklerini gerçekleştirmelerini engellemekte ve zorunlu olarak, eğitime olan talebi azaltmakta ve çocuk işçiliğine olan talebi ise artırmaktadır. Ülkemizde 6-13 yaş arasında 220 bin çocuk eğitim yaşamının dışında bulunmakta ve bunların 130 bini kız çocuklardan oluşmaktadır. Bütün dünyada çalıştırılan kız çocukların %30’u, kendi evinin dışında, bir başka hanede ev işlerinde hizmetçilik yapmaktadır. Aynı zamanda kendi evlerinde çalıştırılan kız çocukların yaptıkları işler de göz ardı edilmektedir. Çocukların, özellikle de zorunlu eğitim çağında olan çocukların çalışmak suretiyle eğitimden yoksun kalması, kişisel ve toplumsal zarara neden olmaktadır. Eğitim sorunu, çocuk işçiliğinin önemli bir boyutudur. Yoksulluk nedeniyle çocuğun okula devam edememesi ve yeterli eğitim alamaması onları gelecekte donanımsız birer yetişkin ve düşük gelirli vasıfsız iş gücü haline getirmekte ve bu durum bir kısır döngü haline gelmektedir. Çocukları çalışma yaşamından uzak tutmak için en etkin araç, onları eğitim sistemine dâhil etmektir. Beşerî yatırımın, yatırımların uzun vadede, ancak en garantili sonuç vereni olduğu bilinmektedir. Çocukların, zorunlu temel eğitim süresinin mümkün olduğunca yükseltilmesi ile iş hayatına geç atılmaları sağlanma-
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
lıdır. Çocuk işçiliğinin en kötü biçimlerinin ortadan kaldırılmasına ilişkin etkin bir faaliyet, eğitim temelinde sorunun bütününe yönelik tedbirleri; hükümet ve toplumun tüm kesimlerini içine alan geniş bir iş birliği ortamının yaratılmasını gerektirmektedir. Yoksulluk, global ölçekte dönüşümlerin yaşandığı, uluslararası ve bölgelerarası dengesizliklerin daha da arttığı, dengesiz ve kontrolsüz bir rekabetin yaşandığı küreselleşme çağında giderek daha yoğun bir şekilde hissedilen bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Çağımızda ülkeler gelişmişlik düzeylerine göre ayrılmaktadırlar. Geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkelerde çocuk işçiliği ve çocuk işgücü kullanımında önemli oranda yoğunluk göze çarpmaktadır (Filiz, 1999). Çocukların çalışması için çeşitli nedenler vardır. Bunlardan en önemlisi yoksulluktur. Gelişmekte olan ülkelerde çalışan çocuklara iyi para ödenmemesine rağmen, onlar aile bütçesine büyük katkı sağlamaktadırlar. Yoksulluk kavramı kullanıldığı yere göre değişmektedir. Sözgelimi, yoksulluk tıpkı evrim ve sağlık gibi hem bilimsel hem de ahlaki bir terminolojiyi çağrıştırmaktadır. Bu nedenle yoksulluk düzeyini ölçülmesinde, bilimsel ve ahlaki kaygılara dayalı birçok tartışma yaşanmaktadır. 2001 Dünya Bankası Kalkınma Raporundaki yoksulluğun tanımı şöyle yapılmıştır: “Yoksulluk çok boyutlu bir kavramdır; sadece düşük gelir ve düşük tüketim olmakla kalmayıp, aynı zamanda eğitim eksikliği, kötü beslenme ve kötü sağlık anlamına da gelmektedir. Okuma-yazma oranının düşüklüğü, yetersiz okullaşma ve cinsiyet eşitsizliği yoksullukla ilgilidir.” Yasadışı Madencilikte yasadışı çocuk çalıştırmanın yaygınlaştırılması (GALAMSEY) Galamsey kelimesi, Gana’da yasadışı madenciliğe verilen bir terimdir. Galamsey faaliyetleri Tarkwa bölgesinde 1980’lerde ortaya çıkmıştır. O zamandan bu yana Galamsey, maden alanlarında çok para kazandıran bir iş olarak görülür. Galamsey faaliyetlerinin büyük kısmı, büyük maden şirketlerinin ihraç edilmiş imtiyazları üzerine yürütülür ve genellikle yasadışı madenciler ile imtiyaz sahipleri arasındaki çatışmalara neden olur. 1980 Galamsey sektörünün başlangıcıdır. Yasadışı madenciler basit aletlerle işlerini görürlerdi. Bununla birlikte, yıllar geçtikçe yasadışı madenciler, kazıcı aletler gibi ağır teçhizatı kullanmak için mali kapasitelerini geliştirdiler. Galamsey, oldukça tehlikeli bir iştir. Madencilerin üzerinde durduğu çukurların çökmesi, sağlık koşulların yeterli olmamasından kaynaklanan hastalıklar ve yaralanma gibi birçok soruna neden olmaktadır. Galamsey’de elde edilen kazanç, çocuklar ve kadınlar da dâhil olmak üzere halkın ilgisini çekmektedir. Madencilik işi tehlikelidir ve bu nedenle çocuk işçilerin tehlikeli koşullar altında çalışmamaları gerektiği unutulmamalıdır. Gerçi madende çocukların çalışmasını yasaklanmak için çeşitli evrensel çalışmalar yapıldı fakat Gana’daki madencilik sektöründe çocukların çalışması normal olarak karşılanıyor.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Madencilikte Çalışan çocukların Eğitim Durumu Madencilikte çalışan çocuklar genellikle 5-13 yaş grubundaki çocuklardır. Madenci çocukların eğitim durumu çoğu zaman tehlikeye atılmaktadır çünkü çocuklar, zamanlarını okul ile iş arasında dengelemek zorunda kalmaktadır. Bu durum, çalışan çocukların eğitimine fayda sağlamaz; çünkü genellikle çocuklar psikolojik ve fizyolojik yıpranma sonucu okuldan ayrılır ve kalıcı olarak madende çalışmaya başlar. Yapılan bir araştırmaya göre, bazı çocuklar hem okuyup hem de madende çalışmaktadırlar. Çocukların yüzde 64,7 hem okuyor hem çalışırken yüzde 35,5 ise okumamaktadır. Araştırma sonucunda, okula giden veya gitmeyen çocukların okulla çok ilgilenmedikleri ve anlamlı bir eğitim görmedikleri ortaya çıkmaktadır. Çünkü genelde bu çocuklar ya ilkokul ya da ortaokulda çalışmaktadırlar ve bu çocuklar 5-13 yaşındaki çocuklardır. (Internet) Okula devam eden çocukların yüzde 54,3’ü haftanın her günü okula gitmektedir. Yüzde 45,7 ise madende çalışmak için okula gidemeyen çocuklardır. Bu nedenle, eğitim durumu olumsuz yönde etkilenen çocuk sayısı, düzenli olarak okula devam eden çocuk sayısından daha yüksek olduğu açıkça görülmektedir. IPEC’in 2013 yılında yaptığı araştırmaya göre çalışan çocukların okula gitmeme nedenleri şöyledir: Eğitimlerini sürdürebilmeleri için destek eksikliği ve maddi imkânların yetersizliğidir. Çocukların yüzde 35’i okula gitmezken ancak yüzde 33’ü eğitimlerini sürdürebilmekte, yüzde 20’si ise okulu yarıda bırakırken kalan yüzde 12’sinin ise okula hiç ilgi duymadığı tespit edilmiştir. Aynı zamanda, okumayan çocuklar çalışıyor olsa da eğitimlerini daha da ileriye götürmelerini sağlayacak kadar para kazanmamaktadırlar. Gana’da okula giden çocuklar genellikle hem eğitim alma hem de para kazanma olgusunu birlikte yürütmektedirler. Bu iki olguyu birleştirip, hayatlarına devam etmeye çalışırlar. Gana’da ki çocuklar eğitimin faydalarından haberdardır ve bu nedenle madende çalışmaya başlamadan önce okul faaliyetlerine katılırlar, ancak kaliteli eğitim için en güzel yaklaşım, en iyi çözüm bu değildir. Bazı çocuklar hem hafta sonu hem de haftanın bazı günleri madencilikte çalışmak için okuldan kaçmaktadırlar. Bazılar ise okula gitmeden önce madencilikte çalışıp öyle giderler, böylece derste uyuya kalmaktadırlar. Madende çalışan çocukların Sağlık ve Güvenliği Çocuk işçiler için sağlanan emniyetli çalışma eşyaları; iş elbisesi, güvenlik botları, gözlük ve eldivenlerdir. Fakat genellikle işverenler, iş güvenliğini sağlayan bu araçları çalışan çocuklara vermemektedir. İşverenler, çocuklara ücret ödedikten sonra çocukların kendi iş güvenliği araçlarını almalarından sorumlu olduğunu iddia etmektedir. Bazı çocuklar, onlara verilen çalışma eşyalarının kendilerine uygun olmadığını söylemektedir. Bu da pek çok çocuğun herhangi bir iş güvenliği olmadan çalıştıkları anlamına gelmektedir.
