Fevkalade Mecmua
PELİN ERDOĞAN · DİCLE ARSLAN · OKTAY TOSUN · FİKRET ÇELİK · SAMET KURT · SERPİL KAYA · ÖZKAN ARAR · AHMET GÜVEN · SENA SABCIOĞLU · HİLAL ARAS · BURAK ŞAMİL ÇAKIR · TUĞÇE MASAL AKYILDIZ · DUYGUCAN ALP · FATİH ALTINBEYAZ · GÜLCE AVCU · FERAY ALTAN · GÖZDE KAYA · CENKER TÜRECİ · NİYAZİ HARMAN BAŞI · EDİPEREN KILIÇ · CUNDULLAH KARAASLAN
EKİM 2019 E D E B İ YAT SEZON 3 K Ü L T Ü R SAYI 12 S A N A T
les choristes
. MUCIZE RUH
CUNDULLAH KARAASLAN
FotoÄ&#x;raf: Vivian Maier
|
a u m c e M e Ruh d e z a i c l a Mu k v Fe
MUCIZE RUH Fevkalade Mecmua
GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ TASARIM EMİR YAPICI
KAPAK İLLÜSTRASYONU CUNDULLAH KARAASLAN
İLLÜSTRASYONLAR CENKER TÜRECİ NİYAZİ HARMANBAŞI EDİPEREN KILIÇ FOTOĞRAF SORUMLUSU GÖZDE KAYA
DÜZELTİ ŞEYMA NUR YAPICI
Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. ©HER HAKKI SAKLIDIR
KIMIZ BIZ? Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize hoş geldiniz. Burası sizin derginiz. Çünkü burada sizin ve diğer yazarların yazıları toplanıyor, okuyuculara hazırlanıyor. Böylece derginin hem okuyucusu hem de yazarı olmuş oluyorsunuz. Peki adımız neden Mucize Ruh? Her insanın birikmişleri vardır. Ve bu birikmişlikleri topladığı, belki köşe bucaklara sakladığı yazıları vardır. Bu yazılar oralarda bir yerde bir gün okunmayı bekler. Belki de okutulacak yer bulunamaz. Mucize Ruh, size yazılarınızın okutulmasını sağlayabileceğiniz bir dergi imkanı tanıyor. İşte bu yazılar gün yüzüne çıktığı zaman insanın ruhu büyük bir mucize ile birleşmiş oluyor. Ve biz buna Mucize Ruh diyoruz!
- İÇİNDEKİLER Aksiyon-Reaksiyon! Güzel Bahane Pelin Erdoğan
Sena Sabcığlu
Arayış Kayıp Zamanlar
Dicle Arslan
Hilal Aras
Linç Çağı Çocukları Leylekler Gibi Oktay Tosun
Burak Şamil Çakır
Üç Ada Dört Adam Sarhoşluğum Aya Bir Günlük Seyir Defteri Tuğçe Masal Akyıldız Fikret Çelik
Kızıl - Stefan Zweig Kadim Bir Kelime: Umut (Kitap Yorumu) Samet Kurt
Duygucan Alp
Eylül Senfonisi Yazar Nasıl Biridir? Serpil Kaya
Fatih Altınbeyaz
İnsomnia Yabancı Toprak
Özkan Arar
Gülce Avcu
(Söz) Suâl
Melih Cevdet Anday
Ceren Özdinç
Smyrna Bir Var Bir Yok
Ahmet Güven
Feray Altan
BU ALANA
R E K VEREBİLİRSİNİZ LAM
İLETİŞİM: mucizeruhiletisim@gmail.com
AKSİYON-REAKSİYON! 20. yüzyılın ortaları. İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransa’sında, bir sayfiyede onlarca sorunlu çocuğun eğitim gördüğü bir erkek öğrenci yatılı okulunda geçer film. Katı kuralları vardır okul müdürü M. Rachin’in, “etkiye tepki” prensibine inancının altını çizer şu repliği: - Aksiyon – reaksiyon! Suç işleyen, haylazlık, hata ve kötülük yapan çocuklara böyle söyleyerek katı cezalar verir. Filmin ilk sahnesi tanınmış bir koro şefinin, Pierre Morhange’in konser öncesinde annesinin ölüm haberini alması ile başlar. Konser sonrasında cenaze için Paris’e, memleketine gider. Cenaze evinde onu ziyarete gelen eski arkadaşı Pépinot’nun bir üst anlatıcı olarak biz izleyicileri elli yıl geriye götürmesiyle, okul anılarıyla devam 5 eder film.
Yönetmenliğini Christophe Barratier’ın yaptığı, orijinal ismi “Les Choristes” olan ve Türkiye izleyicisi ile “Koro” ismiyle buluşan filmdeGérardJugnot tarafından canlandırılan Clément Mathieu isimli öğretmen, müzik tutkusunu, onlarca sorunlu öğrencinin hayatına bir şifalı merhem gibi sürer. Hayatı boyunca birçok şey için çabalamış, sonunda yolu bu yatılı okula öğretmen olarak düşmüştür. Okulun kapısından girerken elinde, bir daha bakmamak üzere kendine söz verdiği onlarca nota sayfasını, geçmişinin yorgunluklarını, hayal kırıklıklarını gömdüğü çantası vardır. Gözleri yeni bir maceraya giriyor olmasının tedirginliği ve uslanmaz umutları ile gezinir okulun duvarlarında ve pencerelerinde. Okul hizmetlisi eşlik eder ona, okulun içini ve kalacağı yeri gösterir, çocuklardan sevgiyle bahseder sözlerinden de önce gözleri, haylaz çocuklardan yılıp okulu terk eden öğretmenleri anlatırken onun kalacağını biliyor gibidir. Farklı yaşlarda onlarca öğrenci vardır sınıfında. Bir sebeple suça meyletmiş, öfkeli, mutsuz, haylaz onca çocuk, okul müdürü M. Rachin’in ve onun etkisindeki diğer eğitmenlerin bitmek bilmez cezaları karşısında daha bir asi, daha bir öfke dolu olmuştur. Bir gün çocuklardan biri okul hizmetlisine ağır bir şaka yapar ve hizmetlinin yaralanıp hastaneye kaldırılmasına neden olur. Mr. Rachin’in olay karşısındaki öfkesine tezat, okul hizmetlisi anlayışlıdır, Mathieu’ye o çocuktan sevgiyle bahseder, bu şakanın böylesine zarar verebileceğini düşünemediğini, aslında durumunun bu kadar kötü olduğunu bilse çok üzüleceğini söyler. İzleyici, “şiddete şiddet” inancındaki okul müdürü ile bedenen zarar gördüğü halde çocuklara sevgisini, güvenini koruyan hizmetli arasındaki uçurumda kalır ve tek kurtarıcı daha o sahnede bellidir; Mathieu bu haylaz çocuklardan kuracağı koro ile okulda sevgiyi, beraberliği inşa edecek,Mr. Rachin’in içindeki çocuğa bile seslenecek, ona oyuncak kağıt uçaklar uçurtabilecek, çocuklarla bahçede top oynatabilecektir. Mathieu katı kuralların çocukları daha asi ve yalnız kıldığını
6
gördüğü için, gönlünü, o çocuklara sevgiyle, şefkatle ulaştıracaktır.
