. MUCIZE RUH HAZİRAN 2019 · SEZON 2 · SAYI 11
E D E B İ YAT KÜLTÜR S A N A T
E. Y.
Ben seni severim sevmesine de toplum buna hazIr degil
|
e y e z i c u m n u h u r , k a r ı B ! n ı s ş a l bu Ruh e z i c u M
M U C I Z E R U H D E R G I
GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ TASARIM: EMİR YAPICI
KAPAK İLLÜSTRASYONU: EMİR YAPICI
FOTOĞRAF SORUMLUSU: GÖZDE KAYA
DÜZELTİ: ŞEYMA NUR YAPICI
Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. ©HAZİRAN 2019
KIMIZ BIZ? Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize hoş geldiniz. Burası sizin derginiz. Çünkü burada sizin ve diğer yazarların yazıları toplanıyor, okuyuculara hazırlanıyor. Böylece derginin hem okuyucusu hem de yazarı olmuş oluyorsunuz. Peki adımız neden Mucize Ruh? Her insanın birikmişleri vardır. Ve bu birikmişlikleri topladığı, belki köşe bucaklara sakladığı yazıları vardır. Bu yazılar oralarda bir yerde bir gün okunmayı bekler. Belki de okutulacak yer bulunamaz. Mucize Ruh, size yazılarınızın okutulmasını sağlayabileceğiniz bir dergi imkanı tanıyor. İşte bu yazılar gün yüzüne çıktığı zaman insanın ruhu büyük bir mucize ile birleşmiş oluyor. Ve biz buna Mucize Ruh diyoruz!
- İÇİNDEKİLER Ali Lidar’la Bir Röportaj Bir Çukur Emir Yapıcı
Bozuk Düzenin Kurtuluşu Merve Kalkan
Bu Yitik Varoluşun Pespaye Gezegenine Mektup Aynur Yımaz
Kalbinden Geçen Yolculuk Sena Sabcıoğlu
Yaşamalıyız Hayatı
Muhammet Baran Aslan
Onu Keşfettiğim Gündü Berfin Eryılmaz
Başkalarının Hayatı (Soğuk ve Duyarsuz bir adamın dönüşümü) Fatih Altınbeyaz
Bir Bayram Sabahı
Şehriban Zehir
İstanbul
Hande Bayrak
Samet Kurt
(Replik)
Beni Unutma, 2010
Bir Anı Olur Feray Altan
Saat Sekiz Enes Sevinç
Sobe!
Ceren Özdinç
Anlamsız, Dicle Arslan
İki Küçük Kız Ahmet Güven
Çıkmaz Sokak Gökyüzü
(Söz)-(Fotoğraf)
Ahmet Hamdi TanpınarGözde Kaya
BU ALANA
R E K VEREBİLİRSİNİZ LAM
İLETİŞİM: mucizeruhiletisim@gmail.com
ALİ LİDAR’LA B İ R
R Ö P O R T A J EMİR YAPICI
Ali Lidar Kimdir? Eskişehir doğumluyum. Eskişehir Anadolu Üniversitesi Sosyoloji Bölümü mezunuyum. Yaklaşık 20 yıldır Eskişehir Anadolu Lisesi’nde Felsefe öğretmenliği yapmaktayım. İlk kitabım Tesirsiz Parçalar, 2015 yılında yayınlandı. Daha sonra sırayla Alengirli Şiirler, Z Raporu (Öykü), Yolun Başı, Kişisel Edebiyat Atlası (Biyografi/ Deneme), Aslında Herkes Haklı, Hayata Rağmen Edebiyat ve Olmamış Kahraman Emeklisi kitaplarım çıktı Bavul, İzdiham, Çınaraltı vb. dergilerde deneme, öykü, şiirlerim yayınlandı.
olayla mı doğdu, yoksa eskiden beri hayatınızda olan bir şey mi? İlkokul yıllarımdan beri şiir yazmaya çalışırım kendimce. Ama onlar çok da ciddiye alınacak şeyler sayılmaz tabii. Şiirle asıl haşır neşir olmam üniversite zamanlarında olmuştur.
Şiir yazmak sizin için bir
Yazmaktan korktuğunuz za-
5
Yazmak sizin için bir durak mı, yoksa durmak bilmeyen bir kaçış yolu mu? Yazmak benim için içimi dökmemin, derdimi anlatmanın bir yolu diyebilirim. Meselesi olmayan bir insanın yazabileceğini pek düşünemiyorum zaten.
manlar oluyor mu? Hayır, korktuğum bir zaman hatırlamıyorum. Ama zaman zaman yorulduğumu ya da biraz sıkıldığımı hissettiğim oluyor, evet. Öyle zamanlarda da ara veriyorum bir müddet.
Kaleminizden bir roman okumak çok hoş olurdu. Daha önceden roman yazma girişimleriniz oldu mu? Var öyle bir niyetim esasında. Lakin bu işler niyetle olmuyor tabi. Bakalım artık, kısmet...
Şiirleriniz varoluş Issız bir adaya sancısı çekiyor düşseniz alacaMeselesi mu? ğınız şeyleri olmayanIn yaBilmem. Ben mutlaka siz bir tür sancıde düşün zabilecegini pek düyla yazıyorum, müşsünüzş sünmüyorum . evet ama o sandür. Bunlar ne zaten. cının ne kadarı olurdu? şiire bulaşıyor, okurBir çift at alır dolara sormak lazım. laşır dururdum. Sizi Eskişehir’e bağlayan şey sadece orada doğup büyümüş olmanız mı? Elbette, onun da etkisi var. Ama ilaveten, Türkiye’nin en huzurlu ve yaşanabilir şehirlerinin başında gelmekte, Eskişehir. Böyle bir şehri sevmemek için hiçbir nedeni olamaz bence insanın.
