Umman Dergisi 2. sayısı

Page 1



ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM-HATİP LİSESİ YAYIN VE İLETİŞİM KULÜBÜ YAYIN ORGANIDIR. Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve İmam-Hatip Lisesi adına sahibi Kadir GEZER Okul Müdürü Genel Yayın Yönetmeni Necati KARADAĞ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Yayın Kurulu Hüsna BAKA Feyza GÜRSOY Kevser TÜRKYILMAZ Ömer Faruk ÖZCAN Danışma Kurulu Ali ÇİNİCİ Türk Dili ve Edb. Uzman Öğretmeni Cemâl TEMİZCE Türk Dili ve Edb. Uzman Öğretmeni Hüseyin TUNCA Türk Dili ve Edb. Öğretmeni Mustafa CAN Kimya Öğretmeni Kapak Resmi Faruk AKKIRAÇ Grafik Tasarım Faruk AKKIRAÇ Yazışma Adresi Umman Dergisi Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi ve İmam-Hatip Lisesi ADAPAZARI Telefon : 0264 274 34 60 Fax : 0264 277 37 62 Web : www.adapazariihl.com e-mail : ummandergisi@mynet.com Türü Yerel Süreli Yayın Yayın Tarihi 19 Ocak 2009 Yapım NİLÇİZGİ OFSET LTD. 0264 281 40 82 Adapazarı www.nilcizgi.com

içindekiler 6 12 14 20 24 28 33 34 38 41 43 44 46

Prof.Dr. Ali ERBAŞ ile röportaj Hüsna BAKA / Feyza GÜRSOY / Kevser TÜRKYILMAZ / Ö.Faruk ÖZCAN Neden Dini Bir Eğitim Arif KÖSE İmam Hatip’li Ol(ama)mak Orhan ÇOLAK İlim Sahiplerinin Üstünlüğü İsmail KARABACAK Issız Adam Hüsna BAKA Yürek İster Kevser TÜRKYILMAZ Cevabınız Evet mi? Melike DERMAN Karanlığın Gece Lambaları Feyza GÜRSOY Rüzgara Karşı Zaman Yolculuğu BURSA - Hüsnü BAKA İçimizdeki Ses Rümeysa EKİNCİ şer-it Cemal TEMİZCE Haber Ummanı

Bulmaca

Bu dergi Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisi ortaöğretim kurumları sosyal etkinlikler yönetmeliğinin 24. maddesi doğrultusunda hazırlanmıştır.

1

umman


Vizyonumuz

Misyonumuz

Sürekli gelişen ve değişen bilgi çağında, bütün gelişim ve değişimleri eğitim ortamına uygulayarak; eğitimöğretimin bütün unsurlarını, kalitenin bağımsız değişkenlerini kabul edip, gelecek beş yıl içerisinde okulumuzu Sakarya’nın en başarılı okulu yapmaktır.

Öğrencilerimizi beden, zihin, ahlâk, ruh ve duygu bakımından dengeli ve sağlıklı şekilde gelişmiş bir kişiliğe ve karaktere, hür ve bilimsel düşünme gücüne, geniş bir dünya görüşüne sahip, insan haklarına saygılı, kişiliğe ve teşebbüse değer veren, topluma karşı sorumluluk duyan bireyler olarak mesleğe ve yüksek öğretime hazırlamaktır.

Amaçlarımız Atatürk İlke ve İnkılaplarına ve Anayasada ifadesini bulan Türk Milletinin millî, ahlâkî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren, ailesini, vatanını ve milletini seven, insan haklarına, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren yurttaşlar olarak yetişmek. “İki günü bir olan ziyandadır” prensibini unutmamak ve daima gelişmeyi ve yenilenmeyi tüm süreçlere hakim kılmak. İletişim, sevecenlik, takım ruhu ve güvene dayalı kişisel ilişkileri geliştirmek. Öğretmenler olarak lise çağına kadar gelmiş öğrencilerin öğrenebilir ve başarabilir olduklarına inanmak ve bıkmadan, usanmadan öğrencilerimizin bilgi ve beceriyi kazanmalarına yardımcı olmak. Ödül ve disiplin yönetmeliğini öğrencilere hatırlatarak, öğrencilerin disiplin kurallarına aykırı davranmalarını önlemek, sorun olacak ve sorunları olan öğrencilere gerekli rehberliği yaparak olgunlaşmalarını sağlamak. Sosyal ve kültürel faaliyetlere öğrencilerin et-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

kin katılımını sağlamak. Her türlü zararlı alışkanlıkları, alışkanlık olabilecek, içki, sigara, kumar, zina, uyuşturucu madde gibi durumların olumsuzlukları anlatılarak uzak durulmasını ve dini yönde de izahı yapılarak topluma bu konularda da bilgili ve dengeli bireyler olarak kazanılmasını sağlamak. Yine her türlü yıkıcı, bölücü, ideolojik faaliyetlerden uzak durmasının gereğini anlatıp, birlik ve beraberlik temeli üzerine ülkemize hizmet esasını benimsettirmek, Velilerle işbirliği yapılarak duyarlı hale gelmelerini, çocuklarının eğitim-öğretim gördükleri kurumlara sahip çıkmalarını sağlamak. Üniversitelerle işbirliği kurularak akademik çalışmanın sevdirilmesini ve özendirilmesini ve böylece araştırmacılığın öneminin kavratılmasını sağlamak. Toplumsal dayanışma ve yardımlaşmayı esas almak. Her türlü doğal afetlerde sorumluluk ve görevlerin bilinmesi, yeri ve zamanı geldiğinde tereddüt etmeden görevini yapan kişiler olmak.

2


sözbaşı

Kadir GEZER Okul Müdürü

Saygıdeğer dostlar, kıymetli öğrenciler, Yazıma İmam-Hatip Liseleri’nin kuruluşunun 50. yılında siz değerli nesle hitap etmenin hazzı ve gururunu yaşadığımı ifade ederek başlamak istiyorum. İmamHatip Liseleri halkın sevgisine, maddi-mânevi desteğine mazhar olmuş müstesna kurumlardır. Bu okullar, milletin kurumaya yüz tutan ruh köküne verilen can suyu olmuştur. Bugün ülkemizdeki mânevi gelişimin, İslâmî ilimlerdeki yükselişin temelinde bu okullar vardır. Asil milletimize sayısız ve sınırsız olumlu katkılarda bulunan İmam-Hatip Liseleri’nin sadece dün değil, bugün de, hatta yarın da çok önemli görevleri bulunmaktadır. Sevgili gençler, Milli şâirimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Âsım’ın nesli“ diye tarif ettiği İmam-Hatipliler, yani sizler geçmişten çok iyi dersler çıkartıp memleketimizin güzel insanlarını başarılı bir geleceğe taşıyacak model ve örnek insanlarsınız. Omuzlarınızdaki yük Kurân-ı Kerim’de ifadesini bulan şekliyle diğer tüm varlıkların kabul edemediği tarzda çok ağır ve o denli asildir. Bağrından Mevlânâlar, Akşemseddinler, Yunuslar gibi toplum mimarlarını çıkartan bu milletin evlâdı olarak ana ve değişmez ilkemiz, yaratılanı yaratandan dolayı sevmek olmalıdır. Hocasının atının nalından sıçrayan çamuru şeref kabul eden komutanların nesli olarak, kimliğimizi çok iyi bilmeli ve gereğini yapmalıyız. İnsanlığın rehberi Sevgili Peygamberimizin evrensel prensipleri bütün dünyamızı kuşatmalı ve yaşantımızın bütün safhalarında egemen olmalıdır. Yollarımıza dikenler atan ve bizi yok etmeye gelenler bizde hayat bulmalıdır. Öyle bir diriliş olmalı ki bu; hoşgörü, sevgi, af ve merhametin sınırsız bir şekilde zirve yaptığı örnek insanla tanışma gerçekleşmelidir. Şayet bizler bu güzel duyguları yaşamazsak, asla yaşatamayız. Çünkü yaşanmayan amel yaşatılamaz. İşte o zaman yanlış, sapık tarz ve üsluplar bizim hayatımıza hâkim olur ki bu hem neslimizin, hem de toplumumuzun çöküşü demektir.

3

Değerli gençler, yarım asır önce eğitim öğretime başlayan İmam-Hatip Liseleri’nin tarihi seyrini ilk günden bugüne kadar çok iyi tahlil etmek zorundayız. Milletimizin bu kurumların varlığı ile nasıl rahat nefes aldığını, yüzünün güldüğünü, içinin nasıl huzur ve mutlulukla dolduğunu hiç ama hiç aklımızdan çıkarmamalıyız. Evet; o gün insanların ekonomik durumları çok zayıf, ayakkabıları çarık, elbiseleri yamalı, çorapları eski, ceplerindeki paraları bir öğünlük idi. Ancak yürekleri sağlam, amelleri sâlih, ibadetleri makbul, duaları muteber, birbirlerine olan güven, saygı ve muhabbetleri düşmanlara bile parmak ısırtacak kadar ulvi ve yüce idi. Bu güzel insanların şaşmaz hedefi; kendileri gibi düşünmese de tüm insanları kucaklamak, bizzat örnek yaşantı göstererek hak ve doğru düşünceyi yaşayan canlı örnek olarak onlara sunmaktı. Sözlerimi burada noktalarken dergimizin bu sayısında emeği geçen tüm öğretmenlerimize, öğrencilerimize ve maddi desteğini esirgemeyen yardımsever dostlarımıza sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, gençlerimize ışık tutacağını düşündüğüm şu cümlelerle sizleri Allah’a emanet ediyor, hürmet ve saygılarımı sunuyorum. Ne mutlu, ömürleri bittiği halde öğrenme ve öğretme arzuları bitmeyenlere… Ne mutlu, “ölürsek ölürüz, sorun değil ama kitabım bitmedi” diye üzülenlere… Ne mutlu, sınıfa bir mabede girer gibi edeple, hürmetle girenlere… Ne mutlu, her engele rağmen hedefe ulaşma aşk ve şevki tükenmeyenlere... Ne mutlu, ilim yolculuğunu ömür boyu sürdürenlere…

umman


Atatürk’ün Balıkesir hutbesi Gazi Mustafa Kemal’in 07 Şubat1923 tarihinde Balıkesir Zagnos Paşa Camiinde verdiği hutbe...

Ey Millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allahın esenliği, sevgisi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenabı Hak tarafından insanlara dini gerçekleri duyurmaya memur ve elçi seçilmiştir. Temel kanunu, hepimizce bilinmektedir ki, yüce Kur’an’daki mânâsı açık olan ayetlerdir. İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. En mükemmel dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe uymamış olsaydı, bununla diğer ilahi tabiat kanunları arasında çelişki olması gerekirdi. Çünkü tüm evren kanunlarını yapan Cenabı Hak’tır. Arkadaşlar; Cenabı Peygamber çalışmasında iki yere, iki eve sahip bulunuyordu. Biri kendi evi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamber’in mübarek yolunda bulunduğumuz bu dakikada milletimize; milletimizin bugününe ve geleceğine ait hususları görüşmek maksadıyla bu kutsal yerde Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna eriştiren Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu fırsat ile büyük bir sevab kazanacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmasının gerekli olduğunu düşünmek yani konuşup tartışmak, danışmak için yapılmıştır. Millet işlerinde her kişinin zihnini ayrı ayrı faaliyette bulunması zorunludur. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz ve bağımsızlığımız için, özellikle egemenliğimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Milli amaçlar, milli irade yalnız bir kişinin düşünmesinden değil, milletin bütün kişilerinin arzularının, emellerinin sonuçlarından ibarettir. Bundan dolayıbendenneöğrenmek,nesormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim. Hutbeler hakkında sorulan sorudan anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin şekli, milletimizin duygusal fikirleri ve lisanı ile medeni ihtiyaçlarıyla uygun görülmektedir. Efendiler, hutbe demek topluma hitab etmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım

4


kavram ve manalar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi söyleyen hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber’in hayatta olduğu mutlu dönemlerde hutbeyi kendisi söylerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek, dört halifenin hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek dört halifenin söylediği şeyler o günün sorunlarıdır, o günün askeri, idâri, mâli ve siyasi, sosyal konularıdır. İslam toplumunun çoğalması ve İslam ülkeleri gerilemeye başlayınca, Cenabı Peygamber’in ve dört halifenin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin söylemelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri bildirmeye birtakım kişileri memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük ve ileri gelen kişiler idi. Onlar camilerde ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı aydınlatmak ve doğru yolu göstermek için bir şart lâzımdı. O da milletin lideri olan kişinin halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı genel durumdan haberdar etmek son derece önemlidir. Çünkü, her şey açık söylendiği zaman halkın beyni faaliyet halinde bulunacak iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli yaptılar. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünün gereklerine ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah sıfatını taşıyan despotların arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden amaç halkın aydınlatılması ve ona yol gösterilmesidir, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hatta bin yıl önceki hutbeleri okumak, insanları cahillik ve çağın gerisinde bırakmak demektir. Hatiplerin normal olarak halkın günlük kullandığı dil ile konuşmaları gereklidir. Geçen yıl Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki “Minberler halkın akılları, vicdanları için bir ilim irfan kaynağı, ışık kaynağı olmuştur.” Böyle olabilmek için minberlerde söylenecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması, ilim ve fen gerçeklerine uygun olması lazımdır. Hutbeyi verenlerin siyasi olayları, sosyal ve me-

5

deni olayları her gün izlemeleri zorunludur. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış aşılamalar yapılmış olur. Bu nedenle, hutbeler tamamen Türkçe ve günün gereklerine uygun olmalıdır. Ve olacaktır.

sen Ey ömrünü bir gayeye vakfeyleyen insan, Göğsündeki imanına mazi bile hayran! .. Tebrik ediyor, bak seni, mabedler ezanlar, Ey Hak yolunun yolcusu: Kurban sana canlar! .. Oldukça o yüksek idealler sana hakim, Sarsılmayan imanına zincir vuracak kim! Alkışlıyor iclalini göklerde melekler, Atide nesiller, senin irşadını bekler! .. İnsanlığa örnek ideal ufkuna yüksel; Kopsun seni artık, canevinden vuracak el! .. Dünyalara hükmettiğimiz günleri yad et... Mabedleri, kürsileri, minberleri şad et... Ey şanlı emel kaynağı, Nur çehreli yıldız! .. Ruhumdan kopan fırtınalar senden alır hız! .. Ali Ulvi Kurucu

umman


R

Ö

P

O

R

T

A

J

İmam Hatipler bizim çiçek tarlamız... Dergimiz adına arkadaşlarımız Feyza GÜRSOY, Kevser TÜRKYILMAZ, Hüsna BAKA ve Ömer Faruk ÖZCAN’ın Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.Dr. Sayın Ali ERBAŞ ile yaptıkları röportaj... Hocam sizi tanıyarak başlayalım röportajımıza. Kendinizden, geçmişinizden bahsedebilir misiniz? Evet, Profesör Doktor Ali Erbaş; 1961, Ordu doğumluyum. 1980 yılında sizin de şu an okuduğunuz Sakarya İmam Hatip Lisesi’ni bitirdim. 1984 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni bitirdim. Ve aynı fakültede yüksek lisans ve doktoramı tamamladım. 1993 yılında, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde Dinler Tarihi doktoru oldum. Aynı yıl Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne yardımcı doçent olarak atandım. 1997–98 yıllarında Fransa’da, Paris’te misafir öğretim üyesi olarak bulundum ve doçentlik çalışmalarımı yaptım. 1998 yılında doçent oldum ve 2004 yılının başında profesör oldum. 2006 yılının Nisan ayından beri de fakültenin dekanlığını yürütmekteyim. Hocam ilahiyat kelimesi neyi ifade eder, ilahiyat nasıl bir kurumdur, biraz bunlardan bahseder misiniz? İlahiyat; din bilimlerini içeren bir ifade aslında. Yani belki batılıların teoloji dedikleri tanrı bilimin karşılığı. Ya da batılılar ilahiyatı teoloji olarak mı karşılıyorlar yoksa biz ilahiyatı teolojinin bir çevirisi olarak mı kullanıyoruz diye sorarsanız galiba biz ilahiyat kelimesini teolojinin çevirisi olarak kullanmışız. Tanrıbilim olarak Türkçeye çevriliyor. Din bilimleri demek daha doğru olur. Yani ilahiyat bilimleri, ilahi bilimler, dine dayalı bilimler; bunun içerisinde Temel İslam Bilimleri var, Felsefe Din Bilimleri var, İslam Tarihi Sanatları Bilimleri var. Bugün çeşitli anabilim dalları altında toplanan ve fakültenin temelini oluşturan dersleri okuyoruz. Anabilim dalları çeşitli dersleri kendi içerisinde gruplandırıyor hepsi üst çatı itibariyle İlahiyat Bilimleri olarak değerlendiriliyor. Türkiye’de ilahiyat fakültelerinin tarihçesi ve Sakarya İlahiyat Fakültesi’nin tarihçesi hakkında bilgi verir misiniz?

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Türkiye’de ilahiyat fakültelerinin tarihçesi 1949 yılına kadar gidiyor. 1949 yılında ilk defa Ankara İlahiyat Fakültesi kuruluyor. Daha sonra, 1960’lı yıllarda zannediyorum, belki 50’li yıllarda da olabilir, tam tarihini bilemiyorum, Yüksek İslam Enstitüleri kuruluyor. Ve ilahiyat fakültesi Ankara Üniversitesi’ne bağlı, Ankara İlahiyat Fakültesi. Ama Yüksek İslam Enstitüleri Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü’ne bağlanmış, yani bugün sizin okulunuzun da bağlı olduğu bir kurum, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü. 1982 yılında, YÖK yani Yüksek Öğretim Kurulu kararıyla Yüksek İslam Enstitüleri İlahiyat Fakültelerine dönüştürülüyor. Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne bağlı bir İslami İlimler Fakültesi vardır farklı olarak, o da Yüksek İslam Enstitüsü ile birleştiriliyor ve ilahiyat fakültesi kuruluyor. Daha sonra 1992 yılında Türkiye’de on beş kadar yeni ilahiyat fakültesi kuruluyor. Daha önce sekiz ilahiyat fakültesi vardı. On beş daha, yirmi üç ilahiyat fakültesine çıkarılıyor. Bizim fakültemiz de 1992 yılında yeni kurulan o on beş ilahiyat fakültesi ile birlikte kuruluyor. 1993 yılında ilk defa eğitim öğretime başladık. 1998 yılında ilk mezunlarımızı verdik. Demek ki 1998 -2008; on birinci mezunlarımızı vermişiz. Bu şekilde devam ediyoruz. Hocam biliyorsunuz Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde medreselerde pozitif ilimler de okutulmaya başlandı. Bununla birlikte pozitif ilimlerle dini ilimlerin öğrencilere beraber sunulduğu eğitim kurumları hayal edilmeye başlandı. Bu bağlamda ilahiyat fakültelerinin ve imam hatip liselerinin bu hayalin gerçekleşmiş, vücut bulmuş şekli olduğunu söyleyebilir miyiz? Söyleyebiliriz. İlahiyat fakülteleri günümüzde gerçekten çok büyük fonksiyon icra ediyor. İmam –hatip liselerinden gelen öğrencilerimizi çok farklı alanlarda yetiştirmeye çalışıyoruz. Osmanlı’nın son dönemlerinde, bugün İstanbul Üniversitesi’ne denk gelen İstanbul Darül

6


Fünunu’nda ilahiyat bilimleri okutulmuş. Yani İslami bilimler diyebileceğimiz bilimler okutulmuş. Ama sadece Darül Fünun çerçevesinde. Önceden medreseler daha çok Temel İslam Bilimleri diyebileceğimiz bilim dallarında eğitim öğretim vermişler. Belki İslam felsefesi alanında, tasavvuf alanında çalışmalar yapmışlar. Bugün bütün onların toplamı bizim ilahiyat fakültelerimizde gerçekleştiriliyor. Şöyle söyleyelim; bugün istediğimiz anlamda, dört başı mamur din âlimi yetiştirme noktasında, lisans döneminde yeterli olduğumuzu söylemek çok iddialı olur. Ama daha sonra, lisans sonrası, yüksek lisans ve doktora ile bunları tamamlıyoruz. Yüksek lisans ve doktora ile yetiştirdiğimiz ilim adamları yüz sene önce özlenen ilim adamlarını karşılar mı karşılamaz mı bu tartışılır ama çok iyi elemanlar, çok iyi ilim adamları da yetişiyor ilahiyat fakültelerinden. Bu müesseselerden gerçekten Türkiye’den dünyaya örnek gösterebileceğimiz çok iyi âlimler yetişmiştir. Hem eski Yüksek İslam Enstitüsü dönemlerinden, hem de daha sonraki İlahiyat Fakültesi dönemlerinden bugün göğsümüzü kabartan çok iyi âlimler, ilim adamları yetişmiştir. Hocam bir de Ortaçağ’dan beri devam eden bir tartışma var, pozitif ilimlerle dini ilimlerin birlikteliği, din ve bilim çatışması hakkında. Siz bu tartışmalar ışığında ilahiyat fakültelerinin verdiği eğitimi nasıl tanımlıyorsunuz? Şimdi bir kere ilahiyat fakültelerinde din bilimleri dersleri okutuyoruz ama ağırlıklı olarak Temel İslam Bilimleri dersleri var. Dolayısıyla İslam’ın bilim noktasındaki tavrına burada değinmemiz lazım. İslam ilime, bilime her zaman önem veriyor. Hatta İslam’da bir ayrım da yok. İlim deyince bunun içerisine matematik de giriyor, Kuran ilimleri de giriyor, fen bilimleri de giriyor. Yani İslam’da müspet ilimler, dini ilimler ayrımı yapılmış. Ama hiçbir zaman dini ilimlerle meşgul olanlar müspet ilimlerden uzak kalmamış, müspet ilimlerle meşgul olanlar da dini ilimlerden uzak kalmamış. Birkaç örnek verecek olursak mesela İbni Sina; bizim kültürümüzün çok önemli bir siması. İbni Sina tıpta ne kadar ileri gitmişse Kuran ilimlerinde de o kadar ileri gitmiştir. İbni Rüşd; müspet ilimlerde kendisini ne kadar geliştirmişse, dini ilimlerde de o kadar geliştirmiştir. İbni Haldun öyledir, Gazali öyledir. Son dönem İslam âlimlerinden örnekler verecek olursak, Osmanlı medreselerinin son dönem âlimlerinden Elmalılı Mehmet Hamdi Yazır’ı hepimiz biliyoruz. Bugün tefsirini okuyoruz. Tefsirini okuduğumuz zaman hem fen bilimleriyle ilgili, müspet bilimlerle ilgili, hem dini ilimlerle ilgili bilgiler verdiğini görüyoruz. İlahiyat fakülteleri tamamen müspet ilimlerden uzak oluşturulmuş fakülteler değil. Bizde din ve felsefe bilimleri adı altında felsefe var, psikoloji var; bunlar sosyal bilimler. Ha şöyle bir ayrım yapabiliriz; sosyal bilimler, fen bilimleri. Bugün üniversitelerin teşekkülü fen bilimleri, sosyal bilimler ve sağlık bilimleri üzerine oluşturulmuştur. İlahiyat fakülteleri sosyal bilimler bünyesinde yer almaktadır. Mesela bi-

