Mihmandar Uluslararası Kültür ve Düşünce Dergisi 3. Sayı

Page 1

Abdulkarim Yusuf Abdulle Somali Abdüselam İslam Makedonya Adam Abubakar Nijerya Alizhon Shaymardonov Tacikistan Amet Dervishev Makedonya Anwarul Azim Bangladeş Aquitulane Ancha Amisse Mozambik Bahadır Musametov Özbekistan Barış Osman Makedonya Bülent Özdaman Türkiye Cabir İhtiyar Batı Trakya Efkan Özdemir Türkiye Ekrem Destanov Makedonya Emir Kasami Makedonya Farman Turkmenov Kırgızistan Fayzullakhon Otakhonov Özbekistan Gulam Yasin Doğu Türkistan Hilmi Hurşit Suriye Husaifah Kueloh Tayland İmam Hissein Alio Çad İslam Şükürov Azerbaycan İsmail Kahraman Bulgarıstan Mamurjon Akhmatjonov Özbekistan Mehmet Gündüz Türkiye Merdan Hanıyev Türkmenistan Minhazul Abedin Bangladeş Muharrem Shtavica Kosova Mümin Ali Makedonya Oğuzhan Uygur Doğu Türkistan P. Yusmar Yusuf Endonezya Selim İlyazi Makedonya Sidy Amadou Diallo Senegal Tural Yusifzada Azerbaycan Yusuf Kemal Yaman Türkiye



Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği Adına İmtiyaz Sahibi Mehmet EVRAN Genel Yayın Yönetmeni Barış OSMAN Yazı İşleri Müdürü Muhammet Ali YAMAN Kültür Sanat Danışmanı Bülent ÖZDAMAN Yayın Kurulu Mehmet Ali BOLAT Hatem DEMİROV Hüseyin AKBABA Uğur ÖZÇELİK Ukşin DARSİ MD Omar Faruk HELALİ Al Habib ALGONİ Mamurjon AKHMATJONOV Yayın Editörleri Fatih YILDIZ Talha BAŞIBÜYÜK Hukuk Danışmanı Av. Hüseyin ÖNAL Son Okuma Barış OSMAN Muhammet Ali YAMAN Dizgi ve Tasarım P. Yusmar YUSUF Yazışma Adresi Selami Ali Mahallesi Gazi Caddesi No: 10/4 Üsküdar / İstanbul t: (0216) 532 56 83 e: mihmanderdergi@gmail.com w: www.mihmander.org /birmilletiz

Sevgili Okurlarımız, Büyük bir sevinç ve heyecanla derginizin üçüncü sayısını sunuyoruz. Bu sayıyı da ilk iki sayımızda olduğu gibi dolgun bir muhtevayla hazırlamaya çalıştık. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki; heyecanla ve büyük bir özveri ile hazırladığımız ve ekibimizin yoğun çalışmaları sonucu sizlere takdim ettiğimiz dergimizin üçüncü sayısında sürç-i lisan ettiysek af ola. Dergimizin ilk iki sayısında olduğu gibi dünyanın dört bir yanından gelen çok değerli öğrenci kardeşlerimizin, kendi ülkeleri ile ilgili kaleme aldıkları yazıları üzerinden, siz değerli okuyucularımızın birinci elden bilgi edinmelerini arzu ettik. Bu doğrultuda, Türkiye’ye geldikleri ilk günden itibaren yaşadıkları olayları ve kendi ülkelerinde var olan güncel meseleleri, siz değerli okuyucularımız ile paylaşmayı hedef edindik. Mezun olup ülkelerine döndüklerinde hepsi birer gönül elçisi olarak güzel ülkemizi gittikleri ülkelerde temsil edeceklerdir. Bu anlamda uluslararası öğrencileri önemsiyor ve onlara değer veriyoruz. Her sayıda özellikle yazdığım ve yazma gereği hissettiğim kısmı bir kez daha kaleme almak istedim. Zira yazmadığım taktirde gönlümün huzursuz olacağını bilmekteyim. Müslümanların yaşadığı ülkelerde özellikle yanı başımızda Irak ve Suriye’de zulme uğrayan ve sahipsiz kalan Müslüman kardeşlerimizin hak ve hukuklarının korunmasını, Hocalı ’da katledilen, Karabağ’da göçe zorlanan, Myanmar’da yalnızca Müslüman olduğu için evleri ve camileri ateşe verilerek göçe zorlanan, öldürülen ve kimlikleri inkâr edilen din kardeşlerimizin acılarının bitmesini temenni ediyorum. Filistin’deki kardeşlerimizin en kısa zamanda rahata ve huzura kavuşmalarını yüce rabbimizden niyaz ediyorum. Son birkaç yıldır Çin zulmü altında zor şartlarda hayatlarını sürdürmeye çalışan Uygur kardeşlerimizin neler çektiklerini ve ne gibi zulümlere maruz kaldıklarını az çok bilmekteyiz. Bu kardeşlerimizin bir an önce rahata ve huzura kavuşmalarını yüce rabbimden niyaz ediyorum. Bununla birlikte, Afrika’da yaşanan insanlık dramlarının da bir an önce son bulmasını Cenab-ı Allah’tan diliyorum. Bu minvalde, uluslararası öğrenciler olarak, söz konusu ülkeleri daha yakından tanıtmak adına, tarihi olayları, siyasi konular, güncel meseleleri bir dergi üzerinden siz değerli okuyucularımız ile paylaşmanın ne kadar isabetli olduğunu dergimizin birinci ve ikinci sayısında gördük. Bu doğrultuda, dergimizin ilk iki sayısında olduğu gibi zengin bir içeriği olan üçüncü sayımızla sizleri buluşturmaktan mutluluk duyuyoruz. Bu sayıda “Tarih”, “Siyaset”, “Güncel Konular”, “Kültür” gibi konular yer almakta, bunların yanında birbirinden güzel şiirler ve Türkiye’de okuyan misafir öğrencilerin Türkiye’deki anılarını paylaştıkları yazılar da yer almaktadır. Siz değerli okuyucularımızın istek ve önerilerinizi de bekler, bir sonraki sayımızda görüşene kadar sevgi ve muhabbetle kalmanızı dilerim. Saygılarımla…


iÇiNDEKiLER Ayrılık Cabir İhtiyar

Faiz Enflasyon Paradoksu Tural Yusufzada

Major Challenges Faced By International Students In South Asian Countries MD Salah UDDIN

Doğu Türkistan’daki Barın Ayaklanması Tahir Gökbayrak

Black Panther (Kara Panter) Neden Bir Filimden Fazlası? İmam Hissein Alio

Ay Işığı Abdulkerım Auwal

Ümmete Hizmet Muhammed Muhammedoğlu

İstanbul’un Hikayesi Martin Nikolovski

Makedonya’nın İsim Değişikliği Girişimleri ve Avrupa Birliği Üyelik Süreci Barış Osman

2

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

04 08

Sanatın Ötesinde Müzik Tuğrulhan Şen

25

Faaliyetlerimiz

26

Türk Okçuluk Tarihi ve Okmeydanı Okçular Tekkesi Yusuf İmamoğlu

10 12

Medine Vesikası: “Dünyanın İlk Yazılı Anayasası” Abdul Hakım Allah Dad

Birlik Sevdası Adam Abubakar

Mektup

14 16

Yerzhan Zhumabek

Gerçek Bir Hikâye

34 36 37

Serdar Kıoutsouk

38

İsmet Özel ve Medeniyet!

40

20

Seyyid Şerif Cürcânî

21

Aşk...

İslam Şükürov Toha Hawlader

Bunları Biliyor Musunuz?

22

28

42 47 48


Geçmişten Geleceğe Emin Adımlarla El Ele Dünyanın çeşitli coğrafyalarından gelerek Ülkemize misafir olan öğrencilerimizle bir vücudun azaları gibi olma şerefini ve “Biz Bir Milletiz” sloganını İslam Milleti’nin mihenk taşı yapmaya gayret ediyoruz. Yeryüzünün mazlum coğrafyalarından gelerek bizlere ensar-muhacir kardeşliğini tattıran kardeşlerimizle Ümmet olmanın, beraber olmanın ve yeni bir dünyayı kuracak ümitleri taşıyor olmanın sevinciyle yaşıyoruz. Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, İslam ümmetine açılan bir kapı olmuştur. Dünyanın birçok yerinden gelen kardeşlerimizle birlikte dünyanın beşten büyük olduğunu ve Allah’ın nurunu tamamlayacağı şiarı ile misafir kardeşlerimizi bilinçlendirmekteyiz. Bu ahval ve şerait üzerine çalışırken misafir kardeşlerimizin cevherlerindeki o gizli hazineleri ortaya çıkaracak kültürel, sosyal, sportif ve edebi faaliyetlerle kardeşlerimize maddi ve manevi katkılar sunmaktadır. Dergimiz, “Geçmişten Geleceğe Emin Adımlarla El Ele” manşeti ile siz değerli okuyucularımızın eline ulaşacaktır. Dergimizin üçüncü sayısı öğrencilerimizin değerli kalemleri ile süslenerek “Yeni Bir Dünyanın” kurulacağı hedefinin büyük bir ümididir. Çalışmalarımıza destekte bulunan herkese ve özellikle bu derginin hazırlanmasında kalemini esirgemeyen kardeşlerimize teşekkür ediyorum. Gayret Bizden Tevfik Allah(c.c)’dir. Mehmet Evran Yönetim Kurulu Başkanı

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

3


AYRILIK

Cabir İhtiyar İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Bölümü Yunanistan

H

er ne zaman yolculuğa hazırlanmak için açılmış bir valiz görsem, içimi bir hüzün kaplar. Nereye gidildiğinin bir önemi yoktur. Gitmek birilerini geride bırakmak, gidip dönememek ve belki de bıraktıklarını bir daha görememek anlamına gelir çünkü. Bu yüzden oldum olası ne valiz toplamayı ne de bir yerlere gitmeyi sevebildim. Fakat gelin görün ki hayat bir kez daha cilvesini yaptı ve beni o hiç

4

sevmediğim gitmelere alıştırır oldu. Eğitimime Türkiye’de devam etme kararı almıştım. Bu durum ailemi, dostlarımı ve sevdiğim daha birçok şeyi arkamda bırakarak yepyeni bir sayfa açmam anlamına geliyordu. Her ne kadar zor bir karar olsa da doğru olanı yaptığımı biliyordum. Eğitimime orada devam etmem geleceğim açısından almam gereken en doğru karardı. Artık eskisi kadar ağır gelmese de o ilk gidişim hala dün gibi aklımda… Önümde koca bir valiz vardı ve kısa bir süreliğine yapılacak yolculuklara benzemiyordu bu. Gidecek ve uzun bir süre boyunca dönmeyecektim. Bu yüzden almam gereken her şeyi büyük bir titizlikle seçmeye çalışıyordum. Valiz toplamanın ne kadar zor olduğunu düşündüm. Neyi ne kadar almalı, hangisinden ne kadar gerekir diye hesaplamak en büyük çile olmuştu benim için. Sonradan

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

fark ettim ki tüm bu hesaplamalar gidişimin ağırlığını hafifletmeye çalışmak için kendimi meşgul ettiğim boş meşakkatlerdi. Ayıkladığım elbiselerin yanında bir de anılarımı ayıklamaya çalışıyordum. Sahi insan ayıklayabilir miydi ki anılarını? Şu yaşadıklarım burada kalsın ben gidince yüreğime yük olmasın diyebilir miydim ki? Bu sorular kafamı kurcalarken birden kendime geldim. Anılarını unutmak aslını kaybetmektir dedim kendi kendime. İnsanı insan yapan yaşadıkları, anıları ve değerleriydi çünkü. Bu yüzden ağırlıklarına rağmen anılar her zaman insanın bir parçası olmak zorundaydı. Nereden geldiğini ve kim olduğunu unutmamak adına insanın elinde bulunan en değerli hazineydiler anılar. Birden annemin yemeğe çağırmasıyla irkildim. Ailece birlikte yiyeceğimiz son yemekti bu. Annem sevdiğim tüm yemekle-


ri yapabilmek adına gün boyunca uğraşmıştı. Yiyemeyeceğimi bilmesine rağmen hepsinden tatmamı istiyordu. Uzun bir süre annemin yemeklerini yiyemeyecektim. Zaten onun da en büyük telaşlarından birisi buydu. ‘Oradayken beslenmene dikkat et, yemeklerini hiç ihmal etme’ diye onlarca defa uyarmıştı beni. Hızlıca valizimi kapattım ve yemeğe koştum. Masada herkes hazır bir şekilde beni bekliyordu. Oturduğum gibi yemeğe başladık ve yemek boyunca da son uyarılar ve öğütler verildi. Sevdiklerimin yüzüne son bir defa bakarken onlara ne zamandır bu şekilde bakmadığımı fark ettim. Günlük koşturmacalar içinde sevdiklerime ne kadar zaman ayırdığımı sorguladım sonra. Dünya hayatının koşuşturmacalarında sevdiklerimize ne kadar az bir zaman ayırıyorduk. Oysa ayrılık diye bir gerçek var bu hayat yolculuğunda. Birbirimizden ayrılınca keşkeler ile dolu bir hayat yaşamamak adına sevdiklerimizle dolu dolu geçirmeliydik birlikte geçen her ânımızı. Ne yazık ki gönlümü ayrılık rüzgârları kaplayınca fark etmiştim bende bu gerçeği. Yüreğim üşüyordu ve ben artık gidiyordum… Ağır ağır adımlarla otobüs terminaline doğru yol alırken büyüdüğüm ve birbirinden güzel anıları elde ettiğim mahalleye bir göz gezdirdim. Köşede Ahmet amcanın bakkalı ilişti ilk olarak gözlerime. Beni ne de çok severdi Ahmet amca. Yaz sıcakları kendini gösterdiği anda ilk dondurmayı her zaman o ikram ederdi. Her

ne kadar “Ama Ahmet amca annem tembihledi yiyemem” desem de bana göz kırparak sıkıştırırdı dondurmayı ellerimin arasına. Benim gibi dondurma canavarı nasıl hayır diyebilirdi ki bu güzel ikrama? Gelin görün ki akşama kalmadan boğazım beni ele verirdi ve annem yine anlardı ondan gizli dondurma yediğimi. Boğazımın hassas olması ve benim yaz sıcakları gelmeden dondurma yiyip sonrasında ağır hastalıklara yakalanmam annemi çileden çıkarırdı. “Oğlum ben sana yeme demiyorum ki, havalar iyice ısınsın ben sana alacağım zaten” dese de annem, nafileydi. Ben yine dayanamaz gider erkenden alırdım ilk dondurmamı. Sonrasında yine yakalanırdım hastalığa. Ara ara annemden yediğim dayaklarda cabası olurdu. O dayaklarda da yine en çok onun canının yandığını hissederdim. Bu ağır hastalıkların korkusundan beni caydırmaya çalışırdı bu dondurma sevdamdan. Ama ne yapsa nafile, ben yine her yaz öncesi düşerdim hasta yatağına. Ahmet amca vefat ettikten sonra çok fazla uğramaz olmuştum o bakkala. Oğlu pekte güler yüzlü bir adam sayılmazdı. İşini de sevdiği pek söylenemezdi zaten. Elinden pek bir iş gelmediğinden babasından kalan dükkâna kondu. Fakat kazandığı paranın onu tatmin etmediği her halinden belli oluyordu. Gözü daha yüksek yerlerdeydi onun. Mahallelide pek uğramaz olmuştu bu bakkala Ahmet amcadan sonra. Herkes onu hayırla yâd ederdi. Ahmet amca vefat ettikten sonra

hem bakkala gitme alışkanlığımı hem de dondurma ile olan arkadaşlığımı kaybetmiştim. Eskisi gibi yaz arifelerinde hastalanmıyordum artık… Biraz ilerde Eleni Hanım’ın evi ilişti gözlerime. Kendisi antik Yunan medeniyetine âşık olan ve sıkça atalarından bahseden bir kadındı. Zaten bahçesini süslemek üzere aldığı o kocaman heykellerden rahatlıkla anlaşılıyordu bu durum. Ben kendimi bildim bileli yalnız yaşardı Eleni Hanım. Kocası daha ben doğmadan ölmüştü ve çocukları daha iyi iş olanakları bulduklarından yurtdışına taşınmışlardı. Arada bir yazları görürdüm onları. Gerçi gerçekten annelerini ziyarete mi yoksa tatil yapmaya mı geldikleri belli olmazdı. Evde durdukları gün yoktu. O sahil senin bu taverna benim gezer dururlardı. Ana yüreği ya, çocukları geldiğinde yine de kıpır kıpır olurdu Eleni hanımın yüreği. O içine kapanık aksi kadın güler yüzlü ve neşeli bir kadına dönüşürdü. Biliyordum ki aksi olmasının sebebi yalnız yaşamanın ağırlığıydı. İnsan evinde sohbet edeceği, dertlerini açacağı, mutluluğunu paylaşacağı bir dost istemez miydi hiç? Gözlerinde o yalnızlığın burukluğu her daim belli olurdu. Çocuk yaşlarımda pek sevmezdim Eleni Hanımı. Hikâyesini bilmediğim aksi bir yaşlıydı benim için sadece. O yüzden onu kızdırmak için elimden geleni yapardım. Bahçesindeki kiraz ağacı meyve vermeye başladığı anda ben tepesinde bitiverirdim. Evin camından beni

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

5


gördüğü anda bastonunu kapar ve yaygarayı koparırdı. “Seni nalet çocuk! İki kiraz gördün hemen bittin ağacımın tepesinde” diye haykırırdı o kusursuz Yunancasıyla. Arada bir de Yunan şivesiyle karışık bir Türkçe kullanarak saydırırdı arkamdan. Eleni Hanım’ın çığlıkları ve benim kahkahalarım mahallelinin en büyük eğlencesi olurdu o dönemlerde. Annemi her görüşünde şikâyet etmeyi de ihmal etmezdi. Gelin görün ki sonraları aramız epey iyi oldu kendisiyle. Biz ona Arife günlerinde lokma götürürken, o bize Paskalya ’da boyalı yumurtalar getirmeyi ihmal etmezdi. Böyle güzellikleri vardı işte bu cennet toprakların. Bir köşede Eleni Hanım ile Ayşe Teyze’nin sabah kahvelerini yudumladıklarını ve yarı Türkçe yarı Yunanca konuştuklarını görürken, diğer köşede Ahmet abi ile Yorgo Amca’nın ülkenin gündemine dair hararetli tartışmalarına şahit olabilirdiniz. Batı Trakya yıllar içinde birbiriyle harmanlanmış iki kültürün kardeşçe yaşadığı yerdi. Tabi bu güzellikleri yok etmeye çalışanlar da eksik olmaz her zaman olduğu gibi. Milliyet duygusu kabarık olan Yunanlardan bazı gruplar ellerinden gelen bin bir zorluğu yaşatmaya çalışırlar azınlık halkına. Bizde elimizden geldiğince kendimizi savunarak haklarımızı elde etmeye

6

çalışırız hiçbir taşkınlık yaratmadan. Azınlık olarak yaşamanın böyle acı tatlı yanları vardır işte… Otobüs terminali aşırı doluydu. Bu dönemlerde hep böyle olurdu zaten. Kimi öğrenciler eğitim için, kimileri ise çalışmak için düşerdiler İstanbul yollarına. Orada bulunan herkes sevdikleriyle bir vedanın eşiğindeydi. Fakat belli edilmemeye çalışılıyordu kalplerdeki hüzün. Terminale ölüm sessizliği hâkimdi, ta ki otobüs terminalde belirene kadar. O anda herkesi bir vedalaşma telaşı aldı. Aileler çocuklarını bir yandan sıkı sıkı tembihlerken, diğer yandan öpüp okşuyorlardı. Eşler birbirlerine ve çocuklar ailelerine son bir defa sarıldılar. Ben de ailemle vedalaştıktan sonra valizimi otobüse yerleştirdim ve arkama bakmadan emin bir şekilde kendimi otobüsün içine attım. Kim bilir belki de dönüp arkama baksam çok daha zor olacaktı ayrılmak. Herkes otobüse yerleştikten sonra son kontroller yapıldı ve otobüs hareket etmeye başladı. Dışardakiler gülen gözlerle el sallarken otobüstekilerde yakınlarını son defa görme ve onlara el sallama telaşına kapıldılar. Uzun uzun eller sallandı otobüsün içinde. Kim bilir arkada bıraktıklarımızın gülen gözleri biz gittikten sonra yaşlara boğuldu belki de…

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

Otobüste, terminaldeki ölüm sessizliği kendini korumaya devam ediyordu. Herkes bu ayrılığın ağırlığıyla yüzleşmeye çalışıyordu kendi köşesinde. Kimse birbiriyle muhatap olmuyordu. Kolay değildi bir yanıyla giderken diğer yanını geride bırakmak. Ben de kulaklıklarımı taktım ve kitabımı açtım kendimi meşgul edebilmek adına. Bir sayfa, iki sayfa derken okuduklarımdan bir şey anlamadığımı fark ettim. Kitabı kapatıp koltuğun kenarına sıkıştırdım ve hayatımda açtığım bu yepyeni yaprağı nasıl dolduracağımı düşünmeye başladım. Sürekli aklımı kurcalayan sorular ve korkulara kendimce tatmin edici cevaplar bulmaya çalıştım. Ben daha on beş yaşında bir çocuktum ve hiç tanımadığım bir dünyaya açılıyordum. İstanbul gibi devasa bir şehirle nasıl mücadele edecektim tek başıma? Bu sorunun ağırlığıyla yüreğimi kaplayan korkudan “Mevla’m yolumu gösterir elbet!” diyerek sıyrılmaya çalıştım. Sorularla geçen üç dört saatlik bir yolculuğun ardından sınıra vardık. Bu sınırdan onlarca defa geçmiştim fakat bu diğerlerine benzemiyordu. Uzunca bir süre dönmeyecektim artık. Yaz tatillerinde yapılan İstanbul gezilerine benzemiyordu bu yolculuk. Bu defa İstanbul’a gidecek ve İstanbullu olacaktım! Sınırı


geçtikten sonra, otobüse binmeden son bir defa baktım geriye ve geride bıraktıklarıma. Otobüse bindiğim andan itibaren önüme bakacağıma söz vermiştim çünkü kendime. Otobüse girip yerimi aldım. Yolcular genellikle sınırı geçtikten sonra uyumayı tercih ederler bu yolculuklarda. Çünkü İstanbul’a sabahın ilk ışıklarıyla varılır ve koşturmacalarla geçecek bu yeni güne hazırlıklı olmak gerekir. Zaten İstanbul’daki her günün koşuşturmadan ibaret olduğundan şikâyet eder herkes. Bende yeni güne hazırlıklı olabilmek adına uyumaya çalıştım. Fakat ne yapsam nafileydi. Gözüme gram uyku girmi-

yordu. Derken Âşık Veysel’in türküsünü mırıldanırken buldum kendimi gecenin yalnızlığında. “Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece. Bilmiyorum ne haldayım, gidiyorum gündüz gece…”. İlk defa bu türkünün kalbimin en ücra köşelerine kadar ulaşmasına izin vermiştim. Gece boyu mırıldanıp durdum aynı türküyü. Uzun ince bir yoldayım, gidiyorum gündüz gece… Birden muavinin anonsuyla irkilerek kendime geldim. Etrafa bir göz attığımda otogara vardığımızı fark ettim. Her zaman olduğu gibi yine hayat erkenden başlamıştı burada.

