Mucize Ruh 10. Sayı Orhan Veli Kanık Edebiyat Kültür Sanat Dergisi

Page 1

. MUCIZE RUH NİSAN 2019 · SEZON 2 · SAYI 10

E D E B İ YAT KÜLTÜR S A N A T

E.Y .

Beni bu güzel havalar mahvetti,


MUCIZE RUH


1

yaşısinda!


|

e y e z i c u m n u h u r , k a r ı B ! n ı s ş a l bu Ruh e z i c u M


M U C I Z E R U H D E R G I

GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ TASARIM: EMİR YAPICI

KAPAK İLLÜSTRASYONU: EMİR YAPICI

FOTOĞRAF SORUMLUSU: GÖZDE KAYA

DÜZELTİ: ŞEYMA NUR YAPICI

Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. ©NİSAN 2019

KIMIZ BIZ? Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize hoş geldiniz. Burası sizin derginiz. Çünkü burada sizin ve diğer yazarların yazıları toplanıyor, okuyuculara hazırlanıyor. Böylece derginin hem okuyucusu hem de yazarı olmuş oluyorsunuz. Peki adımız neden Mucize Ruh? Her insanın birikmişleri vardır. Ve bu birikmişlikleri topladığı, belki köşe bucaklara sakladığı yazıları vardır. Bu yazılar oralarda bir yerde bir gün okunmayı bekler. Belki de okutulacak yer bulunamaz. Mucize Ruh, size yazılarınızın okutulmasını sağlayabileceğiniz bir dergi imkanı tanıyor. İşte bu yazılar gün yüzüne çıktığı zaman insanın ruhu büyük bir mucize ile birleşmiş oluyor. Ve biz buna Mucize Ruh diyoruz!


- İÇİNDEKİLER Orhan Veli Kanık Son Bir Nefes Emir Yapıcı

Eylül

Fatih Altınbeyaz

Bedbaht

Muhammet Baran Aslan

Albatros Kuşu Aynur Yılmaz

Bu Şehrin Yağmurları Tuğçe Masal Akyıldız

Hera’nın Sütü Cevher Talaykut

Limon Kokulu Kadınların Hikayesi: "Tamara'nın Çığlıkları"Tiyatro Serpil Kaya

Arayış

H. Nur Yiğit

Derleme Elif Atlı

(Fotoğraf)

Gözde Kaya

Feray Altan

"Özledim"e Dair Şehriban Zehir

Gemiler

Ahmet Güven

Kelebeğin Şarkısı Mazlum Tarhan

Sanrı

Berk Murat

İçimdeki Ses Samet Kurt

Katil

Ali Özgül

(Replik)

Benjamin button'un Tuhaf Hikayesi,2008

Çıkmaz Sokak Gökyüzü

(Söz)-(Fotoğraf)

Şükrü Erbaş-Gözde Kaya


BU ALANA

R E K VEREBİLİRSİNİZ LAM

İLETİŞİM: mucizeruhiletisim@gmail.com


ORHAN VELİ KANIK Emir Yapıcı

13 Nisan 1914’te ailesinin ilk çocuğu olarak dünyaya gözünün açtı Orhan Veli. Şimdi Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün bulunduğu, Anafartalar İlkokulu’nun ana sınıfla temel eğitiminde başladı. 1921 yılında Beşiktaş Akaretler İlkokulu’na yazıldı. Fakat daha sonradan Galatasaray Lisesi’nin ilk kısmına gönderildi ve dördüncü sınıfa kadar burada devam etti. Benim de mi düşüncelerim olacaktı, Ben de mi böyle uykusuz kalacaktım? Yıllar geçmişti. 1925 yılında Babası Cumhurbaşkanlığı Bando Şefliği’ne tayin edilince Ankara’ya göç ettiler. İlkokulun son sınıfını Ankara’da, Gazi Mustafa Kemal İlkokulu’nda okuduktan

7

sonra Orhan Veli, orta öğrenimi için yatılı olarak Ankara Erkek Lisesi’ne gitti. Edebiyata olan aşkı daha ilkokul çağında boy göstermişti. Edebiyata olan bu ilgisini, ilkokul öğretmeni Sedat Bey fark etti. Onu daima yazmaya teşvik ediyordu. Orhan Veli’nin çocukluk yıllarında yazdığı ilk öyküsü, “Çocuk Dünyası” isimli bir dergide yayımlandı. Ben ne zaman Öyle durup dururken Öyle damdan düşer gibi Açıp seni okumaya başlasam Anlıyorum ki, Bahar gelmiş Ankara’da geçen lise yıllarında Orhan Veli, Oktay Rıfat Horozcu ve Melih Cevdet Anday’la arka-


daşlık kurdu. Üç arkadaşın edebiyata olan ilgisi birbirleriyle daha samimi olmalarına yol açtı. Gün geçtikçe birbirleriyle bu edebiyat aşkını körükleyen üç arkadaş, kendi görüşlerini daha iyi ifade edebilmek için yazılarını ve şiirlerini Anakara Lisesi okul kooperatifinin finansörlüğünde çıkardıkları “Sesimiz” isimli dergide yayımlamaya başladılar. Üç genç şair, çıkardıkları bu dergide öğretmenleri arasında yer alan ünlü şair Ahmet Hamdi Tanpınar başta olmak üzere, Halil Vedat Fıratlı ve Yahya Saim Sinanoğlu‘nun büyük desteğini gördü. 1933 yılında bu okuldan mezun oldu ve İstanbul’a geri döndü. Yüksek öğrenimine İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesinin Felsefe bölümünde devam etti. Yazma aşkı devam eden Orhan Veli, Kendi fakültesinin öğrenci gurubu başkanı seçildi. Ayrıca eski okulu olan

Galatasaray Lisesi’nde, 1935 yılında yardımcı öğretmen statüsünde görev almaya başladı. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı Hafiften bir rüzgar esiyor Yavaş yavaş sallanıyor Yapraklar ağaçlarda Uzaklarda çok uzaklarda, Sucuların hiç durmayan çıngırakları İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı. 1936 senesinde lisans eğitimini bırakmaya karar veren Orhan Veli, ertesi yıl Ankara’ya geri döndü. Burada bir süre PTT Genel Müdürlüğü Telgraf İşleri Reisliği Nizamlar Bürosu’nda Çalıştı. Aynı yıl Nahit Sırrı Örik’in desteğiyle, “Varlık” dergisinde şiirlerini yayımladı. Genellikle aşk, özlem, çocukluk anıları gibi temaları işleyen Orhan Veri, şiirlerinin büyük bir kısmında, “Mehmet Ali Sel” ismini kullandı.

8


“Bekliyorum, Öyle bir havada gel ki, Vazgeçmek mümkün olmasın!” - Orhan Veli Kanık

9


1941 yılında, Melih Cevdet ve Oktay Rıfat ile birlikte “Garip” isimli şiir kitabı çıkardılar. Bu kitap ile Türk Edebiyatı Tarihinde “Garipçilik” ismi verilen yeni bir şiir akımını başlattılar. II. Dünya savaşından oluşan tedirginlik nedeniyle uzatılan askerlik görevini 1945 yılında, yedek subay rütbesiyle tamamladı. Daha sonra Ankara’ya dönen Orhan Veli, Milli Eğitim Bakanlığının Tercüme Bürosu’nda tercümanlık yapmaya başladı. 1947 yılında, Reşat Şemsettin Sirer’in Milli Eğitim Bakanı olmasıyla birlikte yeni bakanlık yönetimini “antidemokratik ve tutucu” bulan Orhan Veli, görevinden istifa etti. Ağlasam sesimi duyar mısınız, Mısralarımda; Dokunabilir misiniz, Göz yaşlarıma, ellerinle?

günde bir yayınlanıyordu. Finansman sorunu nedeniyle dergi 28 sayıyla sınırlı kaldı. 15 Haziran 1950’de sona eren dergiden sonra Orhan Veli, İstanbul’a taşınmaya karar verdi. Aynı yılın kasım ayında bir haftalığına Ankara’ya geldi. 10 Kasım 1950 gecesinde, onarım için kazılmış fakat üstü kapatılmamış bir çukura düştü ve ayağını incitti. Daha sonra tekrar İstanbul’a dönen Orhan Veli, bir arkadaşını ziyaret ettiği sırada aniden fenalaşınca Cerrahpaşa Hastanesi’ne kaldırıldı. 14 Kasım 1950 tarihinde, beyin kanaması sonucu girdiği komada hayata gözlerini yumdu. Kaynaklar: www.timeturk.com www.biyografi.info www.biyografya.com

1 Ocak 1949’da, iki sayfalık “Yaprak” isimli kültür-sanat dergisini çıkardı. Bu dergi 15

10


E Y L Ü L Eylül ayı geldiğinde incirler yavaş yavaş burkmaya (olgunlaşmaya) ve dökülmeye başlar. Bu yüzden, bu ay, benim için, burkmuş incir kokusu demektir. Aydın’da, doğup büyüdüğüm topraklarda, bu mevsimde, tatlı bir telaş hâkim olur insanlara... Herkes yevmiyeci bulur gelir, yatılı işçi getirir, yaş yağmur görmeden mahsulünü (bir an önce) sergilere atmanın ve kurutup evlere taşımanın yollarını arar. Sonra Eylül, üzüm bağlarının yapraklarının yavaş yavaş sararması, asmaların ağırlıklarını taşımakta zorlanması ve tek tük hereklerin (payandaların) yıkılmaya başlaması demektir... İyice irileşmiş salkımlara sığmayan taneler, çitlim çiltim kesilme sırasını beklemektedir… İncirleri ve Antep fıstıklarını işleme işi bitince sıra bağlara gelecektir. Eylül, akşama kadar incir dev-

11

şirdikten, yokuş yukarı sepet çektikten, ermiş Antep fıstıklarını silkeledikten, ‘hususu kalksın’ diye erkenden pekmez yaptıktan ve yorgun argın eve geldikten sonra, üstünü başını değiştirip Java motorlara binerek, Atça’nın (5 Eylül) Kurtuluş Şenliklerine gitmektir. Atça Belediye Binasının önlerinde, Kel Mehmet Heykelinin yanlarında, parkın içlerinde davulların dövülmesi, zurnaların istekle titretilmesi, planıyla ayrıcalıkla Kasabamıza, ünlü sanatçıların gelmesi ve hüzün ile mutluluğun, gözyaşları ile sevinçlerin birbirine karışmasıdır. Eylül; Aydın’ın, Nazilli’nin, Atça’nın düşman işgalinden kurtuluşunu, Yunan zulmünden kaçmış insanların, için acıyarak anlamaktır... Dahası, Yunanlılar tarafından incir bahçelerindeki eski evlere toplanıp camilere doldurulup


yakılan, mezarları kendilerine kazdırılan insanları, bir kez daha, rahmetle ve minnetle hatırlamaktır. Yani kurtuluş ve kahramanlık hikâyelerinin nesilden nesile aktarılmasıdır biraz da... Eylül, Ege için Vatan demektir, toprakların işgale uğramasının, sırtlanlaşmış müttefik devletler tarafından paylaşılmaya kalkılmasının, ne demek olduğunun, kıymık kıymık tecrübe edilmesidir. Kendi aralarında kanlı bıçaklı iken, memleket söz konusu olduğunda omuz omuza veren heybetli Efelerin, hanımını çocuğunu koyup cepheye giden hüzünlü Zeybeklerin ve neyin ne olduğunu bilmeden dünyaya veda eden kızanların/askerlerin ayıdır. Her şey bitti sanılırken mandacılar ortalıkta cirit atarken bir kez daha yeşeren ümitlerdir ve milletin makûs kaderinin bütünüyle tersine dönmesidir...