7
Koro, Mathieu’nun şefliğinde çalışmalarını sürdürürken çocukların aileleri ile olan sorunlu bağları da dökülür kare kare karşımıza. Mondain iflah olmaz bir suç makinesidir; okula geldiği andan itibaren içindeki kötülüğe tanık oluruz. Her durumda onun suçlu olduğuna öylesine inanırız ki, bir hırsızlık yüzünden okuldan atıldığını gördüğümüzde canımız pek yanmaz, ıslah olmasını dileriz. İlerleyen sahnelerde hırsızın o olmadığı ortaya çıktığında katı yürekli okul müdürü kadar biz izleyiciler de şaşırırız. Film, mutlak kötülük için zeminin, hep başkaları tarafından döşendiğini gözümüze sokar bu sahnede. Pépinot çocuklar içinde en küçük olanıdır, babasının geleceğine inandığı için okul kapısında babasını bekler her Cumartesi. Oysa babası hiç gelmeyecektir, okul hizmetlisi de okul müdürü de bilir bunu. Bir çocuğun umudunu yıkmak biraz da insanın kendi çocukluğunu öldürmesidir; kimse cesaret edemez ona babasının gelmeyeceğini anlatmaya, acı veren geçeklerle yüzleşmekte en az çocuklar kadar çocuktur her yetişkin de. İlerleyen sahnelerde görürüz ısrarlı çocuksu inanışının Pépinot için güzel bir sonuca varacağını:Mathieu’nun kovulduğu gün cumartesidir. -Evet, kovulur Mathieu. Mr. Rachin, Mathieu’nun yaptıklarından bir ara mutlu olmuş gibi görünse de o, katı kurallara bağlanmış, şiddeti şiddetle yanıtlayan birisidir, nasıl kötülüğünden emin olduğu Mondain’i yargısız infaz etmişse kendindeki sevgiyi de kim bilir yaşamının hangi evresinde, yargısız infaz etmiştir, talihsiz bir yangın olayı nedeni ile kovacaktır Mathieu’yu okuldan. Kovulduğunu işittiği anda gözünün içine bakar Mathieu Mr. Rachin’in, bunun geri dönüşsüz bir karar olduğunu bilir, nedenini sormaz bile, kalmak için çabalamaz,
acımakla karışık bir bakış... ve... onun hasta olduğunu ilk kez sesli söyleyip ayrılır yanından. Rıfat Ilgaz’ın “Hababam Sınıfı” isimli eserinden uyarlanan Ertem Eğilmez’in yönetmenliğini yaptığı aynı ismi taşıyan altı serilik filmdeki Mahmut Hoca’yı hatırlatır bu an.- Tıpkı okul kapısından içeri girdiği, okul bahçesindeki ilk yürüyüşünde olduğu gibi, okul kapısından çıkıp toprak yolda otobüse doğru yürürken elinde yine çantasını tutuyordur Mathieu, bir fark vardır ama; bu defa gün yüzüne dokunmuş notaların sevincini, koronun sesini doldurmuştur çantasına, geçmişindeki hayal kırıklıklarının camsı şıngırtısı yerine şimdi o çantadan, Morhange’ın meleksi sesiyle Vois Sur Ton Chemin yayılıyordur evrene... ve okul bahçesinde sevimli çocuk Pépino, gün Cumartesi ya, ısrarlı bekleyişini sürdürüyordur yine aynı köşede. Mathieu otobüse doğru ilerlerken boş olan diğer eline koşar Pépino... tutar... inanışında haklıdır, öz babasıyla olmasa da Cumartesi bekleyişi bir anlam bulmuştur artık, Pépino ve Mathieu, beraber ayrılırlar okuldan. Koronun önceleri oakul ders saatleri dışında geceleri yatakhanede çalışması, varlığının, Mr. Rachin tarafından onaylanmasından sonra ise görünürlük kazanması bizleri mutlu eder; ta ki Mondain’in okuldan atılmasına kadar. Mr. Rachin bu kötü olaydan sonra koroyu yasaklar. Ancak koro öylesine gerçek bir omurgadır ki artık, yaşamını, gece yatakhanede gizlice sürdürmeye devam eder. Civardaki sermaye sahiplerinin dikkatini çekecek şekilde büyür koro;Mr. Rachin’den koroyu dinlemek için gün alırlar. Okul bahçesindeki konserde Mr. Rachin mutludur, zengin davetliler karşısında övünür, istediği daha üst görevler için bu bir fırsat olmuştur, başarıyı üstlenir, alkışları doldurur kucağına koro şefinden ve çocuklardan önce. Biz izleyiciler gülümseriz, film ve gerçek hayat
8
arasındaki bu yarı saydam alan, alışık olduğumuz bir durumdur; filmin dışında da böyledir ya hayat, başarıyı avlayanlarla başarıyı doğuranlar hep aynı zemine basar ama birini yer çeker, diğerini gök. İflah olmaz bir adaletsizlik kanıksaması içindeyken hem filmin içindekiler hem de biz dışındakiler, Morhange’ın sesinden Vois Sur Ton Chemin’yı dinler ve mest oluruz:Asıl olan, müziktir evrende. Les Choristes unutulmayacak bir film. PelİN ERDOğAN
“...fİlmİn dIşInda da BÖYLEDİR ya hayat, başarIyI avlayanlarla başarIyI doğuranlar hep aynI zemİne basar ama BİRİNİ yer çeker, DİĞERİNİ gök.”