Birbiri ardına gelip giden otobüsler, yüklenen eşyalar ve simitçilerin bağrışmaları. Her şey alışıldığı gibiydi otogarda. Kim bilir bu yaşlı otogar kaç gözü yaşlı ayrılığa ve mutlu kavuşmaya şahit olmuştur diye düşündüm sonra. Peki, benim durumum neydi? Benimkisi ne hüzünlü bir ayrılık ne de mutlu bir kavuşmaydı. Benimkisi, meraklı bir bekleyiş ve yepyeni bir başlangıçtı sadece. Benimkisi, sonunu bilmediğim umut dolu bir yolculuğa yelken açmaktı. Valizimi kapıp kendime çıtır bir simit aldım ve kalabalığın arasına karışıp gittim. Yeni bir gün başlıyordu İstanbul’da…

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

7


FAiZ ENFLASYON PARADOKSU

Tural Yusufzada Marmara Üniversitesi İktisat Bölümü Azerbaycan

E

nflasyonun genel bir tanımı var; fiyatların genel düzeyindeki bir artış ama her şey bizim düşüncelerimizde ve tepkilerimizde saklı. Enflasyon denilince içimizde bir ürperme hissederiz. Bu tedirginlik, yarına fiyatların artma korkusu ile bu günden bütçedeki parayı alışverişe harcayan hanelerden aranmalı fiyatının artacağını hesaba katıp bugünden ürünlerin fiyatını yükselten tüketici dalgasına

8

veya sıkı bir para politikası izleme eğilimine giren merkez bankasından kredi maliyetlerinin artacağı düşüncesi ile dış borçlanmalara yüz tutan özel sektör harekâtına dönüşür. Öyle bir dalga ki, etkisini en erken 3 ay sonra belli eden ve ufacık bir müdahale gecikmesinde yıkıcı darbe vuran bir etkileşim. Enflasyon durumunda akla ilk gelen kural Enflasyon var ise faizi artıralım. Zamanında oldukça başarılı olan günümüzde de yaygın kullanılan bir politika. Evet, 2008’e kadar gayet başarılı olan klasik ekol teorileri ekonomiyi bir şekilde kontrol etti. Ama yaşadığımız durum 80’ler ya da90’lar değil. Hatırlamanın gerekli olduğu bir olayı kaçırmamak gerek. 1970 yılında ABD kongre üyesi Patman enflasyonla mücadele etmek için faiz artırmayı “ateşin üzerine benzin dökmeye” benzetmişti.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

Faiz artımının ileriki ekonomi darbesi enflasyonun ekonomiye olumsuz etkisinden daha fazla olduğu sorgulandı. Her çıkan kriz bir kaç sene sonra daha şiddetli olmaya başladı. Bir nevi görevini gerçekleştirdi. Merkez Bankalarının enflasyon hedeflemesindeki amacının ne olduğunu sorgulayalım. Bir amaç doğrultusunda izlenilen politika mı? Yoksa bir amaç mı? Post Washington sonrası tüm hedeflerden vazgeçildi enflasyon hedeflemesi için. Çünkü IMF, World Bank gibi kurumların dünyaya getirdiği yeni reformlardı ve bunlar uygulanmaz ise bu kurumlarla iletişim sağlanması olanaksızlaşacaktı. Reform niteliğinde sunulan yenilikleri aslında geleneksel sömürgeciliğin devamı olarak düşündük mü hiç? Müdahale aracımızın muhteşem performansı kısa dönemde kendisini oldukça başarılı gösterdi. Uzun dönem so-


rulunca Keynes’ten alıntıyla “Uzun dönemde herkes ölür” yanıtı sunuldu. Aslında bir taraftan bakınca cevap içinde saklı bir yanıttı. Sermaye dışında her şey uzun dönemde ölür. Karşısına geçen her şeyi yıkıma götürür. Enflasyonla mücadele aracı faiz, gelişmiş ülkelerdeki düşük getiri yerine gelişmekte olan ülkelere yönelir. Ve tüketim topluluğu olan bu piyasalar çok-uluslu şirketlerin de gelir kaynağına çevrilir. Yerel üretimi darmadağın eder, ithalata bağımlı bir ekonomi modeli yaratır. Hiç bir ülke doğu Asya ülkelerindeki fiyatlarla rekabet edemez ve yenik düşer. İşte o an katma değeri düşük olan ürünlerde bağımlılık başlar. Peki, yüksek katma değerli ürünler? Ne yazık ki bu bölümde de yine gelişmiş ülkelerin yüksek zekâyla donatımlı ürünleri rekabete söz konusu olmadan kendilerine bağımlı hale getirir piyasayı. Geriye kalan tarım ürünleri. Aslında tarım bağımlılığı gelişmekte olan ülkelerde sık rastlanmasa da, gümrük tarifeleri politikaları sektörde ciddi bir teşvik, denetim ve yönetim sistemi olmadığı an piyasanın kaybına neden olur. Ve sonuç itibari

ile bağımsız yaşam koşulları altında, çok-uluslu şirketlerden ve dış piyasalardan bağımlı hale gelinir. Enflasyon var ise faizi artıralım önyargısını bir tarafa bırakmamız şart. Enflasyonun diğer yollarla indirme fırsatlarını göz önünde bulundurmalıyız (Faiz kanalı yine kullanıla bilir ama %15’i aşan bir faiz oranı var ise gelecekte ciddi hasar oluşturacaktır). Enflasyon doğuran en büyük sorunun dışa bağlılık olduğu açıktır. O zaman 2 alternatif şansımız var. İçe sermaye çekmek ya da dışa bağımlılığı azaltmak. İlki günümüzde uygulanabilirliğini kaybediyor. Arjantin %60 faiz fırsatı sunuyor ama kimse Arjantin’e para götürmüyor, çünkü güven sorunu var. Yüksek faiz güvensizliği doğurur. Bu durumda 2. Seçeneği inceleyelim. Teknoloji ürünlerinde dışa bağımlı olan bir ülke tarım ürünlerinde de bağımlılığa giriyor ise ortada ciddi bir tehdit var demektir. Uygulanabilecek politika ise zaten gündemde olan ticaret savaşları ve ithal ikamecilik politikaları. Belli bir süre yüksek enflasyon durumunu sürdürmek ekonominin yeniden

inşası için güzel bir seçenek olarak karşımıza çıkıyor. Belirli ithal malları için yerli üreticiyi koruma amacı ile gümrük tarifeleri yeniden şekillendirilir. Ortaya çıkacak yüksek fiyatlar yerli üreticileri ve yabancı doğrudan sermaye yatırımcılarını teşvik eder. Ayrıca yüksek fiyatlar tüketim talebini düşürür ve bu düşüş tasarrufa yansır(enflasyonun yüksek olması her ne kadar tasarruf yapmayı engellese dahi, politika yönetimi sayesinde beklentiler bu süreçte önemli yer alır). Düşen talep ve yükselen arz ekonomi için gerçek bir denge oluşturacaktır. Dünya fiyatının üstünde bir fiyat olması kabul edilir, bu sektör bazında dışa bağımlılıkla kıyaslandığında ülke için olumlu bir sonuç doğuracaktır. Faiz ve Enflasyon karşılıklı bağımlılık ilişkisi içindedirler ve bu ilişki çözümlenmesi çok zor olan bir paradoks ortaya çıkarıyor. Bazı durumlarda geleneksel bir engel doğurur işte o an alternatif oluşturmamızın gerekli olduğunu görürüz. “Enflasyon bir tehdittir, doğru teşhis konulur ve müdahale edilirse direnç oluşturur”.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

9


MAJOR CHALLENGES FACED BY INTERNATIONAL STUDENTS IN SOUTH ASIAN COUNTRIES A Study On India, Indonesia And Bangladesh

MD Salah UDDIN Marmara University PhD Student Bangladesh Introduction: Many academics have identified the various challenges these are faced by International Students in South Asian countries, including India, Indonesia and Bangladesh. Some challenges include differences in culture, language barriers, adaptation issues, medical concerns, pedagogical difficulties, housing problems, lack of support services, lack of social organizations and financial difficulties.1 There are 48000

overseas students in India, 55620 students in Indonesia and 18250 Students in Bangladesh2 approximately. According to survey that, most of the students were from neighboring South Asian nations 23.6 percent of foreign students were from Nepal, 9.3 percent from Afghanistan, and 4.8 percent from Bhutan with an additional 4.4 percent each from Nigeria and Sudan.3 Due to these difficulties the International Students want to get higher education in those countries only for a foriegn degree. This study explores some of the challenges of international students and implies the need to provide more resources and support to host universities to meet the academic and social needs of international students. In addition to discovering the challenges and contradictions of international student experiences and its impact on academic performance, this writing provides advice on how universities can meet the changing academic and social needs of international students.

https://data.gov.in/keywords/foreign-students https://en.wikipedia.org/wiki/International_student 3 https://thediplomat.com/2018/03/the-problem-with-study-in-Asia 1 2

10

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

While it is usual for a foreigner to face difficulties and challenges in another country, the issues can vary from country to country. India, in this age of globalization, is no exception to this phenomenon. Let us take a brief look in to the case. Why this Study? •

To explore some of the challenges of international students and implies the need to provide more resources and support to host universities to meet the academic and social needs of international students.

To discovering the challenges and contradictions of international student experiences and its impact on academic performance.

To show a way by giving some suggestions regarding stable logic to follow up the problems of international students by taking example of UDEF activities in Turkey.


To find out the major challenges of International Students in South Asian Countries on the basis of experiences of India, Indonesia and Bangladesh.

Try to give suggestions to build social organizations for International Students in those countries as UDEF.

Majoring the prospects of International Students in those countries.

Finally to show some road map to create a flexible environment for International students in those countries.

Giving suggestions to UDEF for becoming host of International Students in those countries like Turkey.

Challenges faced by International Students in South Asian Countries: Security Problem: As it struggles with racism and education quality, India is not ready to attract a wave of foreign students.4 It is an open secret that being as diverse as a continent itself, India can pose a challenge of survival to its own domestic set of students from far off regions. This makes Mongoloid, and Black African students particularly vulnerable. A glance at recent events of attacks on students from Africa, stereotyping, and issues related to day to day life such as renting out houses, purchasing a SIM card, and even taking a walk in the park can be a challenge. But such a senario not acute in Indonesia and Bangladesh. Lack of Social Organization: In addition to other problems; The main problem for international students in these countries is the lack of social organization such as UDEF in Turkey. Although countries have other opportunities, students miss the cultural festival, student gathering program and so on. Basically there is no Umbrella for international students like UDEF in Turkey. I think that in these countries, some social organizations like UDEF should be established. 4 5

Lack of recognition of foreign degrees: There are 757 universities in India, 122 state universities in Indonesia and 92 universities in Bangladesh. A recognized degree abroad may not be sufficient for a student to apply and maintain courses in these countries, but local recognition factors may also be involved. For example, even a foreign MBBS degree of an Indian student may not be sufficient when he / she returns to India, unless he / she has written a domestic examination at home. Lack of Research Funds and Scholarships: While it is fair enough to say that these countries are directing adequate funding for research projects, the mismanagement of funds and the lack of a review system lead to tangible results. In addition, the lack of grants and research pathways prevent many international students from studying in these countries. It would be fair to say that the government of these countries financed about 70 percent of the country’s research (compared to about 10 percent in the United States), but the gross mismanagement of the allocated funds and the inadequacy of the review system died. Industrial financing for targeted projects is limited; this creates fewer opportunities for domestic and foreign students. Quality of education: While these countries are major power in South Asia and potentially rich in culture and arts, the placement of institutes in the global index of universities has failed to be at par with nations such as Singapore and China. The Study in those countries initiative is a perfect start and it does address a few of the shortcomings discussed above. However, these countries has to address all the issues discussed and more before it is ready to become an educational destination for foreign students. Quality of life: Quality of life is also an important factor in consideration by international students while deciding where to pursue higher studies. A Quality of Life

survey conducted by consulting firm Mercer in 2017 found that not those countries were in top 100 cities worldwide5. Thus, a lack of quality of life combined with other factors such as a rough climate, really demotivates international student from coming to these countries. An international student may find his/her quality of life significantly different from those of his/ her peers in other countries. This may include lifestyle, work opportunities, and a good competitive salary among others. Suggestions: Although countries may have some problems and shortcomings about overseas-students, if we can follow the recommendations below, we can open a wide door for International Students in South Asian Countries.Which are follows: •

Obvious financial advantage for institutions and the economy generally;

Well-developed sophisticated international support, with the study of the international student experience becoming an academic sub-discipline;

Increasing available scholarship opportunity;

Internationalization of the curricula;

Cosmopolitan campus culture – although still a long way to go;

Strengthening of political, economic, educational and cultural networks in the region;

Encouragement and support for students to gain international experience;

Promotion of academic staff mobility through building international teaching and research networks.

UDEF need to concern of International Students in south Asian Countries like Turkey; because the organization has started to work in abroad for overseas students.

https://thediplomat.com/2018/03/the-problem-with-study-in-india Ibid

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

11


DOĞU TÜRKİSTAN’DAKİ BARIN AYAKLANMASI

Tahir Gökbayrak Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler Doğu Türkistan 1949 yılı Çin Doğu Türkistan Cumhuriyetini yıkıp devletimizi ele geçirdikten sonra, zalim Çine karşı çok mücadeleler olsa bile 70 senedir hala kendi hakkımızı elimize alamadık. Bu arada 1968’den -1976 senesine kadar medeniyet inkılabı diye adlandırılan biz Doğu Türkistanlılar

12

için soykırım olmuştu. Bu arada zalim Çin komünist partisi bizim yerlerimizi ele geçirmiş ve bizim ne kadar zengin insanımız varsa onlarında bütün altın ve mallarını almıştı. Ne kadar hocalarımız varsa onları zindana atmış ya da öldürmüştü. Akıllı diyebileceğimiz genç Uygurlardan yurt dışında eğitim görenlere de bir iftira atarak öldürmüş ya da zindanlara atmıştı. Kısaca söylesem din ve millet şuuru olan kim varsa onun hayatını bitirmişti. Çünkü zalimler bizim tekrar ayakta durmamızı istemezdi ve neredeyse 10 sene içerisinde bizden çok fazla insan şehit edildi. Hatta namazı bile kılamaz hale gelmişlerdi. Eğer namaz kıldıkları duyulursa ağır vurulurdu. Ben bunları kendi kafamdan çıkarma-

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

dım belki dedemden duymuştum. Dedem bu sene eğer yaşıyorsa 90 yaşındadır. Ben bunu 5 sene önce dedemden dinlemiştim. 1976 Çin komünist partisi reisi Mao Zi Dun öldükten sonra ondan sonraki gelen Din Şao Pin bütün yerleri millete böldü ve Doğu Türkistanlılara biraz rahatlık olmuş gözükmüştü. Bu arada hapisten çıkan hocalarımız tekrar mahfi bir şekilde dini eğitim vermeye başladılar. Bu etiğim dönemi 1990’a kadar bir şekilde sürdürülmüştü. Bu arada ders alan öğrencilerden biri olan Zeydin Yusuf Hoca efendimizin başlılığında Çin’e karşı büyük mücadele olmuştu. Ben şuan 1990 yılında Çine karşı yapılan büyük bir mücadeleyi sizlere anlatacağım.


1990 yılında Doğu Türkistan’ın Gulca vilayeti Aktu ilçesinin Barın köyünde 200 gençten teşkil edilen bir grup mücahitler zalim Çin’in Doğu Türkistan halkına yapan türlü türlü zulümlerine karşı bir mücadele vermiş ve kendisini bu yolda şehit vermişti. O kadar bedel verdikten sonra kendi devletimizi elde tutamasak bile zalim Çin’e karşı irademizi ilan etmiştik. Ben bu mücadelenin nasıl başlandığını size tek tek anlatacağım. Şuan Türkiye’de yaşayan bir hocamızın bu mücadelenin nasıl olduğunu söylerken böyle söylediğini kendi kulağımla dinlemiştim. O hoca şöyle dedi; Ben 16 yaşındayken Barın köyüne gittim ve bir gün medresede beraber kaldığım arkadaşımın dostları ve başka tanıdıkları geldi. Bende onlardan 1990 senesi 5 Nisan’ında olan bu mücadeleyi sorduğum zaman şu zamanda yaşayan ve bu mücadeleye yardımda bulunan bir ağabeyim, bu 200 mücahidin en az zalim Çin’in askerlerinden 50 arabada gelen zalimleri öldürmüş olduğunu (bir arabaya 30 asker sığarsa ne kadar olacağını tahmin edebilirsiniz). Ondan başka Çin askerlerinde öldürdüklerini, bunlar bu işi yaparken bütün köydeki halkın bu mücadeleye yardımda

bulunduğunu bana anlattı diye bize söylemişti. Bende bu tarihimizi hocamdan Türkiye’de kendi kulağımla dinledim. Burada başka birçok önemli tarih var. Bu mücadelenin başında olan Zeydin Yusuf hocamız Allah rahmet eylesin aynı zamanda Kaşıgarde medresede okurken Celaleyn Tefsir dersini okuduğu ve her gün hüngür hüngür ağlamış olduğunu hocası başka öğrencilerine söylemiştir. Demek bu mücadele Allah’a olan yüksek iman, Allah’ın cennetine olan yüksen arzular ile yapılmıştır. Zalim Çin’i büyük bir ziyana uğramıştır. Benim burada dikkatimi çeken bir şey var, bakın kandaşım bir köyde

bütün dünyada herkesin gözüne büyük görülen Çin’e karşı bir mücadeleye hazırlık oluyor amma bu köyden hiçbir hain çıkmıyor. Şimdiki zamanda böyle bir iş olabilir mi? Hayır olamaz. İşte be Allah’a olan iman ve biz Doğu Türkistan halkının asla Çin’e boyun eğmeyeceğimizi ifade ediyor. Allah’ım bu mücadeleye iştirak eden ve katkısı olan bütün kardeşlerimin mekânını cennetlik eylesin ve onlardan razı olsun. Yüce Rabbim şimdiki yetişmekte olan yeni nesiller ve yeni evlatlarında bu davaya sahip çıkmayı nasip etsin. İnşallah Türklerin ata yurdu Doğu Türkistan özgür olana kadar bu dava devam edecektir.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

13


BLACK PANTHER (KARA PANTER) NEDEN BİR FİLİMDEN FAZLASI?

İmam Hissein Alio Şehir Üniversitesi İslami İlimler Siyaset Bilimi & Uluslararası İlişkiler Çad

14

16 Şubat tarihinde Marvel Sinematik Evreninin bir parçası olarak visiona giren Kara Panter (Black Panther), Marvel serisinin en dikkat çekici filmi olurken diğer taraftan siyahi bir kadronun ilk kez bu kadar önemli rol aldığı, Afrika kültürünün ilk defa olumlu bir şekilde sunulduğu bir filim olması açısından önem arzetmektedir. Filim, isimlerden dillere, kostümlerden skarifikasyonlara, maskelerden heykellere kadar Afrika kültürü hakkında sunduğu

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

geniş yelpaze ile dikkat çekmektedir. Sanatsal boyutunun yanı sıra sunduğu sıradışı hikayesi ile ABD sinemasında kötü temsil edilen siyah toplumun adeta sessiz çığlığı haline gelmiş, gerek finansal ve gerekse sanatsal anlamda yakaladığı başarıyla Amerikan Sinemasında bugüne kadar alıştırılan“tek tipli kültür”ün dışına çıkılması gerektiğini hatırlatmıştır. Afrika’nın kültürel zenginliklerini ortaya koyarak Hollywood’da adeta yeni çığır açan filim, sadece