Askerlerin, ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunun yankılanmasıdır, dağlarda, taşlarda ve ovalarda… Düşmanın İzmir’de, tamamıyla denize dökülmesidir. *** Eylül demek, İzmir Fuarıdır ve 9 Eylül’dür… Dedemle birlikte Basmane Trenine binip İzmir’e yapmış olduğumuz hayalî yolculuklardır. Kahkahalar odasıdır, hayvanat bahçesidir, güzel İzmir’in sokaklarında bisiklet kiralamaktır ve imbat rüzgârı yüzüne vururken kalabalık sokakları arşınlamaktır... Yaşama hevesidir Eylül; hırslardan, ihtiraslardan, tamahkârlıklardan uzak olmaktır… Kimsenin komşusunun kötülüğünü istememesidir, hayatına burnunu sokmamasıdır ve herkesin sadece kendisiyle yarışmasıdır. Bir arada, mutlulukla yaşamak için,mücadele etmektir aynı zamanda… *** Eylül ayı, dünyanın en güzel ilçelerinden biri olan, en uzun

12


ömürlü insanların birlikte, huzur içinde hayatını ikame ettirdiği, ‘nazlı il’, Nazilli demektir… Uzun Çarşı’da, tatlı okul telaşı, eğitim öğretim yılı öncesi alış verişleri, heyecanlı öğrenciler, aceleci, parasını yetirmeye çalışan ebeveynler… Babamın; Kaya Kırtasiye’ye gidip okulum için gerekli olan her şeyi ortaya döktürmesidir… Dedemle birlikte, heyecanla beni baştan aşağıya giydirmeleridir. Kahverengi kundura ayakkabılardır… Nazilli perşembe pazarıdır mesela… Kalabalık Doktorlar Caddesi… Yeşil Mahalle… Daha bir kıvrak ve hırslı olan incir işletmeleri… Ya da Yıldız Tilbe’nin piyasaya çıktığı o ilk zamanlardır… Ve o buğulu sesiyle “Açılır sonsuz kere yoluna güllerim. Koparıp atsan da solmaz gönlüm nafile. Yokluğun soğuk tenine susadı tenim... Üşüdüm yorgan misali seril üstüme…” diye haykırmasıdır. ***

13

Atça’nın dışındaki büyük palamut ağaçlarının pelitlerini dökmeye ve bu pelitleri toplayıp soba tutuşturmak isteyenlerin yavaş yavaş ortalıkta görülmeye başlamasıdır… Veya tüm yolların kendisine çıktığı ve içinde bin bir çeşit, büyüklü küçüklü ağacın olduğu Atça parkıdır Eylül… Atça’da, Cumhuriyet Mahallesinde, beş yaşına kadar oturduğum, önünde iki portakal ağacı olan ve büyük bir avlusu bulunan, iki odalı, geniş hayatlı (hollü), tahtadan abdestlikli ve bol kedili evdir. *** Bu ay da doğup Eylül’ü, ‘hüzün ayı’ görmeyenler de vardır belki… Bu ayın kendine has güneşini sevenler, değişen mevsimle birlikte kendini yenileyenler, Eylül’ü birçok duyguyla birlikte ifade edenler, hafif hafif yağan yağmurlardan başka anlamlar çıkaranlar ve içini ayrı bir sevinç kaplayanlar… Hâsılı sonbaharın bu ilk ayının


güzellikleri, çağrışımları ve erken gelen akşamlarının hatırlattıkları saymakla bitmez... [‘Netekim’ ve ‘içün’ kelimelerini çok seven adamın (!) yaptıklarına, soğuk duvarlarda yankılanan iniltilere, (bir sağdan bir soldan) gül gibi gençlere girmek istemem.] Gene de Eylül, en az Mehmet

Rauf’un eşsiz romanının sonu kadar hazindir kimi zaman ve birçok yitimleri barındırır içinde… Ve bir gün, bu dünyadan çekip gideceğimizi, ne olursa olsun, ne kadar ünlü ve zengin olursak olalım, illa ki buna mecbur kalacağımızı da hatırlatır bize…

Fatih Altınbeyaz

Fotoğraf: Gözde Kaya

14


BEDBAHT 15

Şu dünyanın tek bedbahtı ben miyim? Ben miyim ışık hüzmelerinin düşmanı? Ben kimim? Göklere uzanan saçlarımın Mesajı nedir ruhuma? Bilincim kapalı mı, Çok katlı mı? Görünmeyen perdeler Neden düşmez gözlerimden? Gecenin oluklarından akan yaşlarım Neden yıkamaz donuk varlığımı? Şiirim yarımdır daima... Diller henüz söylememiştir Dile en çok yakışan sözleri. Kaç kalem kırılır her gece? Çalakalem tutsaklıklar için... Sallanan bacaklarım Kalın birer kemik yığını gibi. Ve mecaz meczubun hakikati. Şeffaf, en şeffaf haldeyim. Harfler parmaklarıma batıyor.


ALBATROS KUSU .

Öfke var damarlarımda. Kulağımda uğultu Yarasa seslerinden. Ve vapur düdükleri Dam aralarında. Güven yıkıldı bu gece Anneler set çekti kızlarına. Babalar son uykularında. Müzik dünyadan silindi Paslı dillerin kara silgisiyle. Eklemlerim gıcırdıyor. Kafatasıma kadar. Korkuyla doluyum. At beyazlaşacak mı? Bu son ötüşü mü baykuşun? Sanki her kelime yıllanmış Dilimin altında. Tıkırdayan dişlerim İskeletimin bayrağı. Bu gece kalbime dikildi Hüznün kan sancağı...

Muhammed Baran Aslan

Ne sahillerde ne hayaller gömülü, şimdi attığım her kulaç ölü bir hayale çarpıyor, boğuluyorum... Büyük kanatlarına rağmen uçamıyor albatros kuşu... Kederle durulan ve durulamayan yerleri gezdim. Ben yuva kuran kuş değilim, deniz kuşuyum ben, kahrıyla bekleyen...Başı değil, acısı göğe değen.İki iken biri olmanın kıyısından dönen, yetiştirdiği en iyi nişancısı tarafından vurulan... Ah elbet solup gidecektik, benimle sol istemiştim. Seni kimsenin bulamayacağı bir yerde saklamak istemiştim. Şimdi ne yazsam ne söylesem de geçse şu kalbimin güzü... Kalbimi eze eze ilerliyor zaman. Yaralı ve tiz bir çığlık bu özleyiş ... Şimdi her şeyin başladığı bu yerde sana veda ediyor albatros kuşu. Ey yol arkadaşım, kutsalım, deryam, kendimle savaşırken ben bir de benimle savaşan bozkırım... Artık birbirimize küsmeyeceğimiz günlerdeyiz. Bizim yolumuz tam da aynı yerde tükendi. Kalbimde bıraktığın bu düğümü kesip atıyorum senin denizine. Hoşçakal...

Aynur Yılmaz

16


. BU SEHRIN YAGMURLARI . Yanlızlık dolu bu şehir Asılsız yalandan gülümsemeler Nasıl da yağıyor bak yağmur Temizlenmek istiyor sokaklar. Önce sis kaplıyor şehri Ardından bir yere yetişmeye çalışan Her gün mecburiyete mahkum insanlar Ve yine sonrası yağmur; yağ yağmur. Her yanı denize çıkıyor bu şehrin Deniz var ya o deniz aslında Bütün o gözyaşlarının biriktiği deniz Mutluluğun haram, çıkarların varolduğu Ölümün kaçış değil, kurtuluş olduğu Hayallerin de, umutların da kuyusu olan Kasvetin damarlara yarın yokcasına işlediği Dar yolların gittikçe daraldığı, yok olduğu Şehrin denizi. Yağ yağmur yağ Yağda yıkılsın bu şehir.