9
ARAYIŞ
Her yerde arıyorum Bir parça ben bulmak için Yazılmış şiirlerde Söylenmiş şarkılarda Olanaksız hayaller de Bitmemiş sözcükler de Oysaki hatırlıyorum; Bulmuş gibiydim, Okumuş gibiydim, Dinlemiş gibiydim, Görmüş gibiydim, Söylemiş gibiydim Şimdi ise bitmiş gibiyim...
dİCLE aRSLAN
10
Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya
Sokakta kalan çocukların Otobüse binemediğini öğrendiğimden beri Reddettiğim toplumsal kurallar ve Yer vermediğim yaşlıların nefretli gözleri arasında evrildim ben Utanıp unutulduğum arka koltuklarda. Yaşayıp Çöplüklerde Yerleşik hayata katlandığım kartonlar üzerinde Uğraştım hep Linç çağını atlayıp Çocuk devrine varabilmek için. Tek ıslıkta yüzlerce olan ve Tek ıslıkta keskin demir parçalarına dönüşmeye hazır Köpek sidiği ve sertleşmiş yara kabuğu kokan çocukları Bindirebilmek için Kentin en temiz otobüs koltuklarına
_
OKTAY TOSUN
Önce bekledik Var gücümüzle Karanlığın çökmesini Sonra kırdık sinir uçlarından direksiyonları Sonu gözükmeyen rejüflerin ardına Fark edemediğimiz Uçurumların Sonlarına Doğru İçinde Şoförler S-+ızmaya yakınken ...
LİNÇ ÇAĞI
Cocuklari .
12
ÜÇ ADA DÖRT ADAM BİR GÜNLÜK SEYİR DEFTERİ Güneşle uyanmışlığın sessizliği içinde Bir dilim ay parçası gibi yüreklerimiz. Köprülerinden geçiyoruz Caddelerinden, sokaklarından şehrin Dur durak bilmeden geçiyoruz. Doğurganlığı üzerinde tabiatın, Sarı gözlü papatyalara Takılmasa da gözlerimiz, Yediveren gülleri ne kadar da Rengârenk ve mağrur Bir tarafımız kır, Bir tarafımız deniz. Denizin üstü maviden bir gömlek, Rüzgârın boyun eğdiği Ada, Birkaç mil kadar gözden ötede Alsın başını dağılsın artık hüzünler, Umut balyalarıyla karaya vurma zamanı Kır dümeni aşk rıhtımına Kaptan!
Fikret Celik . 13
Çizim: Cenker Türeci
KADİM BİR KELİME:UMUT Hayat denen odamın Yalnız bir köşesinde titreyen Işığı kısılmış bir gaz lambası umut Ve hayat duvarlımı boyayan Cılız bir renk yaşamak Beni bana küstüren kelimeler Söyleyin şu kısacık ‘yaşıyorum’ cümlesinde Upuzun bir hüzün değil midir kader Israr etme kalem, kaderimi Pasaklı bir üslup nasıl tasvir eder Çatlatıyor hayat duvarlarıma zaman Yorgun bir umut, köşede ipil ipil yanan İlmek ilmek sökülüyor ömrüm: Tiril tiril giydiğim mintan. Boyası dökülüyor hayat denen odamın Olsun isterdim Güneşli bir bahar gününe uyanan Çiçek gibi yirmili yaşım Uzanırdı uzaklara usul usul upuzun Işıktan da hafif başım. Şimdi bir ağırlık üzerinde başımın ve zamanın Zamanı kadim bir kelimenin insafına bıraktım. Ve başımı uzattım celladına kaderin Ruhumla birlikte sırtımı duvarına dayadım Cılız bir renkle boyanmış hayat denen odamın.
Samet Kurt Çizim: Cenker Türeci
14
..
Eylul Senfonisi Alıp başını gidiyor kızgın ağustos da.. Tıpkı batan güneşin turuncu semânın göğsüne saklanışı gibi. Ve “Merhaba” diyoruz biz, sarı sonbaharın müjdecisi olan Eylül ayına. Şimdi şurada, çakıltaşları ile süslenmiş bu mavi koyda, sarı kum tanelerinin üzerindeki ayak izleri yavaş yavaş kayboluyor, görüyor musunuz, sessiz sedasız ve usulca. Şu kenarı kırık şefaf gazoz şişesi, şu yeni yenip bitirilmiş sarı mısır koçanı, şu ipi kopmuş ve sahile terk edilmiş mavi plaj terliği... Hepsi ama hepsi terk edilmiş bir şehrin ıssız enkazları gibiler adetâ. Artık mevsimlerin gün dönümü, deniz dalgalarının veda
15
türküsü duyuluyor bu kumsallarda. Sarı sıcak bir gülümseyiş kaplıyor her yanı, şimdi ağaçlar yapraklarını boyuyorlar turuncuyla karışık güz sarısına. Şimdi şarkılar daha hüzünlü, sahillerdeki renkli balonlar kavuşuyor birer birer göklerdeki yuvalarına. Tatlı bir hüzün sarıyor ruhumuzu, bu bir eylül senfonisi, bu yaza veda bestesi. Yeni bir mevsimi kucaklıyoruz, melânkolik şarkılarla.
Serpil Kaya
.