ABD’de değil, dünya çapında yankı uyandırmaya devam etmektedir. Filimin konusuna gelince, uluslararası bir konferansta konuşma yaparken bir terör saldırsına kurban giden ve aynı zamanda Wakanda Kralı olan babasını kaybettikten sonra T’Challa(Chadwick Boseman), kraldan krala atanan Siyah Panter kostümünü giyerek ülkesinin yeni kralı olarak hakkı olan tahta sahip çıkar. Ülkesini bir arada tutmak ve savaşa girmesini engellemek üzere izole bir hayat süren ama aynı zamanda teknolojik açıdan ileri seviyede olan Wakanda halkına geri döner. Ancak dönüşünde, bir kral olarak kendi yeterliliğini sorgulayan korkunç bir taht kavgası ile karşı karşıya gelir. Ülkesini korumak adına türlü ihanet ve tehlikelere göğüs geren genç kral, düşmanlarını yenmek, kendi krallığını pekiştirmek ve halkının yaşam biçimini korumak için bir Siyah Panter olarak süper gücünü kullanarak ve müttefiklikler kurarak başta Wakanda’nın ve dahi tüm dünyanın kaderini tehlikeye atan bu korkunç tehikleyi bertraf etmeyi başarır. Filminin geçtiği yer olarak Wakanda, Afrika’nın doğusunda, Turkana gölünün kuzeyinde, Güney Sudan, Uganda, Kenya, Somalia ve Etiopiya ülkeleri arasında yer alan bağımsız ve özgür ama “farazi” bir krallık olarak tasarlanmıştır. Dünyada sadece bu ülkede bulunan Vibranyum adındaki çok değerli ve son derece kullanışlı(ki silah yapımında, yaraları iyileştimede ve ölen ruhlarla iletişim kurmada kullanılır) madeni sayesinde son derece gelişmiş hatta futuristik denilecek bir teknolojiye sahip, rahatlık ve barış içinde yaşayan bir ülke olarak karşımıza çıkmaktadır. Hayali de olsa aslında wakanda, sömürü ve esaretten, açlık ve sefaletten uzak bir Afrika ülkesinin taslağını sunar bize. Wakanda’nın dünyaya açılma yerine izolasyonizmi tercih etmesi, dünyaya açıldığı takdirde

batı emperyalistlerden kendisine gelebilecek istilanın farkında olduğuna bir göndermedir. Burada Wakanda’nın utopik bir yer olup olmaması yahut Siyah Panter’in gerçek bir şahsiyet olup olması konusu bir yana, asıl dikkat edilmesi gereken ‘Afrika’ının ve siyahi karakterin olumlu bir şekilde yansıtılmış olmasıdır. 2009 yılında ABD’nin ilk siyahî devlet başkanı (olarak) Barack Obama’nın seçilmesi ile Amerika Birleşik Devletlerinde imaza atılan “tarihi siyasi gelişme”den sonra Black Panther(Kara Panter) ile birlikte Amerikan sinemasında yeni bir “kültürel gelişme” imza atıldığını iddia etmek herhalde abartılı olmaz. Obama’nın ABD başkanlığını dever alırken sadece ABD’daki siyahların değil, tüm Afrika kökenli insanların bu tarihi olaya yakından ilgi duyup takip ettikleri kadar bu günlerde de Kara Panter (Black Panther) filmine de o kadar ilgi ve alaka gösterilmektedir. Bu ilginin sebebi, Hoywood filimlerinde alışık olduğumuz ve hep sömürgecilik, kölecilik, huzursuzluk ve çaresizlik ile özdeşleşen Afrika imajı yerine özgürlük ve umut fışkıran Afrika; kadınlara düşkün, sapık, madde bağımlısı ve agresif tipik siyah karakteri yerine bilim adamı, vatan sever ve ülkesini bir arada tutan kahraman olarak sunması, Afrika ve Afrika insanı hakkında alternatif bir algı oluşturma çabası içerisinde olmasıdır. Bir başka ifadeyle, iletişim kitle arçlarını kullanıIarak bugüne kadar yerleştirilen bu eksik imajı Afrka’nın zengin kültürü ile doldurmaya çalışmasından ötürüdür. Ne yazık ki algı ve olgunun birbirinden ayrılamaz hale geldiği, bilgilerin çarpıtılarak anlatıldığı şu günlerde olayları sadece anlatıldığından ibaret saymak büyük bir anlaşmazlığıa sürüklemektedir. Malcolm X’ın şu sözü bu konuda önemlidir:”eğer dikkat etmezseniz medya, mazlum-

lardan nefret etmenize, ve zalimleri sevmenize sebep olur.’’ İşte bu filim de, türlü algı operasiyonlarla Afrika hakkında inşa edilen irade yahut yanlış algıları düzetlmeye yönelik bir çalışmadır. Ancak şunu ifade etmek gerekir ki, bu çalışma her ne kadar Afrika kültürünü olumlu bir şekilde ele aldıysa da Afrika’daki islami kültürü ile örtüşmemekte, islami hassasiyetlere riayet etmemektedir. Bu da aslında Afrikalı müslümanlar olarak, kendi hikâyemizi, kültür ve tarihimizi anlatma konusunda katecek daha uzun mesafemiz, daha yapacak çok işimiz olduğunu göstermektedir. Bugün Afrika deyince akla sadece açlık ve sefalet, çöl ve orman, yalnızca hayvan ve safari gibi cüzi şeyler geliyorsa işin ciddiyeti adına korkmak gerek. Afrika sadece hayvanlardan yahut safarilerden ibaret değildir, açlık ve sefaletin kıtası hiç değildir. Afrika sefasıyla cefasıyla olan bir kitadır. Kimi zamanlarda ve kimi yerlerde türlü sıkıntılar yaşanmış, yaşanmakta ama aynı zamanda gerek siyasi gerek ekonomik ve gerekse sosyal anlamda da birçok gelişme kaydedilmektedir. Bize düşen kendi hikâyemizi kendi perspektifimizden anlatıp Afrika’nın kısık sesini bütün dünyaya duyurmaktır. Bugüne kadar yerleştirilen “vahşi ve barbar Afrika” tasavvurunu yıkıp bilinmezleri gün yüzüne çıkarmaktır. Sadece sinema endüstrisini değil, hayatın tüm alanlarını saran kültür emperyalizmine karşı mücadele etmek, kendi kültür varlıklarımıza sahip çıkmaktır. Aksi takdirde öykülerimiz yabancılar tarafından farklı şekillerde anlatılmaya devam edilecektir.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

15


AY IŞIĞI

Abdulkerım Auwal Şehir Üniversitesi İslami İlimler Nijerya

Z

amanın ne kadar hızla akıp gittiğini anlamak için, işinin olması yeterlidir. Öyle bir iş olacak ki, hem sevindirici hem de korkutucu olacaktır. Gerçi, böylesi karmaşık bir duyguyu yaşamayı kim ister ki diye düşünürken, kendimin de o duygunun ortasında olduğumu anlamam için saniyeler yetti. Evet arkadaşlar! Haftalardır hatta aylardır size bahsettiğim o yolculuğun vakti gelmişti. Cümleyi bitirirken, maalesef kelimesini kullanmak istemiştim aslında.

16

Ama kim ne anlar, hatta hakkımda kimin ne düşüneceği belli olmadığı için korkudan sustum. Sustum, çünkü karşımdaki insan, bana ne kadar yabancı olursa olsun, benim hakkımdaki düşüncesine önem vermek istemesem de veriyorum, maalesef. Aslında korkak olduğumu çok önceden anlamıştım. Ama işte insanlık hali. Hani zaafını bile bile kabullenemiyor ya hz. insan. Ben de o tür varlıklardanım işte. Aman beni suçlamayın arkadaşlar, ya da suçlayın, o size kalmış bir şey. Ama bilin ki, ben size söylemesem bile sizi suçluyorum. Öyle suçluyorum ki sizi, size anlatmaya ne cesaretim ne de bildiğim kelimeler yetiyor.

mam gereken hazırlığı düşünürken, hem yakın hem de uzak akrabalarımı bizzat kendim gidip yolculuğa çıkacağıma dair haberdar etmem gerektiği aklıma gelmişti bir anda. O esnada, mafya babasının önüne sürüklenerek getirilmiş güçsüz ve çaresiz bir borçlunun durumuna düşmüş gibi oldum. Haberdar etmekten nefret ettiğim için değil bu korkum. Oraya gittiğimde, oradakilerin benim sanki onlardan yolculuk parası istiyormuşum gibi düşünmelerinden endişe ediyordum. Ama geleneğe karşı çıkmak da beni aştığından, ellerine ve ayaklarına zincir vurulmuş bir köle gibi, sürünerek gidip haber verdim.

Nerede kalmıştım! Görüyorsunuz işte, hep kendimle konuştuğum için bağlam diye bir şey yok kafamda. Birbirine girmiş düşünce ya da saçmalık yığının altından sıyrılmak, ancak başkasının bana yönelteceği bir eleştiri ile gerçekleşir. İki gün sonra, daha önce benzerini yaşamadığım bir yolculuğa çıkıyorum. Fakat yolculuk için yap-

Aslında çok fena da olmamıştı, çünkü kimisi hacca gittinde yaşadığını anlatıyordu, kimisi de nasihatta bulunuyordu. “Çığlık atanların, dua edenlerin, bir an olsun lavaboya girmek isteyenlerin çaresizliğini yaşatan uçak havalanmasına dikkat et” diyorlardı bana. Nefes almak için sustuklarını anlamak çok sürmüyordu. Anlaşma

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi


yapmışlar gibi, çocuk olduğuma illa vurgu yapacaklardı. “Ama rahat ol, sen daha çocuksun, böyle bir şey yaşaman imkansız” der demez, biraz önce biriken uçuş heyecanım kızgınlığa dönüşüverdi. İşte orada, çocuk olmama rağmen, bu heyecanı ben de yaşayacağıma dair kendime söz verdim sessizce. “Seni terbiyeli ve uslu bir çocuk olarak bildik hep, aman yurtdışına gidip terbiyesizleşen falanca gibi olma” diyorlardı bazıları. Evdeki son gecemde ise, bir taraftan uçağa binip başka bir yere gideceğimin sevincini yaşarken, diğer taraftan da aile özleminin bana yaşatacağı yalnızlığı görmezlikten gelmek ne mümkün ne de kolay olmuştur. Uykuyla uyanıklık arasında iken, o zamana denk almış olduğum nasihatları hatırlatmak ve tekrar etmek için babam beni odasına çağırdı. Akrabalarımın bana ne gibi şeylerde nasihatta bulunduğunu biliyormuş gibi, öncelikle o nasihatların üzerinden geçmiş, en son da ilme vermem gereken önemi hatırlatarak sonlandırdı konuşmasını. Annemin de bir şeyler söylemesini beklerken, gözlerinde birikmiş yaşı, yağmurlu bir havanın durumuna benzeterek, gözlerine bir daha bakmaya cesaret edemeden iyi geceler deyip odadan çıktım. Odama geçtiğimde ise, kafamı iki şeyin kurcaladığını gördüm. Birincisi ilme vermem gereken önem, ikincisi ise annem.

Yola çıkmadan, mahallenin saygın adamı tarafından dua edilirdi mahallece, benimki de öyle oldu. Yani gelin gibi herkes tarafından uğurlanmakla başladı benim yolculuğum. Önce Mısır, sonra da İstanbul’a varmakla 9 saatlik yolculuğun sonuna gelmiş olduk. Uçaktan indiğimde, nereye nasıl gideceğimi kestiremediğim için insanların içine karışıp öylece yürüdüm. Şaşkınlığımın başlangıcı olduğunu daha sonra anladığım bu olay, aslında herkesin beni bırakıp gitmeleri gereken yerlere gitmeleriyle başladı. Fakat bu şaşkınlığın giderilmesi, havalimanının müthiş ve görkemli görüntüsünün beni sarmasıyla gerçekleşti. Çünkü bende bıraktığı şaşkınlık ile sevincin birleşiminden yüzüme yansıyan ifadeyi unutmak hiç mümkün olmamıştır. Yüzümü gördüğümden değil, hissettiğimden böyle diyorum. Çünkü ilk izlenimin bıraktığı duygu gibisi yoktur. Çokça hatıra resmini çekineyim derken, yarım yamalak İngilizcemin yardımıyla beni almaya gelenleri gördüm. Selamlaşıp tanıştık. Birkaç resim çekindikten sonra da havalimanından ayrıldık. Yattığım yerin güzelliği ve rahatlığından dolayı zar zor uyanabildim. Gerçi uyandırıldım demek daha doğrudur. Dünkü sevincimi kesintiye uğratmasına izin vermediğim kahvaltımı;

ekmek, nutella ve çayla yaptım. Git şuraya, gel buraya, at imzayı, çektir fotokopileri derken akşam oldu. Yarın öğlene kadar uzanıp uyuyacağımı düşünürken yarının pazartesi olduğunu hatırlayınca üzgün ama heyecanlı bir şekilde uykuya daldım. Merhabalar, benim adım zeynep senin adın ne? dedi bana Türkçe hocamız ilk olarak. Tabii herkesin tepkisi gibi, benimki de hocaya bakmak oldu. Öğrenilemez dediğim bu dili öğrenmemle zaman beni yalancı çıkardı. Gel zaman git zaman derken, misafir ve Türk öğrencilerin oluşturduğu böylesi rengarenk bir kampüsten arkadaşlar edinecek kadar yarım yamalak Türkçemiz oldu. Her arkadaşımızın bir ayağı bir yerde olduğu için birçok konferansa katılma fırsatımız da oldu. Her konferansın çıkışında ve yol boyunca birbirimize o konferanstan ne anladığımızdan tut görüşlerine katılıp katılmadığımıza kadar götürürdük muhabbetti. Bilmem falan hocanın “ümmet bilincini oluşturmaya doğru” konferansı, filanca hocanın “gençlerle bir ara” sohbeti, falanca üniversitede yapılan “çağdaş düşünürlerin temel fikirleri” oturumu hakkında ne düşünüyorsun derdik birbirimize. Kenetlenmiş tuğlalar gibi olduk bir kere. Böylece birbirimize sahip çıkmak da kaçınılmaz olmuştu. Benim kaçamak cevabım ise hep “abi

Sevgili anneciğimi bırakıp başka bir yere gideceğim diye vazgeçesim gelmişse de vazgeçemedim. Annemin gözlerine baktığımdan beri hala içimin cız ettiğini hissedebiliyordum. Bunu hafifletmek içinse, artık yurtdışına gitsem bile annemi her Cuma günü arayacığıma ve her zaman dua edeceğime söz vererek hafif bir uykuya daldım isteksizce. Yolculuğun bende bıraktığı karmakarışık duygunun esirliğinden kurtulamamamın belirtisi ise, herkesten önce uyanmam ve gözlerimdeki uykusuzluktu. Sevgili anneciğim, gözlerimdeki uykusuzluğu sezip anlayan tek kişiydi.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

17


vallah çok beğendim ya”, “adam çok müthiş anlatıyor” diyerek kendimi avutur ve kandırırdım. Çünkü bunu demezsem konuşmanın bir parçası olmazdım, insansa hep aidiyetin peşindedir. Beni suçlamaya kalkışmayın lütfen! “Beyler bugün maça ne dersiniz?” dedi bir arkadaş. Valla çok iyi olur, ama geçenki takımla oynamayalım diye ekledim. “Niye Enes?” diye sordu öbür arkadaş. “Aslında seni beğenmiş olmaları lazım. Hani hiç gol atamamakla kalmadın aynı zamanda kendi kalene attın ya” diyerek benimle dalga geçtiler. Aslında doğru söylüyorlardı, ama yenik düşmek kim ister ki. O yüzden ben de herkesin yaptığı hatayı yüzlerine vurdum. Gülüştük, maça karar verdik ve ayrıldık. Adamın asabını bozma ya Ahmet diye haykırdım. Çünkü Ahmet’in bakışı değişiverdi bir anda, ondan çıkışmıştım ben de aslında. Çok derin şeylerden bahsettiğini düşündüğün fakat aynı zamanda hiçbir şey de anlamadığını bildiğin o durumlar var ya. İşte o zamanki ruh halinle konuşmacıya attığın bakışın aynısını atmıştı bana Ahmet. Ümmet şuuru, bilinçaltı, uyku saatimiz, madde, cevher gibi terimler çıkıyordu ağzımdan da ondan öyle bakıyordu bana şaşkın şaşkın. Kim bilir o kafadan neler geçmişti o zaman. Şuna bak ya!! Afrikanın bir köyünden gelmiş ve konuştuğu şeye bak diyordu muhtemelen. Hala tıp okuduğumu sanıyor Ahmet ve diğer uzaktan tanıdıklarım. Yanıldıklarını da maalesef bilmiyorlar, ama nerden bilsinler ki.

18

Köyümdeki herkes tıp okumamı tavsiye etmişti zamanında. Köyde kalanın dünyanın beşten büyük olduğunu nereden bilecek zaten. Benimkilerin tek derdi, zengin olup onları zengin etmekten öteye geçmezdi. “Haksız olduklarını mı düşünüyorsun?” dedi İbrahim. Hayır düşünmüyorum, sadece farklı düşünceye sahip olduğumuzu öğrendim bende, dedim. Aslında merak edilmeyecek şey değildir bu. Bir insan tıp’tan sosyolojiye geçiş mi yapar ? diye düşünmemiş değildim. “Bilinsin bilinmesin ama tıpla varmak istediğimiz noktaya varmamız mümkün değil. Lakin tıp da önemli bir alan, hatta olmazsa olmazlardandır” dedi kendisine başvurduğum Muhsin hoca. “Ama artık sen tıp öğrencisi değilsin. Senin önceliğin alanın olmalıdır” diye ekledi. Bölüm değişiikliği kararımın nedenini, arkadaşlarımın yağdırdığı, bitmek bilmeyen soruların neticesinde anladım. Bugün bunu çözmeden yatmayacağım dediğim geceleri hatırlayınca gülmekten kendimi tutamıyordum. Bu cümleyi bitirir bitirmez uykuya daldığımı ancak sabahleyin anlardım. Ama öyle istisnai bir gece geçmişti ki, işte her şey o geceden sonra başladı. Farklı konferanslara farklı konuşmacıların katılmasına rağmen, hepsinin ortak özelliği; ümmetin ve kardeşliğin dirilişi için farklı seslerle söylediklerini kavrayınca ancak kendimi uykuya bırakabildim. İşte o gece, son dertsiz gecem olmuştu.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

Biri Fatih Sultan Mehmet gibi olmak zorundasınız derken diğeri de Musab b. Ümeyr gibi olmalısınız diyor. Ötekisi ise Malcolm X ya da Mandela gibi olacaksınız diyordu. Vay arkadaş! Sen 25’i geçmedin mi abi? Diye sordu arkadaşımızın biri. Sorma ya diyerek acılı acılı yanıtladı. Ama o kadar da olmadı, daha üniversiteliyiz dedi aynı arkadaş. Bense içimden, bir sussanız çok makbule geçer vallahi demekten kendimi alıkoyamadım tabii. Hekesin bizim Fatih olmamızı istemesinden iyice sıkıldım çünkü. Fakat nabzımın aniden hızlanması, ayaklarımın titremeye başlamasından korktuğumu anladım. Korkunun beni ele geçirdiğini anladım. Ben, korkuyorum! Korkumun nedenini, sosyoloji okuduğum yıllarda anladım. Temelsiz, sebepsiz iddialarımın peşine düştüğümde nabzımın hızı artar, ayaklarım titrerdi. Yoksa iddialarımın temeli ve sebebi olduğu zamanlarda ne titrerdim ne de nabzım hızlanırdı. Aslında İbrahim da bunu kestirebiliyor bazen. Çünkü öyle durumlarda bazen beni bir kenara çekip ağzımdan laf almaya çalışırdı; ama başarısız olurdu. Türkiye’ye gelmeden her Cuma canım anneciğimi arayacağıma dair kendime söz vermiştim ya. İşte o söz gereği, sınavlara çalışmaya başlamadan annemi aradım. Konuşma esnasında annemin sesisinin ansızın değiştiğini sezdim. İç çekip her şey yolundaymış gibi konuşmaya devam edecekti canım anneciğim. Ben isyan etmeden mekan ve kalabalıklar isyana kalkışmıştı çok geç-


meden. Mekan ve kalabalıklar, sanki anneme konuşma zemini hazırlar gibi oldu. Issız bir çöldeki rüzgar ve kum sesi kadar yoktu. Mekan tenhalaştı, ben de sessizleşip kaldım öylece. Aman bu sessizlik, kötü bir haberin simgesi olmasın diye düşünürken, annemin konuşmasıyla son buldu bu sessizlik. Meryem halan, ha..hakk..Hakk’ın rahmetine kavuştu dedi annem. Annem, halamla aramızdaki muhabbeti ve samimiyeti bildiğinden beni teselli etmeye çalışırken benim aklım çoktan eski günlere gitmişti bile. Halam idi, ama benden çok büyük değildi. İşte o eski günlerde yaşadıklarımızı hızlıca gözden geçirdim. Ve atar yapar gibi, “ne yani, bir daha göremeyecek miyim ben onu?” diye geçirdim içimden küçük bir çocuk gibi. Evet dedi içimden bir ses. İşte o esnada benim iç dünyam sessizleşti bir an. Ve sadece gözlerimden dışarıya sızmaya çalışan göz yaşlarımın sıcaklığı ile akışını hissedebiliyordum. Göz yaşlarım kirpiklere kadar akmış, çıksın artık, ben de bu acıdan kurtulmuş olayım derken İbrahim’ın koşar adımla bana doğru geldiğini gördüm aniden. Gözüme bir şey girmiş bahanesiyle varlığa tamamen erememiş gözyaşlarıma son verdim. Konuşurken çok gülen tiplerdenim. Fakat o akşam gülmeden onu dinlediğimi fark edince bir şeylerin ters gittiğini sezmişti o da. Onun gibilere böylesi üzüntülü bir haberi saklayamadığım için anlattım ona ve dolayısıyla grubumuzdakilere. Çok da fena olmadı aslında. Dua edip tesellide bulundu. sağolsun beni olmazsa olmaz Türk özelliği olan misafirperverliğinden esirgemedi.

Çok ciddileştiğini anlayınca, isyana kalkışmak aklımdan bile geçmedi. Ondan kalk gidiyoruz deyince, nereye? Niye gidiyoruz? gibi sorularla boğuşuyor olmama rağmen çıt bile çıkarmadım.

Şimdi ben bütün bunları Türk arkadaşlarıma nasıl anlatırdım. Gerçi iki kültürü karşılaştırırken hiçbir zaman kucaklamaya kadar gelmemiştik de ondan. Yoksa bizde olmadığını söylerdim.

Önce yemek yedik sonra da çay içtik. Çay içerken rahmetli halamdan bahsettim. Ailemi ne kadar özlediğimi sözcüklerin gücü yettiği kadar anlattım. Bunu, şunu derken muhabbet başka bir çizgiye geçti.

Mahalleye girdiğimizde, yeni getirilmiş gelin gibi çocuklar etrafımızı sardı.

Sevgi mi aşk mı yoksa hoşlanma mı olduğunu tam bilemediğim bir duygudan bahsetmeye başladım. Kızı ayrıntılı bir şekilde anlatmadan Türk olduğunu söylemekle yetindim. Beni kendisine manyetik güce benzer bir gücün çektiğini mecnunca anlattım. Konuşmamdan, her erkekte olan karşı cinse meyilden ibaret olduğunu anlamış olması lazım ki; hafifçe gülümseyerek, güzel bir duygudur ancak yakında aşarsın dedi. Demek istediğini anlamam uzun sürmedi. Çünkü yaz tatili için okuldan uzaklaştığımda, kızı o kadar unutmuştum ki, onun varlığını hatırlamam için başkasının bana onu hatırlatması gerekti. Aileme olan hasretim ve özlemim, beni bütün derslerin sınav notunu görecek kadar zaman tanımadı. Son sınavımdan iki gün sonra uçağa atlayıp canım annemi görmeye gidiyorum diye doğru düzgün uyuyamamıştım. Havalimanına beni karşılamaya gelen ailemi gördüğümde, öyle sevindim ki az kalsın babamı, annemi ve hatta kardeşlerimi teker teker kucaklayacaktım. Sonradan kucaklamanın Türkiye’de edindiğim bir davranış olduğunu tekrar hatırladım.