27
NELSON MANDELA
İmam Hissein Alio Çad İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
Nelson Rolihlahla Mandela ya da diğer adıyla Madiba 1918’ de Thembu Kabilesi şefinin oğlu olarak Mvezo köyünde dünyaya gözlerini açtı. İlk eğitimi Healdtown Methodist Okulu’nda başladı, Fort Hare Koleji’nde devam etti. Daha sonra, 1942’te Hukuk Fakültesi’nden mezun olacağı Witwatersrand Üniversitesi’nde eğitimini tamamladı. Böylece Mandela, Güney Afrika tarihindeki ilk siyahi avukat olmuştur. Aslen kabile adı Madiba olan Mandela, Nelson ismini ilkokul öğretmeni vermiştir. Afrika’daki sömürgecilerin(İngilizlerin) bir etkisi olarak, okula başlayan çocuklara kendi kabile ismi yerine Hristiyan isminin verilmesi, ne hazin ki birçok Afrika ülkelerinde olduğu gibi Güney Afrika’da da günümüze kadar devam ettirilen geleneklerdendir. Mandela, 1944’te ırk ayrımı karşıtı olarak kurulan Afrika Ulusal Kongresi (ANC)’ne katılarak 1948’de genel sekreterlik, 1950’de başkanlık görevlerinde bulunmuştur. Bu yıllardan başlayarak beyazlar tarafından siyahilere yapılan ırkçılığa karşı mücadelenin öncülüğünü yapmıştır. Rejimin ırk ayrımcı politikalarına karşı verdiği kahramanca mücadelelerden ötürü Güney Afrika’da “Ulusun Babası” olarak da görülür. Siyasi görüş olarak Mandela, Ulusal kurtuluşçu, hümanist ve demokratik sosyalist bir lider olup siyasi hayatını, siyahilere yapılan ırkçılığa karşı eşitlik ve özgürlüğü savunmuş ve hayatını bu uğurda adadığını Rivonia Davası’nda mahkemede dile getirmişti: “Bu, kendi dertleri ve deneyimlerinden esinlenen Afrikalıların yaşama hakkı için verilen bir savaştır. Ben, herkesin uyum içinde yaşadığı, eşit fırsatlara sahip olduğu demokratik ve özgür bir toplum idealini savunuyorum. Bu, uğruna yaşayacağım ve başarıya ulaşacağını umduğum bir ideal ve gerekirse bu ideal için ölmeye de hazırım.” Mandela’nın Hristiyan olduğu bilinmekle beraber, Hıristiyanlığın hangi mezhebine mensup olduğunu kesin olarak bilinmemektedir. Kimilerine göre bir Yehova şahidiyken kimilerine göre de bir methodisttir. Söz konusu bu ilk iddiaya göre, başta Mandela’nın ilk eşi, kız kardeşi ve akrabalarının birçoğu da bu mezhebe bağlıydılar. Ancak ikinci grubun bu konudaki iddiasının daha baskın olduğu söylemekle beraber Mandela’nın ilk eğitimi Healdtown Methodist Okulu’nda başladığı görüyoruz. 1962’de illegal grevi örgütlemek, halkı kışkırtmak, suikastlar düzenlemek ve yurt dışına pasaportsuz çıkma(ki kendisine destek aramak için İngiltere ve Afrika’yı dolaşarak Afrika ülkeleri ile sosyalist ülkelerden silah ve para yardımı almış) suçlarından tutuklanmış ve beş yıl hapis cezası verilmişti. Halkın tamamını temsil etmediği için parlamentonun kararına karşı çıkıp beyazların kanunlarına uymak zorunda olmadığını savunan Mandela, 1964’te hapis cezasına çarptırılarak toplam 27 yıl hapiste yattı. Bugüne dek seçilmiş son beyaz başkan Frederik Willem de Klerk’in 1989 sonlarında iktidara gelmesiyle Apartheid rejimine son verilmiş, ANC ve diğer özgürlük yandaşı hareketlere siyasal faaliyetlerde bulunma hakkı tanınmıştı. Klerk’in yönetim sürecinde yaşanan bu önemli gelişmelerin ötesinde, Mandela ve arkadaşlarının serbest bırakılması yönünde yürütülen kampanyalar ile ülkeye uygulanan uluslararası baskılar neticesinde 11 Şubat 1990’da özgürlüğüne kavuşmuştu. 1992 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü, 1993’te Nobel Barış Ödülü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sovyet Lenin Nişanı başta olmak üzere 250 den fazla ödüle layık görülmüştür. 1994 yılında Güney Afrika tarihinde yapılan ilk demokratik seçimlerde %64 oyla ülkenin ilk siyahi
28
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
devlet başkanı olmuştu. Yönetimi sırasında, yeni anayasalar oluşturarak toprak reformu, yoksullukla mücadele, sağlık hizmetinin iyileştirilmesi gibi politikalar izlemenmiş ve geçmişte ihlal edilen insan haklarının araştırılması amacıyla da Doğruluk ve Uzlaşma Komisyonu’nu gibi kurumlar kurmuştu. Ancak mücadelesi boyunca başardığı en büyük iş ise ülkedeki ırkçı sistem olan Partheid’ı yıkmak olmuştu. Kelime anlamı itibarıyla “ayrılık” manasına gelen partheid, 1948–1994 yılarında ülkedeki azınlık konumunda olan beyazları temsil eden Ulusal Parti hükümeti tarafından, ülkenin çoğunluğunu teşkil eden siyahi nüfusa kaşı uygulanmıştı. Kırk yıl boyunca yasalarla destekleyen bu ırkçı rejim, başta siyahiler ve diğer milletlerin, sağlık ve eğitim gibi devletin sunduğu temel hizmetlerden mahrum kalmasına yol açmıştı. İşte bu dönemde Mandela, muhalefet liderliğinden devlet başkanlığına yükselip bu ırkçı rejimi yerine herkese kuşatan yepyeni bir ulus -“Gökkuşağı Ulusu”- kurmuştu. Mandela, büyük bir azim ve kararlıkla Güney Afrika’daki ırk ayrımcılığına dayalı Apartheid rejimini yıkmakla sadece Afrika’daki mücadelecilere değil, aynı zamanda- dünyanın her köşesinde özgürlük ve eşitlik adına mücadele veren tüm yoldaşlarına bir ilham ve güç kaynağı olmuştur. Daha da önemlisi, bu kutlu mücadelesini sürdürürken sergilemiş olduğu barışçı mücadele yöntemi, azim ve kararlılığı, affediciliği ve milletine olan hizmetkârlığı ile başta Güney Afrika halkına ve diğer dünya milletlerine örnek bir tavır sergilemiş oldu. Hayatı boyunca hep milletinin çıkarları için çalışmıştı, nitekim bu tavrını siyasetten çekilmesiyle de açıkça ortaya koymuş oldu. Bir dönemlik yönetim döneminin ardından ikinci dönem devlet başkanlığı seçimi için kendi adaylığını koyup seçimi rahatlıkla kazanabilecekken yerini uygun birine bırakmaktı. Fakat milletine hizmet etmekten geri çekilmedi. İşte 1999 yılında ülkedeki ekonominin modern ekonomiye uygun olarak gerek ulusal, gerekse uluslararası arenada daha başarılı bir düzeye ulaşsın diye koltuğunu kendisinden daha başarılı olacağını düşündüğü genç liderlere bırakmıştır. Başkanlık görevinden sonra da, yoksulluğun yanı sıra Güney Afrika’daki AIDS salgınıyla mücadele etmek üzere kurmuş olduğu Nelson Mandela Vakfı’nda çalışmıştır. Öte yandan, Mandela’nın doğum günü olduğu 18 Temmuz tarihi, 2009 yılında Birleşmiş Milletler tarafından “Mandela Günü” ilan edilerek her yıl kutlanmaktadır. Anti-sömürgeci ve anti-apartheid görüşü ile ulusal ve uluslararası sahada beğeni toplayan efsanevi lider, uzun bir rahatsızlıktan sonra 5 Aralık 2013’te, 95 yaşında hayata veda etmiştir. Beyazperdede Mandela: Mandela’nın kutlu mücadelesini ele alan filimler arasında Long Walk to Freedom (Özgürlüğe Uzun Yürüyüş, 2014) ile Color of Freedom (Özgürlüğün Rengi, 2007) adlı filmlerin yanı sıra Oscar ödüllü Morgan Freeman’ın oynadığı ve Clint Eastwood’un yönettiği Invictus (Yenilmez, 2009) isimli filimi, Mandela’yı anlatan en popüler filmlerden biridir. Filmde, 1995 yılında Güney Afrika’da düzenlenen Rugby Dünya Kupası boyunca Nelson Mandela’nın hayatı ile kupayı kazanmayı amaçlayan Güney Afrikalı Springbok rugby takımı anlatılıyor. Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
29
ARE ROHINGYAS ILLEGAL BANGLADESHI IMMIGRANTS?
Md. Salah Uddin Bangladesh Marmara University PhD Research Student Islamic Philosophy
Who is not aware of the Rohingya issue? Ever since this generation has come to its senses, news reports of mass rapes, killings, civilians being turned to the sea by supposedly Muslim countries, among others are phrases synonymous with the Rohingya issue. Other tactics used include denial of citizenship, and travel restrictions. While the world was quick to react and stop genocides in Rwanda, and Bosnia, the international community has repeatedly turned a blind eye to the continuous and systematic process of genocide in the Arakan province of Burma that has been underway since the 1940s. While it may be a whimsical imagination to expect the international community to react, as the ones at the receiving end are Muslims, organizations such as the OIC and its member nations such as Bangladesh, Indonesia and Malaysia – who share regional boundaries with Burma – have been unable to raise an official voice of protest at an international level. While it cannot be denied that various NGOs and civilian bodies in Bangladesh, Malaysia, Indonesia and even far off Pakistan have sheltered Rohingya refugees, the core issue still needs to be settled. What is even worrying these days is the fact that many Muslims seem to tacitly approve the ongoing genocide in Burma citing the physical similarities between Rohingyas and inhabitants of the neighbouring Chittagong division of Bangladesh. This is exactly what the fascist Buddhist monks try to propagate – there is no such ethnic group as ‘Rohingya’, rather they are ‘Bengali’. To those familiar with genocide tactics used in the Balkans where Serbs perpetrated the worst act of genocide in Europe after World War 2, it will not come as a surprise that the term ‘Turk’ was used as a justification to ethnically cleanse Muslim Bosnians and Albanians. Thus, the question arises as to who the Rohingyas are, what their history is, and if they are really Bangladeshi immigrants who usurped Burmese land. Let us look into a few details. The History1 The Rohingya are a Muslim minority population living mainly in the state of Arakan, in Myanmar (Burma). Although approximately 800,000 Rohingya live in Myanmar, and apparently their ancestors were in 1
30
By Kallie Szczepanski, Asian History Expert
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
the country for centuries, the Burmese government does not recognize Rohingya people as citizens. People without a state, the Rohingya face harsh persecution in Myanmar, and in refugee camps in neighboring Bangladesh and Thailand as well. The first Muslims to settle in Arakan were in the area by the 1400s CE. Many served in the court of the Buddhist King Narameikhla (Min Saw Mun), who ruled Arakan in the 1430s, and who welcomed Muslim advisers and courtiers into his capital. Arakan is on the western border of Burma, near what is now Bangladesh, and the later Arakanese kings modeled themselves after the Mughal emperors, even using Muslim titles for their military and court officials. In 1785, Buddhist Burmese from the south of the country conquered Arakan. They drove out or executed all of the Muslim Rohingya men they could find; some 35,000 of Arakan’s people likely fled into Bengal, then part of the British Raj in India. As of 1826, the British took control of Arakan after the First Anglo-Burmese War (1824-26). They encouraged farmers from Bengal to move to the depopulated area of Arakan, both Rohingyas originally from the area and native Bengalis. The sudden influx of immigrants from British India sparked a strong reaction from the mostly-Buddhist Rakhine people living in Arakan at the time, sowing the seeds of ethnic tension that remain to this day. When World War II broke out, Britain abandoned Arakan in the face of Japanese expansion into Southeast Asia. In the chaos of Britain’s withdrawal, both Muslim and Buddhist forces took the opportunity to inflict massacres on one another. Many Rohingya still looked to Britain for protection, and served as spies behind Japanese lines for the Allied Powers. When the Japanese discovered this connection, they embarked on a hideous program of torture, rape and murder against the Rohingyas in Arakan. Tens of thousands of Arakanese Rohingyas once again fled into Bengal. Between the end of World War II and General Ne Win’s coup d’etat in 1962, the Rohingyas advocated for a separate Rohingya nation in Arakan. When the military junta took power in Yangon, however, it cracked down hard on Rohingyas, separatists and non-political people alike. It also denied Burmese citizenship to the Rohingya people, defining them instead as stateless Bengalis. Since that time, the Rohingya in Myanmar have lived in limbo. In recent years, they have faced increasing persecution and attacks, even in some cases from Buddhist monks. Those who escape out to sea, as thousands have done, face an uncertain fate; the governments of Muslim nations around Southeast Asia including Malaysia and Indonesia have refused to accept them as refugees. Some of those who turn up in Thailand have been victimized by human traffickers, or even set adrift again on the sea by Thai military forces. Australia has adamantly refused to accept any Rohingya on its shores, as well. Their Language2 The Rohingya language is known as Rohingyalish and is linguistically similar to the Chittagonian language spoken in the southernmost area of Bangladesh bordering Burma. While the language has been successfully written in scripts including Arabic, Hanafi, http://www.rfa.org/english/multimedia/rohingyaPage-04122010151733.html/RohingyaFactSheet04132010102750.html 2
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
31
Urdu, and Burmese, the modern adaptation uses a script based on the 26 letters of the Roman alphabet with two additional Latin letters. Points to be Noted As the above research shows, the Rohingya are as much an integral part of Burma, as any other ethnic group. The common accusation by Buddhst fascists of Rohingya being Bengali by language and colour is as absurd as the claim that all Europeans are same by linguistic and racial similarities. Therefore, this forgotten conflict or genocide which occasionally makes news needs to be addressed with a permanent solution if not secession, then at least their proper integration and citizenship in the modern state of Burma. Muslim neighbours such as Indonesia, Malaysia, Bangladesh, and Brunei can be expected to do more officially for oppressed Muslims just as a small incident concerning Hindu and Christian minorities are addressed so seriously by India, the US, and Europe.
32
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
KARABAĞ: ADI GIBI BAHTI OLAN YURT
Dashdamir Mahmandarov Karabağ Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı Doktora Öğrencisi
Giriş
Tarihsel Süreç
Anadır arzulara her zaman Karabağ, Danışan dil dodağım tar, keman Karabağ, Karabağ can karabağ ana yurdum... Karabağ can karabağ ana yurdum...
Karabağ problemi bilindiği gibi Azerbaycan ve Ermenistan devletleri arasındaki bugün de güncelliğini koruyan bir sorundur. Güncel olduğu kadar tariseldir de. Zira bu problem yeni ortaya çıkmış değildir. 19. yüzyılın ortalarına doğru Azerbaycan topraklarının İran ve Çarlık Rusya’sı arasında paylaşılmasından ve 1829 senesinde Osmanı ile yapılan Edirne anlaşmasından sonra bölgeye ermenilerin göçü başladı. Bu aslında Osmanlı’ya ve İran’a karşı bölgede tampon bir alan oluşturmak, demografik yapıyı değiştirerek kendi gücünü burada pekiştirmek ve sıcak denizlere çıkış elde etmek için Rusya’nın planı idi. Bu dönemden itibaren Güney Kafkasya’ya özellikle de Karabağ bölgesine yerleştirilen ermeniler bölgede Rusya’nın çıkarları için çalışan taşeron görevi yapmaktaydı. Bölgede Türk-müslüman etnik/dini gruplara karşı yapılan her eylemin, zulmün altında bu işbirliğinin parmağı vardı. 1918 senesinde bu işbirliğinin sonucu olarak Azerbaycan’ın bugünkü başkenti olan Bakü Ermeni-Rus işgalci güçleri tarafından ele geçirildi ve Mart-Nisan ayları içerisinde Azerbaycan’ın farklı bölgelerinde katliamlar yapıldı. 1918 Eylül ayında Nuru Paşa’nın Kafkas-İslam ordusu Bakü’yü düşman işgalinden kurtartdı. Bu tarih hala bayram olarak kutlanmakta ve Nuru Paşa rahmet ve şükranla hatırlanmaktadır.