7

zim üniversitemizde bir Sosyal Bilimler Enstitüsü var, bir de Fen Bilimleri Enstitüsü yer almakta. Biz Sosyal Bilimler Enstitüsü içerisinde yer alıyoruz. Fen bilimleri ile ilgili bir dersimiz yok. Çünkü onlar tamamen ayrı bir saha, ayrı bir alan. İlahiyat fakültelerinin yapıları sosyal bilimler üzerine kurulmuştur. İşte; Dinler Tarihi, Din Sosyolojisi, Din Psikolojisi, Din Felsefesi, İslam Felsefesi, Mantık, İslam sanatları, İslam sanat dalları, bunlar tamamen sosyal bilimler, bir de Temel İslam Bilimleri dediğimiz Hadis, Fıkıh, Kelam, Tasavvuf, Mezhepler Tarihi, Arap Dili Ve Belagati; bunları destekleyen bilimlerdir. Diğer Felsefe ve Din Bilimleri ile Temel İslam Bilimleri’ni destekleyen ve Sosyal Bilimler noktasında bir insanın yetişmesini sağlayan bir yapıya sahiptir ilahiyat fakülteleri. Fakat Fen Bilimleri noktasında okuttuğumuz herhangi bir ders yok. Bir de hocam aklımıza şöyle bir soru geliyor; ilahiyat fakültelerinde dini ilimler bilimsel yöntemlerle inceleniyor. Bu kutsala zarar vermez mi? Çünkü inanç teslimiyet gerektiriyor. Ancak bilim söz konusu olduğunda sorguluyoruz, neden sonuç ilişkileri kurmaya çalışıyoruz. Bu bizim dine bakışımızı, bizdeki din duygusunu nasıl etkiliyor? Hayır, kutsala hiçbir şekilde zarar vermez. Çünkü sosyal bilimlerin metotlarını din ilimlerine de çok rahat biçimde uygulamamız mümkündür. Bir fıkıh dersini ele alalım. Fıkıh dersinin sosyal bilimlere aykırı bir metodu yoktur. Kutsala niye zarar versin sonra. Nihayet bu derslerin bir disiplin içerisinde okutulması söz konusu. Ben kutsala zarar vereceğini düşünmüyorum. İlahiyat alanındaki çalışmalarda Türkiye dünyanın neresinde? Neler ortaya çıkıyor? Bir kere Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinde, dünyadaki din bilimleri ya da teoloji fakültelerinde okutulan dersler ve bulunan bilim dalları Felsefe ve Din Bilimleri’ne denk düşüyor. Yani Felsefe ve Din Bilimleri’ndeki Din Sosyolojisi, Din Felsefesi, Dinler Tarihi, Mantık, Din Psikolojisi, İslam Felsefesi, bunlar, dünyanın çeşitli yerlerindeki teoloji fakültelerinde de okutuluyor. Oralarda Hıristiyan ülkeleri olduğu için, daha çok Hıristiyanlık teolojisi üzerine dersler yapıyorlar. Ama bir de bizim doğumuz var. İslam dünyası var. İslam dünyasında bir Ezher Üniversitesi var mesela bin yıllık, dünyanın en eski üniversitelerinden. Orası da tamamen Temel İslam İlimleri ağırlıklı bir üniversite. O zaman şöyle söyleyebiliriz; biz, Türkiye’deki ilahiyat fakülteleri olarak, İslam dünyasındaki, yani Mısır, Suud, Ürdün’deki ilahiyat fakülteleri ile batıdaki teoloji fakültelerinin tam ortasında, hem doğuyu, hem de batıyı içinde toplayan bir özelliğe sahibiz. Hakikaten Türkiye’deki ilahiyat fakültelerinin hem müfredatı, hem anabilim dalları oluşumu çok zengin. Bir öğrenci hakkını vererek ilahiyat fakültesini bitirirse, bugün on dokuz anabilim dalı var bizim fakültemizde, on dokuz anabilim dalından, yani adeta her çiçekten bir bal alma misali bu anabilim dallarını bir çiçek olarak değerlendirirsek hepsinden istifade ederek mezun

umman


oluyor ki, bunun da toplumda hemen fark edildiğini görüyorsunuz. Ama iyi değerlendirmesi lazım. Dışarıdan bakıldığında ilahiyatı çoğunlukla benzer profile sahip ailelerin çocuklarının tercih ettiği görülüyor. Bu nedenle ilahiyat kapalı bir topluluk izlenimi veriyor. Ama din hayatın her alanında bize lazım. Her bakımdan hayatımızın içinde. Bu nedenle ilahiyatın çok renkli, çok sesli, daha dışa açık bir ortam olması gerekmez mi? Öyle aslında. Yani şu anda ilahiyat gerçekten çok renkli bir ortama sahip. Biraz önce saydığım bilim dalları, dersler ilahiyatın çok renkli olduğunun bir göstergesi. Dolayısıyla ilahiyatı içe kapalı olarak düşünenler haksızlık ediyorlar ilahiyat fakültelerine. Bu tamamen ferdi bir şeydir. Yani bazı ilahiyatçılar kendi yaratılışlarından kaynaklanan bir içe kapanıklık yaşıyorlarsa bu kendi şahsi durumlarıyla alakalıdır. Şu anda toplumla en fazla haşir neşir olan, toplumla iç içe olan fakültedir ilahiyat fakülteleri. Çünkü biz bir kere toplumla en fazla yüz yüze olan elemanları yetiştiriyoruz. Kimler bunlar, din görevlileri. Din görevlileri kadar toplumla iç içe olan başka bir meslek yok. Biz onları yetiştiriyoruz. Sadece onları yetiştirmekle kalmıyoruz, konferanslar dizisi altında, mesela hangi şehirdeyse ilahiyat fakültesi, kendi fakültemizden örnek verelim, bir kutlu doğum haftasında yedi il ve o illere bağlı ilçeleri bir hafta on gün içerisinde biz dolaşıyoruz. Sonra yurtdışına giden arkadaşlarımız var; ben her hafta burada yurtdışına giden bir arkadaşımızın iznini imzalıyorum. Bu şekilde ilahiyat fakültesinin çok faal, dışa dönük olduğunu, içine kapalı değil, dışa dönük bir özellik taşıdığını görüyoruz. Ama bu, fakülteden fakülteye de değişebilir. Anadolu’nun ücra bir köşesindeki her hangi bir fakülte kendini içe kapatmış olabilir. Ama genel olarak toplumla iç içe olan ve sadece kendi içinde derslerle uğraşmayıp dışa da hizmet götüren, fakülte dışına hizmet götüren, topluma da hizmet götüren en önemli fakültelerden biri ilahiyat fakültesi. Fakat hocam ilahiyata ilgi duyanlar daha fazla muhafazakâr çevrede yetişmiş insanlar. Siz on dokuz ayrı ana bilim dalından bahsettiniz. Bu bilimleri tartışan insanlar da bu öğrenciler. Onların ileri sürdüğü fikirler, benzer çevrelerde yetiştikleri için birbirine benzemez mi? Bu çok doğal bir şey, çok tabi bir şey. Şimdi dış işleri teşkilatını düşünelim. Dış işleri teşkilatında sanki babadan oğla geçen bir hiyerarşi var. Bu yönlendirmeyle alakalı bir şey. Dine alakası olmayan, ya da muhafazakâr dediniz, muhafazakâr olmayan kesimlerden, çok nadir, tamamen de yok demiyorum, çok nadiren bu tür kesimlerden de ilahiyat fakültelerine gelenler oluyor. İşte imam hatip liseleri gibi. İmam hatip liselerinden başlıyor zaten. Bize imam hatip liselerinden öğrenci geldiği için bu imam hatip liseleri ile başlayan bir süreçtir. Tabi ki dine ilgi duyan, Kuran’a ilgi duyan, temel İslam ilimlerine ilgi duyan, din görevliliğine ilgi duyan kesimlerden imam hatip-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

lere öğrenci geliyor ve oradan da bize geliyor. Bu çok tabi bir şey. Onun için bunun dışında ancak çok radikal bir takım anlayışlar olabilir. Yani ben ilahiyat fakültesine gideyim de şu ilahiyat bilimlerini bir gözden geçireyim, ona göre dine yaklaşımımı belirleyeyim, böyle bir şey ben hiç görmedim şu ana kadar. Bu çok normal bir şey. Tabiatın ruhuna da uygun bir ş Hocam Sakarya İlahiyat Fakültesi’nin puan sistemi ve kontenjanı hakkında sorular sormak istiyorum. Sakarya İlahiyat’ın bu sene taban ve tavan puanlarını, ayrıca bu sene fakültenin kaç kişi aldığını öğrenebilir miyiz? Sakarya İlahiyat bu sene 144 kişi aldı, bu öğrencilerden 82’si 1.öğretim, 62’si ise 2.öğretimde yer alıyor. Bu seneki tavan puan 373,9, taban puan ise 345. Yani ikinci öğretim birinci öğretimin taban puanından itibaren başlıyor.1. öğretim tavan puanı 2. öğretim ise taban puanı olmuş oluyor. Hocam kontenjanlar bu sene diğer senelere nazaran oldukça arttı. Kontenjanların bu kadar artması siz de ne gibi değişikliklere yol açtı? Eğitim kalitesini etkiledi mi? Evet kontenjanlar bu sene oldukça arttı. Ama öğrenci sayısının artması kalitenin azalmasının aksine kalitenin ve bizdeki motivasyonun artmasına vesile oldu. Öğrenci sayısı az olduğunda bizde moral bozukluğu oluyor. Çünkü koskoca fakülte 20–30 kişi alıyordu. Ama bu sene 144 kişi aldı. Bu da bizlere motivasyon oldu. Hocalar derslere daha zevkli girmeye başladılar. Bizler idealist öğrenciler arıyoruz. Öğrenci sayısı arttıkça bizdeki idealist öğrenci sayısı da artıyor. Normalde 30 öğrenciden minimum 5 tane idealist öğrenci çıkıyorsa 150 öğrenciden 25 tane çıkar. Bu da bizim motivasyonumuzun artışına ve etkinliklerimizin çoğalmasına vesile oluyor. Kesinlikle kalitenin artışını sağlıyor. Hocam az önce biraz değinmiştik ama ben yine de sormak istiyorum. Diyanetin açıklamasına göre şu an binlerce imam açığı var. Yani ilahiyatı bitirdiğinde erkeklerin iş bulma imkânı yüzde yüze yakın. İş bulma imkânı bu kadar yüksekken ilahiyattaki erkek sayısı neden sürekli azalmakta? Onun çeşitli sebepleri var tabi. Erkek sayısının az olması öncelikle yine İmam Hatip Liselerinden kaynaklanıyor. Aileler erkek çocuklarını maalesef İmam Hatip Liselerine vermiyor. Bunun en büyük nedeni de üniversite sınavındaki uygulama. İmam Hatip Liseleri eskiden hem kız hem erkeklerin bulunduğu bir okuldu. Burada okuyan öğrenciler istedikleri fakülteye geçebiliyorlardı. Ama değişen sınav sistemiyle beraber bu da değişti. Bunun sonucunda da İmam Hatip Liseleri kız okulu haline geldi. Tabi hâlâ bazı idealist aileler çocuklarını ilahiyat okusun diye bu okullara yolluyor ama tabi bu sayı eskilere nazaran oldukça düşük. Ben bu duruma oldukça üzülüyorum. Çünkü bizler bu müesseselere sahip çıkmakla yükümlüyüz. Özetleyecek olursak İlahiyat Fakültesindeki erkek sayısının az oluşu İmam Hatip Lisesinden bize yansıyanlar olmuş

8


oluyor. Hocam ben son bir soru sormak istiyorum. Sakarya İlahiyat Fakültesi diğer ilahiyat fakültelerinin neresinde? Yani Sakarya’nın tercih edilmesinde onu diğerlerinden ayıran özellikler neler? Madde madde söyleyecek olursak öncelikle Sakarya İlahiyat İstanbul’a yakın olması dolayısıyla bir cazibe merkezi. Çünkü şu anki öğrencilerimizin %35 i , %40 ı İstanbullu ailelerin çocukları, İstanbul’daki İHL’lerden mezun öğrenciler. Bir diğeri öğretim kadromuzun yani hocalarımızın çok genç oluşu, çok iyi yetiştirilmiş bir kadroya sahip olmamız. Bilim alanında yazdıklarıyla çizdikleriyle konuşmalarıyla; yurt dışı tecrübeleriyle etkin olan kadromuzun bir marka olma yolunda bizlere etkisi çok büyük. Ve de her sene uluslar arası sempozyum yapmamız bizim hem yurt içi hem de yurt dışı çok iyi tanınmamıza sebep oluyor. Bu da Sakarya İlahiyat Fakültesi’ni diğer fakültelerden ayıran önemli bir özellik olmuş oluyor. İlahiyat fakültesini bitirmiş bir öğrencinin karşısına ileride hangi meslekler çıkabilir? Özel kurumlarda çalışma gibi bir yetkisi var mı? İlahiyat mezunu öğrencilerimiz öncelikli olarak diyanet işleri başkanlığına bağlı mesleklerde çalışırlar. Yani imam hatip vaiz kuran kursu öğreticiliği ve yukarıya doğru müftü, diyanet işleri başkanlığında bütün kurumlarda , yurt dışı görevlerinde. Fakülteler içinde istihdam alanı en geniş olan fakülte ilahiyat fakültesi diyebilirim. Sadece diyanet işleri başkanlığında değil; bizim fakültemiz çıkıyor. Yani imam hatip liseleri öğretmenleri ve lise öğretmenleri. Şu anda mezun olur olmaz hemen öğretmen olamıyorlar ama; tezsiz yüksek lisans Ankara İlahiyat Fakültesinde. Şu an YÖK’ün çalışması var üniversitelerde de açılacak bunlar. Oraya gidiyorlar. Tezsiz yüksek lisans bir yıl kadar. Tezsiz yüksek lisans alarak öğretmen oluyorlar liselerde ve imam hatip liselerinde. Yurt dışı görevleri oluyor Diyanet işleri başkanlığı bünyesinde. Onlar gerçekten çok cazip görevler. Yine MEB bünyesinde yurt dışı görevleri oluyor. Öğretmen olarak gönderiliyorlar. Dolayısıyla ilahiyat fakültelerinin istihdam alanı çok geniş, Kaldı ki fakülteyi bitirip diğer kurumlarda görev almak isteyenler de memurluk sınavına giriyorlar. Oralarda da görev alabiliyorlar. Çünkü dört yıllık fakülte mezunu istiyor birçok kurum. O kurumların istemiş olduğu puanı alarak, KPSS’ye girerek o puanı alarak göreve başlıyorlar oralarda. Sakarya üniversitesi ilahiyat fakültesi dekanı olarak imam hatipliler hakkında ne düşünüyorsunuz? Onlardan beklentileriniz neler? Neler istiyorsunuz? Bir kere imam hatip öğrencileri ilahiyat fakültelerini ya da üniversite sınavlarına hazırlanmak için meslek derslerini çok ihmal ediyorsunuz. Bize geldikleri zaman sanki sıfırdan başlatıyoruz. Arapça Kur’ân-ı Kerîm gibi dersler konusunda. Bunu ihmal etmemelerini istiyoruz. Bir taraftan üniversite sınavlarına hazırlansınlar ama okuldaki derslerinde de

9

ciddi bir şekilde sarılsınlar. Arapçayı ihmal etmesinler. Yani biz burada sıfırdan başlatmak durumunda kalmayalım. Geldiğiniz yerden itibaren bir alt yapınız oluşmuş olsun.O gelmiş olduğunuz seviyeye biz takviye yapalım burada. Bunu istiyoruz. İmam hatip liseleri bizim fakültemizin öğrencilerimiz alabileceğimiz çiçek tarlalarımız. Oraya Oraya ne kadar güzel çiçek ekersek, bize o kadar güzel koku saçar. Her yönüyle hem dersler açısından hem edep açısından eğitim amacından. Çünkü amacımız sadece öğretmek değil öğretim değil. Aynı zamanda eğitim. Bu eğitim liselerde veriliyor. Yani üniversitelerde daha çok öğretim oluyor. Eğitim olmuyor üniversitelere eğitimli bir şekilde gelmesi gerekiyor öğrencilerin. Bunu da bekliyoruz. İmam hatip liselerinde hem eğitim olsun hem öğretim olsun. Öğretimde düzgün olsun. Eğitim de düzgün olsun. Böyle gelirse biz bu öğrencilerimize daha güzel bir şekilde öğreterek öğrenmesini öğretiyoruz. Yani ilahiyat fakültesinde metod veriyoruz. Nasıl okuması gerekiyor. Nasıl anlaması gerekiyor. Bu metodları biz burada öğrencilerimize veriyoruz. O kendisini bu şekilde yetiştiriyor. İmam hatiplerin bilinçlendirmek adına yada aradaki bağları koparmamak için, fazla etkileşim için ilahiyatla imam hatip liseleri öğrencileri aynı platformda bazı etkinliklerle buluşamaz mı?Böyle bir etkinlik varsa bizi biraz bilgilendirir misiniz? Mutlaka bu iletişimin olması gerekiyor. Yani biz ilahiyat fakülteleri olarak bu konuda imam hatip liseleri ile her zaman iş birliğine açığız. Yaptığımız iş birlikleri de var. Diyelim bir konferans yada sempozyum düzenlendiğinde, düzenlediğimiz zaman mutlaka imam hatip lisesine haber ulaştırıyoruz. Çarşamba konferansımıza her zaman davet ediyoruz. Gelenler oluyor. Bunun dışında mesela geçen yıl imam hatip liseleri müdürleriyle bir toplantı yaptık. Biz aslında imam hatip liseleri ilahiyat fakülteleri ve müftülükler yani bir üçlü saç ayağı gibiyiz. İmam hatip liselerinden bize geliyor. Biz müftülüklere hizmete gönderiyoruz öğrencilerimizi. Dolayısıyla bu üçlü mutlaka çeşitli zamanlarda bir araya gelmeli. Metodlar geliştirmeli. Geçen yıl bu amaçla müftüler müdürler ve ben bir toplantı yaptık. İmam hatip liselerinde erkek öğrenci sayısı az. İlahiyat fakültesini kazanan öğrenciler daha çok kız öğrenciler. Şu anda oran kız öğrenciler lehine. Yani bu açıdan dengelememiz lazım. Acaba bu dengeyi nasıl eski haline getirebiliriz. Daha uygun bir hale getirebiliriz diye erkek öğrencilerden tespit ettiklerimizi, birde dershane müdürlerimizi de çağırdık orada. Dershane müdürlerini de o toplantıya dahil ettik. Erkek öğrencileri dershaneye göndermek suretiyle onları takviye etmek suretiyle çünkü dershaneye gidemiyor bir kısmı. Bunu sağladık geçen yıl ve iyi de oldu herhalde. O öğrenciler dershaneye gidiyorlar şu anda. Bunun gibi mutlaka birlikte yapmamız gereken konular var.

umman


İmam-Hatip tarihi Türkiye’de bir dönem din görevlisi yetiştirmek üzere kurulmuş lise düzeyinde okullar. Bugünkü İmam –Hatip Liseleri’nin kökü 1913 yılında İmam-Hatip yetiştirmek üzere açılan ve daha sonra Medresetü-l Vaazin ile birleştirilerek Medresetü-l İrşad adını alan Medresetü-l Eimmeti vel Hutaba, kabul edilir. Bu okulların ömürlerini 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na kadar sürdürmüştür. Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun din görevlisi eğitimi düzenleyen 4. maddesi imamlık ve katiplik gibi dini hizmetlerin görülebilmesi için ayrı okullar açılmasını öngörüyordu.Kanunda öngörülen bu okullar , 1924 yılında İmam-Hatip Mektepleri adı altında 29 merkezde açıldı.Okullar, 4 yıllık orta öğretim seviyesindeydi.İmam-Hatip Mektepleri 1930’da öğrenci azlığı nedeniyle kapatılmıştır. 1949 yılında orta okul mezunu askerliğini yapmış kimselerin alındığı 10 ay süreli İmam-Hatip Kursları açılarak dini hizmet görevlisi yetiştirme uygulaması başladı.1949 sonuna kadar 50 kişinin mezun olduğu bu kursların süresi daha sonra iki yıla çıkarıldı ve meslek okulu mezunlarınında kurslara girmesine imkan verildi. 1950 seçimlerinden sonra iktidara gelen Demokrat Parti, seçim dönemlerine söz vermiş olduğu İmam-Hatip Okulları’nı, halka verdiği sözü tutarak iktidarının ilk yılında açtı.Birinci devresi 4, ikinci devresi 3 yıl olan 7 yıl süreli ve bir bütün teşkil eden İmamHatip Okulları 1951-1952 döneminde 7 ilde açıldı. İmam-Hatip Okulları’nın sayısı 1970-1971 döneminde 72’ye çıktı.1963-1964 öğretim yılında İmam-Hatip

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Mustafa BULUT Müdür Yardımcısı

Okulları’na ilk defa parasız ,yatılı öğrenci alınmaya başladı. 22 Mayıs 1972’de yayımlanan bir yönetmelikle, İmam-Hatip Okulları orta okuldan sonra 4 yıl eğitim veren bir meslek okulu haline getirildi.1973 yılında, o güne kadar İmam-Hatip Okulları olarak anılan okullara İmam-Hatip Liseleri adı verildi.Bu dönemde İmam-Hatip Liseleri mezunlarına fark dersleri vermeden üniversitelerin edebiyat kollarına girebilme hakkı tanınmıştır. 1974’te kurulan CHP-MSP hükümeti döneminde İmam-Hatip Liselerinin orta okul bölümü yeniden açıldı.29 yeni İmam-Hatip Lisesi açıldı ve böylece okul sayısı 101’e yükseldi. 1976’da kızını İmam-Hatip Lisesi’ne kaydetmek isteyen bir velinin hukuk mücadelesi sonucu o güne kadar sadece erkek ögrencilerin alındiğı İmam-Hatip Liseleri’ne Danıştay kararıyla kız ögrenci alınmaya başlandı. Türkiye Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde (1975-1978) 230 yeni İmam-Hatip Lisesi açıldı.12

10


Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 1985’e kadar yeni İmam-Hatip Lisesi açılmadı.12 Eylül yönetim tarafından Temel Eğitim Kanunu’nun 32. maddesinde yapılan bir değişiklikle İmam-Hatip Lisesi mezunlarının üniversitelerin tüm bölümlerine gidebilmesine imkan tanıdı. 1985’te ilk Anadolu İmam-Hatip Lisesi olan Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi açıldı. 1980’lerin sonuna gelindeiğinde İmam-Hatip Liseleri okul sayısı olarak fazla artmadıysa da öğrenci sayısı bakımından ve Anadolu İmam-Hatip Liseleri’nin açılmasıyla nitelik açısından genişledi.İmam-Hatip Liseliler özellikle diyer okul öğrencileriyle eşit şartlarda yarıştıkları 1973-1997 döneminde, başta üniversite imtihanları olmak üzere kültürel ve bilimsel faaliyetlerdeki başarılarıyla adlarından söz ettirdi.1993-1994 öğretim yılında istanbulun seçkin 121 lisesinin katıldığı ‘Liseler Yarışıyor’ isimli bilgi yarışmasında Kadıköy İmam-Hatip Lisesi 1. oldu.1994 yılnda Kartal Anadolu İmam-Hatip Lisesi son sınıf öğrencisi M.Önder Kıyıklık, Fen bilimleri alanında ÖYS birincisi oldu.1995 yılında aynı okuldan Selçuk Şimşek,Türkçe-Sosyal alanı ikincisi olurken,1996yılında Selim Tuzcu,TürkçeSosyal alanında Türkiye birincisi oldu.Ard arda gelen başarılar çeşitli toplum kesimimden dikkatleri ve beraberinde ilgiyi İmam-Hatip Liseleri üzerene çevirdi. 16 Ağustos 1997 tarihinde çıkarılan 4306 sayılı sekiz yıllık kesintisiz öğretim yasası, İmam-Hatip Liseleri’nin orta kısmının kapatılmasına yol açtığı için, İmam-Hatip Liseleri açısından bir dönüm noktası oldu. Kat sayı hesaplaması ile üniversite giriş sınavlarında İmam-Hatip Liseleri mezunları aleyhine haksız rekabete yol açtığı yönünde eleştirilere maruz kalan yasa ile İmam-Hatip Liseleri bir yılı hazırlık, 3 yılı normal eğitim olmak üzere 4 yıllık liselere indirgenmiş oldu.

nereden bileceksiniz nereden bileceksiniz; umurumda olmadığını dünyânın. nerede akşam orada sabah deyip, kafama göre takıldığımı, nereden bileceksiniz. nereden bileceksiniz; dalga geçtiğimi kelimelerle. ve oyun oynadığımı her Allah’ın günü kâğıt kalemle. hayatı uzun bir çelik çomak oyunu saydığımı, ve içimde hangi sevdâları yaşattığımı, nereden , nereden bileceksiniz. Necati KARADAĞ

“Pırıl pırıl gökkuşağını görmek için önce yağmuru yaşamak gerekir.” Fransız Atasözü

“Kendini bilen, rabbini bilir.” Hz. Muhammed (S.A.V.)