“Koşmayın o kadar düşersiniz” diye haykırıyordu amcalar, ama çocuklar için bütün bunlar nafiledir. Adeti bildiğim için, eve girer girmez çocuklara çikolata dağıttım. Kimisi Türkiye’den geldi diye sonsuza dek saklayacağını, kimisi ise ancak bayramda yiyeceğini söylüyordu. Evdeki müddetim boyunca arkadaşlarım ve kardeşlerime hep kardeşlik, beraberlik ve muhabbet gibi konuların öneminden bahsederdim. Beni can kulağıyla dinlediklerini anlayınca, ilim, bilim ve sanat gibi konulara geçiş yaparak farklı yollardan aynı istikamete varan anlayışın inşasıyla meşgül oldum. Artık uyanışın gerçekleşmesi lazım, zira güneş çoktan doğmuştur. Hastalanıncaya kadar bununla uğraştım. Beni dinleyen kişi zaten başkasına aktaracağı için biraz daha rahattım. Ve hastalığım kötüleşti. Namaza bile duramaz hale geldim. Yemek yedikten sonra ilaç aldım. Uykunun son hamlesinden önceki son saniyelerde; Gerek Bedir’de gerekse Türk halkının 15 Temmuz’da gösterdiği eşsiz cesaret ve direncin ruhu için, benden daha sağlam uluslararası bir kültüre sahip birilerinin çıkması lazımdır diye içimden geçirerek kendimi uykuda buldum.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

19


Ümmete Hizmet Ederiz muhaciri temsil. Ensarlar, ihsandır bize. Bu memleket, ülke değil Sanki bir cihandır bize.

Biz, kalpte fetih yapalı Gönüller teslim, sıralı... İnan, bütün Avrupalı Ezelden hayrandır bize.

Tektir bizim milletimiz. Ümmet için hizmetimiz. Bu yurt, bizim nimetimiz, Ne güzel imkândır bize.

Çanakkale’de verdik korku, Düşmanın tutuldu nutku. Hele on beş temmuz ruhu, Aşılmaz kalkandır bize.

Ülkem, herkesin hanesi. Ömür sürüyor nicesi. On beş temmuzun gecesi, Benzersiz destandır bize.

Ortadadır erliğimiz. Bozulmasın dirliğimiz. İstenmiyor birliğimiz. Kem gözler, düşmandır bize.

Misafir kardeş bir sürü. Sen, bu davada hep yürü! Yaradılana hoşgörü, Fatih’ten fermandır bize.

Akarsa mazlumun yaşı Olmasa Türk’ün telaşı Zalime gelmese karşı Şu dünya, zindandır bize.

Muhammed Muhammedoğlu İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Ahıska Türkü

20

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi


İSTANBUL’UN HİKAYESİ

Martin Nikolovski Hacı Bayram Veli Üniversitesi Gazetecilik Makedonya “Boğazda bir şehir var. Öyle bir şehir ki; iki kıta arasında, yedi tepenin üstünde, yaşamın, gülümsemenin ve mutluluğun dolu olduğu bir şehir. Sanatın, tiyatronun, filmin, müziğin, şarkının, modanın, güzelliğin, aşkın, sultan ve sarayların şehri. Bir şehir var… İstanbul…” Bu eski hikâyede, onun yaratılışında ben de varım. Güneş, sularıma her batışında geçmişe gömülse de onun şafağı ile yarınlar, gelecek doğuyor. O İlk şafak, yeni doğan gün için erken şarkıyı, ardından da yüksek kulelerdeki duaları uyandırıyor. İlk ve duanın en masum hali okunurken, tüm iyi insanların kalbinde var olan saflık ilan ediyor. İşte tam da o vakit tüm şehirle birleşiyorum.

Hem şehri hem de aynı saf duayı kalbinde taşıyan insanları hissediyorum. Bir yandan da altın güneş geçmiş zamanın odalarından geçiyor. Yola çıkan gemiler sularımdan geçmeye devam ediyor. Geçmişin fısıltısı olsa da tüccarların hayırlı Pazar için çıktıkları yol şimdiyi oluşturuyor. İşte tam bu sırada aklıma bir soru takılıyor. Kendi hikayesini anlatmayan bir açı, bir taş, ince bir tahıl ve kaybolmuş fısıltıların bir kalıntısı olup olmadığını soruyorum. Modern yolların gerçek kavşakları değil. Onlar yalnızca geleceğe devam edecek şimdiyi (anı)oluşturuyor. Halbuki bu metamorfoz onları değişen geçmişe dönüştürecek. Ben, hikâye benim! Ben, Boğaz… İstanbul’un nabzı, buradan geçen insanların ruhu, hayalleri, umutları, umutsuzlukları benimle birleşiyor. Bu insanlar, geleneği, inancı, işi ve duaları ile bu şehirde yaşıyor. Ailesi için, kendi için, tabloyu oluşturan her şey için. Dükkanlar, vitrinler, kuleler… Öyle ki benim bile her gün geçmeme rağmen sayamadığım yapılar. Sabah güneşi ile iç içe geçmiş, parlayan yapılar- hiçbir altında olmayan o muazzam ışıltı bu altın

caddede var. Yine bir soru meşgul ediyor zihnimi. Acaba burada gölgeler yok mu? Gölgeler dışarıda, geçmişin anlatıldığı eski kulübelerde. Durmacasına, üstelik ayın bile sularıma kapıldığı süre… buraya gelen herkes de şimdiyi bu şehrin dışında bırakıp da geliyor. Turist olduğunu bile bir kenara atıyor. Benim ziyaretçilerim sularımda yüzüyor ve her adımda kendinden bir parça bırakıyor. İstanbul’un diğer bir yanını ise kendileri ile birlikte evine götürüyor. Doğu ve batı, sonsuza dek birleşmiş iki kıta. Tıpkı Aya Sofya’nın bir yanının Meryem Ana, bir yanın da Allah ile birleştiği gibi. Ortasında ise umut, her güzel niyetin duası…. Benim sularım ki geleceğin, şimdinin ve geçmişin kıyılarına dokunuyor. Tüm dinlerin ve duaların yeri İstanbul… Merkezi kavşaklara dokunuyor. Kavşaklar, geçmişin gömüldüğü, geleceğin doğduğu yer. Gelip geçiyor, Tıpkı Tanrının nimeti gibi…

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

21


MAKEDONYA’NIN İSİM DEĞİŞİKLİĞİ GİRİŞİMLERİ VE AVRUPA BİRLİĞİ ÜYELİK SÜRECİ

Barış Osman İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Makedonya Analiz! Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden itibaren Balkanlarda başlayan toprak paylaşımları uzun süre Yugoslavya’nın dağılımına kadar süre gelmiştir. Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan gibi devletlerin arasında kalan Makedonya Cumhuriyeti 1945 sonrası kurulan Sosyalist Yugoslavya

22

Federal Halk Cumhuriyeti devletinin lideri Josip Broz Tito tarafından kurulmuştur. Tito döneminde Yugoslavya, Bosna-Hersek, Sırbistan, Hırvatistan, Slovenya, Karadağ ve Makedonya olmak üzere toplam 6 devletten oluşmaktaydı. Daha sonra anayasa ihlallerinden dolayı oluşan kargaşalar ve Tito’dan sonra iktidara gelen Slobodan Miloşeviç 1986, Yugoslavya genelinde Sırp Milliyetçiliğinin artmasına neden olmuştur. Sırp milliyetçiliğinin hız kazanmasından sonra başlayan gerginlikler sebebiyle Yugoslavya’nın dağılma süreci de resmen başlamış oluyordu. Özellikle Makedonya için Büyük Sırbistan fikri bir tehdit olarak algılanmaktaydı. Çünkü 1913-1931 yılları arasında Makedonya Sırplar tarafından Güney Sırbistan olarak tanımlanmıştır. Daha sonra 25 Haziran 1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın Yugoslavya’dan ayrılması neticesinde

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

Makedonya daha fazla Yugoslavya’da kalmanın bir anlamı olmadığını belirterek 9 Eylül 1991 tarihinde referanduma giderek bağımsızlığını ilan etmiştir. Gerçekleşen referandumda vatandaşların %90’ı bağımsızlık yönünde oy kullanarak tarihi bir karara imza atmışlardır. Bu tarihten sonra Türkiye Makedonya’nın bağımsızlığını ilk tanıyan ülkelerden biri olmuştur. Bağımsızlık ilanından sonra Makedonya kendi iç meselelerine yönelerek daha emin adımlarla geleceğe ilerlemeyi hedef edinmiştir. Nitekim 2001 yılında Arnavutlarla çıkan anlaşmazlıklar neticesinde silahlar patlamaya başlamış ve kısa sürede BM ve AB arabuluculuğunda çözüm arayışlarına başlanmıştır. Aynı yıl Makedonya’nın Ohri şehrinde düzenlenen toplantılara iktidar partisi ve muhalefet partileri olmak üzere Arnavut partileri de dahil olmuştur. Kısa sürede


büyük ilerlemelerin kaydedildiği bu toplantıların sonucunda Ohri Çerçeve Anlaşması imzalanmıştır. Ohri Çerçeve Anlaşmasında Arnavutlara ciddi haklar verilmiş, nüfus olarak %20’yi bulan Arnavut belediyelerinde Arnavutça resmi dil olarak kabul edilmeye başlanmıştır aynı zamanda okullarda da Arnavutça eğitim hakkı tanınmıştır. Bu tarihten sonra Arnavut milliyetçileri silahları bırakıp kendilerini parlamentoda temsil etmeye başlamışlardır. 2001’den itibaren gerçekleşen tüm seçimlerde Arnavut partileri hükumet ortağı olmuşlardır. Kurulan hükumetler her ne kadar uzun soluklu olmasalar da aralarında bulunan anlaşmazlıkları da demokratik ortamlarda çözmeyi başarabilmişlerdir. 2006 yılında İktidara gelen VMRO-DPMNE “İç Makedon Devrimci Örgütü-Makedon Milli Birliği” tarafından kurulan hükumetler milliyetçi bir yol izlemiştir. Arnavut partilerinin de milliyetçi partiler olduklarını var sayarsak VMRO-DPMNE’nin de Makedon milliyetçisi oluşu bakımından ülke genelinde başka bir savaşın çıkmaması takdire şayandır. Dolayısıyla, her ne kadar milliyetçi bir görüşe sahip olsalar da her iki tarafın da tek hedefi Avrupa Birliği üyeliği olması sevindirici bir olaydır. 2006-2016 yılları arasında VMRO-DPMNE’nin Arnavut partileri ile gerçekleştirdiği koalisyon hükumetleri ciddi yapısal reformlar gerçekleştirerek Avrupa Birliğine uyum yasalarını çıkarma konusunda her iki taraf da yapıcı olmuşlardır. Ancak, 2011 yılından itibaren VMRO-DPMNE iktidarının sergilediği agresif milliyetçi tavırları sebebiyle Avrupa hayallerinden uzak bir iktidar ortaya çıkarak, hükumet ortağı Arnavut partilerin de hayalleri böylece suya düşmeye başlayacaktır. Bunu gören Sosyal Demokratlar Birliği SDSM Makedonya’nın çok etnikli ve çok dinli bir ülke olması bakımından bu gibi agresif milliyetçi tutumun Makedonya’ya hiçbir kazanç sağlayamayacağını dillendirmeye başlamıştır. Nitekim, Yunanistan ile gerilen siyasi ilişkilerin de Makedonya halkını pek parlak günlerin beklemediğini görmüş olmalı ki ülke genelinde protes-

tolar sergilenmeye başlanmış, bir an önce erken seçim yapılarak ülkenin bu kaos ortamından kurtulması tezini savunmuşlardır. Bu düşünce doğrultusunda ana muhalefet parlamentoda gerçekleşen oturumlara kararı alarak ciddi bir siyasi krize de neden olmuştur. Bu durum karşısında iyice ısınan Makedon siyaseti ciddi bir siyasi kriz ile karşı karşıya kalmıştır. Siyasi belirsizlik bir yandan sürerken, ekonomi de de ciddi istikrarsızlıklar belirmeye başlanmıştır. Bunu fırsat bilen dış basın ve AB ülkeleri, VMRO-DPMNE iktidarına karşı agresif bir tutum sergilemeye başlamış, bir an önce erken seçime gidilip siyasi istikrarın sağlanması konusunda adımlar atılmasını talep etmeye başlamışlardır. Bu tutum karşısında muhtemeldir ki dış ülkelerden alınan destek sayesinde ana Muhalefet partisi SDSM lideri Zoran Zaev “Bombalar” diye nitelendirdiği hükumete dair ses kayıtlarını bir bir halka dinletmeye başlamış, bu durum karşısında iyice köşeye sıkışan VMRO-DPMNE iktidarı daha fazla dayanamamış ve dönemin Başbakanı Nikola Gruevski başbakanlıktan istifa ettiğini halka açıklamıştır. 2016 yılında gerçekleşen erken parlamento seçimlerinde SDSM halkın desteğini alarak iktidara gelmenin sevincini yaşıyordu. O günden bugüne yaklaşık 3 yılı bulan iktidarlık döneminde SDSM iktidarının ana gayesi Makedonya Cumhuriyeti’ni NATO ve Avrupa Birliğine üye yapmaktır. İkti-

dara gelmeyi fırsat bilen SDSM Yunanistan ile yeni bir sayfa açmış ve tüm sorunları ancak ve ancak kendilerinin çözebileceğini belirtmekteydi. Buna binaen, 2018 Haziran ayında Prespa gölünün kenarında düzenlenen törende Yunanistan ve Makedonya Başbakanları ve dışişleri bakanlarının katılımıyla isim sorununa dair antlaşma metni imzalanarak “Prespa Antlaşması” olarak tarihteki yerini almıştır. Bu tarihi güne AB ülkelerinden temsilciler ve dış basın yoğun katılım göstermiştir. Antlaşmanın içeriğine göre Makedonya Cumhuriyeti’nin yeni anayasal ismi “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” olacaktır. Tarihi değerlere, etnik yapıya, kültüre ve inanç sistemine dokunulmayacaktır, böylece Yunanistan’ın Syriza hükumeti de Makedonya’ya dair uyguladığı veto kararını kaldıracaktır. Netice itibari ile, Makedonya Parlamentosunun aldığı karar üzere 30 Eylül 2018 Pazar günü Makedonya’da referandum düzenlenmiş, ancak anayasada belirtildiği üzere halkın %50’sinin referanduma katılması gerekmekteydi. Gereken katılım sağlanamamış ve halkın sadece %37’si referanduma katılarak %93 civarında evet oyu alınsa da referandum başarısız sayılmıştır. Fakat bu referandumun bağlayıcılığı olmadığından dolayı SDSM hükümeti bu oylamayı bir başarı olarak görmüş ve anayasa değişikliklerinin parlamentoda gerçekleşeceğini beyan ederek kararlılığını vurgulamıştır.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

23


Anayasa değişikliği son olarak 11 Ocak 2019 tarihinde meclis oyuna sunularak gerekli çoğunluk salanmış ve böylece Makedonya’nın ismi “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti” olarak değişmiş oluyordu. Fakat her ne kadar ülkede anayasa değişmiş olsa bile yapılacak son bir görev daha vardı. O da Prespa Antlaşmasının Yunanistan Parlamentosunda onaylanmasıydı. Yunanistan’da geniş çaplı protestolara neden olan bu sancılı süreç bazı istifaları beraberinde getirmiştir. Tsipras’ın kabinesinde bulunan Dışişleri Bakanı Nikos Kotsias görevinden ayrılmış, ilerleyen süreçte de SYRİZA’nın küçük ortağı Bağımsız Helenler Partisi (ANEL) lideri Panos Kamenos koalisyondan ayrılmıştır. Ancak, buna rağmen Başbakan erken seçime gitmeyerek bu antlaşmanın tamamlanmasında ısrarcıydı. Sonraki süreçte Tsipras 300 milletvekilin 151’inin güven oyunu alarak görevini devam ettirmeyi başarmıştır. Son olarak 25 Ocak 2019 tarihinde Prespa Antlaşması Yunan parlamentosunda görüşülüp 153 milletvekilin evet oyuyla kabul edilmiştir. Böylece Makedonya Cumhuriyeti’nin yeni anayasal ismi “Kuzey Makedonya Cumhuriyeti”ni ilk tanıyan ülke de Yunanistan olmuştur. Kuzey Makedonya, Yunanistan’ın veto kararını kaldırdığında transatlantik kurumlara üye olmayı hedeflemektedir. Nitekim AB ve NATO’dan gelen söylemlere bakıldığında Makedonya’nın yeni anayasal ismi ile her iki kuruma da üye olabileceği belirtilmektedir.

24

NATO ve AB’den Makedonya’ya destek “NATO ve Avrupa Birliği (AB), Makedonya Meclisi’nin, ülkenin adını Kuzey Makedonya Cumhuriyeti olarak değiştirilmesini öngören anayasa değişikliğini onaylamasına destek verdi. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Twitter hesabından paylaştığı mesajda, Makedonya Başbakanı Zoran Zaev’i tebrik ettiğini belirterek, “NATO, istikrarlı ve müreffeh bir bölgenin oluşması için önemli katkı sağlayacak anlaşmanın tam olarak uygulanmasına güçlü destek vermektedir.” açıklamasını yaptı. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini ile AB Komisyonunun Genişleme Müzakerelerinden Sorumlu Üyesi Johannes Hahn ise yaptıkları yazılı açıklamada, anayasa değişikliğinden dolayı duydukları memnuniyeti ifade etti.” Sonuç olarak, Makedonya Cumhuriyeti çok etnikli bir yapıya sahiptir. Ülkede: Makedonlar, Arnavutlar, Türkler, Romanlar, Sırplar, Boşnaklar ve irili ufaklı diğer azınlıklar yaşamaktadır. Tarihi çekişmelerden dolayı zaman zaman gerginliklerin arttığı bölgede her an bir savaşın patlak verebileceği düşünülmektedir. Bir yandan Arnavutların Büyük Arnavutluk hayali, Bulgaristan Makedonya’yı tanıyıp Makedon toplumunu tanımaması, Sırbistan’ın büyük Sırbistan’ı kurma hayali, Yunanistan’ın ise Makedonya’yı anayasal

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

ismi olarak tanımaması bölgede her an her şeyin olabileceğinin habercisidir. Bu yüzden Balkan coğrafyasının Avrupa üyeliğine entegrasyonu bu sıkıntıları uzun bir süre rafa kalkmasına neden olacaktır. Sınırların kalkması ile birlikte genç nüfus istediği yerde çalışabilecek, her genç istediği ülkede istediği üniversiteyi okuyabilme şansını elde edecektir. Ayrıca, etnik çatışmalara neden olacak söylemler de ortadan kalkacak, hükumetler ekonomik anlamda kendilerini geliştirmenin derdinde olacaklardır. Ayrıca, Avrupa Birliği nezdinde temsil olunacak olan bu devletler yolsuzluğa dair teşebbüsleri halinde de denetlenerek sıkı bir kontrole tabi olunacaklardır. Yine, altyapı ve üstyapılarını geliştirmeleri adına ciddi destekler alacakları için geleceğe daha umutla bakacaklardır. Hali hazırda üretilen malların Avrupa Birliği pazarına ulaşması çok zordur. Çiftçi üretim yapamamakta, üretilen ürünler ise satılamamaktadır. Bu da halk nezdinde krize neden olmaktadır. Makedonya ve diğer Balkan ülkelerinin AB üyeliği hem üretimin artmasına hem de daha kaliteli ve bol kazanç elde etmelerine neden olacaktır. Makedonya halkının refahı ve huzuru için ekonominin iyi olması kaçınılmazdır. Şüphesiz AB üyeliği hem dış yatırımların artmasına hem de ülke genelinde her alanda üretimin artmasına neden olacaktır. Bu durum karşısında halkın refahı artarken nüfus da aynı şekilde artacaktır. Gençler ülkelerine sıkı sıkıya sarılıp geleceğe umutla bakabileceklerdir. 2 milyon nüfuslu Makedonya Cumhuriyeti’nin ürününü Avrupa pazarına satması halkın her alanda daha refah, daha kazançlı hale getirecektir. Bir diğer önemli gelişme ise Makedonya Silahlı Kuvvetleri, NATO şemsiyesi altında Türk Silahlı Kuvvetleri ile aynı çatı altında bulunarak kendini güvene alacaktır. Nitekim biz soydaş Türk halkı için bu durum gurur vericidir.