Insomnia Uykusuzluğumun sebebinde bile bir mecburiyet yatıyor. Lakin ben hâlâ yıkılmayan bir savaşçı gibi ayaktayım. Ve biliyorum, şuan uykusuzluğumun mecburiyetle seviştiğini... Kanlı bir çift göz, altı mor olanlardan. Lanet bir surat, çatık kaşlar, bi dolu kafa... Kimseye dayanamıyorum, zaten kimsede bana dayanamıyor. Ve kimseye dokunamıyorum ama herkes bana dokunsun istiyorum. Uykusuzluğumun mecburiyetine gen bıraksın. Hiçbir uyku bana dokunmasın. Baş başa kalalım. Uykusuzluk ve ben...
..
Ozkan Arar
Çizim: Cenker Türeci
Unuttursun bana dünyayı ve gerçekleri ya da gerçek sandığımız her şeyi... Ya uyandırsın beni bu rüyadan ya da söylesin rüya içinde yaşadığımızı...
16
“...Her İnsan gençlİğİnde Şİİr yazar. Sonra BIraKIr. Unutur. ŞİİRİ devam etTİrenlere ŞAİR dİyorlar...”
Melih Cevdet Anday
SMYRNA Smyrna yanıyordu. Yıkık dökük eski bir kalenin kapısından içeriye kendisini zorlukla attı. Dondurucu rüzgarın vızıltısı hala kulağındaydı. Küçük kentin daracık sokakları neredeyse terkedilmiş gibiydi. Cılız da olsa sokağın iki tarafında kale kapısından itibaren duvarlara neredeyse bitişik en fazla iki katlı eski taş evlerin tahta pervazlarından sızan ışıklar sokağı aydınlatıyordu. Sokaklar o kadar dardı ki, pencerelerin ahşap panjurları aynı anda dışarıya açılsa neredeyse birbirlerine değerdi. İnce uzun sokağın dibinden hızlıca gelip yanağını sanki bir suç işlemiş gibi tokatlayıp geçen sert rüzgarın dışında hiç ses yoktu. Parke taşlarla düzensiz döşenmiş, ama tam ortasına minik bir suyolu yapılmıştı.
19
Yabancı taş evlere sürünerek yürümeye çalıştı. Keşişlerin giydiğine benzer bol pelerinin içine gömülmüş, yüzünü sanki kimse görmesin diye kafasına giysinin şapkasını iyice örtmüştü. Dişleri birbirine vurmasın diye çenesini o kadar sıkıyordu ki, bu da dayanılmaz bir acı veriyordu. Bir an artık çenesini tekrar açamayacağını düşündü. Kalın abadan yapılmış ağır örtüsüne rağmen titremesine engel olamıyordu. Tabiat çok garipti. Sabah erkenden kaçtığıkentten öğlen güneşi ile yola devam etmişti. Eylül ayının ortalarıydı, sıcaklık yol boyunca işini kolaylaştırmıştı. Her şeye rağmen ticaretin devam ettiği yoldaki incir yüklü develerden belli oluyordu. Ama güneş gidince denizden gelen şiddetli poyraz nemle birleşmişti. Uçsuz bucaksız ovada
ağır hava kemiklerini sızlatmaya başlamıştı bile. Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu. Küçük kentin kale surlarını görünce son bir gayretle alçak kemerli bir kapıdan kendini içeriye bırakmıştı. Son bir kurtuluş ümidi içinde sanki terkedilmiş ama dumanı tüten küçük kentin tek canlıları sokakta mevzilenerek yabancıyı izleyen kedilerdi. Kent yemeğini ateşte bırakıp kendisinin de büyük kentten kaçtığı gibi sanki apar topar gitmişlerdi. Ama öyle olmadığını biliyordu, kimseleri görmese bile evlerin sıcaklığını hissedebiliyordu. Daracık sokakta evlerin kapının da ve duvar boyunca saksılar yerleştirilmişti. Onları fark etti, kedilerin kıpırtısız, tasasız hallerinin tersine rengarenk çiçekler yabancıya bir şey söylemek heyecanında oyana bu yana sallanıyorlardı. Sokağın görünmeyen ucundan gelen poyraz yabancıyı cezalandırmaya bir süre bile ara vermiyordu. Smyrna yanıyordu… Korkuyla çıktığı kentin alevleri sanki güneşle birleşmiş onu sırtından ayrılmadan takip etmişti. Koca kentin üzerindeki dev alevleri taşıyan güneş daha sonra korkuyu devasa simsiyah canavar bulutlara bırakmıştı. Son gücünü kullanıp kuytu bir yere sığınmak isterken bile sabahtan beri yaşadıkları korkunç sahneler gözünün önünden ayrılmıyordu. Derin bir sessizlik ve ona bakan yeşil bir çift gözün nefesi dışında bir şey yoktu. Kara minik kedi karanlıkta sadece iki gözden ibaretmiş gibi havada asılı duruyordu. Karanlık çökmüştü, yabancı olduğunu ona hissettiren bu minik kedinin bakışlarıydı. Onu karşılayan sadece kara kedi değildi, muhtemelen annesi başka bir kedi sırtını dönmüş, kulakları dik uyuma taklidi yapıyordu. Yanında ona sokulmuş bir tekirle beraber yabancının her hareketini izleyen ajanlar gibiydiler. Minik kedi merakından gelen yabancıyı süzüyor, ama diğerleri istiflerini bozmuyorlardı. Yabancının onlara bir şey yapamayacak kadar yorgun olduğu adımlarındaki ağırlıktan belliydi. Yabancı bu ayazda kedilerin hala ayakta
20
olabildiklerine şaşırdı. Smyrna yanıyordu… Sabah kaçtığı kent yağmalanmış, şehir ateşe verilmiş, insanlığın en büyük dramlarından biri yaşanıyordu. Kimin neden yaktığı belli değildi. Cennetin bu dünyada olmasını istemeyenlerdi. Hoşgörü kentinin kuşları, ağaçları, denizi, barışı yanıyordu. Kent el değiştirecekti. Yorgun savaşçıların komutanları anlaşmıştı. Onlara gözcülük eden çeşitli milletlerin gemileri körfezde olan biteni pür dikkat izliyorlardı. Yüzyıllarca barış içinde yaşayan halk tanrıların gazabına uğramıştı. Ne günah işlediklerini günlerdir ibadet edip af dileyerek soruyorlardı. Son ana kadar umutlarını muhafaza etmişlerdi, bir mucize bekleyip, birbirlerine sokulup beklemişlerdi. İnsanlığın bu denli acımasız olabileceğini düşünmek istememişlerdi. Smyrna yanıyordu… Kentin üzerindeki alevler azgın bir ejderhanın yakıcı nefesine dönüşüyor, kentin bir köşesinden girip diğer taraftan çıkıyordu. Barış kenti boğuluyordu. Yabancı, denizin kırmızılığını, sokaklardan koşarken cesetleri çiğnemek zorunda kaldığını unutmak istiyordu. Ama en savunmasız olduğu zaman tüm vücudunu delip geçen rüzgar ona hiçbir şeyi unutturmuyor, korkuyu eksik etmiyordu. Gözlemciler, arabulucular tüm olup bitenlere hiç müdahale etmemişlerdi. Sadece seyrediyorlardı. İki kıyının ebedi dostluğu yanıyordu.