Atalarımızın Ötüken’den gelerek yurt kıldığı güzel mekan: Karabağ. Kubbetu’s Sahra ile aynı akıbeti yaşayan ve hasretle kurtarılacağı günü bekleyen Gök Mescid’in İslam kıldığı belde. Şehitlerimizin daimi vatan yaptıkları topraklar. Karabağ ile ilgili yaz yazmak bir hayli zor olduğu gibi aynı zamanda bir zorunluluk da. Zira bu toprakların işgal edilmesi, Türk-İslam tarihinin eserlerinin yıkılması ve bu medeniyetin izlerinin silinmesi/ silinmeye çalışılması bu zorunluluğu doğurmaktadır. Şehitlerimizin kanları ve hatıralarına olan saygımız bizi Karabağ’ı tanıtmaya her platformda bu sorunu dillendirmeye itmektedir. Hele de bu yurtdışında olanlar için bu bir vazife niteliğindedir. Uzun zamandır kabuk bağlamayan bu yarayı teşhir etmek, dünyaya göstermek ve akan kanın durması, yaralarımızın iyileşmesi için bunu yapmalıdırlar. Bu sebeple böyle bir yazı yazmak hem kıvanç duyacağım bir şey, hem de sorumluluğu ağır bir iş. Çünkü, benim/bizim sözlerimiz, yazılarımız kadar tanınacaktır Karabağ. Ayrıca uzun yıllarıdır süregelen bu davayı kaleme almak için pek kabiliyetli olduğum da söylenemez. Tüm bu zorluk, sorumluluk, eksiklik ve kıvanç duyguları içerisinde bu azalmayan acıyı, hafiflemeyen derdi, dinmeyen nefreti, bitmeyen gözyaşlarını, şehit çocuklarının büyüdükçe artan intikam duygularını, milletin sabırsızlığını/ umudunu kelimelerimin aydınlata/açıklayabildiği oranda anlatmaya çalışacağım. Öncelikle bu kan davasının tarihsel sürecini kısaca açıklamak gerekmektedir.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Bu sırada Azerbaycan Doğu’da ilk müslüman cumhuriyeti kurmuş ve özgürlük marşı yazılmıştı. Dönem itibariyle sıkıntılı yıllardı ve bu bağımsızlıkla/özgürlükle ve umutla dolu günler son bulacaktı. Sovyetler Birliği kurulur ve Azerbaycan işgal edilir. Umutlar, özgürlük, bağımsızlık alınır halkın elinden ve kaldırılır rafa bir süreli-
33
ğine. İstiklal mücadelesi vermiş ve bağımsızlığı tatmış bir millet uzun süre boyunduruk altında kalamaz zira. Sovyetler dönemi her açıdan sıkıntılı geçmiş, yeşeren filizler topraktan koparılmış, aydınlar ya sürülmüş ya da kurşuna dizilmiştir. Sovyetler dönemi ile ilgili, bu dönemde yapılan haksızlıklar, zulümler ve dahası ile ilgili hacimli eserler yazılmıştır ve yazılabilir de. Özellikle de müslüman topllumlarda yapılan uygulamalar kültürün, dinin unutturulması yönünde olmuş ve bu bir devlet politikası olarak işlevliğini her daim korumuştur. Azerbaycan’da din adına uygulamalar yasaklanmış, gelenek ve ananeleri önpalana çıkaran ve kimliği hatırlatacak olan her şey de bu yasaklama kapsamında değerlendirilmiştir. Azerbaycan ve Ermenistan arasında Sovyetler Birliği’nin güçlü olduğu zamanlarda hiçbir çatışma yaşanmamış olmasına rağmen Ermenistan’ın toprak iddiaları söylemde varlığını korumuştur. Birliğ’in zayıflama evresine geçtiği 80’li yıllarda ise Moskova’nın da kışkırması ve arka çıkması ile Ermenistan Azerbaycan’a karşı toprak iddialarını süreklileştirmiş ve onyılın sonlarına doğru eyleme geçmiştir. 1988 yılında Ermenistan silahlı grupları tarafından Karabağ’ın işgali süreci başlamıştır. Bu dönemden başlayan savaş 1994 yılında imzalanan ateşkes anlaşmasına kadar sürmüştür. Sovyetler Birliği’nin ve daha sonra da Rusya’nın yardımları ve açık desteği, İran’ın yardımları ve Türkiye’nin Azerbaycan’a yardım edememesi/etmemesi sebebiyle Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ olarak isimlendirilen tarihi toprakları Ermenistan silahlı kuvvetleri tarafından işgal edilmiştir. Bu süre zarfından Azerbaycan’da sürekli iktidar değişikliğinin yaşanması ve sabit/merkezi ordusunun olmaması işgalin önlenmesinin imkansız kılmıştır. Ve sonuçta Karabağ işgal edilmiş yeni kurulan devlet yarım kalmıştır. Topraklarının %20 kadarı işgal edilmiş bir devlet ateşkes dışında bir çıkar yol bulamamaktadır. Ateşkes imzalanır ve soru-
34
nun çözümü uluslararası kuruluşlara bırakılır. Ara sıra çatışmalar yaşansa da resmi olarak sorunun çözümü için uluslararası kuruluşların kararı beklenmektedir. Tabii olarak toprakları işgal edilmiş, şehitler vermiş bir millet bu kuruluşlardan medet beklemekten bıkmış ve hatta umudunu kaybeder duruma gelmiştir. Bu kırılma noktası bir şarkıda da söylendiği gibi “Ya Karabağ ya Ölüm” sloganı ile kendisini ifade etmiştir. Millet bir an önce sonuş beklese de sorun uluslararası kuruluşların insafına kalmıştır. Karabağ savaşının yaşandığı dönemde Ermenistan’ın işgal etmiş olduğu topraklardan çekilmesi ile ilgili Birleşmiş Milletlerce kabul edilmiş dört karar olmasına rağmen işgalci güç bu kararları uygulamamaktadır. Birleşmiş Milletler kararlarının yaptırım gücünden yoksun olduğu görülmektedir. Ya da çifte standart uygulaması yapılmaktadır. Hem ayrıca Rusya’ın onayı olmadan bölgede kararların kabul edilmeyeceği, edilse bile uygulanamayacağı her kritik dönemde görülmektedir. Bütün büyük güçler gibi Rusya da kontrol etmek istediği bölgelerde çatışma alanları yaratarak küçük ölçekteki devletleri/aktöreleri oyalamaktadır. Karabağ böyle bir sorundur, yani, büyük güçlerin kendi kuvvetlerini test ettikleri, küçük aktörleri oyalamak için oluşturulan yapay bir sorun. Karabağ sorununun tarihsel sürecinin detaylandırılması, dönemsel olarak kategorilerinin belirlenmesi, problematiğin taraflarının tarihlerinin/kültürlerinin karşılaştırmalı analizinin yapılası, uluslararası kuruluşların ve devletlerin bu soruna yaklaşımlarının açıklanması ve stratejik öngörülerin yapılası ve temellendirilmesi bu yazının kapsamını aşmaktadır ve bu yüzden çok detaya girmeden Karabağ sorununun uzun tarihi kısa olarak verilmeye çalışılmıştır. Bu tür bir zorunluluk yani kısa olarak yazmak, atlamalara, bazı önemli olay ve kararları görmezden gelmeye itmekte ve dahası müellifi kelime seçimlerinde, olaylar Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
arasından (atlamalar yaparak) bağlantı kurmakta zorlamaktadır. Bu zorluklarla birlikte tarihsel süreci yazarak konumuzun en önemli kısmına geçiyoruz. Bu da Karabağ’ın uluslararası platformlarda sorunsallaştırılmasıdır. Karabağ`ın Uluslararası Platformlarda Sorunsallaştırılması Karabağ gibi bölgesel sorunların çözülmesi genellikle iki tarafı aşan bir yapıya sahiptir. Zira bu sorunlar bölgelerde büyük güçlerin ilgilerinin sonucu olarak doğmuş ve yine de onların menfaat/çıkarları doğrultusunda çözülmesi beklenmektedir. Buradaki asli taraflar her ne kadar sorunun çözümünü kendi aralarında yapmak ve meseleyi uzatmamak isteseler de bu güçler böyle çözüm önerilerini kabul etmemektedirler. Keşmir, Gazze, Bosna, Çeçenitsan, Karabağ, şimdilerde Suriye gibi sorunların çözümü iki tarafın eline bırakılmayacak kadar önemli kabul edilmektedir ki, bu da sorunun uzun yıllar sürmesine sebep olmaktadır. Bölgesel sorunların büyük geçler tarafından bölgeyi kontrol etmek için yapay olarak yaratıldığından yukarıda bahsetmiştik. Karabağ da böyle bir sorun olduğundan yani bölgenin kontrolü için ehemmiyetli olduğundan çözümü de taraflara bırakılmamakta ve uluslararası kuruluşların sorunu çözmesi beklenmekte ve taraflara da beklemeyi söylemektedirler. Bölgesel sorunların niteliği ile ilgili bu basit girizgahtan sonra Karabağ sorununun uluslararası platformlarda sorunsallaştırılamsı ile ilgili bazı hususlara değinmek yerinde olacaktır. Karabağ’da işgal edilen bölgenin boşaltılması ile ilgili Birleşmiş Milletler’in kararları Karabağ’ın uluslararası kuruluşlar tarafından Azerbaycan toprak parçası olduğunu tescillemiştir. Lakin tüm bu uluslararası kararlara rağmen işgalici güç yani Ermensitan işgal ettiği toprakları terk etmemektedir. Burada iki husus dikkat çekmektedir; birincisi BM’nin yaptırım gücünün olmamasını, ikincisi ise Azerbaycan’ın uluslararası kuruluşları özellikle de bu hususta kararları olan BM’yi yaptırımlara zorlayamaması. Birinciyi es geçerek ikinci hususta neler yapılabilir onlara bakalım. İlk önce Azerbaycan yurtdışında özellikle de uluslararası platformda baskıcı güç olabilecek diasporadan yoksundur ve bunun gibi bir diasporanın kurulması için ciddi işler görülmemektedir. Yurtdışında bulunan işadamları, öğrenciler, siyasiler de ciddi bir güç odağı olabilecek, kabul edilen kararların uyugulanması için baskı yapacak bir diaspora kurmaktan acizler. 20 Ocak olayları, Hocalı Katliamı ve sair gibi belli günlerde organizasyonlar yapmakla Karabağ sorununu uluslararası düzeyde tanıtmak oldukça zor gözükmekte ve bu tür tanıtım yerel ve eksik kalmaktadır. Karabağ’ın müslümanlar nezdinde Gazze, Doğu Türkistan gibi kabul görmesi için de ciddi işler yapılmamaktadır. Türkiye, Pakistan gibi kardeş ülkeler her durumda Azerbaycan’ın yanında olduklarını ifade etmelerine, yardımlarını esirgememelerine rağmen Karabağ ne Türk-İslam aleminde ne de Batı dünyasında kabul görmüş bir sorun değildir. Böyle bir durumda Karabağ sorununun çözümü için uluslararası güçlerin hızlı hareket etmesini, Azerbaycan’ım umduğu kararı vermesini beklemek en hafif ifade ile saflıktır.