Hayat felsefeniz var mı? Varsa nedir? 21 yıllık felsefe öğretmeniyim ama hayat felsefesi ne demektir hala ne anlayabiliyor ne de anlatabiliyorum. Okuyucularınıza söylemek istediğiniz bir şey var mı? Selamlar, sevgiler... 6
BOZUK DÜZENİN KURTULUŞU
Güçten anladığımız o kadar çok değişti ki. Biz bugün gücü finansal başarı, iş, liderlik zannediyoruz. Gücün kendi türümüzün ve korunmasız olan türlerin üzerindeki istibdat olduğunu savunuyoruz. Önemli olanın iç dünyamızdaki baskınlık olduğunu unutmuş gibi duruyoruz. Kim bilir kaç zamandır kalbimizin sesini aklımızla dindiriyoruz.Benliğimizi keşfetmekten, düşünmekten kaçıyoruz. Ya yönetilmeyi tercih ediyoruz ya da yönetmek için ken-
7
dimi paralıyoruz. Zamanın geçtiğini unuttuk, her gün aynı hayatın içinde yuvarlanırken başımızı sertçe çarptığımızda yaşamımızı yeniden yazmak isteyeceğiz belki de. Gün geçtikçe dünyanın eşiğinde kayboluyoruz. Maneviyatımızı bir kenara attık sadece sahip olmak istediğimiz maddelere odaklandık. Bizi kim kurtaracak? Biz kendimizi kurtarabilecek miyiz? İnsan elinde bembeyaz bir defterle doğar. Kimimiz o defteri resimler çizerek doldurur, kimimiz günahlarıyla, sevdikleriyle geçirdiği dakikalarla. Özeniyorum bundan yirmi yıl öncesinin değerlerine. Her şeyi yitirmiş gibi birbirimizi manipüle ederek tatmin olu-
Çizim: Cenker Türeci
İnsan evrenin hakimi olarak nitelendiriyor kendini. Artık doğa bize hükmetmiyor, biz doğaya hükmediyoruz. Bazen bazı canlıların yaşam haklarını alıyoruz, beşeriyete verdiğimiz önemle mükemmel dengeyi sarsıyoruz.
Çizim: Cenker Türeci
yoruz artık. Gerçekten karşısındakinin sözüne önem veren kaç kişi kaldı, anımsayamıyorum. Belki de gördüğüm kötülükler beni öyle çok korkuttu ki bakmaya gücüm yetmiyor. Baktığımda sevgi dolu, merhametli, vicdanıyla yaşayan kimseyi görememekten korkuyorum. Tıpkı düşünen insandan, okuyan insandan korkulduğu gibi. Felaket şeyler oluyor etrafımızda. Bombalar patlıyor, çocuklar ölüyor, kutsal olarak değerlendirilen topraklar elden kayıp gidiyor. Kimse kimseyi de özlemiyor artık. Bilgiden kaçılıyor, “sosyal” medyaya bakıp kalıyoruz saatlerce. Sanata gösterilen saygı gittikçe azalır oldu, nefes aldığımız her yeri tutarsızlıklar sardı. Kaç kişi çıkmak istiyor bu durumdan? Kaç kişinin bir şeyler yapabilecek gücü var? Kaç kişi tüm manipülasyonlardan, kö-
leleştirilen beyinlerden, hissedilmeden yazılan cümlelerden, sahte ‘seni seviyorum’lardan sıkıldı? Ben çok sıkıldım. Çünkü ne zaman gerçekçi olmayan bir iyilik görsem kalbim sıkışıyor. Çünkü ne zaman yapmacık bir selam alsam inanır gibi davrandığım için kendime kızıyorum. Yılların getirdiği tüm ızdırabı çekiyorum, bedeli ödüyorum gibi hissediyorum. Bağımsız ruhlar kelepçeli gibi geliyor, haksızlığa karşı hissettiğim isyan kimsenin umrunda değilmiş gibi duruyor. Bir ışığa ihtiyacımız var. Bir yeniliğe, düşüncelerin hapis yatmamasına ihtiyacımız var. Kin tutmamaya, affetmenin onura onur kattığını bilmeye ihtiyacımız var. Yeniden gelemeyiz bu dünyaya. Yeniden aynı rüyaları yaşayamayız, acıyı da tatlıyı da kabullenip yolumuza devam etmek zorundayız. Ama kalbimizi açıp, paylaşıp, güzellikleri doğurabiliriz. Herkesin içinde çiçekler açar, her çocu-
8