Tuğçe Masal Akyıldız

17


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya

18


HERA’NIN SÜTÜ Hâlâ yeryüzüne gelemeyen, yalnız dünyasında hareket eden bir adamın hikâyesi bu hayat. Sıkıntılı bir yaz gecesinde şehrin gürültüsü arasında sıkışıp kalmış taş döşeli sokakların arasında, göklerden bir belirti bekler gibi yürüyordu. İnsanlar sokaklardan, kahvelerden, balkonlardan ölü ve durmadan yenilenen kaygılı bakışlarla izliyorlardı hayatı. Şimdi ne yapacağını ne Tanrı biliyor ne bir insan ne de yaşadığı günden bugüne kadarki ve sonsuzluk içindeki kendi kendinin tanığı olan bu kişi biliyordu. Böylelikle özgürlüğü daha pürüzsüz bir hâl almıştı. Tozdan ve dert rüzgârından acıyan ciğerlerinden aldığı nefesi sokağı ısıtmak için verirken soluk bir yüzü, hafifçe çökük yanakları olan neredeyse dayanılmaz bir güzellik gördü. Çürümüş yaprak kokularının sarmaladığı sokak lambalarından çıkan ışığı, kahvenin buğusunu, bebeklerinin durmadan yenile-

19

nen açlıklarını giderdikleri memelerini balkonlardan sarkıtan, tekcil davranışlarının sonuçlarına varma cesareti gösteremeyen kadınları, kendi istekleriyle olmasa bile bütünden ayrılmış olan, kökten bir bağlanma, bir bütüne sarılma dileyen çocukları, derin, gizemli gövdesinde toplayıp sokağın ortasında bir renk yuvarı gibi duran, bembeyaz tenli -ki bu onu çok daha güzel yapıyordu- tuhaf bir güzellik duruyordu. Cereyâna uğramıştı, zihninden şangır şungur sesler dökülürken, gizemli güzelliği anlama çabasına girdi. O, bu uğraşı verirken ötelerden bir haykırış duydu. Kendini duyabilecek yegâne insanı arayan ama bulamayan umudunu yitirmiş bir haykırış. Onun bu sesi, hüzünden sevince geçen bu haykırışı duyması, şimdiye kadar kimsenin duymadığı bu haykırışın duyulmasına neden oldu. Aynı zamanda dünyanın durmasına, kahvenin buğulanan camlarının


donmasına, Hera’nın göğsünden çıkan sütlerin gökyüzünde asılı kalmasına sebep oldu. Duyduğu bu haykırışı takip eden adam, haykırışın, ölüm suretinde gözüken uyku şeklinin hüküm sürdüğü, bir yüzü eriyip gitmiş eşyalardan, yarısı silinmiş hareketlerden, eksik cümlelerden, olmayan heveslerden, yaşanılan meraklardan oluşmuş otelden geldiğini fark etti. Ağır ağır kapıyı açtı. Perdeleri uzun süredir açılmayan otelde alacakaranlığın gölgesinde kalmış gibi duran eşyalar, içinden çıkılmaz bir kargaşanın özeti gibiydi. Hiçbir zaman görmediği renksizlik renginde eşyalardı bunlar. Kapkara birer yaprağa benzeyen toz zerreciklerinin uçuştuğu o iç karartıcı yere girdiği anda tüm benliğini şehrin taş döşeli sokaklarında bıraktı. Son iki aydır kapağı kaldırılmayan, otelde kalan müşterilerin bilgilerinin yer aldığı defterin, odaların anahtarlarının, tabanında üç tekerleğin

yer aldığı kızılçam ağacından yapılmış, oteldeki tüm odaların boş olmasına rağmen otel kâtibinin uyuklamak için kullandığı sandalyenin, büzülmüş halde duran beyaz çiçek desenleriyle süslenmiş yastığın da bulunduğu bölmenin önüne geldi. Otel kâtibi otelde tüm odaların boş olmadığını göstermek adına yeşil ciltli defteri çıkardı. Otelde kimlerin kaldığını, hangi odanın boş olduğunu kontrol ettiği falsolu davranışlar sergiledi. Kendisine verilen oda anahtarını alıp merdivenlerden yukarı çıktı. Tek bir anahtara bağlanan, tahtadan yapılmış anahtarlığın bir yüzünde beş, diğer bir yüzünde bulunduğu yerden çıkmaya can atan, otelin alacakaranlığında gözyaşlarını dökmek isteyen mavi bir kuş vardı. Beş numaralı odaya geldiğinde mavi kuşu anahtar deliğine soktu. Kapının gıcırtısıyla beraber yavaşça kapıyı açtı. Otelde kendini kendi yalnızlığıyla beleyen, çarpık çurpuk,

20


berbat bir hayat yükseliyordu. Otel kâtibinin hayatı. Otel kâtibi dediğim adam, titrek bacaklı, ürkek, uyuz, paspal bir gölgeye benziyordu. Ama bir bakıma vefalıydı yirmi yıldır bu otelde kâtiplik yapıyordu. Otelden çıkan gıcırtılara, üzerinden rüzgâr geçse bir yel bırakmayacak eşyalara karşı vefalıydı. Hatta dünyayı sarıp sarmalayan, zamanları tıklım tıklım dolduran eşyalardı bunlar. O eşyalar varlığın derinliklerinde kalmış öfkeli haykırışlara benziyordu. Gözyaşları arasında zonklayan hıçkırıklara, rengini yitirmiş ihanet fısıltılarına ve kalın kalın perdelere uzun uzun zamandır işitilip de bir türlü anlaşılamayan, mızmız konuşmalara benziyordu. Otel kâtibi, odaya çıkardığı müşteriyi düşündü. İki aydır tek bir kimse bile gelmiyordu. O bunları düşünürken kapının bitişiğinde duran “Le Suicide” tablosu birdenbire yere düştü. Hemen ardından yukarıdan bir ses geldi. Sanki bir kuş pencerenin camını kırmışta göğe karışmıştı.

21

Kapının gıcırtısı onu hiç rahatsız etmedi çünkü odaya girdiğinde gördüklerine inanamadı. Hemen oracıkta, duvarın köşesinde çatırdayıp duran dev bir böcek gördü. Gövdesi, neredeyse bir insan kadar vardı. Acınası bir durumda sırt üstü yatmış, bir kitap sayfası inceliğindeki bacaklarını oynatıp duruyordu. Ona yardım etmeyi ters çevirmeyi düşündü. Ama bunu yaparsa her şeyi değiştirecek hiçbir şey eskisi gibi olmayacak gibi hissetti. O da dev böceği saygıyla izledi. Bir anlık kafasını çevirdi. Aynayı gördü. Kendi fark etmese de soylu bir duruşu vardı. O kadar soyluydu ki, insanın gözüne kimi zaman gülünç, kimi zaman da acıklı geliyordu. Kafasının içinde belki yüzlerce kez dirseklerini alıp doğruluyor, hatta doğrulur doğrulmaz üstüne başına takılan yaprakları elinin tersiyle silkeliyordu. Ama bunları bir türlü gerçeğe dönüştüremiyordu. Bir yanıyla da odadaki yatağa öylece uza-


nıp yatmak istiyordu. Ama bu isteği kendi dışındaki gelişmelerden doğan bir zorunluluk olarak yerine getiriliyordu. Bir yandan da, hafifçe, dal dal eğilip kalkıyordu. Bir görülüp bir kaybolan ve ancak bir yürüme düşüncesi kadar yürümeye, bir savrulma isteği kadar savrulmaya, ya da bir uçma hevesi kadar uçmaya benzeyen, kırık dökük, bir takım kıpırtılardı bunlar. Masmavi bir sessizlik çöktü odaya. Artık üzerine kocaman bir ağırlığın çöktüğünü istese

bile kalkamayacağını düşündü. Göğsündeki dal uçlarından kırılıp ufalanan, yeşil bir sessizliğin içinde duran, çeşit çeşit renklere bürünmüş tüylerinin yanı sıra ötüşünde de sonsuzluğa savrulmuş uzak bir masalın heceleriyle bezenmiş bir kuş çıktı dışarıya. Odayı işitilemez bir gürültünün ağırlığı doldurdu. Dokunsan kaybolacak olan kuş, odadaki camı kırdı. Sınırları belirsiz evrenin içinde kayboldu.

Cevher Talaykut

Fotoğraf: Gözde Kaya

22


.

.

.

L I M O N K O K U L U K A D I N L A R I N H I K. A Y E S I :

TAMARA’NIN ÇIGLIKLARI”- TIYATRO

“Hiçbir yerden gelmiyorum ben; kendimden başka” Metin yazarlığını Canan Aksoy’un yaptığı, Baş rollerini Ata Aksoy ve Handan Ekici’nin paylaştığı “Tamara’nın Çığlıkları" adlı tiyatro oyunu 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ve 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü arefesinde yurt içinde turneye çıkan çok başarılı bir oyun. Tamara'nın kendi benliğini dış dünyaya karşı korumasını, kendisini savunmasını ve ruhunun derinliklerindeki öz benliğini pantomim, dans, lirik şiir ve müzik sanatları eşliğinde anlatmasını ana tema edinen oyun, fazla repliğe ihtiyaç duyulmadan da insanın dünya ile dansının , iletişiminin anlatılabileceğinin en estetize edilmiş hâlini seriyor gözler önüne. Kadınların köken, etnik, coğrafya ve zaman ayırt edilmeksizin her platformda engellenmeye

23

çalışıldığı, önüne duvarların örüldüğü dünyada, şartlar her ne olursa olsun başkaldırıda bulunması, kendisini ifade etmesi gerekliliğinin bir kez daha ustalıkla altını çizen bir oyun. Oyun boyunca ritmden ritme, duygudan duyguya rengârenk bir yelpazenin içerisinde geziniyorsunuz ve perdenin nasıl bittiğini anlamıyorsunuz bile. Oyunda kullanılan müzikler, etnik mozaikler ruhunuzda gökkuşağı açtırıyor adetâ. Diyarbakır Şehir Tiyatrolar'nın bu başarılı oyununu turne kapsamında şehrinizde mutlaka izlemenizi tavsiye ederiz. "Kadın ve Estetik" yörüngesinde işlenen çok muhteşem bir oyun sahneye konulmuş. Bu vesile ile değerli oyuncuları Ata Aksoy ve Handan Ekici'yi bir kez daha tebrik ederiz.


"Limon Kokulu Kadınlar"ın hikâyeleri hep güzel şeyler anlatsın bize dileriz ki. Dip Not: "Oyun için bir de hatıra defteri oluşturulmuş, oyun sonunda izleyicilerin duygu ve

düşünceleri de tiyatronun arşivine tarihi bir not olarak düşülüyor. İzleyici ile çok güzel bir kontakt kuruluyor bu vesile ile de."

Serpil Kaya

24


A R A Y I S.

Hayallerimi getirin Yıkılmış olanları Gönlümün satır aralarında yıllanmış olanları. Kayboluşlarımı, Kendi benliğimde aradıklarımı, Bulamadıklarımı, Hüznümü en çok Ve sonra yaralandıklarımı, Kaçışlarımı, Gözümdeki bulutları, İçimdeki denizleri, Aşamadığım dağları, Yalanları, Yakarışları getirin. Getirin Artık huzur içinde öleyim.

H. Nur Yiğit

Çizim: Cenker Türeci

25


Yıllar sonra içindekiler bitmiş gibi Kalemim bir cümlede tükenmiş meğerse ki Hayatımda, hiç sevgi görmemiş hiç Gülmemiş gibi Mutluluğu yıllar önce unutmuş sanki. Bir beklentim var hayattan; Güneşi hiç doğmayan Sabahtan, Belki uzak bir diyardan, Kalbi aşık bir adamdan. Hayatıma renk katan, belki gelecegimde var olan Hiç bitmeyecek bu yoldan Vazgecmeyeçek o adam... Elif Atlı

D E R L E M E

Çizim: Cenker Türeci

26



Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


.