11

umman


neden dini bir eğitim? Duyma, düşünme, merak etme ve inanma özelliklerine sahip olması insana daima din olayının içinde olmaya zorlamıştır. İnanmak ve bir dine bağlanmak insan ruhunun en büyük ihtiyacıdır. İnsan gerek duyduğu din ihtiyacını gidermek, dengeli ve düzenli bir hayata kavuşmak ister. Yüce bir yaratıcıya inanmak ona sığınıp güvenmek her zaman insanın ruhunu ferahlatır ve sıkıntılarını hafifletir. Din bir aşktır, bir heyecandır. Bazen bir teselli, huzur ve mutluluk kaynağıdır; bazen ruhi çöküntülerin, ümitsizliğin, hiddet ve öfkenin ilacıdır. Din haksızlık ve kötü düşüncelerini, zulüm hislerini kırar; merhameti, hoşgörüyü, sevgiyi ve barışı öğütler. Dolayısıyla dinin hem bireysel hem de toplumsal olarak insanın hayatında önemli bir yeri vardır. Vicdanları etkileyen dini inanç ve kanaatler, kişilerin davranışlarının düzenlenmesinde sosyal hayatın sağlam, dengeli ve düzenli yürütülmesinde kanunlardan daha etkili olmaktadır. İnsanların manevi yönlerini besleyen, moral değerlerini yükselten, ahlak ve fazilet duygularını güçlendiren tek unsur dindir. Bir toplumun gelişip güçlenmesi ve hiçbir zaman da yok olmaması o toplumun dini hassasiyetlerine bağlıdır. Din olgusu sadece insanların vicdanında kendi iç dünyaları ile ilgili bir olay olarak düşünülmemelidir. Din, birey ve toplum hayatı için büyük bir önem taşımaktadır. Dinin içerisinde barındırdığı sosyal, kültürel ve moral değerlerini her zaman göz önünde bulundurmak gerekir. Büyük başarıların kazanılmasında manevi ve moral değerlerinin gücü nasıl etkili olmakta ise çaresizlik ve bunalım anlarında da aynı güç, tek

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Arif KÖSE Meslek Dersleri Öğretmeni

dayanak ve sığınak olmaktadır. Dinin temelinde insanı ruhen ve ahlaken yüceltmek, olgunlaştırmak onu, görev ve sorumluluklarını bilen ve yerine getiren, toplumun faydalı ve verimli bir organı durumuna getirmek vardır. İnsan kendini dinin emir ve yasaklarını dikkate alarak yetiştirir ve Allah’a karşı olan kulluk bilincini beynine, gönlüne yerleştirir ve böylece hem dünya hem de ahiret hayatı arasında dengeli bir yaşam sürdürür. Sonuç olarak diyebiliriz ki din, toplumumuz için vazgeçilmez bir ihtiyaç olarak hem manevi güç, sosyal ve ahlaki değerler kaynağıdır, hem de öğretimi ihmal edildiğinde sorunlar üreten bir alandır. Bu yüzden tüm bireylere din eğitimi verilmeli ve toplumda sağlıklı dini şuurun oluşması sağlanmalıdır. Bu yolda her türlü çalışma yapılmalı, gayret gösterilmeli, hiçbir bireyin din eğitimini almasına engel olunmamalıdır. Din, insanın bireysel ve sosyal kimliğinin ayrıl-

12


Sizin en hayırlınız; insanlara en çok faydalı olanınız.

maz bir parçası olarak hayatı boyunca onun bütün faaliyetlerini kuşatmıştır. Din, korku ve ümitlerde, ahlaki yargılarda, kıymet ölçülerinde, dünya görüşünde ve hayatı anlamlandırmada insan için daima temel referans kaynağı olmuştur. İnsanlar sıkıntılarında ve çaresizliklerinde dine sarılırlar; en bunalımlı anlarında “aman Yarabbi “ diyerek Allah’a yönelme ihtiyacı hissederler. Bu, herkes için ortak bir tavırdır. İşte tüm toplumların her zaman ihtiyaç duydukları toplum huzuru, güvenli bir hayat ve otokontrol sistemi dini eğitimin var olduğu her yerde mevcudiyetini gösterecektir. Fen ve sosyal ilimlerin yanında dini bir eğitim de alan bir bireyin kazanacağı Allah korkusu ve ahlaki değerler onun davranışlarına yansıyacak, onun bu otokontrolü yaşadığı çevreye misal teşkil edip huzurlu bir toplumun oluşmasına katkılar sağlayacaktır. Dini bir eğitimden aldığı “Oku” referansı bireyin kendini geliştirmesine ve donanımlı hale gelmesine sebep olacak, “Sizin en hayırlınız; insanlara en çok faydalı olanınız.” Hadisi Şerifi ile de ne öğrendiyse, ne kazandıysa kendine ve topluma faydalı bir birey haline gelecektir. “Ahiret Gününe İnanç” neticesinde ise tüm yaptıklarının mutlaka bir hesabının olduğunun bilinciyle hal ve hareketlerini iyi bir kul, iyi bir ümmet ve iyi bir insan olma doğrultusunda yapacaktır. Sonuç olarak dini eğitime ve dini eğitimi verenlere sahip çıkalım ki; huzurlu, mutlu, güvenli ve barış içerisinde hep beraber yaşayalım; razı olalım ve razı olunanlardan olalım.

Yolsuzluk yolunda... İnsan olduğumuzu unutuyoruz bazen. Çamurdan, balçıktan yaratıldığımızı. Kendimizi yüce birer varlık gibi görüyoruz ne kadar aciz olsak da. Olmadık beklentiler içine giriyor istediklerimizi elde edemeyince daha ileriye giderek köpürüp hırçınlaşıyoruz. Hepimiz bir yol tutturmuş gidiyoruz. Fakat çoğumuz nereye gittiğimizi bilmiyoruz. Hepimiz modernleşme tutkusu içerisindeyiz. Çoğumuz birer gösteriş budalası… İçimizde sürekli köpüren bir bencillik duygusu yer almakta. Oysa unutuyoruz köpürüp duran bu isteklerimizin, bencilliklerimizin şeytanı sevindirip ruhanileri küstürdüğünü. Çoğumuzun kalbi kırık birilerine. Sevgi denen o yüce duygunun yerini başka şeyler almış. Herkesin sevgisi para, şan, şöhret olmuş. Parası olan seviliyor, para için anne, baba, DİN bile hiç düşünmeden acımasızca çiğneniyor. İradelerimizin hakkını veremiyor hata üstüne hata yapıyoruz. Kaba kuvvetle herkesi sindirmeye çalışıyoruz. AĞLANACAK HALİMİZE GÜLÜYORUZ!!! “Âmin” yerine “aman” diyoruz. Hayâdan eser kalmamış çoğu kimsede. Kariyer yapacağız diye hiç düşünmeden en yakınımızı bile çiğneyebiliyoruz. Çoğumuz “Müslümanım” diyoruz ama ne yazık ki bir Müslüman gibi davranmıyoruz. Müslümanız ama namaz kılmıyoruz, Müslümanız ama harama el uzatıyoruz, Müslümanız ama kul hakkı yiyoruz... Doğruluk nerede? Nerede Müslümanlık? Bıraktık doğru yolu yolsuzluğa takıldık. Affet Allah’ım affet nereye gittiğini bilmeyen şu aciz ve günahkâr kullarına merhametini lütfet.

Esra ULUSOY - İ/10 A

“İyilik yap ehli olana da, olmayana da, ehline isabet ederse yerini bulur. Etmez ise ehli sen olursun.” Hz. Muhammed (S.A.V.) 13

umman


İmam hatipli ol(ama)mak İslam, doğumdan ölüme kadar hayatımızın her noktasını kuşatan, bize Kur’an’ da emredilen kulluğun keyfiyetini gösteren, evrensel değerleriyle bütün insanlığa hitap eden mükemmel bir dindir. Din bu kadar mükemmelken ve değerleri tüm varlığı kuşatmışken İslam’a mesafeli duran hatta karşı olanların varlığı oldukça düşündürücüdür. İki ihtimal akla geliyor; ya İslam dini temsil problemi yaşıyor ya da İslam insanlar indinde hüsn-ü kabul görmüyor. Yani ortaya dinini iyi bilmeyen, inancını hayata aktaramayan Müslüman, bir de dine uzak bir kesim çıkıyor karşımıza. İnsanların dini inançlarında özgür oldukları gerçeğini göz önüne alarak ben özellikle dini yaşamadaki temsil problemine parmak basmak istiyorum ve basit bir kaç soru sormak istiyorum. İnsanlar, İslam dinine susamışlıklarını hangi çeşmeden kana kana içerek giderecekler? Rabbimiz her bahar, yazın adeta ölen tabiatı baharda yeniden diriltirken bu gerçeği göremeyen gözlerin önünden perdeyi kim kaldıracak? Millete ait milyar liraları çalanları ne dizginleyecek? Hunharca kendi kanından canından olanları töre deyip gözünü kırpmadan öldüren birinin kirlenmiş vicdanını hangi duygu temizleyecek? Her şeyi göreni göremeyen, Allah vardır ve birdir deyip yokmuş gibi hayatını idame ettirenleri kim gaflet duygusundan uyandıracak? Doğru oturup doğru konuşup doğru düşünelim. Cahiliye döneminde kız çocuklarını diri diri toprağa gömenleri insanlığın zirvesine taşıyan duygu ancak günümüzün problemlerine çözüm olabilir. Bir başkasının arkasından olumsuz konuşmayı bile hoş görmeyen İslam’ın evrensel değerleri gönlü huzura kavuşturur. İşte tam bu noktada akla başka bir soru geliyor. İnsanlar dinini nasıl öğrenecek ve bu evrensel değerler toplumun bütün kesimlerine nasıl ulaşacak? Hem di-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Orhan ÇOLAK Arapça Meslek D. Öğretmeni

nini bilen hem de farklı iş sahalarında hayatını sürdürmek isteyenler ne yapacak? Tartışmasız bir adres çıkıyor karşımıza. Göz bebeğimiz İmam Hatip Liseleri. Müspet ilimlerle dini ilimleri bünyesinde barındıran bu güzide müesseseler yetişiyor imdada. Eğer içi dışına hakim, dinin özünü iyi bilen, bildiğini yaşayan dimağlar yetiştiremezsek akşam haberlerinde izleyip de rahatsız olduğumuz tablolar artarak devam edecektir. Bir düşünelim, insanın olduğu her yerde imam hatiplerimiz yok mu? İyi yetiştirilmiş, kurbette yol almış, kendini bilen ve yaratan karşısındaki konumunu tespit etmiş, marifetullahla mücehhez bir imam hatip ya da bu güzelliklerle ışıl ışıl parlayan bir doktor, öğretmen, tüccar hak sahibinin hakkını zayi eder mi? Eli yanlışa gidecekken Allah’ tan utanmaz mı? Bu okulların her seviyede kalitesini arttırılması, devletin de milletinde varlığıyla iftihar edeceği bir seviyeye getirilmesi son derece hayati bir konudur. Kapatılmasını istemek ya da anlamsız engeller çıkarmak gönül dünyamızı besleyen damarların kesilmesi demektir. İslam’ın hoşgörüsü herkese yeter. Sevmekle kalp yorulmaz. Sevelim, sevilelim. Birilerini ezerek, yok sayarak, umutsuzluğa düşürerek kim ne kazanç elde eder bir düşünelim. Eğer bedeni beslediğimiz kadar ruhumuzu da besleyemezsek bir bakıma kendi kendimizi inkar etmiş olmaz mıyız? Biz dine mi, din eğitimine mi karşıyız yoksa kişisel zaaflarımıza mı köleyiz? Unutmayalım akarsuyun önüne gerilen set suyu kesmez. Aksine, akarsuyun yatağında akarken ulaşamadığı çorak toprakları da sulayacak bir şekle bürünür. Şunu kabul etmek gerekir ki güneşi yok sayarak gözümüzü yummakla ancak dünyayı kendimize karanlık ederiz. Ne var ki güneşin ışığı ve ısısı bizi tekzip eder. Vesselam…

14


ulu çınar Masmavi gök altında Ulu çınar Yemyeşil çimenlikte Heybetiyle duruyor Rüzgarla fısıldayan incecik yaprakları Mutluluk şarkısını dinleyene fısıldar. Küçücük bir tohumdu o, Bundan seneler önce. Toprak büyüttü onu Şimdi ne kadar yüce. Her dalında izler var Geçmiş fırtınalardan Yıkılmadan direnmiş bu yaşlı koca adam. Dile gelip söylese; başından geçenleri Neden tek başına bu tepeyi bekledi? Yalnız kalmazdı eğer bir ormanda olsaydı. Fakat yalnız olmasa ulu olur mu çınar? Şimdi ben de uzağım kendi ormanlığımdan. Burada kalıp yıllarca, bir tepeyi yurt tutsam.. Hüseyin TUNCA 2008

düşüncelerimi emen bir sünger var Düşüncelerimi emen bir sünger var. Dünyama saldıran aç bir canavar. Kafamın içindeki bütün anıtları yıkan, Tüm cevapsız sorulara kurşun sıkan. Dev bir sürüngen gibi, Toprağa gömülü kökleri bile sarsan. Kovulmuş bir sürgün gibi, Tıpkı her limana saldıran bir korsan. Düşüncelerimi emen bir sünger var. Önce duymadığım ama bildiğim bir sır, Sonra gördüğüm ama unuttuğum bir duvar. Kâğıt uçaklar gibi hızı kesilen bir ömür, Kaosla tüketilen yüzlerce asır. Hüsna BAKA

15

umman


etkili din eğitimi açısından Hz.Peygamberin örnekliği Hz. Peygamber’in rahmet olma özelliğini topluma kazandırma çalışmasına bir eğitim yöntemi olarak bakıldığında, onun, en çok örnek olma ve yaparakyaşayarak eğitme yöntemleri ile benzeştiğini söyleyebiliriz. Aslında kaynakların bildirdiğine göre Hz. Muhammed’in hayatının tamamı mükemmel bir örnektir. Onun bu durumu İslâm prensiplerini anlatmak için de bir öğretim metodudur. Böyle bir yaşama tarzının tek bir hedefi olmasından çok, birçok hedefinin varlığından söz etmek daha doğrudur. Bunların birisi de insanları eğitmektir. Çünkü insanlar kişinin söz ile söylediğini, kendi hayatında uygulamasından da çok etkilenmekte ve onun bu durumunu model olarak kabul etmekte zorlanmamaktadır. Hz. Muhammed’in eğitiminde bizzat göstererek ve uygulayarak öğretme belirgin şekilde görülen bir özelliktir. O öğüt vermekten çok, tatbikata önem vermiştir. Hz. Muhammed, bir gün cemaate namaz kıldırmak isterken minbere çıkar ve cemaat de ona uyup namaz kılar. Bundan maksadı, cemaatten herkesin onun nasıl namaz kıldığını iyice görmelerini ve onun fiillerini, yaptıklarını müşahede edip iyice kavramalarını sağlamaktı. Nitekim namazı kıldırdıktan sonra cemaate dönüp bu uygulamasının sebebini şöyle açıklar: “Ey insanlar! Minber üzerinde durup size imamlık yapmamın sebebi şu idi: Bana uymanızı iyice sağlamak ve nasıl namaz kıldığımı öğrenmenizi kolaylaştırmak istedim.” Kur’ân’ın davranış örnekleri ile eğitimi, onun genel eğitim metodlarından biridir. Çünkü Kur’ân, insanlara çeşitli davranış

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Yılmaz ERSOY Meslek Dersleri Öğretmeni

şekillerini zaman zaman örnek olarak vermekte, insanların onları taklit etmesini istemektedir. Böylece bilgiyi nazarî olmaktan çıkarmakta, pratiğe çok yaklaştırmaktadır. Bu yöntemle öğrenme olayının gerçekleşebileceğini Kur’ân bize, Rasûlullah(s.a.v.)’ın davranışlarından İslâm’ı öğrenebileceğimizi, onun hayatının bize örnek olduğunu belirtmek suretiyle anlatır: “Ey insanlar! Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah Rasul’ünde pek güzel bir örnek vardır.” Rasûlullah (s.a.v.) bize İslâm’ı sadece teorik olarak öğretmemiş, aynı zamanda hayatın bütün safhalarında, ne şekilde tatbikata konacağını bizzat kendi davranışları ile göstermiştir. Böylece örnek hareketlerle Müslümanlara ders vermiştir. İşte bu örnek davranışlar, Ashâbın İslâm’ı daha kolay anlamasına ve tatbik etmesine sağlamıştır. Kur’ân bu gerçeği belirtmekte ve İslâm’ı anlamak isteyenlere Hz. Peygamberin hayatını örnek göstermektedir. Öğretme konusundaki bu yaklaşım bizim için de bir örnek teşkil etmektedir. Çocuk Eğitiminde De Örnek Hareketlerin Son Derece Önemli Yeri Vardır Çocuk kendisine öğretilen, tavsiye edilen davranışların bir örneğini yakın çevresinde, özellikle ailesinde görmek ister. Bu, onun için bir öğrenme kolaylığı olduğu gibi ikna ve tatmin olması için de bir ihtiyaçtır. Eğer çevresindeki hareketler kendisine söylenenin aksini gösterirse itimadı kaybolur. Giderek üzerindeki eğitim zorlaşır ve etkisini kaybeder. Dış

16


tezâhürler, teveccühkâr bir bakış, tatlı bir tebessüm, sevgi dolu bir söz, bir hareket çocuğun kalbini kazanır. Fakat, onu asıl bağlayan günlük davranıştır. Eğer eğitimcinin hareketleri, davranış kurallarına uymuyorsa, onu hemen fark eder ve bunu bir nevi alçalma olarak algılar. Siz, onu küçük ödevlerini yapmaya sevk ediyorsanız, o, sizin büyük ödevlerinizi devamlı olarak yaptığınızı görsün. O zaman yalnız sizi sevmekle kalmaz, aynı zamanda size inanır da. Yapılmasını tavsiye ettiği bir şeyi kendisi tatbik etmeyen bir eğitimcinin düştüğü çelişkiyi Kur’ân şöyle ifade eder: “Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?” 1 Bu âyette, teori ile pratiğin arasındaki irtibatın çok kuvvetli olması gerektiği, bizzat eğitimci tarafından tatbik edilmeyen tavsiyelerin, muhatap üzerinde müs-

bir şekilde belirtiliyor ve bu konuda insanlar, özellikle eğitimciler uyarılıyor. Böyle bir hareket şu üç noktadan yerilmiştir: 1- İyiliği emretmek suretiyle başkasını bu iyiliğin sonuçlarından faydalandırıp, kendi nefsini bu faydadan uzak tutmak bir çelişkidir. 2- Başkasına vaaz ve nasihat verip, kendisinin, kendi nasihatini dinlememesi, kişinin söylediklerini fiilen tekzip etmesidir. 3- Verdiği nasihatin aksini yapmak, o nasihatin değerini düşürür. Herkesin ondan uzaklaşmasına sebep olur. Şu söz ve davranışların eğitim değeri olduğunu kim iddia edebilir?: “Ben sana küfür etme demedim mi geri zekâlı?” veya “Kardeşini niçin dövüyorsun. Gel bakayım buraya deyip kulağını çekmek veya dövmek.” Bunlar olumsuz örnekleri sunmanın çok oturmuş misalleridir. Konu ile ilgili âyetlerden biri de “Siz kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara iyiliği emşudur: redip, kendinizi unutuyor musunuz ? Hala aklınızı başınıza “Allah’a davet eden, salih amel almayacak mısınız?” işleyen ve ben gerçekten müslümanlardanım diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?” 3 Âyette en güzel sözün Allah’a davet olduğu, fakat bu davetin ancak bazı esaslar üzerine oturtulursa, en güzel söz olma özelliğini kazanacağı belirtiliyor. Bu esaslar da şunlardır: Davet, kuru bir sözden ibaret kalmamalı, aynı zamanda davet edenin hali, sözüne uygun olmalıdır. Yani, önce kendisini düzeltmelidir. Âyet aynı zamanda, kalben yapılması istenen bir işin lisânen de söylenmesi gerektiğine işaret etmektedir. Hz. Muhammed, insanlara teklif ettiği hususları herkesten önce kendi pet etki yaratmayacağı ve bunun bir tutarsızlık olduğu nefsinde, herkesin yapabileceğinden daha fazla olarak anlatılmaktadır. Aynı mânâyı tamamlamak üzere bir uyguluyordu. Şüphesiz, bu durum, davet olunanlara tebaşka âyette şöyle buyurulmaktadır: sir eden önemli bir faktör olmuştur. Umman meliki el“Siz kitabı okuyup durduğunuz halde, insanlara Culendî’ye Rasûlullah’ın İslâm’a davet mektubu ulaştığı iyiliği emredip,kendinizi unutuyor musunuz ? Hala aklızaman, Hz. Peygamber’in hayatı hakkında bilgiler edinızı başınıza almayacak mısınız?” 2 nen melikin sözleri şöyledir: “Allah bana bu ümmî peyÂyette, iyilik yapılmasını isteyip de kendisi iyigamberle delâlet etmiştir. O peygamber hiç bir iyiliği ilk lik yapmayan kişilerin bu gayretlerinin faydasızlığı ve önce kendisi uygulamadan emretmiyor, hiç bir kötülüğü böyle bir tutumun, ahmaklığın bir çeşidi olduğu zarif de kendisi terketmeden yasaklamıyor.” Veda hutbesinde öncelikle amcası Abdulmuttalib oğlu Abbas’ın alacak1 Saff Süresi 2.ayet 2 Bakara Süresi 44.ayet 3 Fussilet Süresi 33.ayet

17

umman


lı olduğu faizi kaldırarak faizi yasaklıyor, amcazadesi Rabia’nın kan davasını affederek kan davalarını ayakları altına alıyordu. İnsanları affetmeyi ashabına öğretirken Hz. Aişe’nin ifadesiyle şahsına yapılan hiçbir kötülüğü cezalandırmıyor, sığınmak için gittiği Taif’den taş yağmuru altında kan revan içinde dönerken “Allah’ım , bu kavimi doğru yola ilet. Çünkü ne

“Ey insanlar! Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok anan kimseler için Allah Rasul’ünde pek güzel bir örnek vardır.”

sı hâlini ve yaşayışını gayet güzel biliyorlardı. Bundan dolayı, peygamberliğinde temel fikrine karşı koyarak tevhîdi kabul etmemek, yayılmasını engellemek için her türlü yola başvurdukları halde, şahsî yaşayışı hakkında en küçük bir ithamda dahi bulunamıyor, onun “elEmîn”liğini kabul etmek mecburiyetinde kalıyorlardı. Çünkü o, sözüne ve işine güvenilir bir kişi idi. İnsanlar örnek görmek isterler. Pedagojide, örnek almanın büyük değeri vardır. Her taklit olayı, hareket ve davranışlar, âdet ve alışkanlıklar şeklinde yaşayışa intikal eder. Bu kuraldan her eğitim faaliyetinde istifade edilir. Meselâ çocuğuna eğitim vermek isteyen bir aile, ona “taklit edilecek iyi örnekler” göstermek zorundadır. İslâm’ın emrettiği esasları ciddî ve samimî olarak aile büyükleri yaparsa, çocuklar önce bunları şuursuz olarak taklit edeceklerdir. Bu taklit giderek kuvvetli bir alışkanlık haline gelecektir. Çocuklukta kazanılan iyi alışkanlıklar, bütün hayat süresince devam eder. Öğretmen okulda, eğitimci muhatapları karşısında hal ve tavırları, fikirleri ve sözleriyle daima örnek olmalıdır. Bunlar yapılmadıkça eğitim ve öğretim için ne kadar gayret sarfedilirse edilsin, tesirsiz kalmaya mahkûmdur. Genel kaide olarak diyebiliriz ki, tebliğ beşikten mezara kadar devam eden bir alıştırma ve iyi örnek olma işidir. Sonuç olarak, eğitimcinin muhatabı üzerinde müspet bir tesir icra edebilmesi için, kendisinin samimi

“Hakkın dile getirilmesi gereken yerde susan, dilsiz şeytandır.” Hz.Muhammed (S.A.V.)

yaptıklarını bilmiyorlar.” Diye dua ediyor, kavmim diyerek kendisini taşlayan putperestlerden nispetini bile ayırmıyordu. Vefatına yakın insanları toplayarak:”İşte sırtım! Sırtına vurduğum kısas yapsın. Malını aldığım işte malım, içinden hakkını alsın. hakaret etmiş isem işte şerefim intikamını alsın. Kimse benden bir itiraz gelecek diye de çekinmesin.” diyerek kul hakkına olan saygıyı öncelikle kendi yaşantısında gösteriyordu. Söz ile davranış arasındaki uygunluk muhatabın kafasında güvenilirlik vasfını ortaya çıkarır. Mekkeliler, Hz. Peygamber Efendimizin nübüvvet öncesi ve sonra-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

olması ve sözlerini tatbik etmesi, düşündüklerini de söz ile ifade edebilmesi gerekmektedir, diyebiliriz. Çocuğun da verilen bu eğitimi alabilmesi için, muhatabına inanması ve hem zihinsel, hem de bedensel olarak bu hareketleri taklit edebilecek bir gelişim çizgisine ulaşmış olması gerekir. Hz. Peygamber’in hayatındaki bütün örnekleri bu sınırlı satırlara sığdırmak mümkün değildir. Biz sadece denizden bir damla misali O’nun örnekliğinden kesitler sunmaya çalıştık. O’nun örnekliğini hayatımızda ve eğitimimizde uygulayabilmek ümidiyle… Selam ve dua ile…