ğun içinde kök salan ağaçlar olur ve büyümek yaşamdan anladığımızla ilgilidir. Anlamak üzerine yaşamalı, kötü duyguları bizden kaçan birkaç ruh gibi düşünüp kurtulduğumuzu hissetmeliyiz. İnsanlığın dinamikliğe, asla gerçekleşmez denilen ütopyaların gerçekleştirilmesine ihtiyacı var. İnsanlığın üretmeye, yazmaya, gözlemlemeye, kendi doğuşumuzu yaşamaya ihtiyacı ve hakkı var. Gücün toprağın kucaklayışında, havanın esintisinde, suyun serinliğinde, ateşin kavruk sıcaklığında olduğunu öğrenmenin zamanı geldi belki de. Gücün insanın ellerinde olmadığını kabullenmeli, önceliğin kendimizi eğitmek ve yönetebilmek olduğunu bilmeliyiz. Güç, bedenimizde değil, sol elinizi üstüne koyduğumuzda hissettiğimiz damar atışında. Evreni bozduk, tamir edebilmemiz için gerekli olan her şey bir nefes kadar yakınımızda…
Merve Kalkan
9
Anlamak üzerine
yaşamalı, kötü duyguları
bizden kaçan birkaç ruh gibi düşünüp kurtulduğumuzu
_
h i s s e t m e l i y i z
Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya
BU YİTİK VAROLUŞUN PESPAYE GEZEGENİNE MEKTUP
Yol değişti, yük değişti; ayağımdaki papuç, gönlümdeki dert değişti. Dilerdim ki yol arkadaşı da, yük de, papuç da, benimle kalsın .Dilerdim ki pabuç eskimesin, yük ağırlaşmasın, yol arkadaşı değişmesin. Ah,dilerdim ki insanın piçine kalmayalım. Ne kadar da küçüğüz, binalar bizden büyük, dağlar bizden büyük, acılar ve anılar bizden büyük. Bize kalansa kemirgen böcekler. Ahşabı kemiren de, ahşaba dahil değil miydi? Umut. Umut. Umut. Üç kez de dilesek, yedi kez de, kırk kez de dilesek her defasın11
da kandıracak bizi. Üçlere, yedilere, kırklara küstürecek, biliyorum; dünyamızdan zarafetle ve barbarca geçenlere. Aynur Yılmaz
Çizim: Cenker Türeci
Bir yolumuz olduğunu, yol kazalarını, yol yorgunluğunu biliyor muyduk?
KALBİNDEN
Çizim: Cenker Türeci
GEÇEN YOLCULUK
Bazen gitmek değil, Kalmak istersin. Bir limana demirlemek Yosun tutmak hatta Denizde yakamoz olmak Belki de Kayan yıldızlara Bakıp durmak istersin. Ama hep aynı yerden Sanki orada doğup Büyümüşsün gibi Hatıraların savrulmamış Oradan oraya Hiç yaprak dökmeyen ağaçlar gibi Yağmuru da, kışıda Orada görmek istersin. Ve sormak aklına gelmez, Ben ne zaman buraya geldim, diye
Sena Sabcıoğlu
12
YAŞAMALIYIZ
H AYAT I
Yaşamalıyız hayatı Son çiçek solmadan Zaman dolmadan Ve betonlaşmadan önce Damarlarımız Ve parmaklarımız Ve saçlarımız.
Çizim: Cenker Türeci
Yaşamalıyız hayatı. Yaşlanmadan Ve yağmadan alev topları tepemize sevmeliyiz. Kelimelerin sinesine yatırdığı Mana yüklü hatıraları. Kaçmadan güneşin ziyaları. Yahut sarhoş kalmadan Küre-i arzın kokusundan. Korkmadan Nabzımızın atışından.
13
Yaşamalıyız hayatı. Küçüklerin gülüşleri yok olmadan. Yağmurlar hala yağarken. Okşarken derimizi nemli rüzgarlar. Yapışmadan yakamıza salgınlar. Salyangoz misali yavaş ve rahat. Çağın koşuşturmasına kapılmadan. Son uçurtmanın ipi kopmadan Yaşamalıyız hayatı Zaman dolmadan.
Muhammet Baran Aslan
ONU KEŞFETTİĞİM
GÜNDÜ
Onu keşfettiğim gündü; kendimi kaybedişim. İmkansızdı, ruhu bu kadar dinlendiren bir mahluk. Gözlerinin vücudumda gezintisini ne zaman hissetsem bu beni sonsuz bir zevk durağına taşıyordu. Yüzündeki her çizgi bir sanat eserine dönüşüyordu; her baktığımda. Peki, neydi ki sevmek? Vazgecişler, arzular, istekler, beklentiler... kaybetme korkusu.
Çizim: Cenker Türeci
Sevmek soyutlaşmaktı, kaybolup gitmekti.