SON BIR NEFES Sebebini bilmediğim bir boşluğun iz düşümü gibi hayatım. Yarım asırlık yaşanmışlığın, tüm yaşanmamışlıkları ile yüzleşme vaktindeyim. Geç mi? Geçti mi? Bilmiyorum ki. Farkında olmadığın bir şey için geç olması mümkün mü? Belki, uzun zamandır çektiğim o kadar acıya rağmen doktora görünmeyişim tam da bu yüzdendi. Ölümü değil ama hayatla yüzleşmeyi ertelemek... Oysa ilk aldığın nefesle başlıyormuş. Bilememişim... ‘Ah be Zehra’m, demedim mi sana?’ Dedin dedin de, daha genç yaşta ince hastalıktan ölen teyzemin adını anam bana verdiği an yazılmış kaderim. Sana kolaydı tabii. Olduğun yerde hayat sana cennet. Kimse seni bilmez, senden bir şey beklemez. Kimseye hesap vermezsin. Sana kalsa daha 19’umda okulu bırakıp, kaçmıştım Emin’e.

29

‘Emin... O ne güzel gözlerdi, o ne güzel sesti... Kaçırdın kız!’ Bak, hemen hülyalara daldın yine. Tabii. Zaten emin ol, karnımız doyardı o gözlerle! Fena mı oldu yani? İyi kötü bir mesleğim oldu. Hemşirelik deyip geçme. Doktor yarısı sayılırız bizler de. Üstelik, Halil’im de iyidir. Hakkını yeme adamın. Bunca yıl, hep destek oldu bana. İki çocuk büyüttük, iş güç, aile sahibi yaptık onları. Bir gün o sofradan ‘Ellerine sağlık hatun’ demeden kalkmadı. ‘Ben aşk diyorum, meşk diyorum; sen leke tutmayan masa örtüsü diyon. Hem ne biliyon ki kız? Belki, Emin sana içine aşkını kattığı yemekler yapardı. Sonra da...’ Bazen gerçekten çok edepsiz oluyorsun. Bu kadar senedir seninle nasıl yaşıyorum ben ya! Bi' sus! Zaten canım burnumda! Nereden çıktı şimdi bu


Eminli aşk meşk filan? Halil’im duysa kalpten gider adamcağız. Hele babam, anam. Suratıma bakmazlar vallahi. Tüm hayatlarını bana adadılar. Bir mesleğim olsun, düzgün bir evlilik yapayım diye az mı hayat mücadelesi verdi insancıklar.

Ah ah Doktor Doğan bey. Gözlerindeki o çaresizliği ve kızgınlığı... Bu kadar senedir beraber çalışırız, çok nadir görmüşümdür o bakışları. Daha konuşmaya başlamadan anladım zaten duru-

‘Neden bu kadar geciktin, Zehra Hemşire?’ Çizim: Cenker Türeci

‘Düzgün! Haklısın Zehra’m. Şimdi 65 sene boyunca yaşadığın bu düzgün hayattan dolayı, seni cennetin kapılarında çiçekler ve altın kaplamalı bir plaket ile karşılayacaklar! Doktora da diyeydin ya ‘Ama ben çok düzgün bir hayat yaşadım doktor bey. Kanser olmam mümkün değil!’ diye.’

durumun ne kadar ümitsiz olduğunu. Sürekli ‘Neden?’ diye sordu. ‘Neden bu kadar geciktin, Zehra Hemşire?’ Hani mümkün olsa suratıma bir tokat atası vardı.

Dalga mı geçiyorsun sen benimle? Sanki benimle değil de başkası ile yaşıyorsun. Kız hamile. Torun telaşı. Oğlan yeni terfi etti. Bu ay sonu Kanada’ya taşınıyorlar. Halil’im By-Pass olalı daha 1 sene bile olmadı. Hah arada bir de ben mi çıksaydım. Sonra kim halledecekti o kadar işi? Koca ailenin sorumluluğu var üzerimde. ‘Yok, yok haklısın. Böylesi çok daha iyi oldu. Zaten sen kimsin

30


ki! Hasta bile olamazsın. Şimdi belki de hiç göremeyeceğin bir torun, Kanada’da hiç gidemeyeceğin bir ev için tüm hazırlıkları tamamladın. Oldu mu, Zehra’m? Ya da şöyle sorayım; bu arada, senin hayat ne oldu Zehra’m?’ Gördün mü yaptığını! Senin yüzünden durağı kaçırdım. Yedin bitirdin beni... Ne oldu Zehra, ne oldu Zehra... Ananın... oldu! Tövbe tövbe... ‘Bu kaçırdığın ne ilk ne de son durak Zehra’m. Bunda altı üstü 5-10 dakika fazla yürürsün olur biter. Ya diğer kaçanlar... Ah be Zehra’m, demedim mi sana? Kız, bari kendine bir güzellik yap da, şu yolunun üstünde her akşamüstü vitrinine dalarak eve gittiğin Melek Pastanesine gir, kendine benden bir milföy ile limonata ısmarla.’ Neden olmasın. En büyük hayalimdi bilirsin ya; hani böyle küçük, sıcak bir pastane açmak. Oldum olası o keklerin, pastala-

31

ların kokusu beni benden alır. Onları hazırlamak, süslemek, sonra da başkalarına sunup, afiyetle yemelerini izlemek ne mutlu eder beni. Emekli olunca yapacağım derdim ya... Hani küçük bir sahil kasabasına yerleşiriz, orada 3-4 masalı minik ama sevimli bir pastane açarız. Halil kasada oturur, bulmacasını çözer. Ben sabah erken kekleri, kurabiyeleri yapar, sonra da her gelen ile ufak sohbetler eder, servislerini yaparım. Baksana, hayat ona bile izin vermiyor. ‘Geç kaldın dedim ya Zehra’m! Hem neden yapmadın ki? Hiç bir zaman yeterince cesur, istediklerin için inatçı olamadın tabii. O boynun hep biraz ezik! Bi' şöyle dimdik duramadın hayata karşı kız.’ O da ne demek şimdi? Hayatını bana adamış anamın isteğine karşı mı gelseydim yani? Zehra teyze, anamın canı, kanı, her şeyi. En büyük hayaliymiş hemşire olmak. ‘Onun adı seninle


yaşasın kızım.’ derdi anam. Nasıl karşı gelirdim onun hayallerine? Çektiği o kadar cefanın karşılığında, biraz mutlu olmak anamın da hakkı değil miydi yani? Okuldan mezun olduğum gün, gözlerindeki o huzuru, keyfi, beni göğsüne gururla bastırıp, başımı okşayışını sen görmedin tabii. ‘Gördüm görmesine de... Sen beni senelerce o kadar derinlere bastırdın ki, neyi gördüğümü, neyi bildiğimi, neyi anlattığımı hiç ama hiç fark etmedin. Her şeye rağmen yine de hastane kokusu yerine pasta kokusu içinde geçecek bir ömrü tercih ederdim. Ne var ki, sende ananın hayali yerine kendininkini gerçekleştirecek cesaret yoktu! Neymiş efenim anam beni sevmezmiş. Hadi ya... Kız, ananın sevgisinin şartı şurtu mu olur! Hangi ana, yavrusunun mutlu olduğunu görmek istemez? Hangi ana, sırf kendi yolunu seçti diye yavrusunu sevmekten vazgeçer? Bu nasıl sevgi olur o zaman?’

Severdi, di mi yine de? Ben sevmedim mi yavrularımı. Belki de bilmeden özgür bıraktım onları. Bugüne kadar kendi hayatlarına dair tüm kararlarını kendileri aldılar. Neye kararverdilerse hep destekledim. Onların mutluluğu, benim mutluluğum oldu. Oğlan tutturmuştu İstanbul’da okuyacağım diye. ‘İstediğin yeri kazan, git oğlum.’ dedik. İstediği maddi manevi her desteği verdik. Çok da başarılı oldu kuzum. Ne iyi etmişiz. Şimdi de ta dünyanın bir diğer ucuna gidiyor. Sevdiği işi yapıyor, sevdiği kadınla yaşıyor. ‘Gitme’ desek olur mu? Kız da yıllarca başarıyla okudu. Master bile yaptı. Sonra aşk ile tanışınca, ‘Çalışmayacağım, çocuklarıma annelik yapacağım!’ dedi. İlk yavrusu geliyor bile... Ne diyelim... Ben yapamadım, kendi kararlarımı veremedim, bari onlar gönüllerince yaşasınlar. ‘Bak yine takıldın kaldın çocuklara Zehra’m. Milföy ile limona-

32


ta ısmarlıyorum sana kız, gel hadi!’ Geldim, geldim. Kaç gündür, nasıl da canım çekiyordu biliyorsun değil mi. Son günlerde ağzımda hep bir kuruluk. Hiç bir şeyin tadını alamaz oldum. Dur! Biri bana mı sesleniyor? Sanki, Halil’in sesi gibi. Ama ne işi var burada, bu saatte? - Zehra, Zehra aç gözlerini ‘Yok be Zehra’m sana öyle geliyor. Sen gel, girelim şu pastaneye. Taktın bi kafana Halil de Halil! Altı üstü onsuz bir milföy, bir limonata. Sanki dünyanın sonu.’ Duyuyorum ama... Sen duymuyorsun sanki! - Zehra, bak torun geldi hatun. Ah be yüreğim, hayatım... Aç gözlerini. Kız aynı sen! Kıpır, kıpır ama bir o kadar da nazlı. Aç gözlerini. Bir gör şu güzelliği. Sarıl, içine çek torunun kokusunu. Zehra, Zehra...

33

‘Duymuyorum Zehra’m. Duymak istemiyorum artık. Çok yorulduk be kız... Şu limonatadan bir yudum alsan, bak nasıl ferahlayacaksın. Tadın tuzun yerine gelecek. Gel be Zehra’m’ Halil tabii. Tanımaz mıyım kırk yıllık kocamın sesini. Nerede ama? Göremiyorum... Sesini duyuyorum, sanki inanmazsın elini bile hissediyorum ama göremiyorum! Halil? Neredesin? -Zehra, bir şey mi söylemek istiyorsun? Ha gayret hatun! Bak, hep beraber yanındayız. Torun geldi diyorum. Aynı sen diyorum. Adını da ‘Zehra’ koydu çocuklar. Senin gibi dünya iyisi bir melek olsun, sana çeksin diye. ‘Kız, kadere bak. Bu bebenin de adını ‘Zehra’ koymuşlar. Üstelik, sana benzesin diye. Bilmeden yüreğinin acısını! Desene şimdiden dünyanın tüm derdini, yükünü üzerine bindirdiler yavrunun. Ah yazık!’