18


İmam-Hatip gerçeği İmam Hatip Liseleri ülkemizde Cumhuriyetten bir kaç yıl sonra kurulmuştur. Başlangıçta ortaokul ve lise olarak eğitim-öğretime başlamış, fakat bir kaç yıl sonra ortaokul kısmı çeşitli nedenlerden dolayı kapatılmıştır. Yalnızca lise olarak devam edip günümüze kadar gelmiştir. Sıcacık ve sevgi dolu bir eğitimöğretim yuvası olmuştur. İmam Hatip Liseleri ülkemizde elli yıldır var olmaktadır. Bizler aracılığıyla da uzun yıllar ayakta duracaktır. İmam Hatip Liseleri halk arasında sadece din eğitimi alınan yer diye tabir edilir, fakat biz İmam Hatip Liselerinde sadece din eğitimi değil, hayat dersleri de almaktayız. Gerek öğretmenlerimiz aracılığıyla gerek yaşananları görerek tam bir ilim irfan öğrenimi görüyoruz. Okul mevcudumuzun az olması samimi, sıcak ve huzur dolu bir ortamın oluşmasını sağlar. Sorunlar hocalarla birebir çözülebilir, sıkıntılar paylaşılabilir. Maneviyatın verdiği doluluk ile öğrenciler arasında saygı ve sevgi artar. İmam Hatip Liseleri topluma faydalı, bilgili donanımlı kültür ve değerlerine bağlı, sosyal sorumluluk sahibi bireyler yetiştirmeyi kendine vizyon edinmiştir. Öğrenciye fen bilimlerinin yanı sıra dini ilimler vererek onları toplumda örnek bir vatandaş olma yolunda eğitmeye çalışmaktadır. İmam Hatip Liselerinden mezun olan kişiler toplumda kendine kolayca yer edinmiş, saygı değer konumlarda olan insanlardır. Çünkü bu liseler de verilen eğitim insanı yüceltir, saygı duyulan makamlara ver mevkilere getirir. Bundan on yıl öncesinde İmam Hatip Liselerine girmek için yapılan sınavlardan çok yüksek puan alan öğrenciler kabul edilmekteydi. Mezun olanların çoğu da güzel meslekler edinmiş kişilerdir. Bir İmam Hatip Lisesi öğrencisi ülkesini yüceltecek, milletini koruyacak, insanlığa hizmet edecek öğrenciler olmalıdır. İnsanlar nerede bir İmam Hatipli öğrenci görseler helal olsun, eğitim böyle olur, birey böyle yetiştirilir diyebilmelidir. Bunu İmam Hatip öğrencisi kendine borç bilmeli, okullarına aldıkları eğitime saygı duymalı ve okullarını minnetle anmalıdırlar. Çağla ÖZCÜ İ/10-C 2061

19

okulum Din insanın fıtri bir ihtiyacıdır. İnsanoğlu geçmişten bugüne “hayatın anlamını” hep sorgulamıştır. Ve her dönemde insanların kafasındaki sorulara cevap arayan “ilim yuvaları” olmuştur. İnsanoğlunun yaratılış amacı bellidir ve açıktır. Ama bunu görmezden gelmek gerçeklerden kaçmaktır. İşte imam hatip okulları tam bu noktada devreye girer. Anlamı kavramaya yarayan, sebeplerin anlaşılmasını sağlayan din, bu okullar sayesinde daha anlaşılır bir hale gelmiştir. Ülkemizde imam hatip okullarının tarihine bakacak olursak, 1913 yılında kurulan Medresetül Eimme Vel Huteba ilk imam hatip okuludur. Bu okullar ömürlerini 3 Mart 1924’e kadar sürdürmüştür. Tekrar 1924 yılında açılan ve 1930 yılına kadar varlığını sürdüren imam hatip okulları öğrenci azlığından kapanmıştır. Bu dönemdeki imam hatip okulları amacından saptığı için okutacak öğrenci bulamamıştır.1949 yılında ise imam hatip kursları açılmıştır. Bu dönemde din eğitiminin verilmemesi yıllardır dinle iç içe yaşayan Anadolu insanını etkilemiştir. 1951 -1952 yılları arasında tekrar imam hatip liseleri açıldı. 1972 de ise ortaokul sonrası 4 yıllık eğitim veren bir meslek okuluna dönüştürüldü. Bugün ise yozlaşmanın son safhada olduğu bir dönemde yasayan bizler yanlışların içinde doğruları göremez olduk. Ama bu okullar sayesinde özümüzü, bizliğimizi unutmadık. Her türlü adaletsizliğe karsı ayakta duran bu okulların arkasında Anadolu insanı vardır. İmam hatip okulları “ötekileştirmelere” karsı direnmiştir ve direnecektir. Son olarak önemli mutasavvıflardan olan Yunus Emre’nin bir sözünü belirterek yazıma son vermek istiyorum; İlim İlim demektir İlim kendini bilmektir Sen kendini bilmezsen Bu nice okumaktır

Muhammed Emin BALTACI İ 10-C 2117

umman


ilim sahiplerinin üstünlüğü Şu bir gerçektir ki; insanoğlunu diğer canlı varlıklardan farklı kılan üstün özelliklerden biri de onun bilgi sahibi oluşudur. Yüce Rabbimiz, ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem (A.S.)’ ı bu özelliği ile meleklere tercih ederek, yeryüzünde halife tayin etmiştir. Bu husus Kur’an-ı Kerim’de şu şekilde beyan olunmuştur; ‘“Hatırla ki Rabbin meleklere ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” dedi. Onlar, “Bizler hamdinle seni tesbih ve seni takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun?” Dediler. Allah da onlara; “Sizin bilemeyeceğinizi herhalde ben bilirim.” dedi.’ (Halife vekil ve temsilci demektir. Allah, yeryüzünde iradesini temsil etmek üzere insanı yaratmış, orada ilahi hükümranlığı gerçekleştirme görevini de ona vermiştir.) Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere arz edip; “Eğer siz sözünüze sadık iseniz şunların isimlerini bana bildirin,” dedi. Melekler; “Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz alim ve hakim olan ancak sensin.” dediler. Bunun üzerine; “Ey Âdem! Eşyanın isimlerini meleklere anlat,” dedi. Âdem onların isimlerini onlara anlatınca; “Ben size muhakkak semavat ve arzda görülmeyenleri (oradaki sırları) bilirim. Bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim?”dedi. (Bakara Suresi; 2 / 30–33) Burada görülüyor ki, Allah Teala Hz. Âdem’i bilgilendirmiş ve bu bilgi sayesinde onu halife tayin etmiştir. İlim, bilgi, bir üstünlük sebebidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de; ‘Kime hikmet verilmişse ona çok hayır verilmiş demektir.’ (Bakara 2 / 269) buyrulmuştur. Ayetteki hikmet, faydalı olan bilgi demektir. İnsanlığa faydalı olan bilgi, ona sahip olan âlim için

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

İsmail KARABACAK Meslek Dersleri Öğretmeni

elbette bir üstünlük vesilesidir. Yüce Rabbimiz bilenlerle bilmeyenlerin denk olmayacağını bildirerek ‘(Ey Muhammed) de ki; Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.’ (Zümer / 39/9) demiştir. İlim rütbesi, rütbelerin en üstünüdür. Zira bilerek amel etmek kişiye fayda sağlar. Fakat cehaletle amel edilirse bu pek fayda sağlamaz. Haberde varid olduğuna göre; ‘Ya Rasûlullah amellerin hangisi daha faziletlidir? diye sorulduğunda Rasûlullah (S.A.V.) “Allah’ı bilmek”, diye buyurdular. Hangi amel mertebeyi dereceyi artırır, diye sorulduğunda “Allah’ı bilmek”, diye buyurdular. “Ya Rasûlullah (S.A.V.), biz amelden soruyoruz, siz ilimden cevap veriyorsunuz, dediklerinde peygamberimiz (S.A.V.) “İlimle yapılan az amel fayda verir. Fakat cehaletle yapılan çok amel fayda vermez.” Buyurdular. (Mahmud Sami Ramazanoğlu / Yusuf (A.S.) Kitabı s. 53) İlim Öğretmenin Yani Öğretmenliğin Fazileti Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerim’de ilim öğrenmenin onu öğreterek etrafa yaymanın önem ve faziletine vurgu yapılarak şöyle buyrulmuştur; ‘Şu günü hatırla ki; Allah, Kitap verilenlerden şöyle bir söz almıştır, elbette onu anlatacak ve gizlemeyeceksiniz.’ (Al-i İmran/ 3 / 187) Bu ayet okutup öğretmeyi farz kılmaktadır. Konuyla ilgili hadis-i şeriflerden bazılarını burada zikredelim. Rasûlullah (S.A.V.) efendimiz Yemen’e gönderdiği Muaz (R.A.)’a hitaben söyle buyurmuştur; “Senin yüzünden Allah Teala’nın bir kişiyi hidayete erdirmesi, senin için bütün varlığı ile dünyadan hayırlıdır. (İmam-ı Ahmed, Muaz (R..A.)’ dan. Ayrıca Buhari

20


ve Müslim de rivayet etmiştir. ‘İnsanlara öğretmek için ilimden bir mesele öğrenen kimseye yetmiş sıddik sevabı verilir (Ebu Mensur edDeylemi, İbn Mesud (R.A.)’dan rivayet etmiştir.) Buradaki “Sıddîk” ifadesi doğrulukta zirveye ulaşmış olmak demektir ki, böyle kişilerin cennetteki mükâfatları, hesaba gelmez çokluktadır. Sıddîklar üst düzey kâmil iman ve ihlâs sahibi kimselerdir. Bunlar salihlerden ve şehitlerden de çok üstündür. Peygamberlik ve nebilik makamından sonra en üstün makam sıddîkların makamıdır. Aynı zamanda sıddîklar ilim ve irfan sahibi olup, ilmiyle âmil olan pek muhterem zatlardır. Bunlara “Arif-i billah” da denir. Kıyamet günü Allah Teala âbid ve mücahitlere “Girin cennete” der. Âlimler “Bizim öğretmemiz sayesinde ibadet ve mücahede ettiler,” deyince Hak Teâlâ “Siz benim katımda bazı meleklerim gibisiniz. Şefaat edin, şefaatiniz makbuldür.” Buyurur. Onlar da şefaat edince cennete girerler. (Ebu’l – Abbas Ez –Zehebi, İbn Abbas R.A.’dan rivayet etmiştir.) Bu şefaat hakkı her âlime değil bildiğini öğreten âlimlere mahsustur. Yine bir hadis-i şerifte Peygamber S.A.V. Efendimiz; “Hayra delalet eden, onu yapan gibidir.” buyurmuştur. (Tirmizi, Enes (R.A.)den) Buhari ve Müslim’in İbn Mesud (R.A.)’tan bir rivayetinde Rasûlullah S.A.V. Efendimiz; “Heves edilecek iki kimse vardır. Birincisi, Allah Teala’nın kendisine verdiği ilimle amel edip başkasında da öğreten; ikincisi de Allah’ın verdiği serveti hayra sarf edendir.” buyurmuştur. Konumuzla ilgili Ebu’d Derda (R.A.) şöyle buyurmuştur; “Ben Allah’ın peygamberinden işittim ki şöyle buyurmuştu; ‘Her kim bir yola girer ve onda ilim isterse, Allah onun için cennete giden bir yolu kolaylaştırır. Melekler ilim öğrenenlere, yaptıklarından hoşlandıkları için kanatlarını gererler ve yerde olanlar, hatta sudaki balıklar ilim öğrenen kimseye Allah’tan yardım ve bağış diler. İlim sahibinin abidden (çok ibadet edenden) üstünlüğü, ayın diğer yıldızlar-

dan üstünlüğü gibidir. Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar ve de dirhem miras bıraktılar, ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde o ilmi alan büyük nir pay almış demektir.” (Buhari ilm, 10; Ebu Davud ilm 1; Tirmizi ilm 19, İbn Mace Mukaddime 17) Merhum Hüccetü’l İslâm İmam Gazâli Hazretlerinin ilim hakkındaki bazı açıklamalarıyla mevzuumuzu noktalamış olalım. İlmin umumi faydalarına gelince; bunda hiç şüphe edilmez. Çünkü neticesi saadettir. Mahallinin şerefine gelince: (Bu da gizli değildir.) Nasıl gizli olsun ki, ilim öğretenler insanların kalpleri ve akılları üzerinde tasarruf ederler. Yeryüzündeki en üstün yaratık insan, insanın en değerli cüz’ü ise kalbidir. İlim öğreten, kalbi olgunlaştırmak, temizlemek, cilalandırmak ve rıza-i ilahiye yaklaştırmakla meşguldür. Binaenaleyh her cihetten ilim efdaldir, şereflidir. Hülasa ilim öğretmek, bir bakımdan Allah için ibadet başka bir bakımdan Allah Teala’ya vekâlettir. Hem de en büyük vekâlet. Çünkü Allah Teala, en has sıfatı olan ilmi, âlimin kalbine yerleştirdi. Âlim, Allah Teala’nın en değerli cevherlerinin hazinedarı gibidir. Bundan, bütün muhtaçlara infakta izinlidir. Cennet-i Me’va’ya ulaştırmakta ve Allah Teala’ya yaklaştırmakta, Allah ile kulları arasında vasıta olmaktan daha üstün rütbe olabilir mi? (İhya-i Ulumi’d Din Tercemesi, cilt 1, sayfa 41, mütercimi A. Serdaroğlu)

İman iki eşit parçadır; Yarısı sabır, yarısı şükürdür. Hz.Muhammed (S.A.V.)

21

umman


insanın anlamı üzerine karşılaştırmalı bir deneme Modern zihniyet hadiselere yaklaşırken tek boyutlu ve “bu yönden”, “buradan” bakan kısır ve bir o kadar tüketici bir bakış açısıdır. Şöyle basit bir karşılaştırma bize yaklaşık bir anlayış kazandırabilecektir: Modern zihniyet ile bakılan bir manzara resminde görülen öncelikle resmin kâğıdının kalitesi ve kullanılan boyanın içeriği… Evet, resmin neyin resmi olduğu ya da ressamın duygusu pek dikkate alınmıyor bu bakış açısında. Sadece görünen fiziki nesneler ve bunların değeri. Oysa bir resmi önemli yapan o resimdeki sanat ve yaratıcılıktır. Ressam hangi duyguyu nasıl ifade etmiş gibi sorular ile resme yaklaştığımızda, kullanılan malzemelerin çok ta önemli olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Çünkü ressamın “becerisi”ni biz malzemelerde değil o malzemeleri “nasıl kullandığında” görebiliyoruz. Nasıl kullandığını ise resmin bütününe yayılan yaratıcılık ve manada bulabiliriz ancak. Bu yüzden modern zihniyetin insan anlayışı dar yoz ve kısır bir tek boyutun cenderesinde suni ve dünyevi bir anlayıştır. Bu zihniyet insan derken sadece görünen bir organlar topluluğunu kastetmektedir. Evet, modern zihniyetin insan anlayışı ne kadar bilimsel ve çağdaş olursa olsun aslında bu anlayışın ortaya koyduğu insan; “buradan” ve “bu yönden” bakıldığı için sadece görünen bir “beden” olarak kabul edilmektedir. Bu yüzden insan derken daha çok onun bedeni anlaşılmakta ve “bedeni eğitme”, “bedeni güzelleştirme”, “bedeni yaşatma” üzerinde fazlasıyla durulmaktadır. Evet, spor beslenme ve estetik diye adlandırılan uğraşıların hepside bedene yönelik, onu yüceltici faaliyetlerdir. Bu bağlamda sağlıktan anlaşılan, hasarsız çalışan organlardır. Huzurdan anlaşılan, bedenin rahatıdır. Kolay ve bedensel olarak zorlanmadan yapılan bir iş dünyada arzulanan hedeftir. Teknolojinin bütün yaptığı bundan ibarettir.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Abdüsselam GÜNGÖRMEZ Felsefe Öğretmeni

Estettik olarak güzellik; yalnızca bedenin organlarını bir arada tutan ve üzerini saran derinin, cildin veya ambalajın kırışmamış ve gergin olarak durmasından ibarettir. Bütün bir medeniyetin hedeflediği sonuç, bedene kusursuz bir görünüm kazandırmak ve olabildiğince uzun süre yaşayacak şekilde kolay ve rahat zevkler ile donatmaktır. İşte modern zihniyetin insandan anladığı budur. Çünkü ressamın resmini boya ve kâğıt kalitesiyle değerlendiren bu bakış açısının, insanı etinin ve kemiğinin ötesinde değerlendirebileceğini sanmak ahmaklık olacaktır. Evet, bu zihniyet insanı anlamaya çalışırken tıpkı resim değerlendirmesindeki gibi onu meydana getiren “beceriyi” anlamak yerine hangi parçalardan oluştuğunu ve bu parçaların fonksiyonlarını anlamaya çalışmaktadır. Bu bize bilimsel dediğimiz derin bakış açısını veya analiz yöntemini vermektedir. Oysa insan “buradan” ve bu yönden” bakılarak anlaşılamayacak kadar karmaşık ve öteseldir. Kadim bakış açısının varlık anlayışı bu gün ilkel geri ve çağdışı sayılmaktadır. Bu bakış açısının insan anlayışı da oldukça “saçma” “anlamsız” ve “gerçek dışı” kabul edilmektedir. Oysa az biraz insaf eşliğinde baktığımızda bütün yönleriyle kâmil bir “ihtişam” karşımıza çıkmaktadır. Şöyle ki: Varlığı meydana getiren unsurlar hepsi aynı özelliğe sahip ve birbirinin tıpkısı olan atomlar değildir bu anlayışa göre. Bu anlayış resme bakarken onun hepsinin aynı kâğıt üzerinde ve aynı boya ile yapıldığını inkâr etmeden bir değerlendirme de bulunur. Ama resim denilen şeyin boya ve kâğıdın ötesinde bir şey olduğunu kabul ederek işe başlar. İşte bu anlamda varlık dört ayrı unsurdan meydana gelmiştir: Su, toprak, hava ve ateş. Bu dört unsur sadece varlığı değil hayatı ve anlamı da meydana getiren dört unsurdur. Bu dört unsurun ikisi sıcak ve ikisi soğuktur. İkisi kuru ikisi yaştır. İkisi boş ikisi doludur. Ve ikisi aşağılık ikisi yukarılıktır.

22


Taş niçin aşağı düşmektedir şeklindeki bir soru modern bakış açısına sahip bir fizikçi tarafından “çünkü cisimlerin çekme özelliği vardır” denilerek yerin çekmesinden bahsedilip taş yerden daha küçük olduğu için aşağı düşmektedir biçiminde cevaplanmaktadır. “peki, niçin cisimlerin çekme özelliği vardır?” sorusuna modern bakış açısının verebileceği anlamlı bir cevap yoktur. “bilmiyorum” şeklindeki bir cevap bile belki anlamlı olacaktır ama modern bakış açısından böyle zaaf işareti taşıyan cevaplar pek duyulur değildir. Oysa kadim bakış açısının bu soruya vereceği oldukça yetkin ve bir o kadar anlamlı bir cevabı vardır. “taş neden aşağı düşmektedir” şeklindeki bir soru aslında “bütün” bilinmeden yalnızca “parça”dan hareket edilerek cevaplanacak bir soru değildir. Çünkü “bütün” dediğimiz şey “parçaların” toplamından ibaret değildir. Öyle olsaydı resim bir kâğıt ve boya demek olurdu. Şiir de harflerden ibaret bir ses kalabalığı. Oysa “bütün”, kendisini oluşturan parçaların toplamından başka bir şeydir. Öyleyse “bütün” mutlaka bilinmeliydi ki parçalar hakkında sorulan sorular bilinebilsin. “Taş niçin aşağı düşmektedir” sorusuna, kadim bakış açısı bütünsel bir cevap vermektedir. Şöyle ki “her şey aslına döner”. Taş da bu kurala tabidir. Taşın aslı aşağılıktır. Çünkü varlığı oluşturan unsurların bir “değeri” vardır ve bu değer hepsinin eşit olmadığını ortaya çıkarır. En yukarda ateş vardır en aşağıda ise toprak. Toprağın üstünde su vardır ve suyun üstünde de hava. Bu yalnızca mekân olarak değil, değer olarak da böyledir. İşte taş aşağıya ait olduğu için yukarıya yani havaya atarsanız taş bir gurbetteymiş gibi hasret çeker. Ve sılaya dönmek için amaca uygun olan hareketine başlar. Yani düşer. Taşın düşmesi anlamsız bir savrulma değil hedefe yönelik bilinçli bir çabadır. Bu bakış açısına göre anlamsız ya da saçma olan hiçbir hareket yoktur.

23

Bu bakış açısının insan anlayışı da bütünseldir. Yani insanı bir organlar toplamı olarak görmez. Tersine insan ait olduğu kâinatın hem bir parçasıdır hem de kâinat insandan bir parçadır. Çünkü insan varlığın en aşağısı olan topraktan yaratılmıştır. Ama insan sadece topraktan yaratılmamıştır. Aynı zamanda su ve hava da insanın bünyesini oluşturmuştur. Ve elbette ki ateş… İnsanı kuşatan yakıcı bir ateş vardır. İnsan bir bakıma bu hareretten hastalanmaktadır. Dört unsurun insanda oluşturduğu denge sağlık olarak tanımlanabilir. Tanrı insanı yaratmaya topraktan başlamıştır. Ateşin bir tabakasından yaratılmış olan iblis varlık sıralamasındaki yerinin farkında olarak daha aşağıda bulunan bir malzemeden yaratılmış olanın önünde eğilmeyeceğini deklere ederek büyüklenmektedir. Oysa buradaki yanılgı malzemenin niteliğine bakarak yapılan değerlendirme biçimindedir. Tıpkı modern bakış açısı gibi. Yani resmin malzemesine bakıp “kalitesiz tuval ve kalitesiz boya kullanılmış öyleyse resimde kalitesizdir” şeklinde bir değerlendirme yapılarak yanılgıya düşülmüştür. Gerçekte ise resimdeki kalite ressamın yaratıcılığı ile ölçülmeliydi. Önemli olan o resmin neyin resmi olduğu ve bu olduğu şeyi hangi düzeyde ifade ettiğidir. Öyle ise insan hangi şeyden oluşmuştur sorusu bizi doğruya götürmeyecektir. Doğru soru insan neyi anlatmaktadır şeklinde sorulan sorudur. Ya da insanın ifade ettiği mana veya simge hangi şeydir. İnsan kelime olarak Arapça bir kelimedir. Anlam olarak ise bu kelimenin bütün manalarını ifade eder. Şöyle ki; insan sözcüğü kök olarak “unutma” anlamına gelen “nisyan” ve yine kök olarak “bağlılık ve yakınlık” manasına gelen “ünsiyet” kelimelerinin ikisini de birlikte ifade eden bir kelimedir. Yani kelime anlamı olarak ikili bir boyut taşır. Varlık olarak ta bu ikili yapıyı görürüz. İnsan beden olarak dört unsurdan oluşmuştur. Ama insanın ikinci boyutu ruhudur. İnsan içindeki “RUH” u tanrıdan almıştır. Tanrının ruhu ile yaşar insan. Ve kadim bakış açısına göre insan yeryüzünde Tanrıyı temsil eden tek varlıktır. Çünkü Tanrı kedini insanda tecelli etmektedir. Çünkü Tanrı emaneti varlığın bütün katmanlarına teklif etmiş ve onlar emaneti yüklenmekten kaçınmıştır. Çünkü insan gerçekten ne yüklendiğinin farkında değildir. Evet, insan ancak kendini bildiğinde Tanrıyı ve diğer her şeyi bilecektir. Kadim bakış açısının bize sağladığı bilgi ancak kendimizi bilebileceğimizin bilgisidir. Ve gerçek bilgelik de bunu bilmekle başlar. Öyleyse “yeryüzünde insanın anlamı nedir?”, şeklindeki bir soruya kadim bakış açısıyla şöyle bir cevap verebiliriz: Tanrının halifeliği. Ya bu anlamın farkında olup “ünsiyet” kuracağız ve tanrıya yaklaşacağız ya da bu anlamı unutup “nisyan” içinde unutulup hararetin kucağında yanacağız.