foto ve videolarını, bilançosunu sürekli gözönünde tutmak bu işin önemli kısmını oluşturmaktadır. Bu durumu bir bütün olarak ele alacak Hollywood filminin çekitirilmesi gerekmektedir. Televizyon, iletişim çağında bunun yapılmaması büyük eksiklik. Filmlerin insan üzerindeki etksi ve televizyonun ulaşım imkanının neler olduğu dikkate alındığında Karabağ sorununun dünya kamuoyuna iletilmesi için böyle bir yapıtın yapılması elzem. Siyasi çatışmaların, büyük devletlerin güçlerinin kesiştiği bir bölge olan Karabağ’ın bir problematik olarak sürekli bu güç odaklarının “gözüne sokmak” gerekmektedir. Aksi taktirde bu sorunun çözümü için hiç bir ciddi adım atılmayacak, uluslararası haklılık da Azerbaycan’a Karabağı geri vermeyecektir. Savaş alternatifi şu an için çözümden çok sorunu çıkmaza girmesini sağlayacak bir hamle olacaktır. Çözüm için uluslararası kuruluşları çözümü hızlandırmak için baskı yaratacak hamleler yapmak ve bu baskıcı güçü yapacak diasporayı oluşturmak gerekmektedir. Sonuç Entik ve siyasi bir zeminde ortaya çıkan Karabağ sorunu güncelliğini hala korumaktadır. Ermensitan ve Azerbaycan arasındaki bu munakaşanın iki yüz seneye yakın bir tarihi olsa da bugün yaşadığımız problem günceldir. Azerbaycan sorunun uluslararası platformda ve barışçıl yollarla çözüme kavuşturulmasını istemesine rağmen Ermensitan tarafı her vechle bu çözüm yollarını tıkamaktadır. Yirmi seneyi aşan bir süredir süregelen bur sorunun çözümü için elle tutulur bir ilerleme kaydedilmemeiş olması büyük devletlerin ve uluslarası kuruluşların bu problemin çözümünden yana olmadıklarını göstermiştir. Ayrıca bu zaman zarfında ciddi çözüm önerilerinin de tartışmaya açılmaması, ABD, Fransa ve Rusya üçlüsünden oluşan Minsk Grubu’nun yürüttüğü bu sürece olan güveni sarmış, inancı yok etmiştir. Azerbaycan’da insanlar artık barışçıl bir çözümün olmayacağına kanaat getirmiş ve dışarıdan bir fayda gelmeyeceğine emin olmuşlardır. Karabağ’ın bölgesel sorun olmaktan çıkartılarak uluslararası bir sorun niteliği kazanması çözümün hızlanmasını da beraberinde getirecektir. Burada uluslararası bir nitelik kazanmasından kasıt Azerbaycan/Türk diasporasının baskıcı bir güç olarak uluslararası kuruluşlara aldıkları kararları uygulamaya sokmalarıdır. Sadece böyle bir durum söz konusu olduğu zaman Karabağ ve diğer sorunlarımız çözüme kavuşacaktır. Ve tabii ki çözümde dışa bağımlı olmaktan da kurtulmak gerekmektedir!
Karabağ’ı, müziği, mimarisi, kültürel kodları, coğrafi yapısı ve sair ile uluslararası düzeyde tanıtmak, tarihi verileri, katliam
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
35
THE NAKBA This conflict is multifaceted, complex, and is still one of the world’s most problematic issues in international relations. One aspect of this conflict is the refugee problem that began in 1948, with the creation of the State of Israel. Over 700,000 Palestinians became refugees that year, in what is known as the “Nakba”, which is Arabic for catastrophe.
Feras Barakat Filistin Üsküdar Üniversitesi Moleküler Bioloji ve Genetik 3. Sınıf
In the 1800s, a new nationalistic movement was born in Europe. Zionism was a political movement advocating the creation of a Jewish state. Many Jews believed having their own state was necessary in the face of discrimination and oppression by Europeans that went back centuries. After debating where to create this new state should exist at the First Zionist Congress in 1897, the Zionist movement decided to aim at creating their state in Palestine, which was then part of the Ottoman Empire. The sultan-caliph of the Ottoman Empire, Abdülhamid II, refused, even in the face of a 150 million British pound payment proposed by Theodor Herzl, the founder of the Zionist movement, in exchange for ownership of Palestine. The door would open for Zionism however, after the First World War. During the war, Britain conquered Palestine from the Ottomans in 1917. At around the same time, the British foreign secretary, Arthur Balfour, issued a declaration to the Zionist movement promising British support for the creation of a Jewish state in Palestine. After the war, Palestine became a League of Nations mandate under British control in 1920. Since it was under British control, the Zionist movement heavily advocated the emigration of European Jews to Palestine. The result was an exponential rise
36
in the number of Jews living in Palestine. According to British census data, in 1922, there were 83,790 Jews in Palestine. By 1931, it was 175,138. And by 1945, the number had jumped to 553,600 people. In 25 years, Jews had gone from 11% of the total population to 31%. Naturally, the reaction from the Palestinian Arabs was less than enthusiastic. Tension between new Jewish settlers and native Palestinians erupted on numerous occasions. Eventually, the British decided by the 1940s that they could no longer control the territory, and decided to end the mandate of Palestine and leave the country.
The map shows the Jewish-majority areas in the Mandate of Palestine. The right map illustrates the UN Partition Plan.
Seeing the coming end of British control over Palestine, and the inevitable conflict between the Arabs and the Jews that would follow, the newly-created United Nations took up the issue in 1947. It came up with a plan known as the United Nations Partition Plan for Palestine. In it, they advocated the creation of two states in what has historically been known as Palestine. One for Jews, known as Israel, and one for Arabs, Palestine.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
While the Jews in Palestine accepted the plan with enthusiasm, the Arabs vehemently rejected it. In their view, it took away land that had been a historically Muslim Arab land since the Crusades and gave it to the new Jewish minority in the country. Tensions continued to rise between the two sides. In the midst of this rising tension, Britain declared an end to the Mandate of Palestine, and withdrew from the country on May 14th, 1948. That day, the Zionist movement in Palestine declared the establishment of a new country, Israel. The following day, the neighboring Arab countries declared their rejection of the declaration and invaded Israel. The result of the 1948 war was an enormous increase in the size of Israel. The resulting state was much larger than the state proposed by the United Nations, capturing approximately 50% of the proposed Arab state. The Palestinian refugees Palestinian refugees are the indigenous inhabitants of Palestine, the majority of whom were dispossessed, ran away or were expelled when the state of Israel was created in 1948. This dispossession and expulsion has continued since with the second largest such event in Palestine taking place during the 1967 war, which Israel launched on its Arab neighbors and which resulted in the occupation of the Gaza Strip and the West Bank. Palestinian refugees generally fall into three main groups: Palestinian refugees displaced in 1948, internally displaced Palestinians who remained within the areas that became the state of Israel, and Palestinian refugees displaced in 1967 from the West Bank and Gaza Strip. For the past 57 years, Israel has continued to deny Palestinian refugees their right to return to their ancestral towns, villages and homes.
“a land without a people for a people without a land” was a myth created to suggest that Palestine was waiting to be populated. Nothing was further from the truth and this has been evidenced by the atrocities of 1948 and since. The Disaster Jewish terrorist groups such as Haganah, Irgun and Stern terrorized the Palestinian street, destroyed villages and slaughtered entire Palestinian families. Thirty-four massacres were documented by Zionist historian Benny Morris to have occurred within a few months: Al-Abbasiyya, Beit Daras, Bir Al-Saba’, Al-Kabri, Haifa, Qisarya. These attacks were part of Plan Dalet and aimed to annihilate the Palestinian population. Approximately 50% of all Palestinian villages were destroyed in 1948 and many cities were cleared from their Palestinian population including Akka, Bir Al-Saba’, Bisan, Lod, Al-Majdal, Nazareth, Haifa, Tabaria, Yaffa, and West-Jerusalem among others. Israeli forces killed an estimated 13,000 Palestinians and forcibly evicted 737,166 Palestinians from their homes and land. Five hundred and thirty one Palestinian villages were entirely depopulated and destroyed. The tragedy of the refugees continued in 1967. That year, Israel occupied the West Bank and Gaza Strip, and many Palestinians were uprooted for the second time: 15,000 fled from the West Bank, 38,000 fled from the Gaza Strip and 16,000 fled from the Syrian Golan Heights. The refugees found shelter in surrounding countries including Jordan, Syria and Egypt
A Palestinian refugee camp near Damascus, Syria in 1948. Palestinian refugees in 1948
The cause of thi̇s problem was that the Palestinian refugee problem arose from a systematic policy of ethnic cleansing, the results of which are apparent in the Palestinian refugee camps and in the Palestinian shatat (exile). These policies of ethnic cleansing continue to this day. Zionist policy sought to create an exclusive homeland for Jews in Palestine, a region that already had an indigenous population with a history stretching back thousands of years. The characterization of Palestine as
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Today, the right of return is still a major problem that has yet to be solved by peace negotiations between Palestinians and Israelis. The forcible expulsion of Palestinians in 1948 proved to be a problem that continues even after the lives of the original refugees draw to a close in the 21st century.
37
DOST OLMAK ERDEMLI OLMAYI GEREKTIRIR Giriş Ahlak felsefesi, günümüzde üzerinde en ciddi çalışmaların yapılması gereken önemli bir konudur. Günümüze kadar elimize ulaşan ahlak hakkında yazılar incelendiğinde bile hala üzerine eklenebilecek günümüzün şartlarına uygulanabilecek çok çalışmaların gerekliliğinin farkında olmamız gerekmektedir. Buna binaen bizim de imkanlarımız öyle bir zemine müsait iken değerlendirmemiz gerekmektedir. Erdem, doğruluk, alçak gönüllülük, iyiliktir. Erdem insan için en iyi gerçekleştirmektir. Bu iyi ise mutluluktur. İşte bizi mutluluğa götüren eylemler, erdemli eylemlerdir.
Habib Muradoğlu Azerbaycan (Ahıska) İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Felsefe bölümü 4. sınıf
Erdem, insan için en iyi olanın gerçekleştirilmesidir. “Her sanat ve her araştırmanın, aynı şekilde her eylem ve her tercihin de bir iyiyi arzuladığı düşünülür; bu nedenle iyiyi ‘her şeyin arzuladığı şey’ diye yerinde dile getirdiler. Burada insan için düşünülen en iyi, bir değerdir. Bunu gerçekleştiren ise erdem olarak adlandırılabilir. Bu iyi, mutluluktur. İşte bizi mutluluğa götüren eylemler, erdemli eylemlerdir. İyi, olan kendisi için istediğin güzel şeyleri, dost dediği ve yakın hissettiği kişiye karşı da aynı şeyi hissetmesidir. Bir insan kendi için kötü şeyler istemez, şayet böyle bir şey olursa ve bu hisleri dostuna karşı hissederse yine gerçek dostluktan söz etmemiz mümkün değildir. Dostluk, erdem konusuyla beraber var olan bir şeydir. Ayrıca hiç kimse dostluk olmadan bir yaşam sürmeyi düşünmediği için, dostluğun zorunlu olduğunu da söylemeliyiz. Haklı olarak bunun tersini de düşünmemiz mümkün değildir. Yani erdemli olmayan birinin dostluğu hakkında fazla bir şey söylenilmez. Çünkü dostluk kavramı tanımı gereği erdemi de içinde barındırmaktadır. Dostluğun adalet ile de ilişkisi vardır. Hatta en çok adil insanların arasında dostluğun olduğu söylenilir. Yakın olduğumuz kişi de bize yakınsa o zaman dost oluruz. Buraya kadar söylediklerimizi toparlamak gerekirse, dost olmak için karşılıklı yakınlık duymak ve aynı zamanda bu duyguların açıkça ifade edilmiş olması gerekmektedir. Üç tür dostluktan bahsedebiliriz: Çıkar dost, Haz temelli dost, Erdemli dost. Çıkar dediğimiz şey her zaman aynı olmadığı için, değişebilecek bir şeydir. Değiştiği anda ise dostluk sona erecektir. Bu tür çıkar dostlukları ağırlıkla yaşlılar arasında olduğunu hatırlatırım. Haz temelli dostluklar ise genelde gençler arasında yaygın olduğunu söyler. Yani gençler daha çok istedikleri ve arzu ettikleri kendilerine en uygun şeyleri ararlar. Fakat zamanın geçmesi ile gençlikte aşılmış olur. Bu arada istenilen yani haz duyulan şeylerde değişir, o zaman mantıken dostlukta değişir. Bu iki dostluk türü gördüğümüz gibi belli bir zamanda ve belli bir mekânda olup biten geçici bir dostluktur. Haz temelli dostluğu da çıkara dayalı dostluk olarak nitelendirebiliriz bu yalnızca farklı bir boyut altında ele alınmış bir çıkar türüdür.