SANATIN ÖTESİNDE MÜZİK yapıldığında ise enerji dalgalarının bir araya gelerek daha büyük dalgalanmalar oluşturduğu gözlenmiştir. Vücuttaki iletişimi sağlamada hayli uzmanlaşmış olan bu sinir hücreleri duygu aktarımı görevi de görmektedir. Tuğrulhan Şen

M

usiki sadece bir sanat dalı mıdır, yoksa günlük yaşantımızda evden işe işten eve giderken radyo frekansında duyduğumuz ezgilerden mi ibarettir? Bu sorulara doğru yanıt verebilmek için önce müziği doğru tanımlamak ve irdelemek gerekir. Müzik, melodilerin ve ritimlerin bir araya gelerek oluşturduğu ahenktir. Fakat bu ahengi yakalamak, bir enstrümanı sadece icra ederek yakalamak değildir. Ahengin sırrı duyguda gizlidir. Duygu ise hislenerek seslenmek, hisleri yorumlara katmaktır. Batılı bilim adamlarının yaptığı araştırmalara göre müzik dinleyen bir beynin nöronlarında enerji dalgalanmaları keşfedilmiştir. Aynı araştırma enstrüman icracılarına

Müziğin iletişim özelliklerinden bahsedecek olursak, nasıl iletişim kurmak için kelime dağarcığımızı kullanıyorsak, müzik adamı da müziksel ifade aracılığıyla iletişim kurar. Yani bir eseri icra eden müzik adamı, sesini ulaştırdığı yerle iletişim halindedir. Müzik tıpkı dil gibi, duyguların ve fikirlerin aktarılmasında bir araç olarak kullanılır. Duygu ve hislerle yapılan, yine bunu karşı tarafa aktaran müziğin diğer bir adı da iletişimdir diyebiliriz. Bunun en iyi örneğini dizi ve film müziklerinde çok iyi bir şekilde görebilmekteyiz. Size en son izlediğiniz filmin yönetmeni kimdi diye sorsam birçoğunuz benim gibi arama motorlarına girip filmin ismini aratır veya hatırlamadım cevabını verebilirsiniz. Ama soruyu, en sevdiğiniz filmin veya takip etiğiniz dizinin je-

nerik müziğini hatırlıyor musunuz olarak değiştirdiğimizde, beklemeden mırıldanarak seslendirmeye çalışırsınız. Evet, müzik sanatın ötesinde bir iletişim vasıtasıdır. Dilerseniz birkaç örnekle anlatmaya çalışayım. 90‘lı yıllarda Emirhan Nuhanoviç Bilge Kral Aliya’nın isteğiyle bir orkestra kurup konserler vererek Batı’da Bosna zulmüne farkındalık uyandırmıştır. Victor Jara Güney Amerika’da yaptığı bestelerle kendi coğrafyasındaki mazlumların sesi olmuş, bu durumu tehlike olarak görüp korkan hükümet tarafından zalimce öldürülmüştür. Aynı şekilde Çeçenistanlı Alihanov dertlenerek yaptığı bestelerle Çeçenlerin gönlüne girip moral kaynağı olurken, zalimin hedefi olmuş, Ukrayna’ da suikast sonucu şehit edilmiştir. İşin özeti şöyle, yaşayarak ve hissederek yapılan müzik sadece kulağa değil gönle girip bir şeyler iletirken; duygusu, derdi, yarası ve amacı olmadan yapılan müzik de tam tersine yavan kalmaya mahkûmdur. Yaşamazsan hissedemezsin, yaşamadan hissettiremezsin…

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

25


FAALİYETLERİMİZ

26

Açılış Programı

Eğitimler

Kamplar

Konferanslar

Uluslararası Şiir Geceleri

Ülke Tanıtımları

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi


11. Uluslararası Öğrenci Bulluşması

Ziyaretler

Aile Ziyaretleri

Sportif Faaliyetler

Ramazan

Geziler

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

27


TÜRK OKÇULUK TARİHİ VE OKMEYDANI OKÇULAR TEKKESİ

Yusuf İmamoğlu Okçular Vakfı Gençlik Kurulu Başkanı

O

k ve yay, tarih öncesi devirlerden beri savaş̧ aleti olarak kullanılmış̧ ve pek çok toplum tarafından gücün sembolü olarak görülmüştür. Her ne kadar Mısır, Asur, Hitit ve Çin medeniyetlerinde farklı form ve alanlarda kullanılmış̧ olsa da en gelişmiş̧ halini Orta Asya bozkır kavimleri ile ulaşmıştır. Hiç şüphesiz bu durumun oluşmasında Türklerin karakteristik özellikleri etkili olmuştur. Tıpkı Mısırlıların piramit inşa etmeleri, Venediklilerin ge-

28

micilik ve deniz ticareti vasıfları ile mümeyyiz olmaları gibi Türkler de harp sanatı, savaş̧ stratejisi ve teknikleri hususunda öne çıkmışlardır. Bu karakteristik özelliği kazanmalarındaki en önemli unsur ise kültürel normlarıdır. Bilindiği üzere İslamiyet Öncesi Türk topluluklarının yaşamış̧ olduğu yarı göçebe hayat beraberinde belirli yaşam standartlarını da getirmekteydi. Tarımsal faaliyetlerin minimum seviyede tutulması, avcılık faaliyetlerinin ise önemli bir geçim kaynağını oluşturması yaşamını idame ettireceği şekilde belirli vasıflara sahip olma zorunluluğunu da beraberinde getirmiştir. Öncelikle yaşam ve beslenme ihtiyacını karşılamak gayesiyle geliştirilen teknikler ve av malzemeleri aynı zamanda sınırlarını koruma ve genişletmek için oluşturan savaş̧ stratejilerine ve harp sanatına da yansımıştır.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

İslâmiyet öncesinde Türk toplulukları doğal bir sınırlara hâkim olmadığı ve yerleşik bir hayat yaşamadığı için iki farklı problemle mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Sınırlarını korumak ve hayatta kalmak Türk toplulukları için geçici değil sürekliliğini koruyan bir mesele olarak asırlar boyunca mücadele etmesini ve harp sanatını geliştirmesini sağlamıştır. Tüm bu sebepler çerçevesinde göçebe kültür de yetişen bir çocuğun ilk eğitiminin askerî alanda olması oldukça temel bir gereksinimdir. Asya Hunlarında bir çocuğun yetiştirilme evresini incelediğimizde daha çocuk yaşlarda iken koyun üzerinde ok ve yay kullanarak küçük hayvanları avlamayı öğrenmesiyle başlamaktadır. Bu örnekle görüldüğü üzere göçebe Türk kültüründe atıcılık hayatın başladığı andan itibaren öğrenilmeye başlar


Cebrâil aleyhi’s-selâm yayı gösterip ‘Bu Allah’ın kuvvetidir’, oku gösterip ‘Bu Allah’ın şiddetidir’ deyip ona nasıl atacağını öğretmiştir.” Bu rivayetten hareketle ok ve yayın cennetten çıktığı ve dolayısıyla kutsal nesneler olarak addedildiği söylenebilir. Nitekim daha sonraki gelenek ve eserlerde bunu destekler niteliktedir.

ve tüm yaşamı boyunca da varlığını korumaya devam eder. Türk topluluklarının her daim savaşa hazır olması “ordu-millet”, “ordu- devlet” anlayışını oluşturmuştur. Dolayısıyla bu derece gelişmiş savaş aletlerini mümkün kılan yapı, savaşçı ve halk kavramlarının aynı şeyi ifade ettiği bir toplumda hâsıl olmuştur. Zira barış zamanında dahi tören ve eğlencelerde ok atma ve binicilik faaliyetleri yapılarak, bu eğlence bir savaş provasına dönüştürülmüştür. Ok ve yayın sağladığı üstünlükle birçok bozkır kavmi geniş̧ topraklara yayılmış̧ ve yayıldıkları coğrafyalarda uzun yıllar hâkimiyet kurmuşlardır. Orta Asya kavimlerini ilk defa tek bayrak altında toplayarak siyasi birliği sağlayan Asya Hun İmparatorluğu devrinde (M.Ö. 221 – M.S. 439) Mete Han ile birlikte Türk ok ve yayları, daha sonraları adından çokça söz ettirecek bir efsane haline gelmiştir. Bu dönemdeki okçuluk tarihi ile ilgili önemli bir gelişmeyi de Mete Han’ın “ıslık çalan” veya “vızıldayan” oku icat ederek Türk Okçuluğu’na yeni bir ok türünü kazandırmıştır. Aynı

zamanda psikolojik tesir altında da bırakan bu ok, daha sonraları “çavuş oku” diye anılarak çoğu zaman işaret vermek ve yön göstermek amacıyla kullanılmıştır. Türk kültür tarihi açısından Hunların bir devamı olarak kabul edilen Göktürkler (552 – 745) devrinde ok ve yay Türklerin en önemli silahları olmuştur. Göktürklerden sonraki devirde ok ve yay, başta Uygurlar olmak üzere Kırgız, Bulgar, Uz, Peçenek ve Kuman gibi Türk kavimlerinin hepsinde en önemli silahlardan olagelmiş ve pek çoğu Hunlardan intikal eden geleneğe mutabık olarak vızıldayan oku kullanmışlar ve ok yapımında hu/huş ağacını tercih etmişlerdir. İslâmiyet Dönemi okçuluğa gelindiği zaman, ok ve yaya dinî bir niteliğin eklendiği görülmektedir. Bu durumu en iyi şekilde anlatabileceğimiz misâl, İslâmiyet’in doğuşundan sonraki yüzyıllarda yazılan okçuluk risalelerinde de anılan ve Taberî (Ö. 310/923)’ye atfedilen şu rivayettir: “Ekinlerini yiyen kuşları öldürsün diye Allahu Teâlâ, Hz. Âdem’e Cebrâil aleyhi’s-selâm eliyle cennetten ok ve yay indirmiş ve ona teslim etmiştir. Daha sonra bunların ne olduklarını soran Hz. Adem’e

İ slâm toplumlarında önemli bir yeri olan okçuluk ve atıcılık çeşitli ayet ve hadislerden örneklerle Müslümanların kullanması için teşvik edilmiştir. Söz gelimi Enfâl Sûresi’nin َ ‫َو َما َر َم ْي‬ 17. Âyet-i kerîmesi’nde “‫ت ِا ْذ‬ ‫الل َر ٰم ۚى‬ َ ّ ٰ ‫“ ” َر َم ْي َت َو ٰل ِك َّن‬Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” buyurulmuştur. Bu âyet-i celîle okçular arasında asırlar boyunca imtisal edile bir düstur olarak kabul edilmiştir. Ek olarak, muhtelif sahih İ slâm kaynaklarında Hz. Peygamber’in (sav) gazve ve seriyyelerinde ok ve yay kullandığı anlatılır. Bu bağlamda ok atmak, sünnet olarak kabul edilmiş, hatta “farz-ı kifâye” sayılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber’in (sav) bütün bu gazve ve seriyyelerine katılan Sa’d b. Ebi Vakkas (Ö. 55/675) (r.a.) Hicrî 3 Mîlâdi 625 yılındaki Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan ikinci büyük savaş olan Uhud Gazvesi’nde attığı her okun isabet etmesi nedeniyle, Hz. Peygamber’in; “At! Ey Sa’d, anam babam sana feda olsun.” iltifatına mahzar olmuş ve bu vesileyle İ slâm geleneğinde okçuların pîri olarak anılmıştır. 960/985 yıllarında İ slâmiyeti kabul eden Selçukluların, küçük bir Türkmen topluluğundan kısa sürede devlet kurabilme başarısı göstermesindeki en önemli unsurlardan birisinin ok ve yayları kullanmadaki ustalıkları olduğu söylenebilir. Anadolu’nun fethini mümkün kılan Malazgirt Meydan Savaşı başta olmak üzere pek çok meydan savaşı ve muhasarada da Türk okları önemli bir rol oynamıştır.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

29


Ok ve yayın bir hâkimiyet sembolü olarak telakki edilmesi Selçuklularda da devam etmiş, çoğunlukla sikkelerde ve fetihnamelerde kullanılmıştır. Burada ok “tabi’lik ve esareti”, yay ise okun yaya tabi olmasından hareketle “metbu’luk ve üstünlüğü” temsil ederdi. Türk Okçuluğu Selçuklular devrinde her ne kadar gelişme gösterse de altın çağını mirasını tevarüs eden Osmanlılar ile birlikte yaşamıştır. Gerek menzil (mesafe) okçuluğu gerekse kurumları bu durumun en önemli göstergesi olmuştur. Osmanlı Dönemi Türk Okçuluğu Türk Okçuluğunun Osmanlı dönemi ile alakalı olarak belirtilmesi gereken ilk tespit yukarıda da ifade edildiği gibi ok, yay ve onunla bağlantılı öğelerin, daha önceki Türk devletleri ve topluluklarının yaşamları için vazgeçilmez bir unsur olması durumunun Osmanlılar döneminde de devam ettiğidir. 17. Yüzyılın sonlarından itibaren ateşli silahların giderek yaygınlaşması sonucunda, ok ve yayın birer savaş aleti olma durumunun zamanla içerisinde manevi ve simgesel anlamlar barındıran bir spor dalının aletleri haline gelmiş olmalarıdır. Bu bağlamda okçuluğun Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan kabaca 17. Yüzyılın sonlarına kadar hem askerî hem de spor faaliyetleri

30

noktasındaki iki fonksiyonunu da muhafaza ettiği, daha sonraki süreçte ise sadece bir spor faaliyeti halinde varlığına devam ettiği söylenebilir. Okçuluğun Osmanı Devleti ve toplumu içerisinde taşıdığı anlam ve işlevi açısından Türk toplumunun kültürel kodlarının bir gereği olarak oldukça önemli olduğu söylenebilir. “Asker millet” anlayışı çerçevesinde Osmanlı toplumunun bir şekilde okçulukla alakalı olduğu aşikârdır. Osmanlı coğrafyası göz önüne alındığında halkın spor faaliyetlerini sürdürdüğü ve aynı zamanda askerî talimlerin de yapıldığı bu meydanların sayısının oldukça fazla olduğu söylenebilir. Askeri anlamda ise Osmanlı Devleti’nin kısa sürede bir beylikten üç kıtaya hükmetmesini sağlayan güce erişmesinde büyük etkisi bulunan askerî başarılarda Osmanlı okçu birliklerinin önemi oldukça büyüktür. Osmanlı Dönemi Ok Meydanları Osmanlı coğrafyasına yayılmış, ilk Müslüman-Türk devletlerinden itibaren de görülen “Ok Meydanı”, “Cevgan Meydanı”, “Cündi Meydanı”, “Cirit Meydanı”, “Kabak Meydanı” ve “Güreş Meydanı” gibi isimlerle anılmış, daha çok spor faaliyetlerinin yürütülmesine tahsis edilen birçok meydandan bahsedilebilir. İstanbul Okmeydanı dışında Osmanlı coğrafyasında bulunan;

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

Bursa, Edirne, Gelibolu, Amasya, Tokat, Mekke, Cidde, Şam, Maraş, Ankara, Kütahya ve diğer birçok şehirde okmeydanlarının varlığı söz konusudur. Bunlardan ilki Orhan Gâzi’nin Bursa’yı fethinin akabinde kurulan okmeydanıdır. Orhan Gâzi devrinde Bursa’nın fethedilmesiyle Osmanlı Devleti’nin ilk başkenti kurulmuştur. Şehirleşme faaliyetlerinin içerisinde askerlerin talimi ve halkın eğlence alanlarının oluşturulmasında yapılan alanlardan birinin Okmeydanı olduğunu bilmekteyiz. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin ilk okçu ve yaycı esnafının olduğu şehirde yine ilk başkent Bursa’dır. Buradan da anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti’nde kurulduğu ilk dönemden itibaren okçuluk faaliyetleri oldukça önemli bir yere sahiptir. İstanbul Okmeydanı’nın aynı zamanda kendine mahsus ritüelleri içerisinde barındıran bir tekke olması ve sahip olduğu menzil sayısı bakımından da imparatorluk coğrafyasındaki diğer okmeydanlarından daha dikkat çekici özelliklere sahip olduğu söylenebilir. İstanbul Okmeydanı İstanbul Okmeydanı, İstanbul’un fethinden hemen sonra gazileri ve halkın ok atması ve toplu halde dua edilmesi için Fatih Sultan Mehmed Han (1451 – 1481) tarafından vakfedilmiştir. Daha sonraki Okçular Tekkesi’ni oluşturacak olan yapıların üzerine kurulduğu bu arazi için, Fatih Sultan Mehmed Han’ın veziri Faik Paşa ile Subaşısı Midillili Davud Bey’i görevlendirdiği ve adı geçen kişilerin meydan dâhilinde bulunan bağ ve bahçeleri sahiplerinin rızası ile satın alarak, etrafına sınır taşları dikildiği ifade edilir. Fatih Sultan Mehmed’in meydan ile alakalı korunması ve müdahalede bulunulmamasına dair hassasiyetlerini içeren ferman günümüze kadar ulaşmamış olsa da Sultan II.


Bâyezid (1481 – 1512) döneminde meydana dair verilen fermanlardan, Fatih Sultan Mehmed’in “meydana bir karış dahi tecavüz edilmemesi, yapı, mezar, suyolu, bağ ve bahçe yapılmamasını” kat’i bir şekilde yasakladığı anlaşılmaktadır. Osmanlı Okçular Tekkesi Fatih dönemi önemli devlet adamlarından İskender Paşa, II. Bâyezid zamanında burada bir tekke inşa etmiş ve bu tekkeyi atıcılar taifesine tahsis etmiştir. Okmeydanı Atıcılar/ Okçular ve Tîr-endâzlar tekkesi olarak isimlendirilen bu tekkenin oluşturulma amacı ve faaliyetleri noktasında Türk kültür ve spor tarihi için oldukça önemli ve ayrı bir konumda bulunduğunu söylemek mümkündür. Tekkenin ilk inşa edildiği andan itibaren oluşturduğu tarihi-kültürel atmosfer bakımdan Türk-İslam medeniyetinin bir safhasını temsil eden Osmanlıların, bir savaş aletini çeşitli tarihi ve kültürel dayanaklara haiz ritüellerle harmanlayarak nasıl bir spor dalı haline getirdiğinin çok açık bir göstergesi olduğu söylenebilir.

Okçular Tekkesinin Bina ve Tesisleri Bir tekkeden daha çok günümüzdeki spor tesislerinin içerisinde bulunan tüm gerekli bölümlere sahip yapılar birleşiminden oluşan tekkenin en önemli kısımlarından birisi şüphesiz etrafını, hünkâr mahfili, şeyh odası, meşk odaları gibi yapıların sardığı Okçular Tekkesi Mescididir. Mezkûr mescidinin ne zaman yapıldığı ve bânisinin kim olduğuna dair literatürde tartışmalar mevcut olsa da mescidin Fatih Sultan Mehmed zamanında yapıldığı iddialarına karşın, 1505 yılında, aynı zamanda tekkenin de bânisi olan İskender Paşa tarafından inşa ettirildiği Bahtiyarzâde ve Gelibolulu Mustafa Ali’nin kayıtlarından anlaşılmaktadır. Kaynaklardan anlaşıldığı kadarıyla mescidin ilk yapıldığı dönemde minaresi yoktur. Minarenin daha sonraki bir dönemde, 1770 yılında Kazasker Muhzırı Hacı Ebubekir Ağa’nın yaptırdığı belirtilmektedir. Mescit ile alakalı olarak gerek arşiv vesikaları ve gerekse de dönemin müşahitlerinin kayıtlarından anlaşıldığı kadarıyla zaman zaman doğal afetlerden etkilendiği, belirli yerlerinin zarar gördüğü ve tamir edildiği anlaşıl-

maktadır. Bu anlamda, 2013 yılında yeniden inşa edilene kadar, mescidin sadece minaresinin bir kısmının varlığından söz edilmekteydi. Mescid haricinde tekkeyi oluşturan yapılar içerisinde padişahın belirli zamanlarda, davetlerde, sünnet düğünü törenlerinde ve hususi olarak ok atmak ve bunun yanında tîrendâzların kabza alma törenlerine iştirak etmek maksadıyla tekkeyi ziyaret ettiği zamanlarda konakladığı hünkâr mahfili ve bir manada tekkenin yöneticisi konumunda bulunan meydan şeyhinin odası bulunmaktadır. Halim Baki Kunter’in ifadesine göre bu yapılar arasında meydan şeyhinin odasından başka kemankeşlerin toplanıp oturduğu “meydan odası” olarak isimlendirilen bir de geniş bir salon yer almaktadır. Bunun yanında tekkenin bir de mutfağı bulunmaktadır. Arşiv vesikalarından, yılın belirli dönemlerinde bu mutfakta pişirilecek yemekler için tekke mutfağına Hazine-i Hassa’nın masraflarını karşıladığı gıda takviyelerinin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu mutfakta pişirilen yemekler, yılın Hıdırellez ile Kasım ayları arasında her hafta pazartesi ve perşembe günleri yapılan meydan toplantılarında hazır bulunanlara sunulmaktadır. Bu yapıların yanında Ünsal Yücel’in tekkenin hemen bitişiğinde olarak belirttiği Fatih Sultan Mehmed devri şeyhlerinden ve meydan pirlerinden Edirneli Kovacı Ali Dede’nin açtığı bir su kuyusu bulunmaktadır. Tekke yapıları içerisinde bulunan önemli yapılardan biri de hiç şüphesiz Okmeydanı Namazgâhı’dır. 1626 yılında Gürcü Mehmed Paşa tarafından yaptırılmıştır. Okçular Tekkesinin Yönetimi ve Sorumlular Tekkeyi yöneten kişi olması bakımından en önemli görevlinin meydan şeyhi olduğu söylenebilir. “Şeyhü’l-meydan”, Şeyhü’l-keman-

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

31


keşân”, Şeyh ve Reis’ül-tirendezân”, “Okçular Şeyhi”, “Atıcılar Şeyhi” gibi unvanlar ile anılan bu kişi padişahın onayı alınarak ve atamasının gerçekleştiğine dair bir berat tertip edilerek Okçular Tekkesi’nin reisliğine getirildiği anlaşılmaktadır. Kaynakların belirttiğine göre Okçular Tekkesi’nin ilk şeyhi aynı zamanda iyi de bir hattat olan Şeyh Hamdullah (vefat, 1520)’tır. II. Bâyezid dönemi ünlü kemankeş ve hattatlarından olan Şeyh Hamdullah, 1505 yılında Yıldız havasında attığı, Tozkoparan Menzilinde 1105.5 gezlik bir rekor kırmış ve adına bu başarıyı elde ettiğine dair taş diktirmiştir. Bu rekoruna rağmen okçuluğun uzun soluklu bir uğraş olduğunu vurgularcasına, bu başarısı ona hatırlatıldığında “güzel yazı yazmak ile ok atmak ferâce giymek gibidir; yazıda feraceyi tam giydim. Fakat ok atmada ferâceye tam nâil olamadım, ancak eteğine yapışabildim” dediği aktarılmaktadır. Şeyh Hamdullah’tan itibaren en son şeyh Mustafa Mutî Efendi’ye kadar birçok kişi meydan şeyhliği görevini deruhte etmiştir. Bunlardan Uncu Şucâ, Hacı Süleyman, İmam Mehmed Efendi, Halil Efendi gibi isimler örnek olarak verilebilir. Okçular Tekkesinin son şeyhi Mutî Efendi ise 1904 yılında meydan şeyhi olmuş, onun 1912 yılında ölümünün ardından tekkeye bir daha şeyh ataması yapılmamıştır.