Olmaz, olmaz, ‘Zehra’ olmaz! Söylemeliyim, ama ne oldu bana? Nefesim kesiliyor. Konuşuyorum da, sesimi duyuramıyorum. Son bir nefes sanki, bağırıyorum, Halil olmaz Halil! ‘Zehra’ olmaz. Halil. Duy

beni! Duy beni Halil! - Hal i i i l, ‘Zeh r a’ olm a a a z z z! ‘M e l e k’ o l s u u u n. M e l e k...

Feray Altan

Fotoğraf: Gözde Kaya

34


.

.

"ÖZLEDIM"E DAIR.. Ağızdan tek seferde çıkıveren sözcükleri getirin aklınıza. Buzdağının görünen yüzüdür işte onlar. "Özledim" kelimesi onlardan biridir mesela. Ama gerisinde insanın yüreğinin en kuytu, en derin yerlerinde bütün heybetiyle, ağırlıyla görünmeyen kısmı yatar. Ve yalnızca 'özledim' deyivermek bu kelimenin anlam derinliğini karşılayamaz. Görünmeyen kısımlarını yüreğinizde duyumsamanız gerekir... Rüzgara karşı oturduğunuzda, gözlerinizi kapatıp derin bir nefes aldığınızda, rüzgarın her zerresinde özlenenin kokusunu duyuyorsa ilikleriniz ve burnunuzun kemiği sızlıyorsa işte bu ilk ve sığ bölümüdür özlemin... Herhangi biri onun gibi yazmaya, konuşmaya ya da gülmeye başladıysa ve durup dururken o da olsa aynen böyle yapardı, diye söylenmeye başladıysanız; özlem ateşinin dumanı çoktan

35

tütmeye başlamış yüreğinizde, derinlere iniyor demektir... Kara bir gecede kuş seslerine hasret bir ağaç dalı gibiyseniz; suskun ve mahzun ya da yüreğiniz yağmura hasret bir bozkır kadar yanmaya başladıysa, çatlamışsa öbek öbek, özlem kavurmaya başlamış sizi haberiniz olsun... Ve dahası dağlara, denizlere, bulutlara, uçan kuşalara avazınız çıktığınca bağırmak istiyorsanız özleminizi (bu en çetin ve derin kısmı işte) çok özlemişsiniz, işiniz zor demektir... Dilerim özleyen değil; özlenen olursunuz. Ama ben her zaman olduğu gibi şimdi de buzdağının görünmeyen katmanlarında yol almaktayım... Ve sonuna üç nokta koyduğum her cümle için bir umut aramaktayım.

Şehriban Zehir


G E

M i

L

E

R

Bu sessiz evde, Gemilerin kör karanlığında Kahverengi gözlerine bakıyorum. Başım dönüyor sigaranın sarhoşluğundan Beni yazmaya zorluyor On üç rakamının uğuru mu Yoksa felaketi mi Hangisi doğru? Bir doğru var Uzakta çok uzakta Belki de çok yakın Sigaranın dumanı kadar yalnız Uzak yola düşen gemiler Siz yalnızlığı bilirsiniz Ne derin şeydir o Beni de alıp anlatsanıza...

Ahmet Güven

36


-.

K E L E B E G I N S. A R K I S I

O kadar sıcaktı ki yarım kolla dolaşırken insanın soyu-

37

Çizim: Cenker Türeci

Otobüsten inmeden evvel etraflıca kontrol etti oturduğu yeri. Acaba bir şey düşürdüm mü, endişesiyle bakınıyordu. Kontrolü bitmiş ve düşürmediğinden emin olmuş ki, kapıya doğru yollandı. İlk adımını yine tereddütlü attı ama ikinci adımı kendinden beklenmeyecek, emin bir şekilde attı ve etrafına bakınmaya başladı. Yaz mevsimi tüm kavuruculuğuyla merhaba demişti bile ama Hasan hâlâ üzerinden çıkarmadığı siyah örme hırkasını giyiyordu. Gerçekten rahat edebiliyor muydu? Bunu hep sormak istemişimdir ama başkalarının işine de burnumu sokmamam gerektiğini acı bir tecrübeyle öğrendim.

ası geliyordu. Fakat Hasan için hava hoş gibiydi. Bugün bir başkaydı sanki, Hasan. Sürekli çıktığı saatin dışında çıkmıştı evinden. Başı önünde, omuzları çökmüş, ayaklarını kaldıracak mecali yokmuş gibi yerden sürüyerek yürüyordu. Bir an duraksadı. Eğildi, yerde bulduğu metali dikkatle incelemeye başladı. Baktı… baktı… baktı. Almaya değer bir şey olmadığı kanısına varmış olsa gerek, sinirle yere fırlatıp, adımlarını sıklaştırarak yola devam etti. O kadar hızlanmıştı ki artık görüş alanımdan çıkmıştı. Güne garip olayla başlamanın vermiş olduğu mistik ve fantastik bir his yoğunluğuyla yürüyordum ben de. Aklımda


Hasan, tepemde bindiren ve damarlarımdaki kanı buharlaştırdığını hissettiğim sıcak. Bunlara rağmen içimde anlamlandıramadığım bir coşku vardı. Belki kelebekler uçuşmuyordu ama varlıklarını hissedebiliyordum. Kulaklığımı sırt çantamdan çıkarıp, listeme göz attım. Aklımda tuttuğum şarkı kulaklarımda çınlıyordu artık. Bu sayede, içimde hissettiğim kelebekler büyük bir aşkla uçuşmaya başlamışlardı. Ah şu güzel kelebekler… Ömürleri kısa, güzellikleri ömre bedel kelebekler. Allı, morlu. Her çırpışta kanatları binbir renkle menevişlenen kelebekler. Kulaklarımda müzik, ellerim

cebimde, içimde ömre bedel kelebeklerimle yoluma devam ediyordum. Bir sonraki saniyenin ne getireceğini bilsek belki o an yapacağımız şeye bir son verebiliriz. Bir sonraki şarkının bizi yüreğimizden tutup, sıka sıka, vura vura geçmişe götüreceğini bilsek, kulaklığı çıkarır ıslık çalarak yolumuza devam ederiz belki de. Hem belki de o çok sevdiğimiz bir sonraki, ağlamaklı şarkıda, kim bilir kaç kadın için ağladık. Bir şarkı bize çok şey anlatabilir. Kanat takıp, kelebeklerimizle uçurabilirken; bir sonraki şarkı kanatlarımızı kırıp bir gün ömrü olan kelebeğin ömrünü, bir şarkıda sonlandırabilir.

Mazlum Tarhan

38


SANRI -1Yeni taşındığımız evin balkonunda, ev gibi yeni olan balkon takımı masası üzerinde, mobilyakokusuna katlanarak -ilk öğle yemeğimizi yiyorduk. Abimle ben, yemeğimizi bitirmemize rağmen, annem yemek masasına henüz teşrif etmemişti. İçeride telefonla konuştuğunu, sesinin yankı yapmasıyla anladığımız annem; ancak iki dakika sonra, iki elinde, iki bayat ekmekle yanımıza gelebildi. Türkiye’nin hatırı sayılır bir üniversitesinde, yüksek lisans eğitimi görmekte olan abim, olayları muhakeme yeteneği, pratik hafızası, zekâsındaki atiklik ve her zaman ki müzmin tavrıyla; yine -ona- göre hepimizden katbekat gelişkin olduğunu kanıtlamak istercesine, kibirli bir surat ifadesi takındı. Oturmuş olduğu iskemleden, çevik bir hareketle doğruldu, elinde tuttuğu buruşuk A4 kâğıdı, bana doğru uzattı. Aklınca bana bunları okutacak, ilkokul dördüncü sınıftan terk olmamı sürekli yüzüme vurmasından da hiç utanmaya-

39

yarak; yine zımnen, sürekli aşağıladığı kardeşinin; o kendisine bir türlü kabul ettiremediği muhteşem yaratıcılığından nasiplenecekti. Hadi abimi bu kadar da hicvetmeyim; algı ve manipülasyon üzerinde gerçekten başarılı sayılırdı. Yalnız beni kandırmasına izin verecek kadar aptal değildim. Bıraktım kâğıtları masanın üzerine. İkimiz aynı anda, ‘’ne yapacaksın bu bayat ekmekleri?’’ Diye sorduk anneme, ‘’Babanız aradı!’’ Dedi, ‘’Bayat ekmek, yeni mobilyadan yayılan o kötü kokuyu alırmış, öyle söyledi Muhsin.’’ Abim, bacak bacak üstüne attı ve başladı kadıncağıza; Marx’ tan, Sun tzu’dan, Machiavelli’den örnekler vermeye... Doğa kavramı, kokunun nesneler üzerindeki hükümranlığı vesaire... Dayanamadı kadıncağız, kopuk ve sonu gelmeyen nutuklardan bunalmış olacak ki, abimi kırmadan dizginleyebilmek adına ‘’babanız’’ dedi, ‘’akşam sana sürprizim var karıcığım!’’ diyor telefonda...