Berfin Eryılmaz
14
BAŞKALARININ
H A Y A T I
(SOĞUK VE DUYARSIZ BİR ADAMIN DÖNÜŞÜMÜ) Berlin Duvarı yıkılmadan önce, GDR adıyla bilinen Demokratik Almanya’da, romantik bir yazarla, onun tiyatrocu sevgilisini gözetleyen ve ‘Stasi’ isimli gizli servis adına çalışan bir istihbaratçının hikâyesini anlatıyor ‘Başkalarının Hayatı’ filmi… Her hâlükârda ‘her şeyi bilmek isteyen’ Devlet, tek derdi edebiyat ve daha iyi yazmak olan Geory Dreyman’ı, “Ülkemiz aleyhine yazmadığı halde, Batı’da okunan tek yazar,” olarak tanımlıyordu aslında. Yalnız, Kültür Bakanı ‘mesleğini’ herkesten ve her şeyden fazla seven (!) tiyatro oyuncusunu (yazarın sevgilisini) tehdit ederek, onunla sevişiyordu. Kadın bundan iğrense de korkuyor, pusuyor, bir şey diyemiyordu. Her erkek gibi, istenmediğini hisseden Bakan ise, varlığını kıskandığı Geory Dreyman’a diş
15
bilemeye başlamıştı. Yazarı suçlayabilmek için, aleyhinde bir şeyler bulsun diye, onu izletmeye karar veriyordu. Bunun sonucunda komünizme/devletine sıkı sıkıya bağlı, işini çok seven, hatta kendine ait sorgulama yöntemleri olan ve ‘soğuk bir komutan nasılsa’ öyle davranan bir istihbarat yüzbaşısını ‘çatı katı’na yerleştiriyordu. Bir düzenekle, “Yalnızlıktan ve yazma yetimi kaybetmekten çok korkarım. Ben sürekli yazabilen, mutlu biri olmak istiyorum,” diyen Yazar ile sevgilisinin, tüm hayatını dinliyordu ve izliyordu Yüzbaşı. “Bu sanatçılarda hareket var, rahipleri ve barış elçilerini gözetlemektense sanatçıları gözetlemeyi tercih ederim, bunlar çok daha renkli,” diyerek kah-
kahalar atan, patavatsız bir yardımcısı da vardı. Yalnız ‘Başkalarının Hayatı’na tanık oldukça kendi yaşamını da sorgulamaya başlıyordu, Yüzbaşı. Her gece inin cinin top oynadığı, sevimsiz ve ruhsuz bir ev onu karşılıyordu. Yapayalnızdı, bir bakıma anlamsızdı, arada parti tarafından kendisine gönderilen şişman ve çirkin bir eskort ile sevişiyordu. Asansörde gördüklerinde, çocuklar ondan ürküyorlardı. O devletin emrinde çalışırken, öbür tarafta hayat kaçıp gidiyordu... Yemeklerini hep tek başına yiyordu. Ve daha bir yığın mahmuriyeti vardı… *** Yazarın çok sevdiği, idealleri olan prensip sahibi bir rejisör arkadaşı, devletin ‘özel’ yetkilileri tarafından sakıncalı bulunup dışlanmıştı. Adama iş verilmiyor, hiçbir piyesi sahnelenmiyordu. Yazar, Rejisörü teselli etmeye çalışıyordu. “Sen büyük bir rejisörsün, herkes sana hayran,” diyordu.
“Oyun sahneleyemeyen bir rejisör nedir ki,” diyordu arkadaşı, “yakında bana hayran olacak bir neden bulamayacaklar.” Çok geçmeden arkadaşının öldüğü haberi geliyordu. Kahrolan Geory Dreyman, rejisörün kendisine hediye etmiş olduğu ‘İyi Bir İnsan İçin Sonat’ adlı bir müzik partisyonunu çalmaya başlıyordu. İcra ettiği müzik bittiğinde, “Bu sonatı dinleyen kim aklından kötülük geçirebilir?” diye soruyordu kendi kendine… Piyanodan gelen güzel nağmeleri, yani ‘İyi Bir İnsan İçin Sonat’ın insanın ruhuna işleyen yerlerini dinleyen, soğuk Yüzbaşı’nın da gözlerinde yaşlar beliriyordu. *** Yazar, rejisörün kendisine iş verilmemesi yüzünden intihar etmesine çok öfkelenir, ‘Doğu Almanya İntiharları’nı anlatan bir eleştiri yazısı yazar ve bunu Batı Almanya’ya göndermeye karar verir. İstihbaratçı, eleştiri yazısını ve
16
Batı’dan gelen daktilonun yerini öğrendiği halde kendi içinde çatışma yaşamaya başlar, öğrendiklerini rapor edip etmemekte kararsızdır… Devlet’te boş durmaz, bir şeyleri sezer ama elinde kesin veri, belge yoktur. Ama gaddar davranarak tiyatrocu kadını bir cezaevine getirtip iyice hırpalar. Uyuşturucu krizine giren Kadın, sevdiği adamı, yazarı ele vermek zorunda kalır. Oraya Yüzbaşı da çağrılır ve o da sert şekilde sorguya çekilir. Yüzbaşı Gerd Weisler, bu puslu ve basık yerde, hem ‘yazar ile sevgilisini’ hem de kendisini korumak için büyük bir mücadele örneği gösterir. Devamında, yazarı satan Christa-Maria Sieland adlı tiyatrocuya, bir histeri halinde araba çarpar, kadın ölür... Bunun üzerine Devlet, ayyuka
17
çıkan operasyonu bitirir, Yüzbaşı’yı ömrünün sonuna kadar posta dağıtması için cezalandırır. Berlin Duvarı yıkılınca da bu böyle devam edecektir. Yazar Geory Dreyman, seneler sonra, bir yerde, Doğu Almanya’nın eski kültür bakanıyla karşılaşır, “Beni neden dinle-me-diniz?” diye sorar, bu sava kesinlikle inanmışlıkla… “Yanılıyorsun, attığın her adımdan haberimiz vardı,” der Bakan, sinsice ve arsızca sırıtarak… Adam hiç değişmemiştir. Hüzünlü Yazar afallar, hemen gider, artık kamuya açık olan Birim’den, geçmişte hakkında tutulan raporları bulur, operasyonun ayrıntılarını inceler… Ama garip bir şey vardır, çünkü Batı’ya gönderdiği, ‘Doğu Almanya İntiharları’nı anlatan yazı ve kırmızı daktiloyu sakladığı yer atlanmıştır, yazılmamıştır.