umman


FiLM ELEŞTiRMENi

Çağan bey; o adam neden ıssız kalmış? Bundan yirmi otuz sene sonra sinemaseverler Çağan Irmak’tan büyük yönetmen, güçlü isim diye bahsederler mi bilmem ama hakkında başarılı yönetmen diyecekleri kesin. Son filmi Issız Adam da tıpkı Babam ve Oğlum gibi reklâm kampanyaları, promosyonlarla değil, kulaktan kulağa yayılarak, izleyicinin beğenisini kazanarak gündeme oturdu. Bu sefer daha kişisel bir hikâye anlatan Irmak, Türk halkının duyHikâye, Alper’in bir kitapçıda eski plaklar aragusal olduğu konuları, zayıf yanlarını iyi bildiğini sisında gezinirken esas kadın Ada’nın (Melis Birkan) nemadan gözü yaşlı çıkan izleyicilerin deyimiyle son içeri girmesiyle başlıyor. Ada o ikinci el kitapçıda sordakika golü atarak bir kere daha kanıtladı. duğu Çılgın Kalabalıktan Uzakta’yı bulamıyor belki Issız Adam; Anadolu’dan İstanbul’a gelip iş kuama arkasına kendisini elde etmeye kararlı Alper’i taran, başarılı sayılabilecek, kendisini seven bir aileye kıp çıkıyor. İlişkilerinin başlangıcındaki ayaküstü kosahip, ancak yaşamını yalnız, daha doğrusu ıssız devam nuşmalarda sürekli Alper’i tersleyen Ada; onu kafası ettiren, annesi dâhil olmak üzere kimseleri değil duykarışık, ne istediğini bilmeyen, basit gu dünyasına, evine dahi kabul etmekte arzuları ve hedefleri olan, caddeler mızmız davranan bir karakter (Cemal dolusu yüzeysel adamın tipik bir örHünal) etrafında dönüyor. Bu bakımdan neği olmakla suçluyor. Issızlığına ilk ıssız sıfatı onun için çok uygun. Kimseler günden teşhis koymasına ve onun yanına yöresine uğramıyor. Sahip olduğu gibi adamları iyi tanıdığını sürekli restoranın çalışanları bile, Alper adlı bu söylemesine rağmen, bir süre sonra adamı şef olmasına rağmen samimiyet bu ıssızlığın ısrarına yenilen kendisi çemberlerini çizerken usulca dışarıda oluyor. Yönetmen : Çağan Irmak bırakıyorlar. Alper’in ıssızlığını bu kadar Filmde Ada karakteri adeta Oyuncular: Cemal Hünal, öne çıkaransa onun eski plaklar, alkol ve sağlıklı bir kişiliğin, normalliğin ölMelis Birkan, Yıldız Kültür gece hayatından ibaret olan özel yaşaçüsü olarak kullanılıyor. Aslında Ada, Yapım: 2008 Türkiye mı. Daha ilk dakikalarda hayatını alkol benzerinden Bağdat Caddesi dolusu ve eski şarkılarla doldurmuş bu adamın bulunabilecek Alper gibi sıradan bir samimi dostları, sırdaşları olamayacakarakter. Ancak bu ikisi yan yana gelğını, her gece başka biriyleyken bağlanacağı, hayatını diğinde dışarıdan oldukça normal, sıradan biri gibi göpaylaşacağı, özen göstereceği birini bulamayacağını rünen Alper’in huzursuzluğu; ıssız kalmasını anlaşılır anlıyoruz. Beklenmedik olayların gerçekleşeceği sıra kılacak kadar belirgin bir hal alıyor. Çocuk kostümleri dışı bir son vaat etmediğinden film boyunca öne çıkan diken Ada tıpkı Alper gibi kendi işinin sahibi ve yine AlIrmak’ın hikâye anlatıcılığı oluyor.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

24


FiLM ELEŞTiRMENi

per gibi işinden çok zevk alıyor. Ancak Ada kostüm hazırladığı her çocuğun fotoğrafını çekip duvarına asacak kadar insanları yanında hissetmekten hoşlanan biriyken Alper temizlikçi kadının evinde bir saat fazla kalmasını bile itirazla karşılıyor. Kamera evinden içeri girdiğindeyse daha renkli, kişisel beğenileri, uğraşları yansıtan eşyalarla dolu olduğu, onun daha yerleşik, daha düzenli yaşadığı anlaşılıyor. İnsanları daha çok sevmesine, ıssızlıkla alakası olmamasına rağmen oturup kafa dinlemekten bahsetmesi, kitaplara olan

düşkünlüğü bize kendisini Alper’den daha çok dinleyen biri olduğunu, olayları ve kişileri düşünüp değerlendirmeye daha çok vakit ayırdığını gösteren dikkat çekici ayrıntılar oluyor. Böylelikle kendi hakkında hiç düşünmeyen, davranışlarını hiç değerlendirmeyen Alper’in, biri bunu ona hatırlatmadıkça ıssızlığını farkına bile varmadan, ancak ıssızlığı gittikçe katlanarak yaşayıp öleceğini görüyoruz. Ada’nın okuma zevki, zaman zaman düşüncelerine vakit ayırmak istemesi, fotoğrafçılığı, çiçekleri, bir düşüncenin ürünü iken Alper’in dinlediği plaklar, gittiği yerler, tükettiği sigara ve alkol, ıssızlığından mütevellit ruhsal durumunun bir yansıması, bilinçsizce, hisleri tarafından yönetildiğinin bir kanıtı oluyor. Issız adamla Ada’nın ilişkisi ağır aksak ilerledikçe Alper’in Ada’ya ummadığı bir şekilde gittikçe bağlandığını, Ada’nın da Alper’e aynı samimi hislerle karşılık verdiğini görüyoruz. Duruma hâkim görünmekten hoşlanmasına rağmen Alper’in içinde çırpındığı zayıflıklar ve Ada’nın onu kendisinden bile iyi anlaması bizi Alper hakkında umutlandıracak oluyor. Fakat bu sırada ortaya çıkıp bir akraba düğünü vesi-

25

lesiyle Tarsus’tan İstanbul’a Alper’in yanına gelen annesi, ikilinin göz ardı edilmesi imkânsız farklılıklarını açığa çıkaran turnusol etkisi yapıyor. Bu saf kadınla Alper ve Ada’nın kurduğu ilişkilere ayrı ayrı göz attığımızda, Alper’in yitirdiklerinin büyüklüğü, kaybettiği değerlerin önemi nedeniyle asla düzgün, temiz, içten duygularla bezeli bir ilişkiyi ne annesiyle ne de sevdiği kadınla yürütemeyeceği fark ediliyor. Alper’in içine düştüğü derin ıssızlıkta bu şefkat ve sevgi dolu ilişkiler birer kısıtlama, özgürlüğün yok edilişi gibi anlaşılıyor. Alper’in daha sonra aldığı ani kararın arkasında da bunu bir şekilde hissetmesi yatıyor. Çok şey yaşadığını, kendisinden çok şey yitirdiğini, bu nedenle Ada’nınki gibi içten, temiz duygularla sevilmeyi hak etmediğini ifade ettiği cümlelerse kendisi hakkında söylediği ilk doğru şeyler oluyor. Bu noktada eksik kalan; başarılı, kendisini seven bir aileye sahip Alper’in nasıl o kadar çok şey yitirdiğinin açıklaması. Modern hayat tarzı, Anadolu’dan gelip İstanbul’da tutunma çabaları, iş yaşamı gibi faktörler o derin ıssızlığı tarif eden nedenlerin yanından bile geçemiyor. Her yerde birçok Alper’in olduğunu düşünürsek Issız Adam toplumumuzu ıssızlaştıran nedenlerden çok, sevilmeyi bile kendisine çok gören bir ıssızlığın hikâyesinden ibaret. Vasat senaryoya, kötü oyunculuğa, inandırıcılıktan uzak diyaloglara rağmen Çağan Irmak’ın hikâye anlatmadaki büyük başarısı filmi oldukça etkileyici yapmaya yetmiş. Tabi film boyunca çalan eski şarkıları da unutmamak lazım. Alper’in yitirdiği temiz duyguların aksine, aşktan, sevmekten, sevilmekten, yalnızlıktan, acıdan, kaderden, bilumum insani duygudan bahseden bu şarkılar adeta ıssız adamın hayatındaki duygu eksikliğini kapatma yolu gibi. Ayrıca sadece son dakikalar bile filmi güzel yapmaya yetecek nitelikte. Alper’in ancak hayatına Ada’nın girip çıkmasıyla ıssızlığını, kayıplarının dehşet verici büyüklüğünü anlamış olması ve ömrü boyunca yitirdiklerinin yasını tutmaya mahkûm oluşu çok güzel aktarılmış. Son sahnede Alper’in bir aşağı bir yukarı yürümesi ise hayatındaki karmaşanın, kafa karışıklığının özeti gibi olmuş. Sonuç olarak izlenmeye değer bir film diyor ve keşke, diye ekliyoruz, zincirin önemli bir halkası olarak Alper’in neden ıssız kaldığı da anlatılsaydı. Hüsna BAKA

umman


Allah’ım nasıl bir duygu içinde olduğumu bilmiyorum. Ağlamak istiyorum ağlayamıyorum. Sanki biraz daha buhar bekleyen yağmur bulutu gibiyim. Ama açıkça söylemek gerekirse neden ağlamak istediğimi de bilmiyorum. Hep ağlayacakmış gibi hissediyorum. Neden böyle olduğumu da bilmiyorum. Köşelere geçip sessizce oturmak, müzik dinlemek, ancak ağzımı bile açmamak istiyorum. Yemek yemişim yememişim fark etmez oldu. Karnım sanki hiç acıkmaz oldu. Yemek yiyemez oldum. Allah’ım ben neden böyle oldum. Ben daha önce hiç böyle olmamıştım. Sanki kalbimde bir yara var orası acıyor, kalbim ağlıyor ama ben ağlamıyorum. Aslında kalbimde bir yara var, hatta bir değil birçok yara var. Ama yaralarımın ilacı nerde, yaralarım nasıl iyileşir bilemiyorum. Allah’ım ben ne yapacağımı da bilmiyorum. Ne yapacağım ben. Ne yapmam gerekiyor. Kime gitmem gerekiyor bu yaraların geçmesi için. Hıh ben biliyorum galiba. Sana kavuşmam gerekiyor değil mi Allah’ım. Tıpkı annemin yaptığı gibi. Ne zaman sana kavuşacağımı sen biliyorsun. Beni en uygun olan zaman da yanına alacağından eminim. Ama Allah’ım sana layık bir kul olmadan, peygambere layık bir ümmet olmadan alma beni yanına. Bana dünyada hafızlık yapmayı nasip et. Bu dünyada da öbür dünyada da yüzümü kara çıkartma. Beni, annelerimi, babamı, kardeşimi bu dünyada olmasa bile öbür dünyada rahat ettir. Sınavımızı en güzel şekilde verip sana kavuşmayı, senin ve peygamberimizin nur cemalinizi görmeyi nasip et. Yaralarımın ilacını bu dünyada bulamasam bile öbür dünyada bulmayı nasip et. Bu dünyada olamasam bile öbür dünyada sevdiklerimle beraber eyle beni Allah’ım. Bu dünyada olmasa bile öbür dünyada nasip et ne olur. Ben senin yetim kulunum, acizim ben, bir tek sana muhtacım. Allah’ım senin bana verdiğin bu azaları senin rızan için kullanmayı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

nasip et. Senin bu emanetlerini en iyi şekilde korumayı nasip et Allah’ım. Allah’ım şimdi ağlıyorum işte, senin için ağlıyorum, ağlayabiliyorum senin sayende, sen nasip ettin bunu, meğer ne büyük bir nimetmiş bu ağlamak, senden gelene amenna, senden gelen her şey bir nimet. Acısı da nimet, tatlısı da. Allah’ım sen diyorsun ya Allah korkusundan ağlayan göz cehennem azabı çekmeyecek diye. Benim gözlerim senin sevginden ağlıyor Allah’ım benim gözlerimi de cehennem azabından yakma olur mu? Allah’ım benimde annem gibi ölüm döşeğindeyken bile senin rızan için namaz kılmamı nasip et. Allah’ım yetim olmak da bir nimet aslında. Çünkü peygamber efendimiz de yetimdi ben onun özelliğini taşıyorum. Ben bu nimetin farkına yeni yeni varıyorum, umarım farkına varamadan önce sana isyan etmemişimdir. Çünkü yetimin ezeni çok olurmuş ya, hani beni de bu yüzden ezenler oldu ya, tıpkı peygamberimiz gibi! Sana şükürler olsun işte. Bana peygamberimizin özelliklerinden verdiğin için. Ama ben biliyorum Allah’ım Ebu Cehiller her zaman kaybedecekler ben bunun farkındayım. İşte sen istedin ben bunu öğrendim Allah’ım hani sen diyorsun ya kullar ancak benim bildirdiklerimi bilebilirler diye işte sen bana bunu bildirdin ben bunun farkına vardım ve işte senin büyüklüğünden ağlıyorum senin sevginden ağlıyorum daha nice insanın senin sevginden ağlamasını nasib et Allah’ım. Nice insana senin sevgini tattır onlarda bilsin senin sevgini. Dünya sevgisinin ne kadar boş olduğunu onlarda bilsinler. Allah’ım en sevgilinin yüzü suyu hürmetine istiyorum bunu. Ben senin günahkâr kulunum yüzüm yok istemeye ama o sevgilinin yüzü suyu hürmetine nasip et. Sedanur ARITKAN

26


Dilenci kim? Saltanatının sınırları geniş diyarlara uzanan bir hükümdardı Kibrinin ve gururunun ise sınırı yoktu Elinden gelse bütün dünyayı eline geçirmek ve mülküne dahil etmek istiyordu Sürekli “daha, daha” diyordu Hiç kimse ondan bir gün olsun “yeterli” veya “Buna da şükür” sözünü duymamıştı Yeme-içmede, eğlenmede, hakarette, haksızlıkta hep dünden bir adım ileriye gidiyordu Öyle bencildi ki, iyilik yaparken bile başkalarına ne kadar cömert olduğunu sergilemek isterdi İşte bu hükümdar, bir gün sarayının önündeki bahçede yürüyüşe çıkmış gezinirken, yanına başı önünde eğik, elinde dilenci kabı taşıyan bir adam yaklaştı Muhafızlar, dilencinin hükümdarın yanına sokulmasının engellediler Hükümdar, adamlarına o ana dek hiç konuşmayan dilenciyi bırakmalarını emretti “Ne istiyorsun?” diye büyüklenerek sordu hükümdar Adamın onun yanına dilenmek için geldiği besbelliydi, ama o bu soruyu yine de sordu, çünkü karşısındakinin kendisine yalvarmasını istiyordu Bu hep böyle olurdu. Fakirler, dilenciler bir şeyler ister, o onlara fazlasıyla ihsanda bulunur, adamlar bin bir teşekkürle ve minnetle yanından ayrılırken o “Var mı benim gibi cömert?” dercesine sağına soluna bakınır ve etraftaki yağcıların övgü dolu sözlerini kendinden geçerek dinlerdi Ama bu defa öyle olmadı! Dilenci güldü ve başını kaldırıp hükümdarın gözlerinin içine bakarak şöyle dedi: “Sultan hazretleri yoksa benim arzumu yerine getirebileceklerini mi sanıyorlar?” Böylesine küstahça bir söz karşısında önce ne yapacağını bilemedi hükümdar İstese oracıkta dilencinin kafasını vurdurabilir ya da onu zindanlarda çürütebilirdi Ama, bu dilenci kendisine meydan okumaya kalkmıştı ve bu söz ne kadar ağırına giderse gitsin, ona dersini başka bir şekilde vermeliydi Evet, kararını vermişti: Onu cömertliğiyle ezecekti “Elbette ki senin arzunu yerine getirebilirim ey dilenci! Ne olduğunu söyle yeter ” “Çok basit,” dedi dilenci ve dilenirken kullandığı kabı uzattı: “Bu kabı bir şey-

27

le doldurmanın istiyorum ” Bu kadar basit bir isteği duyunca rahatlayan hükümdar kahkahalarla güldü: “Bundan kolay ne var?” Yanındaki vezirlerden birisine dönüp emretti: “Bu adamın kabını parayla doldurun ” Vezir saraya gitti, dönüşte getirdiği büyükçe bir kese altını dilencinin kabına boşalttı Normalde kabı doldurup taşması gereken altınlar kaba dökülür dökülmez yok oldu ve dilencinin kabı biraz önceki gibi bomboş kaldı Hükümdar ve etrafındakiler gördüklerine inanamadılar Dilencinin hiç de öyle büyücü bir görünümü yoktu, ama yine de ondan ürkmeye başladılar Hükümdar, adamlarını daha fazla altın getirmeleri için saraya yolladı Ancak, her gelen kesedeki altınlar aynı akıbete uğradı Dilencinin kabına boşanır boşanmaz, uçup gittiler Bu kap sanki kara delik gibi altınları yutuyordu Önce saraydakiler, sonra da olup biteni duyan şehir ahalisi toplandı etraflarına Ne kadar altın ve gümüş boşaltırsa boşalsın, hükümdar dilencinin küçük kabını dolduramıyordu. Şanı, şöhreti, itibarı elden gitmek üzereydi Ama o “Bütün hazinemi gözden çıkarırım da bu dilenci parçasına mağlup olmam” diye homurdanıyordu Gerçekten de, altınlar, gümüşler, elmaslar, yakutlar hazinesinde ne varsa dilencinin kabına boşaltıldı Ama sonuç değişmiyordu: Dilencinin uzattığı kap bomboştu Saatler geçiyor, insanlar hayret ve şaşkınlıkla hükümdarın hazinesinin avuç avuç kabın içinde eriyişini seyrediyordu En sonunda, hükümdar dilencinin kapandı ve mağlubiyetini ilan etti: “Sen kazandın, ama gitmeden önce bana tek bir şey söyle Bu kabın sırrı nedir?” Hırsıyla, kibriyle ün salan koca hükümdar, sıradan bir dilencinin önünde böyle yalvarıyordu Gerçekte, bir dilenci değildi karşısındaki. Ona ders vermek için gönderilen dilenci görünüşündeki bir melekti Melek “Bu kap” dedi, “insan hırsından yapılmıştı Ve hiçbir şey onu dolduramaz Hırsına mağlup olan insan, ister senin gibi sultan olsun ister köylü, kabı hiç dolmayan dilenciye benzer Dünyanın en güzel sarayları, dünyanın en güzel atları, dünyanın en büyük hazineleri onu doyurmaz Hatta dünyayı da yutsa tok olmaz Elindeki kabı, dilenir durur

umman


Köprü; birbirine ulaşması zor olan iki varlığın kavuşmasını kolaylaştıran olgu… Köprü; hasrete son veren, sevenlerin buluşma noktası… Köprü; hep kendinden veren, zamanın kendisini yok etmesine aldırmadan başkalarının mutluluğuna kendisini adayan görünmez kahraman... Köprü; altından nice sular akmasına rağmen kendi benliği ve işlevinden ödün vermeyen istikrar abidesi... Köprü; nice afetlere göğüs geren defalarca yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmasına rağmen, inatla direnen, dünü bugüne, bugünü de yarına taşıyacak olan yapılar dizisi... Belki de şimdiye kadar bu olgunun işlevleri hakkında bu kadar etraflı bir şekilde düşünmemiştik… Aynen geçmişten günümüze bir köprü görevini gören imam hatipli gibi... Her gün üzerinde bir vesile ile konuşmuş, televizyon radyo gazete gibi yayın organlarında hakkında nice etiket sahibi kimselerin analizlerini dinlemiştik… Ancak hiç kimse gerçeği dinleme cüretini göstermemişti. Yaldızlı sözlerle bu garip kimsesiz gibi görünen kurumun gerçeği hep örtüldü... Baştan sona budandık ama bilemediler budana ağacın, hızla ve daha verimli büyüyeceğini… Arka bahçe denildi… Bunların tıpta, hukukta, mühendislikte ne işleri var denildi… Katsayı denildi. Bu kadar fazlasına ne gerek var denildi. Siyasallaştılar denildi. Kızlardan imam, hatip olmuyorsa onların orada ne işleri var denildi. Belki bu yüzden tam anlamıyla cihadı öğrendik; davası uğrundan canını verebilen insanlar olduk. Tescillenmiş marka olduk. Her ne kadar aramızda aramız da kaynayıp giden utanç kaynaklarımız olsa da insanlar bizi yüzlerimizden tanıdı. Kendisiyle ve toplumuyla barışık bireylerin oluşturduğu gıpta ile bakılması gereken içleri vatan ve millet sevgisiyle dolu olan bu şerefli ve asil topluluğa, nice yaftalar yakıştırıldı. Herkes görmek istediği gibi gördü. Herkes içini, ruhunu aynada gördü ve gördüklerini söyledi. Beyinlerimizi değil ruhumuzu eğittiler, Edep, hayâ, saygı, sevda, hasret diploması verdiler her birimize. Ayrıcalığın imam hatipli olmakta değil, imam hatipli gibi davranmakta olduğunu, bunu yapabiliyorsak o zaman kendimizle değil, içimizde yaşattığımızla, ruhaniyetimizle gurur duymamız gerektiğini öğrettiler.

Ne kadar zordur bilir misiniz? Kendi öz yurdunda parya muamelesi görmek. Ne kadar zordur geleneklerini, adetlerini, dinini yaşamaktan dolayı veya toplumun ahlakı kurallarını uygulamaktan dolayı horlanmak, küçümsenmek... Ne kadar zordur muadilleriyle beraber aynı sınava girip de sadece imam hatiplisiniz diye işe alınmamanız veya isminizin üzerinin çizilmesi… Ne kadar zordur hurafelerle mücadele ederken, başkaları dolayısıyla, aynı bulvarda görüldüğünüz kimseler tarafından ölesiye eleştirilmeniz... Ne kadar zordur bunca haksızlığa rağmen Eyüp a.s. sabrının, H.z.Ömer adaletinin, H.z. Ebu Bekir sadakatinin, H.z. Osman hayâsının, H.z. Ali bilgeliğinin sizden beklenmesi ve milletin bu duruma düşmesinin sorumlusu görülmeniz ne kadar zor bir durumdur. Her ne olursa olsun imam hatiplim!... Bilmelisin ki sen rahmet pınarının, taşlanırken bile dua edebilen bir peygamberin varisisin. Düşeni bana ne demeden kaldırmalısın. Geçmişten aldığın gelenekleri örf ve adetleri genleriyle oynamadan bugünlere taşımalısın. Senin küsmeye hakkın olmadığını unutmamalısın. Kapına gelenler kim olursa olsun kapın daima açık olmalı. Çünkü sen ümitsizlik dergahı değilsin. Seni seveni sevmenin bir erdem olmadığını, asıl erdemin seni seven ve sevmeyeninde sevmek olduğunu bilmelisin… Sen zaten böylesin... Yıllarca da bunları hep yaptın. Bazen kelimeler arasınız güzel bir cümle kurayım anlatmak istediğim şeyi tam anlamıyla ifade etsin Kelimelerin yetmediği yerde imdada o duyguyu yaşamak yetişir. Unutma ki sen imam hatipli olduğun için değerlisin! Başkalarına benzediğin anda kıymetin o nispette düşecektir. Sen görevini layıkıyla yapamazsan bu millete olan borcunu, görevini ihmal etmiş olursun... Senin görevin her ne şartta olursa olsun geçmişi geleceğe taşımak ve sürekli atalarının yaptıklarıyla övünen bir toplum değil, atalarının kendisinin yaptıklarıyla gurur duyduğu gıpta ile baktığı bir toplum inşa etmektir. Eğer bundan vazgeçeceksen, yapamayacaksan ya da kendine güvenmiyorsan hiç başlama, bu işe hiç kalkışma! Çünkü imam hatip davadır sevda ister! İmam hatip sevdadır, yürek ister... Kevser TÜRKYILMAZ

Arkadaşımızın bu kompozisyonu ÖNDER’in Türkiye Çapında düzenlediği yarışmada 3. Olmuştur. ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

28


R

Ö

P

O

R

T

A

J

İçimden geçenleri yazdım Gün geçmiyor ki okulumuzun edebiyat karnesine yeni bir derece eklenmesin. En son ulusal derecemiz ise 11. sınıftan arkadaşımız Kevser Türkyılmaz’ın Önder’in düzenlediği yarışmadaki üçüncülüğü oldu. Kendisi ile sınıf arkadaşı Feyza Gürsoy’un yaptığı röportajın metnini aşağıda okuyacaksınız.