Bunu söylerken, abimle benim yorumumu merak etmekle beraber; yüzü de gülüyordu. İlk kez, kibirden suratı felç geçirecek diye korktuğum abimin, içten mutluluğuna tanık oluyordum. İçimde bir türlü kamçılayamadığım boşboğazlık, kendini dışa vurdu ve anneme dönerek: ‘’Tamam, sana sürpriz yapacak eyvallahta; yapacağı sürprizin altından kendisine de bir 35’lik çıkartmasın, sen yine de dikkatli ol!” dedim. Bunu söylediğime üzülmüştüm. Annemin suratı asılmıştı. Ben hınzırca gülmüştüm. Abimde çıkarcılık ve faydacılığına devam etmiş: yerinden kalkıp mutfağa gitme zahmetinde bulunmadığından, annemin, kötü mobilya kokusunu alması için getirdiği bayat ekmeği; çoktan mercimek çorbasına ufalamıştı. -2Dünya liglerinden futbol özetlerini izlerken, abim koca bedenini ikili koltuğa sığdırmaya çalışırken, yan komşudan Mozart’ın “Rondo Alla Turca”sı duvarları delip, evin içine sirayet ederken ve ben uykuya tam yenik düşecekken; zil çaldı. Annemin, mutfaktan elindeki işi bırakıp, heyecanla kapıya

kapıya doğru yöneldiğini anladım. Terlik sesi, Mozart’ın Türk marşıyla birleşince, benimde heyecanım artmıştı. “Umarım basit bir şey almamıştır kadıncağıza” diye geçirdim içimden. İkili koltuğun canını bağışlayan abimde kapıya yöneldiği vakit; annem kapıyı açmıştı. “Çok incesin Muhsin Bey!” dedi annem, “gerçekten çok mutlu oldum. Demek nicedir isteğimi bilirdin!” “Sana layık değil karıcığım, ama bu seferlik affeyle!” demişti babam. Asıl ilgincime giden, dikkatimden kaçmayan husus; abim denilen zatın, iki dakikadır keşişlik yemini etmişçesine suskun olmasıydı. Annem, “Kızım mı gelmiş, hoş gelmiş” diyordu. “Aman dikkat Muhsin Bey, getir şuraya bir oturt kızımızı! Şu güzelliğe bak, kurban olurum sana, hoş geldin yeni evine kızım!” Annemi iptila derecesinde heyecanlandıran, kurban olacak kadar sevdiği kızı, kimdi acaba, hayrete düşmüştüm. Uzanmış olduğum kanepe, beni sanki her geçen saniye içine

40


çekiyordu. Biçare, kız lafını duyunca pörtletmeye çalıştığım gözlerim, benim inadıma sanki esefle kapanıyordu. Babamım meramında ciddi anlamda şüpheye düşüyordum. “Ulan” dedim kendi kendime, “Bu babam, rahatça rakı içebilmek için, Allah bilir kimin kızını tuttu da getirdi kadıncağıza!” -3Uyandığımda, her tarafım ağrıyordu. Salonun penceresi açık olduğundan –anlaşılan cereyanda kalmıştım. Uzuvlarımdaki sızı, adeta kafamı karıncalandırıyordu. Gördüğüm saçma sapan rüyada cabası… Sanırım, babamın eve getirdiği kıza olan merakım; bir malumat alamadan sızmış olduğumdan, rüyama girmişti. Annem rüyamda heyecanla salona giriyor ve “kalksana oğlum! Karına hoş geldin demeyecek misin?” diyordu. Gayriihtiyari yerimden kalkıp, antreye gidiyordum. Bir de ne göreyim? Baştan aşağı feraceli bir kadın… Ayaklarım gerisingeri giderken, arkamdan gelen annem, beni ileriye doğru itiyordu. Tartsan 90 okka gelecek bu kadın, değil benim karım; ancak obezite rahatsızlığından mustarip, çaresini yanlış

41

yerde arayan zavallı bir hasta olabilirdi. “Anne evlendiğimden benim niye haberim yok!” diye korku dolu gözlerle anneme sorumu yöneltmiş, annemin kötümser bakışı ve korkunç gülüşü esnasında da, bu kâbustan uyanmıştım. Anlaşılan, cereyanda kalmak; böyle sıkıntılı kâbuslara neden olabiliyordu. Oturduğum kanepede doğruldum ve başımı ellerimin arasına alarak derin bir “oh!” çektim. Bu gevşeme hareketimde uzun sürmedi. Annem içeriden ortalığı ayağa kaldırır cinsten bir bağrışta bulundu. “Ne yaptın sen, hadsiz!” Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. İstemsizce gelişen bacak titremesine engel olamıyor, bir yandan da annemin kime ve hangi nedenle bağırdığını, olay mahalline gitmeden anlamayaçalışıyordum… Acaba babam eve gelirken rakı almıştı da, ona mı bağırıyordu? Abim, “Vallahi bilmiyordum böyle olacağını anne!” diye homurdanınca, konunun babamla alakası olmadığını çözümlemiştim. “Ne yaptı acaba yine?” diye düşünürken, annem tekrardan bağırdı. “Ulan ne istedin güzelim kızdan


deyyus! Elini sürmek yetmezmiş gibi, altından bastırmakta ne?” Annemin bu sözlerini duyunca gerçekten korkmuştum. Babam onu sakinleştirmek adına usulca konuşuyor “Bak yeni taşındık, biraz sakin ol Mahmure Hanım! Komşular şikâyete gelecek şimdi…” diyordu. Annem, babamı hiç dinlemiyor ve son ses bağırmasına devam ediyordu: “Utanmaz, arlanmaz, ne istedin kızımdan.” Ardından soluklanmadan kendisine kızıyordu: “Asıl hata sende Mahmure, ilgilen diye kız emanet edilir mi bu salak herife!” Abimin, çağdaşlık adı altında Fransız filozoflarına dayanarak, genişlik sınırının olmadığını bilirdim. Bunun yanında, beniçelişkiye sürükleyen asıl mevzu; ülkemizde geçerli olan –ahlak kurallarına bağlı oluşundan da emindim. Ne olursa olsun, bazı konularda hayâsızca bir davranışın doğuracağı sonuçlardan kaçınır, kendini frenlemesini bilirdi. Annemin bağırmaları tüm bina yı inletmiş, artık olaya müdahil olmanın ve anlamanın vakti gelmişte geçiyordu. Hızlıca ilk antreye, akabinde ise mutfağa ilerledim.

Mutfak balkonunun kapısına doğru ilerlediğimde, ilk abimi gördüm. Pis pis sırıtıyordu. Ne olduğunu daha çok merak etmekle beraber bu lanet olası, bedbaht ruh halinden de acilen çıkmam lazımdı. Balkon kapısını içeri doğru açıp, dışarı çıktım. Bir de ne göreyim? Annem oturmuş, “Vah kızım, nasıl kıydı sana bu salak!” nidalarıyla ağlıyor, bir yandan da solmuş olan Kılıç çiçeğinin yapraklarını okşuyordu. “Hay Allah!” dedim, “Ulan bir uyutmadınız be!” Kargaşayı büyük bir titizlik ve sessizlikle lehine çeviren babam, televizyon ünitesi arkasına istiflenmiş rakıdan, çay bardağına usulca dolduruyordu. Kafamı ona çevirdiğimde elini burnu üzerine götürüp, kafasını da hafiften yana bükerek –bu hiç hemşirelerin hareketine benzemiyordu bu arada- sus işareti yapıyordu. Annem ağlamasına devam ederken, abim aklınca onu teskin etmek adına: “Ünlü Fransız yazar André Gide; En güzel çiçek, en tez solandır” demiş “Üzülme anne!” dedi. Sinirlerime hâkim olamadım ve ağlayan annemin yanına ben de eğilerek, derin bir kahkaha patlatıverdim.

Berk Murat

42


. IÇ.

IMDE. KI SES SAMET KURT 43

Yumuşak bir sessizlik sızıyor odama Öğrencisi taze dağılmış bir okul gibi Çocuklarını yeni yatırmış parmak uçlarında Yürüyen bir anneyi andırıyor gece. Bir sokağın açlığı olup sessizlik, Yutuyor baştan sona kaldırımları Sesim havada asılı kalıyor inan Garip, ne çok susmuşuz seninle Hâlbuki biliyorsun Sesinde insanı temize çeken bir şeyler var Kulağıma asıldıkça sesin, bir beyaz kağıda Akıyor müsveddelerim. Garip, ne çok içmişiz sessizliği Dudakların dudaklarımı öpse şimdi Tüm dengem kaybederdi kendini Oysa dudağının kenarında çiçek açmış, sessiz. Haberi var mı gülüşünün? Bir demet koparsam, yine sessiz İklim iklim uzansam sana Bu umut daha kaç mevsim taşır beni İçimdeki bu ses…? Yorgunum umut, yorgunum Tanrım ,yorgunum Gel içimdeki bu boşluktan taşır beni… Aralık-Ocak-Şubat, 2018-2019, Farklı zamanlarda yazdığım parça parça bölümlerden birleştirilerek oluşturuldu


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


.

KATIL

Her yer siyaha bürünmüş Kendimi göremiyorum Korkuyorum Bağırıyorum Ses tellerim kanıyor Cevap veren yok Yankılanıyor sesim Zihnim savaş açıyor kendine Patlayacak gibi oluyor kafamın içinde Yürümeye başlıyorum Hızlanıyorum Koşuyorum Olduğum yerde sayıyorum gibi geliyor Korkuyorum Tutunacak bir yer arıyorum Bir el uzanıyor Simsiyah yerde beyaz bir el Kimsin diyorum Cevap yok Çekiniyorum tutmaya Kalıyorum olduğum yerde Kalp atışlarım hızlanıyor Göğsümü delecek kadar hızlı atıyor Bir çift göz beliriyor Daha çok korkuyorum Gözlerimi kapatmaya çalışıyorum Kapatamıyorum Ellerimle deniyorum kapatmayı Ellerim gözlerime gitmiyor Bir ses geliyor

45


Dudakları hareket etmeden konuşuyor Beni bana anlatıyor Beni benden daha iyi tanıyor Tanıdıkça kendimden nefret ediyorum Bana doğru yaklaşıyor Engellemek için her şeyi yapıyorum Engelleyemiyorum Yaklaştıkça onda kendimi görüyorum Bana benziyor Kimsin diyorum Benim sesimle bana cevap veriyor "Umut dolu geleceğinim" diyor Peki ya ben kimim diye soruyorum "Sen bizim karanlık tarafımızsın, bizi çıkmaza sürükleyen umudun katilisin"

Ali Özgül

Fotoğraf: Gözde Kaya

46


Benjamin Button'Äąn Tuhaf Hikayesi, 2008 Senaryo: Eric Roth YĂśnetmen: David Fincher Oyuncular: Brad Pitt, Cate Blanchett


"Hayatlarımızı bazen yakaladığımız fırsatlar belirler. Bazen de kaçırdığımız."