38
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Erdemli dostluğa gelince bu tanımının hakkı verilen dostluktur. İyi ve erdemli insanların dostluğu muhteşemdir. Bu insanlar iyidirler ve birbirlerinin iyiliğini isterler ancak kendileri de tek başlarına iyidirler. Sadece karşısındaki için iyilik isteyen insan en iyi dosttur. Burada tesadüfi değil gerçek insanın karakterinden kaynaklanan bir dostluk vardır. Bu tanım günümüzde de hemen hemen aynı tanım olarak kabul edilir. Yani dostluktan ne anlıyorsun diye farklı ortamda farklı kişilere sorular sorulup bir anket yapılmış olduğu taktirde bu konuda aşağı yukarı buna benzer cevaplar çıkacaktır. Bu cevaplara dikkat ederek kişinin yukarıda söylediğimiz üç dostluk türünden hangisine dahil olduğunu da kolayca test edebiliriz. Bizi asıl ilgilendiren şey erdem ve erdemli dostluktan ne anladığımızdır. Bunlara ilaveten şunu da söyleyebiliriz; İnsanın dost olma isteği hemen ortaya çıksa da dostluk kısa zamanda gelişebilecek bir şey değildir. Dostlukta belirleyici olan sevilmek değil sevmektir. Bundan dolayı eğer dostlukta belirleyici olan sevmekse ve dostlarını sevenleri beğeniyorsak dostluğun erdemi sevmektir diyebiliriz. Eğer burada değere göre dostluk ortaya çıkıyor ise dostluğun sürekli olduğunu rahat söyleyebiliriz. Böylece birbiriyle eşit durumda olmayanlar dost olabilirler, çünkü ancak bu sayede eşitlik diyen bir şeyden teferruata dalmadan söz edebiliriz. Baştaki temel argümanımızı hatırlatmak gerekirse bildiğimiz gibi dostluğun temelinde de eşitlik ve benzerlik yatmaktadır. Peki yeni çağda dostluklar nasıldır? modern insanın dünyada daha çok menfaat üzerinden dostluklar kurduğunu görmekteyiz. Yani “çıkar dostluğu” diye tarif ettiğimiz dostluk türüne denk gelmektedir. Eskiden tarih kitaplarında gizli verilen mesajlarda şöyle bir şeyin var olduğunu duymuştum; “Devletlerin arasında dostluk olmaz, menfaat (çıkar) olur”. Şimdi ise bunun daha bireyselleştiğini, şehirler arası, kasabalar arası, köyler arası erdemli dostluklar değil de menfaat dostluğunun hükümran olduğunu görmekteyiz. Aslında gördüğümüz gibi günümüz bu hale geldiyse bunun sebepleri ve sonuçları da bilinen bir şeydir. Yani toprağa bakım yapmasan zamanında, tohum atması gereken vakti tohumlarını atmayıp, kışın ortasında şeftali ağacını ekip yazın ondan meyve beklersen, tabi ki hiçbir şekilde meyve alamazsın. Halimiz biraz buna benzemektedir. Sonuç Sonuç olarak, gerçek dostluklar sevgi üzerine kurulmalı ve karşılıklı olmalıdır. Eşit derecedeki insanların dostlukları daha sağlam ve uzun ömürlü olur. Dostluklar menfaat ve çıkar üzerine kurulmamalıdır, bu bizi erdemsizliğe götürür ki böyle bir durumda gerçek dostluktan söz etmemiz mümkün değildir. Dostluk ve dost tanımları ne kadar birbirini gerektirse de her ikisi de farklı şeylerdir. Tek taraflı dosttan söz etmemiz mümkündür, ancak tek taraflı dostluğun konusunu açıp tartışmamız abes olur. Modern Çağda tüm dostluklar menfaat ver çıkar üzerine kuruludur, sadece aralarında derece farkı vardır. Bu sorun çağdaş bir sorundur ve çözümü de bizdedir. Yani bizler erdemli insanlar yetiştirebilirsek ki, bu ilk aileden kaynaklanır, çünkü yukarıda dediğimiz gibi dostluklar sevgi üzerine kurulur, o zaman ilk dostluğumuzu ailede oluşturup sonrasında çevremizde erdemli insanlarla dost olabilmemiz gerekmektedir. Benden yola çıkarak biz olmamız gerekir, biz bir toplumu oluşturur, toplum yöneticiyi gerektirir, yönetici ise erdemli olduğu taktirde bu zincir kırılmış olur.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
39
ANAVATANIM AFRIKA Herkesin anavatanı vardır, benim ki ise Afrika Orman ve sahara hürmetindir anavatanım Afrika Benim atalarımın ve geleceğimin azametidir Afrika Canım sana kurban olsun tek vatanımsın Afrika Seni tanımayan yoktur dünyanın yıldızı Afrika Büyük hazinelerinle dünya tanıdı seni Afrika Dil, din ve kültür farklılığıyla barış içinde Afrika Adam Abubakar Nijerya İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İslam ve Din Bilimleri 2. Sınıf
Bitmesin tükenmesin bu güzellikler anavatanım Afrika İnsanlar arasında ağaçla fal gibi irtibat kurdun Afrika Beni yetiştirdin bu yüzden anavatanım sensin Afrika Nelson Mandela anar seni saygıyla anavatanım Afrika Ey rabbim senin yolunda yücelt anavatanımı Afrika Hoşgörülü insanları muhteşem milletler anavatanım Afrika
KARDEŞ
40
Gözlerimdeki bitmeyen yaş.
Ey dost gözdeki perdeyi kaldır.
Ne tuhaf acılar çektim kardeş.
Ey dost kalpteki yarayı iyileştir.
Ne de hakikati gördüm kardeş
Ey dost gönlüdeki odları söndür.
Gel birlik oluşturalım kardeş.
Gel birlik oluşturalım kardaş.
Sana dost olamadım yar.
İnsanlık mağlup olmadan gel.
Kalbimde tutuşan bir aşk var.
Külfetler dostu bozmadan gel.
Yâdımda bulundur ezeli işler.
Ölüm meleği dost olmadan gel.
Gel birlik oluşturalım kardaş.
Gel birlik oluşturalım kardaş.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
GELIN BIR OLALIM Gelin renk, ırk, ayrımını atalım. Gelin bir olalım ırkçılığı kovalım Birlik ve dirlik havasını yaşayalım. Gelin bir olalım ırkçılığı kovalım Hepimiz âdemdeniz sen ve ben Topraktır özümüz sen ve ben Sen olmasan faydam ne ki ben Gelin bir olalım ırkçılığı kovalım Dünyamız bir toprağımız bir Yüreğimiz bir yemeğimiz bir Soyumuz bir suyumuz bir Gelin bir olalım ırkçılığı kovalım Ecdadımızın ne güzel sözü var Bir elin nesi var iki elin sesi var Kuş tek kanatla değil iki kanatla uçar Gelin bir olalım ırkçılığı kovalım Doğa ne güzel anlatıyor birliği Kelebekler, çiçekler, gökkuşağı Bitkiler, kuşlar renkler birliği Gelin bir olalım ırkçılığı kovalım Birlikte irfan ırkçılıkta düşman Birlikte insan ırkçılıkta şeytan Birlikte eman ırkçılıkta hevan Gelin bir olalım ırkçılığı kovalım
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
41
KAVRAMLARA GÖRE FILM LISTESI ‘O kadar çok film var ki; hangisini izleyelim? Üstelik kaliteli filmleri bulmak çok zor. Hikmete, hakikate, irfana uygun filmler var mı ki? ‘ sorusuna hakiki bir cevap vermektir niyetim. Sinema Hakkında Manifesto Mahiyetinde Bir Giriş:
Bülent Özdaman Türkiye Sinema Yazarı, Hukukçu Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Stajyer Avukat
•
Bir film asla -sadece- bir film değildir. Kadrajın içine alınanlar ve kadrajın dışında kalanlar -tesadüf değilse- bizlere bir şeyler anlatıyor demektir.
•
Anlamak sanatçının hissesine düşer, açıklamaksa eleştirmenin.
•
Sanatçı sanatıyla konuşandır, sanatı hakkında konuşan değil.
•
Sanatçı yapar ama; çoğunlukla yaptığını açıklayamaz. Bunu yapsa da çoğunlukla kekeler!
•
Kişi kendi rüyasını tabir edemez ya da etmez ama; bence onu dinleyenin / izleyenin tabire istidâtı / hakkı vardır. Ve bu noktada her film yönetmenin rüyası olarak algılanabilir.
•
Film tahlili/okuması; sinemanın(filmlerin) gözünden hayata bakmak, hayatın gözleriyle de sinemaya(filmlere) bakma girişimidir!
•
Bana göre üzerin(d)e kavramsal okuma yapabileceğimiz her film güncelliğini koruyordur.
SANAT VE SANATÇININ DÜNYASI * Nostalji – Andrey Tarkovski ALTERNATİF FİLMLER: Andrey Rublev – Andrey Tarkovski Yeraltı – Zeki Demirkubuz Kış Uykusu – Nuri Bilge Ceylan Amadeus – Miloš Forman ORYANTALİZM ve SELF-ORYANTALİZM * Avatar – James Cameron ALTERNATİF FİLMLER: Matrix- Andy Wachowski, Lana Wachowski 42
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Maymunlar Cehennemi – Matt Reeves My Name is Khan – Karan Johar İnception- Christopher Nolan Gandhi – Richard Attenborough Mandela – Justin Chadwick Malcolm X – Spike Lee
V For Vendetta – James McTeigue 12 Kızgın Adam – Sidney Lumet Dövüş Kulübü – David Fincher Esaretin Bedeli – Frank Darabont Fahrenheit 451 – François Truffaut Baba – F. Ford Coppola
MODERNİTE SORMAZ AMA; İNSAN NEDİR? * Bab’ Aziz – Nacer Khemir
MODERN EĞİTİM ELEŞTİRİLERİ * 3 İdiots – Rajkumar Hirani
ALTERNATİF FİLMLER: Rastgele Baltazar – Robert Bresson Kirazın Tadı – Abbas Kiyarüstemi Küp – Vincenzo Natali Matrix- Andy Wachowski, Lana Wachowski İnterstellar – Christopher Nolan
ALTERNATİF FİLMLER: Ölü Ozanlar Derneği -Peter Weir Sınıf – Laurent Cantet Tehlikeli Oyun(Dalga) – Dennis Gansel Yerdeki Yıldızlar – Aamir Khan, Amole Gupte, Ram Madhvani Sigara İçtiğiniz İçin Teşekkürler – Jason Reitman
MODERNİTENİN MERHAMETSİZLİĞİ * 1984 / Bin Dokuz Yüz Seksen Dört – Michael Radford ALTERNATİF FİLMLER: Modern Zamanlar – Charlie Chaplin Offret / Kurban – Andrey Tarkovski Otomatik Portakal – Stanley Kubrick Voli (Wall-E) – Animasyon Film – Andrew Stanton Persepolis – Marjane Satrapi, Vincent Paronnaud Kanlı Elmas – Edward Zwick Truman Şov – Peter Weir
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
ÖTEKİ / FAŞİZM * Tehlikeli Oyun(Dalga) – Dennis Gansel ALTERNATİF FİLMLER: Piyanist – Roman Polanski Utancından Yıkılan Buda Heykeli – Hana Makhmalbaf Fil Adam – David Lynch Cezayir Bağımsızlık Savaşı – Gillo Pontecorvo American History X / Geçmişin Gölgesinde – Tony Kaye
43
FITRÎ AŞK – ŞİİRSEL AŞK * Allah Yakındır – Ali Veziriyan
İSTANBUL * Eşkıya – Yavuz Turgul
ALTERNATİF FİLMLER: Altın ve Bakır – Homayoun Assadian Baran – Mecid Mecidî Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak – Ahmet Uluçay Uzak İhtimal – Mahmut Fazıl Coşkun Üç Yol – Faysal Soysal Heiran – Shalizeh Arefpour Sevmek Zamanı -Metin Erksan
ALTERNATİF FİLMLER: Ah Güzel İstanbul – Atıf Yılmaz Uzak – Nuri Bilge Ceylan İstanbul Kanatlarımın Altında – Mustafa Altıoklar Kaç Para Kaç – Reha Erdem Vesikalı Yarim – Ömer Lütfi Akad Anlat İstanbul – Ümit Ünal, Kudret Sabancı, Selim Demirdelen, Ömür Atay, Yücel Yolcu
DELİLİK ÜLKESİNDEN FİLM LİSTESİ * Guguk Kuşu / Milos Forman ALTERNATİF FİLMLER: Sen Aydınlatırsın Geceyi / Onur Ünlü Zorba / Mihalis Kakogiannis Kosmos / Reha Erdem Zindan Adası / Martin Scorsese Akıl Oyunları / Ron Howard Nostalghia / Andrey Tarkovski Deliler Evi / Andrei Konchalovsky Pi / Darren Aronofsky Bab’ Aziz / Nacer Khemir SAVAŞ * Kaplumbağalar da Uçar – Bahman Ghobadi ALTERNATİF FİLMLER: Schindler’in Listesi – Steven Spielberg Jîn – Reha Erdem Ran – Akira Kurosawa Truva – Wolfgang Petersen Cesur Yürek – Mel Gibson Full Metal Jacket – Stanley Kubrick Kutsal Direniş – Elia Suleiman Ayın Ardındaki Güneş: Kandahar – Muhsin Makhmalbaf Yedinci Mühür – Ingmar Bergman Utancından Yıkılan Buda Heykeli – Hana Makhmalbaf Sarhoş Atlar Zamanı – Bahman Ghobadi
44
HAKİKAT VE ARAYIŞ * Stalker / İz Sürücü – Andrey Tarkovski ALTERNATİF FİLMLER: Bal – Semih Kaplanoğlu Söğüt Ağacı – Mecid Mecidi Bir Taşra Papazının Güncesi – Robert Bresson Cennetin Rengi –Mecid Mecidi Pi’nin Yaşamı – Ang Lee Kara Tahta – Samira Makhmalbaf Kirazın Tadı – Abbas Kiyarüstemi İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış… Ve Yine İlkbahar – Kim Ki-Duk Serçelerin Şarkısı – Macid Mecidi Cennetin Çocukları – Mecid Mecidi BAŞKA TÜRLÜ BİR KOMEDİ (Alternatif Komedi Filmleri) * Marmoulak / Kertenkele – Kamal Tabrizi ALTERNATİF FİLMLER: Hayat Güzeldir – Roberto Benigni Selam Sinema – Muhsin Mahmelbaf Yahşi Batı – Ömer Faruk Sorak Beynelmilel -Sırrı Süreyya Önder, Muharrem Gülmez Truman Şov – Peter Weir Milyoner – Danny Boyle Muhsin Bey – Yavuz Turgul Her Şey Çok Güzel Olacak – Ömer Vargı İtirazım Var – Onur Ünlü Vizontele – Yılmaz Erdoğan, Ömer Faruk Sorak PK – Rajkumar Hirani
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
DÜNYA MUTFAĞI KURTA GANI ÇEÇEN MANTISI İslam Bagakashvili / Çeçenistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ülkemde en meşhur yemeklerden bir tanesi Kurta Gani Çeçen Mantısıdır. Yapılışı ise, kulak memesinden sert bir hamur yoğurulur. İnce bir şekilde açılır ve daha sonra yuvarlak bir şekilde istenilen boyutta kesilir. İçine iç havı koyularak övgü şeklinde kapatılır. Daha sonra tuzlu suda 10 dakika kadar haşlanır. Süzülerek tereyağı dökülür. Sonrasında sosla beraber servis edilir. Türkiye’de de benzer tarzı mantı yapılmaktadır. Ancak, bizim mantımız daha büyük ve azıcık daha uzundur. Tatbikî de Türkiye’de de yapılmasını tavsiye ederim. Nede olsa insanlar farklı yemekleri severler.