Kevser, önce seni bu başarından dolayı tebrik ediyorum.’’Maziden hâle köprü vazifesi gören örnek bir imam-hatipli olmak’’ konulu Türkiye çapındaki deneme yarışmasında 3. oldun. Gerçekten takdire şayan bir başarı. Diğer arkadaşlara örnek olması dileğiyle seninle yarışma süreci hakkında biraz konuşmak istiyorum. Öncelikle bu yarışmadan ne zaman haberdar oldun? Öncelikle teşekkür ederim. Yarışma sonucu benim için de bir sürpriz oldu. Yarışmadan nasıl haberdar olduğuma gelince; geçtiğimiz senenin Mayıs ayında panoya bir duyuru asıldı. Önce okudum ama Türkiye çapında olduğu için pek önemsemedim denilebilir. Ama hayal kurduğumu söylemeden geçemeyeceğim. Peki yazmaya ne zaman karar verdin? O seneki edebiyat hocamız olan Hatice Göverçile ve bazı arkadaşlarımla bu konuda biraz konuştuk. Aslında bize Türkiye derecesi çok uzak geliyordu. Fakat hocamız bize bu konuda yanlış düşündüğümüzü söyledi. Bize böyle yarışmalara sonucu ne olursa olsun katılmamız gerektiğini söyledi ve bize denemekten bir şey çıkmaz şansınızı deneyin dedi. Bende bu konuşma üzerine galeyana geldim denilebilir. Yazarken neler hissettin? Yani bunları yazmaya seni sevk eden düşünceler ne oldu? Kısacası ilham kaynağın nedir? İmam Hatip’e geldiğim günden beri katsayı problemi olsun, diğer sorunlar olsun daha duyarlı olmaya başladım. Çünkü artık ben de onlardan biriydim. Hep bizim önümüze engeller konuldu. Ama başarı olsun, hal ve hareketleri olsun örnek olanlar hep biz olduk. Yarışmanın konusu da bu olunca belli bir sonuç beklemeyerek yazmaya başladım. İçimden gelenleri yazdım. Okullar tatil olduktan sonra kargoyla verilen adrese yolladım. Sonuçları nerde ve nasıl öğrendin? Normalde derece beklemiyordum. Ama dereceye girenlerin kompozisyonlarını da merak

29

ediyordum. İnternetten Önder’in resmi sitesine girdim. Orada adımı görünce inanamadım. Aileme gösterdim. Onlar da tasdikleyince gördüklerime inanamadım. İçimde anlaşılmaz bir sevinç vardı. Hakikaten hocanın dedikleri doğru çıktı. Bir an acaba yanlış mı yazdılar diye düşünmedim değil yani. Pazar günü İstanbul’da ödül töreni vardı. Nasıl geçti? Her zaman ki gibi yaptıklarımda, yapamadıklarımda yanımda olan ailemle birlikte gittik ödül törenine. Hiç ödül almasam bile orada gördüğüm insanlar ödül gibiydi. Üniversite dekanları, televizyon programlarında gördüğüm büyük sohbet hocaları, televizyon sunucuları, tiyatrocular, imam hatibin ilk mezunları, milletvekilleri, belediye başkanları ve Önder’in yönetim kadrosu. Çok heyecanlandım ama birilerinin karşısına çıkacağım için değil, üstatlarımın, hocalarımın karşısına çıkacağım için. Diğer yarışmacı arkadaşlarım hariç herkes benim üstümdü. Ama geçirdiğim en muhteşem günlerden biri idi. Okulumu temsilen oraya gitmekten gurur duydum. Tekrar tebrik ediyorum Kevser. Allah tekrarlarını nasip eylesin. Son olarak arkadaşlara söylemek istediğin bir şey var mı? Ben bu yarışma ile aslında her şeyin kendimde bittiğini anladım. Yani normalde mahallemle ilgilenirken şimdi şehre bakıyorum. Yani elinden gelenin en iyisini yapmaya çalış ve gerisini oluruna bırak. Bu benim ilk Türkiye derecem ve bu derece ile artık global düşünüyorum, yurt dışı, dünya kıvılcımları gözümde çakmaya başladı. Yani ümitlerini kaybetmesinler, derece için değil kendilerini tatmin edebilmek için bu tür yarışmalara katılsınlar. Unutmasınlar ki; onlar Ahmet, Ayşe olarak değil İmam Hatipli olarak anılıyorlar. Teşekkür ediyorum Kevser! Zaman ayırıp sorularımı cevapladığın için teşekkür ederim. Rica ederim. Ben teşekkür ederim.

umman


“O” gibi olabilmek Bir okyanus gibidir onun sevgisi. Hiç azalmadan sürekli dalgalanan bir deniz… Anne şefkati gibidir yüreği. Her şeyden çok yavrusunu düşünen bir anne… Bir sevdalı genç gibidir değeri. Sevdiği için canını verecek bir delikanlı… Ufuk gibidir bilgisi. Sonu bucağı belli olmayan akıl… Bütün güzellikleri içinde bulunduran, adeta mükemmelliği sonradan fark edilen sabır gibi. Rengârenk bir gökkuşağının içinde barındırdıkları, herkesin farklı bir açıyla yaklaştığı gibi. Ya da masum, küçük bir çocuğun hayalini süsleyen mini mini elleri ve gözleri olan bir oyuncak bebek gibi. Her şey onun içinde saklı. Sevgi, bilgi, öğrenme aşkı, şefkat… Önemli olan bunu görebilmek, bir nakış gibi içine işleyebilmektir. Herkes bir şekilde birilerinin öğreticisidir. Ama en önemlisi kendinin öğretmeni olabilmektir, doğruları ve yanlışlarıyla.

Karşılık beklemeden her şeyini veren sadece öğretme aşkı taşıyan bu yüzleri benimsemeliyiz. Son damla gibi, yanan bir mumun son kıvılcımı kadar değerlidir ‘o’ ve ‘onlar’. İçimize girdikçe artar değerleri. Bizden biri gibidirler aslında. Önce yavaş yavaş yaklaşırlar sonra sıcak bir çay gibi içini ısıtırlar. Fark edemediğin bir ipucu ya da yenildiğinde bile dimdik durmanı sağlayan güç gibi. ‘Sen’ ve ‘ben’den değerlidir ‘o’. Çünkü ikimizi birleştiren, kavuşturan, ayırmadan sevgisini paylaşan güçtür, sevgidir ‘o’. Hayat ‘o’ gibi olabilmek, ‘o’ gibi düşünebilmektir. AYŞEGÜL ARI

Dost olmak Yazılar… Bir o kadar sessiz, aslında bir o kadar da sesli gönül feryatları... Yazabilmek... İçindeki tüm duyguları, tüm düşünceleri bir kâğıt üzerinde savaştırabilmek... Ne kadar ilginçtir ki, kendimizi ne kadar cesur hissetsek de söylemek istediğimiz, hayır ben bunu onun yüzüne de söylerim dediğimiz birçok şeyi aslında söyleyememek; korkak cesuru oynamak yani. Ama bir yere içimizden geldiği gibi, belki de en cesur halimizle yazabilmenin verdiği cesaret... Bu nasıl bir duygudur? Bir başkasına anlatırken onca şeyi anlatacak kelime bulamıyorum deriz ya peki yazarken nereden buluruz o kadar kelimeyi? Belki de söylemekten korkuyoruz; gerçekleri söylemekten. İçimizde matem havası oluşturan birçok olayı yazdığımızda rahatlıyoruz, yazarken bazen de ağlıyoruz. Acaba kâğıt da mı ağlıyor ki bizimle paylaştıkça azalıyor üzüntüler. Mutluluk veren bir şey yazarken daha mutlu oluyoruz, yüzümüzde daha bir gülücükler beliriyor. Acaba kâğıt da mı gülüyor bizimle? Bazen anlatılıp geçilen, unutulan duygu ve anıları yazılı bir köşede bulduğumuzda o duygular canlanıp tekrar perdeye konulup oynanıyor ya yazmanın verdiği haz-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

zın en güzel dakikaları bence. Yazabilmek... İçindeki tezat duyguları bir kâğıt üzerinde savaştırabilmek... Savaşın sonucunu bazen belirleyebilmek bazen de savaşı orada bırakıp çekip gidebilmek; savaşı yöneten olabilmek... Dost edinmek... Onunla ağlayıp onunla gülebilmek... Acaba ne yazacağımı bilen bir kalem ile derdimi paylaşan kâğıt beni duyar mı? Onlar canlı mı? Evet yazarken canlanan, seninle ağlayıp seninle gülen iki gerçek dost. Seni sorgulamayan, seni dinlemekten hiç sıkılmayan iki dost. İşte insanı hiç yalnız bırakmayan gerçek dostlar... Yazılar... Bir o kadar sessiz aslında bir o kadar da sesli gönül feryatları... Bazen çığlık çığlığa bağırmaktır bazen de sessiz sessiz ağlamaktır yazılar. Kimi zaman gülmektir kimi zaman da uzaklara çekip gitmek... Ama her ne olursa olsun her şeye rağmen var olmaktır. Bedenin ölse bile yazılarda ruh bulmaktır. Adını onlarda yaşatmaktır. En güzeli yazılarla dost olmaktır. FEYZA GÜRSOY

30


Bir romandır hayat Güneş ışığının yüze vurmasıyla başlar bu hayat denen roman. Bir sürü acı yaşarız, bir sürü sevinç. Varlık ikliminde yokluğu yaşarız. Bazen konuşur, bazen de olaylar karşısında susarız. Adımlarımızı uydururuz bu hayat denen yürüyüşe. Eğer sağ yerine sol ayağı atmışsak, belki de büyük bir sorunun ortasında buluruz kendimizi. Bu sorunla ölesiye mücadele ederiz. İsteriz ki bu mücadelenin tek galibi biz olalım. Bazen tez oluruz, bazen yoruluruz, bazen önümüzdeki taşı görmez ona takılıp düşeriz ve bazen de bu hayat denen yarıştan çekiliriz. Evet aynı zamanda bir romandır hayat. Kimisinin macera, kimisinin aşk, kimisinin yalnızlıktır romanına hâkim olan konu. Burada kalemden, yapraktan çalmadan doyasıya yazarız romanımızı. İyi ya da kötü bir şeyler çıkartırız. Okuyucunun ne düşüneceği yoktur bu romanda, üslup saygısı yoktur. Akla gelen her kelime imla ve noktalamaya dikkat edilmeden, tuğlanın duvarı oluşturduğu gibi, ince ince oluşturur satırları. Başa dönüp okuruz bazen yazdığımız romanı, bazen

beğeniriz, bazen ise silmek isteriz ne kadar beceremesek de. Her yeni sayfa açıldığında farklı bir heyecan kaplar içimizi. Deriz ki ‘’Bu sayfa hepsinden güzel olacak!’’. Fakat tekrar aynı yanlışlar. Hani daha güzel olacaktı! Bazen gözümüz kapalı, yazarı, akışına bırakmışızdır. Kalemin kâğıda nasıl dokunduğu, ona nasıl şekil verdiği önemli değildir. Önemli olan yazmakla görevli kılındığımız bu romanı şöyle ya da böyle sadece yazmaktır. Kimi okumak için yazar, kimi ise sadece yazmış olmak için... Sonunda bu bin zahmetle yazdığımız romana bir başlık koymaya gelir sıra. Başa döner tekrar tekrar tekrar okuruz yazdığımız romanı. Başlığı sonuna gelinceye kadar hiç düşünmemişizdir. Oturup kafa yorarız. Belki günlerce haftalarca beynimizi sadece bununla meşgul ederiz. Bu uğraş sonucu kiminin romanı hak ettiği adını alır, kiminin romanı ise ‘’İSİMSİZ’’ adı altında yayınlanır...

ELİF TINAZ

Sağırın hasta ziyareti İyi kalpli sağır adam, bir gün komşusunun hasta olduğunu öğrenir. Kendi kendine: -Komşum hastalanmış, onun ziyaretini yapmam, hal ve hatırını sormam lazım. Ama ben sağır bir adamım, o da hasta, sesi çıkmaz. Zaten hastaya malum şeyler sorulur, malum cevaplar alınır. Ben nasılsınız diyeceğim, o iyiyim, teşekkür ederim diyecek. Ne yiyorsun dersem, elbette bir yemek ismi söyleyecek, ben de afiyet olsun derim. Doktorlardan kim geliyor, diye sorarsam, bir doktor adı verecek. Ben de iyi doktordur derim, olur biter diye düşünür. Hastayı ziyarete gider, başucuna oturur: -Nasılsınız? diye hal hatır sorar. Hasta inleyerek: -Ölüyorum! diye cevap verince, sağır adam: -Oh oh, çok memnun oldum, diye karşılık verir. Hasta: -Bu ne demek, adam ölümüne memnun olunur mu? diye kızar.

31

Sağır tekrar sorar: -Ne yiyip ne içiyorsun? Hasta kızgınlıkla: -Zehir! der Sağır onun bir yemek ismi söylediğini sanarak: -Afiyet olsun ! diye karşılık verir. Hasta büsbütün çileden çıkmıştır. Sağır adam sormaya devam eder. Tedavi için doktorlardan kim geliyor? Hasta: -Hadi be defol! Azrail geliyor diye cevap verir. Sağır: -Çok bilgin, tecrübeli bir doktordur. İnşaallah yakında bir çaresini bulur, deyince hasta dayanamaz: -Kahrol! diye bağırır Sağır ise komşuluk hakkını yerine getirdiği için çok memnun ayrılır. Sağırın yaptığı kıyas yüzünden on yıllık dostu ve hal-hatır sorması hiç olup gitti. Senin duygu kulağın sağırsa, gönül kulağın açık olmalı Gönül kulağı, her şeyi duyar ve işitir.

umman


Sevimli şişko geveze bir fatih Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanının ikinci ve en uzun bölümünde bir karakter karşımıza çıkar; Ömer Bey. Cevdet Bey’in küçük oğlu ile liseden sınıf arkadaşıdır, Fransa’da mühendislik okumuştur, Kemah’a yol yapmaya, zengin olmaya gitmek istemektedir. Daha okuyucunun karşısına çıktığı ilk sayfalarda, kendisine ne istediği sorulduğunda durur, biraz düşünür ve “Fatih olmak istiyorum ben.” der, gerçek bir kararlılık ve tutkuyla. Okuyucu da benzer bir kararlılık ve tutkuyla okur bu satırları. Ömer Bey’in fatih olmak istediğini ifade ettiği satırlar eminim pek çok okuyucuyu benim gibi oturduğu yere çivilemiştir. Eminim pek çok okuyucu, “Fatih olmak istiyorum ben.” cümlesini ilk okuduğunda, gözleri bu kelimelere takılı, donup kalmıştır. Bir gencin bu denli içten, aynı zamanda bu denli saf olabilen o büyük arzusunun küçük bir yansımasını kendi içinde de hissetmiştir. Öyle bir arzudur ki bu, ancak içi içine sığmayan, kanı kaynayan bir gence; dünyayı yıkıp yerine iki katı büyüğünü inşa edeceğine, bir milletin, bir ülkenin kaderini değiştireceğine, dünyayı değiştireceğine, hatta geleceği değiştireceğine inanan delifişek bir yüreğe ait olabilir. İsteklerinin, arzularının, yapabileceğine inandığı şeylerin büyüklüğüyle huzursuz olan, öte yandan hayal âleminde de olsa ulaştığı sınırların genişliğiyle büyülenen, sarhoş olan insanların kendini ifşası

olabilir ancak bu.

Fatih olmak istiyordur Ömer Bey, elinde işaret çubukları, gittiği her yere bir kazık çakmak, her yeri fethetmek istiyordur. Bütün dünyayı istiyordur o, hem her yerde olmak, hem bütün kitapları okumak, hem bütün çağları yaşamak, hem de bir insanın hissedebileceği bütün duyguları hissetmek istiyordur aynı anda. Gerçek bir fatih olmak istiyordur, bir cihan fatihi. Hırsı, tutkusu yüzünden Raskolnikov’a benzetirler onu, inkâr etmez ona benzediğini ama kabullenemez de cumhuriyetin ilk yıllarını yaşayan bir Raskolnikov olduğunu.

Fatih olmak istemek, verdiği coşkuya eşdeğer bir kaygı da verir ona. Bilir ki Ömer Bey, başarısız bir fatihten daha acıklı, zavallı hiç kimse yoktur dünyada. Cihan fethetme amacıyla kalkıp dar sınırlar, küçük kasaba adları, uzak yol levhaları arasına hapsolmak ölümdür onun gibi insanlar için. Ancak her çağın bir iki tane cihan fatihi vardır, çok değil. Geri kalan herkes başarısız fatihlerden biri olmaya mahkûmdur. Fatih olacağını söyledikten çok değil, otuz yıl sonra, bir sonraki nesil tarafından göz yaşartıcı biçimde “Neşeli, şişko, sevimli bir adam, biraz geveze ama zararsız.” olarak nitelenir Ömer Bey. Kim bilir, belki de hayat eski fatihlerin sevimligeveze-şişko adamlara dönüşmesidir sadece. Ömer Bey de kitabını yazmıştır hayatın.

Fikr-i Âti

küçük bir çamur denizi sulandırmaz Sultan Ahmed’le Aziz Mahmud Hüdayi birbirlerini o kadar sever sayarlar, birbirlerine o kadar bağlıdırlar ki, bu sevgi saygı ve bağlılıktan kaynaklanan bir çok olay ilgili kitaplarda yer almıştır Sultan Ahmed, Şeyhi Aziz Mahmud’a bir hediye sunmak istiyordu Mürşidinin kendisinden bu hediyeyi kabul etmesi onu çok mutlu edecekti. Sultan Ahmed bir gün kendine uygun gördüğü bir hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi Hazretlerine gönderdi. Ama Şeyh Hazretleri kabul etmedi. Şüphesiz bu kabul etmeyiş, sultana karşı bir tavır anlamına gelmiyordu. Gerçek din büyüklerinden çoğu prensip olarak hediye kabul etmezdi. Bu, büyük insanların dünya malına hangi gözle baktıklarını, başkaları için ulaşılmaz sayılan şeylerin nazarlarında hiçbir değer taşımadığını ifade

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

etmenin bir yoluydu. Sultan Ahmed şeyhi Hüdayi’nin kabul etmediği hediyeyi yine bu devrin maneviyat ulularından Abdülmecit Sivasî’ye gönderdi. Sivasî kabul etti. Kendisine, padişahın aynı hediyeyi Aziz Mahmud Hüdayi’ye sunduğu, ama kabul etmediği de hatırlatıldı. Sivasi Hazretleri gerçek büyüklere yakışır bir tutum ortaya koydu: “Hüdayi Hazretleri bir karga değildir ki leşi kabul etsin” dedi Aziz Mahmud Hüdayi’ye de “Sizin kabul etmediğiniz hediyeyi Şeyh Sivasî kabul etti” dediler. Onun tepkisi de şöyle oldu: “Onun için hiç bir sakıncası yoktur. Çünkü o öyle büyük bir umman (okyanus) dır ki bir parçacık çamurun kendini bulandırmayacağını bilir.”

32


cevabınız evet mi? İmam hatipli olmak diye bir şey yok aslında... İnsan olmak var. İnsan gibi yaşamak, insan gibi onurunu, şerefini korumak... Yüce Allah’ın yarattığı mükemmel mekanizma olmak. Peygamberin övgüyle bahsettiği ümmet olmak... Bunların hangisi var bizde... Hangisini kendimize layık görüyoruz... İnsan gibi yaşıyor muyuz ki? Allah’ın yarattığına layık mıyız ki, böyle güzel nefes alabiliyoruz, böyle şerefli bedenler taşıyabiliyoruz. Acaba bizim kendimize mi saygımız yok? Bence asıl cevabının bulunması gereken soru bu... Asıl üzerinde düşünülmesi gereken şey bu... İnsan kendine saygı duymadan yaşayabilir mi? Bence hayır... Peki yaşamak nedir? Sadece nefes almak mı? Yiyip içmek mi? Bu mükemmel dünyayı değersizce bitirmek mi? Yaratana baş kaldırmak mı? Ya da günün sorusu “gençliği yaşamak” mı? Gençlik nedir ki? Aynaya baktığında kendini güzel görmek mi? Güzelliğine aldanıp nefsi mertebeni yükseltmek mi? Geçmişe baktığında koca bir boşluk mu? Nedir gençlik? Peygamberimizin o sevgili ashabına överek anlattığı, o ashabın övünerek dinlediği gençlik bu mudur sizce? Dünü, bugünü, yarını, ölüm anını berbat etmek midir gençlik? Ya da sırtına yük almadan rahatça yürüyebilmek midir geleceğe doğru? Hangisi bunların bize en yakışanı? Hangisi içinde kendimizi bulduğumuz sözcükler? Hangisi bir müslümana en uygun düşeni? Hiç biri... Biraz düşünün Allah rızası için... Peygamber hatrı için. Biz bu muyuz? Müslüman bu mudur? Eğer bu soruların cevabını EVET diye gönül rahatlığıyla verebiliyorsak bence biz müslüman falan değiliz. Sadece kendini müslüman zanneden koca bir toplu-

33

Melike DERMAN

luğuz. Eğer biz dünya işlerine, giyime-kuşama, gerekli olmayan türlü uğraşa bu kadar gönül vermişsek bence peygamberimizin övgüyle bahsettiği ümmeti de biz değiliz. O ümmet bir yerlerde bekliyor... O güzel ümmeti YÜCE YARATAN sevgilisi hatrına bir gün var edecek. Ama biz onlar değiliz. Biz namazlarında huşu bulamayan, daha doğrusu namaz kılamayan o aciz varlıklarız. Bunları hakaretten görmesin kimse. Sadece gerçekler bunlar. Kabullenmekten korktuğumuz, bir gün yüzümüze çarptırılacak gerçekler... İmam hatipli olmak nedir biliyor musunuz? Bu soruları kendine sorup cevabını verebilmektir. Gerçekleri kabullenip düzelme yolunda hızlı adımlarla yürümektir, hatta koşmaktır belki de... Şimdi düşünün biz gerçekten İMAM HATİPLİ miyiz?

Benden size güzel de bir hatırlatma; UNUTMAYIN!!! BİRGÜN BİR MEKTUP GELECEK... ZARFSIZ, KÂĞITSIZ, PULSUZ... VURULACAK KAPINIZ, ÇAĞRILACAKSINIZ.....

umman


karanlığın gece lambaları Öğretmenler, geceleyin gökyüzünde beliren parlak yıldızlar gibidir. Hani gündüz vakti de gökyüzünde olan ama bizim değerini karanlıkta anladığımız o parlak yıldızlar. Öğretmenler, bir geminin dümeni gibidirler. O koskoca okyanusta bile gemiye yön ve-

renler, işte onlardır öğretmenler. Gündüzleri her şeyi görebiliriz ya da her şeyi gördüğümüzü sanırız, ışığa ihtiyacımız olmadığını düşünürüz. Ama ya birazdan hava karardığında? İşte o zaman gideceğimiz yolun hangisi olduğunu, önümüzdeki engelin ne olduğunun geride bıraktıklarımıza ne olacağını bilmemenin verdiği korku… Hangi yola gireceğini bilmemenin verdiği panik… İşte o zaman başlar bir ışığa ihtiyaç. Çünkü etraf çok karanlıktır, bu kısıtlı göz hiçbir şey görememektedir. Ve o anda belirir gökyüzünün gerdanına dizilmiş onu bir gelin gibi süsleyen, parıl parıl parlayan inci dizileri. Gökyüzünün

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Feyza GÜRSOY

bir taneleri, inci taneleri. Gökyüzüne özenle yerleştirilmiş gece lambaları, başlarımızın taçları… Onlar da bir başka ışık kaynağından aldıkları ışığı hiç çekinmeden, yeter ki doğru yolu bulabilsinler diye tüm karanlıkta kalmışların üzerine verirler. Tüm güçlerini,tüm parlaklıklarını cömertçe gösterirler.Çünkü onlar bugün ne kadar ışık verirlerse yarının o kadar aydınlık olacağını bilirler.İşte edindikler bu gayeyle hiç durmadan parlarlar. Onlar gökyüzünün inci taneleri,onlar karanlığın gece lambaları, onlar ışığı hiç tükenmeyen kandiller… Onlar baş tacı öğretmenler… Koskocaman bir denizin ortasında dümeni olmayan bir gemi acaba ne kadar yol alabilir ki ? Sadece denizin dalgalarıyla ilerleyebilmek… Sağa sola sürüklenerek, bazen bir sürü yol giderek bazen de bir fırtınada geldiğin o koskoca yolu bir kere de geri dönmek. Yani aslında hiç ilerleyememek… Ya dümeni olan bir gemi ? Ona gideceği yola doğru yön veren, belirli bir yol kat etmesini sağlayan bir dümen. O koskoca okyanusta bile doğru yola çıkaran bir dümen… İşte onlar öğretmenler… Öğretmenler kimi zaman bir geminin dümeni, kimi zaman da gökyüzünün inci taneleri, karanlığın gece lambaları. Ben karanlıktayım, uçsuz bir karanlıkta. Senin ışığına ihtiyacım var, senin parıl parıl parlamana. Amaç edindim senden aldığım ışığı yarına taşımaya, gökyüzünü parıldatmaya söz verdim. Şunu anladım ki bugün ne kadar ışık verirsem yarını o kadar aydınlık bulurum. Teşekkür ederim karanlığımın gece lambaları, iyi ki varsınız!