O an karışık duygularla, kendisini takip eden Yüzbaşı’nın onu koruduğunu kolladığını anlar ve eskilere, ölen sevgilisiyle geçen günlere dalar gider… Sınırlar kalkmasına rağmen, aynı şekilde, kendi halinde mektup dağıtan Yüzbaşı (Gerd Weisler karakteri ile adeta büyüleyen Friedrich Hans Ulrich Mühe), yazarın ve yeni kitabının reklâmını gördüğü için bir kitapevine girer.
servis adına çalışan bir istihbaratçının gizemli, sisli ve soğuk savaşla karışık hikâyesini ve yavaş yavaş insanlaşmasını anlatıyor film… Friedrich Hans Ulrich Mühe, Sebastian Koch, Martina Gedeck ve diğerleri harikalar yaratmış.
Fatih Altınbeyaz
Kitabın ilk sayfasını açtığında, büyük bir sürprizle karşılaşır... Hayatta yapılan hiçbir iyilik veya kötülük karşılıksız kalmaz çünkü… *** Demokratik Almanya’da, Geory Dreyman adında bir yazarla, onun tiyatrocu sevgilisi Christa- Maria Sieland’ı izleyen ve ‘Stasi’ isimli gizli
18
BİR BAYRAM SABAHI Benim memleketim Toros dağlarının eteğinde, avuç içi kadar çukur bir yerde kurulmuş. Görkemli Toros yaylaları sarmasına rağmen etrafını inadına sıcak, inadına kurak. “O günlerden biri, ama bayram sabahı” diye geçirdim içimden. Her cumartesi kurulan ama yalnızca bayramlar için bir şeyler aldığımız pazarı iple çektim bu sene. Bir pantolon ile bir çift kundura da aldı anam bana, belki bir de kazak alırdı ama kendisine de bir elbise aldı. Zakkum pembesiydi rengi, anam içinde bir melekti. Ben ona hayran hayran bakarken ”Belki seneye tam bir bayramlık düzerim Mustafa’m, sana” dedi. Sevindim. Ayakkabılarım, yanı başımda geceledim, heyecanımdan uyuyamadım, desem yeri vallahi! Geçen sene karşı komşunun oğluna siyah parlak ayakkabı alınmıştı da, gözüm kalmıştı. Benim de olsun
19
Allah’ım, diye çok dua etmiştim. Kabul oldu herhalde. Anamın her dediğini eksiksiz yaptım, hiç üzmedim onu. Dersime de çalıştım, ondan herhalde. Anamın iki göz, bir aralık taş evimizin aralık kısmında; toprak ocakta, odun ateşinde pişirdiği bazlama kokusu geldi burnuma. ”Heleee kalk Mustafa, kalk. Anan çay da demlemiştir sana, mantuzda.” Anam her şeyi güzel yapardı; ineği güzel sağardı mesela, türküyü güzel söylerdi. Türkü söylerken hep, ağlanır mı ana, diye sorardım. Daha çok ağlardı. Sıkmayı güzel yapardı. Sarıkız ‘ın sütünden yaptığımız tereyağı ile çökelekten koyardı içine. Onu işini mükemmel yapan bir ustayı izleyen çırağı gibi hayranlıkla izlerdim. İncecik parmaklarını, oklavayı tutuşunu, bir yerden hamuru atıp diğer eliyle çevirişini... Mandallı kapının gıcırtısını duyunca bana döndü “Ogooyyyy uyandın mı sarı kuzum, kına-
lım.” diye sevdi beni. Sarı değildim zannımca hatta esmer bile sayılırdım ama anamın kahverengi ineğimize de, Sarıkız, demesini düşününce ses etmiyordum. Onu da, beni de çok seviyordu. Biliyordum. On yaşıma geldim. Babasız geçen dokuzuncu bayramım benim. Babasız gideceğim dördüncü bayram namazım. “Ne güzel oldun sen öyle! Her geçen gün babana benziyorsun. Onun gibi yakışıklı oluyorsun.” diye şımarttı beni. Babama benzemek hoşuma gidiyordu. Onun gibi olmaya çalışıyordum, ama nasıl olunduğunu bilmiyordum. Namaza herkes babasıyla geliyordu. İlk önce onun elini öpüp bayramlaşıyordu. Ben yalnız gidiyordum. İlk önce emmimin elini öpüyordum. Baba yarısıydı ne de olsa, ama baba gibi olmuyordu. Diğer çocuklara çok imreniyordum. Hayal ediyordum çoğu zaman, kendimi koyuyordum yerlerin. O duyguyu hissetmeye çalışıyordum.