21
Akşam karanlığa gömülürken hala minik bir çift göz yabancıya eşlik ediyordu. Yabancı susuz ve yorgundu. Duvarın dibine biraz nefeslenmek için çöktü. Sırtındaki terler, duvarın soğuk yüzüyle karşılaşınca diken gibi içine battı. Cebindeki son kalan kuru inciri hatırladı. Onu çıkarınca bir çift gözün hala karşısında ona bakmaya devam ettiğini gördü. Elindeki yemek için minik kara kedinin yaklaşacağının düşündü, ama o hiç istifini bozmadı. Onlara baktıkça vücudunun titremesi arttı. Yabancı onların nankör olduklarını biliyordu. Yemek verirsen yalandan kendilerini sevdirirlerdi. Duvara iyice yaslandı. Yiyeceğini paylaşmayacaktı. Ama karşısında dikilip hiç hareket etmeyen bu canlı onu tarifsiz şekilde rahatsız etmişti. Smyrna yanıyordu… Orada da çok kedi vardı. Tekiri, Sarmanı, Karası, Beyazı, Sağırı, Dilsizi. Onlar kaçmamıştı. Ya kurtulmuşlar ya da ölümü göze almışlardı. Ama orada kalmışlardı. Yabancı kaçmıştı. Tüm gün yürüyerek ulaşabildiği minik kente sığınmıştı. Burada daha da yalnız ve cansızdı. İnsanlığını orada bırakıp, doğduğu kent için hiçbir şey yapmadan kaçmıştı. Bir tas su bile uzatmamıştı yaralılara. Kaçarken arkasına bakmaktan bile çok korkmuştu. Lut ’un karısının gazabına uğramak istememişti. Minik kara kedi ondan bir şey istemedi. Soğuk ve karanlık gecede açlıktan öleceğini bilse bile almayacaktı. Minik kara kedi yabancının hayata karşı zayıflığını daha içeri girdiğinde çoktan anlamıştı. Yiyeceğini ortak olmayacağını gözünü hiç kırpmadan ona haykırdı. İnciri ağzına götüremedi. O ne buraya ne de oraya ait değildi artık. Yurtsuzdu.Hayallerinde kalmıştı doğduğu şehir. Onu kurtarmak için hiç bir şey yapmamıştı, sadece kaçmıştı. Hayallerinden kaçmıştı.
22
Smyrna yanıyordu… İnsanlık yanıyordu. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun insanlar öğrenmiyorlardı. Bir minik kara kedi kadar bile doğal değillerdi.
Fotoğraf: Gözde Kaya
aHMET gÜVEN
23
Güzel Bahane Islık çalarak yürüdüğüm Karanlık yollardan geçip Denizi bulsam, Rüzgarlar eserken Saçlarımın arasından, Aklımı kaybetmiş olsam. Köpüklere karışıp Balık olsam, öyle dönmeyi unutsam. Sessizlik acılarıma dokunur, Şarkı olur, Çözülür kalbimin dili. Derdini mısralara vurur, Suskunluğum o vakit biter, Kendi kendine konuşan delinin Güzel bir bahanesi olur...
Görsel Kaynağı: Pinterest
Sena SABCIOĞLU
24
Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya
Kendini bile duymaz olursun Orman dediğin kalabalıklarında Çiçekler, ağaçlar, kuşlar Yalan hikayeler anlatır durmadan Sen inanırsın Bir acı türkü söyler ayın ağlayan yüzü Siyah karışır beyaza, mavi yok olur gözlerinde Bir kağıt, bir kalem, belki şiir olursun dilimde Döner dolaşır yine bana akar yüzün
Mutluluk vardı geçmiş zamanın izlerinde Neşe sandığımız saf gülüşlerimiz Hangi sarmaşık dolandı ayağımıza Düştük, kırıldık, yerildik Yine doğrulmadık mı umuda? Gökyüzü, deniz yine mavi Sen dön yüzünü maviye Umut denilen deniz yine kucaklar bizi.
HILAL ARAS
Çizim: Cenker Türeci
Ne ara saatler durdu, Ne zaman gidenler geri gelmedi yüreklerden Yine de yaşam bizi kucakladı. Otlar bürüdü kaldırımları Yine geçtik, yine de geçeceğiz o bilinmez caddelerden
Kayıp Zamanlar
Zaman acımasız, zaman sonsuz Ne kaldı geride Umutsuzluk bulutu çöker zindanlarına Çıkmak istersin karanlıklardan Çığlık olup yankılanır dağlarında.
26
LEYLEKLER Hissizleştim. Hissiz bir leştim.