LAĞMEN Naijmizheng Aila / Çin İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Ülkemdeki en meşhur ve sevilen yemeklerden LAĞMEN. Size Lağmenin yapılış tarzından bahsetmeden önce öneminden bahsetmek isterim. Lağmen Uygur mutfağının vazgeçilmez yemeklerinden biridir. Orta Asya ülkelerinin çoğunda sevilerek yapılıp yenilmektedir. Aynı zamanda Türkiye’de var olan Uygur Lokantalarında bulabilmek mümkündür. Ancak bu yemek Türk mutfağından farklıdır. Yemek makarna et ve farklı sebzelerden yapılmaktadır. Makarna öncelikle ince bir şekilde yoğurulur. İp gibi olacak şekle getirilip pişirilir. Daha sonra et ve farklı sebzeler ile pişirilen kavurmayı üzerine eklenerek servis edilir. En önemlisi de bu saydıklarımın hepsi el emeği ile yapılmasıdır. Hazır materyal kullanmadan bizzat yapılıp yenilmektedir.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
45
ÖZBEK PILAVI Mamurjon Akhmatjonov / Özbekistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Öbek Pilavı. Türkiye’de ve dünyanın birçok yerinde bilinen ve yenilen meşhur Özbek yemeklerinden biridir. Yapılışı: Pirinç, Havuç, et, soğan ve yağdan oluşmaktadır. Her yerde ve herkesin kolaylıkla yapabileceği bir yemek olan Özbek Pilavı, Türkiye’de başta İstanbul olmak üzere her şehirde yapılmaktadır. Oldukça hoş bir tadı olan bu pilav Türkiye’de herkes tarafından beğenilerek yenilmektedir.
TRILEÇE Arsim İdrizi / Makedonya İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İslam ve Din Bilimleri Balkanların en güzel lezzeti TRİLEÇE.
Tüm şerbet malzemelerinizi bir kaseye koyun ve süt Orijinalinde üç süt karışımının kullanıldığı sütlü şer- köpürünceye kadar çırpın ve dolaba kaldırın. bet ile hazırlanan trileçe, hafifliği ve sünger dokusu- Karamel için şekeri teflon tavaya koyup karamel na sahip pandispanya kekiyle Türkiye’de şöhreti kısa oluncaya kadar pişirin, margarin ve kremayı hızlıca sürede dilden dile yayılan enfes bir tatlıdır. Traliçe, içine ilave edin ve karıştırın. triliçe ya da trilece diye telaffuz edenler olsa da tat- Kek ılıkken dilimleyip keke kürdanla delikler açın ve lının doğru yazımı Trileçe. soğuk şerbeti üzerine dökün. Şerbeti tamamen çekTrileçeyi yaparken en önemlisi de hakkını vermek. Bu aralar neredeyse bakkallarda bile satılan trileçe tarifinin unutmayın ki en güzelini siz evde yapacaksınız. Çünkü en lezzetli sütü kullanacak, trileçeye sevginizi katacaksınız. Bu çok önemli.
tiğinde üzerine karamel dökerek servis edin.
Yapılışı
Kekin şerbetini verdikten sonra buzdolabında bir süre dinlendirmeniz daha iyi sonuç almanızı sağlar.
Not: Keke şerbetini yavaş yavaş ilave edin, kekin şerbeti tamamen çekmesini bekleyin.
Karıştırma kabına yumurta ve şekeri ilave edip rengi Eğer üzerinde fazlaca köpük kalırsa karameli dökaçılıncaya kadar çırpın. meden önce köpüğün bir kısmını alın. Yağı yavaşça ekleyip çırpmaya devam edin, içine un, Servis Önerisi irmik, kabartma tozu ve vanilyayı koyup karıştırın. Karıştırdığımız malzemeleri sıvı karışıma karıştırın, Arzuya göre hazırladığınız trileçeyi; frambuaz, karamel ya da portakal sosu ve toz Antep fıstığı ilavesiyle yavaşça karıştırın. servis edebilirsiniz. Tamamen harmanlandığında fırın tepsinize dökün ve 170 derece önceden ısıtılmış fırında 40-45 dakika pişirin. 46
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
MUSAKHAN Feras Barakati / Filistin Üsküdar Üniversitesi Moleküler Bioloji ve Genetik 3. Sınıf Musakhan is one of the most popular and traditional Palestinian recipes. It is usually prepared during the olive oil pressing season to celebrate freshly pressed oil but you can see it on the menu all year round in family gatherings and parties. Musakhan is all about fresh, simple ingredients allowed to shine. Good olive oil, tangy sumac,a hint of spices, onions caramelized to the point of being sweet and tender, perfectly roasted chicken and fresh bread. Simple yet you have to taste it to see how a dish can be much more than the sum of its parts. Sumac is one of the main players in Musakhan, it is a spice that comes from the berries of the Rhus shrubs. The berries are dried and then ground to give a purplish deep red powder that is sour, slightly fruity and astringent. It is used in the middle eastern cuisine to add a sour, lemony taste to chicken, salads and salad dressings. It is also used as a garnish for different dips and salads. The amount I am using here is my personal preference, you can use more sumac or less, it is really up to your taste Taboon bread another key player here, is a traditional bread that is usually baked in a very hot oven lined with small round smooth stones. The stones give the bread its dimpled appearance. If you can’t find taboon bread you can replace it with any flat bread you like, just make sure it is not too thin because it needs to withstand holding the onions and chicken. This recipe was requested by my best friend, I am sorry Rasha it took me so long to post, I hope you will enjoy it To make 2 medium loaves (4 servings) 1 kg onions peeled and chopped 2 cups olive oil 2 tablespoons Sumac 1/4 teaspoon cardamom 1/4 teaspoon black pepper Salt 1 chicken cut into 4 pieces 1/4 teaspoon cardamom 1/4 teaspoon black pepper 2 loaves taboon bread For the decoration Nuts for topping (pine nuts or almonds are the most commonly used ones) 1 tablespoon sumac The onions: Make sure you don’t chop the onions too fine or they will get too soft with cooking and lose texture • place the onions in a pot and add enough olive oil to submerge the onions completely (it may vary a little with the size of your pot but it took me 2 cups) • Cook the onions over low heat stirring occasionally till the oni-
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
ons are translucent but still hold their shape and have some texture, you don’t want them to get mushy (this will take 20- 30 minutes) • Once the onions are done,place them in a colander to drain off the olive oil. Do not discard the oil. • After all the oil has been drained off, sprinkle the onions with sumac, cardamom and black pepper and toss them till they are completely coated with sumac (note that the color and the taste will deepen when you leave the onions aside so add the sumac gradually, you can always add more if you want) The chicken Ideally you should use bone in chicken cutlets but you can use boneless chicken if you want. Season the chicken on both sides with 1/4 teaspoon cardamom,1/4 teaspoon black pepper and a pinch of salt. You have a number of options for cooking the chicken: 1. Sear the chicken pieces till they are golden brown and then add them to the onions as they are cooking 2. Poach the chicken until done and then place them in the oven under the broiler to give them color. 3. cook them in a separate pan using medium heat till they are completely done (cook them stove top) I usually go with No. 3, I place the chicken cutlets in a pot or pan , skin side down and cook over medium heat till the skin is golden brown, I then lower the heat,flip them and cook them on the other side till they are done (170 F on the thermometer inserted in the thickest area of the chicken). This takes 20-30 minutes. To add more flavor to the onions and the chicken, I add the drained onions to the chicken in the last 5 minutes of cooking and stir gently. To assemble the musakhan Pre heat your oven to 200 C and place the rack on the bottom I usually place the loaf in the oven for 2-3 minutes to crisp it slightly (this prevents it from going soggy when you top it with the onions). If you like your bread a little soggy you can skip this step Brush the bread with some of the olive oil you strained from cooking the onions and top it with onions and chicken. Place in the oven for 10 minutes Take out of the oven and top with nuts,sprinkle with the sumac and serve with yogurt Musakhan wraps If you want to make Musakhan wraps, you need shrak bread but you can use any flat bread you like if you can’t find shrak. Top the bread with chopped onions and shredded cooked chicken, some nuts. Roll and brush with some oil and heat in a sandwich press or in the oven.
47
SAMSA BÖREĞI Fahriddin Salahiddinov / Tacikistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İslam ve Din Bilimleri Samsa böreği hamurunu hazırlamak için gerekli olan, un haricindeki malzemeler, derin bir kap içerisinde karıştırılır. Elde edilen karışıma, ölçülü olarak azar azar un ilave edilerek, özleşene kadar yoğrulur ve yumuşak kıvamlı bir hamur elde edilir. Elde edilen hamurun üzeri örtülerek 20 dakika kadar dinlendirilir. Böreğin iç harcını hazırlamak için, soğanlar minik minik doğranıp, sıvı yağ içerisine koyulur ve ocağın üzerine alınır. Üzerine biraz tuz atılıp, soğanlar yumuşayıncaya kadar kavrulur. Kavrulan soğanların üzerine, kıyma ilave edilip, karıştırılır ve kıyma suyunu salıp, çekene kadar kavrulur. Kıyma suyunu çekince, üzerine pul biber ilave edilip, tuzu kontrol edilir. Hazırlanan kıymalı iç harcı, ocaktan alınır ve bir kenarda soğuması için bekletilir. Yufkaların arasına sürmek için, 150 gram tereyağı küçük bir tava içerisinde eritilir. Dinlenen börek hamuru, 2 eşit parçaya bölünüp, beze yapılır. Bezeler, hafif unlu bir zemin üzerinde, oklava yardımı ile açılabildiği kadar ince olacak şekilde açılır. Açılan yufkalardan birinin üzerine eritilmiş tereyağının yarısı sürülür. Yağlanmış yufkanın üzerine ikinci yufka serilir ve kalan yağ üzerine sürülür. Yağlanan iki katlı yufka, sıkı rulo olacak şekilde sarılır. Elde edilen rulo, bıçak yardımı ile 3-4 parçaya ayrılır ve tepsiye yerleştirilip, buzdolabında yarım saat dinlendirilir. Dinlenen hamur dolaptan alınır ve iki parmak genişliğinde kesilir. Kesilen hamurlar yan çevrilip, merdane yardımı ile, çay tabağından biraz büyük olacak şekilde açılır. Açılan hamurların ortasına, kıymalı iç harcından koyulur ve karşılıklı iki kenarı ortada birleştirilir. Diğer kenarları da ortaya doğru kapatılıp, kapatma yeri alta gelecek şekilde, yağlı kağıt serili fırın tepsisine dizilir. Hazırlanan samsa böreği üzerine, fırça yardımı ile yumurta sarısı sürülür. Önceden ısıtılmış, 175° fırında, üzerileri kızarıncaya kadar pişirilir (40-45 dakika). Fırından alınan börekler, ilk sıcaklığı çıktıktan sonra, servise sunulur.