32

Okçular Tekkesi belirtildiği üzere bir meydan şeyhi tarafından yönetilmekteydi. Meydan Şeyhinin dışında, onun başkanlığında bulunduğu bir heyetin varlığından da bahsedilebilir. Tekkenin faaliyetleri bu heyet tarafından yürütülmektedir. Bu heyet ise meydan şeyhinin ardından eskilik sırasına göre şu şekilde bir silsileyle ifade edilebilir. Meydan şeyhinin sağdan birinci sırada şeyhü’l- menâzil fi’l-meydan (menziller şeyhi), sağdan ikinci, şeyh-i mütevelli-i akça-yı vakf- ı nukud (vakfın mütevellisi) onun altında ise menzil sahipleri ile ihtiyarlar bulunmaktadır. Şeyh çoğu zaman bu kişilerden seçilmektedir. Kabza alan kemankeşler, yani talib-i menziller kıdem sırasıyla solda otururlar, menzil alınca sağda dümene geçerlerdi. Meydanın diğer görevlileri ise şunlardır: tekkenin hukuki işlerinden sorumlu meydan kadısı; devamlı olarak tekkede kalan, bina ve tekkede bulunan eşyaların muhafazasından sorumlu tekke-nişîn; vekilharç ve yazıcı olarak şeyhe yardım eden meydan nakibi; Yeniçeri ağasına bağlı olan ve onun tarafından atanan, meydanın güvenliğinden sorumlu korucular; atış sırasında hava yerinde durarak okun düştüğü yeri ve rekorları haber veren havacılar ile tekke mescidinin imamı olan meydan imamı.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

Tüm bu görevlilerin yanında şüphesiz Okçular Tekkesinin en önemli sakinleri ok talimi için tekkeye gelip giden tirendazlardır. Tâlib-i kabza da denilen bu kişilerin okçulukta maharet kazanması için kendisine bir rehber edinmesi ve ilk talime başladığı andan itibaren sabırla, idmanları aksatmadan kendisini geliştirmesi öğütlenmektedir. Okçu namzedi ilk idmana, ismine “kepaze” denilen gevşek bir yay ile başlamakta ve okçulukta meleke kesbettikçe daha güçlü yaylarla çalışmalarına devam etmektedir. Talib-i kabza, bu çalışmalarından sonra 900 gezlik (1 gez 60,74 cm, kimi kayıtlara göre ise 66 cm olarak ifade edilmektedir.) mesafeye ok atmayı başarırsa kendisine kabza alma töreni düzenlenerek ismi okçular sicil defterine yazılır ve “kabza sahibi kemankeş” statüsüne kavuşurdu. Okçuluk literatüründe oldukça önemli bir ritüel olan kabza alma töreni, şüphesiz 900 gez atış̧ yaparak bu törene erişmek isteyen kabza talibinin hayallerini süsleyen bir durumdur. Okçular Tekkesinde Düzenlenen Yarışma Türleri Okçular Tekkesinde okla alakalı olarak üç çeşit yarışma şeklinden bahsedilebilir. Bunlar uzun mesafeye


atılan, “menzil atışı”; hedefe karşı yapılan, “puta atışı” ve kalın ağaç kütüklerini veya sert maden lehvalarının birkaçını birden delmek için yapılan, “darp vurma atışı”dır. Şüphesiz bu atış çeşitleri arasında en yaygın olanı menzil atışlarıdır. Osmanlı padişahlarının da aralarında bulunduğu kemânkeşler, tekkenin ilk kurulduğu andan itibaren bu atış çeşidinde birçok atış yaparak dünya okçuluk tarihine geçecek rekorlara imza atmışlardır. Bu durumun en bariz göstergesi ise birçoğu yok olup gitmesine rağmen günümüze kadar varlığını koruyan, rekor kırdığı tespit edilen kemankeşin oku attığı yerden mülhem “ayak taşları”, bir önceki kemankeşin attığı oktan uzağa düştüğü yere dikilen “menzil taşları” ve bir kemânkeşin kendi rekorunu geçmesi durumunda, rekoru kırdığı ilk taşa verilen ad olarak “ana taşları”dır. Sayısı daha önceki dönemlerde üç yüzün üzerinde olduğu belirtilen bu menzil taşlarından günümüzde sadece 40 tanesi kalabilmiştir. Bu menzil taşları arasında günümüze kadar ulaşabilen, Okmeydanı Tekkesinin ilk şeyhi Şeyh Hamdullah’ın 1105,5 gezlik menzil taşı, Sultan IV. Murat’ın 1070,5 gezlik ana taşı, Sultan III. Selim’in yıldız-poyraz havasıyla attığı 1012 gezlik menzil taşı ve

Sultan II. Mahmud’un gündoğrusu havasıyla attığı 1215,5 gezlik menzil taşı gibi taşlar bulunmaktadır. Okçular Tekkesinin Son Yılları Fatih Sultan Mehmed Han’dan itibaren Osmanlı padişahlarının okçuluğa ve Okmeydanı’na ilgisiz kaldığı en azından II. Mahmud dönemine kadar söylenemez. Fakat Osmanlı padişahları ve devlet ricali nezdinde II. Mahmud sonrası, takriben 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren okçuluk ile Okmeydanı ve bunlarla bağlantılı olan kültürel bağlam da yavaş yavaş gözden düşmeye ve daha önemsiz bir vaziyete doğru sürüklenmeye başlamıştır. II. Mahmud dönemi sonrasında ise padişahlar ve devlet adamları tarafından eskisi gibi önemsenmeyen Okmeydanı Okçular Tekkesi, bir süre daha varlığına devam etmiş, fakat tekkenin yapıları tamir görmediğinden dolayı özellikle yaşanan doğal afetler sonrasında giderek birer harabe haline gelmiştir. Bu anlamda 1894 yılında yaşanan büyük İstanbul depreminde tekkenin çok hasar aldığı ve içerisinde okçuluk faaliyetlerinin yürütülmesine imkân kalmadığı belirtilmektedir. Okmeydanı’nı eski günlerine geri getirecek güçlü bir adım Cumhuriyet Tarihi boyunca atılamamıştır. Anadolu’dan İstanbul’a başlayan (1950-1980) göç Okmeydanı’nın

neredeyse tamamının yok olmasına sebebiyet vermiştir. Bunun sonucunda ise meydanın muhtelif yerlerinde bulunan menzil ve ayak taşlarının birçoğu da yok olmuştur. 2000’li yıllarda ise Okmeydanı ve Okçuluğun yeniden ihyasına yönelik çeşitli ve oldukça ciddi adımların atıldığı söylenebilir. Bu bağlamda 2005 yılında Okçular Tekkesi’nin gecekondular tarafından işgal altında bulunan bir kısmının, bu gecekonduların yıkılması suretiyle koruma altına alınması sağlanmıştır. 2007 yılında ise Okçular Vakfı ve Dr. Mimar Sinan Genim önderliğinde tekkenin mevcut rölöveler ve belgeler ışığında bir restitüsyon projesi hazırlanmıştır. Bu projenin hayata geçirilmesi suretiyle 29 Mayıs 2013 tarihinde Okçular Tekkesi Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sn. Recep Tayyip ERDOĞAN tarafından hizmete açılmış ve aslına uygun bir şekilde faaliyetlerine başlamıştır. Ok ve yayın Türk-İslam Medeniyeti içerisinde ifade bulduğu mânâlar yukarıda ifade edilen bir savaş ve spor aleti olması durumundan çok daha fazlasını kapsamaktadır. Sosyal hayatın içerisinde, hayatın bir parçasını teşkil eden bir vaziyete haiz olan bu aletler, edebiyattan şiire, tarihi ve kültürel hafızamızın bir yansıması olan atasözü ve deyimlere kadar birçok alanda kendisini göstermektedir.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

33


MEDİNE VESİKASI: ‘’DÜNYANIN İLK YAZILI ANAYASASI’’

Abdul Hakım Allah Dad İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Afganistan

H

z. Peygamber (s.a.v)’in tebliğ ve risâleti iki ana dönemden oluşuyor: Mekke Dönemi ve Medine Dönemi. Mekke döneminde tebliğ ve risâletin ana odak noktası tevhid, iman, ahiret hayatı, kıssalar gibi konularken, Medine döneminde ise daha çok ibadet, sosyal, siyasi, hukuki, idari ve kültürel konulardı. Dolayısıyla Hz. Peygamber (s.a.v), 13 yıl Mekke’de davet ve tebliğden sonra 622 yılında Medine’ye hicret edince, bu Onun (s.a.v)’ın risâlet dö1

nemi ve Müslümanların hayatında bir dönüm noktası oldu. Şöyle ki, O (s.a.v) artık yalnız bir peygamber olarak, yalnız vahyi insanlara tebliğ ve tebyin etmiyor, aynı zamanda bir devlet başkanı olarak toplumu ve devleti idare ediyor. Bir ordu komutanı olarak asker ve orduları yönetiyor ve bir kâdı/hâkim olarak toplumda çıkan hukuki ve siyasi münakaşalara kâdılık/hâkimlik yapıyor. Bu şekilde Hz. Peygamber (s.a.v), Medine’de misyonunu ferdi hayattan toplumsal hayata yaymış ve genişletmiş oldu. Tarihi olayları bir bütün olarak alındığında “olması gereken de buydu” sonucuna varılır. Çünkü O (s.a.v ) “muhteşem ahlak sahibi” ve tüm insanlar için en güzel örnek yani “üsvetün hesene” idi. Bu sıfatları pra-

Mustafa Özkan, “Medine Vesikası”, DİA EK-II, 2016, s.212.

34

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

tik hayata dökmek için O (s.a.v), hayatın her alanına girip örneklik teşkil etmesi gerekiyordu. Nitekim Onun (s.a.v) hicretin birinci yılında gerçekleştirdiği en önemli icraatlarından birisi ‘Muahat’ ve diğeri “Medine Vesikası”dır. Muahat, Muhacilerin geçimlerini kolaylaştırmak ve Ensar’la hukuki kardeşlik bağı kurmak, toplumda sosyal olgu oluşturmak ve sonraki nesillere örnek/model teşkil edecek bir nesil yetiştirmek amacıyla Muhacir ve Ensar arasında yapılan bir kardeşlik antlaşmasıdır. Medine Vesikası ise, Resulullah(s.a.v)’in liderliğinde Medine ahalisiyle yapılan ve “birlikte yaşamayı öngören siyasi-hukuki”1


bir vesikadır. Bu vesika, siyasi-hukuki bir belge olduğu için, fert-toplum, fert-devlet ve toplum-devlet ilişkisini hukuki, siyasi ve sosyal açıdan ele almaktadır. Yine bu belge, Resulullah (s.a.v)’in bir yönetici olarak Müslüman olmayan etnik grup ve topluluklarla yaptığı ilk yazılı sözleşme olması hasebiyle ve sözleşmenin ihtiva ettiği konuların siyasi-hukuki önemi olmasından ötürü, ünlü siyer yazarı Muhammad Hamidullah (1908-2002) bu vesikayı ‘’Dünyanın İlk Yazılı Anayasası’’2 olarak kabul etmiştir. Medine Vesikası bugün Arapça literatüründe “Vesikatü’l-Medine”, “Sahifetü’l-Medine”, “Desturü’l-Medine”3; Türkçe literatüründe “Medine Vesikası”, “Medine Sözleşmesi”, “Medine Anayasası”4 ve İngilizce literatüründe ise “Constitution of Medina”5 ve “Charter of Medine”6 olarak geçmektedir. Fakat belge, kendi orijinal metninde “kitap” (madde 1 ve 47) ve “sahife” (madde 22, 37, 39, 42 ve46) olarak adlandırılmaktadır. Medine Vesikası, classik siyer, tabakat, megazi ve tarih kitaplarda tam veya kısmen yer almıştır. Mesela, İbn Hişam’ın (ö. 151/768) es-Siretü’n-Nebeviyye adlı eserinde7 ve Ebu Ubeyd’in (ö. 224/838) Kitabü’l-Emval adlı eserinde8 tam metin olarak bulunmaktadır. Medine Vesikası, eski kaynaklarda düz bir metin olarak yer alırken günümüz çoğu metinlerde 47 maddeye ayırılmış şekilde yer alıyor. Medine vesikasını ilk defa Batı ilim dünyasına tanıtan Alman müsteşrik Julius Wellhausen (1844-1918)’dır. Müslüman düşünür ve yazarların ilmi gündemlerine getiren kişi ise Muhammed Hami-

dullah’tır. O, ilk defa bu vesikayı 1941’de İngilizce “The First-Written Constitution in the World” olarak çevirmiştir. Modern dönemde Medine vesikası üzerinde yapılan çalışmalar genellikle 1950’den sonra yapılmıştır. Bunlardan birisi, belge üzerine İngilizce müstakil bir kitap yazan Michael Lecker’ın 2004’te yayınlanan The Constitution of Medina: Muḥammad’s First Legal Document adlı eseridir. Yine, bu çalışmalar incelendiğinde Muhammed Hamidullah’ın belge üzerine ilmi çalışmalar yapan, farklı dillere çeviren ve metni şerh eden ilim adamlarının arasında öne çıktığı görülmektedir. Medine Vesikası, içerik açıdan incelendiğinde Medine şehrin ve halkının bir an önce çözülmesi gereken sorunları ve bu sorunlara karşı alınan tedbir ve ilkeleri içerdiği görülmektedir. Yukarıda vesikanın 47 maddeye ayrıldığını zikrettmiştik. Bu maddelerin ilk 23’ü Müslümanları muhatep almakta, kalan 24’ü ise Yahudileri. Vesika, Medine şehrinde yeni kurulmaya başlayan merkezi otoritenin toplumsal-siyasi biçimi

(madde 2 ve 25), merkezi otoritenin lideri ve merkezi otoritenin işlevi (madde 23 ve 42), dış saldırılara karşı müşterek savunma (madde 37a, 44 ve 45b), ailelerin kan diyeti ve savaş esirlerinin bedelini ödeme yükümlülüğü (madde 3-11), savaş masrafları ve giderleri (madde 24 ve 37a), suçun şahsiliği (25b ve 36b), birey ve toplulukların şahsi ve dini hürriyetleri ve hakları (13, 21, 22 ve 25a) gibi konuları içermektedir. Sonuç Günümüz açısından vesikanın önemi, siyasi-hukuki muhtevaya sahip olması ve aynı zamanda Muhammed Hamidullah’ın vesikayı “İlk İslam Devletin” ve aynı zamanda ‘’Dünyanın İlk Yazılı Anayasası” olarak kabul etmesiyle vesikayı çağdaş İslam siyasi düşüncesi bağlamında gündeme getirilmesidir. Yine, her ne kadar bu belge biçim ve şekil açıdan günümüz anayasalarına benzemese de karakter ve mahiyet açıdan çok benzerlik göstermektedir.

Muhammed Hamidullah, Le prophète de l’Islam, Paris 1959, çev: Mehmet Yazgan, İslam Peygamberi, Beyan Yayınları 2014; Muhammed Hamidullah, Mecmu‘atü’l-Vesaiki’s-Siyasiyye li’l- ‘Ahdi’n-Nebevi ve’l-Hilafeti’r-Raşide, çev: Vecdi Akyüz, Hz. Peygamber Döneminin Siyasi-İdari Belgeleri, Kitabevi, İstanbul 2002. 3 Ahmed Kaid eş-Şuaybi, Vesikatü’l-Medine, el-Madmun ve’d-delale, Katar: 2005- 2006. s.39. 4 Özkan, a.g.m., s.212. 5 Michael Lecker The Constitution of Medina: Muḥammad’s First Legal Document, Princeton, NJ: Darwin, 2004, s.1. 6 Duhaime, “Charter of Medine”, http://www.duhaime.org/LawMuseum/LawArticle-439/622-- Charter-of-Medina.aspx Erişim Tarihi, 15.11.2018. 7 İbn Hişam, es- Siretü›n-Nebeviyye, Daru’l-Kitap al-Arabi yayınevi, Beyrut 1990, C. II, s, 143-146. 8 Ebu Ubeyd Kasım b. Sellam, Kitabü’l-Emval, Darü’l-Fikir yayınevi, s, 260-264. 2

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

35


Birlik Sevdası Biz geldik, gelen gelsin bu davaya Tutulmaz mı? Gönül, bu sevdaya Biz ki yaratıldık bir avuç topraktan Hepimiz Âdemdeniz, aynı atadan

Bu dava uğruna savaştı tüm şüheda Balkanlarda, Kafkasya’da ve Sakarya’da Bu şuurla ana babadan hepimiz ayrıldık Umutla beraber bu cennet vatana vardık

Doğa ne güzel anlatıyor beraberliği Renklerin mükemmel seferberliği Ecdadımızın ne güzel bir sözü var Bir elin nesi var, iki elin sesi var

Bu vatan ki ümmet uğruna yanan tek fener Tereddüt etmeden yardıma koşan her sefer Biz Türkiye’de gördük asıl misafirperverliği Ensar u muhacirin ebedi kardeşliği,

Dememiş mi? Peygamber son hitapta Üstünlük ancak takva ve ahlâkta Biz bunu yaşadık, yaşattık Bedir’de, Uhud’ta, Malazgirt’te ve Çanakkale’de,

İşte budur Akif’in dediği gibi, şiirin özü Sevinme bir, acı bir, gaye bir, vicdan bir; İşte budur anlar isen, Yunus’un sözü Gelin tanış olalım, sevelim, sevilelim

Farklı milletten, kültürden her nefer Asya’dan, Avrupa’dan ve Afrika’dan Bu yol ki hak yoludur, birlik yoludur, İnsanlık yoludur, kardeşlik yoludur.

Biz hep birlikte! Büyük bir aileyiz... Biz bir dünyayız! Biz bir milletiz… Ey sevgili, gelen gelsin bu davaya Tutulmaz mı? Gönül, bu sevdaya

Adam Abubakar 29 Mayıs Üniversitesi İslami İlimler Nijerya

36

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi


Mektup Ben bilmem sevgi nedir Zor mudur, değil midir? Tahminimdir bir uçurum ki Boşluk aşağı Kalbin kesilmesidir Müphem bir mektup getirdim sana Kuş sesleriyle Hayallerimin kokularını saklayıp kuşların kanatlarına Yüreğimin yangınını yükledim Küçücük omuzlarına. Tut ki Bir gülüşün Kalbimde büyür Bir orkestra olur

Güneşlerimi doğurur Tut ki Bir gözyaşın Batırır güneşlerimi. İncinirsin İncitir cesaretim Beynimde deli bir akıntı Mavi bir ışık Güçlü bir mavi ışık Seni cağırır Hayallerimi çağırır Sevmek zorlaşır Sevmek imkansızlaşır Ama ben yine de Yüreğimin güçlü şarkısıyla Seni düşünürüm.

Yerzhan Zhumabek Niğde Üniversitesi Doktora Kazakistan

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

37


GERÇEK BİR HİKÂYE

Serdar Kıoutsouk İstanbul Şehir Üniversitesi İslami İlimler Yunanistan

H

er zaman olduğu gibi güneş ışınları odamı aydınlatıyor fakat içimdeki duyguları hiçbir şey bastıramıyordu. Taze bir bahar sabahına uyanmak bu kadar kötü olmamalıydı. Sanki her şeyi daha önceden hissetmişim gibi. Yatağımdan kalkar kalkmaz aynanın karşısına geçtim yüzümdeki çizgiler ne kadar da yaşlandırmıştı beni. Psikolojik mi

38

yoksa gerçekten öyle miydi bilemeyeceğim. Dar koridordan geçiyorum. Koridor git gide uzuyor ben gidiyorum koridor uzuyor sanki ben kısalıyorum. Koridor git gide daralıyor ya da ben genişliyorum. Daralıyor… Uzuyor... Daralıyor... Odama vardığımda toz birikmiş kitaplıkta pencerenin camı aralık dışarıdan komşunun sesi geliyor: -Bu yıl yaz erken gelecek. İçimden yaz gelse ne olur içimdeki fırtınalar dinmedikçe diyorum. Tablolar odamın duvarını sahiplenmiş, duvar tablolardan memnun, odamın sağında bir karyola benim gibi köşeye bırakılmış yetim gibi. Dışarıdan gelen sadece pide kokusu iştahımı açıyor beni biraz olsa bile kendime getiriyordu. Hazırlandıktan sonra annem beni kahvaltıya çağırdı. Her zaman olduğu gibi kurulmuş yer sof-

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

rasına ailecek oturduk. Babam ve annem sevinç doluydu. Annemin gözleri pırıl pırıldı. Babam yine gazeteyi açmış okuyor. Yemek arasında babam akşam yemeği için dışarıda bir yere davetli olduğumuzu ve oraya gideceğimizi söyleyince daha bir kötü oldum. Keşke bu halde hiçbir yere gitmeseydik. Odama geçtikten sonra yastığımın ucundaki kitabı açar açmaz hayaller dünyasına dalıp gittim. Dış kapıdan sesler geliyordu. Babam odun almaya çıkıyordu galiba. Odunluktan bağırtısı geliyordu odunluğa sığınan köpeği kovalıyordu yine. Yarım saat sonra yeni tutuşan sobadan yanık dal kokusu içimi de ısıtıyordu. Kitabımın sayfalarını bir bir geçiyordum. Arkadaşlarımdan Tuncay’ın beni aramasıyla dışarıya çıktık. Havanın güzel olması nedeniyle motosikletle gezindik, dere kenarında oturup bir şeyler içerken ben yine şırıl şırıl


akan şelaleye bakıyor bir yerlere dalıyordum. Ezanın okunmasıyla içim daha bir açıldı. Yaşlı amcaların birer birer adeta karınca misali camiye doğru gelmeleri dikkatimi çekmişti. Saatimin ayarlarıyla biri oynamıştı sanki zaman çabucak geçmişti. Artık eve gidip akşam için hazırlanmam gerekti. Annem giyeceğim elbiseleri çoktan yatağımın üzerine bırakmıştı bile. Hazırlandıktan sonra her zaman olduğu gibi babam arabayı hazır bir vaziyette kapımızın önüne getirmişti. İçimden bir ses bu yemeğe gitmememizin gerektiğini söylüyor fakat buna hiç aldırış dahi etmiyordum. Yavaşça yol almaya başladıktan sonra etraftaki yeşillikler yeni açmakta olan çiçekleri izliyor ve arabamızda çalan Türk radyosunu dinliyorduk. Belirli bir zaman sonra Yunan polisleri yolun köşesinde çevirme yapıyor her aracı kontrol ediyorlardı. Bizi de durdurduktan sonra arabanın camına gelip babamdan gereken belgeleri isterken bile saygısız ve somurtkan oluşu dikkatimi çekiyordu. Her ne kadar istese de ne aracın belgelerinde ne de başka bir şeyde eksiklik veya kusur bulamayınca mecburen yolumuza devam etmemizi söyledi. Daha ileride yine uzunca bir araç kuyruğu yemeğe gitmemizi engelliyordu sanki. Anayolda giderken bizim sapmamız ve restoranda doğru yol almamız gerekti. Tek bir dönüşle küçük yola girmemiz imkânsızdı. Bir kere döndükten sonra babam tam geri vitese alıp yola girecekken arkadan sinsice arabamızın yanına yanaşan bir beyaz otomobili fark ettik. Bize yol tarifi soracağını zannedip babam camı hafifçe indirdi. İçeriden inen uzun iri yapılı sarışın adam üzerinde kot pantolon ve üstünde solmuş bir beyaz tişört vardı. Arabamızın camına yaklaşmadan önce bütün arabayı saran iğrenç içki kokusu midemizi bulandırmaya yetiyordu. Aniden gelip camın o küçük aralığından elini babamın yakasına yapıştırmak istemesi işte tamda o zaman başlamıştı her şey. Annemin yardım çığlıkları benim ağlama sesle-

rim. Arkada oluşan araç kuyruğu ise olayı sanki bir tiyatro çevirisi gibi izlemeye çalışmaları insanlığın ne kadar kötü ve aciz bir durumda olduğunun göstergesiydi. Korkumdan tırnaklarımla arabadaki koltukları kemiriyor dişlerimi sıkıyordum. Birinin bize yardım etmesini diliyordum. Annemin bir eliyle camı kapatmaya çalışması babamın ise arabayı kitlemesin adamın ne kadar gaddar ve acımasız olduğu gözlerinden belliydi. Otomobilden bu sefer iri yapılı uzun ve esmer birinin inmesi bizi çok daha fazla korkuttu. O anki hissettiklerim kelimelere sığmaz. Gözyaşlarım korkuyu, annemin çığlıkları masumiyeti babamın bizi yatıştırmaya çalışması ise çaresizliğin göstergesiydi. Yine aynı araçtan bu sefer bir kadının inip arkadaşlarını uyarması onların öfkelerini acımasızlıklarını durdurmaya yetmiyordu. Daha ilerisi artık insanlıktan çıkıp arabamızı önümüzdeki dereye itmeye çalışmaları iyice psikolojimizi alt üst etti. Artık hiçbir gücün bize yardım edemeyeceğini ve bu acımasızların, kendini bilmezlerin bize her türlü eziyeti yapacaklarının düşüncesi yiyip bitiriyordu beni. Kadının yunanca arkadaşlarına “-Durun yapmayın çocuğa acıyın yürüyün gidelim” demesi bile yetmiyordu onları durdurmaya. Korkumdan arabanın içinde ellerim titriyor anneme babama bakıyor “-Korkma oğlum elbet Allah yardımcımız olur” demeleri beni umutlandırıyordu. Arkada-

ki araç kuyruğundan bir Müslüman adamın bizim arabaya doğru geldiğini görünce az da olsa içim ferahladı. Arabamızı tüm güçleriyle dereye doğru itmeye çalışanların adamın onlara doğru yürüdüklerini fark edince korkakça davranıp her şeyi bırakıp arabalarına binip orayı terk ettiler. Daha sonra babamın adamdan acilen o arabayı takip etmesini istediğinden, adam hızlıca arkalarından gitti. Biz ise sonunda o ıstırap dolusu küçük kafesten çıkıp hava alabildik. Kurtulduğumuzu anlayınca birbirimize sımsıkı sarılıp kenetlendik. Hayatımda geçirdiğim en zor dakikalardı. Bizi kurtaran adam aynı zamanda gidip arabalarının plakalarını almayı başarabilmişti. Müftülüğün düzenlediği yemeğe geçte olsa katılabildik ama ne halde? Orada bulunanlarda olayı anlayınca tam destek tüm Müslüman avukatlarla hakkımızı aramaya gidip yasal işlemleri başlattık. Bir sene sonraya verilen duruşma öncesindeki günlerde bu sefer her gece bizi arayıp bizlerin onları affetmemizi istiyorlardı. Artık bizimde sabrımız taşmış daha fazla rahatsız edilmekten endişe duyuyorduk. Duruşma gününde hapis cezaları almamaları bizim elimizdeydi. Daha fazla rahatsız edilmekten endişe duyduğumuz için babam onları afetti. Gel gelelim her şey yoluna girmişken her gün okula giderken geçtiğim balıkçıda çalışan uzun iri yapılı adamın bize saldıran adamın olduğunu nereden bilebilirdim ki?