GİBİ
Oturur pencerenin dibine, evimin karşısındaki elektrik direğine yuva yapan leyleklere imrenirdim. Şehre kış çökerdi, Onlar göçerdi, ben üşürdüm. Anne ben de bir gün leylekler gibi göçebilir miyim? Ben göçmek istiyorum anneciğim. Leylekler gibi göçmek. Biliyorum ait değilim bu karanlık sokaklara, Bu sis meskenine, bu adi şehre. Ben göçmek istiyorum anneciğim, leylekler gibi göçmek. Uzun ve yalnız bir seyehat çekiyor canım. Kendimi bulmak istiyorum o yolda, Ait olduğum yeri bulmak, aşkı bulmak istiyorum. Leylekler gibi.
BURAK ŞAMİL ÇAKIR
27
İllüstrasyon: Niyazi Harmanbaşı
Anneciğim, üzülmeyeceksen, ben de göçebilir miyim?
Çizim: Cenker Türeci
Oysaki ben geceye adamıştım kendimi Kalemimi,defterimi,satırlarımı,hislerimi Silinmeden gökyüzünden yıldızların izi Göndermiştim kağıttan uçak yapıp Karanlığa hapsettim içimdeki evsizleri Bir resim çizdim önce , beyaz ağladı haline Siyahın asilliği miydi yoksa matemi mi Geçmişin film şeridi gibi akıp gitmesi mi Sahi neydi onu ağlatan? Çekip giden zamansa bahanelerimi sıralıyorum Ardı ardına gelen gözyaşları ,halime gülüyorum Ben göğe bakayım derken denizde boğulmuş Uçmak isteyip kanatlarımın kırık olduğunu Yaralarımın hâlâ kanar olduğunu unutmuşum.
SARHOŞLUĞUM
AYA
TUĞÇE MASAL AKYILDIZ
28
Fotograf: Duygucan Alp (@yirtiksayfa)
Stefan Zweig - KIZIL
29
Kızıl, büyük usta, Stefan Zweig tarafından yazılmış 68 sayfalık muhteşem bir novella Kızıl, taşradan tıp eğitim için Viyana’ya gelen saf, içine kapanık, utangaç bir genç olan Berger’in, önceleri uyum sağlamak için kendisinden tamamen farklı Schramek adlı başka bir öğrenci ile arkadaş olmaya çalışmasını ve başaramayınca içine iyice içine kapanmasını anlatıyor. Ancak bu içine kapanış ev sahibesinin kızının yetişkinler için ölümcül ama çocuklar için iyileşebilen bir hastalık olan kızıla yakalanmasıyla bitmeye başlatıyor ama sonunda kader yine ağlarını örüyor mü diyelim yoksa Zweig yine yapacağını yapıyor mu diyelim, bilemedim. Ama bizleri süpriz bir son bekliyor. Hem ergenlik hem de yeni bir ortama uyum sağlamak ile uğraşan taşralı bir gencin dertlerine ortak olmak isterseniz mutlaka okumalısınız.
Kızıl
Stefan zweig
DUYGucan alp 30
YAZAR BİRİDİR? nASIL
Büyük romancı William Faulkner, kendisiyle yapılmış bir mülakatta, yolun başındaki, genç yazarlar için, muazzam tespitler yapar. Ve onun yazıya olan bakış açısı karşısında afallar kalır insan. “İyi bir romancı (yazar) yaptığı şeyden asla tatmin olmamalıdır. Kesinlikle olabileceği kadar iyi değildir bir kitap… Her zaman hayal etmeli ve yapabileceğini bildiğinden daha iyisini yapmaya çabalamalıdır. Sadece çağdaşlarından ve önceki kuşaktan iyi olmaya çalışmakla yetinmemelidir. Kendinden daha iyi olmaya çalışmalıdır,” der ve sonra devam eder William Faulkner. “Bir yazar cinlerin yönettiği bir mahlûktur. Cinlerin neden kendisini seçtiklerini bilmez ve bunun sebebini araştıramayacak kadar da meşguldür. Baştan sona ahlâk dışı biridir, yazdığı kitap güzel olsun diye herhangi birini ya da herkesi soyacak, herhangi birinden ya da herkesten ödünç alacak, dilenecek, hırsızlık yapacak kadar ahlâk dışı biridir yazar,” diye cümlesini bağlar. Ben onun kadar sert olmasam da ve yeri geldiğinde kitap güzel olsun diye, kanun dışı işler yapılması gerektiğini düşünmesem bile, William Faulkner’a yakınım… (En çok da yazarların ahlâklı olmalarından ve çağın kronik dertleri konusunda sorumluluk almalarından yanayım ama.) Çünkü aslında ben de, bazı konularda, biraz çekingen bir insan olmama rağmen, yazı söz konusu
31
olduğunda, zerre kadar tutukluk, mesafeli bir durum kalmıyor bende. Kitaplarımın piyasaya yeni çıktığı zamanlardı. 2015’in sonları olmalı… Bir gün Burhaniye’de, resmi bir iş için, bir mekâna girmiştik. Görevimizi bitirdikten ve evraklarımızı topladıktan sonra, yan tarafta bir kalabalık gördüm. İşletme sahibine, toplantı halinde olanların ne yaptıklarını sordum. Her hafta böyle disiplinli bir şekilde gelirlermiş. Yazarlardan, şairlerden, kitaplardan konuşuyorlarmış. Kendileri de yazmaya çalışıyorlarmış. Bazen özellikle bir konu belirliyorlar, bazen da serbest davranıyorlarmış. Bu grubun adı ‘Burhaniye Öykü Atölyesi’ymiş. Senelerdir hayata geçiriyorlarmış bu edebî organizasyonu... Heyecanlandım. Ne zamandır böyle, yanlarında kendimi ifade edebileceğim insanlar aradığımı hatırladım. Hemen aralarına katılmak ve o sanatsal atmosferi teneffüs etmek istedim Yanlarına gidip kendimden, yapmaya çalıştıklarımdan bahsettim biraz. Karşımda hep iyi eğitimli, çeşitli üst düzey görevlerde bulunup emekli olmuş veya hâlâ, örneğin öğretmenlik gibi mesleğini icra eden insanlar vardı. Oradaki büyüklerim, aralarına katılmak için şifahen başvuru yaptığım gün bana, “Bizim bir kurulu düzenimiz var, güzel bir grubuz, kimsin nesin, seni tam bilmiyoruz, kusura bakma seni denemeye tâbi tutmak zorunda kalacağız,” demişlerdi yarı şaka yarı ciddi...