48
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
ULUSLARARASI ÖĞRENCİLERİN GÖZÜNDEN TÜRKİYE Gülalek Annamuradova / Türkmenistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimler ve Uluslararası İlişkiler TÜRKİYE’Yİ SEÇME NEDENİNİZ NEDİR?
cak arkadaş çevrem sayesinde Türkçeyi kolaylıkla öğrenebildim. Zaten çoğu kelimeler TürkTürkiye’yi seçme nedenim daha iyi bir eğitim mence ile aynı. alabileceğimi düşündüğümdendir. Özellikle Üniversiteyi İstanbul gibi bir şehirde okuyacak TÜRKİYE İLE İLGİLİ GENEL İZLENİMLERİNİZİ Bİolmam beni fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Tür- ZİMLE PAYLAŞIRMISINIZ? kiye’yi seviyorum ve burada öğrenci olmak çok Türkiye’deki insanlar çok sıcak kanlı. Aynı zagüzel. manda güler yüzlü ve yardımsever. Yemeklerde
KAÇ YILDIR TÜRKİYE’DESİNİZ? BU SÜRE İÇERİ- de her ağız tadına uygun yemek bulmak mümSİNDE BAŞINIZA GELEN İLGİNÇ OLAYLARI ANLA- kündür. Aynı zamanda çok güzel manzaraları ve gezilecek yerleri olduğu için yurtdışından TINIZ? gelecek olan herkes tarafından beğenilecek bir Dört (4) yıldır Türkiye’deyim. Ancak Türkmeülkedir burası. nistan ve Türkiye arasında genel itibariyle pek farklılıklar olmadığından pek fazla ilginç olay ile TÜRKİYE’DE EN SEVDİĞİNİZ ŞEHİR HANGİSİDİR? ŞEHİRDE SİZİ EN ÇOK ETKİLEYEN ŞEY NEYDİ? karşılaşmadım. TÜRKİYE’DE EN ÇOK SEVDİĞİNİZ YEMEK HANGİ- Türkiye’de en sevdiğim şehir İstanbul diyebiliSİDİR? GENEL OLARAK YEMEKLERİ NASIL BUL- rim. Nedeni de tarih ve modern yaşamın aynı anda olması en çekici özellikleri arasındadır. DUNUZ? Türkiye’nin yemekleri çok güzel. Zengin bir mutfağa sahip olan Türk halkı bu konuda şanslı konumdalar. Türkiye’de en sevdiğim yemekler arasından bazılar;
DÜNYA GENELI VEYA TÜRKIYE’DE EN SEVDIĞINIZ 3 FILMI VE YÖNETMENINI KIMLER? BU FILMLER SIZIN IÇIN NE IFADE EDIYOR? En sevdiğim filmler arasında size 3 tanesini sayabilirim. Onlar da
-
Mercimek Çorbası
-
Adana kebabı ve
1. 6’ncı His
-
Kayseri Mantısıdır.
2. God Father
TÜRKÇEYİ ÖĞRENMEKTE ZORLUK ÇEKTİNİZMİ?
3. Hayat Güzel
Hayır zorluk çekmedim. Türkmenceyle Türkçe çok benziyor. Elbette farklılıklar var ve iki dil arasında anlaşmak o kadar da kolay değil. An-
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
49
İslam Bagakashvili / Çeçenistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimler ve Uluslararası İlişkiler TÜRKİYE’Yİ SEÇME NEDENİNİZ NEDİR? Yerkürede Müslüman ülkelerin lideri hem de Osmanlının mirası olan Türkiye’de okumak benim için büyük bir şereftir. Günden güne gelişen ve dünya toplulukları arasında prestiji yükselen bir ülkede okumak her zaman hayalimdi. Bu nedenden dolayı ve ek olarak kaliteli bir eğitim verildiğinden dolayı Türkiye’yi seçtim.
renmek için, o dilin konuşulduğu ülkeye gitmek gerekiyormuş. TÜRKİYE İLE İLGİLİ GENEL İZLENİMLERİNİZİ BİZİMLE PAYLAŞIRMISINIZ?
Genel olarak insanlar hem dini hem de modern bir hayat yaşıyorlar. Toplum çok büyük bir kutuplaşma yaşıyor. Örneğin, bakkalcı bile siyaset konuşuyor. Yaşam süreci, siyaseti içselleştirmiş KAÇ YILDIR TÜRKİYE’DESİNİZ? BU SÜRE İÇERİ- bir vaziyettedir. SİNDE BAŞINIZA GELEN İLGİNÇ OLAYLARI ANLA- TÜRKİYE’DE EN SEVDİĞİNİZ ŞEHİR HANGİSİDİR? TINIZ? ŞEHİRDE SİZİ EN ÇOK ETKİLEYEN ŞEY NEYDİ? Takriben beş senedir Türkiye’deyim ve bu süreç boyunca başıma gelen en ilginç olayı 2016 15 temmuzda yaşanan hain darbe girişimiydi. Allah Türkiye’yi korudu. Çok korkmuştum. Ama bu ülkenin insanlarında var olan iman sayesinde çok büyük olaylar yaşanmadan bu darbe girişimini atlatmak büyük bir başarıydı. Allah şehitlerimize rahmet eylesin. Gazilerimize şifalar nasip etsin.
En sevdiğim şehir İstanbul’dur. Bu şehir daha Türkiye’ye gelmeden seviyordum. Manzarası, tarihi, mirası ve mimarisi ile dünyanın en zengin şehirlerinden birisidir. Bu yüzden benim için İstanbul bir tanedir ve bir başkası yoktur. DÜNYA GENELI VEYA TÜRKIYE’DE EN SEVDIĞINIZ 3 FILMI VE YÖNETMENINI KIMLER? BU FILMLER SIZIN IÇIN NE IFADE EDIYOR?
TÜRKİYE’DE EN ÇOK SEVDİĞİNİZ YEMEK HANGİ- Dünya genelinde en sevdiğim filmlerden bir taSİDİR? GENEL OLARAK YEMEKLERİ NASIL BUL- nesi “Zamana Karşı” adlı filmdir ve yönetmeni ise Andrev Nikoldeer’dir. Bu filmin benim için DUNUZ? anlamı aslında insanın zamana karşı verdiği Burada en çok sevdiğimiz yemek şiş kebaptır, mücadeleyi ve aynı zamanda insanların ne kaçünkü bizim de benzer yemeğimiz vardır. Ayrıca dar zayıf olduğunu göstermesidir. İkinci en sevTürk yemekleri genel olarak bizim yemekleri- diğim filmi ise Matrixtir; ve yapımcıları Lana ve mizden daha az yağlıdır. Lili Vaçovski olan bu film günümüzü anlatmakTÜRKÇEYİ ÖĞRENMEKTE ZORLUK ÇEKTİNİZMİ? tadır. Gerçekten insanların yapay zekaya ne kadar önem verdiklerini ve dünya düzeninin ne Türkçeyi öğrenmek oldukça kolay oldu, çünkü kadar değiştiğini anımsatıyor. Üçüncü film ise, burada okurken farklı farklı öğrenciler ile irtiTruvadır. Yönetmeni Voltagon Peterson olan bu bata geçerek bir taklit süreci içerisinde hem film insanların güç ve toprak için birbirinin cakonuşma hem de iletişime geçme kabiliyetinizi nına kıydıklarını ve bugünlere bakarsak dünya geliştiriyorsunuz. Maalesef, aynı şey İngilizce düzenin aynı olduğunu anımsatmaktadır. veya Arapça için söylenemez, çünkü bir dil öğ-
50
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Ezatullah Ghani / Afganistann İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Tarih TÜRKİYE’Yİ SEÇME NEDENİNİZ NEDİR?
TÜRKİYE İLE İLGİLİ GENEL İZLENİMLERİNİZİ BİTürkiye’yi seçme nedenim Türkmen dili ve kül- ZİMLE PAYLAŞIRMISINIZ? türüne, Türk dili ve kültürüne çok yakın olması- Türkiye güvenilir bir ülke. Halkı çok cana yakın. dır. Bu sebeple eğitim sürecimin daha verimli Burada yaşadığım süre içerisinde hiç yabancılık olacağını düşündüğümden dolayı Türkiye’yi çekmedim. Bu ülkenin insanları çok misafirperseçme kararı aldım. ver. Türkiye günden güne gelişen bir ülkedir ve KAÇ YILDIR TÜRKİYE’DESİNİZ? BU SÜRE İÇERİ- dünyadaki Müslüman ülkelerin yanında olup SİNDE BAŞINIZA GELEN İLGİNÇ OLAYLARI ANLA- onlara yardım etmektedir. TINIZ?
TÜRKİYE’DE EN SEVDİĞİNİZ ŞEHİR HANGİSİDİR? Dört yıldır Türkiye’deyim. Bana garip gelen bir ŞEHİRDE SİZİ EN ÇOK ETKİLEYEN ŞEY NEYDİ? tane olayı paylaşmak istiyorum. Afganistan’da Türkiye’de çok şehir gezmedim ancak gördükkadın ve erkekler el sıkışmazlar. Burada çoğu lerim arsında elbette İstanbul bir başka. Bir çok kişinin erkekler ve kızlar birbiriyle el sıkıştıkla- ülkeden insanlarla tanışmak ve kültürlerini öğrını görmek bana ilginç geldi. Ben de elimi ver- renmek mümkün. mekten çekindim çünkü bu bizim kültürümüzde DÜNYA GENELI VEYA TÜRKIYE’DE EN SEVDIçok garip karşılanıyor. ĞINIZ 3 FILMI VE YÖNETMENINI KIMLER? BU TÜRKİYE’DE EN ÇOK SEVDİĞİNİZ YEMEK HANGİ- FILMLER SIZIN IÇIN NE IFADE EDIYOR? SİDİR? GENEL OLARAK YEMEKLERİ NASIL BUL- Film çok seyretmem. Ancak Türk dizilerini seviDUNUZ? yorum. Örneğin: Kurtlar Vadisi, Diriliş Ertuğrul, En çok sevdiğim yemek “Lahmacun”. Bu yemek Baba Candır vs. hem kolayca bulunuyor hem de duyurucudur. Genel olarak yemekler yağsız ve yemeklerde et kullanımı az. TÜRKÇEYİ ÖĞRENMEKTE ZORLUK ÇEKTİNİZMİ? Hayır zorluk çekmedim. Türkmenceyle Türkçe çok benziyor. Elbette farklılıklar var ve iki dil arasında anlaşmak o kadar da kolay değil. Ancak Türkiye’ye gelmeden önce bir Türk şirketinde bir süre çalışmıştım. Orada bir çok Türk arkadaşım oldu ve onlarla Türkçe anlaşabiliyordum. Yalnız yazma ve okumada zorlanıyordum. Bunun sebebi de ülkemizde Latin alfabesini kullanmamamızdan kaynaklanmaktaydı.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
51
Mamurjon Akhmatjonov / Özbekistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimler ve Uluslararası İlişkiler TÜRKİYE’Yİ SEÇME NEDENİNİZ NEDİR? Türkiye’yi seçmemin bir çok nedeni vardır. Türkiye öyle güzel bir ülkedir ki Asya ve Avrupa kıtasını birbirine bağlayan dünyadaki tek ülkedir. Daha da önemlisi kültür ve medeniyetler arası bir köprü vazifesi gören, çok farklı kültürlerden insanların bir arada yaşadığı şehirleri ile, tarih kokan aynı zamanda misafir perver insanların ülkesidir Türkiye. Zengin tarih ve kültüre sahip bir ülkedir Türkiye. Aynı zamanda geniş eğitim imkanları da mevcuttur. Özellikle sürekli sıcak siyaset ortamının mevcut olması bakımında ve okumak istediğim bölüm açısından faydalı olacağını düşünerek Türkiye’de okumaya karar verdim.