Namazdan sonra anamın elini öptüm, bayramlaştık. Sıra, evin reisine gitmeye gelmişti. Salına salına akan Göksu Nehri kenarından gidiyorduk, mezarlığa. Zakkum çiçekleri arasından. Sekiz yaşında anama o pembe çiçeklerinden koparıp vermek istedim de, anam bağıra çağıra elimden alıp sonra da bir güzel yıkamıştı ellerimi. “Kabaracaksın oğlum. Ellenir mi o ,koparılır mı?” diye diye öğretmişti zakkuma dokunulmayacağını. İki türlü acı vardı, onu da öğrendim o zaman. Biri beden acısı, diğeri yürek acısı. Beden acısı geçiyordu zamanla, diğeri geçmiyordu. Hatta her geçen sene acısı artıyordu, hissediyordum. Zakkum gibi yakıyordu yüreğini. Büyüyordu o boşluk. Dolmuyordu, dolmayacaktı da. Biliyordum. Anayoldan sapılan küçük patika yola girdik. Yeni ayakkabılarımın toz olmaması için yavaş yavaş basıyordum ama her basışımda toz kalkıyordu. sinir oluyordum. “Bir şey olmaz, sileriz oğlum.” diye söyleniyordu
20
annem. Sonunda vardık. Toprakları çatlamış iki mezar geçtik. Babamın mezarı ileride, tellerle çevrili, özel bir bölmedeydi. Mezarların üstüne atılmış bayram şekerleri bizden önce gelen ziyaretçilerin habercisiydi. Bir seferinde anama sormuştum, “Anne, ölüler şeker yer mi ki şeker atıyorlar?” diye. Çok nadir gülümserdi annem, öyle bir andı işte; “Oyyyy canını sevdiğim ondan değil. Buraya gelen çocuklar alsınlar diye, bayramlaşmak için.” dedi. Hatta alıp bir tanesini bana verdi. O zamandan beri alıp “Sizin de bayramınız mübarek olsun.” der, yerim o şekerleri. Bundan sonrası hep aynıdır. Artık babamın mezarı başında geçirdiğimiz bir bayram sabahı eklenir hayatımıza. Anamın hıçkırıkları duyulur bir tek. Bir de ürküp uçan serçeler, kumrular, kargalar... Anama eşlik edercesine çığlık atarlar, üstümüzde döne döne... Ben de bir avuç bayram şekeri koyarım babamın üstüne. Bir sürahi su döktükten sonra,
21
”Bayramın mübarek olsun, baba.” derim. Boğazımda yutamadığım bir bayram şekeri; buğulu gözlerimde, Şehit Mehmet Aksu yazısı kalır...
Şehriban Zehir
Çizim: Cenker Türeci
Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya
iSTANBUL Sebepler şehri İstanbul... Herkesin bir sebebi var bu şehre gelişinin. Kimi eğlencesinin, kimi ekmeğinin, Kimi de sevdiğinin peşinde. En kötü kabusların yalnızca uykudayken görülmediğini tecrübe ettim Beni bırakıp o şehre her gidişinde. Durgunlaşırdım. “Neden” diye sorduğunda “Nedensizce” diyordum. Anlatsaydım belki de cesaret edip, Korkularımla savaşırdın, biliyordum. Aklımda tek bir soru. Ya “benim” dediğim adam “evim” olamadan “elin” olursa? Düşündükçe çıldırtıyor beni, Kalbinin ritmini benden başkasının değiştirme ihtimali. Öyle ya, İstanbul dişi bir şehir, Ya bir gün fark edersen onun doğurduğu ela gözlü güzelleri. Fakat biliyorum, her şeyin başı niyettir değil mi? Sonrası sabır. Aşk da öyledir işte; vuslatı güzel, hasreti ağır. Önce gözler görür sonra kalp inanır. İş seni anlatmaya gelince dil lal olur, kulaklar sağır. Oysaki senin en güzel şarkıların yüreğinde yazılıdır. Ne bestesinde keman vardır ne de güftesinde lisan. ‘Çalmayı’ becerebilene senin kalbindir tek enstrüman.
Hande Bayrak
23
Anneannemden sonra… Belirsizliği kucaklıyorum Ve bir süre çaresizliğimi. Az önce vardın şimdi yok. Bir kalp atımı kadar yakın birbirine Yaşam ve ölüm İki nefes alımı mesafede ölüm ile yaşam. Bir çukur gördüm; adı mezar Birçok mezar vardı; mezarlık adı. Sessizliği avuçladı bir müddet kulaklarım Bir sabaha karşı sessizliği, kaldı içimde Sokak dolusu bir kalabalığın içinde Gri mi gri bir gökyüzünü soluyorum Apaçık bir yeryüzünde soğuyorum Hava sıfırın altında iki derece Sırtıma çıkmış bir soğuk Bir boşluk önümde uzanmış Ölüme uzanmış bir boşluk Toprak atıldı boşluğa kürek kürek Mezar tahtasında bir gümbürtü Ve göğüs tahtasında yürek yürek... Ne hırs, ne gurur, yanağımda Durur bir yudum gözyaşı ve Önümde dolu bir çukur. İçimde kalabalık bir o kadar Bu kadar kalabalık kokar mıydı Bu çam ağacı? Bu kadar anı, Bir metre çukura sığmaz bilirim de Ya bir karış göğsüme sığar mı bunca acı? Yağmur günahları yıkar mı bilmem de Ölüm dindirecek tüm sancımızı. 15-17 Aralık 2018
BiR ÇUKUR
Samet Kurt
24
Beni Unutma, 2010 Senaryo: Will Fetters Yรถnetmen: Allen Coulter Oyuncular: Robert Pattinson, Emilie de Ravin
“Parmak izlerimiz, dokunduğumuz hayatlardan silinmez.”
BİR ANI OLUR Gerçeği bilmek onun da hakkıydı tabii ki. Ne var ki, karşısına geçip her ağzını açtığında dilinin ucundaki tüm kelimeler sigarasının dumanına karışıp yok oluyordu. Ama bu sefer kararlıydı. Aylardır ondan kaçsa da, bir türlü kaçamadığı kendisi tarafından sıkıştırıldığı o soğuk ve iç titreten köşeden kurtulmasının tek yolu buydu; anlatmalıydı. Derin bir nefes aldı. Onunla yüz yüze gelmemeye çalışarak başını odanın içinde hafifçe gezdirdi. Birbirleri dışında tanıdık hiç bir şey yoktu. Her şey soğuk, her şey griydi. İçini ürperten sessizliğe eşlik eden Necip’e baktı. Bu muydu? Bu kadar zamandır anlatmak istediklerinin atmosfere karışacağı ve etrafta ne var ne yoksa her şeyi yakıp yıkacağı yer burası mıydı? Olsun varsın! Anlatmalıydı. Son bir kez derin bir nefes daha aldı. Bir elini omzuna koyup diğeriyle başını hafifçe yasladığı göğsüne sarıldı. Yüzüne bakacak cesareti yoktu. Böylesi daha kolay olacaktı. Yine babasının
27
başını şefkatle okşadığı o şımarık, küçük kız çocuğu olmuştu. Ne zaman bir yaramazlık yapsa, babası onu yanına çağırır, azarlamadan nedenini sorardı. Yalan söylemek çok kötüydü. Gerçeği anlatmalıydı. Aralarındaki sessiz anlaşmanın en önemli kuralı buydu. O da kendini hemen babasının kucağına atar başını göğsüne yaslar ve anlatmaya başlardı. Babası, sessizce, hiç bir yorum yapmadan onu sonuna kadar dinlerdi. Konuşmasının bitmesini bekler ve sonunda onu anladığını, ancak neden böyle şeyler yapmaması gerektiğini de her seferinde müthiş bir sabırla anlatırdı. Ardından ona sarılır, başına tatlı bir öpücük kondururdu. Bir sonraki yaramazlığına kadar... Yine böyle olmasını umuyordu. Tek sıkıntı, Necip babası değil, neredeyse 10 senelik kocasıydı. Her ne kadar çoğu zaman ona babasını hatırlatsa da, böyle bir durumda ne kadar sakin kalabilirdi? Üstelik, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar soğuktu. Aldığı nefes, bir anda boşalan göz yaşlarının akışına eşlik etti.
Artık geri dönüş yoktu. ¨Çok üzgünüm Necip. Beni bilirsin. Sana ne kadar saygı duyduğumu, hatta hayattaki duruşuna olan hayranlığımı. Ama işte ah bu ben! Seni sevdim, ama bir türlü senin beni sevdiğin gibi olmadı be Necip. Yapamadım. İnan çok direndim yüreğimdeki o şımarık, hırçın küçük kıza karşı koyamadım. ‘Aşk’ diye tutturdu. Sevgi dedim, sadakat dedim, aşk uçar gider dedim. Bir türlü dinletemedim. Anlıyorsun değil mi?¨ Boğazı düğümlendi. Yutkundu, yutkundu ama kelimelerin devamını getiremedi. Göz yaşları Necip’in göğsünde nehir olmuştu. Anlıyor muydu? Ya da çoktan anlamıştı da, ona mı belli etmemişti? Ondan duymak istemişti belki de. Her zaman yaptığı gibi sabırla, sevgiyle beklemişti. Ne de olsa aralarındaki yaş farkı, 15 yaş az değildi. Çoğu zaman, bir kocadan çok bir baba şefkatiyle ona yaklaştığını hissederdi. Tıpkı öğrencilerine yaptığı gibi. Boşuna fakültenin en sevilen hocası olmamıştı. ‘Gençliğin yüreği hızlı atar. Anlamak lazım.’ derdi
her zaman. En sorunlu öğrencileriyle özel olarak ilgilenir, gerekirse onlarla göstermek için. Onun da kalbine öyle dokunmamış mıydı zaten. Hakaretlerin yüzüne kurşun gibi yağdığı bir müşteri toplantısı sonrası kendini zar zor attığı Cihangir’deki bir çay bahçesinde ilk kez karşılaşmıştı o şefkat dolu bakışlarla. Kendi kendine söylenip,sunum dosyasını hücrelerine ayırmaya çalışırken hem de. Yan masadan öyle sıcak bir gülümsemeyle onu izliyordu ki, normalde bir yabancının gözlerini üzerinde hissettiğinde sinirlenmesine karşın onunla göz göze geldiği anda kendini tutamadığı bir kahkaha seline bırakmıştı. Sadece bir kaç dakika sonra da sanki uzun yıllardır onu tanıyormuş gibi ısmarladığı koyu demli çay eşliğinde toplantıyı anlatıp, kurşun yaralarını göstermişti. Yarım saatlik bir sohbet sonrası, çırılçıplak kaldığı o bakışların dokunuşlarıyla tüm yaraları iyileşmişti. Uzun zamandır kimse ona bu kadar iyi hissettirmemişti kendini. Öyle ki, akşamki randevusunu iptal edip onu yemeğe davet etmişti. Onunla yeniden
28