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

39


İSMET ÖZEL VE MEDENİYET!

T

ürkiye’de fikir ve düşünceleri ile insanlara yön veren İsmet Özel’in “Medeniyet” kavramı ile ilgili düşüncelerini ele alacağız. Her şeyden önce onun kavramı nasıl kullandığına ve medeniyete nasıl tanımladığına bakmak gerekmektedir. Medeniyet tanımını şu şekilde ifade eder; Medeniyet Türkçeye XIX. yüzyılın ikinci yarısında girmiş, Arapça m,d,n kökünden türemiş bir kelimedir. Bilindiği gibi aynı kökten türemiş olan Medine, şehir anlamına gelmekte, medeni, medineli, şehirli anlamını vermektedir. Bugün bizim Medine-i Münevvere olarak bildiğimiz şehrin asıl adı Yesrip’tir. Medeniyet kelimesine gerek günümüzde gerekse geçirdiği evrim boyunca çok az kimse tarafından etimolojik köküne bağlı olarak, bir anlam verilmemiştir.(İ.Özel,ÜZM, 2016,s.244) İşte bu tanımdan dolayı Gordon Childe’nin

40

medeniyeti şehirlerin gelişmesi ile ortaya çıkan bir gelişme seviyesi olarak kabul etmesini İ. Özel’de kabul eder. Marquis de Mirabeau’nun medeniyet içerisinde dini ilk nokta olarak vurguladığını belirtir. Sonrasında ise Aydınlanma çağında Batı düşüncesi etrafında gelişerek, bütün insanlık için bir modelin adı olduğunu söyler.

Bunlarla birlikte Avrupa bir dünyayı medenileştirme çabasına girişti, ama burada vahşiler ve medeniler arasındaki bir mahiyet farkı değil, bir derece olarak medenileştirme ayrımcılığı yapılıyordu. Medeniyet kavramı ile oluşturdukları 3 unsur da emperyalisttir. Batı anlayışındaki kilisenin İsa kurtarıcılığı yerini, medenileştirmeye bırakmıştır.

Medeniyeti Batı’nın insanoğluna pazarlanmış bir durum olduğunu ifade eder ve bunun devamında ise batının medeniyet fikri ile ilgili Batı’nın kendi içerisinde 3 şeyi kavradığını söyler.

Batı Medeniyet emperyalizmi ile dünyaya açıldı ve gördü ki kendisinin medeniyet dediği (sanat, teknik, ahlak, olgunluk) bunların hepsi kat be kat fazla olarak doğu da(Hint ve İslam ülkelerinde) var. İşte tam olarak bu noktada batı o ülkelerin kültürlerini kendilerine uyarladı ve daha sonrasında kendisininmiş gibi dünyaya pazarladı. İçinde yaşadığımız dünyanın sahip olduğu biçim her ne olursa olsun medeniyet/kültür bunlar batı damgası taşımaktadır.

1. Optimiste: Parlak bir gelecek. 2. Universalisme: İnsanlığın izleyeceği tek yol. 3. Ethnocentrisme: Medeniyet yaratmak ve yazmak Avrupa’ya (bilhassa Fransa’ya) aittir.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi


Toynbee, batı medeniyetini bir evrensel dinamiğe sahip görür ve diğer medeniyetlerin gidilecek bir yol olmadığına ve en doğru yolun batı medeniyetinin yolu olduğuna vurgu yapar İsmet Özel buna katiyetle karşı çıkar ve Spengler’ın görüşlerini Toynbee’nin görüşlerinin yerine koyulabileceğini ifade eder. Spengler’ın bu yönde ki fikirleri ise şu şekildedir; Medeniyeti incelerken biyolojik bir yöntem ortaya koyar. Ona göre her medeniyet çocukluk, gençlik, olgunluk ve yaşlılık dönemlerinden geçer. Spengler’a göre medeniyet bir kültürün kaçınılmaz akıbetidir. Üç büyük medeniyet örneği vardır: • • •

Grek ve Roma Medeniyeti Batı Avrupa Medeniyeti Arap Medeniyeti

Toynbee ve Spengler’in görüşleri de şuan dünya üzerinde yaşamaktadır. Hem Toynbee’nin savunduğu Batı Medeniyeti, hem de Spengler’ın Yaşlandı dediği Batı Medeniyeti. Bunları söyledikten sonra Medeniyet kuran düşüncelerin türettiği nesneler aracılığı ile tanımaya mecburuz. İslam Medeniyetini de bunun dışında tutamayız. Nitekim medeniyetler üç tipe ayrılır. 1. Materyalist 2. Mistik 3. Akılcı Bu noktada ise İsmet Özel Üç Zor Mesele kitabında yer verdiği Hasan El Nedvi’nin görüşlerini buraya koyar. Dört Halife sonrasında cehalet, ihtiras, İran ruhçuluğu(…) diğer maddeci sistemler İslam politik teşkilatlarına sık sık bulaştırılmıştır. Genellikle

İslam medeniyeti olarak bilinen ve bazı Müslüman tarihçilere de gurur veren işte bu karmaşık ilavedir. Genel olarak “İslam Kültürü” dendiğinde anlaşılan şey Şam, Bağdat,Kurtuba, Semerkant, İsfihan, Gırnata, Delhi ve Luckown’un debdebeli günlerinde cari olan sanat,mimari, musiki ve edebiyatla, Müslüman İmparatorluklarının yaptırdıkları saray ve kalelerdir. Müslüman ortaçağ’da bu merkezlerde yaşanan bozulmuş hayat, İslam Kültürünün başarıları olarak kaydedilir.(İ.Özel, ÜZM, 2016,s.251-252) Bizi ilgilendiren İslam Medeniyet tasarımıdır. Bunun için İsmet Özel İbn-i Haldun’un Medeniyet fikirlerine başvuruyor. Bunları üç maddede açıklıyor. 1. Medeniyet sınıflaşmayı ve insanın insanı sömürmesini öngörür, elbette sınıflaşma ve sömürü medeniyeti doğurur. Demek ki servet ve siyasi iktidar birbirleriyle kaynaşarak, birbirlerine güvence vererek toplum üzerinde baskı kurabilecek imkanı ellerinde bulundururlar(…)Devlet ricalinin ve memurların halleri ve yaşayışları genişler. Bu suretle paralar tebaadan alınarak devlet ricalinin ve memurların geçimleri için sarfedilmiş olur(…) bunun bir sonucu olarak da şehir ahalisinin serveti artar(…) Kültür ve medeniyet bundan ibarettir. (Mukaddime, İ.Haldun,Devlet kitapları, 1970, s.228) 2. Medeniyet, insanların madde karşısın da zaaflarının ve maddi gelişmeye mahkum olmalarının somutlaşmış halidir. Bilindiği üzere medeni hayat insanlara her şeyin süslüsünü sunmayı vaat eder. Ancak insanlar göçebe yaşayışı benimsedikleri evrelerde böyle durumlara mecbur değillerdi. Bu süslü yaşamın dine uygun olmamasının sebebi de “(…) Muhkem bir suretle bir kere kalplerde yerleştikten sonra, kalplerden çekip çıkarmanın zor olmasındandır…” (İ.Özel, ÜZM, 2016, s.254)

3. Medeniyet, toplum yapısını ve insan kişiliğini karşılıklı olarak bozar. Medeniyet kavramına neden karşı çıktığını da şu şekilde açıklayabiliriz. Bugün İslami mücadeleyi bir medeniyet mücadelesi olarak kabul edecek olursak. Bunun belli başlı iki sıkıntısı olacaktır. Birincisi; bugün İslam içerisinde parlak kabul edilen (Abbasi, Endülüs, Osmanlı) medeni kabul edilmelerinden doğan tehlikedir. İkincisi; medeniyet kavramı insanların kendi geliştirdikleri sistemleri, kurumları benimsemesidir. Çünkü insanların kendi oluşturdukları kurumlar kolayca put olacak ölçektedir. Yok medeniyetten kastımız eskizsiz İslam’sa burada ortaya çıkacak şey, medeniyetle dilimize fazlaca kelimeler dolamamızdır. Sonuç olarak; İsmet Özel, çağdaşları gibi bir İslam Medeniyeti kurmaya yönelmez ve yeni bir medeniyet kurmayı geçmiş medeniyetlere benzeyeceğini düşünerek olumlamaz. İslam’ın mücadelesi içerisine bir medeniyet kavramı koymaz. Bir kez İslam’ı medeniyet sorunu içerisinde kavradık mı artık onu zaman içinde bir kategori olarak görmek ve tarihin şartları içinde değerlendirmek düşüncesine kendimizi hapsetmiş oluruz(İ.Özel, ÜZM,2016, s.242) Müslümanların kurmak zorunda olduğu yapının medeniyet değil “İslami Toplum” olduğuna atıfta bulunur. İsmet Özel sadece Müslüman tanımı üzerinde kalmayı ve onun yüceltilmesi gerektiğine vurgu yapar “Müslüman sözü kapsayıcı bir tanımdır, başka sıfatlarla onu desteklemeye gerek yoktur” ve onun tavrı yukarıda da belirttiğimiz gibi “Müslüman/İslam Toplumu” üzerine cümle kurmayı ister. İsmet Özel’de Türkiye’deki medeniyet üzerine kurulan genel kanıya uymuş ve medeniyeti sadece “Teknik ve Bilim” olarak algılamıştır. Bu minval üzere düşüncelerini ifade etmiştir.

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

41


SEYYİD ŞERİF CÜRCÂNÎ

İslam Şükürov İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Tarih Azerbaycan Kısa Özet Makalede ana konuya girmeden önce kısa bir giriş yamak istiyorum. Orta Asya’da tanınmış ilim adamlarının nerdeyse hepsi ilim merkezi olan Semerkant’a, Buhara’ya gi1

derek iyi bir eğitim alarak ülkelerine dönmüşler ve aldıkları eğitimi günümüze kadar gelen ve medreselerde okutulan eserler ve yetiştirdikleri talebeleriyle aktarmaya çalışmışlardır. Bu konuda başarılı ve ünlü olan Alimlerden biride Seyyid Şerif Cürcani’dir. Daha küçük yaştayken ilimle uğraşan ve iyi bir eğitim almak için o zamanın duyduğu alimlerden ders almak için ilim yolculuğuna çıkması ve üstün zekasıyla arkadaşlarından seçilen bir şahıstır. İlim konusunda İslam alemine yazdığı ve yetiştirdiği talebelerle büyük katkıda bulunmuştur. Yaptığı çalışmaları ve fikirleri İslam dünyası için kıymetlidir. Seyyid Şerif Cürcani’nin ünü ve değerli fikir ve görüşleri Os-

Sadreddin Gümüş, “Cürcani Ve Haşiye Ale’l-Keşşaf’ı” Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 177.

42

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

manlı ilim dünyasını da etkilemiştir. Cürcani ve Taftazani arasındaki fikir ve görüş farklılığı Osmanlı ulemalarını etkilemiş ve kırgınlıklara sebep olan münazaralarda bulunmuşlardır. CÜRCANİNİN DOĞUM YERİ, YILI VE NESEBİ Kıymetli eserleriyle zamanımıza kadar gelen ve 6 asır boyunca şark İslam dünyası medreselerinin ünlü üstatlarından Seyyid Şerif Cürcani 740 senesinin 24’ünde (24 Şubat 1340) İran’ın Astrabad bölgesinin Cürcan vilayetinde ki Taku nahiyesinde Peygamberimizin soyuna mensup bir ailede doğmuştur1. Seyyid Şerif Cürcani’nin tam ismi Ali bin


Muhammet’tir. Seyyid Şerif Cürcani hem ana hem de baba tarafından Hz. Peygamberin (sav) torunlarından aralarında on üç göbek bulunan Dai Muhammed b. Zeyd’in soyuna mensup olduğu için es-Seyyid, eş-Şerif, Cürcani ismide Cürcan’da doğduğu içinverilmiştir2. Seyyid Şerif Cürcani’nin künyesi, Ali bin Muhammed bin Ali es-Seyyid eş-Şerif ez-Zeyin Ebul-Hasan el-Hüseyni el-Cürcani el-Hanefi’dir.3 Kulandığım kaynaklarda Cürcani’nin ana ve babası hakkında fazla bir bilgi verilmiyor. Ailesiyle ilgili sadece, Hz. Peygamber soyundan geldiği söyleniyor, bundan başka da bilgi yok. Bazı kaynaklar da babasının adı Ali dedesininim adını da Hüseyin olduğunu kaydeder. Takiyyudin et-Temimi de Tabakat’ın da Cürcani’nin adı Ali bin Muhammed bin Ali olarak verdikten sonra der ki “Fakat, Sultan Murad’ın hocası Allame Sa’di Efendi (945-1538), Cürcani’nin kendi hattıyla yazılmış bir eseri hususunda beni uyardı. Cürcani orada kendi nesebini anlatmış ve isminin Ali b. Ali b. Hüseyin olarak zikr etmiştir”4. Araştırmalarda Cürcani’nin ismini tam olarak nasıl olduğunu öğrenmek için birkaç eserlere başvurulmuş lakin güvenilir olmadığı tereddüdüyle vazgeçilmiştir. Seyyid Şerif Cürcani’nin kendi, eserlerine başvurulsa da hiçbir eserimde kendi mezhebine ve ismine yer verilmemiştir. Kendi eserlerine mahsus telifi olan “el-Mısbah“ lakabıyla yazmıştır5. Bu telifle yazılan eserlerden biri de Süleymaniye kütüphanesinde Turhan Sultan biliminde mevcut olduğunu söylüyor elimdeki kaynak6.

GENÇLİĞİ VE TAHSİLİ Kaynaklarda Cürcani’nin gençliği ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Cürcani’nin çok küçük yaştayken ilimle meşgul olduğu ve üstün zekâ ve kabiliyete sahip olduğunu ve çocukluğundan vefatına kadar ilimle meşgul olduğunu yazar. Seyyid Şerif Cürcani ilk tahsilini Cürcan da almış ama hocasının kim olduğu bilinmiyor. Belli bire seviyeye geldikten sonra es-Sekkaki’nin sarf nahiv ve belagat ilmine dair “Miftahu’l-Ulum” adındaki eserini ve aynı eserin şerhini “en-Nur et-Tavusi” den Keşşaf tefsirinden Bakar ve Ali İmran surelerinin bir kısmını es-Serac Ömer el-Buheymani “el-Keşf” adındaki tefsiri ile aynı üstattan okuduğu bilinmektedir7. Kutbuddin eş-Şirazi’nin Miftah şerhini oğlu Muhlisuddin b. Ebu’l-Hayr Ali’den okuduğu ve akli ilimle meşgul olduğu zaman 20 yaşlarında olduğu bilinmektedir. SEYAHATLERİ VE HERAT’A GİDİŞİ Seyyid Şerif Cürcani tahsilini devam ettirmek için o zamanın ünlü alimi ve müelliflerinden olan ve Herat’ta ikamet eden Ebu Abdullah Kutbiddin Muhammed b. Muhammed er-Razi et-Tahtani’nin mantığa dair “Şerhu’ş-Şemsiyye” ve “Şerhu’l Metali” adlarında ki eserlerini bizzat kendisinden okumak için Herat’a gitmiştir. Kullandığım kaynak er-Razinin 1363 tarihinde Herat’a gittiğini gösterse de bu tarihin yanlış olduğunu bu tarihten önce gittiğini söyler. Bunu da Kutbiddi’nin yanına 763’ten sonra gittiğini ve Şam uleması ile münazara yaptığını ve 766 ve 1365’e kadar Şam da ikamet ettiğini ve orada vefat ettiğini örnek vererek açıklar.

Kaynakların birçoğunda Kutbuddi’nin ihtiyarlığını ireli sürerek Cürcani’yi okutmadığını kaydeder. Revdül-Cennat sahibi el-İsfahani’nin kaydettiğine göre Seyyid Şerif Cürcani bir süre Kutbuddin’den ders aldığını söyler8. Bir süre okuttuktan sonra Cürcani’nin, zekasının keskinliğini, mantık ve felsefedeki üstün kabiliyetini görünce kendisinin yaşlandığını, meleklerinin zaafa uğradığını onu daha fazla okutamayacağını söyleyerek Mısırda yaşayan zamanın güçlü mantık alimi olan Mübarek Şah el-Mantıkiye gitmesini tavsiye eder9. ANADOLU’YA VE MISIRA SEYAHATİ Seyyid Şerif Cürcani 1365’te Mübarek Şahın yanına gitmek üzere yola çıkar. Anadolu’ya geldiğinde o zamanın güçlü alimlerin den olan Cemaleddin b. Muhammed b. Muhammed Aksarayi’nin ününü duyarak Karaman ülkesine yönelse de yolda Aksarayi’nin bir “el-İdah” adında ki kitabını incelemiştir. Kitabı inceledikten sonra yetersiz bularak beğenmemiştir. Bu olaydan sonra yolunu değiştirmek istese de yanında bulunan arkadaşları Aksarayi’nin takririnin tahririnden daha iyi olduğunu söyleyerek yanına gidip ondan istifade etmesini tavsiye etmeleri üzerine Aksaray’a gitmişidir, oraya vardığında Cemaledin Aksarayi vefat etmiş olur. Cürcani Aksarayi’nin talebelerinden Şemseddin Muhammed el-Fenari ile tanış olarak birlikte Mısır’a gitmişlerdir. Mısır’a vardığında Mübarek şahla görüşerek hocasının yazdığı mektubu kendisine verir. Mübarek Şah Mektubu okuduktan sonra onu okutacağını lakin, özel ders veremeyeceğini, derste konuşmasına ve okumama-

Sadreddin Gümüş, Seyyid Şerif Cürcani (İstanbul: Fatih Yayınevi Matbuası, 1984), s. 83. Sadreddin Gümüş, “Cürcani Ve Haşiye Ale’l-Keşşaf’ı” Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 177. 4 Sadreddin Gümüş, Seyyid Şerif Cürcani (İstanbul: Fatih Yayınevi Matbuası, 1984), s. 84. 5 Aynı eser, s. 84. 6 Aynı eser, s. 84-85. 7 Aynı eser, s. 86. 8 Sadreddin Gümüş, “Cürcani, Seyyid Şerif,”, DİA 8, s. 134. 9 Sadreddin Gümüş, “Cürcani Ve Haşiye Ale›l-Keşşaf›ı” Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 177. 2 3