Türkiye’de en fazla beğendiğim 3 yemek.: - Adana kebabı - Mercimek çorbası ve - Menemendir. TÜRKÇEYİ ÖĞRENMEKTE ZORLUK ÇEKTİNİZMİ? Türkçe ve Özbekçe aynı dilin dalları olması nedeniyle genel olarak Türkçe öğrenmekte zorluk çekmedim. Fakat Türkçe kelimelerin Özbekçe’deki kelimelerle aynı olup anlamı farklı olması bazen zorluklar çıkartabiliyor. TÜRKİYE İLE İLGİLİ GENEL İZLENİMLERİNİZİ BİZİMLE PAYLAŞIRMISINIZ?
Türkiye’de insanlar sıcakkanlı ve misafirperverKAÇ YILDIR TÜRKİYE’DESİNİZ? BU SÜRE İÇERİ- dir. Şehirler çok güzel ve her şehrin kendine SİNDE BAŞINIZA GELEN İLGİNÇ OLAYLARI ANLA- has özellikleri vardır. Bilindiği üzere hiçbir insan TINIZ? yada toplum mükemmel değildir. Türk topluYaklaşık olarak 5 yıldır Türkiye’deyim. Bu za- munda olumsuz gördüğüm bazı şeyler vardır. man zarfı içerisinde birçok şehri gezme imkânı Bunlar da insanların unutkan olmaları ve icrabuldum ve farklı insanlarla tanışarak zaman attan çok fikirlerini birbirleri ile paylaşmayı terzaman ilginç olaylar yaşamışımdır. 2016 yılında cih etmeleridir. Tokat kültür günlerine katılmak üzere Tokat’a gittiğimde oradaki insanların yaşam tarzı, giyimleri, yemekleri ve kültürü bana ilginç gelmişti. Bunun nedeni de orda yaşayan insanlar Orta Asya kültürünü muhafaza etmişler ve hala yaşatıp genç nesillere aktarmaktadırlar.
TÜRKİYE’DE EN SEVDİĞİNİZ ŞEHİR HANGİSİDİR? ŞEHİRDE SİZİ EN ÇOK ETKİLEYEN ŞEY NEYDİ?
Türkiye şehirlerinin her türlü insanı etkileyecek güzelliğe sahip olduğu bir gerçektir. Fakat beni en çok etkileyen ve Türkiye’ye gelmemin en büyük nedenlerinden biri de taşı toprağı altın olan TÜRKİYE’DE EN ÇOK SEVDİĞİNİZ YEMEK HANGİ- İstanbul’dur. SİDİR? GENEL OLARAK YEMEKLERİ NASIL BULDÜNYA GENELI VEYA TÜRKIYE’DE EN SEVDIDUNUZ? ĞINIZ 3 FILMI VE YÖNETMENINI KIMLER? BU Türkiye’nin yemek kültürü çok renkli ve çok FILMLER SIZIN IÇIN NE IFADE EDIYOR? zengindir. Genel olarak Orta Asya yemeklerine The Great Debates | A Beautiful Mind | Otkan nazaran daha yağsız ve daha hafiftir. Kunlar
52
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
Naijimizheng Aila / Çin İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler TÜRKİYE’Yİ SEÇME NEDENİNİZ NEDİR?
TÜRKİYE’DE EN SEVDİĞİNİZ ŞEHİR HANGİSİDİR? Türkiye’yi seçme nedenim Üniversiteyi farklı bir ŞEHİRDE SİZİ EN ÇOK ETKİLEYEN ŞEY NEYDİ? ülkede okuyup kendimi geliştirmek istememdir. Türkiye’de çok şehir gezme fırsatım oldu. BunÖzellikle İstanbul gibi güzel bir şehirde Üniver- ların arasında en güzel şehir elbette İstanbul. site tahsili yapmak heyecan vericidir. Bu an- Göz alıcı bir manzarası vardır İstanbul’un. İç lamda Türkiye’de okumayı gelecekte kariyerim Anadolu’ya gelecek olursak Konya diyebilirim. açısından olumlu olacağını düşündüğüm için Tam yaşanılacak bir şehir. Her yeri tarih kokutercih ettim. yor. Aynı zamanda iç Anadolu insanları da çok KAÇ YILDIR TÜRKİYE’DESİNİZ? BU SÜRE İÇERİ- misafir perver ve yardım sever insanlardır. SİNDE BAŞINIZA GELEN İLGİNÇ OLAYLARI ANLA- DÜNYA GENELI VEYA TÜRKIYE’DE EN SEVDITINIZ? ĞINIZ 3 FILMI VE YÖNETMENINI KIMLER? BU Dört senedir Türkiye’deyim. Genel olarak her- FILMLER SIZIN IÇIN NE IFADE EDIYOR? hangi ilginç bir olay yaşamadım.
Dizi seyretmeyi seviyorum. En sevdiğim diziler TÜRKİYE’DE EN ÇOK SEVDİĞİNİZ YEMEK HANGİ- arasında Diriliş Ertuğrul yer almaktadır. YapımSİDİR? GENEL OLARAK YEMEKLERİ NASIL BUL- cısı da Mehmet Bozdağ. Bu dizi Türk kültürünü ve tarihini daha orijinal bir şekilde anlatmakDUNUZ? tadır.. En sevdiğim yemek “İskender Kebap”. Çin mutfağı karşısında baktığımızda değişik bir yemek türü olduğunu söyleyebilirim. Türk mutfağı zengin bir mutfaktır. Genel anlamda yemekler çok güzel ve doyurucudur. TÜRKÇEYİ ÖĞRENMEKTE ZORLUK ÇEKTİNİZMİ? Hayır zorluk çekmedim. Uygurcaya yakın olduğundan fazla zorluk çekmedir. TÜRKİYE İLE İLGİLİ GENEL İZLENİMLERİNİZİ BİZİMLE PAYLAŞIRMISINIZ? Türkiye güzel bir ülke. İnsanları da bir o kadar iyiler. Aynı zamanda yardımsever ve sıcak kanlılar.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi
53
Fahriddin Salahiddinov / Tacikistan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi İslam ve Din Bilimleri TÜRKİYE’Yİ SEÇME NEDENİNİZ NEDİR? Sene 2009 henüz on üç yaşındaydım. Türkiye’de okuyup mezun olan akrabalarımdan biri bana ve aileme liseyi Türkiye de okumam için teklifte bulundu. Ben hemen hiç tereddüt etmeden bu teklife olumlu yanıt verdim, ancak böyle bir karar almak ailem için biraz zor olmuştu. Nedeni de beni küçük yaşta kendilerinden ayırmak istememeleriydi. Bu benim için Allah’ın verdiği ve akrabamı vesile olarak kıldığı güzel bir fırsattı. Daha sonra 2009 yılı eylül ayında Türkiye’ye geldim ve Anadolu’nun güzeller güzeli şehri Kayseri Uluslararası Mustafa Germirli Anadolu lisesinde dört sene eğitim hayatımı sürdürdüm. Tabi ki ilk zamanlar benim için kolay olmadı. Çünkü farklı bir ülkeye, kültüre ve aileden uzak bir yerde Yıllarca kalacaktım. Doğup büyüdüğümüz vatanımızdan binlerce kilometre uzaklıkta bir yere eğitim için gelmiştim. Ancak Rabbimin lütfu ile Türkiye’ye kısa sürede adapte olup eğitim hayatıma devam ettim. 2013 yılında Liseden mezun olduğumda doğal olarak üniversite hayatımı burada sürdürmek istedim çünkü artık Türkiye’ye adapte olabilmiş, Türkçeye de hâkim olmuştum. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’nin misafir öğrencilere sağladığı maddi ve manevi imkanlar eğitim hayatımı burada sürdürmemde etkili olmuştu. 2013’ten bu yana İslam medeniyeti şehirlerinden biri olan İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Uluslararası İslam ve Din Bilimleri bölümünde eğitim almak nasip oldu ve halen üniversitemde eğitimime devam etmekteyim. TÜRKİYE’DE EN ÇOK SEVDİĞİNİZ YEMEK HANGİSİDİR? GENEL OLARAK YEMEKLERİ NASIL BULDUNUZ? Türkiye’ye ilk geldiğimde buranın yemeklerine alışmakta zorluk çektim ancak bunun nedeni benim Türk mutfağını “yurt” mutfağıyla tanımam gerekçesiyledir. Daha sonra evde yapılan yemekleri tatmam neticesinde buranın yemeklerini çok sevmeye başladım. Sevdiğim birçok yemek türü vardır. Bunlardan biri Kayseri Mantısıdır. Bu yemeği sevme nedenim birazda bizim yöreye ait bazı hamurlu yemeklerimizi çağrıştırmasındandır. TÜRKÇEYİ ÖĞRENMEKTE ZORLUK ÇEKTİNİZMİ? Özbek asıllı olmam hasebiyle Türkçeyi öğrenmekte pek zorluk çekmedim. Çünkü Özbekçe Türkçeye çok yakın bir dildir. Örneğin; Türkçedeki ‘geldim’ bizim Özbekçede ‘keldim’ kelimesi ile aynı anlamı ifade etmektedir. Nitekim buna benzer pek çok kelime vardır.
54
TÜRKİYE İLE İLGİLİ GENEL İZLENİMLERİNİZİ BİZİMLE PAYLAŞIRMISINIZ? Türkiye’yi 2002 FİFA Dünya Kupası üçüncüsü olduğu zaman tanımıştım. Ancak 2009 yılında liseyi Türkiye’ye okumak üzere gelince burayı daha da yakından tanıma fırsatı buldum. Laf olsun diye demiyorum bunu bizzat yaşayıp gördüğüm içindir ki Türkleri misafirperver, sevgi dolu insanlar olarak sevdim. Özellikle nerde bir mazlum varsa onun yardımına koşan ve bizler gibi öğrencileri ağırlamaktan memnuniyet duyan insanlar olarak tanıdım. Şu hatıramı paylaşmadan geçemeyeceğim. Biz Türkiye’ye ilk defa Ramazan bayramına yakın bir tarihte gelmiştik. Bayram günü bayram namazını eda edip kahvaltı yaptıktan sonra yurtta üzgün bir şekilde oturuyorduk, çünkü biz Türkiye’de bayramın bundan ibaret olduğunu düşünmüş kendimizi yalnız hissediyorduk. Ne var ki yanılmışız. O sırada dört beş aile bizi bölüştürerek evlerine götürdüler. Onlarla beraber bayramlaşıp hep birlikte güzel bir gün geçirmiştik. TÜRKİYE’DE EN SEVDİĞİNİZ ŞEHİR HANGİSİDİR? ŞEHİRDE SİZİ EN ÇOK ETKİLEYEN ŞEY NEYDİ? Türkiye’nin birçok şehrini gezdim. Burada bir tercihte bulunmak çok zordur. Çünkü her şehrin kendine has güzelliği ve insanı etkileyecek yönleri vardır. Bunlardan biri Şanlıurfa’dır. Bu şehre ilk vardığımda kendimi sanki başka bir ülkeye gitmiş gibi hissetmiştim. Şehir gerçekten Tarihi bir yerdi. Beni burada en çok etkileyen şey de Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı ve Eyyüp Peygamberin sabır yerleriydi. Bu iki Peygamber Allah’tan gelen imtihanları güçlü imanları neticesinde başarılı bir şekilde eda etmişlerdi. Bu yerleri bizzat gidip görmek insana anlatılmaz bir duygu verecektir. Mutlaka gidip görülmesi gereken bir Şehir. DÜNYA GENELI VEYA TÜRKIYE’DE EN SEVDIĞINIZ 3 FILMI VE YÖNETMENINI KIMLER? BU FILMLER SIZIN IÇIN NE IFADE EDIYOR? Eskiden en çok seyrettiğim dizilerden biri Kurtlar vadisi idi. Bu dizi özellikle ülkemde çok seyredilmekte ve beğenilmektedir. Bu dizi sayesinde ülkemdeki vatandaşlar Türkiye’yi tanımaya başladılar. Halen izlemekte olduğum bir diğer dizi ise Diriliş Ertuğrul’dur. Dizi bizlere bir nebze de olsa Osmanlı imparatorluğu kuruluş zamanları ile alakalı olayları yansıtmaktadır. Bu gibi diziler insanlara eski günlerdeki ihtişamlı ve güçlü dönemlerden ibret almalarını ve bilinçlenmelerini sağlıyor.
Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi