Umman Dergisi 3. sayısı

Page 1





editörden ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ YAYIN VE İLETİŞİM KULÜBÜ YAYIN ORGANIDIR. Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi adına sahibi Kadir GEZER Okul Müdürü

14 Mayıs 2008... Bizim için çok şey ifade eden bir tarih. UMMAN Dergisi olarak yarım asrı devirmiş bir devin, Adapazarı Anadolu İmamHatip Lisesi’nin sesi ve nefesi olmayı umarak çıkmıştık bu tarihte bu zor ve meşakkatli yolculuğa. Allah’a hamdolsun ki bugün takvimler 10 Mayıs 2009’u gösteriyor ve 3. sayımızı size ulaştırabilmiş olmanın bahtiyarlığını yaşatıyor bize.

Genel Yayın Yönetmeni Necati KARADAĞ Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Hayatımızı anlamlı kılabilmek için; edebiyatı da yol arkadaşı sayıp koyulduk işe. Tüm maviliklerin yavaş yavaş kaybolduğu bir dünyada, hayatta hâlâ güzel şeylerin olduğunu anlatabilmek için yazdık. Yazdık; çünkü içimizdeki denizleri diğer yüreklere akıtmak ve UMMAN olmak istedik birlikte. Dünya denen koca bahçede, hayatımıza ışık tutan sanatı benimsedik ve nice kardeşliğin doğmasını ümit ederek yazdık.

Yayın Kurulu Hüsna BAKA Feyza GÜRSOY Kevser TÜRKYILMAZ Ömer Faruk ÖZCAN Meryem Dilârâ SELAMET

Hayata açılmak için yazdık aslında… Edebiyata vurgun yüreğimiz, umutlu ellerimizle, içimizdeki ırmaklara akabilmek için çıktık bu uzun yolculuğa. Yazmamızın birileri tarafından fark edilmesinden çok hoşlandık. Ve şimdi üçüncü sayımızla yüreğimizin en derinliklerinde sakladığımız duygularımızı kalemimiz ve kağıdımızla birleştirip tekrar buluştuk UMMAN’da…

Danışma Kurulu Cemâl TEMİZCE Türk Dili ve Edb. Uzman Öğretmeni Hüseyin TUNCA Türk Dili ve Edb. Öğretmeni Mustafa CAN Kimya Öğretmeni

İlk bakışta fark edebileceğiniz gibi bu sayımızda daha çok isme yer vermeyi, böylece gençliğin tüm duygu titreşimlerini tek yürek çırpıntısına sığdırmayı amaçladık. Hayatın kıyısından akıp kalemimizi dolduran damlalarda yine şiirler, denemeler, mektuplar yazdık, haberler verdik.

Kapak Resmi Tuğba YILDIRIM Grafik Tasarım Faruk AKKIRAÇ Yazışma Adresi Umman Dergisi Adapazarı Anadolu İmam-Hatip Lisesi ADAPAZARI Telefon : 0264 274 34 60 Faks : 0264 277 37 62 İnternet : www.adapazariihl.com e-posta : ummandergisi@mynet.com Türü Yerel Süreli Yayın Yayın Tarihi 10 Mayıs 2009 Yapım NİLÇİZGİ OFSET LTD. 0264 281 40 82 Adapazarı www.nilcizgi.com

İkinci sayımızla başlattığımız ve umduğumuzdan fazla ilgi gören dosya konulu çalışmalarımıza bir yenisini eklemeyi hedefledik bu sayımızda da. Tarih boyunca kültürel değerlerimiz ve zenginliklerimiz olsun dedik konumuz. Bizi birbirimize zamk misali yakınlaştırıp, yapıştıran, bizi biz yapan ortak ve çoğu unutulmaya yüz tutmuş zenginliklerimizi hatırlatalım istedik. Artık biliyorsunuz, her sayımızda hepimizi ilgilendiren bir konuda önemli şahsiyetlerle röportaj yapmaktayız. Bu sayımızda da Millî Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürü Prof. Dr. Sayın İrfan AYCAN’la kapsamlı, doyurucu bir söyleşi bekliyor sizleri. Umman olarak bizi daha da geliştireceğine inandığımız her türlü fikirlerinizi, eleştirilerinizi ürün ve katkılarınızı bekliyoruz. Eminim biliyorsunuz. Sevgimizi Umman'ınıza katma çabamıza katkı veren, destek olan birçok dostumuz var. Bu meşakkatli çabamızın görünmeyen kahramanları aslında onlar. Buradan hareketle okul müdürümüzden öğrencilerimize, öğretmenlerimizden reklam veren dostlarımıza, mânevî destekçilerimizden matbaa çalışanlarımıza kadar herkese gönül dolusu şükran, minnet ve saygı sunuyoruz. İnanıyoruz ki sizin de söyleyecek bir şeyleriniz var. Öyleyse edebiyata bulaşın ve dokunun yazıya… Sevginin hep açık olduğu bir dünyada tekrar UMMAN’da buluşmak umuduyla…

Necati KARADAĞ Editör

Bu dergi Şubat 2005 tarih ve 2569 sayılı Tebliğler Dergisi ortaöğretim kurumları sosyal etkinlikler yönetmeliğinin 24. maddesi doğrultusunda hazırlanmıştır.

1

umman


içindekiler Nevruzlar ve Başlangıçlar Hüsna BAKA Geçmişten Günümüze Ezan Süleyman BAŞ RÖPORTAJ Örgün Eğitimden din eğitimi çıkarılırsa Türkiye'nin felaketi başlar Kevser TÜRKYILMAZ, Feyza GÜRSOY, Hüsna BAKA ve Ö.Faruk ÖZCAN Açık Tarih Müzesi EMİNÖNÜ Afra Nur YILMAZ Ebruli Sanatı Tuğba YILDIRIM Hat Meryem Dilârâ SELAMET Kültürümüzde Bayram Fatma YENİDOĞAN Kültür Başkenti İstanbul Beyza YILMAZ İlme vakfedilmiş bir ömür: Katip ÇELEBİ Necati KARADAĞ Zamanın durduğu şirin ilçemiz: TARAKLI Feyza GÜRSOY Nimete şükür gerekir Selami GÜRSOY İnsanlığın iftihar tablosunun Hayat kronolojisi

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

3 4 6 13 14 16 18 20 22 24 27 28

31 32 34 36 38 42 45 46 47 48 52 54

Mim Meryem Dilârâ SELAMET Çok güneş doğacak Kevser TÜRKYILMAZ Sinemasal bir arabesk denemesi :GÜNEŞİ GÖRDÜM Hüsna BAKA Sultan 2. Abdülhamit Yusuf GÜLDÜ Unutma ki sen değerlisin! Feyza GÜRSOY ŞŞŞTTT Seyirci Tuba DEMİRCİ Bunları biliyor musunuz? Ömer Faruk ÖZCAN Kitaplar arasında Kitap eleştirisi Elif Şafak'ın AŞK'ı Haber Umman'ı Duymaya alıştığımız yalanlarımız Afra Nur YILMAZ Bulmaca

2


Nevruzlar ve Başlangıçlar Âlemde her şeyin bir lisanı vardır, her şey kendi diliyle terennüm eder demiş hikmet sahipleri. Eğer var olmak istiyorsa insan yaratılan hiçbir şeyi incitmeden, bir eser vücuda getirmek istiyorsa bu deveran içinde, varlıkların dilini öğrenmeli ki hak ettikleri muamelede bulunsun onlara. Bunu bilirmiş eskiden insanlar, hem de öyle böyle değil, manasına ererek bilirlermiş. Bu yüzden her bir şeye kulak verirlermiş, yağmura, ağaca, rüzgâra, güneşe, en çok da toprağa. Her millet için kutsaldır toprak, insanı doyurur, yurt olur insana. Aidiyet kazandırır, kimlik kazandırır. Milletlerin geçmişini saklar bağrında. Güven verir insan olsun, hayvan olsun, üzerindeki her canlıya. Ancak, varlıkların diline kulak verenler için, aynı göğü paylaştığı varlıkların değerini bilenler için bambaşkadır kutsallığı toprağın. Onlar bir sevgilinin gözlerini kırpışını, sesinin titreyişini takip eder gibi takip etmişlerdir toprağın değişimlerini. Toprakla hemhal olmuşlardır nesiller boyu. Bu yüzden toprağın uyanışını, baharı bir bayram gibi karşılamışlardır her sene, Nevruz’la birlikte. Toprağa aşk derecesinde bağlılık duyduğumuz kültürümüzde milattan önce sekizinci yüzyıldan beri kutlanır Nevruz. Bizim için Ergenekon’dan çıkış günü olma değerini de taşır. Baharın enerjisinin, hayat gücünün etrafındaki kış çemberini kırıp, buzu eritip çıkması gibi, çok eski çağlarda milletimizin, mahsur kaldığı Ergenekon’dan aynı güçle demiri eritip çıkmasını anlatır bize. Türk tarihindeki yeni başlangıçlardan birinin yıldönümünü hatırlatır. Baharın gelişini bir bayram gibi kutlaması, toprağa karşı bir vefa gösterisidir insanın. Tabiatın canlanışını, toprağın buzunun çözülüp ekmek verecek hale gelmesini, kâinatın tazelenmesini kutlar insan. Tıpkı velinimetinin hasta yatağından kalkışını sevinçle karşılar gibi karşılar baharı. Madem her varlık kendi lisanıyla konuşur; ağaçlar çiçekle, gökyüzü mavi suratı, rahmet yağmurlarıyla, hayvanlar yavrularıyla karşılar baharı; Nevruz da insanoğlunun karşılamasıdır baharı. Hayatı bir savaş, mücadele gibi görme hatasından uzak; bitkilerin köklerinde, yağmurun sesinde, kuşların kanat çırpışında hakiki hayatın nabzını duyan gerçek insanın bir uyum dersidir, günümüzün tabiatı bile işgal eden istilacı insanına. Bahar hep yeni başlangıçları getirir akla. Yeni

3

Hüsna BAKA

doğan gün gibi, yeni bir hikâye, yeni bir sayfa gibi. Ancak yeni değildir bahar, her sene kapımızı çalan aynı bahardır, her sene aynı olaylar, faaliyetler cereyan eder kâinatta. Aslında her bahar, aynı şarkıya yeniden başlamaktır, bıkmadan, sıkılmadan. Belki bu yüzden anlamı bu kadar büyüktür baharın, hep aynı sıkıntıları yaşasa da insanoğlu, hep aynı çelişkiler karıştırsa da aklını, bazen bir çemberi tamamlayıp tekrar başlamak ister. Yeni bir şansmış gibi, toprağın kuru dallardan, otlardan silkinmesi, kefenini sıyırıp atması gibi, insanın sihirli bir el değmişçesine kendisini kısır bırakan düşüncelerden, dertlerden arınması gibi. Yeni bir başlangıcın da ötesinde, bir devamlılığın ifadesidir her bahar. Nasıl her bahar bir öncekinin tekrarıysa, bir o kadar bahar daha görecektir kâinat. Şaşmaz bir takvim, yanıltmaz bir saat gibidir baharların gelişi. Her baharla insanın süreklilik, ebedilik arzusu da tazelenir. Baharlar gibi yeryüzündeki mevcudiyetini her bahar kutlamak ister, seyretmek ister eserlerini. Nevruzu kutlamak, baharın gelişiyle sevinmek herkesin yapabileceği bir şey değildir. Baharın toprağa gelişine sevinmek için toprakla bir tutması gerekir insanın kendisini, yapmacık değil hakiki bir tevazuya sahip olması gerekir. Dünyadaki saltanatı ne olursa olsun, şahsi tekâmülü sonucu varlığının özüne, toprağa ulaşması gerekir insanın. Ancak o zaman Nevruz yeni bir başlangıç olur ona, bahar getirir âlemine. Maksadı olan yenilenmeye, tazelenmeye ancak o zaman ulaşır insan. Ancak o zaman köklerine erişir ve sımsıkı yapışır benliğine, ona muhtaç olduğu anlayışı, mütevazılıği ve hayatı verecek kaynağa.

umman


Geçmişten günümüze Ezan... Sözlükte ‘’bildirmek, çağrıda bulunmak, ilan etmek’’ manasında mastar olan ezan kelimesi, terim olarak da farz namazlarının vaktinin geldiğini bildiren, belirli sözlerle ve özel şekilde mü’minlere duyurulan kutlu bir çağrıdır. Ezan ilk olarak peygamber efendimiz (s.a.s) zamanında Müslümanların namaz için bir çağrı arayışı içinde olduğu anda Yüce Allah tarafından Abdullah ibni Zeyd’e bizim bildiğimiz şekilde rüyasında öğretilmiş, bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.s) ilk ezanı okuması ve Müslümanlara bu ilâhî kudreti duyurması için Bilâl-i Habeşi’ye emir vermiştir. Böylece İslâm dünyası bu şekilde ilâhi bir kudret olan ezana kavuşmuştur. İslâm dünyası bu kutsal çağrıya en güzel şekilde sahip çıkmış, onun en güzel şekli de okunması ve okutulması konusunda büyük bir hassasiyet göstermiştir. Bu konuda en büyük hassasiyet gösteren millet de bizim milletimizdir. Türk Milleti ezanın asırlar boyunca hiç şüphesiz bekçiliğini yapmış, bu cihanşümul değere sahip çıkmış ve her şeyini ortaya koyarak bu kutsal çağrıyı tüm dünyaya ulaştırmıştır. Zaman geçtikçe bu hassasiyet kültür haline dönüşmeye başlamıştır. Artık ezanlarımız semada en güzel sesli müezzinlerimiz tarafından seslendirilir olmuştur. Bu konuda Türklerin birçok çalışması olmuş, her vaktin ezanını ayrı bir makamda okumak ve okutmak için kolları sıvamışlardır. Bu çalışma kısa zamanda meyve vermeye başlamış, ezanı okuma konusunda birçok ünlü müezzinimiz dünya sahnesinde boy göstermiştir. Gerek Osmanlı devletinde olsun, gerekse Türk cumhuriyetinde olsun bu geleneğimiz meyvelerini vermeye devam etmiştir. Ancak acı bir olaydır ki tarih 1932’yi gösterdiğinde ezanın Arapça olarak değil, Türkçe olarak okunması konusunda meclisimizden bir karar çıktı. Ezanımız tam olarak 18 sene Türkçe okundu. Tarih 1950’yi gösterdiğinde ise tekrar Türk milleti ezanını Arapça dinlemeye başladı ve 18 yıllık hasreti sona erdi. Türk milleti yasağın kalkmasından sonra da ezanın güzel ve makamlı bir şe-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Süleyman BAŞ

kilde okunması için gayret sarf etmiş, bu geleneğe sahip çıkmıştır. Ezanın icrasına bilhassa önem verilen dönemlerde onun tekdüze tekrarlanan bir çağrı olmaması ve ruhunun zenginleştirilmesi amacıyla her vaktin ezanı ayrı bir makamda okunurdu. Bu uygulamaya örnek olarak Osmanlı tecrübesini mercek altına alırsak karşımıza şöyle bir ezan cetveli ortaya çıkmaktadır: 1) Sabah Ezanı: Saba Makamı 2) Öğle Ezanı: Rast makamı 3) İkindi Ezanı: Hicaz Makamı 4) Akşam Ezanı: Evc ve Segâh Makamları 5) Yatsı Ezanı: Uşşak ve Beyâti Makamları Evet, gördüğümüz gibi Türk milleti gerçekten de ezan konusunda hiçbir zaman taviz vermemiş ve vermeyecektir. Yalnız şunu bilmeyiz ki ezan sadece bir millete mahsus bir emanet değil bütün İslam âlemine gönderilmiş büyük bir emanettir. Kanuni’nin bu konuyu çok güzel açıklayan bir sözüyle yazımı bitirmek istiyorum; ‘’Ezan, ne Arab’ındır ne de Acem’in. Ne Türk’ündür ne de bir başka âlemin. O, bütün hamd ve övgülerin sadece kendisine ait olduğu, âlemlerin Rabb’i Yüce Allah’ın, sadık bir rüya ile kullarına ikram ettiği ilahî armağandır.’’

Gönül Mütenafir bir saika var burada Biliyorum Kaideler hep aynı Ama maliksiz tasdikler Maşuklara meftun olunca Üzülüyor hep meftunlar

Ceyda BADANKA

4


Temcit Pilavı ve temcitlik

Toplumun hayat damarı

Taraklı’nın meşhur, bir o kadar da güzel kültür cevheri olan temcit pilavı ve temcitlik geleneği bizlere işte budur dedirtiyor. Sahurda yenen pilavdır temcit. Temcit pilavı genellikle de akşamdan kalma pilavdır. Fakat onu temcit yapan pilav olması değildir tabi ki. Öncelikle Taraklının gençleri sahur vaktinde minareye çıkar ve temcit söylerler. Ve hanımlarımız kalkıp pilavı ocağa koyarlar. Ve sahurda yeterince tok tutan pilav yenilir. Bu, geç kalktığında hanımlarımızın hemen pişirip, doyabilecekleri en kolay ve imdada yetişen pilavın bir de temcitliği vardır. Taraklı'da süregelen temcit pilavının ardından on bir ayın sultanı olan insanları günahlardan arındıran, sakındıran Ramazan ayı bitmektedir. Hanımlara verilen değer bir kez daha temcitin ve ramazanın sayesinde ortaya konmaktadır. Çünkü; ramazanın sonunda düşünceli beylerimiz hanımlarına bütün ay boyunca erken kalkıp benim için uğraştı diyerek Allah’ın(c.c) rızası üzerine olsun müjdesiyle beraber hanımlarını bu dünyada da ödüllendirirler. En azından bir hediye, en makulü ise bir çeyrek altın hediye ederler. Burada önemli olan hediye midir? Tabi ki hayır burada önemli olan husus hanımlarımızın beylerimizin rızalarını alıp beylerin ise hanımlarına verdiği önem ve değerdir. Beyler! Ramazan yaklaşmakta bu yazıdan sonra sizlere düşen Taraklı’yı örnek almak. Bundan sonra hanımlar pilav başına beyler ise ay sonunda kuyumcuya altın almaya. Temcit pilavını ve temcitliği yaşatmaya. Bu arada unutmadan bekâr beyler kurtulduk zannetmesinler. İmkanları gereği sahura kaldıran kimse(anne kız kardeş...) onlara da bir ödül düşünsün. Hiç olmazsa bir teşekkür bile yeterlidir hanımlar için.

Bazen sıcak bir çorba, bazen bir yudum çay ve bazen de bir çift tatlı sözde gizlidir komşuluk. Bilindiği üzere Türk Kültürünün en vazgeçilmezlerinden biri, külüne muhtaç olduğumuz en değerli varlıklardır komşularımız. Derdine üzüldüğümüz, mutluluğuna sevindiğimiz biricik dostlarımızdır onlar. Bir adım ötede varlığını hissettiğimiz, yalnızlık korkumuzu yenmedeki en etkili meleklerdir. Birlik ve beraberliğin sembolüdür komşuluk. Kalem hikâyesi gibidir; tek başına kırılmak ama bir araya gelindiğinde en büyük güce sahip olup kırılmadan dimdik ayakta durmak… Kışın dondurucu soğuklarında tatlı bir tebessüm eşliğinde bir tas sıcak çorbayı paylaşmaktır. İftar sofralarında bir araya gelmektir; dualar okunarak oruç açılan, fakirin, yoksulun doyurulduğu iftar sofralarında… Başın sıkıştığında gidebileceğin en yakın kapıdır. Çeşitli bahanelerle bir araya gelmeyi başarmaktır. Beraber bir şeyler yapabilmektir komşuluk. Yeri geldiğinde bir somun ekmeği bölüşmek gibi. Komşun hastalandığında gerekirse sabaha kadar başında beklemektir, bir annenin hasta yavrusunu şefkat ve merhametle beklediği gibi. Beraber hayır- hasenat yapmaktır. Bir ağacın dalları gibidir komşuluk; ne kadar ayrı da olunsa bir noktada birleşilir. Bayram geldiğinde “Bayramın mübarek olsun.” diyerek uzatılan şekere, tatlı bir gülümseyiştir. Yanlışlıkları düzeltmeye bir çabadır. Belki de komşuluk dünyanın en güzel penceresinden çizilmiş bir resimdir. Oldukça iyimser, temiz, saf, duru ve bir o kadar da masum… Türklerin tarihini oluşturan en önemli parçalardan biri, birlik ve beraberlik olgusu, insanoğlunun hava gibi, su gibi ihtiyaç duyduğu en güzel meziyet... Komşuluk denen nimeti bir anne sıcaklığıyla sarıp sarmalamalıyız. Çünkü o olmazsa yardımseverlik yok olur, paylaşma denen duygu unutulur. Komşuluk toplumun hayat damarıdır.

Fatma YENİDOĞAN

5

umman


DİN ÖĞRETİMİ GENEL MÜDÜRÜ PROF.DR. İRFAN AYCAN

"Örgün eğitimden din eğitimi çıkarılırsa Türkiye’nin felaketi başlar!" Hocam biliyorsunuz din öğretimi çok tartışılan bir mevzu. Bu tartışmaların nedeni sizce de biraz din öğretimi kavramının tam anlaşılamamış olması, din öğretiminin neyi ifade ettiği, din öğretiminin öğrencilere neyi kazandırdığının tam bilinememesi değil mi? Bize bu konuda biraz bilgi verebilir misiniz? Aslında geldiği noktada din öğretimi konusu çok fazla tartışılmıyor. Artık ne kadar ve nasıl verileceği konusu konuşuluyor. Bütün dünyada şu anda din öğretimi ya da din eğitimi yapılmaktadır. Bizim ülkemizin

rız. Evrensel ahlaki değerlerle ilgili de bilgi veririz. Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin müfredatında 11 tane öğrenme alanı var. Bunun 4 tanesi evrensel ahlaki değerler, 3 tanesi değer dinler ile ilgili bilgiler, 4 tanesi de halkımızın büyük çoğunluğu Müslüman olduğu için İslam ile ilgili bilgilerdir. Din öğretimi zorunludur. Ülkemizde Türkiye cumhuriyeti vatandaşı olan her Müslüman öğrenci bunu almakla hükümlüdür. Zorunlu olduğu içinde de devlet, milli eğitim bakanlığı tarafından müfredatı ve kitapları belirlenir ve yazılır. Hocam gerek yazdığınız kitaplarda olsun gerekse akademik çalışmalarınızda Emevîler dönemi üzerine yoğunlaşDergimiz Yayın Kurulu üyeleri Kevser TÜRKYILMAZ, tığınız görülüyor. Bilim kültür sanat deFeyza GÜRSOY, Hüsna BAKA ve Ö.Faruk ÖZCAN arkadaşyince de akla direk Endülüs Emevi devlelarımız 18 Nisan 2009 Cumartesi günü okulumuzu ziyati geliyor. Bu konuyu din öğretimine yanret eden Millî Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürü sıtıyor musunuz, nasıl etkileniyorsunuz? Prof. Dr. Sayın İrfan AYCAN ile yaptıkları röportaj Peygamberimiz Allah’tan aldığı vahiyle İslamiyeti 23 yılda hem Mekke'de hem de Medine'de insanlara tebliğ etmiştir. Kur'ân-ı Kerim’in üçte biri H.z. Adem’den peygamdin eğitimi ve öğretimi konusunda 85 yıllık bir tecrübe berimize kadar olan peygamberlerin, toplulukların vardır. Geldiğimiz noktada özellikle 12 Eylül 1980’den başlarından geçen hadiseleri bize anlatır. Üçte biri 23 sonra anayasada yapılan bir değişiklikle 24 maddede yıllık peygamberlik süresince, peygamberimizin o topdin öğretimi yapılması kararlaştırılmıştır. Din öğrelumda yerleştirmek istediği anlayışı, ilkeleri, prensiptimini söyleyeyim. Din öğretimi din ve dinler hakkınleri kapsar. Diğer üçte birlik kısımda da peygamberida bilgilendirmedir. Bizim anayasamızın 24.maddemiz Allah’tan aldığı vahiyler doğrultusunda insanlarsinde ilköğretim ve ortaöğretim okullarında okutudan istekleri ve insanları kaçındırmak istediği prensiplan Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunludur. Bu lere yer veriyor. Tabi ki peygamberimiz hayatta iken inmaddenin devamında da bunun dışında din eğitimi alsanlar peygamberimizden ve sahabilerden dini öğremak isteyenler küçüklerin kanuni temsilcilerinin taleniyorlardı. Peygamberimiz ve sahabiler vefat ettikten biyle, büyüklerin de kendi istekleri doğrultusunda düzenlenir, diyanetin yaygın din eğitimi verdiği kurslarla giderilir. Bizim o ku ll a r ı m ı zda ilköğretim ve ortaöğretimde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi 4. sınıftan başlar, lise sona kadar desonra, bunun bir eğitim şeklinde olması yavaş yavaş vam eder. İlköğretim okullarında haftada 2 saat, lisebaşlamıştır. O günden sonra, çeşitli ilim dalları doğde de bir saat olarak verilir. Biz sadece bu ilköğretim ve du. Tefsir, hadis, İslam hukuku, fıkıh yada iktisadi koortaöğretimde verilen din kültürü derslerinde sadece nuların tartışıldığı kelam gibi ilim dalları gelişmiştir. İslâmiyet ile ilgili değil, diğer dinlerle ilgili de bilgi alı-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

6


Zaman zaman geriye gitmiş zaman zaman ilerlemiş ve bugünümüze gelmiştir. Din öğretiminin özellikle ülkemizde bu kadar çok tartışılmasına bir neden olarak toplumun her kesimine din öğretiminin ve dinin önemi konusunda mutabık olması yorumunu yapabilir miyiz? Cumhuriyetimiz kurulurken ülkemizde din konusunda ne tür bir politika izlenecek bunlar hep konuşulmuş görüşülmüş hatta cumhuriyet kurulmadan önce cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk İzmir’de yapmış olduğu bir konuşmada “herkes dinini diyanetini öğrenmek zorundadır. Öğreneceği yerde mekteptir.” Diyerek tüm okullarımızda okutulan din öğretimi ve eğitimi ile ilgili uygulanacak olan politikanın ipuçlarını vermiştir.Cumhuriyet kurulduktan sonra da 1924 yılında Atatürk 29 tane imam hatip açmıştır.O zamanlar Türkiye cumhuriyetinin nüfusu 13 milyon, 23 tane lisesi 72 tane ortaokulu var ama Atatürk 29 tane de imam hatip lisesi açmıştır.Bu durumu Tevhidi Tedrisat dediğimiz yasa ile de garanti altına almıştır.Bugün bu okullar tevhidi Tedrisat yasasının garantisi altındadır.Hem 61 anayasasında hem de 82 anayasasında değiştirilmesi dahi teklif edilemez maddeler arasındadır.Bu okulları bugün biz kapatamayız.Ama kendimizi öğrencisiz, işlevsiz bırakırsak o zaman kendiliğinden kapanmış olur.Atatürk’ün bu okulları kurmasının nedeni şuydu.Tanzimattan bu yana gelen 150 yıllık bir geçmişi olan bir süreç yaşadık.Bu süreçte bir tarafta medreseler var biraz işlevini yitirmiş, içeriği boşalmış sadece dini bilgileri tekrar eden, onun dışında beşeri bilimlere yer vermeyen bir okul medreseler. İkincisi azınlık okulları vardı. Azınlık okullarında da ülkemiz aleyhinde faaliyetlerde bulunan ülkemizin altını oymaya çalışan bir kesim faaliyet göstermekteydi.Bir tarafta da Tanzimat'tan sonra gelen mektep dediğimiz sadece beşeri ilimler okutan ama dini bilimlere yer vermeyen bir okul türü vardı.buradan da pozitivist, ateist zihni insanlar yetişiyordu.Atatürk ülkemiz aleyhinde faaliyet gösteren bu azınlık okullarını Tevhidi Tedrisat yasasını çıkararak kapattı.Mekteple de medreseyi birleştirdi.İmam hatip dediğimiz okullar meydana çıktı.Yani hem dinini bilen hem dünyayı okuyan münevver, aydın, çağdaş in-

san tipi yetiştirmek için bu okulları kurdu.İmam hatiplerin 1924’de başlayıp1930'da kapanmasının temelinde biraz da kendisine görev verilmeyen medrese hocalarının aleyhte propagandaları. Yani “bunlardan adam olmaz. Bunların arkasında namaz kılınmaz.” Şeklinde

7

yakın zamanlarda bu tür görüşler ortaya konuluyordu. Ondan dolayı bu okullar kapandı. Ülkemizde yaklaşık 17 yıl din öğretiminin yapılmadığı bir dönem yaşandı. Bir kısım insanlar bu uygulama karşısında çocuklarını yurt dışına gönderdiler. Pek çok Arap ülkelerine insanlar gitti. Onlar da 10-15 sene sonra farklı şekillerle Suriye’de, Irak’ta, Mısır’da, Suudi Arabistan’da, Pakistan da farklı İslâm anlayışlarını buraya getirdiler. Bir takım sıkıntılar yaşandı 80li yıllara kadar. Siyasal İslam dediğimiz şey buydu. 1980'de iki önemli karar alındı. Bunlardan bir tanesi din kültürü ve ahlak bilgisi dersi zorunlu hale getirildi. İkincisi de ilahiyat fakültelerinin sayısı birden yirminin üzerine çıkarıldı. Çünkü Türkiye 1930'dan 1947'ye kadar din öğretiminin yapılmadığı bir dönem yaşamıştı. Bu dönemden sonra tekrar 1947'de Cumhuriyet Halk Partisi döneminde bu konu masaya yatırıldı. Tekrar imam hatip okullarının açılmasına karar verildi. Arkasından okullarda isteğe bağlı 1948 yılında ilkokullarda, 1956 da ortaokul, 1967'de de isteğe bağlı din dersi getirildi. Tabi az evvel söylediğim şeyler nedeniyle 12 Eylül 1980’e gelindiğinde insanların dinli, dinsiz, alevi, sunî, Müslüman, kafir gibi bir takım kavramlarla birbirlerini suçlayarak hatta öldürerek, çok büyük bir anarşi ve kaos dönemi yaşandı. Biz üniversite öğrencisiydik o zamanlar. Bunu ortadan kaldırmak için herkesi din ve dinler hakkında bilgilendirelim diye bir karar alındı. Bu çok doğru ve isabetli bir karardı. Bunun yaklaşık 25-30 yıllık bir uygulaması var. İnanan inanmayan her kesimde bir hoşgörü ve tolerans var. İstesek de istemesek de hepimiz bu toplumun içinde yaşıyoruz. Senin inandığın değerlere inançlara benim saygı göstermem, birlikte huzur içinde yaşamamıza neden olmaktadır. Ama geçmişte böyle değildi. Ben din kültürü dersi alıyorsam dinci oluyordum. Almıyorsam dinsiz oluyordum. Böyle bir suçlamaya vesile oluyor. Öte taraftan ilahiyat fakültelerinin sayısı da birden yirminin üzerine çıkarılarak ülkemizde yeterli bilim adamı yetiştirmek hedeflendi.1000’e yakın bilim adamı yetişti. Lisans, yüksek lisans, doktora ve sonrası çalışmalar 30.000 cilde yakın bir birikim oluşturdu. Bizim insanımızın ürettiği bir bilgi hazinesine kavuştuk. Dolayısıyla bugün hep hayıflanıyoruz. Keşke bu bilgi hazinesine Cumhuriyetin başında sahip olmuş olsaydık. Bu yaşamış olduğumuz acı tecrübeleri yaşamazdık diye düşünüyoruz. Din öğretimi okullarda özellikle imam hatiplerde nasıl daha yüksek standartlara kavuşturulabilir? Ülkemiz her geçen gün farklı bir yapıya doğru ilerliyor. Geçmiş dönemde imam hatip liseleri 7 yıldı. Kuran kursları açıldı. Şimdi belli bir yaştan sonra kuran kursuna gitme zorunluluğu olması nedeniyle gençlerimiz kuran kursundan ziyade okulları tercih ediyor. Bizim okullarımızda 7 seneden 4 seneye düştü. Dolayısıyla geçmişte yetişen öğrenci kalitesiyle bugünkü öğrenci kalitesini karşılaştırdığımızda za-

umman


yıf durumdayız. Ama bunun yollarını, daha nasıl iyileştirilebileceği hususundaki çalışmaları söyleyebilirim. Bu konuda diyanetten ülke çapında 100 civarında hafız yetiştiren kuran kursunu talep ediyoruz. Burada diyanetin yapacağı bir takım küçük değişikler var. Bu gerçekleştirilir ve bize mesleki açıdan yetişmiş öğrenci temin ederse imam hatip liselerinde aldığı eğitimle ilahiyat fakültelerine hazır hale gelecekler. İlahiyat fakültelerini bitirdikten sonra da din eğitim alanında daha kaliteli hizmet vermeye çalışacaklardır. Din öğretimi ne kadar yenilik kaldırabilir? Akıllı sınıf projeleri vb. var biliyorsunuz bu teknolojik gelişmeler din öğretiminin ne kadar içerisinde? Bugün ülkemiz çapında 458 civarında imam hatip lisemiz ve 143.000 civarında öğrencimiz mevcut. Teknolojik imkânlardan bizim okullarımızın diğer okullardan geri kalması söz konusu değil. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okul olması hasebiyle bir ilköğretim, bir ortaöğretim, bir Anadolu öğretmen lisesinde ne tür imkânlar varsa imam hatip liselerinde de o tür imkanlara sahibiz. Yalnız bunu kullanacak öğretmenlerimizin olmasını, yetişmesini arzu etmekteyiz. Öğretmenlerimiz ayak uydurduğu zaman zaten kitaplarımızı ve müfredatımızı yeniledik. Okullarımız onarıldı, içerileri donatıldı. Bunların hepsi bir araya geldikten sonra öğretmen helvayı yapacak kişi, öğretmen ve öğrenci bir olacaklar. Ortaya güzel ürünler çıkaracaklar. Bulunduğunuz göreve gelirken din öğretimini hangi seviyeye ulaştırmayı amaçladınız? Göreve geldim geleli 6 sene oldu. Öncelikle İmam-Hatip Liseleri için ülkemizin dört bir yanını dolaştığımızı söyleyebilirim. 6 senenin yaklaşık 2 seneden fazlası dışarıda geçti. 800 gün civarında. Benim de sizin gibi bir kızım var. İmam-Hatibi geçen sene bitirdi. Üniversiteye hazırlanıyor. Bir oğlum var. İlköğretim ikinci sınıfta. Bir de ağabeyi var. O da üniversite son sınıfta. Bütün gücümüzle, arkadaşlarımızla çalışmaya gayret ediyoruz. O günden bugünü kıyas ettiğimizde %400lük bir kalite farkı, imkan farkı ve motivasyon farkı olduğunu söyleyebilirim. Göreve başladığımdan 3 ay sonra yollara düştüm, Bu okullarımızı daha iyi hale nasıl getiririz diye ne gerekiyorsa elimizden geleni yaptık. Okul idaremizi motive etmeye çalıştık. Onların ihtiyaçlarını karşılamaya çalıştık. Bir özel sektör mantığıyla çalıştık. Okullarımızın ayağına gittik.458 okulun hepsi gözümün önünde. Son zamanlarda tüm dünyada diyalog vurgusu öne çıkıyor. Az evvel bahsettiğimiz gibi diyolog, çoğulculuk özellikle Avrupa birliği fonundan faydalanan Comenius, Leonarda Da Vinci gibi programlar var. Bizim de başvurumuz var sanırım. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Projemizde nelere yoğunlaşalım? Küreselleşme… Dünya artık küçüldü ve bir köy haline geldi. Eskiden Kırşehir'deki trafik kazası Ankara da pek duyulmazdı ama şimdi Belçika'daki trafik kazasını anında öğrenebiliyoruz. Amerika da bir kriz çıkıyor. Tüm dünyayı kasıp kavuruyor. Başka bir yerdeki başka bir siyasi kriz başka ülkeleri etkileyebiliyor. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Bundan kaçınmak müm-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

kün değil. Diyolog denen hadise var ve bir tarafta misyonerlik faaliyetleri var biz bir defa bunlara karşı kapımızı kapatarak, gözlerimizi yumarak onlara savaş açarak bir yere varamayız. Bunlarla küreselleşmenin, misyonerlik faaliyetlerinin olumsuz etkilenmesine karşı kendi toplumumuzu kendi din anlayışımızla kendi kültürümüzle ne kadar iyi donatırsak o kadar iyi mücadele ederiz. İmam-Hatip Liselerinin meslek lisesi kategorisinde olmasını doğru buluyor musunuz? Bu okullar mekteplerle medreselerin birleşmesinden meydana gelmiş okullardır. Ülkemizde iki tür okul var. Ortaöğretim ve mesleki eğitim kurumları. Mesleki eğitimin bir kanunu var.3308 sayılı çıraklık ve mesleki eğitim kanununa göre kız teknik, erkek teknik, ticaret, turizm, çıraklık ve mesleki eğitim var. Bu kanunda şöyle der. Bu okullar %30 genel kültür, %70 mesleki eğitim alır. Bizim böyle bir durumumuz söz konusu değil dolayısıyla biz eğer %70 mesleki eğitim alırsak Afganistan'daki Taliban gibi insanlar çıkar. Her şeyin bir normali var. Biz %40 mesleki eğitim %60 genel kültür veriyoruz. Verdiğimiz genel kültür lisedeki derslere neredeyse eş değer. Bizim din adamlarının din konusunda hizmet verenlerin daha aydın daha modern daha çağdaş olmaları gerekir. Lisedeki bütün dersleri alması gerekir. Dolayısıyla böyle bir şey söyleniyor; üniversiteye girerken mesleki eğitim verilmesi ama mesleki eğitim imkânlarından yararlanırken de genel ortaöğretim tarafından değerlendiriliyor. Bu çifte standart zamanla anlaşılacak. Anadolu öğretmen lisesi ne ise biz de öyleyiz. Onlar da bir meslek kurumudur. Öğretmen yetiştirir. Biz de din adamı yetiştiren bir kurumuz. Dolayısıyla mesleki eğitime tam girmiyoruz. Ortada bir yerdeyiz. Az önce İmam-Hatip Liselerinin sayılarından, öğrencilerinden bahsettiniz. Peki bunların genele göre başarı durumları nasıl, başarı grafikleri nasıl? 2003 yılında 11300 kayıt yapılmış. Geçtiğimiz süreçte olumsuz bir takım şeyler yaşadık. Bu okulları tercih eden öğrencilerin sayısında çok ciddi bir azalma ve daralma görüldü. Bu 11300 çocuk toplumun en alt tabakasından, en zayıf çocuklar. Dolayısıyla bu çocuklar sıkıntı verecek, Türkiye’ye sıkıntı verecek diye düşündük biz. Hemen yola çıktık. İkinci sene, 2004 yılında 11300’den kaydımızı 32500’e çıkardık. Üçüncü sene 37000, dördüncü sene 42500, geçen sene 48000, bu sene de 52500 kayıt yaptık. Ama bizim çok öğrencide gözümüz yok, kaliteli öğrencide gözümüz var. Biz şimdi bunu nasıl yaparız, ederiz diyerek bir yönetmelik çıkardık. Bir kısım okulların sınıfları zaten Anadolu statüsünde, diğer yönetmeliklere göre de normal imam hatip sınıfları artık otuz altı kişiyi geçemeyecek. Seçme öğrenci alacağız, burası bir ıslah yurdu gibi görülmesin diyorum. İmam-Hatip Liseleri için “Aman şu da oraya gitsin, çok yaramaz, aman bu da gitsin, ıslah olsun” şeklinde bir düşünceye muhatap olmamalıyız diyorum. Türkiye’nin kaliteli, sağlıklı, doğru, birikimli din adamlarına ihtiyacı var. Onun için, bu okulları başarılı öğrencilerin tercih etmesi için ne gerekiyorsa yapmalıyız. İki-üç senedir öğrenci kalitesinde ciddi bir artış var. Ama vatandaşlarımız başarısız kızla-

8


rını imam hatibe, başarılı kızlarını başka okullara veriyorlar. Bunu da yavaş yavaş değiştireceğiz inşallah. Üniversiteye girişte başarı oranını da sormuştuk. Tabi üniversite başarısı geçmişe göre çok aşağılarda. Yüzde beş civarında. Ama şunu söyleyeyim; genel liselerle orantıladığımızda, yine imam hatip liseleri genel liselerden daha iyi durumda. Hocam bunda katsayı uygulamasının da bir rolü var, değil mi? Şimdi katsayı bizim direk meselemiz değil. Yani bu psikolojik engeli hepimiz, önce öğrenciler, sizler aşmalısınız. Bugün yüz bin civarında Diyanet İşleri Başkanlığı’nda din hizmetleri alanında, yirmi beş bin civarında da Milli Eğitim Bakanlığı’nda norm kadro var. Yani yirmi beş bin öğretmen, yüz bin din görevlisi. Şimdi bizim din görevlilerimiz, hepsi, aşağı yukarı yüzde doksan beşi lise mezunu. Yani ülkemizin bugün geldiği noktada bu lise mezunlarıyla din hizmeti vermesi mümkün değil. Onun için ben diyorum ki; katsayı matsayı bizim engelimiz değil. Biz kendimizi başarılı bir şekilde yetiştirelim. Din hizmetleri alanına gidelim ve orada hizmet edelim. Eğer sadece bugünden başlasak, ilahiyatlar Diyanet İşleri Başkanlığı’na eleman yetiştirse, kırk elli senede bu açığı kapatmamız mümkün değil. Öğretmenin olmadığı yerde din adamı var. Bu lise mezunu olursa yeterli dini hizmeti alamayız ondan. Onun için ilahiyat fakültelerinin kontenjanlarının artırılması gerekiyor. Eskisi gibi başarılı öğrencilerimizi başka tarafa değil, kendi alanımıza çekmek istiyoruz. Sizlere çok büyük iş düşüyor. Ayrıca kız öğrencilerimize de çok büyük iş alanı var. Hem din kültürü öğretmeni, hem vaize, hem müftü yardımcısı bile oluyorsunuz şimdi. Hem Kuran kursu hocalığı. Bugün aşağı yukarı iki yüz bin Kuran kursu hocası var. Yüz doksan bini ev hanımlarına hizmet ediyor. Buralarda da öğretmenlik yapmak güzel bir duygu. Gelecekte eğitim kurumlarında din öğretimini gerçekleştirenler bizler olacağız inşallah. İnşallah. Sizlerin makamına bizler geçeceğiz. Kendimizi geliştirirken ne yapalım, hangi yolu takip edelim, neler okuyalım? Şimdi bakın ben de sizler gibi 1970 senesinde imam hatibe girdiğimde iki şık vardı önümde ya öğretmen olacağım, ya imam olacağım diye düşünüyordum. Ama fakülteyi bitirdik, fakülteyi bitirdikten sonra yüksek lisans sınavına girdik, onu da kazandık. Arkasından doktora geldi, arkasından doçentlik, 2000 yılında profesör oldum. Allah bize her türlü imkânı nasip etti, bahşetti. Sizlere de bahşedecektir. Yeter ki iyi niyetli olun. Biz Allah’ın o kadar şanslı kullarıyız ki, hem bu dünyamız için, hem öbür dünyamız için çok büyük bir imkân yakalamış durumdayız. Yani benim yirmi dört saatim din iman işleriyle geçiyor. Bu alanda hizmetle geçiyor. Çok mutlu insanlarız. Siz de kendinizi öyle addedin. Fakülteye girin, arkasından lisansüstü eğitim yapın. Arkası gelecektir. Hocam yalnız bizim bir endişemiz var. Özellikle medyaya baktığımızda yetkili kişilerin ve kurumların tam bir fikir birliği yokmuş, bizim buralarda yaptığımız çalışmaları toplu bir biçimde destek-

9

lemiyorlarmış gibi bir izlenim elde ediyoruz. Bu biraz motivasyonumuzu bozuyor. Bu endişelerimizi bertaraf etmek için, siz neler söyleyeceksiniz? Şimdi şunu söyleyeyim; bir defa toplumda din konusunda çok küçük bir azınlığın önyargılı bir yaklaşımı var. Onun dışında toplumda din konusunda bilgisizlik var, cehalet var. Bir de din hizmetleriyle ilgili, ya da eğitim kurumlarımızla ilgili bir takım sıkıntılar yaşadık. Bir defa özellikle bu okullarda siyaset yapmamalıyız, kesinlikle. Eğer biz bir okulun falanca anlayış, başka bir okulu filanca anlayış, öbür okulu başka bir anlayışa terk edersek en başta dinimize ihanet etmiş oluruz. Herkesin siyasi anlayışı olabilir, düşüncesi olabilir, seçim sandığına gider, onu yansıtır orada. Ama okuluna gelip yansıttığı zaman önce dinine ihanet etmiş olur. Bizim bundan bu okullarımızı arındırmamız lazım. Öğrenci olarak, öğretmen olarak kesinlikle bu işlerden uzak durmamız lazım. Geçmişte bu tür hadiseler yaşandığı için maalesef bu okullarla ilgili olumsuzluklar meydana gelmiştir. Bu okullarımızla ilgili önyargılı olan insanlara ben diyorum, özellikle gazetecilerle sürekli beraber oluyoruz. Bu okulların olmadığını düşünün, şu anda dört yüz elli tane imam hatip lisesi var. Bunların olmadığını düşünün, dinle ilgili konular ne olur acaba; merdiven altına, çatı katına, şuraya buraya. Yani laik devlet din eğitimi veremez diyen bir kesim var, bir tarafta da madem devlet bunu vermeyecek, bunu biz yapalım diyen bir kesim var. Türkiye’nin felaketi bu iki anlayışın birleştiği gündür. Yani bu iki anlayış ittifak eder de bugünkü örgün eğitimden din eğitimini çıkarırsa o zaman Türkiye’nin felaketi başlar. Onun için, bu fikirler geçecektir, dikkat edin dört beş senedir imam hatipler eskisi gibi tartışılmıyor. Yaptığımız bütün işleri tartışmalardan uzak yapıyoruz yani elimizden geldiğince her arkadaşımıza, öğretmen arkadaşlarımıza, idareci arkadaşlarımıza diyoruz; uzak durun, uzak durun. Biz bunları uzaklaştırıp bu okulları koruduğumuz zaman inşallah Türkiye'de yerli yerine oturacak. Bugün o belli kesimler dahi imam hatip liseleriyle ilgili olumsuz şeyler söylememektedir. Çünkü bunun yerine koyacakları bir şey yok. Çünkü dinsiz bir toplum hayatta var olmamıştır. Bundan sonra da olmayacaktır. O zaman diyoruz biz, eğer din olacaksa bunu gelin eğitime konu edelim, bilime konu edelim, okullarımızda verelim. Bunu okullarda vermediğimiz zaman başka tür yanlış, zararlı anlayışlar çok daha çabuk ortaya çıkacaktır. Son olarak, biz sizinle bu röportajı Yayın ve İletişim Kulübü olarak okulumuzda çıkardığımız Umman dergisi için yaptık. Bilmiyorum, daha önceki sayılarımızı inceleme fırsatı buldunuz mu? İki sayısını sabahtan arkadaşlar getirdiler, şöyle hızlıca bir göz gezdirdim. Gayet güzel olumlu bir çaba. Mutlaka öğrencilik hayatında bunların sizin için ve bizim için çok büyük değeri vardır. Bir defa bu dergiye yansıyan şeyler içerideki güzel fikirlerin, duyguların, düşüncelerin yansıtılması demektir. Ben de böyle güzel bir dergi çıkardığınız için hepinize teşekkür ediyorum.

umman


Türk Kültürü Türklerin fizik özellikleri olan çekik gözlülük, çıkık elmacık kemikli, esmer tipoloji tarih içinde değişmiştir. Bugünkü durumda genel olarak ortalama boy 1.70, ten rengi beyaz kumral, saçlar dalgalı siyah, sakal bıyık gür, alın geniş, uzun yüzlü, ve genelde ela gözlüdürler. Türk adları en fazla Ahmet, Mehmet, Mustafa, Ali, Ayşe, Fatma şeklindedir. Arslan, Şahin gibi somut Devrim gibi soyut adlar da vardır. Dedelerin adları genellikle torunlara verilir. Pek çok yörede her adın bir sıfatı vardır. Günlük hayatta miladi takvim kullanılır. Ancak kültürel hayat İslam medeniyetiyle iç içe olduğundan hicri takvim adları yaşatılır, Recep, Şaban, Ramazan adları hem ad olarak konur hem günlük dini yaşayışta kullanılır. Türkler Avrasya denilen coğrafyaya yayılmışlardır. En eski Saka Türklerinden beri göçmen kavim olarak Batı’ya yönelmiş ve göç Anadolu’da sona ermiştir. Bugünün ulus devletler dünyasında Batı Türkleri, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşamaktadır. Çadır yerleşiminden kent yerleşimine geçen Türkler, ahşap evlerden apartmanlara ve sitelere çevrilen kent kültürüne geçmişlerdir. Ev dekorasyonunda kilimden halıya, sedirden mobilyaya, sandalyeden koltuğa, tahta pencereden pimapen pencereye çevrilen ev kültürü, geniş aileden çekirdek aileye evrilmiştir. Batılı giyim kuşam yaygın olmasına rağmen, eski giyim kültürü devam etmektedir. Ocak ve mangal düzeninden kalorifer ve doğalgaz düzenine geçen ısıtma sistemi; eşek ve attan arabaya; siniden masaya; şerbetten meyva suyuna; bozadan kolaya; hamamdan saunaya; dere kenarı yıkamadan çamaşır makinesine; teldolaptan buzdolabına temizlik ve sağlık kültürü gelişmiştir. Yemek kültürü et merkezli olup, ot, süt, ekmek, bal, balık, yumurta, yoğurt temel besinlerdir. Hayvancılık at, eşek, sığır, manda, koyun,

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Ayşe GÜLDÜ

keçi, arı, ördek, tavuk yetiştirmeciliğindedir. Tarım ürünleri arpa, buğday, pirinç, pamuk, kabak, bakla, nohut, fasulye, havuç, lahana, soğan, sarımsak, hıyar, turp, bamya, patlıcan, domates, biber, elma, tütün, çay, zeytin, erik, üzüm, patates, ayva, armut, kavun, karpuz, iğde, nar, kiraz, vişne, muz, çilek, fıstık gibi sebze ve meyvelerdir. Dokumacılık, ayakkabıcılık, terzilik en yaygın zenaatlerdir. Çarşı ve bedestenden marketlere, süpermarketlere günlük alışveriş kültürü gelişkindir.

Semt pazarları devamlı işler. En modern iletişim sistemleri kullanılmakta, kara, hava, deniz ve demiryollarında modern araçlarla seyahat edilmektedir. Kent içi raylı sistemler ve metro mevcuttur. DİL Türkler Göktürk, Uygur, Araplar (halk) Arap, Mani, Brahmi, Süryani, Grek, Ermeniler Ermeni, İbrani, Kiril, Latin alfabelerini kullandılar. Türkiye’de 1928’den beri Latin alfabesi kullanılmaktadır. Türk dili zengin bir sanat geleneğine sahiptir, ancak son yüzyıldaki kültür değişmesiyle Batı dillerinin etkisi altındadır. Küresel-

10


leşme, dünya kültürlerine Amerikan kültürü’nü hayat tarzı olarak en küçük köylere kadar benimsetmekte, ulusal kültür unsurları yabancı kültürüyle ikilik içinde yaşamaktadır. Türk dilinin zengin atasözleri ve deyimleri dahi dublaj diline feda edilmektedir. SANAT Mimaride dini yapılar anıtsaldır. Yakınçağa kadar temel üslup Koca Sinan’da belirginleşmiştir. Resimde ve heykelde din kültürünün etkisiyle gelişme olmamıştır ancak minyatür ve süsleme sanatlarında olmuştur. Türk sanatı çini, hat, ebru ve seramikte, tezhip ve halıcılıkta gelişmiştir. Müzik gerek sivil gerek askeri müzikte sanat müziğinden hafif müziğe evrilir. Dini müzik Türk müziğinin önemli unsurudur. Halk müziği, klasik ve arabesk özelliktedir. Türk sanat müziği çağdaş bir sesle, hafif müzik klasik ve pop müzikle gelişmektedir. Türk edebiyatı şiir, hikâye, roman, deneme, mizah, eleştiri dallarında eski ve yeni formatlarda dünya dillerine çevrilen eserler üretmektedir. Sözlü edebiyat geleneği, dini edebiyat formunda yaygındır ve en meşhuru kandillerde okunan mevliddir. Halk edebiyatında dünya kültürüne Nasreddin Hoca tanıtılmış, halk danslarıyla ve seyirlik sanatlarla tarihi kültür yapıları yaşatılmıştır. AHLÂK Türk ahlâkı yiğitlik, kahramanlık üzerine kuruludur. Alp ve gazilikten, yüksek karakterli ve temiz kalpli, korkusuz, inanç ve irfanlı, milliyetperver, adalet ve iffete düşkün karakterleri Kutadgu Bilig’den beri sayılan özelliklerdir. HUKUK Şeriat hukukundan laik Medeni Hukuk’a geçen Türklerin toplum yaşamı Batı medeniyeti çer-

11

çevesinde anayasal hukuku benimser. Kamu hukuku ve özel hukuk, günlük yaşam kültürünü Batı ile paralel bir düzeye getirmiştir. Bununla birlikte özel hukuk alanında töre ve örf hukuku geçerli olabilmektedir. Hukuk sistemi evrensel hukuk kurallarıyla uyumludur ve AB’ye girildiğinde AB hukuku geçerli olacaktır. Günlük hukuk kültüründe adalet mekanizması ağır işlemektedir. Düşünce özgürlüğüne engel yasalar bulunmaktadır. SİYASİ KÜLTÜRÜ Türk siyasi kültürü; beylik, hakanlık, sultanlık ve tek partili cumhuriyetten demokratik laik çok partili cumhuriyete doğru gelişmiştir. Osmanlı merkezi siyasi yapısı ve bürokratik düzen öğelerinin etkileri cumhuriyette görülmesine rağmen Batı tarzı demokratik rejim yerleşmektedir. Sivil toplum güçlenmektedir. Siyasi kültür, askeri müdahalelerle birlikte gelişmektedir. Bunun temeli Türk kültüründe ordu - millet kavramıdır ve askeri darbelerden sonra otoriterlikten demokratik düzene geçiş sağlanmaktadır. Siyasi kültürün zayıf yönleri vesayetçilik ve hoşgörüsüzlüktür. Askerlik bir kültür unsuru olarak Türk kültüründe önemli bir işleve sahiptir. Askerlik yapmamış gençlere kız verilmemesi hâlâ yaygın bir adettir. Etnik ve dini milliyetçilikler, partizanlık, siyasi kültürde olumsuzluklara ve acı olaylara yol açmışlardır. Halkın devlete bakışı Devlet Baba kavramıyla hâlâ yaygındır. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki otoriteryenlik yerini liberal demokrasiye terk etmektedir. Türk spor kültürü Yaşar Doğu, Tanju Çolak, Cemal Kamacı gibi milli şahsiyetlerle ifade edilmesine rağmen toplumda spor yapma yaygınlığı ve spora ayrılan bütçe çok geridir. En kabul gören spor futboldur . Geleneksel yağlı güreş ata sporu olarak sürerken avcılık, binicilik, kılıç, okçuluk, cirit, atletizm, halter de Dünya ve Olimpiyat dallarında uluslararası başarı gösterilmektedir.

umman


Değer Yansımaları Geçmişimize, tarihimize, atalarımıza dönüp baktığımızda neler görebiliriz? İçinizden geçenleri okur gibiyim… Savaşlar, antlaşmalar, isyanlar, fetihler. Bu böyle uzar gider. Peki geçmişimize göz attığımızda sadece bunları mı görebiliyoruz? Bugüne aktarılmış, hala yaşamakta olan bir şeyler kalmamış mı atalarımızdan? Biraz düşünüp yoralım beynimizi, bakalım bizi neler bekliyor? Bugün hâlâ yaşamakta olan değerlerimizin başında gelen gelenek, göreneklerimiz var bizim. Kültürümüzün temel taşlarından biri örf ve adetlerimiz. Dünyadaki toplumları birbirlerinden ayıran özel bir gerçektir bu aslında. Özel kılan, ayıran, değer katan bir yapısı var çoğu kez. Bir Afrikalıyı Afrikalı yapan şey onun siyâhî olması mıdır? Elbette hayır. Ona değer katan yaşam tarzı, gelenekleri, görenekleridir. Bizim Türklüğümüzün ispatı Türkiye’de yaşamamız mı sadece? Atalarımızın değerleri bize aktarılmış ve onlara benzemişiz, zamanla Türkleşmişiz… Çok önceleri bir toplum oluşmuş güç bela, hayat sürmüş. Biz de o toplumun yansımalarıyız bir bakıma. Atalarımızın süre gelen nesliyiz. Onların kültürüyle yoğrulmuş bir yaşantımız var. Ama maalesef artık insanlar Batıya özeniyor ve onların kültürüne ayak uydurmaya çalışıyor. Kendi örfümüz, adetlerimiz sanki artık rafa kaldırılıyor. Çok yazık… Batıyla alakası az olan bölgelerimize bir bakalım. Mesela Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu köylerimize… İnsanlar teknolojiden daha uzaklar bize göre. Bunu bir dezavantaj olarak değerlendirebiliriz farklı konularda. Fakat bizim konumuz çerçevesinde ele alırsak mutlu olabileceğimize inanıyorum ben… Orada yaşayan insanlarımız örfüne, geçmişine, özüne sâdık bir hayat sürüyor. Eğlencesini de hüznünü de örfüyle yaşıyor. Batının sözde cazibesine kapılıp kendilerini kaybetmiyorlar. Tabi her şeyin kararını, dozunu aşmamak gerek. İşte tam bu noktada maale-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Rümeysa YELKENCİ

sef kanayan bir yaramız var. Ne mi? Töre… Katı, yok edici kanunlar. İnsan yaşamının dikkate alınmadığı, sadece onurun, şanın, gösterişin düşünüldüğü kanunlar. Nice insanımızın kâbusu olan, nice gençlerimizi kurban verdiğimiz o katı kurallar. Zamanında örfümüz, geleneğimiz olan ama zaman aşımına uğrayıp amacını yitiren kanunlar topluluğudur töre! Birçok genç fidanımızı bir hiç uğruna öldürüyor, solduruyorlar. Hiçbir günahı olmayan masum kızlarımızı, daha hayatlarının baharındayken yok ediyorlar. Hem de bir hiç uğruna… Uğradığı talihsiz olaylar ölüm olarak dönüyor gariplere… Düşüncesizce, gaddarca katlediliyor çiçeklerimiz. Bir damla umutlarıyla solmaya mahkûm yaşıyor gençlerimiz. Oysa ki atalarımız yok etmeyi değil var olmayı, çok olmayı hedeflemişlerdir. Acımasızca masum canları katletmek Türkün şanına yakışır cinsten değildir! Bir Türk her zaman örnek olmalı, her zaman gıpta duyulacak işler yapmalıdır. Geleneklerimiz ve göreneklerimiz de buna yardımcı olma vasfını taşıyor. Onlarla şanımız artar, değerimiz yeniden baş gösterir. Sadece yaşamak için yaşamıyoruz ki biz! Hayattan tat ve zevk almak en doğal hakkımız. Birçok âdetimiz de bu yönde aslında. İnsanı yücelten, mutlu eden, değer katan… Hep te öyle olmalı zaten. Atalarımızın bize aktarmak istediği ölüm, savaş değil mutlu bir hayat ve barıştır. Asılsız kurallara itaat edip dedelerimizi, büyüklerimizi hayal kırıklığına uğratmayalım. İnsanoğlu bu dünyaya yaşamaya, imtihan olmaya geldi. Katliam yapıp masumları yok etmeye değil. Toplumca bunun bilincine varıp özümüze sahip çıkarsak eğer bence Türkiye çok kusursuz bir yurt olur. Ne mi yapmalıyız? Aslında tek bir şey… Evet! Evet! Tek bir şey… Ne olduğumuzun farkına varıp özümüze sahip çıkmalıyız. Çıkmalıyız ki: Tüm dünya Türkün asaletine gıpta duysun… Öyle ya ‘’Ne Mutlu Türküm Diyene!”

12


Açık Tarih Müzesi; EMİNÖNÜ... Tarih deyince akla gelen ilk şehirdir İstanbul… Evet, İstanbul tarihi bir yer ama her yeri mi öyle. Biraz düşününce cevabını buluyoruz. Evet her ne kadar tarihin asıl mekanı olarak bilsek de içindeki o tarihin de bir asıl mekanı var. İşte bu mekân: Eminönü… Şehrin tüm sıkıntısından kurtulup, rahatlamak istediğimiz bir yer ararız ya hani bazen; işte bu ruh dinlenmesine en uygun mekân Sultanahmet Meydanı’dır. Başımızı nereye çevirsek bir mabet, her baktığımızda tekrar tekrar dirilip, Allah’ı hatırlayıp kendimizden geçiyoruz. Boğazın kucakladığı bu muhteşem belde; Osmanlı’nın zirvede olduğu dönemlerde, cihan padişahlarının önderliğinde tüm dünyaya hükmetmiş ve Efendimizin (sav) kutsal emanetlerini koruyan Topkapı Sarayı’nı barındırır. Hemen yanında ecdadımıza ait olmasa da sonradan kucakladığımız bir mabet daha; Ayasofya… Biraz ileride Ayasofya’nın da önünde diz çöktüğü, Sinan’ı kıskandıracak o muhteşem eser; Sultanahmet Camii. Osmanlının yetiştirdiği Koca Sinan’dan sonra en yetenekli mimar; Sedefkâr Mehmet Ağa… Öyle bir ihtişamla imar etmiş ki Mehmet Ağa, sesi Avrupa’da yankılanıyor Mavi Cami’nin. Boğazda bir tekne turunda, Sarayburnu’nu hemen döndüğümüzde Sinan’ın kalfalık eseri olarak gördüğü o muhteşem ustalıkla karşılaşırız; Süleymaniye Camii… Devlet-i Âliye’yi zirveye taşıyan isme, Kanuni’ye, itaatin bir göstergesi olarak meydana gelmiş olan bir mimari. Tekneden ineriz ve kıyıya çıktığımızda bir şaheser daha karşılar bizi, güvercinleriyle ve boğaz manzarasıyla ünlü Süleymaniye’den sonraki en muhteşem manzarayla Yeni Cami. Biraz yürüdükten sonra tarihi dokusuyla hayli dikkat çeken, İstanbul’un gözde mekânlarından Kapalıçarşı, Mısır Çarşısı…

13

Afra Nur YILMAZ

Her karışında bin bir manasıyla birçok mabet barındıran o muhteşem semte açık tarih müzesi diyebiliriz o halde. Tarih sahnesinde başrol oynamak isteyen herkes için… Gözlerimiz Sarayburnu’nda boğazın sonsuz maviliğine dalarken, buram buram tarih kokusuyla bir ses yankılanır göklerde Süleymaniye’den: Allahuekber, Allahuekber…

Eğer Allah istediğimiz her şeyi bize vermiş olsaydı, elimizden en büyük mükâfatı almış olurdu; yani bir işi başarmış olmanın zevkini… Frank A. Clark Bildiklerimiz hiçbir şey, bilmediklerimiz ise muazzam… Astronom Laplace

umman


Ebruli Sanatı Su üzerine yazı yazmak, çiçek bahçeleri yapmak. Cenabı Hâkk’ın azametinden boynunu bükmüş lâleler ve Peygamberimizin timsali kırmızı güller yapmak. İnsanlar benliklerini anlamak ve kendini tanımak için gelir bu sanata. Tekneye işlenen her nakış, kişinin ruh dünyasını yansıtır. Bu yüzden benliğini anlamak isteyen büyük, küçük bir çok meraklısı var ebrunun. Her ne kadar farklı yaşlarda olsa da insanlar, hepsinin içinde bir talebelik ruhu vardır ve her talebe gibi kestirmeden güzele ulaşmayı ister gelenler. Ebruda her şey aşama aşamadır. İlk aşama toprak boyaları ezmektir... Ebru sanatının pîri olan üstâdlarımız hazır boya kullanmak yerine gelenleri en az bir ay boyunca boya ezmeye tabi tutarlar. Boya ezmek bir külfet gibi görülür; elbet üstâdlarımızın da bir bildiği vardır. Gelenlerin mermerin üzerinde boyayı ezdiğini düşünmeyin sakın; kişinin orada ezdiği kendi nefsidir. Nefsini bilemeyi öğrenir, sabrı öğrenir. Ebruda her şeyden çok sabır gereklidir. Bu yüzden ilk başlarken boyayla nefis ezilir ve talebeye sabır dersleri verilir. Boya ezme aşaması bittiğinde bakarsınız ki çok kişinin talip olduğu bu sanatta er kişiler kalmıştır. Sabır sınavını burada geçemeyenler hayatta da sınıfta kalmıştır. Ebruda her şey doğal-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Tuğba YILDIRIM

dır; yapmacıklık, sahtelik kabul edilmez. Bu sanatta her şey emek ister. Nefsin terbiyesinden sonra sıra gül dalı ve at kılı ile fırça yapmaya gelir. Gemici düğümünü güzel atanın fırçası da güzel olur. Ezilen boyalara bir miktar su ve öd konur, fırçayla güzelce karıştırılır. Boya hazırdır, atmak için fırça da; ancak suyunu hazırlamak gerekir. Ilık suyun içine kitre azar azar serpilir, un koyar gibi. Bir taraftan da karıştırılır kıvamlı olsun diye. Her şey hazırdır ve artık başlamak için bir tek duası kalır. Besmele çekilip fırçaya vurulur. Daha birkaç gün önce yollarda umursanmadan üzerine basılan topraklar şimdi su üzerinde başlayacak olan bir fırtınanın habercisidir. Biraz sonra damlalar başlar suyun üzerine düşüvermeye. O âna kadar sessiz, duru ve sükût içinde olan kitre de fırtınalar koparmaya başlar. Düşen her damla gücünün yettiğince daireler çizer ve bir sonraki damlayla daralır yer verir ona da. Ebru kişinin kendini bildiği bir edep mekânıdır. Bir anda coşan, dalgalanan, fırtınalar koparan insan, edep mekânına gelince sâkinleşir, tedirginleşir. Her damla gibi açılır aşkla ve kapanır utanarak. Düşen her damlanın açılabildiği kadardır bu dünyadaki yeri. Suyun üzerine zuhur edecek olan nakışlar ebruzenin ruh hâletini yansıtır. Ebruzenin ruh haline göre aşklar yazılır suya. Daha sonra renk renk, çeşit çeşit ebrular meydana gelir. Oluşan her

14


ebrunun bir ad vereni ve hikâyesi vardır. Hatib, ebrularıyla bu dünyadan giderken onun mirasını şimdi yeni nesiller elden ele gezdiriyor ve ölümsüzleştiriyor. Ömürlerini suyun aşkına adıyor. Bahçelerden önce teknede açıyor lâleler ve kırmızı güller. Boy boy, akın akın, renk renk lâleler, yapan kişinin zerafetiyle oluşan o güzel lâleler. Her ne kadar öğretilen hareketler olsa da, her sanatkârın kendine özgü lâleleri ve ruh dünyası var. Bu yüzden olsa gerek bir ebrudan sadece bir tane var, aynısını yapmak mümkün değil. Tıp-

da öyle. Şöyle bir etrafımıza baktığımızda hangi varlığın aynısından iki tane var ki? Her şey bir defalıktır aslında, su üzerine yazılan ebru gibi. Ve güller, bütün ihtişamıyla hiçbir söze mâhal bırakmayan güller, Sevgiliye sevgiyi en güzel biçimde ifade eden güller! Ebruzen tekneye güllerin en güzelini nakşediyor. Bizleri sevgiliye, en sevgiliye Hz. Muhammed (s.a.v.) ‘e çağıran gülleri. Ve lâleler, Allah (cc) ‘un azametinden boynunu bükmüş, O’na dua eden O’nun birliğini ifade eden lâleler... Allah (cc)’a dallarını bükerek yakaran lâleler... Bu ebruzenin suya çizdiği bir re-

İnsanlar benliklerini anlamak ve kendini tanımak için gelir bu sanata. Tekneye işlenen her nakış, kişinin ruh dünyasını yansıtır. Bu yüzden benliğini anlamak isteyen büyük, küçük bir çok meraklısı var ebrunun. Her ne kadar farklı yaşlarda olsa da insanlar, hepsinin içinde bir talebelik ruhu vardır ve her talebe gibi kestirmeden güzele ulaşmayı ister gelenler. kı insanların hayatlarındaki gibi. Her şeyden bir tane. Yaşadığımız hüzünler, sevinçler, mutluluklar ve o anlar nasıl sadece bir kez oluyorsa ebru

sim. Ebruzenin yüreğinde işlenen nakışların suya dokunduğu bir resim. Su üzerine yazı yazmak.

*Bizler için çok emek harcayan, kendisi de İmam-Hatip Lisesi mezunu olan ve ebrusunu bizden esirgemeyen değerli hocamız “Şükran YILGIN”a çok teşekkür ederiz.

Kültürümüz Türkiye’miz farklı farklı etnik kökenlerden olmasına rağmen kültür ve tarihi değerlerimizle bir bütün olmaya özen gösteren sayılı ülkelerden birisidir. Osmanlı döneminden bu yana Osmanlı döneminde yaptırılmış olan cami, hamam ve kervansarayların çoğu titizlikle korunup günümüz nesline kadar gelmiştir. Zaten tarihini, kültürünü koruyamayan millet çökmeye mahkûmdur. Bizim de şu son dönemlerde kültürümüzde biraz değişiklik olmasına rağmen batı ülkelerinin çoğuna nazaran kültürel değerlerimiz korunmaktadır, korunacaktır da. Bu dönemde kültürümüzü korumak ve anlatmak eğitimle olur. Okullarda ve basın yolu ile anlatılırsa kültürümüze daha nice seneler sahip çıkarız. Nedeni artık çocuklar ebeveynlerini dinlememekte. Ebeveynlerin çoğu da kulaktan dolma bilgilerle çocuklara doyurucu, tatmin edici bilgi verememekte. Bu sebeple çocuklar da teknolo-

15

Nurdan BOZKAN

ji çağında 300 – 500 yıl önce ve daha önceki dönemlere ait kültürel zenginliklerimizi basit görüp kendi iç dünyalarının sesi ile hareket etmektedir. Gençlik elden gidip ihtiyarlık kapıyı çalınca atalarımızın kültürüne sahip çıkmaya başlanmaktadır. Akraba ziyaretleri günümüzde eskisi kadar yapılmamaktadır. Bayramlarımız, düğünlerimiz, imecelerimiz ve her şeyden de önemlisi kardeşlik duygularımız ikinci planda seyrini sürdürmektedir. Tarihi eserlerimizi korumak topluma mal edilse de devletin görevidir. Devletimiz bugüne kadar tarihi eserlerimizin neredeyse çoğunu; eskiyen, tamire ihtiyacı olan köprü, cami, medrese ve kervansaraylarımızı koruma çabasında olmuştur. Tarihi birikimlerimizin sergi alanları olan müzelerdeki araç gereçlerde o günkü yaşantıları, teknolojiyi ve yaşayış biçimlerini bilmek, öğrenmek için önem taşır.

umman


Hat Bilindiği üzere son zamanlarda geleneksel sanatlara olan rağbette bir patlama yaşanıyor. Toplumda büyük bir kitle akın akın ebru, çini, ney gibi unutulmaya yüz tutmuş değerli sanatlarımızla ilgilenmeye ve eğitimlerini almaya başlıyor. Şüphesiz bu sanatların en başlarında da hat sanatı gelir. Anadolu da bir tabir vardır `El emeği göz nuru` diye, işte hat sanatı bu sözü doğrularcasına bir çabayı ifade eder. Hat sanatı son zamanlarda şehrimizde de yaygınlaşmaya başlamış, İslâm ve Türk kültüründe önemli bir yeri olan bir sanat, sanattan öteye bir ilimdir. Diğer geleneksel sanatlarımızda da olduğu gibi hat da tarihimize, kültürümüze ve geleneksel yaşantımıza ışık tutan bir zenginliktir. Tasavvuftaki yerinden ve Osmanlı’da bu sanata ve onu icra edenlere verilen değerden de hat sanatının önemini ve güzelliğini anlıyoruz. Ne mutlu ki ülkemizde bu sanata gönül vermiş pek çok sanatçı bulunmakta. Bunlardan biri de Adapazarı’nda yaşamış ve İmam-Hatip Liselerinin şuuruyla yetişmiş olan Hattat Nafi Özdin’dir. 1966 Adapazarı doğumlu ve 1986 Adapazarı İmam-Hatip Lisesi mezunu olan Nafi Özdin, hat ile tanışmasını şu şekilde anlatıyor: “Lise yıllarında hat sanatına ilgi duyuyordum. Fakat bu sanata meraklı olmama rağmen Adapazarı’nda bu konuda kendimi geliştirmem mümkün değildi. 1996 yılında İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi olan Hattat Ali Hüsrevoğlu ile tanıştım. Ve böylece merakımı meşke dönüştürdüm. Daha sonra yine Ali Hüsrevoğlu’ndan “ne-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Meryem Dilârâ SELAMET

sih” meşk ettim. İlerleyen zamanda da Hattat Mehmet Memiş’ten “sülüs” eğitimi aldım. Ve böylece hat sanatına başlamış oldum. Zamanla azimle ve sabırla çalışmak bu işin temelidir. Şuan Samek’te ve Geyve Halk Eğitim Merkezi’nde hat dersleri vermekteyim.” Hat; cismâni varlıklarla yapılan ruhâni bir hendesedir. Hat sanatıyla uğraşan kişiye “güzel yazı yazan” manasına gelen “hattat” ismi verilir. Hat sanatını öğrenmeye hevesli kişi bir hattattan ders alır. Başlangıçta alıştırma niteliğiyle yapılan çalışmalara “meşk” denir. Birebir hoca ile meşk edilerek öğrenilir. Teorik değildir. İlk derste hoca, “Rabbi yessir” yazar. Talebe izler ve ikinci derse kadar olan zaman zarfında bu yazıyı meşke çalışır. Yapmış olduğu meşki hoca inceler, hatalarını düzeltir ve tekrar tarif eder. Talebe bu düzeltmelere göre yazısını tekrar eder. Bu olay talebenin yazısı belli bir kıvama gelene kadar devam eder. Bu çalışmalara tek tek harfler yazılmaya başlanarak devam edilir. Harflerden sonra, harflerin kendinden sonrakilerle birleşimi çalışılır. Belirtmeden geçmeyelim; talebenin bu işe “Rabbi yessir” duasını yazarak başlamasının sebebi bu zor ve meşakkatli bir sanat olduğu için başlamadan önce işinin kolaylaşması için bir nevi Rabb’e dua edilir. Elimiz ile kalemimiz, kalemimiz ile kalbimizin arası Rabb’imizin yardımı ile dolsun anlamına gelen güzel bir gelenektir. Ayrıca “elin kırılması” denilen hadise bu merhalede halledilmiş olur. Hat sanatının standart bir süresi yoktur. Kişinin yeteneğine ve çalışmasına bağlıdır. Fakat ders usulü birebir uygulama şeklinde olduğundan uzun bir süreç alır. Bu nedenle bu sanatı talep eden talebenin istikrarlı, sabırlı ve gayretli olması gerekir. Hat sanatında da farklı yazı çeşitleri vardır. Bun ar; cel’i sülüs, sülüs, nesih, rika, talik, divani, reyhanî, ve kufidir. Klasik ve yaygın olan usul, hat sanatına “sülüs” ile başlamaktır. Günümüzde en çok kullanılan yazı çeşitleri cel’i sülüs, sülüs, nesih ve taliktir. Malzeme olarak hat kamışı, is mürekkebi ve aherli kâğıt kullanılır. Vav harfinin de hat sanatında önemli bir yeri vardır. Vav harfi başlı başına bir eser sayılır. Çokça kullanılan müstakil bir harftir. Hattatlar tarafından özel ka-

16


Anadolu da bir tabir vardır “El emeği göz nuru” diye, işte hat sanatı bu sözü doğrularcasına bir çabayı ifade eder.

bul edilen bu harfin birden çok anlamı vardır. Öncelikle Allah’ın zatında, sıfatlarında, isim ve fiillerinde ortağı, benzeri ve dengi olmayan anlamına gelen el-Vahit ismini simgeler. Sonra tevazu ve sadakat anlamlarını ta-

şır. Şekil itibariyle insanın secdedeki haline ve ceninin anne karnındaki haline benzetilmiştir. Ecbed hesabına göre vav harfi “6” rakamını temsil eder. Bu yönüyle imanın altı şartına işaret ettiği de bilinmektedir. Gereken eğitimi alan hattat adayı bu sürecin sonunda iki veya üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verir. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse bu yazının altına imzalarını koyarlar. Buna “icazetname” adı verilir. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz ve dolayısıyla yazdıkları yazının altına adlarını koyamazlar. Nereden bakarsak bakalım Hat sanatı bu toprakların çilesiyle, derdiyle havasıyla, peygamber aşkıyla, insan öznesiyle ve daha sayamayacağımız nice birikimleriyle yoğrulmuş, bir sanat dalımızdır. Hat sanatı bir ehl-i gönül sanatıdır. İslam ve sanat deyince verebileceğimiz en güzel örneklerden biridir. Hat ve benzeri sanatları varlığımızın bir parçası olarak görüp, bu sanatlara ilişkin bir şeyler yapma gayreti içersinde olmalıyız. Gayret, bizden olsun yeter ki...

İki günümüzü Çanakkale'de bıraktık... Okulumuz Yayın ve İletişim Kulübü’nün düzenlediği, beklenen Çanakkale gezisi münasebetiyle 1-2 Mayıs tarihlerinde Çanakkale’deydik. 1 Mayıs sabahı saat sekiz buçuk civarı bir otobüsle hareket ederek uzun, ancak oldukça keyifli bir yolculuk sonrası Çanakkale’deki konak yerimize, İntepe Gençlik Kampı’na ulaştık. Aynı akşam Çanakkale şehir merkezini gezip Truva Atı’yla hatıra resmi çektirdik, ardından topluca gittiğimiz Aynalı Çarşı’da esnafı ihya ettik, sonra da sıra küçük bir restoranda yenen akşam yemeğine geldi. Yemekten sonra tekrar kamp yerimize döndük ama tabi kimse odasında kalmaya niyetli değildi. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar sahilden arkadaşlarımızın sesi eksik olmadı. Ateş yakmaktan, kısmi olarak denize girmeye kadar yapmadığımız kalmadı. Ertesi sabah feribotla Eceabat’a gidip kahvaltı yaptık, sonra gün boyu bize eşlik edecek rehberimizle bir araya geldik. Önce Fatih devrinde yaptırılmış Kilitbahir Kalesi’ni gezdik, ardından Çanakkale muharebesinin cereyan ettiği yerleri dolaşmaya başladık. Kısıtlı zaman nedeniyle bütün anıtları, şehitlikleri, tabyaları ziya-

17

ret etmemiz mümkün olmasa da yaralı Mehmetçiklere sıhhi müdahalenin yapıldığı Sargı Yeri Şehitliği’yle başlayarak Şehitler Abidesi’ni, Ertuğrul Koyu’na tepeden bakan, adına şiirler yazılan Yahya Çavuş Şehitliği’ni, Alçıtepe’de bizi 94 yıl öncesine geziye çıkaran bir müzeyi, geriye şehit olmamış tek bir eri bile kalmayan 57. Alay Şehitliği’ni ve hemen yanındaki Mehmetçik Anıtı’nı, Atatürk’e göğsünden, tam da saatinin bulunduğu yerden kurşun isabet eden mekan olan Conkbayırı Tepesi’ni gezebildik. Sonra tekrar Eceabat’a dönerek öğle yemeği yedik ve bu sefer dönüş yolculuğu için tekrar otobüsümüze bindik. Bize kısa gibi gelen ancak uzun süren bir yolculuğun ardından gece on bir buçuk civarı okulumuzun bahçesinde, bizi karşılamaya gelmiş velilerimizle birlikteydik. Tabi Çanakkale’de bıraktığımız iki güne karşılık yanımızda pek çok unutulmaz anı, hediyelik eşya ve fotoğraf olduğu halde.

umman


Kültürümüzde Bayram Ramazanın bitmesiyle başlayan Ramazan Bayramımız ve yine Zilhicce ayında arifeyle beklenen Kurban Bayramımız. İnsanlığın en âlâ iftihar tablosudur bayramlar. Bizim kültürümüzde bayram sevginin, saygının, akraba ziyaretinin, sevincin, paylaşmanın, hoşgörünün zirve yaptığı günlerdir. Bu günlerde farklı bir hava eser. İnsanlar bayram hazırlığının verdiği tatlı telaştadır. Bayanların yaptığı bayram temizliğiyle Peygamber Efendimizin (s.a.v) “Temizlik imandandır.” buyurduğu hadisinde temizliğin önemi birçok kez vurgulanmaktadır. Temizliğin ardından yapılan bayram alışverişlerinin olmazsa olmazları tatlılar, şekerlemeler, kolonya gibi birçok ev alışverişinden sonra çocuklarımızı bir hayli sevindiren yeni kıyafet alışverişleri yapılır. Bebeklerimizden büyüklerimize herkes yeniliklerle başlar bayrama. Ve bizi bayramla ibadete bağlayan arife gecesi en çok fetih süresinin okunduğu en çok salât selamların gönderildiği, dünyaya veda edip Allah’ın(c.c) huzuruna kavuşan dedelerimiz, ninelerimiz, yakınlarımız ve bütün Hak’kın rahmetine kavuşanlara giden yasin-i şeriflerimiz, fatihalarımızdır bayram. Ve o günlere özel erken kalkılır bayram sabahları. Tatlı bir neşedir bayramda erken kalkmak herkes birliktedir dededen toruna bütün aile. Önce bayram namazı eda edilir. İmam Hatip Liselerinden ve İlahiyattan yetişmiş bilinçli imamların bayrama kavuşmanın şükrüyle kıldırdığı bayram namazı. Namazın ardından tanıdık tanımadık herkes dinimizin verdiği kardeşlikle bayramlaşır birbirleriyle. Ardından çoluk, çocuk, torun, torba hep birlikte ölülerimizin kabirleri ziyaret edilir. Ve en güzel hediye olan Allah’ın kelamı hediye edilir. Belki de hiç uğranılmayan mezarlıklar süslenir insanlarla, dualarla. Eve dönüldüğünde dededen başlayıp büyükten küçüğe kültürümüzün saygı ve sevgi simgesi olan el öpme âdeti başlar. Büyüklerin elleri öpülür ve bayramları kutlanır. Ve yine çocuklara güler bayram verilen ödüllerle. Geç de olsa yemek faslı başlar. Hep birlikte yöresine göre sergilenir yemek çeşitleri. Artık başlar komşu akraba ziyareti adında bayram ziyaretleri. İşte bayram bizi birbirimize bağlayan o güne özel herkesin kötü davranışlardan kaçındığı anlardır. Bizi birbirimize bağlayan huzur dolu zincirdir bayram. Kurban Bayramına özel İbrahim Peygamberin Allah’ın emri ile İs-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Fatma YENİDOĞAN

mail Peygamberi kurban etmesi istendiğinde bu büyük sınavı geçen İbrahim Peygambere gönderilen koç ‘tan beri süre gelen ve kesilen kurbanlardır bayram. Yine Allah’a kurban edilen kurbanların paylaşmanın yardımlaşmanın son derece çok olduğu bayramlar et ile

sergiler güzelliğini. Ziyaret edip bayramını kutladığınız evde kültürümüzden son derece güzel bir şekilde tatlı, şekerleme, kolonya, içecek gibi ikramlarla göstermektedir misafirperverliğini. Her şey bayram içindir. O gün bayramdır ve insanlar bayramın bereketinden, güzelliğinden hissesine düşeni almaktadır. Kültürümüzün ve dinimizin en güzel tabloları bayramda çizilir. Okullar, iş yerleri tatil edilir genellikle. Çünkü; o gün bayramdır. Ve yine o günlerde de susmaz imamın selâları. Duyulur yine inna ileyhi ve inna ileyni raciun (Allah’tan geldik ve Allah’a döneceğiz.) sesleri. Gittikçe zayıflasa da bayram gelenek ve görenekleri Rabbim onu koruyacaktır. Bizlere sadece sonsuz kudret sahibinden yardım dilemek düşer. Çünkü; O dualara cevap verendir. Allah her günümüzü bayram gibi hayırlı huzurlu kılsın. Ve o günler gibi insanlar iyi amellerde bulunsun.

18


Biz böyle yaşadık Orta Asya’dan geldi bir Aslan, Aslan oldu Bilecik’te bir Osman, Kükredi ve hızla çıktı Anadolu’ya, Evimiz oldu camiler Anadolu’da Asildi, korkusuzdu, yekti Osman, İki yaşında Murat dediler ona. Anadolu dar geldi ona, çıktı balkanlara, Şanını perçinledi Kosova’da, Yıldırım oldu ondan sonra. İlden ile, harpten harbe koşuyordu sıra sıra, Fatih oldu İstanbul’u aldıktan sonra, Selim dediklerinde mü’min tacı vardı başında, Süleyman dediler mi diz çöktürdü Avrupa’ya. Tek rakibi kendisiydi dünyada, İtaat ediyordu ona: o da Allah’a. Yaşlıyken yaralanmıştı bağladılar hemen, Bütün Avrupa vurdu aman demeden. Bizim için çırpındı usanmadan, Dostken düşman olmuştu sevdikleri, Ama bırakamazdı kimsesiz bizleri. Kendine yakışır bir hamle yaptı Çanakkale’de. Gördü düşmanları o güç hâlâ duruyordu yerinde. Şimdi Aslan yok ama Aslanlar var, Gönlümüzde yatan bir efsane var. Şanlı destanlarla anılırız tarihte, Türkiye var o ruh temelinin üstünde. Ali KARDIZ

Hasret Hasret; yaşadığımız bir mecburiyet, Sensizliğin eşiğine kapanmış bir müebbet. Hasret; istemediğimiz bir gerçek, Yaşayıp da yaşamadığımız bir hayret. Hasret; verdiğimiz bir kayıp, Ağladığımız garip bir ayıp. Hasret; bıktığımız bir oyun, Oyun içinde bilmeğimiz oyun. Hasret; ağladığımız bir oyun, Bu kaçıncı bastığımız mayın? Hasret; her an ensemizde bir nefes, Bizi alıkoyan büyük bir kafes. Hasret; aldığın nefes kadar yakın, Verdiğin nefes kadar uzak… Hasret; vurgunu olduğumuz bir gerçek, Bize acı veren sahte bir servet… Rümeysa CAN

İnançlı bir kişinin gücü sadece bilgisi olan doksan dokuz kişinin gücüne yeter. John Stuart Mill

19

umman


Kültür Başkenti İstanbul İstanbul, yedi tepe üstüne kurulmuş, kıtaları yöneten imparatorluklara Bizans’a Osmanlı’ya başkentlik yapmış, şiirlere konu olmuş, bir koluyla Asya’ya, diğeriyle Avrupa’ya uzanarak iki kıtayı da kucaklamış, güzel diyar. İstanbul, geçmişin ihtişamını günümüzde hala korumaktadır. İstanbul’daki çeşitlilik ziyaretçileri gerçekten büyülemektedir. Müzeleri, sarayları, camileri, kiliseleri, pazar yerleri ve doğal güzellikleri bitmez tükenmez ayrıntılar sunmaktadır. Boğazın kıyı-

sında oturup, gün batımında kızaran renklerin denize yansımasını seyrederek, yüzyıllar öncesinde, insanların bu efsunlu şehri neden seçtiklerini birden anlar ve İstanbul’un dünyanın merkezindeki şehir olduğunu hissedersiniz. Tepelerden yükselen beş yüzü aşkın caminin ihtişamı enfes bir atmosfer oluşturur. Altı minaresiyle İstanbul’un sembolü haline gelen, dekorasyonunda kullanılan mavi çiniler nedeni ile Mavi Cami diye de adlandırılan Sultanahmet Camii’ni mutlaka görmelisiniz. Karşısında, İmparator Justinyen zamanında kilise olarak inşa edilmiş, İstanbul fethiyle camiye çevrilmiş, günümüzde ise müze olarak kullanılan, minareleri birbirinden farklı ünlü Ayasofya Müzesi yer alır. Hz. İsa’yı, Hz. Meryem’i ve imparatorları tasvir eden moza-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Beyza YILMAZ

ik panolarla bezenmiştir. Bir başka tepeden bu iki muhteşem abideyi seyreden Süleymaniye Cami ise Osmanlı mimarlık sanatının en güzel örneğidir. Mimar Sinan tarafından Kanuni Sultan Süleyman’ın isteği üzerine inşa edilmiştir. Marmara’ya ve Boğaz’a hakim bir tepe üzerinde, Osmanlı sultanlarına konutluk ve siyasi merkezlik etmiş olan Topkapı Sarayı yer alır. Topkapı’da çini porselenleri koleksiyonunu, altın işlemeli ve değerli taşlarla süslü tahtları, içine birkaç insan girecek kadar büyük ve şaşalı sultan kostümlerini, masallardakilere andıran mücevherleri, nadir elyazması kitapları, kutsal emanetleri görebilirsiniz. İstanbul’da görmeden yapamayacağınız bir başka mekân da Eyüp Camidir. Peygamberimize ev sahipliği yapan Eyüp Sultan’ı ziyaret ettiğinizde manevi duygularınız yoğunlaşır. Eyüp’ün üstü olan Pierre Loti Kahvesi’nin methini duydum. Anlatılanlara göre kahvenizi yudumlarken bir yandan Haliç’i seyrediyor, bir yandan da ortamın yaydığı güzel havayı soluyormuşsunuz. İstanbul ‘a gidip de boğaz turu yapmadan geri dönülmez. Boğaz’ın iki yakasında Dolmabahçe, Göksu ve Beylerbeyi Sarayları, Rumeli ve Anadolu Hisarları, denizin ortasında efsanelerle anlatılan Kız Kulesi, baharda mis gibi yasemin kokan adalar, daha ne muhteşem karelerle doludur. İstanbul anlatmakla bitmez. Geçmişten günümüze kadar dünyanın ticari ve stratejik bakımdan çok önemli bir coğrafyası olan İstanbul, farklı dünyaları bir arada bulundurur, rengârenk bir kültür mozaiği oluşturur, medeniyetleri barış ve hoş görü ikliminde buluşturur. Avrupa Birliği, her yıl Avrupa kültürünün ortak yönlerini vurgulayacak bir veya birkaç kenti Avrupa kültür başkenti olarak belirliyor. Türkiye’nin bir kültür hazinesi ve açık hava müzesi olduğunu farkına varan Avrupa İstanbul’u 2010 yılının Avrupa Kültür Başkenti seçti. Bizlere düşen görev kültürel mirasımızı korumak ve gelecek kuşaklara en iyi şekilde aktarmak… Üstad Necip Fazıl ne güzel demiş.” Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar. /Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...” İstanbul, şiirlerin başkenti, Türkiye’nin gözbebeği artık 2010 yılında Avrupa’nın da Kültür Başkenti…

20


Kına Gecelerinin Vazgeçilmezi Evlilik törenlerimizde söylenen özellikle kına gecelerinde yakılan kınanın ardından her birinin ilginç ve ders verici güzel hikâyeleri olan türkülerimizde geleneğimizin, göreneğimizin bir parçasıdır. Evlenecek kızlarımıza kınadan sonra ya da önce bu ortak türkülerimiz ailenin ve özellikle annelerimizin merhametini ve şefkatini ortaya koyuyor. Ailesinden çok uzak bir yere gelin giden kızın aile hasretinden hastalanıp söylediği bu türkü acıklı bir şekilde sona ermiştir. Uzakta olduğu için ailesine gidemeyen kız en sonunda hastalıktan vefat etmiştir. Senelerdir dilden dile geçen bu türkü kına gecelerimizin vazgeçilmezidir.

Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar Aşrı aşrı memlekete kız vermesinler Annesinin bir tanesini hor görmesinler Uçan da kuşlara malum olsun Ben annemi özledim Hem annemi hem babamı Ben köyümü özledim Babamın bir atı olsa binse de gelse Annemin yelkeni olsa açsa da gelse Kardeşlerim yollarımı bilse de gelse Uçan da kuşlara malum olsun Ben annemi özledim Hem annemi hem babamı Ben köyümü özledim

Fatma YENİDOĞAN

Seninle Yaşanır

Sakarya’da “Gulugursa”

Sevmek… Karşılık beklemeden sevmek. Bazen sadece susmak, aşka susamak. Bazen gücünün yettiği kadar konuşmak dur durak bilmeden koşmak. Bir gün gülmek, bir gün sebepsizce ağlamak. Kimi zaman kavuşamama korkusuyla üzülsen de yine de O’ndan vazgeçmemek. Her an O’nu düşünmek her an O’nu haykırmak, iyice işlemek kalbine. Gözlerimdeki parıltının, sesimdeki güzelliğin, dudaklarımdaki tebessümün tek sebebi olmak… Her güzelliği O’na bağlamak tüm sevgileri O’nda birleştirmek. Hayâllerini O’na kurmak, hayatını O’na bağlamak. Tüm benliğinle sevmek, yanında olmasan da kalbinden tutmak. Sevmek işte… Sadece seninle yaşanır Efendim!

Sakarya’daki köylerde ramazanda misafirlere “gulugursa” adlı tatlı ikram edilir. Gulugursa için önce ince bir yufka hazırlanıyor. İçine kırılmış ceviz serpiştirilen yufka, sağdan ve soldan toplanıp büzüştürülüyor. Tepsiye yerleştirilen yufka, küçük parçalar halinde kesiliyor ve üzerine tereyağı dökülerek fırında kurutuluyor. Gulugursa, bez torbalarda saklanıyor ve ihtiyaç duyulduğunda üzerine şerbet dökülerek ikram ediliyor. Sakarya’da 10-20 haneli olan köylerde imam bulunmadığı için ramazanda teravih namazı kıldırması için “ramazanlık imam” tutulur. Ramazanlık imamın ücreti, köylünün ürettiği mahsulden verilir. İmamın yemek ihtiyacı ve köy odasına gelen misafirlerine ikramı da köylüler tarafından sırayla karşılanır.

Ayşegül ARI

21

Feyzanur AKMAN

umman


İlme vakfedilmiş bir ömür Katip Çelebi Osmanlı ilim ve düşünce tarihinin en parlak simalarından biri olan Kâtip Çelebi’yi tanımak, onun hayatı ve eserleri üzerinde düşünmek, gerçekte Osmanlı ilim ve düşünce tarihinin ana özelliklerini kavramanın verimli bir aracı olabilir. 1609’da İstanbul'da doğdu. Adı Mustafa'dır. Babası Abdullah'tır. Kapıkulu askeri idi. Ayrıca, medrese tahsili görmüştü. 14 ya2009 yılı, doğuşında iken, babasının meslemunun 400. yılğine girdi. Babası onu, kendi dönümü dolayıaylığından 14 dirhem maaşsıyla UNESCO ta- la yanına aldı. Böylece Kâtip rafından dünya- Çelebi, Anadolu Muhasebesi Kalemi'ne kabul edilmiş oluda Kâtip Çelebi yılı olarak ilan yordu. Buradaki işi, kâtiplik olduğundan, kendisine "Kâtip edilmiştir. Çelebi" denilmiştir. Doğuda Hacı Halife, Batıda ise Hacı Kalfa adıyla da tanınır. 14 yaşından 24 yaşına kadar geçen 10 yılı, savaşlar, seferler, kuşatmalar içinde geçmiş, çok sevdiği bilim ve tarih ile uğraşmaya pek vakit bulamamıştır. Sadece, sefer dönüşlerinde İstanbul'da kaldığı sıralar, Kadızâde Mehmet Efendi gibi İstanbul'un tanınmış vaizlerinden dersler almıştır. Önceleri hayran olduğu bu Kadızâde Mehmet Efendi'yi daha sonraları ilimde hafif bulacak kadar ilerleyecektir. Bağdat seferine (1625 -1626) katılan Kâtip Çelebi, kıtlık yüzünden yenilen ordu ile birlikte büyük sıkıntılar çekmiş ve bu sıkıntılar içinde çok sevdiği babasını kaybetmiştir. Kısa bir süre sonra, amcasını da kaybeden Kâtip Çelebi, Diyarbakır'a gelmiş ve babasının yakın arkadaşlarından birinin yardımı ile kendisini Süvari

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Necati KARADAĞ

Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

Mukabelesi'ne tayin ettirmiştir. 1627 -1628 Erzurum kuşatmasında bulunmuş, sonuçsuz kuşatmadan sıkılan Kâtip Çelebi bir ara İstanbul'a gelerek, yine Kadızade'nin derslerine devam etmek fırsatını bulmuştur. Ertesi yıl Hüsrev Paşa'nın komutasında bir ordu ile Gülanber, Hasanâbât, Hemedan, Bistûn gibi şehirlere uğramış ve daha sonra kaleme aldığı Cihannüma'sına izlenimlerini yazmıştır. İstanbul'a dönüp, Kadızade'nin derslerine bir süre daha devam ettikten sonra, bu sefer Tabanıyassı Mehmet Paşa'nın komutasındaki bir ordu ile Haleb'e geldiği sırada, komutandan izin alarak Hicaz'a gitmiş ve dönüşte orduya Diyarbakır'da katılmıştır. 1635'de, IV. Murad'la birlikte Revan seferine katıldı. Bu sefere ait notlarını, "Fezleke"sinde kullandı. 10 yıl süren bu çeşitli savaş ve sefer hengâmesinden sonra Kâtip Çelebi, kendisini ilme, bilgiye vermeye karar verdi, İstanbul'a yerleşti. 1638'de evlendi. Birkaç kere, önemlice sayılacak ölçüde mirasa konduğu halde, eline geçen bütün parayı kitaba döktü ve sade bir hayat sürerek ilimle uğraştı.. 5 yıl (1639-1644) İstanbul'da zamanın en ünlü hocalarından ders gördü. 5 yılın sonunda artık kendisi de ders verir olmuştu. Öğrencileri vardı ve bunları yetiştirmek için özen gösteriyordu. Girit seferi sıralarında haritaların nasıl çizildiği üzerinde araştırmalar yaptı. Fakat sağlığı bozulmuştu (1646).Tedavi çarelerini aramak için, tıp kitapları okumaya başladı. Ruhsal yollarla şifaya ulaşmanın mümkün olduğuna inanıyordu. Bu yüzden, "Esma" ve "Havas" kitaplarını inceledi. "İnsanlardan uzaklaşarak Allah'a yaklaşıp, temiz bir gönülle edilen duaların ve yazılan yazıların şifalı etkisinden emin" olduğunu söylüyordu. Kâtip Çelebi'nin bu düşüncesi, 1910'larda Alex Carel tarafından ele alınmış ve duaların şifaya açılan yollardan biri olduğu, bilimsel de-

22


Ümitsizlik öyle bir bataklıktır ki düşersen boğulursun, Ümide sarıl, çık, bak ne olursun! M. Âkif Ersoy neylerle ortaya konmuştur. Şeyhülislam Abdürrahim Efendi, Kâtip Çelebi'nin yakın dostlarından biri idi. Nitekim, Çelebi'nin "Mizanü'l-Hak"adlı eserinin faydalı bir eser olduğunu belirleyen bir fetva vermesi, o zamana kadar maddî sıkıntı geçiren Çelebi'yi feraha çıkarmış, daha sonraki yıllarını, bu kitabın geliriyle geçirmiştir. Birçok eserinin kaleme alınması bu yıllara rastlar. Şeyh Muhammed İhlâsi ile birlikte bazı eserleri Latince'den Türkçe'ye çevirmesi çalışmalarını da bu yıllarda sürdürmüştür. 1658'de, hayatının en verimli dönemini yaşamakta iken, 49 yaşında öldü. Büyük tarihçi, büyük bilim adamı, büyük din âlimi idi. Ölümünden iki yıl sonra, eserlerinin bütün müsveddelerini vârislerinden satın alan Muhammed İzzeti: "Kâtip Çelebi gayretli, becerikli, iradeli, iyi huylu, az konuşan, bildiğini iyi bilen bir kişi idi. Vakur tabiatlı, hicivden hoşlanmadığı gibi, bâtıl itikatlara da açıkça ve dolaylı olarak daima hücum ederdi. En çok ilgilendiği konu tarihti. Kâtip Çelebi, tarihten başka konulara da itibar etmiş, merak etmiş, coğrafya kitaplarını okudukça, Batılıların ve eski Yunan'ın bu konuda çok ilerlediklerini, Doğu yazarlarının çok geride kaldıklarını görmüş ve her iki tarafça yazılan eserlerin yanlışları olduğunu fark etmiştir. Bu noksanı karşılamak için 'Cihannüma' adlı eserini yazdı." diyor. Toplumun ayakta kalmasının, bilgi üretmeye bağlı olduğunu söylüyor ve bilim adamlarını, bir toplumun yüreği gibi görüyordu. Bilim açısından Doğu ve Batı ayrımı yapmadan, bütün bilgileri tarafsız olarak incelemiş, doğruyu, yanlışı, göstermeye çalışmıştır. "Keşfüzzünûn"adlı eseri, bir bibliyografik ansiklopedidir. Yazar bu eserinde, ilimlerin tasnifini yapmakta, 1500 kadar kitabı, adı ve muhtevası ile tanıtmaktadır. "Tuhfetü'l-Kibar" denizcilik

23

tarihi açısından çok değerlidir. "Cihannüma"da ileriye sürdüğü coğrafya görüşleri ile bilimde bir çağ açtığı söylenebilir. Yaptığı çalışmalar her şeyi kapsamayabilir ve fikirleri çok yayılmamış olabilir. Ama onun çalışmalarının değeri, daha sonraki çalışmaları en kötü koşullarda başlatmış ve hızlandırmış olmasıyla ölçülebilir ancak. Bu bakımdan Kâtip Çelebi’nin ülkemiz bilim ve düşünce tarihinde müstesna bir yeri vardır. Adnan Adıvar, Kâtip Çelebi için “ilk defa olarak Batı ilmiyle sıkı temasa girmeye başlayan ve özellikle o ilmin değerini ve önemini takdir eden ve Batı ilmiyle Doğu ilmi arasındaki seddi yıkmaya kalkışan zat olması dolayısıyla, kendisini Türkiye’de ilim rönesansının müjdecisi gibi sayabiliriz” demektedir. Niyazi Berkes ise Kâtip Çelebi’yi, “Osmanlı tarihinin en büyük bilgini” olarak nitelemektedir.

Rüşvet Yemini Sultan 3. Mustafa devrinin en ünlü devlet adamı, aynı zaman da bir şair de olan Koca Ragıp Paşa’dır. Dürüstlüğü, çalışkanlığı, feraseti ve siyasi dehası ile tarihe mâl olmuş bu paşamız bir gün devletin bütün vezirlerini, paşalarını, rical ve maiyetini toplayıp rüşvet alıp almadıklarına dair sorular sormuş ve nihayet hepsini yemine davet etmiş. Huzurda bulunan herkes rüşvet almadıklarına dair yemin ettikleri halde Paşa’nın maiyeti arasında yer alan ünlü şair Haşmet, hiç oralı olmamış. Haşmet’in bu tavrı Ragıp Paşa’nın dikkatini çekmiş: -Haşmet, yemine yanaşmıyorsun; sakın rüşvet almış olmayasın? Haşmet taşı gediğine koymuş: -Paşam, bana beş dakika müsaade ediniz. Eğer bunlar çatlamazlarsa ben de yemin edeceğim.

umman


Zamanın durduğu şirin ilçemiz Feyza GÜRSOY

Osman Gazi tarafından fethedilen, tarihi İpek Yolu üzerinde bulunan, bugün dahi şehir ve sokak dokusu bozulmayan ender yerlerimizden biridir Sakarya’nın Taraklı ilçesi. 1987 yılına kadar Geyve ilçesine bağlı bir kasaba iken bu tarihten itibaren Sakarya’ya bağlı bir ilçe merkezi haline gelmiştir. Kimilerinin geçimini sağladığı kimilerinin ise el sanatını geliştirmek için şimşir ağacından yaptığı kaşık ve taraktan adını alan Taraklı, gerek Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde gerekse Cumhuriyet devri eserlerinde yerini almıştır. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde Taraklı’dan şu sözlerle bahsetmiştir: “ Oradan Kuzey tarafa köprüyü geçerek Sakarya Nehri boyunca ağaç denizi denilen ormandan geçtik. Burası bir ormandır ki içinde şehir adamı olmayan nice garip kimseler kaybolup vahşi canavarlara kısmet olmuştur. Defne, ardıç, çam, ıhlamur ağaçlarının kokusundan insanın damağı kokulanır. Güneş içine asla etki yapmaz. Bu ağaçlıklar içinde nice bir tahta biçecek biçki değirmenleri olup, gemi keresteleri keserler. Bu dağlar dört sancak sınırında olup, gerçekten ağaç denizidir. Bir yanı Bursa, bir yanı İzmit, bir yanı da Bolu ve Kocaeli sancaklarıdır. Etrafı ancak bir ayda dolaşılabilir. Ama seçme yerleri Geyve Taraklı arasında olan kısmıdır… Taraklı’yı Bursa Tekfuru yapmıştır. Osman Gazi’nin fethidir. Kadılıktır.150 akçelik kazadır.Halen kalesi virandır.Ama kasabası bağlı bahçeli, akarsulu bir dere içinde, 500 mamur evli, tahta ve kiremit örtülü şirin bir kasabadır.11 mihrap ve 7 mahalledir. Çarşı içindeki cami çok güzeldir.1 hamamı, 5 hanı, 6 çocuk mektebi ve 200 dükkanı vardır.Hepsi kaşık ve tarak yapımıyla uğraştıklarından şehre “Taraklu” derler.Dağlar saf şimşir ağacı kaplı olduğundan halkı bunları işleyip Arap ve Aceme gönderirler.Suyu ve havası çok güzeldir.Bütün dağları ormanlarla

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

kaplı av yeridir.Deresi içinden aktıktan sonra diğer bir nehir vasıtasıyla Sakarya Nehri’ne kavuşur…” Evliya Çelebi’nin de sözlerinden anlaşılacağı üzere Taraklı hem tabiat güzelliğiyle hem de

tarihi özellikleriyle kendini günümüze kadar muhafaza etmeyi başarmış ender yerlerimizdendir. Taraklı, Osmanlı mimarisinden kalma Safranbolu evlerine benzer evleriyle ünlüdür. Tarihi evlerin bazıları 3 asrın üstündedir. Evlerin bulunduğu alan SİT alanı ilan edilerek burada yaklaşık 120 ev koruma altına alınmıştır. Koruma altına alınan bu evler turistler tarafından büyük ilgi görmektedir. Evleriyle, sokaklarıyla bir maket görünümünde olan bu küçük kent insanı maziye götürerek, tarih kokan sokak dokusuyla insanı büyülemektedir. Osmanlı geleneğinin bir parçası olan dinlenme taşları betona yenik düşmeyen sokaklarında yer almakta, yorulmuş olanları bir nebze de olsa dinlendirmektedir. Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında Taraklı'da kışlayan Vezir-i Âzamı Yunus Paşa adına 1517 de Mimar Sinan’a yaptırdığı “Yunus Paşa Camii” ilçenin en önemli tarihi eserlerindedir. Mimar Sinan caminin yapımında taş bloklar oluştururken taşların ortalarını oyarak demir çubuk yerleştirdikten sonra taşın üstüne harçtan çok kurşun döktürmüştür. Bu yüzden halk arasında “Kurşunlu Camii” olarak da anılmaktadır. Yapısın-

24


da kurşun maddesinin oldukça çok olması camiyi sağlamlığıyla ender eserlerimizden biri yapmıştır. Yanında bulunan hamamın suyunun, caminin altından geçirilmesiyle caminin içi ısınmaktadır. Tarihi eserlerden bir diğeri de tarihi çok eskilere dayanan han ve Hisar Tepesi’nde bulunan su sarnıçlarıdır. Taraklı, Bağdat yolu üzerinde olduğundan kervanların Taraklı’da konakladığı tarihi han ;bu yolun üzerinde bulunan ahşap hanların ayakta kalan en son örneğidir.Mısır Seferi’nde ilçenin savunulmasında çok önemli bir yere sahip olan Hisar Tepesi su sarnıçları ile bir kale görünümündedir. Bu iki su sarnıcının tarihi M.Ö ki 1000-2000 yılları arasına dayanmaktadır. İlçenin geçim kaynağından söz edecek olursak; ilçenin %80 i dağlıktır, %10 oranında tarıma elverişli arazi vardır. Yüzölçümünün % 65 i de ormanlıktır. Bütün bunlar tarım imkânını kısıtlamaktadır. Büyüklerin “Acırsan Taraklı’nın öküzüne acı” sözü mizahıyla insanları gülümsetmekte ama aynı zamanda da bölgenin tarıma elverişli olmadığını doğrulamaktadır. İlçenin bazı köylerinde meyvecilik, bazılarında ise ahşap oymacılık yapılmaktadır. Şu an için büyük bir süt inekçiliği potansiyeli mevcuttur. Süt inekçiliğinin yanında tavuk çiftlikleri de yer almaktadır. İlçenin adını aldığı, yüzyıllardan bu yana sürdürülen geleneksel bir el sanatı olan ahşap oymacılığı da geçim kaynakları arasında yer almaktadır. İlçenin Kemaller, Alballar ve Uğurlu gibi köylerinde yaşatılan bu gelenek bugün de onlarca “kaşık odası” denilen yerlerde sürdürülmektedir.200’e yakın aktif ustasıyla kaşıkçılık halk arasında en yaygın geleneksel el sanatıdır. Evlerin bitişiğine yapılan bir iki metre yüksekliğinde, üç metre kare genişliğinde olan kaşık odaları özellikle kış aylarında kaşık ustalarının vazgeçilmez yeri olmaktadır. Şimşir ağacından yapılan kaşıklar diğer ağaçların kaşıklarına göre daha değerli olduğu için ustalar tarafından şimşir ağacı tercih edilmektedir. Geyve yöresinin halk oyununda kullanılan kaşıklar da burada üretilmektedir. Sıcaktan bunalanların rahat bir nefes alabileceği rutubetsiz bir havaya sahip olan Taraklı, 800 metre rakımın verdiği serinlikle ufak bir mola

25

merkezi olm u ş t u r. Turistik amaçla gelenlerin vazgeçilmez durağı olan Karagöl Yaylası 1150 metre rakıma sahiptir. Serin suyunun verdiği tat herkesi oldukça memnun etmektedir. İlçenin en önemli güzelliklerinden biri de “Hıdırlık Tepesi” dir. Çamlarla kaplı olan bu tepe adını Anadolu’nun fethinden önce Anadolu’ya gelen Hıdır Dede’den almıştır. Tepe, mesire alanı olarak düzenlenmiştir. Burada her yıl Haziran ayının birinci veya ikinci hafta sonu pilav etkinliği yapılmaktadır. Çevre ilçe ve köyler başta olmak üzere herkesin davet edildiği, halkın “Hayır Pilavı” olarak adlandırdığı bu davette etli pilav, yufka ve ayran ikram edilmektedir. Kış mevsiminden hayırlısıyla çıkmanın Allah’a şükranlık ifadesi ve gelecek yaz mevsiminin de bereketli geçmesinin temennisi olarak kutlanmaktadır. Toplumda birlik ve beraberliği sağlayan bu gelenek artık çeşitli sosyal faaliyetlerle zenginleştirilerek halk arasında vazgeçilmez bir kutlama olarak yerini almıştır. Osmanlı modeli evleriyle, Mimar Sinan’ın eserleriyle renk bulan, doğasıyla kendine has bir güzellik sunan Taraklı ilçesi halen buram buram tarih kokuyor ve gelecek misafirlerini bekliyor. Osmanlı’nın toprağına kattığı her yerleşim merkezine bir çınar ağacı dikme geleneği sayesinde dikilen, çevresi on bir metre genişliğinde olan tarihi çınar gölgesi altına ziyaretçilerini bekliyor. Eğer siz de günlük yaşamın yoğunluğundan sıkılmış dinlenecek bir yer arıyorsanız, tarihiyle sizi maziye götürecek, güler yüzlü insanlarıyla rahat ettirecek Taraklı sizleri bekliyor.

umman


Âmine Hatun KOLAY

Seni yazmaya karar verdim Resulüm... Seni nasıl bir üslupla yazarım, eşsiz güzelliklerini nasıl anlatırım diye çok düşündüm. Tarifi güç bu duyguyu sadece yaşayanlar bilir. Resulüm öylesine bir ateş yaktın ki dünyamızda sadece seninle söndürülebilecek bir ateş olduğunu hissettik her nefes alışımızda. Bizi düşündüren, ürküten, tüylerimizi ürperten şu ki; sevginin tutsağı olmuşuz. Ölçüleri kaçırmışız farkında olmadan. Bizi yetiştirenler nasılsa içimize işlemişler seni. Senin sevginin boyutu maneviyatımızla birleşince nasıl da huzur buluyor bedenimiz. Bununla birlikte tefekkürümüzü derinleştirdikçe nasıl da rahatlıyoruz. Sana adamışız kendimizi Resulüm… Başka düşüncelere yer kalmayacak şekilde kaplamışsın duygularımızı. Kaç asır geçti bizleri boynu bükük bırakalı? Hiç bir şeyin tadı yok Resulüm. Dünyada helal çizgisinden ve senin izinden yürümek, biliyoruz ki âhirette Sırat Köprüsü kadar incedir. O inceliği düşündükçe daha da çok seviyoruz seni Resulüm. Hepimiz dipsiz bir ummanın içindeyiz. O umman bizim maneviyatımız. O umman Seni ve bizleri yaratan Rabbimiz. O, sevgileri kalplerimize koyan. Resulüm, bu maneviyatımızın içinde sicim sicim gözyaşımızsın. Senin yüce ahlakının büyüklüğü nasıl anlatılır, hangi yazıya sığdırılır? Senin yürüdüğün yoldan yürümek nasıl elde edilir? İlimsiz hayatların, maneviyatsızlığın körlüğüdür her an yollarımızı şaşırtan ve bizleri kötü sonlara iten. Biz bu dünyada imtihan için irademizle baş başa bırakılmışız adeta. Biliyoruz ki ateş oynayanlara heyecan verir sadece; ama içine düşen bilir onun acıları-

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

nı Resulüm. Senin yokluğunun ateşi nasıl da kavuruyor bedenimizi. Yanlış biçimlendirdiğimiz duyguların, hayatın ve onların mağduruyuz her zamanki gibi. Doğrularla yanlışlar karıştı birbirine. Keşke sen olsan Resulüm; bizleri yanlışların içinden çıkarıp doğruları göstersen. Nasıl ki yağmurlar çölleri serinletiyorsa; gel Resulüm gel ne olur, gel de asırlardır içimizde var olan çölleri bir an olsun serinlet. Çok sevdiğin ümmetin öyle bir hale geldi ki Resulüm. Bazılarının umursamamaya çalıştıkları değerler yıprandı, iffetimiz zedelendi, duygularımız aşındı, hayatta kutsal saydığımız her şey değersizleştirildi ve bunları yapan Senin kendini adadığın ümmetin. Dünyevi arzularımızın önüne geçemediğimizde onların imtihanı ne zormuş meğer… Rabbimiz! Şüphesiz bütün kâinatın sahibi. Terk edilmeyen ve Kendisinden kaçılmayan bir tek O var. O, ‘ Kâinatı senin yüzün hürmetine yarattım. ‘ buyuruyor. Bundan başka her şey geçici ve boşmuş meğer. Biz bu sevgiye yüklediğimiz manalara ne kadar sadık kalarak yaşarsak, işte onlar o vakit anlam kazanırlar. Seni anlatmak çok zor Resulüm… Bu yazdıklarım yüreğimde, beynimde kopan fırtınalardan bir esinti sadece. Gel de bu fırtınaları dindir Resulüm… Senin sevgin büyüdükçe kendi acziyetimizin farkına varıyoruz. Gönül penceremizdeki körlük, vicdanımızdaki sağırlıktır bizleri sana karşı duyarsız kılan. Yoksa nasıl bu hale gelirdik Resulüm? Gel ne olsun gel artık…

26


Nimete Şükür Gerekir Yüce Rabbimiz yarattıklarına sayısız nimetler vermiştir. Kur-an’ı Kerim’de buna işaret ediliyor. Nahl süresi 18. ayette: • Eğer Allah’ın bunca nimetini teker teker saymaya kalkışırsanız, onu kısım kısım bile sayamazsınız, buyuruluyor. Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu: • Yüce Allah’ın kıyamet gününde ilk olarak hesabını soracağı 2 nimet vardır: 1- Biz sana sıhhat vermedik mi? 2- Kana kana soğuk su içirmedik mi? Vücudumuzdaki her bir kıl Allah’ın bize ihsanıdır. Nefes alıp vermemiz, yürümemiz, yemeği yiyebilmemiz, suyu bile içebilmemiz her biri ayrı nimetlerdir. Bostan ve Gülistan adlı eserin yazarı Sadi Şirâzi diyor ki: • Bir gün ayağıma giyecek ayakkabı bulamadım. Çünkü param yoktu. Dışarıya ayakkabısız çıktım, biraz yürüdüm. Baktım ki birisinin ayağı sakattı. O zaman durumuma şükrettim, ayağım sağlamdı. Nimet hususunda kendimizden aşağıda olanlara bakalım. Bir gün fakirin birisi Peygamberimize geldi. Dedi ki: • Ya Resülallah! Ben de nimetlerden hesaba çekilecek miyim? Görüyorsun ki ben fakirim. Efendimiz şöyle buyurdu: • Sıcakta iken korunduğun gölgeden, içtiğin soğuk sudan ve giyindiğin elbiseden hesaba çekileceksin. Allah Resülünün ümmetini sevindiren şu hadisini sizlere aktarmak istiyorum. Sevgili Peygamberimiz şöyle buyurdu: • Allah bir kuluna bir nimet verir, o da Elhamdülillah derse o nimetin şükrünü ödemiş olur. Bir daha Elhamdülillah derse Allah sevabını tazeler, üçüncü defa söylerse günahlarını bağışlar.

27

Selami GÜRSOY

Meslek Dersleri Öğretmeni

Bir gün ibadete düşkünlüğüyle bilinen birisinin dişi ağrıdı. Halk arasında derler ki, diş ağrısı kabir azabı gibidir. İşte bu derece ağrı çeken kişi o gün ibadetlerini bile yapamadı. Yüce Allah’ımız o kulunu imtihan etmek için bir melek görevlendirdi. Melek, insan kılığında bu kişinin yanına geldi. Selâm verdi. “Ne o, seni çok sıkıntılı görüyorum”, deyince. Adam, dişinin çok ağrıdığını söyledi. Melek; “hiç üzülme bende bir ot var. Onu ağrıyan dişinin üzerine koy, hemen geçer,” dedi. Adam çok sevindi. “Haydi versene ne bekliyorsun?” Deyince, Melek, “ancak bir şartla veririm,” dedi. “Nedir o şartın,” diye sordu? Melek şöyle dedi. “Şu ana kadar yaptığın bütün ibadetleri bana verirsen o otu sana veririm.” Adam itiraz etti. “Olmaz, böyle bir şey yapamam,” deyince Melek, “sen bilirsin,” dedi. Yüce Allah o adamın diş ağrısının şiddetini biraz daha çoğalttı. Artık dayanacak gücü kalmadı. Kendi kendine şöyle düşündü: “Bu ağrıyla ben zaten ibadet yapamam. Eğe o ilacı alınca dişimin ağrısı geçerse gecemi gündüzüme katar yeniden ibadetlerimi yaparım,” dedi ve ibadetlerini vermeye razı oldu. Otu aldı dişine koydu, diş ağrısı kesildi. Gözü-gönlü açıldı ve Elhamdülillah dedi. Bunun üzerine insan kılığındaki melek o adama dedi ki: • Ben Meleğim, benim ibadete ihtiyacım yoktur. Yüce Allah seni imtihan için beni görevlendirdi. Şunu iyi bil ki ömrünü tamamen ibadetle geçirmen dünyada bir gün sağlıklı gezmenin şükrünü ödemeye yetmez, buyurdu.

umman


Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'i bize bir örnek insan olarak göndermiştir. Allah Rasulü'nün yaşamış olduğu hayatın her karesinden alacağımız pek çok ders var. Bugün yaşadığımız problemleri O'nun örnek hayatından çıkarılabilecek prensiplerle çözmemiz mümkün. Bu da Efendimizin hayatını bilmemize bağlı. Onun için Allah Rasulü'nün hayatını okumalı, başta çocuklarımız olmak üzere etrafımızdaki kişilere okutmalıyız. Ve tabi ki O'nun hayatını hayatımıza hayat kılmalıyız. Bu kronoloji sayesinde Efendimizin hayatı kare kare gözümüzde canlanacaktır. 571 575 577 579 583 590 591 596 605 610 613

Rebiülevvel ayının 12'inci gecesi (20 Nisan) Efendimiz (sas) dünyayı şereflendirdi. Süt annesi Halime Hatun, Allah Rasulü'nü annesi Hz. Amine'ye teslim etti. Efendimiz, Mekke ile Medine arasındaki Ebva Köyü'nde annesini kaybetti. Dedesi Abdülmuttalib Efendimizi himayesi altına aldı. Abdülmuttalib ahirete göç etti. Efendimiz, amcası Ebu Talib'in yanında kalmaya başladı. Amcası Ebu Talib'le ticaret maksadıyla Şam'a gitti. Burada Rahip Bahîra Allah Rasulü'nün beklenen son peygamber olduğunu keşfetti. Hilfu'l-Füdul (Faziletliler antlaşması) cemiyetine iştirak etti. Ticarete başladı. İkinci kez ticaret maksadıyla Şam'a gitti. Üç ay sonra Hz. Hatice Validemiz'le evlendi. Kâbe'nin yeniden imarı esnasında kabileler arasında çıkan anlaşmazlığı giderdi. Hira'da ilk vahiy tebliğ edildi. Safa tepesine çıkıp ilk açık tebliğini yaptı. Yakın akrabalarına tebliğ için yemekler verdi. Müslümanlara işkence yapılmaya başlandı.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

28


615 616 617 619 620 621 622 623 624 625 627 628 630 632

29

Habeşistan'a ilk hicret. Hz. Hamza ile Hz. Ömer müslüman oldu. Habeşistan'a 2. hicret. Müslümanlara karşı üç yıl sürecek sosyal ve ekonomik boykot başladı. Boykot sona erdi. Efendimiz'in oğlu Kasım, ardından diğer oğlu Abdullah vefat etti. Kısa bir süre sonra amcası Ebu Talib öldü. Ardından da Hz. Hatice validemiz irtihal etti. Allah Rasulü, Taif'e gitti. Orada kötü karşılandı. İsra ve Miraç hadiseleri yaşandı. Medineli 12 Müslüman Allah Rasulü'ne biat etti. 1.Akabe Biatı. İkinci Akabe Biatı yapıldı. Müslümanlar ve ardından da Efendimiz, Mekke'den Medine'ye hicret ettiler. Mescid-i Nebevi inşa edildi. İlk ezan okundu. Kıble yönü Cenab-ı Hakk'ın emriyle Kudüs'ten Mescid-i Haram'a çevrildi. Mekkeli müşriklerle Bedir Savaşı yapıldı. Aynı yıl Beni Kaynuka Yahudileri üzerine gidildi ve onlar, Medine'den çıkarıldı. Ramazan orucu farz kılındı. İlk bayram namazı kılındı. Zekat farz oldu. Allah Resulü'nün kızı Hz. Rukiyye vefat etti. Hz. Ali ile Hz. Fatıma evlendi. İlk kurban bayram namazı kılındı. Uhud muharebesi yapıldı. Hendek Savaşı yapıldı. Beni Kurayza kuşatıldı. Kâbe ziyareti için yola çıkıldı. Rıdvan biatı yapıldı. Mekkeli müşriklerle Hudeybiye barışı imzalandı. Mekke fethedildi. Kâbe putlardan temizlendi. Tebük seferi yapıldı. Efendimiz veda haccını yaptı. Rahatsızlandı ve ardından 8 Haziran'da vefat etti.

umman


Dilşad CANBULAT Arzuhalimdir, fedake ebi ve ümmi ya Rasulallah. Bugün seni yine yâd ediyoruz. Geldiğin gün Anneni mesrur ederken, kâinatı da vecde getirdin. Âlemi nûra boğdun, putları yıktın, bin yıllık ateşleri söndürdün. Ey baba yetimi. Ey mahlûkâtın en şereflisi. Bugün senin doğum günün. Nûrun katre katre yeniden yağdığı gün. Güneş ayrı bir güzel doğdu, ay farklı parlıyor. Kuşlar havada raks içinde senin adını terennüm ediyorlar. Güller râyihâ kokundan kokular yayıyorlar. Bulutlar birer semâzen gibi dönüyorlar. Kâinat bugün ayrı tebessüm ediyor insanlığa. Senin şerefinle şerefleniyor tüm mahlûkat. Ya Rasullullah, sana olan sevdâm katre katre gönlüme akar. Ilık bir meltem sıcaklığında rûhuma dokunur, zerrelerim mesrûr olur. Çocuksu bir ruhla arınmak isterim günahlarımdan. Dolaştığın sahralarda zerre olup, mübarek ayağının tozuyla şereflenmek isterdim. Ey Habibullah, sana lâyık bir ümmet olamadığım için mahcup, biçâreyim. Ancak biliyorum ki sen çok şefkatlisin. Acziyetimi şefaatçi yapıp, şefkatine sığınıyorum. Livail hamd sancağın altına bizi de al, bizi de gölgelendir. Hoş geldin, şeref verdin, gözümün nuru. Doğum günün kutlu olsun, Ey Habibi Ekremim. Efendim. Fedake ebi ve ümmi Ya Rasulallah.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

30


Kaybolup gitmek gibi var olmak sende, Elinin tersiyle itmek gibi her şeyi, seni hissetmek, Âşığım dediğin her şeyin sensiz anlamsız olması gibi... Gölgemin, sonuna kadar arkama düşmesi gibi... Sensiz İstanbul'a düşman olmak, seni özlemek... Kalbimin, "iki!" diye fısıldaması, seni sevmek... Seni arzulayarak ağlamak, gerçek acı! Trenlerin sonlarında seni görmek, hasret! Belki de, kurduğum her kelimede seni aramak! Secdeden başımı kaldırdığımda, ellerini açmış halde, Dünya'ya nur saçtığını görmeyi istemek, sevgin... Yıldızlara bakıp, dediğin gibi; "Kalbimi itaat üzere kıl!" demek, seni hatırlamak... Geceyi aydınlatan aya bakıp, İşaret parmağını aramak, seni sevmek... Ve bir hurma kütüğü gibi inlemek, ayrılığı şikayet! Ebubekr gibi sırtına yaslandığım halde, "Özlüyorum!" diyebilmek, aşk... Ali misali, "yatağıma yat!" dediğinde, Kapıdaki kafirlere rağmen uyuyabilmek, itaat! Ve Musab gibi, sancağı dişlerimle kaldırabilmem, cihat! Habbab gibi, el yazınla şereflenmiş mektuba meftun olmak, Seni düşlemek... Ve "ayağının tozuna" âşık olmak! O'nun kapısını çalmak... O'nun himmetine, Senin şefaatine nail olabilmek kulluğun hazzı... Ben, Ömer'i uyur halde gören elçinin şaşkınlığına, Vahşi'nin korkusuna, Bilal'in özlemine katıyorum cümlelerimi... Ve çağırıyorum Sen'i...

31

Meryem Dilârâ SELAMET

Gel... Gel Efendim! "Can'ı arıyorsan, "Can"sın, Ekmeği arıyorsan "Ekmek"sin..." dedi Mevlânâ... "Neyi arıyorsan, O' sun!" dedi... Yüreğime dokundu... Görmesem de, Duymasam da, Her şeyde "Sen" varsın... Yüreğimin güneşisin... Seni arıyorum! Ve kapına geldiğimde, "Kimsin?" dediğinde, "Sensin!" diyebilmek, Sen olmak... Zira; bir odaya iki "ben" sığamayacağı gibi, Benim de yüreğime bir "ben" sığmıyor! O, artık, "SEN" sin... (Mim'e âşık bir mim)

umman


Çok güneş doğacak Daha ilk mısraları duyulduğunda şiddetli alkışlarla kesilen ve o alkışların bugüne kadar hiç dinmediği bir şiir… Tüm edebiyatımızı geride bıraktığımızda yola sadece onunla bile devam edebileceğimiz, aydınlatıcı bir kitap… Bir zamanlar içindeki güçten habersiz olan, yiğitliğini onunla fark etmiş bir nesil… İmanı, imanı mısralara dökmek, istiklâl imanı ile bütünleşmek, benliği bizliğin içinde eritmek… İşte tüm bunları biz ondan öğrendik. Onun elleri sayesinde bir bütün olduk biz. Millî şuurumuzu uyandıran, dünden bugüne destanlaşan İstiklâl Marşımızı, o yokluklarla savaşırken, karşılığında hiçbir şey beklemeden, adeta vatanına bir borç bilerek yazmıştı. Üç beş gün sonra resmen başlayan savaşa oğullarımızı “Korkma!” diyerek gönderebilmiştik sayesinde. Milli mücadelenin başlıca kurucularında olan bu insan Mehmet Âkif’ten başkası değil. Onu anlamak, bir milletin sessiz çığlıklarına tercüman olmak, hasta Osmanlı’nın içindeki filizlenmiş gencecik Türk’ü görebilmekti. Onu anlamak; sadece inanmaktı, sonuna kadar inanmaktı. Onu anlamak; hakkın olanı son damlasına kadar savunmak, geçmişe hürmet etmek, cömertliği görev bilmek, sözünde durmaktır. Hani diyor ya :”Kim bilir belki yarından da yakın”.İşte bu umuttur Mehmet Âkif. İnanma ve güvenme ne gücü yetene…

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Kevser TÜRKYILMAZ

O farklıydı. O sadece şiirleriyle değil, hareketleriyle, ailesiyle, yaşamıyla bile bir âbide görevi görüyor, o yanlış ile doğrunun belli olmadığı, herkesin herkesi sırtından vurduğu ve tam bir sefâlet içinde olunan o dönemde tüm aldatmacalara bir gülücük atıp benliğindeki saf dürüstlüğü sonuna kadar koruyordu. Zaten şimdi tüm okulların duvarlarını Ata’mızın hitabesi ve şanlı hilalle süsleyen İstiklal Marşı’ da böyle birinin mısralarına dökülebilirdi. Bizi tam mânâsıyla ifade eden, Türk gücünü ortaya koyan, herkesi galeyâna getiren bu şiir ancak böyle birine yakışırdı. Şimdi sıcak yatağımızda rahat uyuyabiliyorsak, bu onun ve onun gibilerin, yerin altında yatan binlerce şehidin ve inancını asla yitirmeyen aziz Türk halkının sayesindedir. Âkif ne unutulacak bir insan ne de biz onu unutacak gençleriz. İstesek de unutamayız. Çünkü; o kendini dudaklarımızda bir çok nameyle ölümsüzleştirip gitti. Bir nesil…Hani diyordu ya; “Âsımın nesli!’”İşte o benim.İşte o biziz! O ve onun gibiler sayesinde bu ülkede bir hilal uğruna, o ulu hilal uğruna çok güneş doğacak!.. Mehmet Âkif ERSOY ve Millî Mücadele konulu Liselerarası kompozisyon yarışması il birincisi

32


Sen değil misin?

Elvedâ

Kararmış kalplerden kinleri söken İman ışığını kalplerde yakan Bütün yeryüzüne rahmeti saçan Alemlere rahmet sen değil misin?

Artık uzaklarda sevdiklerim.. Veda etmek zorunda kaldığım hayallerim Bütün hislerimi bir kenara bırakıp Gitmek zorunda kaldığım yüreğim Son defa dönüp bakmak istesem de Bakamadığım geçmişim Ne kadar özlesem de Dön denmesini beklesem de İçimde yasaklarım Umursamamak elimde olsa keşke Ama elden ne gelir.. Hüzünlerim , geçmişim yine peşimde Kimsesizliğimin çaresizliğinden Kendimden gidişim Kalbime elveda deyişim Son defa veda...

İşkence çekip sabır gösteren Çıkardı müşrikler seni Mekke’den Bütün insanlara şefaat eden Fahri kainat sen değil misin? Sende dirilmişti ölü bedenler Sende ıslah buldu kararmış kalpler Artık gülüyordu kederli yüzler Bize şefaatçi sen değil misin? Bütün hayatın kederle dolmuş Gerçeği görenler İslâma dönmüş Bin yıllık Mecûsi ateşi sönmüş Allah’ın Habibi sen değil misin? Selami GÜRSOY Meslek Dersleri Öğretmeni

Ayşe Güneş

Âfâk-ı Âkif

Karanlıktayım.. Hem de ne karanlık. Ne kadar koşarsam koşayım Hiç yetişemedim aydınlığa Hızı ne kadar arttırdıysam O kadar daha uzaklaştım Aynı kanadı kırık bir kuşun Uçmaya çalışması gibi Artık yoruldum Nefes nefese kaldım, Dermanım kalmadı Şimdi bir seçim yapmalıyım Ya dinlenip Aydınlığa doğru koşacağım Ya da pes edip Karanlıklarda kaybolacağım..

Korkmadı yüce Akif bunu yazarken Garbın afakına kafa tutarken Sel gibi kükreyip bendini aşarken Korkmadı Akif istiklalimizi yazarken Akifimiz yazdı büyük istiklali Korkutmadı onu bu fakir hali Para verdiler ona ödül diye Almam dedi evim olmasa dahi Mehmet namluya sürdü milliyet ateşini Ayakta alkışladı tüm millet kardeşini Bir hilal uğruna, ufka insanlığı yazdı Bu insanlığa sadece Türk milleti vardı. Nesli tükenmez bu ulusun Ufka doğru baktıkça Bu millletin yanında Mehmet Akif oldukça Rüyasında görmüş büyük marşı Dökmüş rüyasını kağıda karşı Allah yardım etmiş Akif’e Olmuş Türk milletine İstiklal Marşı..

Müzeyyen Akyıldız

Abdulhamit İnce

Karanlık

33

umman


SiNEMASAL BiR ARABESK DENEMESi

Hüsna BAKA Bir önceki filmi Beyaz Melek’te doğunun Mahsun Kırmızıgül köylülerin, hatta gekültürel cazibesini, ahlak anlayışını, insanlığınel halkının Türk-Kürt kavgasına bakışını aktanı ön plana çıkaran, biz misafirlerimizin ve yaşrırken geniş tabanlı bir özet yapmaya çalışmış. lılarımızın kıymetini iyi biliriz, yolunuz düşerse Çatışmaları sadece gündelik yaşamı aksatmamutlaka uğrayın mesajıyla filmini bitiren Mahsı bakımından dert olarak gören halk, asker karsun Kırmızıgül; ikinci yönetmenlik denemesinde deşle terörist abi, komutan, şehit babası, topbu kez doğunun problemlerine eğilmiş. Değerlerağı bırakmak istemeyen ailenin yaşlısı, Beyaz rimizin gün be gün yok oluşundan, güzel olan ne Melek’te olduğu gibi birer tip olmaktan öteye gevarsa modern yaşamın hay huyu arasında kayboçememiş. Onlara biçilen rol, sınırları bastıra baslup gidişinden yakındığımız bir vakitte Beyaz Metıra belirtilen bu alanda temsil ettikleri grubun lek ile bize masal diyarı gibi gelen, oryantalizm sözcülüğünü yapmak gibi olmuş, inandırıcılıktan soslu bir doğu portresi çizen Kırmızıgül, Güneşi uzaklaşmış. Kırmızıgül’ün gencecik delikanlılar Gördüm ile o büyüleyici vitrinin arkasını anlatboşu boşuna ölüyor, buna bir son vermek lazım, mış. unutalım bunları, Türkmüş Kürtmüş kimsenin Film, terör nedeniyle köylerini terk etumurunda değil, insanlar yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıp İstanbul, hatta Norveç yollame telaşında, ekmek derdinde tavrı Türkiye’ye rına düşmek zorunda kalan bir aileson yirmi beş yıl boyunca karın ağnin gittikleri yerlerde yeni açmazlarrısı çektiren bu konuyu irdelemede la karşılaşmasını ve bu açmazlar karkolaya kaçan, çözüme götürmekşısındaki tavrını anlatıyor. Fakat bu ten uzak bir tavır olmuş. Bu noktanoktaya varmadan, daha ilk sekansda hükümete, yöneticilere yöneltilarda filmin bir derdini anlatamama len eleştiriler de meselenin özüne derdi olduğunu fark ediyoruz; filmin inmekten, problemlerin kaynağını terörü, terörün kararttığı hayatları mı çözmekten uzak, aynı bakış açısıanlatmaya çalıştığını, böyle bir konu Yönetmen : Mahsun Kırmızıgül na sahip. Yukarıdakilere okul yapişlendiğinde olmazsa olmaz kardeş- Oyuncular:Muhsun Kırmızıgül, madıkları, ekonomik destek sağlaAltan Erkekli, lik vurgusu mu yapmaya çalıştığını, madıkları, ellerinden tutmadıklaDemet Evgar, Ali Sürmeli yoksa bilinen bir köyden şehre inme, Yapım: 2009 Türkiye / Norveç rı için, para için kızılıyor. Bölgeye kültür şoku, yabancılaşma hikâyesi bakışları, uyguladıkları askeri ve mi anlatmaya çalıştığını anlayamıyoidari politikalar hakkında sessizlik ruz. Filmin ister sosyal bir meseleye, ister iç sitercih ediliyor. yasetle ilgili bir meseleye parmak bastığını düşü Terörün acı meyvelerini tatmak zorunnelim, hatta yabancılaşma gibi kilit ifadelerle her da kalıp köyden şehre, şehirlerin şehri İstanbul’a iki meseleyi de aynı düzlemde ele aldığını varsagöç ise terörden bağımsız bir şekilde de okuyabiyalım, bu derdini anlatamama derdinden muzdaleceğimiz bir hikâye. Daha önce defalarca anlarip olma sorunu değişmiyor. tılmış, ekonomik nedenlerle toprağını bırakmak

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

34


FiLM ELEŞTiRMENi zorunda kalmış Anadolu köylüsünün İstanbul’la tanışma öyküsü. Belki farklı olan; daha önce fırsatları, keşfedilmeyi bekleyen sırlarıyla Anadolu köylüsünü çağıran sokak, bu filmde karak-

terleri her çağırışının akabinde derin acı ve yıkım getiriyor. İstanbul sokaklarının karakterlere ilham ettiği başarı öyküleri, kendi ayaklarının üstünde durma, gücünü kanıtlama, şehri yenme hikâyeleri değil, savunmasızlık, işgal, çaresizlik, kirletilmişlik ve bambaşka bir direnişin hikâyesi. Bu hikâyede modern dünyadaki her masum keşif, modern dünyaya her masum adım acımasız bir tokat olarak geri dönüyor. Farklı eğilimlere sahip kardeş Kadri’nin öyküsü bu noktada iki hikâyeyi birleştirmemiz için bize köprü uzatıyor. Sindirilmeye çalışılan, şiddete maruz kalan Kadri’nin direnişinin daha büyük bir şiddete sebep olması uzatılan köprünün çürük olduğunu düşündürüyor. Farklı olana, bizden olamayana, bize benzemeyene tahammülümüz yok, onu yok etmek için elimizden geleni yapıyoruz özeleştirisi de çözüm için bir kapı aralamıyor. Burada kardeşler arasındaki mücadele ile mesele Türk Kürt meselesi değil, hepsi insan tabiatından denilmeye çalışılması da faydalı olmuyor. Kadri’nin hikâyesinin tek anlatabildiği terör nedeniyle toprağına yabancılaşan köylülerin

35

şehre geldiklerinde yine müthiş bir yabancılaşma yaşayacağı, bu sorunu aşanların ise yanında getirdiği Anadolu kimliğine yabancılaşmaktan kurtulamayacağı oluyor. Yeni hayat kurmada tek başarılı ailenin Norveç’te deneyen akrabalar olması bu yabancılaşma sorunu hakkında yönetmenin fikrini görmemizi sağlıyor. Köyden kente göç sorun değildir, devlet vatandaşın elinden tutunca yeni bir hayat kurulur, uyum sağlanır, dengeler oturur yorumu bizden mesele keşke sadece ekonomik olsaydı tepkisi alıyor. Norveç’teki, diğerlerinin aksine siyasal nedenlerden ülkesinde barınamamış solcu akraba tipinin emperyalist devletlere sayıp döküp sırtını kapitalist sistemlere dayayan sosyal devlet anlayışını övmesi bir çelişki olarak kaşlarımızın kalkmasına sebep oluyor ve bizde bu çelişkili yeni başlangıçların uzun vadede çözüm olamayacağı düşüncesi uyandırıyor. Mahsun Kırmızıgül’ün filmindeki her meseleyi ekmek meselesine çevirmesi, devletin vatandaşın elinden tutması gerektiğini, maddi destek yapması gerektiğini tekrar tekrar vurgulaması, değindiği birbirinden farklı boyutları bir araya getirmeye maalesef yetmemiş. Bu nedenle film bitince ilk aklınıza gelen derli toplu bir film izleyemediğiniz düşüncesi. Değinmeye çalıştığı konuların hala kanayan yaralar olması, belki Türkiye’nin başka coğrafyalarında aynen yaşanıyor olması filmin etkileyiciliği adına bir artı. Güneşi Gördüm filminin belki bu değindiği birden fazla boyut nedeniyle Beyaz Melek’e göre daha az didaktik olması da sevindirici. Son olarak Kırmızıgül’ün güneşi görme bahtiyarlığına ermiş tiplerine birer selam yolluyoruz ve keşke bu boyutları iyi işlenmiş karakterler, ders verme kaygısından uzak, gerçekçi diyaloglarla teker teker ele alsaydı diyoruz.

umman


Sultan ikinci Abdülhamit İkinci Abdülhamid İstanbul’da doğmuştur. Uzun boylu, buğday benizli, siyah ve sık sakallıydı. Kaşlarının üzeri hafifçe çıkıntılı ve gözleri de siyahtı. Devrinin en kıymetli âlimlerinden, çok iyi bir tahsil yaptı. Kuvvetli bir hafıza ve basirete sahipti. Gayet güzel ve düzgün konuşurdu. Deha derecesinde bir siyasete sahipti. Aynı zamanda çok cesur bir padişahtı. Spor yapmaktan hoşlanırdı. Gayet güzel silah ve kılıç kullanırdı. Son derece takva idi. Tasavvufa ait geniş bilgisi vardı. Padişahlığı zamanında yıkılmak üzere olan devleti ayakta tutacak en iyi tedbir ne ise onları hiç tereddüt etmeden yerine getirdi ve devletin yıkılmasını tam 33 sene geciktirdi. Devrinde yapmış olduğu işleri, bazı aydın geçinen tabaka hariç, herkes takdirle karşılıyordu. Aleyhine her türlü iftiralar en kötü isnatlar uyduruluyor ve Avrupa devletlerinin himayesinde yaşayan çeyrek aydın bile olamayanlar gazetelerinde, durmadan iftira ve isnatlar yazıyorlardı. Hiç yılmadan ve bıkmadan Devlet-i Aliyyeyi 33 sene idare etti. Dünya savaşın çıkacağına inanıyor, çıktığında ise Osmanlı Devletini kurtaracak şeyin, ancak denizlerde kuvvetli bir devletin yanında savaşa katılmak olduğunu düşünüyordu. Tahttan indirildiğinden hemen sonra bu görüşünün tam zıddı yapılmış koca devlet de tamamen yıkılmıştı. Prens Bismark’a göre 100 gram aklın 90 gramı Abdülhamid Han’da, 5 gramı kendisinde, 5 gramı da diğer siyasilerdedir. En büyük talihsizliği devleti en kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Tahttan indirildikten sonra zaman ilerledikçe, aleyhinde olup da pişman olmayan hemen hemen kalmamış gibiydi. Son derece dindar ve namuslu idi. Zevk ve sefaya düşkün değildi. Abdestsiz olarak hiç bir devlet işine imza atmadığı meşhurdur. 1908 senesinde düzmece bir irtica olayı bahane ederek tahttan indirdiklerinde yüksek bir veli derecesinde olan Büyük Hakan: “Bu Cenabı

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Yusuf GÜLDÜ

Hakkın takdiridir.” Diyerek elinde muazzam kuvvetler olduğu halde müdahale bile etmeden tahtını terketmiştir. Tahttan indirilmesinde birinci derecede Yahudilerin rolü vardı. Çünkü daha o zamanlar Yahudiler Filistin’den toprak istemişler, Sultan Abdülhamid de reddetmişti. Siyasi ve diplomatik hadiselerin en çok olduğu devir şüphesiz Abdülhamid Han devridir. Bu büyük padişaha, bütün tarihi hakikatler ortaya çıkmış olmasına rağmen, hala iftira edenlere rastlamak m ü m kü n d ü r. Tahta çıktığında, amcası Sultan Abdülaziz’in intihar edip etmediğini tesbit etmek için bir mahkeme kurdurmuş ve kurulan bu mahkemede; Hüseyin Avni, Mithat Paşa ve daha bazılarının öldürttüklerini tesbit ettirmiş. Bunun üzerine Mithat Paşa’nın idam edilmesini, Gazi Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi büyük dâhiler bile istemiş olmalarına rağmen idam cezasını müebbet hapse çevirmiştir. Yeryüzünün son bağımsız Müslüman Türk Devletinin Hükümdarı İkinci Abdülhamid’e Cuma selamlığında camiden çıkarken atılan

36


bombanın fitilini bir şahıs değil, koca bir ehlisalip cephesi ateşlemişti. O gün gaflet içinde bulunan bazı aydınlarımız, bu arada şâir Tevfik Fikret suikastçının şahsında ehlisalip cephesine kaside yazıyorlardı. Çocuğu Halük’a verdiği terbiye ile onu ancak papaz yapabilen bir şâirin bu açık ihanet vesikası çok acıdır. Abdülhamid neler yapmıştır: Polis teşkilâtını geliştirdi. Komiserlik ve başkomiserlik makamlarını ihdas etti. Savcılık müessesesini kurdu. Ceza ve Ticaret usulü kanunlarını çıkarttı. Askeri dikimevleri, tersaneler, feshaneler kurdurdu. İstanbul, İzmir limanlarını tesis etti. Taht’a çıktığı zaman 252 milyon altın borcumuzu taht’ı bıraktığında 30 milyon altına indirdi. Hereke Halı ve Dokuma, Beykoz Deri, Yıldız Çini, Cibali Tütün, Yedikule İplik ve Havagazı, Kireçburnu Tuğla, Çubuklu Carrı, Istınye Buz Fabrıkalarını işletmeye açtı. Zirai alanda haralar, örnek çiftlikleri tesis etti. Ziraat, Baytar, İpek böcekçilik, Halkalı Ziraat, Orman ve Maden, Ticareti Bahriye, Mülkiye, Hukuk, Sanayii Nefise, Tıbbiye, Ticaret ve Hendesei Mülkiye, Dârü’ I-muallim, Dârülfünûn gibi her dereceden okulları açtırdı ki bugün hepsi kullanılmaktadır. Köylerdeki ilkokulların dışında 300 tane ortaokul açtırdı ki bu okullarda yabancı dillere kadar birçok yeni dersler okutuluyordu. Arkeoloji, Askeri Müze, Yıldız Müzesi, Yıl-

37

dız ve Beyazıt Kütüphaneleri yine o devirde açıldı. Gureba Hastanesi, Hamidiye Etfal Hastanesi, Yıldız Askeri Hastanesi o devirde hizmete girdi. Kuduz Müessesesi o devirde açıldı, bugünkü Darülâceze yine o devirde hizmete girdi. Hamidiye çeşmeleri ve Terkos Su Şirketini yine Abdülhamit kurdurdu ve Kırkçeşme ile Halkalı Suları’nın ıslahı yine Abdülhamid’e nasip oldu. Tahttan indirildikten sonra Selanik’e sürülmüş, birçok işkenceler yapılmış ve Selanik’in düşman işgali altında kalma ihtimali çıkınca İstanbul’a Beylerbeyi Sarayı’nda oturmaya mecbur edilmiştir. Abdülhamit döneminde yapılan Hicaz garı/ Abdülhamit döneminde yapılan Haydarpaşa garıdır. Büyük Hakan 1918 senesinin 10 Şubat’ında bu sarayda hayata gözlerini yummuş, Divanyolu’ndaki Sultan Mahmud Türbesine, amcası Sultan Abdülaziz ile dedesi İkinci Mahmud’un yanına defnedilmiştir. Vefatında 75 yaşını 4 ay geçiyordu. Cenazesinde en hareketli aleyhtarları bile ağlamışlardır. Erkek Çocukları: Mehmed, Selim, Abdülkadir, Ahmed Nuri, Mehmed Burhaneddin, Abdürrahim, Ahmed Nureddin, Mehmed Âbid, Ahmed. Kız Çocukları: Ulviye Sultan, Zekiye Sultan, Naime Sultan, Naile Sultan, Ayşe Sultan, Refia Sultan, Sadiye Sultan.

umman


Unutma ki Sen değerlisin! Ruhu kaybolmuş, bedeni ise bu yola hapsolmuş bir insan… Evlâdı göz göre göre yok olan, bunun için kahrolan bir aile… Bunların sonunda gerilemeye mahkûm olan bir toplum… İşte yanlış bir başlangıcın kaçınılmaz sonu; ufak bir kibritin ormanı yok etmesi gibi bir şey aslında. İnsanın bedenini, en önemlisi değerini törpüleyen, sonunda sadece keşkeler bırakan bu kötü düşman; bağımlılık. Maddi manevi insanı zor duruma düşüren, fiziki ve psikolojik sorunlar ortaya çıkaran esrar, kokain, alkol gibi maddeler bağımlılık yaratır ve insan dengesini bozar. Bu maddeleri elde etmek için paraya ihtiyaç duyan kişi hem kendisini hem de ailesini zor duruma düşürerek aile ortamında huzurun ve birliğin bozulmasına neden olur. Maddi problemlerin yanında manevi problemlere de neden olan bu maddeler insanlar arası ilişkileri bozmakta, toplumda ahlaki çöküntülere neden olmaktadır. Çünkü bu maddeleri kullanan kişinin akli dengesi yerinde olmaz; bu da insan ilişkilerinin bozulmasına neden olur. Örneğin esrar alındıktan yaklaşık yarım saat sonra etkisini göstermeye başlar ve insan fiziksel ve zihinsel yeteneklerini kullanamaz. Böyle bir kişiden de sağlıklı düşünmesi, topluma faydalı bir kişi olması beklenemez. Bunun sonucu olarak da insanlar arası sevgi ve muhabbet azalarak yerini şiddete bırakır. Madde bağımlılığının önüne geçmenin en iyi ve en etkili yolu eğitimdir. Bağımlılığın kötülüğünü, göz göre göre kendisini kötü yola sürüklediğini bilerek yetişen bir birey böyle bir yola düşmez. Bu kötü maddelerin pençesine düşmeyerek de topluma faydalı bir birey olarak yetişir. Şu an madde bağımlısı olan kişilerin çoğunda eğitim ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Feyza GÜRSOY

eksikliği, bu konudaki bilgisizliği göze çarpmaktadır. Bu yüzden bu maddelerin kötülüğünü daha küçük yaşlardayken çocuklara anlatmalı, onların zihinlerine bu alışkanlığın kötülüğünü yerleştirmeliyiz. Çünkü bağımlılık yaratan bu maddelere başlama yaşı oldukça düşmektedir. Şu an sigaraya başlama yaşı dokuz-on, alkole başlama yaş oranı ise on iki- on dört yaşına kadar inmiştir. On beş yaşına kadar inen uyuşturucu bağımlılığı ise bu vahşeti gözler önüne sermektedir. Bizler bu yaş oranlarının daha da altlara inmesini istemiyorsak eğitime önem vermeli, toplumsal ilişkilerimize özen göstermeliyiz. Birbirine saygı ve muhabbet duyan sorumluluk sahibi bireyler olarak bu tuzağa düşmüş ya da düşmek üzere olan insanları tekrar topluma kazandırmalı, onlara değerli olduklarını kanıtlamalıyız. Onları tedavi olmaya teşvik etmeliyiz. Devletin sağlık kuruluşlarıyla, eğitim merkezleriyle bize sunmuş oldukları hizmetlerden yararlanmalı, insanları tedaviye yönlendirerek onları bu tuzaktan kurtarmalıyız. Onların elinden tutmalı, onlara destek olmalıyız. Çünkü dünyada her yıl otuz beş milyon insan bu yoldan kurtulmak için tedaviye başvurmuş ama bir iki gün içinde tedaviyi bırakmıştır. Bu tuzaktan kurtulmak için bir adım atmış olan bu insanlara yardımcı olmalı, tedaviden dönmelerini engellemeliyiz. Onlara değerli olduklarını bir kez daha hatırlatmalıyız. İnsan değerlidir, kendisine ve topluma yararı olan insan ise çok daha değerlidir. Bizler öncelikle kendisine saygısı olan insanlar olarak eğitimimize önem vermeli, bu kötü alışkanlık tuzağına düşmemeliyiz. Ölüme davetiye çıkarmamalı, göz göre göre kendimize zarar vermemeliyiz. Bu yola düşenleri kurtarmaya, onları topluma kazandırmaya çalışmalıyız. Gelişen sağlıklı bir toplum olabilmek için onlara bunu kabullendirmeliyiz: “unutma ki sen değerlisin! ”. Sakarya Emniyet Müdürlüğü ve İl Millî Eğitim Müdürlüğü’nün ortaklaşa düzenlediği “Madde Bağımlılığı” konulu Kompozisyon yarışmasında il üçüncüsü

38


Aile Yapımızdaki Çöküntü Hiçbir asırda eskimeyen daima yeni olan İslâm dininin temel müesseselerinden biri de ailedir. Kurulan aile eş çocuk ve akrabalardan oluşan şerefli bir ocaktır. Aile bir milleti ayakta tutan sütundur. Aile sütunu çökmüş milletin ayakta durması mümkün değildir. Müslüman Türk milletini mağlup edip yıkmak isteyen dış güçler buna muvaffak olamadıkları için bizi içten yıkma faaliyetlerine girişmişlerdir. Bu yıkıma da aile müessesesinden başlamışlardır. Üzülerek ifade edelim ki bugün yine aile yapımızda çok çeşitli tehditler altındadır. Bütün cemiyetler de tehdit altındadır. Dünyanın pek çok ülkesinde yaşanan çarpıklıkları bizim ailemiz de yaşamıştır. Denilebilir ki aile yapımız çöküntüye gitmektedir. Toplumumuzu hızla saran alkolizm, uyuşturucu, rüşvet, nikâhsız yaşama, kumar, hırsızlık, boşanma ve inançsızlık aile binamızı tahribe yöneltmiştir. Boşanma oranlarının sürekli yükselişi, evden kaçan ve suça itilen çocuk sayısının devamlı artışı, gençlerin uyuşturucuya yönelişi gibi durumlar aile yapımızın bir çöküşe gittiğinin göstergesidir. ''Yüce Rabbimiz bir âyet-i kerimesinde “Zinaya yaklaşmayın, zira o bir hayâsızlıktır. İğrenç bir iştir ve kötü bir yoldur.'' buyurmaktadır. Aile yapımızdaki çöküntünün sebeplerini şöyle açıklamak mümkündür : 1) Aile binası İslâm temelleri üzerine kurulmamaktadır. Çocuklarımıza dinin öğretilmesi bir ihtiyaç kabul edilmediği gibi onlara örnek bir aile yaşayışı sunulamamıştır. Büyürken, eş seçerken, evlenirken maddi değerlerin dışında bir ölçü tanımadan kurulan aile, kısa zamanda sarsılmakta ve çöküşe geçmektedir. Çünkü aileyi ayakta tutan maddiyat değil, inançtır, sevgidir, hoşgörü ve fedâkârlıktır. 2) Bazı çevreler aile hayatını sarsan her türlü çarpık ilişkinin reklamını yapmış ve özellik-

39

Ayşe BEYAZIT

le genç nesillerin beyinlerini târ u mâr etmiştir. Nebiler nebisi Hz. Peygamberimiz (S.A.V.); “Alkol kötülüklerin anası ve günahların en büyüğüdür.” buyurmuşken alkolün her çeşidi özendirilmiş ve alkol kullanma çağdaşlık olarak ortaya çıkmıştır. Cinayetlerin % 85 ini boşanmaların, %80 ini eşlerini dövmenin %50 sini alkol yüzünden meydana geldiği resmi makamlarca açıklanmıştır. Görülüyor ki kurban yine ailedir. 3) ''Devir değişti '', ''zamana uymak lazım'' gibi sözlerle anne ve baba tutucu olarak mahkûm edilmiştir. Çocukların her düşüncesi haklı, anne ve babanın haksız olarak görülmüştür. Bir erkek veya bir kız çocuğu ailesine kafa tutmuşsa o alkışlanmıştır. Böylece aile çatışmaları desteklenmiş ve aile bütünlüğü sarsılmıştır. 4) '' Hayat müşterek '' düşüncesi ile kadının iş hayatına atılmasından dolayı gene aile daKur'ân-ı Kerim de şöyle buyruluyor : '' Ey iman edenler, gerek kendinizi ve gerekse ailenizi yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz.'' ğılmıştır. Böylece kadın evi ile işi arasında bütünmüş, çocuklar yuvaya veya bakıcıya bırakılmış, büyükler huzurevine gönderilmiş, boşanmalar artmıştır. Görülüyor ki aile yapımız çöküş halindedir. Bu bina çökerse millet olarak ayakta kalmamız mümkün değildir. Bu bakımdan İslâm dininde cemiyetin çekirdeği ve kalesi olan aileye gereken önemi vermeliyiz. Aile fertlerine yüce dinimizin inancını mutlaka öğretmeliyiz. Onların imânî, ahlâkî ve amelî duygularını güçlendirmeliyiz. Şahsiyetlerimizi kendi kültür değerlerimize ilmek ilmek dokumalıyız. Unutmamalıyız ki bizi ayakta tutacak, ailemizi koruyacak tek değer İslâmdır.

umman


Üşüdük Biz hüzün ve sevinçlerdik Sevinçler en küçüğümüzdü bizim Hüzünlerimiz büyüdükçe, sevinçler üşüdü! O nice sevinçler arasından Kendimizi bulduk bu yollarda Ve bu uzun yollarda (gül)dük Bahçeler boyu en sonunda üşüdük yıllarca Biz hüzün ve sevinçlerdik Sevinçler en küçüğümüzdü bizim Hüzünlerimiz büyüdükçe sevinçler üşüdü!

Ceyda BADANKA

Gelme Bahar Gelme bahar! Mutlu insanlar olmasın Senin gölgende. Beni çektiğin gibi, Çekme karanlığa kimseyi Gelme bahar! Ağaçlar yeşermesin, çiçekler açmasın Çevremdeki umutlar da olmasın Hüznüm yine kalsın benimle İçimde kalsın her şey Gelme bahar Getirme bana sevinçleri Karamsarlığım silinmesin yüzümden Sessizliğim terk etmesin beni Yaklaşmasın huzur, uzak dursun Gelme bahar! Mutsuz mutluyum..

Esra ALTUNDAL

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Büyük Miras Al bayrak semâlarda, Dans eder rüzgârlarda, Ulu bir marş doğuyor, Âkif’teki ilhamla. Yazar on kıta birden, Hiç karşılık beklemeden, Pırlantalar dökülür, İnci gibi dizelerden. Âkif bir hazineydi, Ve bizlere bıraktı, Ay yıldızlı bayrağa, Eşlik eden bu marşı. Dökülür bugün bile, Bütün halkın dilinden, Her bir Türk’ün içinde Gezer durur yürekte. Dünyayı sarsan o marş, Duyanın gözleri yaş, Âkif’in on incisi, Oldu büyük bir miras.

Sema ÇERÇEL

Büyük kafaların büyük hedefleri vardır, küçük kafaların ise sadece arzuları… Washington Irving 40


Hayat Nedir? Hayat nedir? İnsan ne için yaşar? Hz. Âdem’den beri bir sürü insan gelip geçti bu dünyadan. Bazıları hem bu dünyaya hem de ahiret yaşamına kendini hazırlarken bazıları hep dünyalık peşinde koştu. Kendilerini sadece dünya işlerine verip dünyevi noktalara gelmeye çalıştılar. Peki, insanlar sadece dünya için mi yaşamalı? HAYIR!!! İnsan dünyaya bir amaç doğrultusunda gönderildi. Bu dünya hayatı insanlar için bir test. İnsan bu âleme hem dünya yaşantısına ait görevlerini, hem de Allah’a kulluğunu en iyi şekilde

yapmaya gönderildi. Biz İmam-Hatipliler olarak bu toplumun öncülüğünü yapmalı ve sadece dünya için yaşayanların ahirete de hazırlanmalarında onlara örnek olmalı ve destek vermeliyiz. Bu konuda biz imam hatiplilere çok iş düşüyor. Umarım ben de bir İmam-Hatip Lisesi öğrencisi olarak topluma karşı bu görevimi yerine getiririm. Allah hepimize topluma örnek bir insan olmayı nasip etsin. Gizem YILDIRIM

Yalnızlık mı? O da ne? “Yalnızlık, sigara külü kadar yalnızlık…” demiş şâir. Yalnızlık sigara külü kadar bile değildir. Çünkü bedenle değil, ruhla düşününce yalnızlık diye bir şey yoktur. Etrafınızda kimse kalmayabilir. Belki arayabileceğiniz bir dostunuz bile kalmamıştır. Kendinizi dünyanın en yalnız insanı hissedersiniz. Ama size şah damarınızdan daha yakın olan Yaratıcıyı nasıl unutursunuz? Oysa ki O sizden bir hareket bekler. Bir dua kadar yakındır size. Yalnızlığınızı Rahman’a şikâyet etmek için, O’nunla paylaşmak için ellerinizi açıp dua etmeniz yeterlidir. Evrenin sahibiyle irtibata geçmek bu kadar kolaydır. İki arkadaşımın konuşmalarına şahit oldum geçenlerde. Biri diğerine “Neyim var ki Rap’den başka!” dedi. Diğer arkadaşım ise “ Neyim var ki Rabb’dan başka!” diye cevap verdi. Bu manzara gerçekten hayret vericiydi benim için. Aynı neslin iki genciydi bunlar. Biri maneviyat yoksunu ve tamamen boşluk içerisinde. Yeterince tanımadığı için kendisine şah damarından daha yakın olan Yüce Kudretin farkında değil. Diğeri ise Kâinatın sahibinin onu hep gördüğünün, hep onunla olduğunun idrakinde. Biliyor ve hissediyorum ki biri var! Hiçbir şeyi boşuna yaratmadı O. Ve beni de boşuna yaratmadı. Peki ya neydi beni yaratmasındaki sebep? Evvela neydi? Evvela tanınmak istedi. O’nu tanımamı istedi 41

önce ve sonra beni hep gördüğünün farkında olmamı istedi. Rabbim hepimizi Kudretinin farkına varanlardan eylesin… Peki neden şimdi “yalnızım” diye bunalımlara giriyor nesil? Neden?.. Sebebi açık aslında; kendilerini Yaratanı yeterince tanımıyorlar ki. Tanımadan O’nu nasıl daha fazla sevip, yalnızlık denen şeyi yok edip, O’na lâyık kul olsunlar? Biz O’na bir adım atsak, O bize on adım gelir aslında. İyi de O’nu daha fazla tanımak için neden bir şeyler yapmıyoruz? Aslında yetmez mi ki; yarattıklarındaki güzellikleri görüp “Bunları Yaratan nasıldır kim bilir?” diye düşünmek? Yani tefekkür… İşte Yaratanı unutmaktır asıl insanı yalnız koyan. İnsan Rabbini daha çok tanıdıkça, fark edecek ki O hep yanındaydı zaten. Ve daha çok sevecek. İnsan Rabbini daha çok sevdikçe, anlayacak ki; gelinen yer yok O’ndan başka, gidilen yer yok O’ndan başka… Ve daha çok korkacak. İnsan Rabbinden daha çok korktukça işte o zaman uyanacak ve idrak edecek; yalnızlık, yalnızlık neydi? Neydi şu yalnızlık?... Feyza Çelik

umman


ŞŞŞŞTTTT Seyirci Yorucu ve keyifli bir günün ardından dershanenin görünmez kahramanları yine baş başa kalmışlardı. Günlerden cuma olduğu için tüm gün sınıflarda sınav olmuştu. Sınav sırasında öğrencilerden çıt çıkmadığı için tüm sınıflar uykuya dalmıştı adeta. Akşam olduğunda sınıf sıraları, bütün gün ağırladıkları çocukların, üzerinde bırakmış olduğu yorgunluğu atabilmek için tatlı tatlı gerinmeye başlamışlardı. Kapılar, tahtalar, dolaplar, kürsüler ve masalarda çok farklı bir durumda değillerdi. İlk uyanan B sınıfının kapısı oldu. Ne olduğunu anlayamadan uykusunda hızlıca eşiğe çarpmıştı. Uykusundan bir sarsıntıyla uyanmış olmanın verdiği şokla sıkı bir çığlık attı. Çıkardığı gürültünün ardından diğerleri de huzursuz bir şekilde uyanmışlardı.”Özür dilerim hepinizden. İsteyerek olmadı.” diyebildi sadece. Sınıf tahtası sinirden simsiyah olmuştu.”Bu ne düşüncesizlik kardeşim! Az kalsın yere çakılacaktım.”Sınıf kapısı utancından ne cevap verebildi, ne de tahtanın yüzüne bakabildi. Ağladı ağlayacaktı. Yan sınıfın kapısı hemen imdadına yetişti.”Ne var üzerine bu kadar gidecek? Yazık, kendisi de ne kadar korktu görmüyor musun? Belli ki menteşeleri gevşemiş, istemeden çarpmış.”Bu sözler üzerine tahta hiç bir şey diyemedi. Genç kapı kendisini koruyan komşusuna teşekkür etti sessizce. Tecrübeli komşu bir tavsiyede bulundu: “Yarın sınıf temizlenirken gıcırdaman lazım, yoksa derdinden anlayan olmaz. Bu kadar sessizlik iyi değildir.” Kürsü gerginliğe hiç dayanamazdı Hemen konuyu değiştirmek istedi.”Tamam uzatmayalım arkadaşlar. Hepimiz kardeşiz bu öfke ne diye?” Kürsü eğlenceye

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Tuba DEMİRCİ

dair ne varsa takip ederdi. Müzik, sinema, televizyon... Hepsi ondan sorulurdu. Konuşmasının içinde ya bir dize ya da şarkı sözü geçerdi muhakkak. Arkadaşlarının canı sıkıldığı zaman, onları neşelendirmek için çocuklardan duyduğu dizelerin özetini ya da film konularını anlatırdı.”Dün televizyonda ne varmış biliyor musunuz?”diye sordu. Dolap atıldı söze “Hani şu mafyalı dizi mi? Geçen bölümde 3 adam öldürülmüştü...” Kürsü biraz daha merak etmelerini istiyordu:”Hayırrrrr! Bilemedin. Başka tahmini olan var mı? Bu kez pano tahmin yürüttü: ”Buldum galiba! Sevdiği adamla kaçtığı için ailesi tarafından reddedilen kızın dizisi mi?” Kürsü tahmin edemeyeceklerini biliyordu. Çünkü dün akşam Büşra o programı ilk defa izlemiş ve arkadaşlarına anlatırken duymuştu.”Peki tamam bilemeyeceksiniz anlaşılan! Bir kere dizi değil arkadaşlar, program. Bazı insanlar varmış ünlü olmak isteyen. Onları aynı eve koyuyor ve her yere kamera yerleştiriyorlarmış. İzleyip beğendiğine oy veriyormuşsun. Birinci olan para armağanı kazanıyormuş. Nasıl eğlenceli, değil mi?” Seminer salonundaki koltuklardan biri kendini tutamayıp: ”Yeter ama kürsü! Ne zaman faydalı şeyler ilgini çekecek senin? Bilinçli bir izleyici olmayan çocuklar için üzüleceğin yerde en az onlar kadar zevk alıyorsun bu tarz programlardan! Hem geçen gün rehber öğretmen Kılavuz Hanım çocuklara bir seminer verdi. Her şeyin bir ölçüsü olmasının gerektiği gibi TV izlemenin de bir niteliği ve niceliği olmalıymış.”Kürsü seminer salonundaki koltukları pek sevmezdi; ne zaman bir seminer verilse

42


hemen havaya girip bilgiçlik taslıyorlar diye. “Biraz anlayacağımız bir dilden konuşursan iyi olur. Kılavuz Hanım'ın dediklerini papağan gibi tekrarlamana gerek yok! ”Öğretmenler odasındaki masa, seminer salonundaki koltuğu destekleyerek kürsüye açıklamalarda bulundu.”Yani demek istiyor ki: belli bir zaman diliminde ve seçici davranarak televizyon izlemeli insan. Çöp öğütücü gibi karşısına geçip sırada ne varsa tüm programlarla zihnini yormamalı. Hem bu çocuklar sınava girecek okul dersleri de cabası. ”Sınıfın en arkasındaki sıra söz aldı: ”Biliyor musun kürsü; Ömer ve Mustafa bu sınavdan yine kötü sonuç alacaklar! Bu haftayı da TV karşısında geçirmişler. Mustafa'nın ders çalışmaya vakti kalmıyormuş. Çünkü her gün TV'deki programların çoğunu izliyormuş. Ömer de televizyon karşısında çalıştığı için öğrendiklerini hemen unutuyormuş. Buna ne diyeceksin?” Kürsü arkadaşlarına küsmüştü. Yüzünü camdan dışarı çevirdi. Tek bir kelime bile etmiyordu. Koridordaki pano kürsünün gönlünü almak istiyordu. Arkadaşları haklıydı ama, üzerine fazla gidilmişti. ”Kürsü, hatırlıyor musun aramızda bir bilgi yarışması yapmıştık?” Kürsü cevap verecek gibi yaptı ama kendini naza çekiyordu. Pano, kimseyle küs kalamayan arkadaşının, konuşmadan duramadığını da biliyordu. ”Hani bizim grup birinci olmuştu.” Kürsü hemen söze atıldı. ”Hiç te

bile! Açık ara farkla biz birinci olmuştuk.” Pano amacına ulaşmıştı. Kürsü artık kendisiyle konuşuyordu. ”Evet, şaka yaptım sadece. Elbette siz birinci oldunuz. Peki kimin sayesinde?” Kürsü hiç duraksamadan cevap verdi: ”Tuba'yla, Betül sayesinde. Çünkü o dönem belgeselleri, haberleri hiç kaçırmamışlardı: teneffüslerdeki sohbetlerinden epeyce bilgi edinmiştim ben de.” Pano konuyu tatlıya bağlamak için: ”Sen de biliyorsun ki hayat seçimlerden ibarettir. Tuğba ve Betül kültürlü ve başarılı olmak istiyorlar. Mustafa ve Ömer de onlar gibiler ama henüz bunun farkında değiller. Okudukları dergilerden bile bunu anlayabilirsin. Bu çocuklar şimdi seçici olmayı öğrenemezlerse, gelecekteki işleri çok zor.” Kürsü arkadaşlarına hak vermişti. Ama bunu dile getirmek istemiyordu. ”İyi ki sadece bir kürsüyüm. İnsan olabilmek zor imiş!” demekle yetindi. Kürsünün son sözü üzerinde herkesi bir düşünce aldı. Gerçekten insan olmak zor muydu? Tahta da öyle düşünüyordu; okul, dershane, sınav derken lise, dershane, sınav, üniversite... Sonra iş bulmak için yarış. “Ne zor bu çocukların hali” diye düşündü. İyi ki kendi halinde bir tahtaydı. Tek zorluğu tebeşir tozunu yutmamaya çalışmaktı. Ha! Bir de matematik öğretmeni Sinüs Hanım yazı yazarken tebeşirin çıkardığı ses kulakları tırmalıyordu o kadar... Kendi kendine gülümsedi... Sonra da derin bir uykuya daldı.

Aziz İstanbul İstanbul… Şehirlerin sultanı, aslında ne kadar ağır bir kelime ne söylenir ki bu muhteşem güzelliğe… Bazen en güzel köşende gözlerimiz sonsuz maviliğine daldı, kaybolduk. Kimi zaman o eşsiz manzaralarını ölümsüzleştirdik sahte tebessümlerimiz eşliğinde, yeri geldi maşallahlar üfledik sonsuz güzelliğine… Hayranlık uyandıran güzelliğin bazen bir aşığın şiirlerine özne bazen bir günahkârın günâhına örtü oldu. Aslında umut sendin, hep dediler İstanbul’un taşı toprağı altın diye… Onlar haklı mıydı bilmem ama sen de boğazını, kuleni, denizini altın renginde sermişsin yolumuza. Peygamber örtüsü ile korudun kendini günahtan. Asırlardır medeniyetlerin hatta dünyanın merkezi oldun. Taşınla, toprağınla buram buram aşk, tarih koktun. Sevdâlıların yâri oldun. Ezanlarınla kalpleri coşturdun. Hiçbir kötülüğünü görmesek bile ağladık, haykırdık hasretinle ve 43

sonra küçük bir mucizeyle tekrar bağlandık destansı hikâyene… En çok neyini sevdim biliyor musun? Kalbine bir bir saplanırken günahlar, minarelerinin göğe doğru el açıp tövbe edişini. Ne olursa olsun affedildiğini hissetmeni. Ve herkesi her şeyiyle kabul etmeni… İşte bu yüzden; Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyâr Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyâr… Her gün yeniden keşfe çıksak seni, kim bilir daha nelere şahit oluruz. Acaba her gün görür müyüz yeniden fethedildiğini, ya da yine duyar mıyız Topkapı Sarayında Fatih’in sesini. Yeditepe üstünde, her sabah yeniden doğup şahadet getirir minareler, Ve şâirin deyişiyle “Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer…” Afra Nur Yılmaz

umman


Çocuk yaşadığını öğrenir Eğer bir çocuk sürekli eleştirilirse kınama ve ayıplamayı öğrenir. Eğer bir çocuk kin ortamında büyütülmüşse kavga etmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk alay edilip aşağılanmışsa sıkılıp utanmayı öğrenir. Eğer bir çocuk devamlı utanç duygusuyla eğitilmişse kendini suçlamayı öğrenir. Eğer bir çocuk hoşgörüyle yetiştirilmişsen sabırlı olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk desteklendirilip yüreklendirilmişse kendine güven duymayı öğrenir. Eğer bir çocuk övülmüş ve beğenilmişse takdir etmeyi öğrenir Eğer bir çocuk haklarına saygı gösterilip büyütülmüşse adil olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk güven ortamında yetiştirilmişse inançlı olmayı öğrenir. Eğer bir çocuk kabul ve onay görmüşse kendini sevmeyi öğrenir. Eğer bir çocuk ailede dostluk görmüşse bu dünyada mutlu olmayı öğrenir. Büşra YILDIZ

Bahçe

Zengin bir iş adamının bahçesinde, yan yana dikilmiş iki limon ağacı vardı. Mayıs ayı sonlarında açan limon çiçekleri, bütün bahçenin havasını bir anda değiştirir ve apartmanda hapsedilmiş insanlara baharın geldiğini müjdelerdi. Ancak limon ağaçlarından biri, diğerinden cılız ve şekilsizdi. Bu yüzden büyük ağaç her fırsatta onu küçümser ve tepeden bakardı. Ev sahibi de küçük boylu limon ağacından ümidi kesmiş görünüyordu. Ona göre ağaç, bu gidişle kuruyup ölecekti. Bu yüzden de onu fazla sulamaz ve bakımını yapmayı pek sevmezdi. Günün birinde esen sert bir poyraz, karlı dağların yamaçlarındaki bir gurup çiçek tohumunu iş adamının bahçesine uçurdu. Fakat bahçenin her tarafı parsellenmiş, sadece limon ağaçlarının altında yer kalmıştı. Bir an önce filizlenmek zorunda olan tohumlar, limon ağaçlarının yanına gelerek onların altında yeşermek için izin istedi. Büyük ağaç, iyice kasılarak: -Böyle bir şey asla mümkün olamaz, diye atıldı. Bizler kuru kalmayı pek sevmeyiz. Eğer dibimde çoğalırsanız, suyumu emip beni kurutursunuz. Aslında büyük ağacın çekindiği başka bir şey daha vardı. Çiçekler rengârenk açtıklarında, limon ağacının sarıya çalan beyaz çiçekleri sönük kalacak ve bahçe sahibinin gözündeki değeri azalabilecekti. Oysa ki ağacın, kendinden güzel olanlara hiç mi hiç tahammülü yoktu. Küçük ağaç, uzun boylu arkadaşının tohumlara verdiği cevabı beğenmemişti. Çünkü o, kendisine hayat verenin, o hayat için gerekli olan suyu da vereceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden, aklına bile gelmiyordu susuzluk. ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Tohumların teklifini kabul ederken: -Sizlerle birlikte olmak bana mutluluk verir, dedi. Böylelikle yalnızlık da çekmeyiz. Büyük ağaç bu işten hoşlanmamıştı. Fakat küçük olanı: -Güzel yaratılanlardan kimseye zarar gelmez, diye tekrarlıyordu. Güzellerden güzellikler doğar sadece. Küçük limon ağacının altında filizlenen tohumlar, birkaç hafta içinde cennet çiçekleri gibi açıp tüm bahçenin göz bebeği haline geldi. Bu arada ağaç, elinden geldiği kadar kendilerine yardımcı olmaya çalışıyor ve çiçeklerin sevdiği yarı güneşli ortamı sağlamak için, eski yapraklarını döküyordu. Çiçekler, kısa bir süre sonra mis gibi kokular yaymaya başladı. Bahçe sahibi o ana kadar hiç duymadığı bu kokunun nereden geldiğini araştırdığında, davetsiz misafirleri bularak hayrete düştü. Adam, rüyalarında görebildiği bu çiçeklerin güzelliğini devam ettirebilmek için sabahları artık daha erken kalkıyor ve onları en kaliteli gübrelerle besleyip bol bol suluyordu. Küçük limon ağacı, köklerinin en ince ayrıntılarına ulaşan bu suları çiçeklerle birlikte içiyor ve büyük bir hızla serpilip büyüyordu. Çiçekleri sevgiyle kucaklayan ağaç, ertesi bahara kalmadan o civarın en büyük ağacı haline geldi ve birbirinden güzel kelebeklerin ziyaret yeri oldu. Daha sonra da kendi çiçeklerini açarak bahçenin güzelliğine güzellik kattı. Şimdi küçük ve yalnız kalmış olan limon ağacı ise, komşusuna duyduğu kıskançlıkla için için kuruyordu. Zehra GÖKÇE 44


Bunları biliyor musunuz? En uzun süre uçan tavuk 13 saniye havada kalmıştır. El tırnakları ayak tırnaklarına oranla 4 kat daha hızlı uzarlar. Yılda ortalama 10 milyon kez göz kırparız. Yarasalar bir mağaraya girdiklerinde önce sola dönerler. Ortalama bir insan günde 13 kez güler. Kalbimiz günde ortalama 100.000 kez çarpar. Thomas Edison karanlıktan korkardı. Bir fare, susuzluğa bir deveden daha fazla dayanabilir. Boğalar renk körüdür. Kirpiler suda batmaz. İtalyan bayrağını Napoleon Bonaparte tasarlamıştır. İstakozların kanı mavi renktedir. Timsahlar daha derine batabilmek için tas yutarlar. Kalınlığı ve büyüklüğü ne olursa olsun hiçbir kağıt parçası 7 kereden fazla katlanamaz. Bir köpekbalığı 100 milyon damla deniz suyu içindeki bir damla kani hissedebilir. Her insanin dilinin izi de parmak izi gibi farklıdır. Her gün doğan çocukların ortalama 12'si yanlış anne babaya verilmektedir. Kağıt para sanıldığı gibi kağıttan değil pamuktan yapılır. Çikolatanın köpekleri öldürdüğü doğrudur. Onların kalbine ve sinir sistemine zarar verir. Yarım kilo kadar çikolata küçük bir köpeği öldürebilir. Ketçap 1830'lu yıllarda ilaç olarak satılırdı. Bir karınca ağırlığının 50 katı ağırlığı kaldırabilir, 30 katı ağırlığı çekebilir ve zehirlendiğinde her zaman sağ tarafına doğru düşer. Sıçrayamayan (zıplayamayan) tek hayvan fildir. Devekuşunun gözü beyninden daha büyüktür. Deniz yıldızının beyni yoktur. Ayı inlerinin girişleri her zaman kuzeye bakar. Bukalemunların dilleri, vücutlarından iki kat daha uzundur. Kereviz yerken harcanan kalori, kerevizin içindeki kaloriden daha fazladır. Meşe ağaçları elli yaşına gelmeden meşe palamudu üretemezler. İnsan elinde, en yavaş uzayan tırnak baş parmağınki, en hızlı uzayan tırnak ise orta parmağınkidir. Hawaii alfabesinde sadece 12 harf bulunmaktadır. Güney Kore başkenti Seul, Kore dilinde "başkent" anlamına gelmektedir. Kanada, Kızılderili dilinde "büyük köy" anlamına gelmektedir. Ortalama bir erkek, hayatının 3350 saatini tıraş olmak için harcar. Geçen 3500 yılın, sadece 230 yılı barış içinde yaşanmıştır.

Ömer Faruk Özcan 45

umman


Kitaplar arasında TÜRK EDEBİYATI'NDA SAKARYA Engin YILMAZ 2007 Son yıllarda oldukça ön plana çıkan 'Şehir ve Edebiyat İlişkisi " kavramından yola çıkılarak Sakarya'nın edebiyatımızda arz ettiği önemi anlatan bir kitap bu... Gerek Sakaryalı şâir/yazarlarının hayatları gerekse buralı olmasa bile dizelerinde/satırlarında Sakarya'yı hisseden ve yaşatan edebiyatçıları görüyoruz bu kitabın içerisinde. Sonuç olarak Sakarya 'nın edebiyatımıza kattığı değeri anlatmaya sayfaların bile yetersiz kaldığını ise kitabı bitirdiğimizde anlıyoruz... SAKARYA'NIN YEMEK KÜLTÜRÜ Ali AKTAŞ 2008 Yazarın "Yedi Renk Yedi İklim; Sakarya"(İl yıllığı) kitabında yer alan 'Sakarya Mutfağı; Üç Kıtanın Damak Zevki' adlı makalesinden yola çıkarak yazdığı bu kitap içerisinde farklı kimliklerin kültürleri birleştirerek oluşturulmuş ,tam 339 yemek ve tatlı adı ile on yedisinin tam tarifi bulunmaktadır.Fakat yalnızca bu bilgilerle sınırlı kalmayarak ;mutfak sözlüğünden tutun da kültürel toplulukların ortak özelliklerini yansıtan yiyecek ve içeceklerinden dahi örnekler sunmaktadır .Üstelik bu kitabı okuduğunuzda Sakarya da yaşayan tüm toplumlardan , farklı esintilerle meydana gelen 'yöre' mutfağımızın zenginliğini fark edeceksiniz.

SAİT FAİK ADAPAZARI HİKÂYELERİ 1906 yılında Sakarya da doğan Sait Faik, o günlerde başlayan memleket sevdasını hiç yitirmedi Öyleki Modern Türk Hikayeciliğinin öncülüğünü yapan eserlerinde bile unutmadı Adapazarı'nı, Adapazarlılığını ... İşte bahsedilen hikâyelerden oluşan bu örnek kitap bize tam da bu noktayı işaret etmektedir.

SAİT FAİK 'İN SAKARYASI Engin YILMAZ 2006 Çocukluğunu yeniden yaşamayı çok arzu eden bir yazar için en önemli husus; sanırım çocukluğunun geçtiği yerlere verdiği ehemmiyettir. İşte böyle biriydi Sait Faik ...Bu sebepten dolayıdır ki memleketiyle eserlerini hep özdeştirdi..Bir anlamda bu noktayı vurgulamak isteyen kitabımızda Sait Faik'in hayatından , eserlerinden ve Sakarya'sından bahseden derin anlatımlar bulacaksınız.

SAKARYA ŞÂİRLERİ Fahri TUNA Mart 2008 Sakarya 'nın bağrından kopmuş, topluma çok şey katan, bu şehrin şair evlatlarının anlatıldığı bir kitap... Kitabın içerisinde öncelikle hayatta olmayan şairlerin daha sonra ise yaşayan ve kitapları çıkmış şairlerimizin kısa hayat hikâyeleriyle beraber şiirleri de koyularak tanıtılmıştır. "Boşa akmaman için gönlüme bağlıyorum Hasretinle Sakarya'm, ağlıyor, ağlıyorum ..." ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

46


KİTAP ELEŞTİRİSİ

ELİF ŞAFAK'IN AŞK'I Kevser TÜRKYILMAZ AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde. Ya da dışındasındır. Pinhan, Şehrin Aynaları, Mahrem, Med-Cezir, Bit Palas, Baba ve Piç ve otobiyografik kitabı Siyah Süt ile tanınan tasavvufla ilgilendiği bilinen Elif Şafak Aşk romanına böyle bir yazıyla başlamış. Aşk deyince çoğumuzun aklına günlük hayatta yaşadığımız türden bir aşk gelebilir. Fakat kitap bu aşkla sınırlı kalmayıp manevi aşkı da anlatmış. Kitap Boston’da ailevi sorunlar yaşayan, eşine duyduğu nefretle, aşka ve romantizme inanmayan 40 yaşlarında Yahudi Ella’nın eşinin yardımıyla bir yayınevinde edebiyat editörünün asistanı olup patronu tarafından Aşk Şeriati adlı bir kitabın raporunu çıkartmakla görevlendirilmesiyle başlıyor. Şafak Ella ile öyle güzel bir tip yaratmış ki, romanı okurken bölümlere ayrılan başlıklarda hep onun adını görmek istiyor insan. Bu da iç içe geçmiş hikâyenin başarısını gösteriyor. Ella Aşk Şeriati ile ilk başta ilgilenmese de daha sonra kitap çok ilgisini çekiyor ve kitabın yazarı Aziz Z. Zahara ile birlikte Ella tarafından atılan bir mail ile yazışmaya başlıyorlar. Aşk Şeriati ise roman içinde roman olmasına rağmen güzel kurgulanmış. Burada ise 1200’lü yıllarda Şems-i Tebrizi eli Mevlânâ Celâleddin Rumi arasındaki dostâni aşktan bahsediyor. Bir yandan bu aşk anlatılırken 40 kuraldan bahsedilmiş. Bu kırk kural aşktan, sevgiden ve iyiye dair her şeyden öğüt veriyor. Roman çoğumuzun yaşadığı ikilemleri, kibri, öfkeyi yenmenin yollarını anlatıyor. Romanda hem 13. hem de 21. yüzyılın ortamının yansıtıldığını ele alırsak, dili hikâyenin seyrettiği ortama göre zaman zaman aykırı düşse de romanın insanı içine alıveren duygusal ortam ve sürükleyici kurgusu, Türk romanında son yıllarda özlemini çektiğimiz kalitede. Zengin ve bir o kadar da yalın dil okurun bir sonraki roman için beklenti çıtasını arttırıyor. Fakat bu kadar dikkatli bir yazarın tasavvufu bu kadar yüzeysel geçmesi beni şaşırttı. Tasavvufa biraz daha derinlemesine girmesini beklerdim. Pratik olarak yaşamın içinden örnekler ve hikâyelerle şeriat ve hakikat yolu arasındaki ayrım açıkça belirtilmiş. Okurların içinde var olan mistisizmi uyandırmak, araştırılacak ve öğrenilecek bir şey sunmak ayrı bir lezzet katabilirdi kitaba. Aşk Şeraitinin, hatta tüm romanın anlatıldığı teknik “Benim Adım Kırmızı” da Orhan

47

Pamuk’un kullandığı her bölümün anlatıcısının farklı olması tekniğiyle aynı. Yazar bu sayede herkesin içine girmiş, iç tahlilini yapmış ve romanın sürekliliğini sağlayan bitmek bilmeyen olayların herkes tarafından nasıl düşünüldüğünü rahatça anlatabilmiş. Kitabın içeriğine baktığımızda insan kendini eski dönemlerin Anadolu’sunda buluyor ama düşünmeden de edemiyor: Şems ile Mevlâna bu kadar dünyevi olay yaşayıp bu kadar ufak mevzulara takıldılar mı diye? Kendi şeyhi hakkında “uyuşuk” tabirini kullanan bir derviş, flashback olmadığı halde tarihlendirilmedeki hatalar ve bazı sözcüklerin ısrarla yanlış yazılması okuyucuda bazı soru işaretleri uyandırmıyor değil. Bir tarafta Newyork’lu mutsuz yavaş yavaş yorulduğunu ve yaşlandığını hisseden aşkı kaybetmiş bir kadın. Öte yandan Avustralya'da yaşayan modern bir sufi. Bir taraftan da 8 asır öncesinin Konya’sı. Bir farklı unsurları bir araya getiren tek bağ ise aşk… Elif Şafak kendisine yöneltilen tasavvufla ilgili bir soru da söyle diyor: “Benim tasavvufa ilgim bu romanla başlamadı. Tasavvuf merakımın kökleri 14-15 sene öncesine uzanıyor. İlk zamanlarda ilgim daha entelektüel bir merak vesilesiyle idi. Tezimi Bektâşi ve Mevlevi felsefesi üzerine yazmıştım. Ancak tasavvuf romanlarımda hep bir alt akıntı olarak vardı. Ama bu sefer ana damar oldu. Ben bu romanda yüreğimi açtım okurlara. Mevlânâ’nın bende çok izi var ama bana Mevlana’yı sevdiren kişi Şems’tir. Ben onu ilk defa Şems’in aynasında gördüm ve öyle sevdim.” Elif Şafak Aşk’ın yazılış biçimi ve nedenine dair ipuçlarını ise söyle veriyor: “Benim romanlarım çok odalı, çok kapılı saraylar gibi. Kimi okur bir kapıdan girer, kimi ötekinden. Her okur her odayı sevmez, göremez. Farklılıkları buluşturan hikâyeler anlatmayı seviyorum.” Kitabın sonunda Ella eşini ve çocuklarını terk edip kanser olduğunu son anda öğrendiği Aziz ile hiç tereddüt etmeden Aziz’in yarım kalan dünya turunu beraber tamamlıyorlar. Son durakları Konya oluyor. Aziz burada son nefesini veriyor ve Mevlâna’nın düğün gecesi gibi bir törenle, yas yerine neşe, düğün alayı gibi bir cenaze ile defnediliyor. Ella sonra bir başına kalıyor ama hiç pişmanlık duymuyor. Çünkü; aklına kırkıncı kural geliyor. 40.Kural: Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım mecazi mi, yoksa dünyevi, semavi yada cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşkın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk… ya tam ortasındasındır, merkezinde. Ya da tam dışındasındır, hasretinde… Şems’in diliyle:”Dünyayı sular seller götürse bundan ördeğe ne? Aşkı bil, onda yüz.” Aşkı bilmek ve Aşk’ta yüzmek isteyen herkese …

umman


Haber

ı

Bir yarışmada Yedi derece...

Bahara Turnuvalarla Giriş...

İstiklal Marşı’nın kabul yıldönümü münasebetiyle düzenlenen "Milli Mücadele ve Mehmet Âkif" konulu kompozisyon ve şiir yarışmasında 7 derece birden aldık. Arkadaşımız Kevser Türkyılmaz kompozisyon dalında il birincisi olurken, Abdülhamit İnce şiir dalında ikinci oldu.

Okulumuz son günlerde hareketli günler yaşıyor. Erkekler arası futbol turnuvası ve kızlar arası voleybol turnuvası hem öğrenciler hem öğretmenler arasında büyük ilgi görüyor. Hâlen devam etmekte olan turnuvaların bunlarla sınırlı kalmaması bekleniyor.

Gazze'ye Destek Programı...

Bu Sefer de Biz Ödüllendirildik...

Gönüllü arkadaşlarımızın bayan öğretmenlerimiz desteğiyle hazırladıkları Gazze’ye destek programı büyük ilgi gördü. Sunum odasında gerçekleştirilen programda arkadaşlarımız okudukları yazılar ve şiirlerle velilerimize duygulu anlar yaşattı.

Okul Müdürlüğümüz çok zarif bir davranış örneği göstererek Umman Dergimize yazı ve şiirleriyle katkıda bulunan arkadaşlarımızı ödüllendirdi. Bu zarif davranıştan ve ödüllerin seçiminde teknolojik ihtiyaçların düşünülmesinden dolayı dergimiz adına okul idaremize teşekkür ederiz.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

48


Haber

ı

Kız Öğrenciler Mescidinde Yenilik

Mesleki Yarışmalarda Zirvedeyiz...

Arkadaşlarımızın ve bayan öğretmenlerimizin düzenledikleri kermesler sonucu elde edilen gelirle yenilenen kız öğrenciler mescidinin açılışı arkadaşlarımızın, öğretmenlerimizin ve müdürümüzün katılımıyla gerçekleşti. Daha kullanışlı ve cazip hale gelen mescidimiz, Selami Hocamızın içten duası ve kurdele kesme töreniyle açıldı.

Akyazı’da, belediye salonunda düzenlenen mesleki yarışmadan arkadaşlarımız derecelerle döndü. Ezanı güzel okuma kategorisinde Resul Caner birinci, Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma kategorisinde Mustafa Atalar birinci ve hafızlık kategorisinde Süleyman Baş ikinci oldu. Arkadaşlarımıza ödülleri 10 Nisan Cuma günü yapılan törenle okulumuzda verildi.

Bartın'dan Derece ile Döndük...

Hadis Yarışması Yaptık...

6. Bölge Kur’an-ı Kerim-i Güzel Okuma Yarışması 26 Nisan 2009 Pazar günü Bartın’da yapıldı.Yarışmada Sakarya ilini temsilen okulumuz İ.11/C sınıfından Mustafa Atalar arkadaşımız 3.lüğü alarak bizleri sevindirdi.

Okulumuz Mesleki Tatbikat Kulübü tarafından düzenlenen 2009 yılı Hadis Yarışması 17 Nisan 2009 Cuma günü Sunum salonumuzda gerçekleştirildi.Yarışma sonunda 1. olan İ 11/A sınıfından Zehra Gökçe , 2.liği paylaşan A 9/A sınıfından Sevde Özel ve Nesibe Emanet’le 3. olan A 12/A sınıfından Tuğba Yıldırım arkadaşlarımız çeşitli hediyelerle ödüllendirildi.

49

umman


Haber

ı

Mesleki Bilgilendirme Semineri

Coğrafya Bilgi Yarışması

Okulumuz bugünlerde öğrencileri bilgilendirme maksatlı seminerlere mekân oluyor. En son Sağlık-Temizlik ve Yeşilay Kulübü’nün düzenlediği Sakarya Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nursen Çınar’ın konuşmacı olarak katıldığı Gençliğin Sağlığını Koruma ve Geliştirme Semineri’ne ev sahipliği yaptı. Aralık ayında da Sakarya Emniyet Müdürlüğü’nün İl Milli Eğitim Müdürlüğü’yle ortaklaşa gerçekleştirdiği madde bağımlılığı konulu öğrencilerin yoğun katılımının olduğu bir seminer gerçekleştirilmişti.

Okulumuz coğrafya öğretmeni Hatice Kara’nın tertip ettiği, okulumuzun A 12/B, A 12/ C ve A 12/D sınıflarının katılımıyla gerçekleşen bilgi yarışmasının galibi Seda Mutlu, Beyza Yılmaz ve Havva Çilenay Yiğit’in temsil ettiği A 12/B sınıfı oldu. Program okul Müdürümüz Kadir Gezer ve İlçe Milli Eğitim Müdürümüz Ziya Cevherli’nin de katıldıkları ve konuşma yaptıkları ödül töreni ile sona erdi.

Kutlu Doğum Programı Büyük Beğeni Topladı...

Müftümüzden Kutlu Doğum Ziyareti...

Peygamber Efendimiz’in dünyayı teşriflerinin 1438. yıl dönümü münasebetiyle okulumuz Tiyatro Kulübü tarafından tertip edilen Kutlu Doğum Programı büyük ilgi gördü. İlahiler, şiirler, tiyatro gösterileriyle dolu program İlahiyat Fakültesi Salonunu hınca hınç dolduran davetlilere coşkulu ve duygulu anlar yaşattı.

Adapazarı Müftüsü Sayın S. Emin ARVAS Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle okulumuzu ziyaret etti. Öğrenci ve öğretmenlerimizle görüşen müftümüz çeşitli hediyeler verdi. Okul müdürümüzden okulumuzla ilgili bilgiler aldı.

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

50


Haber

Prof.Dr. Musa YILDIZ Okulumuzdaydı... Ziyaretler ve faaliyetler açısından çok yoğun günler geçiren okulumuzun misafirleri arasında Gazi Üniversitesi, Gazi Eğitim Fakültesi, Arapça Öğretmenliği Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Musa YILDIZ’ da yer aldı. Okulumuz Arapça Zümre Öğretmenlerinin girişimleriyle 15 Nisan 2009 Çarşamba günü gerçekleştirilen bir etkinlikle Prof. YILDIZ, öğrencilerimize yönelik Mesleki Bilgilendirme Semineri verdi.

Adımız Değişti... Okulumuzun tabelası MEB Tabela Yönetmeliği çerçevesinde yenilendi. Sarı zemin üzerine siyah renkli yazı ile ‘SAKARYAADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ’ yazılı olan ve sol tarafında MEB logosu bulunan tabela okulumuzun geniş bahçesine bakan girişine asıldı.

51

ı

Şehitlerimizi Minnetle Andık... Başlarına kına yaktılar Vatana kurban oldular Allah Allah diyerek Yaradana koştular Çünkü; onlar; Ölümsüz Kahramanlar... Okulumuz Kültür-Edebiyat Kulübü tarafından düzenlenen bir programla 18 Mart günü en güzel bir şekilde andık şehitlerimizi. Bir kez daha okulumuz şehitlerine ve millî değerlerine verdiği özeni ortaya koydu. Çanakkale haftası için şiirler, konuşmalar, milli marşımızın kazanılması ve bağımsızlığımızın korunması için yapılan savaşta en güzel mücadeleyi verip bayrağına sahip çıkan şehitlerimizin ardından gururla İstiklâl Marşımızı canlı ve gür bir şekilde okuduk. Şehitlerimize olan minnet duygularımızı dile getirdik.

“Ahlâk olmayan yerde kanun bir şey yapamaz…” NAPOLEON

umman


Afra Nur YILMAZ

Sizden iyi olmasın bir arkadaşım vardı.

O elinizdeki tek kaldı başka yok.

Kuru ekmek yeter bana yeter ki huzurum yerinde olsun.

Ben de tam seni arayacaktım.

Aradım… Çaldı çaldı açan olmadı. Bu konuda elimizden geleni yapıyoruz. Kalsaydınız, bir şeyler yerdik. Vallahi sarıda geçtim memur bey. Kazanmak önemli değil mühim olan yarışmaya katılmaktı. Şu an 70 milyon bizi izliyor. Bu son sigaram. Seni düşünmekten bütün gece gözüme uyku girmedi. İki saat kapıda bekledim açan olmadı. Sen bir de beni gençliğimde görecektin.

Bir şey olmaz. Bizi davet ettiler ama gitmedik. Valla bu size çok yakıştı. Senin annen bir melekti yavrum. Bana yan bakan daha anasının karnından doğmadı. Evi boşaltın, Almanya’dan oğlum geliyor. İki gözüm önüme aksın ki. Kilolarımla barışığım, ben böyle mutluyum. Bu sene ÖSS soruları çok basitti, keşke sınava girseydim. Hatırası var bunu sana veremem.

Ağlamıyorum gözüme bir şey kaçtı.

Arkasından değil, burada olsa yüzüne de söylerim.

Yemezsen arkandan ağlar.

Her bedene uyar bu.

Seni leylekler getirdi yavrum.

Senin eline kimse su dökemez.

Akşama erken geleceğim

Benim için önemli olan ruh güzelliği.

Bu aldığım en güzel hediye.

Bir arkadaşa bakıp çıkacağım, istersen kimlik bırakayım.

Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için. Ben almayayım, rejimdeyim. İşim bitsin seni ararım. İhraç fazlası bunlar. ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

Belki biraz sıktı ama hiç merak etmeyin, kullandıkça açılır. Onun için bir şeyler yapmayı çok isterdim ama maalesef elimden bir şey gelmez.

52


Zehra GÖKÇE

Mühendisler

Zekâ Testi SORU 1) Bir çocuk eşit adımlarla ilk önce 19 adım ileri daha sonra 21 adım geriye yürümektedir. Bu şekilde toplam 380 adım atarsa bulunduğu noktadan kaç adım uzaklaşır? SORU 2) Bir anket şu sonuçları verdi; İnsanların % 70 i baharı sever. İnsanların % 25 i baharı sevmediği gibi kuş ları da sevmez. İnsanların % 5 inin fikri neydi acaba? SORU 3) Bir trenin üç vagonunda toplam 90 yolcu vardı. Eğer birinci vagondan ikinci vagona 12 yolcu geçip, ikinci vagondan üçüncü vagona 9 yolcu geçerse, vagonlardaki yolcuların sayıları eşit oluyor. Başlangıçta her bir vagonda kaç yolcu vardı? SORU 4) Aslı’nın ilginç bir telefon numarası var. 7 rakamlı olan bu numaranın son 4 rakamı blok halinde alınıp başa getirilince oluşan sayı, orijinal sayının iki katından bir fazla oluyor. Telefon numarasını bulunuz.

Bilmeceler Soru sormadığı halde cevap isteyen şey nedir?

Çalan telefon.

Uzun zaman yazdığımızda ağırlaşan kalem hangi kalemdir?

Kurşun kalem.

Şaşı olduğunuzu nasıl anlarsınız?

Kendinle göz göze gelebiliyorsan şaşısın demektir.

Yaşlandığınızı nasıl anlarsınız?

Pasta, mumlardan daha ucuza mal olduğunda.

Siyah kedi tarafından takip edilmeniz ne zaman uğursuzluktur? 53

Makine, elektrik ve bilgisayar mühendisi üç arkadaş arabayla giderken araba bozulur. İlk olarak makineci der ki; “bu makine mühendisinin işi, bana bırakın.” Ama işi başaramaz, bırakır. Elektrik mühendisi elektrik sisteminde sorun olduğunu düşünür, kurcalar, işe yaramaz. Diğer ikisinin kendine baktığını gören ve sıranın geldiğini anlayan bilgisayar mühendisi: -‘‘Arkadaşlar, arabadan çıkıp tekrar girsek olur mu?’’der.

Tatil bitti Bir işadamı, oldukça yoğun ve yorucu geçen bir seneden sonra tatile çıkmaya karar verir. Eşi de kendisi gibi meşgul olduğu için birlikte tatil yapacakları bir dönem ayarlamak zor olur. İspanya kıyılarında bir otel bulur ve bulduğu ilk uçakla oraya gider. Otele yerleşirken bir aylık bir rezervasyon yaptırır. Bir hafta kadar güzelce tatil yaptıktan sonra, bir akşam yemeğinde garson kendisine bir mektup iletir. Mektubu okuyan işadamı, tatilini geçirdiği otelin yöneticisinin yanına gider. "Ne yazık ki tatil sona erdi..." Yönetici şaşırır ve üzülür. "Ama beyefendi, bir aylık rezervasyon yaptırmıştınız, ne oldu böyle aniden?" İşadamı çaresiz bakışlarla cevap verir: "Evet bir ay kalacağım, ama tatil bitti. Karım işinden izin almayı başarmış ve iki gün sonra burada olacakmış..."

Eğer fareyseniz.

umman


SOLDAN SAĞA 1. “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Fatih–Harbiye” romanlarının yazarı. 2. Agah Sırrı Levend’in bir romanı. Ziya Gökalp’in mektup türündeki eseri, “... Mektupları”. 3. Çoğul eki (tersten). Halit Ziya Uşaklıgil’in bir romanı. 4. Tanzimat sanatçısı, “Yusuf .. . Paşa” (tersten). 5. Rıfat Ilgaz’ın bir şiir kitabı. Bir yapım eki. 6. “... Türkleri Edebiyatı”. Sait Faik Abasıyanık’ın bir öyküsü “... Şekerli”. İşaret, belirti, alamet. 7. Refik Halit’in baş harfleri. Melih Cevdet Anday’ın bir romanı “... Sarayı”. Halk dilinde yemek 8. Temiz, pak, namus. İtmek fiilinin emir kipi hali. Coşkulu, içten, etkili tarzda yazılan şiirler. 9. Süleyman Nazif’in bir makalesi “... Çoban Çal” (tersten). Sezai Karakoç’un bir şiiri “...’nın Kitabı”. Son dönem sanatçılarımızdan, “... Güler” 10. Bir gösterme ünlemi. Eski dilde su. 11.Cumhuriyet dönemi yazarlarımızdan, “Refik Halit ...”. “... Fontaine Masalları”. Bir yazarın kendine veya yakın bir tanıdığına ait geçmiş olayları anlattığı yazı türü. 12. Ahmet Haşim’in en önemli sanatçısı olduğu 1909–1912 yıllarını kapsayan edebi dönem. Farsça bir olumsuzluk ön eki (tersten).

ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Necip Fazıl Kısakürek’in bir oyunu. W. Shakespeare’nin bir oyunu, “... Lear”. 2. “İkinci Yeniciler”in bir şâiri, “... Ayhan”. Abdülhak Hamit Tarhan’ın yazdığı ilk pastoral şiir. Bağışlanma, dileme. 3. Faruk Nafiz Çamlıbel’in bir romanı, “... Yağmuru”. Umar, deva. 4. Yaşar Kemal’in bir romanı, “... Gözlüm Seyreyle Salih”. “Hayriye, Hayrabat” adlı eser lerin sahibi, 17. yüzyıl Divan şâiri. Cenap Şehabettin’in bir gezi yazısı, “... Yolunda”. 5. Gülşehri’nin önemli bir didaktik eseri. 6. “İki Rahat El” adlı oyu nun baş harfleri. 7. Nabizade Nazım’ın bir öyküsü “... Güzel” 8. Eski dilde iş yapan, amel eden. Natüralizmin kurucusu sayılan “Germinal, Meyhane” adlı eserlerin sahibi ünlü Fransız sanatçısı, “Emile ...”. Atmak fiilinin emir kipi hali. 9. Orhan Asena’nın bir oyunu, “... Kız”.10. Sait Faik Abasıyanık’ın bir öyküsü, “... Dağda Var Bir Yılan”. İlk realist romanımız, “... Sevdası”. 11. Çağatay Türk edebiyatının en büyük şâiri, “Muhakemetü’l-Lügateyn” adlı eserin yazarı. Bir Farsça olumsuzluk ön eki. 12. Osmanlıca hakeme götürme. Halit Ziya Uşaklıgil’in bir öyküsü, “... Pençesi”.

54


TELEMARKET Telemarket İletişim

Mrk: Çark cad. No.69/C Adapazarı Tel: 0264 277 39 67 Faks: 279 45 05 Şube1: Atatürk Bulvarı No.30/B Adapazarı Şube2: Pasaj 2000 No.64 Adapazarı

Hendek Şb3: Başpınar Mah. Mustafa Kemal Paşa No.133 Tel: 0264 614 23 15 Hendek Sapanca Şb4: Rüstempaşa Mah. İzmit Cad. No.13 Tel: 0264 582 72 20 Sapanca

E-Posta: tele.market@süperonline.com

55

umman


ADAPAZARI ANADOLU İMAM-HATİP LİSESİ

56


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.