Ç

IKMAZ SOKA 6. BÖLÜM

Salonda bekliyordu. Babası odanın içinde sinirle volta atarken başını öne eğmeden diyeceklerini bekledi. Az önce, o ismi hak etmemişti. Masal demişti ya bu adam. Ölse unutmazdı bu dediğini. Olayı bilmeyen herkes bu durumu normal karşılamaz, abarttığını düşünürdü ama öyle değildi. Kimse ona Masal diyemezdi! "Sana inanmıyorum. Ya sen nasıl mekân basarsın? Serseri misin sen? Kız gibi davranmayı ne zaman öğreneceksin?" Kendisine döndü babası. Avuç içlerini havaya kaldırıp kınayan bakışlar yolladı kızına. "Cebindekilere bak. Oyuncak sanki." "Bitti mi?" dedi sakin ama soğuk sesiyle. "Bitmedi, hanımefendi. Bitmeyecek de. Belanın merkezinde yaşıyoruz, farkında mısın? Kimi vurdun? O silahları gösteriş için almadığın kesin." "Hakareti bile hak etmeyecek bir herifi vurdum, oldu mu? Bir kadına el kaldırmak neymiş haddini

47

K

bildirdim. Belanın merkezi falan değil burası. Sadece kendisini zeki sanan insan topluluğu" "Sen polis ya da asker değilsin Kendine gel! Girdiğin rüyadan çıkalı üç sene oldu." "Rüya değil. Hak etmediğim halde kovuldum oradan, bilmiyormuş gibi davranma. Kardeşin hayatımı karartmaya çalıştı. Başaramadı ama sen bana bugün Masal dedin ya sana olan tüm umutlarım karardı. Seni asla affetmeyeceğim." deyip salondan hızla çıktı. Odasına girip yatağın üzerinde ki yastığını eline aldı. Yastığı tüm siniriyle duvara vururken sinirle bağırdı. "Tuğçe." Kapının öbür tarafındaki annesi sesleniyordu. Şu an o kadar sinirliydi ki, kırmamak adına duymazlıktan gelip yastığını bir daha duvara vurdu. Hayatını mahveden, geleceğini karartan, canını yakan kim varsa asla affetmeyecekti. Dili konuşsa, barışsa kalbi asla affetmeyecekti. Camına vuran güçlü bir ses onu durdurmuştu. Pencerenin önünde bekleyen, kendisine bakan bir Kabadayı beklemiyordu.


Yastığı yatağına fırlatırken sinirle penceresini açtı.

nıyla kendi eğlenceleri için oynamak ne kadar doğruydu?

"Ne var? Niye rahatsız ediyorsun beni?"

Mehmet’te baktı, Narin'e. Vicdanını kaybetmiş bir kadın duruyordu karşısında. Sinirle bakıp tekrar Bücür'e döndü.

"Boşuna yordun ellerini, demeye geldim. Yapıyorsun bir şeyler ama sonunu düşünmüyorsun. Necmi; ev sahibiniz. Yarın kapının önüne koyduğunda ne yapacaksın onu düşün. Ayrıca boşuna dövdün. Narin sana oyun oynamış." "Ne?" "Diyorum ki oyun oynamış sana. Az önce gördüm yüzünde yara bere falan yok. Seninle dalga geçmiş." "Yalan söylüyorsun. Gördüm, ağzı yüzü morluk içindeydi." "Söylemiyorum, git bak." dediğinde kız kime inanacağına şaşırdı. Gözüyle görmüştü dayak yemiş halini. Pencereyi kapatıp Narin'e bakmaya gidecekti ki ikinci katta oturan kadının penceresi açıldı. Yüzünde sinsi bir gülüş vardı. Oyundu, oyun oynamıştı bu kadın. Ne denirdi şimdi? İnsanların vicda-

"Yalan söylemiyorum demiştim. Uğruna adam dövdüğün kadın besler artık seni." Yukarı da olan bu kez kızdı. Adam'a doğru eğildi. "Sana ne? Sokakta sürüneceğim, sana ne? Sana ne kabadayı, sana ne?" Ezdirmezdi kendini. Bu adamın sözlerinin haklı olduğunun farkındaydı ama ezdirmeyecekti kendini. "Pardon, insanlık etmek yaramıyor senin gibilere, unutmuşum. Sen bu zihniyetle daha çok sürünürsün kızım. Sana iyi sürünmeler." deyip hızla pencerenin önünden ayrıldı. Giden adamın ardından pencereyi kapatırken kendisine hala sırıtarak bakan kadına tepkisizce bakıp derin bir nefes aldı. Bela çekiyordu, artık anlamıştı. Odasının kilidini açtığında karşısında annesini buldu. "İyiyim." deyip evden dışarı çıktı. Bu mahalle de hayat zor de-

48


mişlerdi, doğruydu. Zor ve sıkıntılı hayatına rağmen şimdi iş bulmak zorundaydı. Üstelik deli gibi uykusu vardı ama yediği kazıklardan sonra uyumaya da hali yoktu. Apartmandan çıktığında gördüğü tanıdık arabaya ilerledi. Şoför koltuğundan biri, yanından öteki indiğinde sinirleri bir anda uçtu. Dudaklarında çarpık bir gülümseme oluşurken iki adamı korkutmayı seçti. Cebindeki iki silahı da çıkartıp onlara doğrulttuğunda kendisini fark etmelerini bekledi. "Bismillah, ne yapıyorsun kızım?" dedi Sinan, Kenan'a göre esmer kalıyordu. "Kes çeneni Sinan! Geç kenara, geç." derken oldukça eğleniyordu. "Bu kız deli, diyorum kimse beni takmıyor." "Ne dedin duymadım?" "Bir şey demedik canım arkadaşım. İyi misin, annen baban nasıl?" Daima nabza göre şerbet veren Kenan'a uzun uzun baktı. "Oğlum, valla katil tipi var bunda.

49

Öldürecek. Tuğçe, ben daha çok gencim. Gelecekteki çocuklarım beni bekliyor. Haremimi kurmadan ölmek istemiyorum." Şen bir kahkaha attı genç kız. Kendisini pencereden izleyen babasından habersizdi. "Kaç gündür beni arayıp sormadığınız için sizi vururdum da kahretsin, yine vicdanıma denk geldiniz." "Kıyamazsın bize." derken saçlarını düzeltiyordu Sinan. "Deneyelim mi?" dedi dudaklarını büzüp başını sağa yatırırken. "Yok, yapmayalım öyle şeyler." Gülerek Sinan'a sarıldı ve az önce düzelttiği saçlarını bozdu. Ardından Kenan'a koşarak gidip boynuna sarıldı. Gelmişti yine vazgeçemediği çocuksu duyguları. Kenan'a sarılırken gözleri bir noktaya odaklandı. Kabadayı uzaktan kendisini izliyordu. Neden baktığını bilmese de o da, Kabadayıya baktı. Kenan’ın kollarından sıyrılıp Kabadayıya ilerledi. Adama yaklaşırken göz teması kurmuştu. Birbirlerine inat yapar gibi, Kabadayı da genç


kıza baktı. Aralarında bir adım kalana dek göz temaslarını asla bozmadılar. "Senden bir ricam var. Bunları ne yapacağımı bilmiyorum. Ya yol göster ya sana vereyim." deyip silahları uzattı. Az önce sanki kavga etmemişti bu adamla. Silahlara alıp elinde sıkıca tuttu adam. "Ben yapacağımı biliyorum." deyip yanından uzaklaştı. Kenan ve Sinan’ın yanına tekrar gidip arabaya bindi. İş bulması gerekiyordu. Yollar onu beklerdi. Araba hareket ederken gözleri evin penceresine kaydı. Babası onu izliyordu. Göz göze geldiği adama yüz çevirdi. "Ne zaman geliyorsun okula?" "Bilmiyorum Sinan. Gelesim yok aslında. Yeni mahallem çok ekşınlı. Ben serseri olmaya kararlıyım." "Karar vermene gerek yok, serseriden farksızsın" dedi Kenan. Üç yıldır aynı okuldalardı bu kızla. Yeri geldiğinde Sinan’la ikisi kuzu gibi oluyordu da bu kız sert tavırlarını, erkeksi konuşmalarını bırak-

mıyordu. Her erkeğin hayatında edinmek istediği kızlardan biriydi aslında. Arkadaşlıktan ötesini düşünmeyen, yılışık olmayan, asla yarı yolda bırakmayan... "O ayrı. Bu mahalle çok güzel, oğlum. Size de buradan bir ev bulmalıyız." derken gözü dışarıdaydı. Bir iş ilanı arıyordu. "Yok kalsın. Öldürecek gibi bakıyor hepsi. Bak dikkat et bunların uyuşturucu kullananı falan vardır." "Var zaten. Dün birini bizzat gördüm. İlk kullanışıymış. Komaya girdi." "Kızda ki rahatlığa bak. Sanki şeker yiyen birini anlatıyor." dedi Sinan. "Bu durum benim için şeker yiyen birinden farksız, biliyorsun Sinan." dedi genç kız. Hayatını biliyordu oysa bu iki genç. Yine de bilmiyormuş gibi davranmaya, her şeye şaşırmaya devam ediyorlardı. Arabanın içinde hala iş aramaya devam ediyorlardı. Çok uzakta değillerdi. Gezdikleri yer, Hazineye yakındı. Yine de herhangi bir iş ilanı göremediler. Arabadan inmek mantıklı gelmiyordu üçüne de Sinan'a kalsa

50


bu çevrede iş aramak bile mantıksızdı. Kenan’ın çalan telefonuyla aralarında dönen sohbete ara verdiler. "Hemen geliyoruz, annem." deyip telefonu kapattı genç adam. Kenan'ın söyledikleri, Tuğçe'nin kaşlarının çatılmasına sebep oldu. Kenan yalnız bir kişiye anne derdi. O da, Tuğçe'nin annesine. "Ne oldu?" dedi direksiyonu başka yöne kıran adama. "Ev sahibiniz kapıya dayanmış, annen ağlıyor." "Kahretsin!"diye mırıldandı. Necmi denen herifi, değmeyecek bir kadın için dövmüştü. Başı beladaydı. O adamı nasıl durduracaktı? Kabadayı haklıydı. Bir şey yapıyordu ama asla yaptığı şeyin sonucunu düşünmüyordu. "Neden senin yüzünden ev sahibinin geldiğini düşünüyorum."dedi Sinan. "Çünkü benim yüzümden, herif geberir diye beklemiştim. Bir ton da dövmüştüm oysa." İçinde ki karmaşaya inat umursamaz gözü-