34


eğitim-öğretim din-ilahiyat kavramları

Fikr-i Âti

“Beşikten mezara kadar ilmi arayınız.” Eğitim -Öğretim ve Öğrenme Şanslı bir yüzyılda yaşıyoruz biz. İlmi bulmak için aramamız, uzaklara gitmemiz, fedakârlıklar yapmamız gerekmiyor. İnsanların ihtiyaç duydukları, arzuladıkları, ancak geçmişte kavuşmak için çok çaba harcamalarını gerektiren pek çok şey bugün ayağımıza geliyor. İlim öğrenmek için devletin resmi kurumlarına, okullara gidiyoruz, bizim için tahsis edilmiş binalar, araç gereçler, işi bize öğreticilik yapmak olan insanlar var. Sadece ilim vermekle kalınmıyor, aynı zamanda bu süreç kontrol ediliyor ve düzenleniyor. Her ders yılı başlangıcında; yeni eğitim öğretim yılı denen bu sürecin farklı bir aşamasına başlamış oluyoruz. İşin eğitim kısmı, çeşitli etkileşimlere dayanan çok yönlü ve geniş kapsamlı bir süreç. Öğretim ise bunun düzenli ve programlı kısmı. Eğitim öğretime göre daha geniş ve daha kapsamlı. Çünkü öğrenme maksadı olsun, olmasın, etkileşimin olduğu her durumda eğitim de söz konusu. Yani bizim teneffüslerde yaptığımız sohbetler bile okul eğitiminin bir parçasını oluşturuyor. İslam kültüründe eğitim ve öğretimin karşılığı olarak talim ve terbiye kelimeleri kullanılır. Talim, öğretim demektir. Terbiye ise kökü ‘rab’ olan Arapça bir kelimedir ve eğitim demektir, ancak ondan farklı olarak sadece olumlu etkileşimlerin olduğu durumlarda kullanılır. Olumsuz etkileşimlerin varlığında da terbiyesizlikten bahsedilir. Eğitim -öğretimin olduğu yerlerde bahsi geçen bir diğer kelime de öğrenmedir. Öğrenme her türlü etkiye karşı tepkidir. Öğrenme zayıf, güçlü, kısa ve uzun süreli olmasına göre anlama, kavrama, belleme, ezberleme gibi değişik kelimelerle de ifade edilebilir. Hatiplerin, vaizlerin cemaate hitaplarının ne derece etkili olduğu, cemaatin verdiği tepkinin yani öğren-

35

menin düzeyine göre değişir. Bir ifadenin kalıcı olması için dinleyenin duygu alanında etkili olması gerekir. Din -İlahiyat ve Din Eğitimi Din, insanda doğuştan var olan kutsal ihtiyacının, kutsala bağlılık duygusunun hayatta yansımaları olarak kendini gösteren tutum ve davranışlardır. Din anlayışında çağlara, coğrafyaya, toplumlara göre farklılıklar olmasının nedeni din anlayışının temelini oluşturan kutsal anlayışındaki farklılıklardır. Fakat insanların ve toplumların kutsal ihtiyacı, ortak, değişmez bir gerçektir. İlahiyat, dinin tarih içindeki yerini, işleyişini ve insan hayatındaki fonksiyonunu belirlemeye çalışır. Ortaya koyduğu esaslar doğrultusunda insanları inanmaya, dini davranışları öğrenmeye ve benimsemeye çağırır. Din değişmez kaideler koyar, ilahiyat ise bunların nasıl uygulanacağını, değişen şartlara göre nasıl yorumlanacağını, uygularken karşılaşılan zorlukların nasıl aşılacağını araştırır. Din eğitimi ilk peygamberden beri devam eden kesintisiz bir süreçtir. Kutsal ihtiyacının bir sonucu olarak insan ve toplum hayatında her zaman en önemli kavram olan dinin eğitiminin verilmesi ve öğretilmesi bugün bağımsız bir bilim dalının konusudur. İlk kez 1913 yılında Medreset’ül Eimme ve’l-Huteba, yani imam hatip lisesi açıldığında amaç olarak; “Din-i Mübin-i İslam’ın, müessis-i medeniyet ve fazilet olduğunu cihan-ı insaniyete neşredecek erbab-ı kemali yetiştirmek” olduğu denmiştir. Bu ifadeden de anlaşılacağı gibi din eğitimi çok nazik ve dikkat gerektiren bir konu olduğundan; din eğitimi veren kurum ve kişilerle birlikte din eğitimi almaya talip olanlara da ciddi sorumluluklar düşmektedir. Kaynak: Din Eğitimi Bilimi ve Türkiye’de Din Eğitimi-Prof. Dr. Suat Cebeci-Akçağ Yayınları

umman


bir geleneğin günümüzdeki temsilcisi İmam-Hatip Liseleri Zülcenaheyn Kavramı İslam kültüründe zülcenaheyn diye bir kavram vardır. Zülcenaheyn; iki taraflı, iki kanatlı demek, hem dünyaya hem ahirete ait olan, hem manevi hem maddi yönü bulunan, hem zahire hem batına yönelik demek. Bu kavram; İslam devletlerinin bir kısmının ve Osmanlı’nın insanı şaşırtan, göz kamaştıran yükselişinin, gücünün, yüksek medeniyetinin de bir açıklaması aynı zamanda. Üstelik günümüz batı medeniyetinin dünyada ulaştığı ekonomik ve siyasal güce, sağladığı kültürel hâkimiyete rağmen neden çok ciddi aksaklıklarla ve temel çelişkilerle mücadele ettiği konusunda da bir fikir verir nitelikte. Günümüz batı medeniyetinin bu durumu, tek kanatlı kuşun uçamayacağını, mükemmel medeniyetler için zülcenaheyn olmak gerektiğini göstererek, imam hatip liselerinin temsil ettiği geleneğin önemini vurgulamış oluyor. Medrese Geleneği Din eğitimi ilk peygamberden beri var olan bir gelenek. Bütün ilahi dinler, peygamberleri aynı zamanda öğretmenler olarak da kabul eder. Din gibi hayatın her alanına nüfuz etmiş bir kavramın daha iyi ve doğru tanıtılması için din eğitimi her çağda çok önemli olmuş, bu konuya yoğunlaşan bağımsız kurumlar ortaya çıkmıştır. Günümüzdeki imam hatip liselerine denk eğitim kurumlarının ortaya çıkışı ise İslamiyet’in kabulün-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Hüsna BAKA

den sonra medreseler şeklinde olmuştur. Yeni yayılan İslam dininin ve İslam kaynaklı ilimlerin en iyi şekilde öğretilmesi, İslamiyet’i, İslam’la yeni tanışan toplumlara doğru tanıtılması ve bunun yanında pozitif ilimler dediğimiz matematik, felsefe, tıp, astronomi gibi ilimlerin de öğretilmesi maksadıyla kurulmuşlardır. 11. yy.da ilk örneği Taberan’da açılan bu kurumlarda Kur’an, hadis, fıkıh, kelam, felsefe, matematik, mantık, tarih ve tıp gibi bilimler bir arada okutulmuştur. Türk İslam tarihinde ise medrese geleneği Karahanlılar ile başlamıştır. Karahanlılar aynı zamanda ilk burslu öğrencilik sistemini de başlatan devlettir. Medrese geleneğinin en gelişmiş şekli ise Selçuklularda görülmüştür. En kapsamlı ve çok yönlü medreseler bu dönemde açılmıştır. Selçuklu veziri Nizamülmülk’ün Bağdat’a açtırdığı Nizamiye Medresesi günümüz üniversitelerine model olacak niteliktedir. Anadolu’da ilk medreseler ise Danişmentler ve Artuklular döneminde açılmıştır. Osmanlı’da ilk medrese, kuruluş döneminde, Osman Bey zamanında İznik’e açılmıştır. Daha sonra devlet sınırları genişledikçe Bursa, Edirne gibi pek çok şehre medrese açılmasına devam edilmiştir. İstanbul’un fethinden sonra ise medreseler bu şehirde yoğunlaşmıştır. Pozitif ilimlerle dini ilimlerin bir arada varlığı tartışması din ve bilimin tarihi kadar eski bir tartışmadır. Avrupa tarihinin bir dönemine

36


damgasını vuran bu tartışma bugün bile devam etmektedir. Ancak medrese eğitim sisteminde asırlarca bu bilimler birlikte okutulmuş, dahası bunlar birbirinin tamamlayıcısı ve destekleyicisi olarak bilinmiştir. Bu durum dinin ve Kur’an’ın, gelişen bilime ve değişen şartlara göre tekrar tekrar değerlendirilmesini sağlamış, insanları skolâstik düşüncenin batağına saplanmaktan kurtararak bilime dinin özgürlüğünü kazandırmıştır. İnsanların ilahi olanı anlamak için dünyevi örneklere, dünyevi olanı değerlendirebilmek içinse ilahi bir bakış açısına ihtiyacı olduğu fikri en baştan beri var olmuştur. Tanzimat’a kadar bütün üst düzey eğitim faaliyetlerinin yapıldığı kurum olan medreselerde bundan sonra sadece İslam ilimleri okutulmaya başlanmış, pozitif ilimler darülfünun denen yeni eğitim kurumlarında gösterilmiştir. Bunda da Tanzimat Devri’nin bütün faaliyetleri gibi Avrupa’daki anlayış örnek alınmıştır. Fakat Avrupa’daki dini ve pozitif ilimlerin beraberliğiyle medrese geleneğindeki durum aynı değildir. Avrupa’da pozitif ilimler hâkim güç olan kilisenin dayattığı şekilde okutulduğundan bu ilimlerin ayrı kurumlarda verilmesini sağlamak pozitif ilimlere özgürlüğünü vermek olmuştur. Medrese geleneğinde pozitif ilimler dini ilimlerin hâkimiyetinde okutulmamıştır, dini ilimlerle birlikte okutulmuştur. Bu birliktelik pozitif ilimlerin gelişmesini sınırlamak bir yana onlara dini ilimlerin meşruluğunu kazandırarak ihtiyaç duyulan serbest gelişme ortamını sunmuştur. Medresetül Eimme vel Huteba’dan İmam Hatip Lisesine 1913 yılında medrese kurumunda değişikliğe gidilerek imam ve hatip yetiştirmek maksadıyla bugünkü imam hatip liselerinin atası olan Medresetül Eimme vel Huteba açılmıştır. Ancak 1924’te Tevhid-i Tedrisat Kanunu uyarınca bu kurum kapatılmıştır. Kapatmanın ardından imam ve hatip, aynı zamanda cumhuriyete bağlı aydın din adamları nesli yetiştirmek amacıyla yirmi dokuz merkezde imam hatip lisesi açılmıştır. Fakat bu okullar da 1930’da öğrenci azlığından kapatılmıştır. 1949’da din hizmetlisi yetiştirmek için ortaokul mezunu askerlik yapmış kişilerin alındığı on aylık kurslar açılmıştır. Daha sonra yapılan düzenlemelerle bu kurslara yüksekokul mezunlarının da girmesi sağ-

37

lanmış ve süresi iki yıla çıkarılmıştır. 1950’de ilk kısmı dört, ikinci kısmı üç yıl eğitim veren yedi yıllık imam hatip okulları açılmıştır. Önce yedi ilde açılan bu okulların sayısı daha sonra gittikçe artmıştır. 1972’de imam hatip okulları ortaokuldan sonra dört yıl eğitim veren meslek okulları olmuştur. 1973’de adları imam hatip lisesine çevrilmiştir. 1974’te imam hatip liselerinin orta kısımları da açılarak sayıları artmıştır. 1976’da ilk kız öğrenci imam hatip lisesine kaydolmuştur. 1980’e kadar sayıları artmaya devam eden imam hatip liselerinden mezun olanların, 1980’deki bir değişiklikle üniversitelerin bütün bölümlerine girmelerine olanak sağlanmıştır. 1985’te ilk Anadolu imam hatip lisesi olan Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi açılmıştır. Bundan sonra imam hatip liselerinde niteliksel gelişmeler yaşanmıştır. 1997’de temel eğitimin sekiz yıla çıkarılmasıyla imam hatip liselerinin orta kısımları kapanmış ve dört yıllık liseler haline gelmiştir. Bugün imam hatip liseleri pozitif ilimlerle İslami ilimlerin birlikte okutulduğu kurumlar olarak medrese geleneğinin 21. yy.daki modern temsilcileridir. İslam ilimlerine bilimsel düşüncenin esaslarıyla yaklaşmakta ve bu geleneksel ilimleri modern düşünce platformunda tartışmaya açmaktadır. Aynı zamanda pozitif ilimlere farklı bakış açılarıyla da yaklaşılmasını sağlayarak bilime katkıda bulunmaktadır. Pozitif ilimlerle İslami ilimlerin birlikte okutulduğunda birbirlerinin niteliğini arttırdığını, yetiştirdiği şahsiyetler ve onların eserleriyle kanıtlamıştır.

Kartal İmam Hatip Lisesi bahçe duvarına yapılmış grafiti.

umman


Ilık, esintili sabah saatleri. Okul bahçesini dolduran bal renkli sabah güneşi altında grup grup toplanıyoruz. Birazda otobüsümüz gelecek, merakla beklediğimiz Bursa gezisi başlayacak. Hepimiz beklenti içindeyiz; otobüsün bir an evvel gelmesi beklentisi, havanın hep böyle ılık olması beklentisi, gezinin güzel geçmesi beklentisi, iyi vakit geçirip eğlenebilme beklentisi, sağ salim geri dönebilme beklentisi. Kocaman bir otobüsün okul bahçesinden girmeye çalıştığını görünce herkes neşeleniyor ve nereye otursak telaşına düşüyoruz. Yaklaşık on beş dakika sonra otobüs okul bahçesini terk ederken hepimiz memnun, üç saatlik yolculuğa kendimizi hazırlamaya çalışıyoruz. Bursa’ya, Anadolu’nun en eski, en görmüş geçirmiş şehirlerinden birine girerken ağırbaşlı, mütevazı bir hava hissediyoruz. Sanayisi gelişmiş, kalabalık, büyük bir kente dönüşmesi Bursa’nın geçmişinden mütevellit karakterini değiştirmemiş. Tarihi binalarla kalabalık caddelerin, zarif konaklarla reklâm panolarının bir araya gelip oluşturduğu karışım bizi selamlarken, modern şehir görüntüsünün kendisini yok etmesine izin vermeyen eski Bursa; ben asırlardan beri buradayım, kaç devri, kaç nesli eskittim, benim için endişelenmeyin siz, der gibi her köşeden bize göz kırpıyor. Her baktığımız yerden eski bir bina, bir cami, bir çeşme şeklinde kendini gösteriyor. Bursa’da ilk durağımız Tophane oluyor. Sedef kakmalı ahşap sandukaları altında yatan, “Osmanlı şehri Bursa”nın kurucusu Orhangazi ve babası Osmangazi’nin istirahatgâhlarını ziyaret ediyoruz. Peşinden asırlık bir çınar ve zarif bir saat kulesinin karşılıklı durduğu rüzgârlı meydanda dolaşıyoruz. Bize biri geçen asırları, diğeri geçen saatleri hatırlatan bu iki yadigâr; tarihin uzun yolculuğunda saatlerle asırların birbirinden farksız olduğunu, Bursa’yı seyreden o meydanın iki ucunda ölçtükleri şeyin rüzgârlar gibi uçup gidip kendilerininse kaldığını gösteriyor. Tophane’den sonra Muradiye’ye gidiyoruz, Muradiye Külliyesi’ne. Aslında aşevinden şifahanesine, medresesinden hamamına bir semtin tüm ihtiyaçlarını karşılayacak bir yapılar topluluğu olan bu külliye, yanlış uygulamalar sonucu yollarla bölünmüş, bütünlüğü bozulmuş. Bizim ziyaret ettiğimiz duvarlar ve yüksek ağaçlarla dış dünyadan ayrılmış kısmında, Muradiye Camii ve ikinci Murad’ın, şehzade Mustafa’nın, Cem Sultan’ınkilerin de aralarında bulunduğu on iki türbe bulunuyor. Zaten sessiz, asude bir mahalle gö-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

rünümüne sahip bu semt; külliyenin içinde hepten kalabalıktan, gürültüden ve akıp gitmekte olan şimdiki zamandan uzaklaşıyor. İçindeki yapıların konumu, etrafı saran yüksek ağaçlar, rüzgârlı havada gölgelerin ve koyu yeşillerin raks ettiği farklı bir zamana çağırıyor insanları. Külliyenin bu havası tıpkı geçmişini hatırlamaya çalışan, geçmişiyle yüzleşen veya geçirdiği büyük bir sarsıntıyı atlatmaya çalışan bir insanın içine kapanması gibi. Sizi sarmalıyor ve kendi hafızasının içine, kendi düşüncelerinin, dertlerinin arasına taşıyor. Öyle ki, II Murad’ın yağmurla ıslanması için vasiyeti gereği üstü açık bırakılan türbesini gördüğünüzde, ıslanan sizmiş gibi ürperiyorsunuz. Muradiye’nin kendi halinde sokaklarını geçip Emir Sultan’a çıkıyoruz. Kuruluş devrinde ordularla fethedilen topraklardaki gönülleri kerametleri ve hikmetli sözleriyle fetheden bu maneviyat büyüğünün türbesi etrafında rüzgâr iyice şiddetleniyor. Emir Sultan Camii’nin rüzgârla uğuldayan revakları arasında durup; tıpkı hem II Beyazıt’ı keskin bir dille uyaracak cesarete, hem de gazalarda sıradan bir er gibi ön safta çarpışacak yiğitliğe sahip Emir Sultan’ın şahsiyeti gibi, hem çok sade, hem de çok ulu bir görüntüye sahip sütunları, süslemeleri, kubbeleri, şadırvanı seyrediyoruz. Öğle namazını; sanki Osmanlı karakterini yansıtırcasına bu korkutmadan ulu, meydan okumadan gösterişli, değerini küçültmeden sade görünebilen camide kılmanın huzurunu yaşıyoruz. Tüm ölmüşlerimizle beraber Emir Sultan Hazretleri’nin de ruhuna fatiha okuyoruz. Emir Sultan ziyaretimizin ardından yürüyerek Yeşil Cami’ye gidiyoruz. Çelebi Mehmet tarafından yaptırılan bu güzel cami beyaz cephesiyle bize kutsal yerlerden dönenlerin gösterdiği hatıra fotoğraflarındaki beyaz mescitleri hatırlatıyor. Bizi büyüleyen görkemli girişi önünde fotoğraf çektirmek için sıraya giriyoruz. Caminin içini ise bize caminin mimari özellikleri ve iş-

38


levleri hakkında bilgi veren bir beyefendiyle geziyoruz. Elektrik kesintisi nedeniyle muhteşem çinileri göremediğimize üzülürken, beyefendinin anlattığı hem ibadet yeri hem devlet işlerinin görüşüldüğü bir kontrol ve karar merkezi modelini dinliyoruz. Padişahın işlerini takip ettiği, kâtiplerin çalıştığı bölümleri gösterirken hepimiz bütün o faaliyeti gözümüz önünde canlandırıyoruz. İkindi namazını bu bölümlerden birinde, tamamen muhteşem çiniler ve süslemelerle tezyin edilmiş bir duvara bakarak kılmak bize tuhaf bir his veriyor. Camiden çıkarken Bizans tarzı sütunlara bakıp, bu caminin Osmanlı mimarisinin Süleymaniye ve Fatih Camileriyle ulaştığı zirve noktasına giderken geçirilen kararsızlığın, değişimin bir örneği olduğu ifadelerini hatırlıyoruz. Restore edildiği için ziyaret edemediğimiz Yeşil Türbe’nin yanından geçerek, bu sefer Ulu Cami’ye doğru yürüyoruz. Ulu Cami’de ayrılıp tarihi Koza Han’a giriyoruz. Kare biçimindeki ortadaki avluya bakan sıra sıra dükkânların yanından geçip, vitrinlerde sergilenen top top kumaşlara, ipeklere, eşarplara, şallara bakıyoruz. Dükkân vitrinlerinden taşan zenginlik bizi etkiliyor. Bir an bu tarihi çarşıda nesillerden beri dükkân sahibi olan, aile geleneğini devam ettirerek ticaret yapan kaç kişi olduğunu düşünüyoruz. Avluya bakan tarafa konulmuş masalarda çay içip gazete okuyanlara özenerek bakıyoruz, içimizden Bursalı olup her gün böyle güzel bir yerde çay içip kitap okumak geliyor. Koza Han’dan çıkıp ertelediğimiz ziyareti yapmak için Ulu Cami’ye gidiyoruz. Camiye girer girmez gözlerimizi devasa sütunları, duvarları süsleyen, devasa boyutlardaki sanat şaheseri hat çalışmalarından ayıramıyoruz. Düz çatılı Selçuklu tarzı camilerin kubbeli yapılmış ilk örneği olan bu kocaman camide sütunların arasından, kemerlerin altından geçerek duvarlardaki şaheserleri izliyoruz, bir yandan da yarısında yetiştiğimiz bir rehber konuşmasını dinliyoruz. Bize sütunların, hat çalışmalarının özelliklerinden, sayıların sembolize ettiği kavramlardan bahsediyor; “Bu camide hiçbir şey rast gele değildir.” diyor. Etrafımızdaki her şeyin bir bütünün parçası olmak dışında başka bir bütünü de içinde barındıran ayrı bir bütün olduğunu fark ediyoruz. Bilmediği bir yerden geçen yolcu gibi her şeye sakınarak bakmaya, çekingen adımlar atmaya başlıyoruz. Önünde hayranlıkla durduğumuz her çalışmanın resmini çekiyoruz, bir tarafından bakıldığında Allah-Muhammed, diğer tarafından bakıldığında Ali-Ömer yazıları okunan, benzeri nadir bulunur üç boyutlu çalışmanın mükemmelliği karşısında di-

39

yecek söz bulamıyoruz. Kendimizi bir müzede, asırlık bir hüsn-ü hat sergisi gezer gibi hissediyoruz. Camiden çıktığımızda tıpkı iyi bir toplantıdan, sınavdan, gösteriden çıkmış gibi zihnimizin gördüklerimizle dopdolu olduğunu fark ediyoruz. Ulu Cami’nin ardından, cami etrafına konuşlanmış Bursa’nın eski çarşılarını geziyoruz. Her ne kadar altın, mücevherat, ipek dükkânları önünden de adımlarımızı yavaşlatarak geçsek de bizi esas cezbeden antikacı dükkânları oluyor. Dakikalarca hangi yüzyıla ait olduğunu bilemediğimiz bir esans şişesini, mücevher kutusunu, broşu seyrediyoruz. Bir yüzük, bir kalem kutusu, bir biblo bize çok farklı görünebiliyor. Bu geçmiş yüzyıllarda herkesin yanında taşıdığı, birbirinden zarif, birbirinden sanatlı rengârenk aksesuarlarla dolu dükkânlar arasında zamanı gerçekten unutuyoruz. Bizi yaşadığımız çağa geri çağıran ezan sesiyle kendimize gelip telaşla buluşma noktamıza, Ulu Cami’ye dönüyoruz. Yüksek sütunlar arasında kıldığımız unutulmaz akşam namazının ardından son yoklama yapılıyor. İsimler okunurken herkes birbirine gezdiği yerleri, aldığı eşyaları göstermekle meşgul oluyor. En son, hatıra fotoğrafı için cami kapısı önüne dizildiğimizde, bundan on üç on dört sene evvel aynı yerde başka bir objektife gülümsediğimi hatırlayıp, daha sonra aynı yerde bir kez daha durup objektiflere bakabilmek için içimden dua ediyorum. Otobüsümüz şehri terk ederken; Eski Bursa’nın, bizi yeniden geleceği bilinen bir misafiri yolcu eder gibi yolcu ettiğini düşünüyorum. İnsanların en büyük derdinin zamanla olduğunu söylüyor sanki bize. Mücadeleden çok bunaldığında onu bir kere görmüş olan herkesin kendini tekrar Bursa’nın zamansız sokaklarına bıraktığını anlatıyor. Zamandan kaçan şairlere bile sığınak olduğundan bahsediyor. Yeniden geleceğimizden emin, arkamızdan “Bir zafer müjdesi burada her isim/Sanki tek bir anda gün, saat, mevsim/Yaşıyor sihrini geçmiş zamanın/Hala bu taşlarda gülen rüyanın” dizelerini okuyor…

umman


Gülümsemenin mihengi Kaç mesleği var öğretmenin? Ya da kaç işi aynı anda yapıyor? Belki de farkında olmadan yapıyor, bu meslekleri.Bazen ressam, bazen bir müzisyen, bazen bir komedyen, bazen bir drama oyuncusu, bazen... Belli de karşısındakinin bir gülümsemesiyle unutuyor tüm taşıdığı yüleri, çektiği sıkıntıları, yaptığı uğraşları... Gerçek sanatçılar vardır, yürekleri yanık, gözleri buğulanmış, gözyaşlarından bir denizin içinde yüzen, yürekleri kan revân içinde iken bile seyircilerine gülerler, çünkü; herşey onlar içindir.Yüreği umuda gee öğretmenlerde bizleri yetiştirirken böyle yapmıyorlar mı? Bir muma benzetilir öğretmenler, ışık şaçtıkça tükenir diye. Tükenir mi öğretmen? Her acıyı yutarak, hayat teknesinde yoğrularak ışığına ışık katarak hep aydınlatmaz mı bizi? Karanlığı boğarken mucizevi ışığıyla her beyinde çoğalarak bir kıvılcımdan bir güneş yaratır belki de.Varlığın kaynağıyla insanlığın mahiyeti arasında bir köprü olur. Baş öğretmen Mustafa Kemail’in Türk ulusuna, Türk gencine Kocatepe’den anlamlı bir bakışıdır öğretmen . Ya da gördüğün yere kadar değil, dağların ardındaki güneşi, cenneti hayal ederek, gerçeğe ulaşabilmektir. İçindeki tohumlarıyla bir bahçe ekip, büyüyen her fidanda, açan her goncada kokunu alabilmektir.