32
“Yazma konusunda, roman adına, hikâye üzerine yeni bir şeyler öğreneceksem, burada gelip her hafta edebiyat konuşacaksam hiç alınmam gücenmem. İstediğiniz kadar deneme yapabilir, süre de tutabilirsiniz. Yazı söz konusu olduğunda ego ve kibir yapmam ben,” demiştim. Bu cevap hazırında bulunanları mutlu etmişti ve çok geçmeden o kıymetli insanlar beni aralarına almışlardı. Uzun bir müddet devam ettim oraya ve ‘Burhaniye Öykü Atölyesi’nden yazarlık adına çok şey öğrendim. *** 2012 yılından itibaren romanlarımı, hikâye taslaklarımı yayınevlerine göndermeye başladım. Çoğu yayınevinden herhangi bir cevap gelmezdi. Bazıları iki kelimeyle eserimin niteliğinden bahseder ama ‘yayın politikalarının dolu olduğunu’ söylerdi. Uzun tartışmalar sonucunda iletişim kurduğum, iki kitabımı basan Kuzgun Kitap ve sonrasında anlaşmaya vardığımız, mevcut yayıncım Onur Kitap hariç, hepsinden hep olumsuz yanıtlar aldım. Bilgisayarımın bir köşesinde ‘Yayınevlerinden Gelenler’ diye bir dosyam bile var ve metinlerin ihtiva ettiği anlam hep reddedilmeyle ilgili… Yine o yıllarda edebiyat dergilerine, hikâye, deneme, düz yazı gönderirdim. Bunlar da kendilerine yer bulamayabilirdi. Bu durumdan herhangi bir rahatsızlık duymazdım. Üstelik yazarın; yazdıklarının kıymetini dergiler, yayınevleri ve kitaplarının basılıp basılmaması belirlemez. Yazar, mütemadi-
33
yen yazma halinde ve düşüncesinde olan (tetikte) biridir. Ben, sosyal medyada bir ileti gördüğümde, yazıyla alakalı bir şey söz konusu olduğunda, aklıma bir şey takıldığında veya yardıma ihtiyaç duyduğumda, kadın erkek fark etmez müsaade alıp bağlantı kurmaya çalışırım. Aklıma takılan meseleyi ortadan kaldırmak, bilmediğimin yabancısı kalmamak için sorarım, araştırırım, bilgi almaya çalışırım. Yazı ile ilgili çabaladıklarımdan, attığım adımlardan, kurmaya çalıştığım bağlantılardan ve tanışma gayreti içinde olduğum insanlardan hiç müteessir olmadım. Bu iş için elimden geldiğince sosyal platformları kullanıyorum. Haftada bir gün Yeni Çağrı Gazetesi’nde yazıyorum. İki ayda bir Mucize Ruh Dergisi’ne yazı gönderiyorum. Böyle ifade etmeye çalışıyorum kendimi… Büyük yazar William Faulkner, yazarı, ‘herkesi soyacak, herhangi birinden ya da herkesten ödünç alacak, dilenecek, hırsızlık yapacak kadar ahlâk dışı biri’ olarak gördüyse, yazı için, ısrarla her şeyin mubah olduğunu söylediyse, yine hafiften şerhimi koyarak, sevgili üstadımın bir bildiği vardır diyorum. Yazma görevinin hakkını vermeye gayret etmek, kendimizi tamamıyla bu işe adamak, sadece çağdaşlarımızdan ve önceki kuşaktan iyi olmaya çalışmakla yetinmemek, kendimizden de iyi olmaya gayret etmek ve ‘bizi cinler yönetiyormuş gibi’ kendimizi unutarak çalışmak, daha iyisini, güzelini yapmak için mesai
34
harcamak gerek... Yoksa William Faulkner, sevimsiz ihtiyarlar gibi, çok kötü kızar bize. Çünkü dünyayı terk etmiş olsalar bile, büyük yazarların ruhları etrafımızda dolaşıyor. Onlar, işimizi iyi yapıyor muyuz, yazma konusunda disiplinlin sahibi miyiz yoksa popülerlik akımına kapılıp, insanî zaafların altında ezilip bir şeyleri savsaklıyor muyuz diye kontrol ediyorlar bizi. Bilginize…
Fatİh altınbeyaz
35
Fotoğraf: Gözde Kaya
Haydar Ergülen
İNCESİN... BİR YARAYA SARMAK İSTEMEM SENİ.
GÜLCE AVCU
Yabancı toprak
Şimdi en sevdiğim yerdeyim. Kucak dolusu sevgiyle karışmış bir cennet burası. Anne kokusu, yeni alınan oyuncağın paketi, karne günü... Hepsi bir arada mutluluğun tanımıydı benim için. Küçükken, hayatı anlayamadığım yaştayken. Bu aralar ağaçlara taktım kafayı. Gözüm hep yukarılarda, yaşlı ağaçların emektar yapraklarında. Kimisi yemyeşil daha, kimisi sararmış boynu bükük. Hele bir de rüzgarla beraber ettikleri dans yok mu? Ona bitiyor işte insan. Yapraklar birbirlerine hafifçe değiyor, iki yabancının ilk defa ten tene değişi gibi heyecanlanıyorum. Onlarla beraber nefes alıp veriyorum. Yeşille mavi birleşiyor gökyüzünde. Ağaçları sevmenin bir avantajı da burada işte: Başını kaldırıp yukarıya baktığında hem mavi sonsuzluğu, hem de yeşil cenneti görebilirsin; bu senin elinde. Görmek ve anlamak en güzel fırsattır bize verilen. Bende bu hakkı doğaya hediye edilen en büyük şey olan ağaçlarla sağlıyorum. Denizi hiç sevmedim ben. Ne kadar içinde yüzmeyi sevsem de deniz kenarında oturmak sevdiğim şeyler arasında değildi. Denizin uzandığı sonsuzluk korkutuyor beni. Hiçbir yere bağlanmayışı, ucunda silik görünen kara parçası ürkütüyor nedense. Oraya bir ağaç diksem keşke de içim açılsa diyorum. Denizin içinde tahtadan evler, eski bir iskelenin ucunda balık tutan insanlar, maviliğin ortasında orman hayal ediyorum. Sonra bir dalga gelip ayaklarıma vuruyor, korkum azalıyor. Önümde duran maviliğin canlı olduğunu ispatlıyor küçücük bir dalga.