51

küyordu. Bu hayatta kimseye kolay istediğini vermezdi. Kenan ve Sinan olsa bile. Kimseye yeri geldiğinde kullanacağı koz vermemeye çalışırdı. Kimin eline fırsat geçse acımasızca vuruyordu. Tıpkı babasının yaptığı gibi. Kenan da Sinan da sustu. Bu kıza kim ne söylerse söylesin uslanmazdı. Evlense kocası ertesi gün terk ederdi. Bu kız da öyle bir potansiyel vardı. Burnunun dikini indirmeyen, kendini ezdirmeyen, asla susmayan, kavgadan ve beladan uzak durmayan... Araba evlerinin önünde durduğunda hızla arabadan indi kız. Galiba en başından Kabadayıyı dinlemeliydi. Apartmanın açık kapısından içeri girip önünde birkaç merdiveni hızla açıktı. Necmi kapıya dikilmiş, babasıyla tartışıyordu. Adamın omzuna dokundu sertçe. Kendisine dönen adamı görünce gülmemek için dudağını dişledi. Kenan ve Sinan çoktan arkasında yerlerini almıştı. Nasıl benzettiyse yüzü darma dumandı. "Sen..." dedi adam. Sinirlense de gözlerinde ki korkuyu görebiliyor-


du. Bu Tuğçe’yi daha çok gülmeye teşvik ediyordu. Kaç yaşındaki herif, yirmi ikisinde ki kızdan korkuyordu. "He ya ben, Necmi! Attığım dayaklara doyamadın, bir daha atmam için kapıma yalvarmaya mı geldin?" "Ben seni şimdi yalvartacağım! Çıkıyorsunuz evimden! Hem de hemen!" "Bir kıza bağırmak ha! Hem de savunmasız bir kıza." dedi Kenan. Savunmasız mı? Tuğçe mi? Kim inanırdı buna? Tuğçe'nin ters bakışıyla karşılaşsa da duruşunu bozmadı. "Çıkmıyoruz evinden, ne yapacaksın?" "Siz kimsiniz? Ne demek çıkmıyoruz?" "Bu kızın kardeşleriyiz! Çıkmıyoruz. Utanmadan kendinden kaç yaş küçük kızdan dayak yemişsin, acını evden kovarak mı çıkaracaksın?" Sinan’la gurur duymuştu kız. Bir kere daha 'iyi ki' dedi içinden. İyi ki, bu iki adam yanındaydı.

"Bizi çıkarmaya hakkınız yok. Bir senelik sözleşme imzaladık." Dedi, Mustafa Bey. Hep sakin bir adam olmuştu. Onu bu hayatta deli edebilen tek insan, deli kızı Tuğçe’ydi. "Bu semtte ne sözleşme geçerli ne saçma bir belge. Burada güç geçerli. O güçte ben de olduğuna göre " "Hangi olmayan güçten söz ediyoruz moruk? Beni dövemediğin güç mü?" "Para gücü. Sen de olmayanından" "Gel ben sana paranın gücünü göstereyim." deyip adama bir adım attığında Necmi bir adım geriledi. Kenan, kızın kollarından tuttu. Necmi korkuyla apartman çıkışına ilerlerken "Elime düşeceksin, göreceksin " diye tehdit etti kızı. Tuğçe, Kenan’ın kolları arasında zor duruyordu. "Lan, yürü git!" diye bağırdığında, Necmi koşarak dışarı çıkmıştı. Onun çıkmasıyla iki kardeş şen bir kahkaha attı. Bu deli kızı seviyorlardı.

52


"Geçin içeri." dedi babası. Kız, babasına tavırlı bir ifadeyle baksa da söylediğini ikiletmeyip içeri girdi ve salona ilerledi. Tekli koltuğa bağdaş kurup oturduğun da herkes salona teşrif etmişti. "Annem, biz açız." dedi Sinan. "Oy, kıyamam kuzularıma. Hemen bir şeyler hazırlayayım." deyip mutfağa gitti kadın. Sinan ve Kenan, babasıyla sohbet ederken kendisi olayın dışında kalıyordu. Babası da, kızının kırılmış tavrının farkındaydı. Gönlünü almak istiyordu ama olayların biraz soğumasını bekliyordu. Annesinin getirdiği yiyeceklerden az çok yedikten sonra beyleri rahat bırakmadı. Bu gün, bu iş bulunacaktı. Kafaya koymuştu ve elde etmeden ne kendisi rahat olacaktı ne de etrafındakileri rahat bırakacaktı. Dışarı tekrar çıktıklarında bu kez arabaya binmediler. Nedendir bilinmez arka sokağa ilerlediler. İki günde bin tane olayın olduğu arka sokağa. Sokakta oynayan çocuklar vardı. Kaldırıma oturmuş çay içen ka-

53

dınlar, çekirdek çitleyenler. Futbol oynayan çocukların topu ayağına kadar geldiğinde ayakkabısının altına alıp topu durdurdu. Futbola bayılırdı. Standart kız profilinden çok, dışında bir kızdı. Bunu kabulleneli çok uzun zaman olmuştu. "Ablaaa, atsana topu!" dedi mavi gözlü, kumral tenli çocuk. Gülümsedi. Çocukluğu aklına geldi. O kadar erkeğin arasında tek kendisi. Dayanıksız bedenine gelen sert top darbeleri, defalarca dizlerini yaralaması, çoğu zaman oynayamadığı için kaleci olması. Güzeldi, hem de çok güzel. Ayakkabısının burnuyla topu havaya kaldırıp dizin de sektirmeye başladı. Bu durum çocukların ilgisini çekmişti. Hepsi hayranlıkla genç kızın etrafında toplanırken Kenan ve Sinan gülüyordu. Sinan kalabalıktan biraz uzaklaşıp: "Tuğçe, gönder!" diye bağırdı. Dizindeki topun hafif aşağı düşmesini sağlayıp ayağıyla vurup Sinan'a yolladı. Sinan da topu dizin de sektirirken bu kez Kenan'a yolladı. Şov değildi yaptıkları. Her zaman ki halleriydi. Seviyorlardı futbolu. Kenan da uzun süre dizinde sektirdiği topu sonunda yere düşürdüğün de üçlü


gülmeye başladı. Çocuklar ise hayranlıkla üçlüye bakmaya devam ediyorlardı. "Abla, bana da öğretir misin?" dedi bir çocuk. Severdi çocukları. Yere eğilip çocukla aynı hizaya geldi ve saçını okşadı. "İsmin ne yakışıklı?" "Ahmet." dedi hevesle. "Mehmet ağabeyim bana öğreteceğini söyledi ama dün biraz kızdı. Sen de kızar mısın?" Kabadayı. Çocuğa bile öküzlüğünü yapmıştı. "Öğretiriz Ahmet, ama çocuklara kızmam. Benim işlerim var, halledeyim beraber maçta yaparız." "Cidden yapar mıyız?" dedi heyecanla başka bir çocuk. "Yaparız." dedi Sinan. "Bu yakışıklılarla neler yapılır neler." derken kendini gösteriyor, gururla gülüyordu. Çocuklar duydukları olumlu haberlerle gülümserken Tuğçe, Ahmet'in başını gülümseyerek okşadı ve ayağa kalktı. Şu an öncelik işti ve buralarda oyalanıyordu. Çocuklara

veda edip sokakta ilerlemeye devam ettiler. Hazine de iş bulamadığı için Çöplük'e gidecekti. Taraf tutmuyordu. İki tarafı da tanımıyordu zaten. Düşmanlığı da yoktu. Çöplükteki insanlar masum insanlara zarar vermediği, kötü alışkanlıklara bulaştırmadığı sürece herkesi severdi. Çünkü insanların kendilerine verdiği zararı anlardı ama başkalarına da zarar vermelerini anlamazdı, anlayamazdı. Hazinenin sınırına gelirken kaldırımda ki kadınlar garipseyerek bakıyordu. Onlara hak verse de bunu yapmak zorundaydı. Sonuçta işti bu. Paraya ihtiyacı vardı. Çöplüğe adım attığında gazinolarda gözü takılı kaldı. Ne de güzel dövmüştü Necmi salağını. Tabii, Narinden yediği afilli kazığı da unutmamak lazımdı. Unutulacak gibi değildi malum. Neyse, şimdi bu konuyu düşünmeyecekti. Aklına gelen yeni fikirle gülümsedi. Gördüğü ilk pavyona girerken arkasından itiraz nidaları duysa da duymazlıktan geldi. Birkaç çalışan harici içerisi boştu. Yerleri silen kadının yanına ilerledi. "Merhaba, iş görüşmesi için kiminle görüşebilirim?" Kadın etrafına

54


bakındı.

alaylı bir gülüş takındı.

"Eymen Bey, orada." dedi gözleriyle işaret ederken. Arkasına döndüğün de tanıdık simayı görmüştü. Bu adamı birkaç kere gördüğüne emindi. Hatta bu sabah, Necmi’nin pavyonundan çıkarken kendisine dikkatli bakmasından hatırlıyordu. Esmer, siyah saçlı, kahverengi gözlü, kaslı ve bakımlı adama ilerledi. Demek ismi Eymen’di. Adam zaten kendisine bakıyordu.

"Bence asıl konuya gelelim." dedi Tuğçe. Yoksa birazdan mükemmel bir kavgaya şahit olacaktı. "İş istiyorum. Temizlik, garsonluk, barmenlik hepsi olabilir."

"Merhaba." dedi duygusuz bir sesle. "Vay, şu meşhur kız. Merhaba." Lakayt bir söyleyiş değildi ama ciddi de değildi. İkisinin ortası, yalnızca konuşulurken hissedilecek bir tarzdı. Kısaca anlatılmaz yaşanılırdı. Bu durumdan rahatsız olan beyler "ıhm" diyerek varlıklarını da belli ettiklerinde adam bu kez onlara baktı. "Korumaların herhalde?" Tuğçe cevap vermeden Sinan devreye girdi. "Evet koruma. Gel, seni de koruyayım ben. Neslinin devamı gelmesin?" "İyiymiş, ama korkmadım." derken

55

"Tamam, alındın." "Anlamadım." dedi kaşları çatılırken. "Duydun işte; işe alındın." "Ama daha sorunumu dinlemedin bile. Part-time çalışacağım." "Tamam, gel çalış. Ayda bir buçuk milyar, barmenlik yapacaksın." İyiydi. Bir öğrenciye göre mükemmeldi. Ailesine yardımı da dokunacaktı. "O zaman, yarın okul çıkışı görüşürüz." dedi elini adama uzatırken. Eymen de uzatılan eli tutup sıktığında ikisi de gülümsedi. Biri, sinsice; öteki, memnuniyetle.

Gökyüzü


Çizim: Cenker Tßreci

56


ÇIglIgI yansItmayan tek bir dize var mIdIr?

-Pervane

Sükrü Erbas


Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya


/mucizeruhdergi.blogspot.com /mucizeruhdergi /mucizeruhdergi

MUCÄ°ZE RUH


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.