Hepsi farklı renktedir ama hepsi aynı toprakta yetişmiş, içleri hep aynıdır.Nice yangınlar ne rüzgarlar gelse hiçbir şey yapamaz bu bahçeye.Çünkü o bahçe dirayetli öğretmenin korumasındadır.Hacmi küçük, içi herkesin görüp algılayamadığı, algılayanların ise hayretler içinde kaldığı genişlikte, bir yürekte... Benim öğretmenim belki de bir inşaat işçisi gibi, en ağır işçi.Ama paydosu yok bu eğitim şantiyesinde. Biri de devr almıyor yerini.Sağlam temeller üzerine, dikiyor uçsuz bucaksız gökdelenlerini.Gerçektende o temelsiz tuğla ve çimento yığını, başını kaldırıp deliyor gökleri, bir ustanın, şefkatli elleriyle. Peygamberimin varisleri öğretmenlerim, değişen ruh halimi, geleceğe hazırlar, gerçek maneviyatla doldurur beni.Kâh tarih öğretmenim olur, beni köklerime bağlar, bir Türk neferi olmayı öğretir.Kâh ressam olur farklı bakış açılarıyla hep mutlu olmayı öğretir, bütün gerçekleri bulursunuz onun resimlerinde.Kâh Fuzuli olur edebiyat aşığı, noynu bükük bir mütevazi, kâh Atatürk olur, dilimi, yurdumu, benliğimi öğretirsabırla,adaletle, inançla...Kısaca; bir erdem abidesidir o.Gülümsememmizin mihengi.Obenim değil, bizim herşeyimiz.Çünkü onlar bizim biricik öğretmenlerimiz!... Kevser TÜRKYILMAZ

Görevdeki ilk yıllarım Bağlı bulunduğum ilçeye yirmi beş kilometre mesafedeki on haneli bir dağ köyünde imam-hatip olarak görev yapıyorum. İlçeden köye herhangi bir toplu taşıma aracı yok. Her sabah erkenden, sütleri toplayıp şehirdeki süt ürünleri fabrikasına götürmek için bir süt kamyonu geliyor. Şansınız varsa kamyonun ön tarafında ilçeye inebilirsiniz. Sizden önce iki kişi binmiş ise kamyonun kasasında kendinize yer beğenmeniz gerekiyor. Haftada bir defa, pazartesi günleri, sabah erkenden muhtarın on kişilik minibüsüyle ilçeye inmeniz de mümkün. Özel arabanız yoksa başka bir ulaşım imkânı da yok; ya taksi tutmanız gerekiyor ya da muhtarın minibüsünü kiralamanız. Ancak köylüler hallerinden oldukça memnunlar. “Eskiden muhtarın traktörünün kasasında gidiyorduk hocam;” diyorlar. Bir pazartesi günü muhtarın minibüsüyle köye dönüyoruz. Köyün girişinde, yayladan ahırlarına dönen ineklerin yanından geçiyoruz. Yanımdaki amca; “Hocam az önce yanımızdan geçen benim inekti, tanıdın mı?” diye soruyor. “Kusura bakma Kemal Amca, çıkartamadım.” diyorum. ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

Bir Ramazan akşamı teravihten sonra, her zamanki âdetimiz üzere caminin önünde oturmuş sohbet ediyor, çay içiyoruz. Bir haber geliyor; muhtarın ineği hastalanmış. Hep beraber kalkıp bakmaya gidiyoruz. Cami köyün bir başında, muhtarın evi diğer başında. Cemaatle topluca giderken, birkaç vatandaş evinden seslenip bize nereye gittiğimizi soruyor. Muhtarın ineği hasta olmuş diyoruz. Hemen onlar da çıkıp bize katılıyorlar. Bir süre sonra bütün köy, muhtarın hasta ineğini ziyaret için muhtarın ahırının önünde toplanmış oluyor. Muhtar veterinerden aldığı ilaçları yerde inleyen ineğe sürerken biz etrafında halka olmuş, onları izliyoruz. Bir yandan bana; “Hoca, ineğe oku da iyi olsun.”diyorlar. “Tamam” diyorum. Kuran’dan bildiğim şifa ayetlerini okurken içimden şöyle geçiriyorum;”Ya Rabbim, inşallah inek ölmez. Sonra bana; hoca, muhtarın ineğine okudun, inek öldü, derlerse…” Muhammed Baka Yeşilyazı Köyü Camii imam-hatibi, Göynük BOLU

40


içimizdeki ses Sessizlik… İnsanı kimi zaman dinlendiren, kimi zaman boğan ‘o’ dürtü. Bazen sessizliğin sesini ararsınız bütün kargaşanın, gürültünün içinde. Bazen de tek bir ses için sessizliğin sesini duymazdan gelmeye çalışırsınız. Ama yeterli olmaz bu çaba. İnsan mutlaka ve mutlaka o sesi dinlemeye muhtaçtır. Bazen de içinizdeki boşluğu böyle sessizce, sakince satırlara haykırırsınız… Bu öyle bir haykırıştır ki eğer siz istemezseniz kimseler duyamaz, işitemez… Belki de yazının gizemi de buradan geliyordur. Bütün duygularınızı dinlemeye, sır tutmaya hazırdır. İstediğiniz dili kullanabilirsiniz. Kendinizi anlatmanızı istemez sizden.‘’Sadece düşün ve harfleri kullan!’’ Böylece insanın çokça az yapabildiği bir eylemi gerçekleştirme fırsatını yakalayacaksın. Kendinle konuşacaksın! Kendisiyle konuşan insanlara deli damgası vurmak ne kadar da anlamsız… Neden insanoğlu diğer insanları dinleyip, onları anlamaya çalışırken kendini ihmal ediyor? Belki de tüm insanları anlamanın tek yolu, önce kendimizi anlayabilmektir. Belki de birileri bunu engellemek, köreltmek amacıyla deli demişlerdir kendini anlayan, kendini dinleyen insanlara… Ne kadar da komik aslında. Kendini anlayamayan bir insan topluluğu var ortada ve bu dev topluluk birbirlerini anlamaya çalışıyorlar kendilerince… Her ne kadar başarılı olamasalar da, en azından çabalıyorlar. Eğer tüm bu çabayı kendilerini, hayatta olmalarının nedenini anlamaya harcasalardı sizce hayat nasıl olurdu? Bence o zaman dünyada aptalca gelen tek bir olaya bile rastlayamazdık. Bir anne çocuğunu daha doğmadan öldürmezdi belki de içindeki sese kulak verseydi… Ya da bir baba eğer gerçekten teslim edip kendini güvenseydi yaratana, bakamayacağım korkusuyla karısını ve çocuklarını acımasızca öldür41

Rümeysa YELKENCİ

mezdi. Yada mesela insan kendini anlayıp, neden yaşadığını fark etseydi parayı insanoğlundan daha vasıflı kılmazdı. Onun her- şeye hükmedeceğini, onunla her şeye sahip olabileceğine bu kadar inandırmazdı kendini. Eğer insan biraz olsun anlasaydı var oluşunun nedenini dünyaya dört elle sarılmadan ebedi hayatına yatırım yapmaz mıydı sanki? İnsan oluşunun kendisine kattığı değerleri gerçekten kavrasaydı ne bir başkasının hakkına göz diker, ne de onun olmayan şeyleri elde etmek için hileye başvururdu. İnsanoğlu biraz olsun düşünüp, kendi sesini dinleseydi belki de dünya bu kadar çirkin, itici olmazdı. Her şey kişisel, öznel olmazdı hayatta. Sadece kendi açlığını, kendi kılığını kıyafetini düşünmezdi kimse. Eğer o iki âlemin en sevgilisi olan peygamber efendimiz Hz.Muhammed (s.a.v) i gerçekten düşünüp, onun fikirlerini doğruca sentezleyebilseydik sizce dünya bu halde olur muydu? ‘’Tek sorun insanın kendini dinlemeyip, kendini anlamaması mı?’’derseniz… Neden olmasın?

umman


Popüler Edebiyat Popüler; kelime manası olarak yaygın, geniş kitlelerce benimsenmiş, halka ait demektir. Popüler edebiyat ise kolay bulunabilen, kolay satılabilen, okumak için bir ön hazırlık gerektirmeyen, yani kolay okunabilen, kolay anlaşılabilen eserleri içine alan bir tür.

Kitapçı vitrinlerini süsleyen, kapı önündeki tezgâhlardan kitapseverlere seslenen eserler ne kadar çok benzer birbirine. Büyük marketlerdeki rafları dolduranlar da. Herkes mutlaka onlar gibi bir kaçını okumuştur. Ya da hayatının birkaç yılı, dönemi boyu onları okumuştur. Belki hala okuyorlardır. Bir kısmı vazgeçemediği utandırıcı bir alışkanlık gibi bahsediyordur bundan, bir kısmı eskiden diye tarif ettiği, edebiyattan anlamadığı belirsiz bir dönemde okuduğunu söylüyordur. Bir kısmı da popüler edebiyata ilgi duyduğunu hiç saklamadan söyleyiveriyordur, kitaptan, edebiyattan her konu açıldığında. Nedir popüler edebiyat? Edebiyat dışı romanlar, kitaplar? Nasıl olur da her kitapçının vitrininde, market rafında aynı veya benzer kitaplar görücüye çıkar, huyu suyu bu kadar farklı okuyucu ve yazar varken dünyada? Kim demiştir onların ait olduğu türe popüler edebiyat diye, edebiyat dışı olduklarını kim iddia etmiştir peki? Popüler; kelime manası olarak yaygın, geniş kitlelerce benimsenmiş, halka ait demektir. Popüler edebiyat ise kolay bulunabilen, kolay satılabilen, okumak için bir ön hazırlık gerektirmeyen, yani kolay okunabilen, kolay anlaşılabilen eserleri içine alan bir tür. Pek çok bilim kurgu, polisiye, fantezi, korku, aşk romanı birer popüler edebiyat ürünüdür. Toplumun ilgisinin yönüne göre, bir siyaset veya ekonomi kitabı, hatta dini kitap bile popüler edebiyat ürünü olarak adlandırılabilir. Son zamanlarda her yerde göze çarpan, komplo teorilerinden bahseden kitaplar gibi. Popüler edebiyatın ortaya çıkması orta çağa dayanıyor. Ortaçağ Avrupa’sında hâkim sınıf olan aristokratlar, çağa hâkim olan edebi anlayışı da tekellerinde bulunduruyorlardı. Bu edebiyat hem köy yaşantısına ve köylü halka, hem orta sınıfa ve burjuvaziye, hem de şehir yaşamına ve işçi sınıfına uzak bir edebiyattı. Ne sıradan halkla, ne de toplumsal sorunlarla ilgilenen tam bir salon edebiyatıydı. Ancak 18. yy.ın sonlarında hâkim sınıfın değişip burjuvazinin güç kazanmasıyla edebi eserlerin niteliği de değişti. Yüksek tahsilli olmayan, yabancı dil bilmeyen, eğitimsiz insanların da okuyabileceği, anlayabileceği, zevk alabileceği, kendilerine yakın bulabilecekleri insanları anlatan eserler yazılıp basılmaya başlandı. Böylece popüler edebiyat doğmuş oldu. Popüler edebiyatı oluşturan, çoğunluğu meydana getiren alt tabakanın etkinlik kazanıp kendi edebiyatını üretmesidir. Bu bakımdan şehir yaşantısının, metropol kültürünün ürettiği bir edebiyattır. Şehir kalabalıklarının eğilimlerini yansıtır. Sanayileşmeyle, ona paralel olarak da burjuvazinin etkinlik kazanmasıyla yaygınlaşmıştır. Bolca üretilip geniş kitlelerce takip edilmektedir. 20. yy.ın popüler edebiyatı dediğimizde aklımıza ilk bilim kurgu, fantezi ve korku gelir. Bunu yüksek edebiyata ait roman, şiir tiyatro karşısında konumlandırırız. Ancak bu

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

konumlandırma yanıltıcı olabilir. Her şeyden önce çağlarla birlikte o çağlarda kabul görmüş yüksek edebiyat tanımı da değişir. Mesela bundan üç yüz yıl önce roman bütün türleriyle birlikte edebiyat dışı kabul ediliyordu. Edebiyat şiir ve tiyatrodan ibaret sayılıyordu. Sonraki yüzyıllarda yavaş yavaş saygınlık kazanan roman türü eserler vermiş bugün klasik kabul ettiğimiz Dickens, Balzac gibi yazarlar, eserlerini yazdıkları dönemlerde burjuvaziyi, şehir kültürünü anlattıkları için basit, avama özgü, edebiyat dışı bulunmuşlardır. En son geçtiğimiz yy.ın başlarında fantezinin ‘kaçış edebiyatı’ olarak yeniden adlandırılıp edebiyat kategorisine konulduğunu gördük. Bu nedenle bilimkurgu ve polisiye derken de bir daha düşünmek gerekiyor. Mesela bilimkurgu edebiyat dışıysa George Orwell, Umberto Eco gibi yazarları da edebiyatçıdan saymamak gerekir. Bu nedenle popüler edebiyat, tıpkı şehirler ve şehir kültürü gibi tanımı ve örnekleriyle sürekli gelişen bir tür kabul edilir. Edebilik tartışmaları dışında popüler edebiyat, ticari boyutuyla da göze çarpan bir tür. Kolay okunması ve benimsenmesi bu türü alıcı kitleye ulaştıranlara ciddi miktarda para kazandırıyor. Popüler edebiyat örneği eserlere imza atan Stephan King “Entelektüel yazar kendisine takip edeceği bir fikir arar, popüler yazarsa sadece okur arar. Entelektüel yazar kendisi için, popüler yazar başkaları için yazar.” diyerek bu ilişkiyi özetliyor. Bu tip eserlerde belli bir hedef kitleye yönelik yazılmalarının handikabı hemen kendisini gösterir. Daha fazla kişiye ulaşma, daha çok tercih edilme isteğiyle çıtayı aşağı çeken yazar, niteliksiz, birbirine benzer, okuyucuya hiçbir şey kazandırmayan eserler üretmeye başlar. Kitap okuma alışkanlığı olmayan pek çok insanın popüler edebiyat sayesinde kitaplarla tanışması güzel, ancak insanların edebiyat tanımlarını okudukları bu düşük nitelikli eserlerle oluşturmaları üzücü. Edebi kaygısı olmayan, duygu ve düşüncelere hitap etmeyen, sadece soluk soluğa okunan ve heyecan veren bir kitap okuyuculara eğlenceli zamandan başka bir şey vaat etmemeli. Yoksa edebiyata olan ilgide ve üretilen edebi eserlerin niteliğinde düşme görülmesi kaçınılmaz olur. Bazı insanlar bir vakitler edebiyat dışı kabul edilen eserlerin önünde şimdi saygı duruşunda bulunmamızı da edebi eserlerin niteliğinin düşmesine bağlıyorlar. Ancak edebiyatı var eden toplumların yaşantısı. Edebiyat, yazarların toplumdan aldıklarının topluma geri dönüşü. Bu bakımdan kendi kendini yoğuran, yenileyen, değiştiren ve denetleyen bir sanat. Toplulukların içinde doğmuş ve gelişmiş, varlığı topluluklara bağlı bir sanat. Edebiyatı toplumdan, toplumu edebiyattan ayrı düşünmek mümkün değil ve bu nedenle onları birbirinden bağımsız eleştirmek de mümkün olmamalı. Hüsna BAKA

42


şer-it filistin ruh tin ruh tin gecesi kahpenin gizli(!) hedefe izli mermi öyle mi gargat ağacı gizler mi bakalım o mülevves bedeni “gazze”de testere “şeridi” her dişe bir insan her şeride bir diş bu ne berbat diziliş parlatmıyor “fosfor” cevriyeyi oyuncağı değil “misket” eceli

43

uzay çağı bilim çağı iletişim çağı sahi yirmibirinci yüzyıl ne çağı ha Yahudi ha sırp ha sırp ha Yahudi aynı ızdırabı çekmedi mi izzetbegoviçin yiğidi Cemal TEMİZCE

umman


Haber

ı

Görevleri Hiç Bir Zaman Bitmeyecek...

İlçe Milli Eğitim “Müdürümüz” oldu.

Yayın ve İletişim Kulübü Gezisi

2007/2008 Eğitim-Öğretim yılı sonunda uzun yıllar okulumuzda çalışan öğretmenlerimizden Ekrem BALKIŞ, İbrahim Birol ERGİN ve Mehmet İNCE hocalarımız emekli olarak aramızdan ayrıldılar. Okulumuza büyük hizmetleri ve emekleri geçen hocalarımıza ikinci baharlarında mutluluk, sağlık ve başarı dolu uzun ve hayırlı ömürler diliyor; yaptıkları için şükranlarımızı sunuyoruz.

1996 yılından beri okulumuzun müdürlük görevini üstün bir başarıyla yürüten sayın Ziya CEVHERLİ hocamızı yeni kurulan Adapazarı ilçemizin Millî Eğitim Müdürlüğü görevine gurur, mutluluk ve burukluk gibi karmaşık duygular içerisinde yolcu ettik. Sene başı öğretmenler kurulu toplantısına son kez katılan sayın müdürümüze okulumuz müdür vekili sayın Kadir GEZER bir plaket takdim ederek hem duygularımıza tercüman oldu, hem de şükranlarımızı somutlaştırmış oldu.

Okulumuz Yayın ve İletişim Kulübü’nün birlikberaberliğimizi pekiştirmek, iletişimimizi güçlendirmek maksadıyla düzenlediği etkinliklerin ilki Taraklı-Göynük gezisi ekim ayı içerisinde çok sayıda öğretmenimizin katılımıyla gerçekleşti. Katılımcılar güzel geçen bir günün sonunda bir sonraki etkinlikte buluşmak üzere ayrıldılar.

Rehberimiz Müdür Yardımcımız

Geleneksel Mezunlar Günü

Yıl Sonu Pikniğimiz

Okulumuzda Rehber Öğretmen olarak çalışan Ali Şekür İMAMOĞLU hocamız 2008/2009 öğretim yılı başında boş bulunan müdür yardımcılığı kadrosuna atandı. Genç neslin çalışkan bir temsilcisi olan hocamıza yeni görevinde başarılar diliyoruz.

Geleneksel hâle getirdiğimiz mezunlar gecesini Sapanca gölü kıyısındaki Belediye tesislerinde büyük bir coşkuyla kutladık. Çeşitli etkinliklerle zenginleştirilen gecemizin sonunda İmam-Hatipliler kervanına yeni üyeler katmanın gururu herkesin yüzünden okunuyordu.

Geleneksel hâle getirdiğimiz güzel alışkanlıklarımızdan biri de her eğitim-öğretim yılı sonunda okul idaresi tarafından düzenlenen Yıl Sonu Pikniğimiz. Son pikniğimize personelimiz rekor bir katılımla ilgi gösterince Ârifiye il ormanı unutulmaz günlerinden birini yaşadı.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

44


Haber

ı

Haydi Arkadaşlar Gösterin Kendinizi

Sakın Ha! Uzak Duralım

Kürsüye Koştuk...

Bu yıl yine Necati KARADAĞ ve Cemal TEMİZCE hocalarımızın önderliğinde arkadaşlarımız yeşil sahalarda boy gösterdi. Günler süren hazırlıklar sonunda yapılan Futbol grup müsabakalarında tecrübesizliğin sonucu istenen sonuçları alamadıysak da yenilenen kadromuzla gelecek yıllar için umut veren bir tablo çizdik.

Sakarya il emniyet müdürlüğü ve il milli eğitim müdürlüğünün öğrencilerimize yönelik olarak düzenlediği madde bağımlılığı konulu sunum okulumuz toplantı salonunda gerçekleştirildi. Öğrencilerimizin büyük ilgi gösterdiği sunum gençlerimizi tehdit eden zararlı alışkanlıklardan uzak durma konusunda onlara bilgi ve irade sahibi olmanın gerekliliğini göstermiş oldu.

Okulumuz kros takımı, Gençlik ve Spor İl Müdürlüğünün düzenlediği ferdi kros birinciliği müsabakalarında okulumuzu başarıyla temsil etti. Sakarya Atatürk stadyumunda yapılan yarışmalarda şeref kürsüsüne çıkıp madalya alan öğrencilerimizi kutluyoruz.

Başkan Seçimimiz Çekişmeliydi.

İl Ormanında Cağ Kebabı

Kulüp Etkinliklerimiz Doludizgin

2008- 2009 eğitim öğretim yılı öğrenci temsilcisi seçimi, aday öğrencilerin propaganda çalışmalarının ardından bütün öğrencilerin katılımıyla yapıldı. Büyük bir çekişmenin yaşandığı seçimi A-11/D sınıfından ALİ KARDIZ kazandı. Faydalı çalışmalar yapacağına inandığımız öğrenci temsilcimize başarılar diliyoruz.

Okulumuz Yayın ve İletişim Kulübü’nün birlik-beraberliği pekiştirici faaliyelerinden biri de kasım ayında gerçekleştirildi. Arifiye il ormanında yapılan piknikte özellikle cağ kebabına ilgi büyüktü.

Kulüp etkinliklerimiz doludizgin devam ediyor. Sağlık ve temizlik kulübü özel bir diş kliniğinde ağız sağlığı ve diş taraması faaliyeti gerçekleştirdi. Öğrencilerimiz ağız ve diş sağlığının önemi konusunda bilgilendirildi.

45

umman


SOLDAN SAĞA 1. Türk edebiyatında ilk divan şâiri, 2. Türk edebiyatında ilk tarihi roman, 3. Kasidede bir bölüm, 4.Orhan Kemal’in bir öyküsü, 5. Romantizme tepki olarak doğan şiir akımı, 6.Evliya Çelebi’nin ünlü eseri 7.Savaş ve Barış, Anna Karanina gibi romanlarıyla ün yapmış Rus yazarı. 8.16. yüzyılda yaşamış şâirlerin sultanı olarak bilinen, divan şâiri 9.Savaş, yiğitlik, kahramanlık, vatan sevgisi gibi konuları coşkulu bir şekilde anlatan şiir türü,10.İran edebiyatında doğan, sonra Türk edebiyatına geçen, en büyük şâiri Ömer Hayyam olan Divan Edebiyatı nazım biçimi, 11.Divan Edebiyatı nazım biçimi. Bu türün ilk ve en güzel örneklerini Nedim vermiştir, 12. Âşık edebiyatı nazım biçimidir. Hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla yazılır. Sevgi, doğa, güzellik gibi konular işlenir, 13. Hint ulusuna ait bir doğal destan, 14.Ziya Paşa’nın bir makalesidir. Ziya Paşa bu makalede divan edebiyatı geleneğini eleştirir, 15. Tanzimat şairi.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1.Halk edebiyatındaki taşlamanın divan edebiyatındaki karşılığı 2.Hiciv edebiyatımızın en büyük divan şâiridir. Siham-ı Kaza adlı bir eseri vardır, 3.Olay hikâyesinin dünya edebiyatındaki en büyük temsilcisi. 4.Biyografi türüyle benzerlik gösteren eserlere divan edebiyatında ne ad verilir. 5.Yakup Kadri’nin bir romanı, bu romanda üç ayrı kuşak arasındaki görüş, yaşayış ayrılıkları anlatılır. Bu ayrılıklar aileyi çöküşe götürür. Romanın başlıca kişileri Naim Efendi, Sekine Hanım,Sermet Bey’dir. 6. 19. yüzyılda taşlamalarıyla tanınmış halk şâiri. 7.Eleştiri 8.Anonim halk edebiyatı nazım şekli. axaa şeklinde kafiyelenir. 7’li hece vezniyle yazılır. 9. Tenkit 10.Klasizme tepki olarak doğan akım. 11. Lâle Devrinde yaşamış, şarkının ilk örneklerini vermiş divan şâiri. ÖMER FARUK ÖZCAN

46


47

umman


ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ VE İMAM HATİP LİSESİ

48


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.