37
Sonrasında uyanıyorum hiç istemediğim halde. Yatağımla aramda özel bir bağ oluşmuş. Bazı geceler yastığıma bıraktığım yaşlar hala taze, uyuyamadığım gecelerin fısıltıları kulaklarıma dolu-
yor. Penceremin kenarına gidip deniz manzarama bakıyorum. Ne kadar garip değil mi şu insanlık? Denizi sevmem diyen birisi neden denizin dibinde ev tutar ki? Bir delilik, bir isyan olsun istedim kendime karşı. Kendi içimde ayaklanmak için yaptım aslında. En büyük mücadeleyi kendisiyle verir insan; istedikleri ve istemedikleri arasında. Evet ve hayır arasındaki ince çizgide yürümekle. Yatağımın yanında uzanan yabancıyla karşılaşmamak için çantamı parmak ucuna basarak alıyorum yatağın yanından. Uzun zaman önce yabancılaştığım bu adama karşı ne sevgi ne kin besliyorum. Garip bir şeyler dönüyor içimde. Anlamlandıramadığım korkuların etrafında yüzüyorum. Bazı geceler balkona çıktığımda kendime onu sevdiğimi söylüyorum. Sonra vazgeçiyorum bundan. Balkonundan havasındandır o söylediklerin diyorum. İşin aslı ben sadece öpülmek istiyorum. İki dudağın arasından süzülen merhametten istiyorum. Sonra yavaşça kalbime yol alsın, hep orada kalmasın istiyorum. O da öpmüyor değil beni. Ama yetmiyor artık bana, başka dudakları tanımam lazım, onu sevmemem lazım kendime haksızlık bu. Aslında insanın ağaca ve denize olan sevgisi hep bundan: sevdiğimiz insanlarla bağdaştırıyoruz onları. Yaprağın hışırtısı aklımıza bir anı getiriveriyor ve bam. O anda ağaçlardan gelen her şeye âşık oluyoruz. Toprağa, tohuma, yaprağa, dallara… Ne zaman ulu bir çınar görsek aklımıza o geliyor. Yoksa kim kendiliğinden ediniyor ağaç sevgisini? Bana de ondan kaldı herhalde doğayla olan bağlantım. İyi bari ondan kalan tek güzel şey de bu olsun. Bir an önce hayatlarımızı ayırmalıyız dediğimde evden çıkıp gidişini unutamıyorum. Bu sefer de denize sevdalanıyorum. Dalgaların çıkardığı melodiye, maviliği içimdeki kırıklıklara merhem oluşunu seviyorum. Sonrasında nefret ediyorum denizden. Her şeyi onu hatırlatıyor bana. Ayağım değdiğinde içim ürperiyor, ayrılığımıza dönüyorum yeniden. Bu döngü sonsuza dek sürüyor. Hiç iyileşemiyorum. Kalbimin o kısmı hep kanıyor. Geriye aynanın kırıklıkları ve onun mavi gözleri kalıyor.
38
^
Sual Gömdüm unutacağım her yere kendimi Sırtımda taşınmaz yükü hasretlerin Yön yön sarılmışken başıma, Ruhumu uykuda bölüyor bir el. Yeter bir başıma gecenin kasvetli ihtirası, Hem bak karanlığa duvarlar yanaşmış, gözlerim müebbette. Tutmak , tutmak isterim onu göğsüme alıp. O ele ruhum değil yüreğim yanık. Düşlerde bastırıldım, hasretten ılık olacağa bir haber ses; Suya eriyeceksin, ateşe yanacaksın. Baş başa eklenecek dünya da kaç baş varsa. Yakacak al yanaklarını, bir nefesin üflediği soluklarla koşacaksın. Zamanla, zamanla varacaksın. Hangi hissin parmağı dokundu ki derime? Biliyorum, haksıza uğramış düğümleri de çözdüm. Kapımı da çaldı aydınlık, çiçeklere aymadım değil. Sesimi alıp esen yele şakıdım. Kelimenin üstüne, cümlelerin en üstüne çıktım. Ne tasam kaldı ne kötüye ihtirasım. Beni inzivalar araladı; ateşe yanar, suya eririm. Fakat ufuk sona vardım ise biter mi?
..
Ceren Ozdinc.
39
İllüstrasyon: Ediperen Kılıç
40
.
Bir
.
Bir
Var Yok
Kaçamak sevemem ben! Hiç beceremedim ki Dibine kadar gittim hep, Yüreğim kaçmaya değil, Yaşamaya alışkın benim, Sevemedim yarım kalan şarkıları, Dibini göremediğim dalgaları, Anlayamadım yüreğini bırakıp kaçanları, Hayale dalmayan gözleri, Nefes kadar doğalken sevmek, Bir var bir yok olanları Vazgeçmedim, Sadece mutlu olsunlar diye, ‘mış’ gibi yaptım…
fERAY
41
Altan
42
Fotoğraf: Gözde Kaya
Fotoğraf: Gözde Kaya
FotoÄ&#x;raf: Albert Monier
|
e d n i n e d a l a k a Fev u m c e M uh e R d e z i n i uc M k v Fe
/mucizeruhdergi.blogspot.com instagram.com/mucizeruhdergi twitter.com/mucizeruhdergi patreon.com/mucizeruh
MUCÄ°ZE RUH