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

43


sına müsaade etmeyeceğini, sadece dinleyeceğini söylemiştir10. Cürcani bunlara razı olarak derslere devam eder. Anlatılan rivayetlerden birnide Cürcani medreseye bitişik bir odada ders çalışırken o anda medresenin avlusuna çıkıp dolaşan Mübarek Şah odanın penceresine yaklaşarak, Cürcani’nin ders çalışırken okuduğu eseri eleştirdiğini ve itirazlarda bulunduğu ve kendi yorumlarını ekleyerek ders çalıştığını görünce onun ne kadar yetenekli ve güçlü zekaya sahip olduğunu anlamış ve çok sevinmiştir. Bu olaydan sonra Cürcani’ye derslerde okumasına ve konuşmasına izin vermiştir. Mübarek Şah’dan ders aldığı dönemlerde “Metali” şerhine kıymetli bir haşiye yazmış, bu haşiye ona genç yaşta büyük ün ve şöhret kazandırmıştır. Cürcani Kahire’de yaşarken bir tarafta Mübarek Şah’dan akli ilimler tahsis ederken diğer taraftan da Mısır da nakli ilimlerde devrin üstadı kabul edilen Ekmeluddin el-Baberti’den (766-1284) şerri ilimleri öğrenmiştir. MISIRDAN DÖNÜŞÜ Cürcani Mısır da 10 sene kalarak tahsilini bitirdikten sonra İstanbul’a gelmiş ve Anadolu üzerinden memleketine dönmüştür. Başka bir kaynakta Cürcani Kahire’de 4 sene yaşadıktan sonra Anadolu’ya gitmiş oradan’da İran’a dönmüştür11. Cürcani ülkesine dönerken Bursa’ya uğrayarak medreselerini ziyaret ederek medreselerin tedrisatını zayıf bulmuştur. ŞİRAZA GİDİŞİ VE MÜDERRİSLİĞİ Cürcani memleketine döndükten sonra ilimle meşgul olmuş ve müderrislik yapmıştır. Şah Şucar 779-1377 de ordusuyla birlikte Astrabattaki Kasr-ı Zere gelerek bir

süre orada ikamet etmiştir. Cürcani hükümdarın memleketine geldiğini duyarak kendi ilmini başkasının aracılığı olmadan kendi ilmini Hükümdar’a bildirmek istemiş. Bunun üzerine askeri kıyafeti giyerek o zaman da Şah Şucarla sık-sık görüşen ve ona yakınlığıyla bilinen Şark İslam dünyasının en büyük alimi kabul edilen Sadeddin Taftazani’nin yanına giderek kendisinin Mazenderan’dan gelen garip birisi olduğunu lakin iyi bir okçu olduğunu yanında bulunan üç tane oku da göstererek hükümdarın huzurunda atak istediğini Hükümdarla görüşmesini sağlamak için rica etmiştir12. Sadeddin Taftazani bu isteğini kabul eder ve beraber saraya giderler. Cürcani’nin maharetini sultana anlatır ve sultan onu huzuruna kabul ederek maharetini göstermesini ister. Bunun üzerine Cürcani elini cebine sokarak çeşitli ilimlerde müelliflere karşı yazmış olduğu itirazlarla ilgili bir cüz çıkararak benim oklarım bunlardır diye göstermiştir. Şah Şucar Cürcani’nin eserini alıp incelediğinde onun ilimde ne kadar başarılı ve iyi biri olduğunu göstererek Cüracani’ye saygıda bulunarak bir miktar para elbise ve binek vermiştir. Bu olaydan sonra Sadeddin Taftazani aracılığıyla Şah Şucar Kasr-ı Zer’den dönerken Cürcani’yi de beraberinde götürerek medresesine müderris tayin etmiştir. Cürcani bu medrese de 10 sene müderrislik yapmıştır. On sene içinde bir taraftan tedrisata devam ederken bir taraftan da akli ilimler üzerine kıymetli eserler yazmıştır. SEMERKANT’A GÖNDERİLİŞİ Timur 789-1389’da Şiraz’a girmiş ve şehri yağmalayarak talan ettiği sırada Timur’un vezirlerinden biri Cürcani’nin ilim konusunda maharetli

Sadreddin Gümüş, Seyyid Şerif Cürcani (İstanbul: Fatih Yayınevi Matbuası, 1984), s. 88. C. Brokelmann, “Cürcani,” İslam Ansiklopedisi 3, s. 246. 12 Sadreddin Gümüş, Seyyid Şerif Cürcani (İstanbul: Fatih Yayınevi Matbuası, 1984), s. 90. 13 Sadredin Gümüş, “Cürcani Ve Haşiye Ale›l-Keşşaf›ı,” Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, s. 178. 14 Sadreddin Gümüş, “Cürcani, Seyyid Şerif,” DİA 8, s. 135. 10 11

44

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

ve eşi bulunmaz bir alim olduğunu ve bu şehirde yaşadığını öğrenince hürmet ederek evine sığınanlarada merhamet ederek canlarını bağışlar. Timur bunun üzerine Cürcani’yi ülkesine davet etmiştir.13 Cürcani Timur’un teklifini reddetmeyerek ve istemeyerek Şiraz’dan ayrılarak Semerkant’a gitmek zorunda kalmıştır. Cürcani’nin Semerkant’a giderken ailesini yanında götürüp götürmediği hakkında bilgi verilmemektedir. Timur’u İran, Irak, Suriye ve Anadolu gibi İslam aleminin çeşitli bölgelerinde alimleri bulunduran ilim merkezi ve Timur devletinin başkenti olan Semerkant’a gitmiş ve Maveraünnehir alimleriyle münazara da bulunarak Münazaralardaki konuşma ve bilgisiyle üstünlüğünü kabul ettirmiştir. Timur 791’de meclis düzenleyerek mecliste Taftazani ve Cürcani arasında münaza yapılmış, münazaranın sonun’da hakem Cürcani’nin görüşlerinin doğru olduğunu ve munazarayı kazandığını açıklaması Cürcaninin hem oradaki alimlerin hem de Timur’un katında üstün alim olmasının ve şöhretini bir kat daha artmasının kanıtı olmuştur14. Cürcani’nin Peygamber soyundan olması da Timur’un katında üstün tutulmasının sebeplerin den biridir. Timur’un hürmet ve saygısından memnun kalan Cürcani Semerkant’ta kalmaya karar vermiştir. Cürcani Semerkant’ta 18 sene kaldığı sürede birçok eser yazmış ve tedrisatıyla yüzlerce ilim adamı yetiştirmiştir. Timur’un vefatından sonra devlette baş veren kargaşalar yüzünden birçok alimler gibi Cürcani de memleketine geri dönmüştür. Semerkant’ta 18 yılık yaşantısında sonra Şiraz’a geri dönen Cürcani telifat ve tedrisatına devam ederek birçok değerli eser yazmış ve ilim adamları yetiştirmiştir. Vefatıyla ya-


rım kalan eserini oğlu Muhammed tamamlamış bu da Cürcani’nin hayatının sonuna kadar ilimle meşgul oluğunu göstermektedir15. CÜRCANİ’NİN EŞİ VE ÇOCUKLARI Cürcani’nn eşi ve kızıyla ilgili bilgi bulunmamaktadır. Sadece kızıyla ilgili es-Sehavi Mekke’de Cürcani’nin kız tarafından torunu ile karşılaştığını ve ondan dedesi ve eserleri hakkında bilgi aldığını kaydetmesi ve bu kayıt Cürcani’nin bir kız çocuğunun olduğunu ifade eder. Oğlan çocuklarıyla ilgili ise Sicili Osman-i müellifi Mehmet Süreyya onun Şemseddin Muhammed ve Nureddin adında iki oğlu olduğunu kabul etse de diğer bir başka kaynaklar sadece bir oğlu Nureddin Muhammed olduğundan bahsederler16. CÜRCANİ’NİN HOCALARI •

• •

İlk hocası “Miftahu’l-ulum” şarihi en-Nur et-Tavusi ile Muhlisuddin Ebu’l-Hayr Ali b. Kutbuddin eş-Şirazi’dir. Muhammed b. Muhammed Ebu Abdillah Kutbuddin er-Razi et-Tahtani. Muhammed b. Muhammed Ekmeluddin el-Baberti. Hace Alaeddin Attar Muhammed b. Muhammed el-Buhari.

TALEBELERİ •

• •

Kaynaklarda talebeleriyle ilgili pek fazla ilgili bilgi verilmemektedir. Mustafa Paşa b. Muhammed Kaadızade er-Rumi. Fetullah eş-Şirvani, es-Seyyid Ali el-Acemi Fahruddin el-Acemi. Hace Alaeddin Ali-es-Semerkandi.

CÜRCANİ’NİN VEFATI Cürcani 6 Rebiü’l-ahir 816/1413 Çarşamba günü vefat etmiştir17. Cürcani kendisi için Şiraz suru içerisinde Savahan mahallesinde bulunan Cami-i atik yakınındaki Vakip mezarlığında yapılan kubbeli bir kabre defin edilmiştir18. Elimdeki kaynak Cürcani’nin 1453 de öldükten sonra önemli bir büyük kelamcı yetişmediğini kaydeder19. OSMANLI İLİM HAYATINA ETKİSİ İki büyük alimin yazdığı eserler onlardan sonra gelen alimler tarafında okunmuş ve bunlar üzerine birçok haşiyeler yazılmıştır ve bu eserler Osmanlı medreselerinde ders kitabı olarak okutulmuştur. Bunun yanında Taftazani ve Cürcani arasındaki fikir tartışmaları Osmanlı devletini etkilemiştir. Osmanlı hatta İslam alimlerinin ikiye ayrılmasında bu tartışmalardaki fikir ayrılığıdır20. Osmanlıda ulemaları ikiye ayrılmasına aralarındaki tartışmalar yüzünden birbirlerine darılmaları II. Mehmet’in ilgisini çekmiş ve bu tartışmaları desteklemiştir. Osmanlı ilim hayatının gelişmesinde Mısır, Suriye, İran, Maveraünnehir bölgelerindeki ilim ve kültür merkezlerinde faaliyetlerde buluna ister alim ister öğrencilerin yazdıkları eserlerin büyük katkıları olmuştur. Bu eserler den Ekemeleddin, Mübarek Şah, Sadeddin Taftazani (1390), Seyyid Şerif Cürcani (1413), Aslen Bursalı olmakla bilinen Semerkant’ta yerleşen Kadızade Rumi (1440), İbn Hacer el-Askalani (1449), Abddurrahman Cami (1492), Celaleddin Devvani (1402) isimlerini saya biliriz21. Bu alimler Timur’un ölümünden sonra kargaşalar yüzünden memleketle-

rine geri dönmüşlerdir. Timur’un düzenlediği meclisteki münazarada Taftazani’nin yenmesi ve bu yüzden iki alimin arasının açılması hatta Timur’un Cürcani tarafını tutması üzerine Taftazani’nin buna açanı sıkıldığı ve bu yüzden vefat ettiği sanılmaktadır22. Razi geleneğinin takipçileri olan ve İslam dünyasında oldukça iyi tanına Taftazani ve Cürcani ilmi çevreler tarafından otorite olarak kabul edilmiştir. Yazdırdıkları eserler ulema arasında büyük rağbet görmüş ve medreselerde uzun süre okutulmuştur Anadolu Türkistan ve İran da yetişen bazı alimler icazetnamelerindeki ilim silsilesi yoluyla Taftazani ve Cürcani’ye bağlanmışlardır bu etki Osmanlıya da yansımıştır. Sadeddin Taftazani ve Cürcani etrafında şekillenen ilmi geleneğin ve felsefi tartışmalar Osmanlı ülkesine intikalinde bu alimlerden tahsilini tamamlayan öğrencilerin büyük rolü olmuştur. Osmanlıdan orta Asya’ya tahsil ve ihtisas için gidenler ve aslen Türkistanlı ve İranlı olup geçici bir süre için Osmanlıda bulunanlar olarak iki gruba ayıra biliriz. İlk grubu oluşturan alimler Anadolu’da belli bir eğitim sonunda ilmi alt yapı bilgi elde ettikten sonra Orta Asya bölgesine giderek burada sözü edilen ulemanın ya da onların öğrencilerinin çevrecisinde bulunmuşlar ve birkaç yıl tahsil aldıktan sonra Osmanlıya dönmüşlerdir. İkinci grubu oluşturan alimler ise Türkistan ve İranlı ulema ise Osmanlı topraklarında daha çok 15. Yüzyılın ilk yarısından itibaren görülmeye başlar. Siyasi ve sosyal sıkıntılardan kaynaklanan bazı faktörlerin etkisiyle Osmanlı hayatındaki ilim ve

Sadreddin Gümüş, Seyyid Şerif Cürcani (İstanbul: Fatih Yayınevi Matbuası, 1984), s. 93. Aynı eser, s. 113. 17 Kaynaklar farklı tarihler söylese de çoğunluğu bu tarihi kaydettiği için kullandığım kaynakta da bu tarih verilmiştir. 18 Sadreddin Gümüş, “Cürcani Seyyid Şerif,” DİA 08, s. 136. 19 Süleyman Uludağ, Taftazani-Kelam İlimi Ve İslam Akaidi (Şerhu›l-akaid) (İstanbul: Dergah Yayınları, 1980), s. 3. 20 İsmail Çiftçioğlu, “XV. Yüzyıl Osmanlı İlim Hayatında Sadeddin Taftazani Ve Seyyid Şerif Cürcani Etkisi,” (makale), s. 94. 21 Aynı eser, s. 88. 22 Aynı eser, s. 87. 15 16

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

45


kültürün belirleyici olduğu görülüyor. Orta Asya ulemalarından eğitim alan öğrencilerin eğitimlerini tamamladıklarında Taftazani ve Cürcani’nin fikirlerine de hâkim olmuş oluyorlardı. Bu öğrencilerin bu iki alimin fikirlerinin Osmanlıda yayılmasında etken rol oynamışlardır. Taftazani ve Cürcani arasındaki fikir ayrılıklarının nedeni Seyyid Şerif Cürcani akli ilimlerle yanaşı tasavvufi ve batini fikirlere önem verirken, Taftazani zahire itibar ederek heterodoks anlayıştan uzak durmaya çalışmıştı. Muhyiddin Arabi’nin vahdet-i vücut düşüncesine karşı çıkan ve reddiyeler yazan Taftazani’ye karşılık Cürcani bu fikirleri benimseyerek savunmuştur23. Seyyid Şerif Cürcani ve Sadeddin Taftazani’nin fikir ayırımları Osmanlı padişahlarını da etkilemiştir. Buna örnek olarak II. Mehmedi göstere biliriz ki bu büyük alimlerin görüşlerini hafife alan bazı ulemalardan hoşnut olmamıştır. Buna’da örnek verecek olursak dönemin seçkin ulemaları Molla Zeyrek kendisini Seyyid Şerif Cürcani’den üstün olduğunu söyleyerek övünmüş bu durum padişahın hoşuna gitmeyerek onunla münazara yapması için Bursa’dan Hocazade’yi çağırtırmıştır24. Munazara yedi gün sürmüştür. Munazarayı Hocazade yenerek padişahtan büyük taktir görmüştür. Seyyid Şerif Cürcani ve Sadeddin Taftazani’nin birçok eserleri Osmanlının bazı medreselerinde tekrar-tekrar okutulmuştur. Örnek verecek olursak Bursa’da tahsilini tamamladıktan sonra Yıldırım Bayezid Medresesinde önce danişmend, sonrada asistan olan Beşir oğlu Mehmed, bu görevi sırasında Cür-

cani’nin Metali Haşiyesi’ni otuz altı defa okumuştur25. Sadeddin Taftazani ve Seyyid Şerif Cürcani’ye ait eserlerin üzerine Osmanlı alimleri tarafından yazılan şerh ve haşiyelerin de medreselerde büyük rağbet görmüştür. Alaeddin Arabi’nin öğrencilerinden olan çeşitli medreselerde müderrislik yapan ve Edirne’deki ikamet ettiği sırada vefat eden Mehmed Samsuni’nin Seyyid Şerif Cürcani’nin Şerhu’l-Miftah ve Haşiyetü’t-Tecrid’i ile Sadeddin Taftazani’nin Telvih’ine yazdığı haşiyeler, Osmanlı medreselerinde okutulan önemli eserlerden biridir26. Seyyit Şerif Cürcânî’nin Şerhu’l-Mevâkıf eseri, Adududdin el-İcî’nin el-Mevâkıf adlı eserine yazıdığı bir şerhtir. Eser, “mevkıf” adı verilen altı “mersad”, “maksad”, “mezheb”, “fasl”, “nev’”, “kısım” başlığı taşıyan alt ana bölümlerden oluşmaktadır. “Birinci mevkıf, kelsm ilminin tanımı, konusu, önemi ve yararı; bilginin tanımı, kaynağı ve türleri, akıl yürütmenin (nazar) tanımı ve şekilleri (kıyas, istikrâ, temsil v.b.), öncül, delil ve çeşitleri gibi aslında mantığın konuları olan meseleleri içermekte ve eserin giriş bölümü mahiyeti taşımaktadır. İkinci mevkıfın konusu, “el-umûru’l-âmme” olarak isimlendirilen ilimlerin sınıflandırılması, varlık, yokluk, mahiyet, kavramlar, zorunluluk, imkân ve imkânsızlık, öncesizlik, sonradanlık, birlik, çokluk, sebep ve sebepli gibi metafiziğin ve kısmen de kelâmın temel kavramlarıdır. Üçüncü mevkıfta ise “el-a’râz” ana başlığı altında kelâmcı ve filozoflara

göre arazın tanımı ve kısımları, nicelik, nitelik, nisbet, izâfet, zaman, mekân gibi kategorilerle beş duyu gücüne konu olan nesneler ele alınmıştır. Dördüncü mevkıfta, cismin tanımı, mahiyeti, madde ve sûret, basit cisimler ve dört unsur, birleşik cisimler, felekler teorisi, Güneş sistemi ile ay ve güneş tutulması, nefsin varlığı ve çeşitleri ile akıl ve kısımları gibi fizik ve psikolojinin temel konuları “el-cevâhir” başlığı altında incelenmiştir. Beşinci mevkıf, “ilâhiyât” üst başlığı ile mersad alt başlığını taşıyan beş alt bölüm halinde Allah’ın varlığı, birliği, sıfat ve fiilleri gibi klasik kelâmın temel konularına, altıncı mevkıf ise aynı şekilde klasik kelâmın “sem’iyyât” adı altında toplanan nübüvvet, meâd, iman ve inkâr ile imamet bahislerine ayrılmıştır27.” Şerhu’l-Mevâkıf, Osmanlı medreselerinin temel kaynaklarından ve ders kitaplarından biri özelliğine sahiptir. Eserin içeriğine bakıldığında, klasik kelâmın problemleri ile Meşşâî felsefeye ait kavramların bir bütünlük içinde değerlendirildiği ve hatta zaman zaman tasavvufî ve Bâtınî izahlara yer verildiği görülmektedir (Hatice Toköz, 123-154.). Ayrıca bu eser, temel kaynak konumunda bulunmasından dolayı Osmanlı bilginleri tarafından üzerine kırka yakın hâşiye kaleme alınmıştır. Seyyid Şerif Cürcânî’nin bu eseri, Fahreddîn Râzî çizgisinin izlenerek kaleme alınan ve Osmanlı medrese eğitimi müfredatı içinde kelâm sahasında ileri derecede okutulan bir eserdir28.

İsmail Çiftçioğlu, “XV. Yüzyıl Osmanlı İlm Hayatında Sadeddin Taftazani Ve Seyyid Şerif Cürcani Etkisi,” (makale), s. 94. Aynı eser, s. 95. 25 Sadreddin Gümüş, Seyyid Şerif Cürcani (İstanbul: Fatih Yayınevi Matbuası, 1984), s. 107. 26 Sadreddin Gümüş, “Cürcani, Seyyid Şerif,” DİA 08, s. 136. 27 Hatice Toköz, Osmanlı’nın Klasik Döneminde Felsefe ve Değeri (Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü), Değerler Eğitimi Dergisi, 5(13), 123-154. 28 Aynı eser, s. 145. 23 24

46

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi


ভালোবাসা...

Aşk…

ভালো লাগা, সে তো শ্রাবণ রাতে টিনের চালে ঝুমঝুম বৃষ্টির শব্দ।

sevgi, srabon gecesinde demir çatıda yağmur sesi,

ভালো লাগা, সে তো আশ্বিনে ধলেশ্বরীর পাড়ে ফোটা কাশফুলের সফেদ চাঁদর।

sevgi, aşşin ayında dhöleşşori kenarındaki sazlığın beyaz ridâsı,

ভালো লাগা, সে তো কার্তিকের রাতে উঠোনে দাঁড়িয়ে দেখা দ্বাদশীর চাঁদ।

sevgi, kartik gecesinde avludan baktığım ay,

ভালো লাগা, সে তো অগ্রহায়ণের পড়ন্ত বিকেলে সন্ধ্যার কলকল ধ্বনি।

sevgi, ograhayon akşamında şondha’nın dalga sesi,

ভালো লাগা, সে তো পৌষের সকালে ঘাসের ডগায় নেচে বেড়ানো নরম রোদ।

sevgi, poğuş sabahında çim ucunda oynayan güneş,

ভালো লাগা, সে তো ফাগুনের দিনে আগুনের রঙে রাঙা কৃষ্ণচূ ড়ার ডাল।

sevgi, fagun ayında ateşle renklenen krişnoçura,

ভালো লাগা, সে তো চৈত্রের দুপুরে প্রেয়সীর খোঁজে ক্লান্ত ঘুঘুর ডাক।

sevgi, çöitro öğlesinde sevgilisini aramaktan bıkan kumrunun sesi,

আর ভালোবাসা? সে তো কোনো এক নামহীনার জন্য উৎসর্গিত ঘুমহীন রাত...

ama aşk? adı bilinmeyen sevgilim için feda ettiğim uykusuz geceler…

Toha Hawlader Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Hukuku Yüksek Lisans Bangladeş

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi

47


BUNLARI BİLİYOR MUSUNUZ?

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, İstanbul Anadolu yakasında faaliyet gösteren bir sivil toplum kuruluşudur.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, Uluslararası Dernekler Federasyonu (UDEF) kurucu üyesidir.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, ülkemize misafir olarak gelen uluslararası öğrencilere din, dil, ırk ve kültür ayrımı yapmaksızın Mihmandarlık misyonunu benimsemiş bir kuruluştur.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, İstanbul Anadolu yakasında eğitim gören uluslararası misafir öğrencilere eğitim ve rehberlik faaliyetleri ile bilinçlendirme çalışmaları yapmaktadır.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, İstanbul Anadolu yakasında bulunan 24 Üniversite’de çalışma yapmaktadır.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, konferanslardan halı saha maçlarına, tarihi gezilerden eğitim kamplarına ve turnuvalardan bilgi yarışmalarına kadar aylık 30’dan fazla faaliyet yapmaktadır.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, Ramazan ayında ortalama 3000 uluslararası misafir öğrenciye iftar vermektedir.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği’nin çalışma yaptığı İstanbul Anadolu yakasında farklı coğrafyalardan toplam 6298 uluslararası misafir öğrenci bulunmaktadır.

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği, kurulduğu günden bu yana yüzlerce uluslararası misafir öğrenciyi mezun etmiş ve ülkesine göndermiştir.

48

Mihmandar Uluslararası Kültür & Düşünce Dergisi


ULUSLARARASI 2012

ÖĞRENCİ DERNEĞİ

International Student Association

MİHMANDAR

ULUSLARARASI ÖĞRENCİ DERNEĞİ

INTERNATIONAL STUDENT ASSOCIATION ‫ﺟﻣــــﻌـﯾــﺔ اﻟـطـــــــﻼب اﻟـــدوﻟـــــﯾـــﺔ‬

Mihmandar Uluslararası Öğrenci Derneği Uluslararası Öğrenci Dernekleri Federasyonu (UDEF) üyesidir.



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.