güvendeydi. Ve de bu hep böyle kalmalıydı. O anın düşüncesi bile yeniden içini ısıtmıştı. Necip yine sakin ve sessizce dinlemeye devam ediyordu. Bekliyordu. Her zamanki olgun ve anlayışlı haliyle, yüzünde hafif bir tebessümle sessizce bekliyordu. Gözlerini sımsıkı kapadı, ona iyice sarıldı. Her şeyi ama her şeyi anlatmalıydı. İçindeki gücün toparlandığını hissettiği an devam etti. ¨Onunla, hani şu 3 ay önce gittiğim marka konferansında tanıştım. Her zaman ki gibi geç kalıp bulduğum ilk boş yere atmıştım kendimi. Bilirsin, bir türlü zamanında bir yerde olmayı beceremem. Oturduğum sandalyede bir tuhaflık olduğu hissedip kıpırdanmaya başladığımda altımdan elini çekmeye çalıştığını fark ettim. Utancımı sana anlatamam Necip. Buharlaşıp, yok olmak istediğim nadir anlardandı. Üstelik özür bile dileyemeden içinde tutmaya çalıştığı kahkahalarına eşlik ettim. Gri mavi gözleri, İtalyan ceketinin geniş omuzlarına dökülen açık kumral, dalgalı saç-
29
ları, hele o Alfa erkeği gülüşü... O anda kapılıverdim Necip. Kalbim öyle hızlı atıyordu ki. Her şeyi unuttum, Necip. Sonrası öğlen yemekleri, kaçamak buluşmalar derken olan oldu işte. İçimdeki o haylaz kızın oyun arkadaşı oluverdi birden. Hayal ettiğim tüm yaramazlıklarıma eşlik etti. Anlıyorsun değil mi, Necip? Diyorum sana. Onu durduramadım bir türlü. Nereye kapasam anahtarı buldu, kaçtı. Hani kardelenler gibi. En sert yerimden bile güneşe koştu. Tutamadım Necip.¨ Bir an durdu. Onu dinliyor muydu? Daha da önemlisi anlıyor muydu? O ana kadar hiç bir tepki vermemişti. Ama belki de normaldi. Ne de olsa onun kendi tarzında verebileceği hiç bir tepki böyle bir ana yeterli olmazdı. Adam haklıydı, sakin ve sessiz durmak en iyisiydi. Necip işte! Bilirdi. Her zaman her şeyin en iyisini bilirdi. O zaman anlatmaya devam etmeliydi. Necip’ten öte kendi için. Çocuğu için. Kontrolü dışında akan göz yaşlarını sildi. Yerine anında yenileri geliyordu ama olsun.
¨Teslim oldum işte. Ama iyi ki de olmuşum be Necip! Aşk, ne müthiş bir duyguymuş. Ben, senin gibi değildim tabii Necip. Yüreğimi açtım, sen geldin. Başkasını bilemedim ki. Aşk yoktu, olsa da yalandı. Hiç güvenip de akamadım ki. O ana kadar. Şehvetin sarhoşluğunda öyle bir kayboldum ki, hani bir kaç gün önce sana hamileyim demiştim ya. Hani, duyduğunda bir anda gözlerin parlamış, ama sonra balkona çıkıp, o serin havada saatlerce boğazın en derinlerine dalmıştın ya. Bebek de senden değil be Necip! Sana bu haksızlığı nasıl yapardım? Olmazdı Necip. Anlatmalıydım. Bilmek senin de hakkındı. Üzgünüm Necip. Beni nasıl affedersin bilemem. Ben olsam affeder miydim? Sanmıyorum. Ama zaten sen hep o kadar başka oldun ki... Belki de, bilemem tabii. Sana sığınıyorum Necip. Şimdi olmadı bir kaç ay sonra, bir kaç yıl sonra, tamam, ne zaman istersen o zaman beni affet. Yeter ki affet! Çünkü böyle bir günahla nasıl yaşanır bilemiyorum, Necip.¨ Ağzından çıkanlara inanamıyor-
du. Söylemişti, her şeyi itiraf etmişti. Anlatmıştı. Artık Necip’ten de hiçbir tepki beklemiyordu. Hafiflemişti. Siyah beyaz bir fotoğrafın içindeki rengarenk bir kelebek gibi uçuyordu. İhaneti, aşkı, özgürlüğü, tutsaklığı, sevgiyi, nefreti, hepsini aynı anda yaşıyordu. Necip’in tüm sessizliğine karşın, ona bir kere daha sıkıca sarıldı. Aynı anda açılan kapıyla irkildi. Burcu Hanım, kusura bakmayın ama merhumu bekliyor görevliler. Öğlen namazına yetişsin demiştiniz. 2 saatimiz var. Hazırlanmak lazım. Müsaade ederseniz. Bu arada size...¨ Adamın sesi gri duvarların içinde kaybolup gidiyordu. Kelebeğin renkleri, odanın gri duvarlarında kayboldu. Merhum? Necip’ten mi, yoksa kendinden mi bahsediyordu? Öyleyse ikisini bir kaldırsalar olur muydu? İyi de, zavallı hastane görevlisine neydi tüm bunlardan? Şimdi, Necip’in yerine onun gibi olgun ve sakin olma zamanıydı. Başını göğsünden hızlıca çekti. Necip’in göğsünde biriken göz yaşları da ya-
30
nağından omzuna doğru hızına eşlik etti. Bir eli hala omzundaydı. Adama döndü. Beyaz gömleği, hastane kimliği, kırlaşmaya başlamış saçları ve kararlılığı... Daha önce görmüş müydü? Adını bildiğine göre konuşmuşlardı. Oraya nasıl geldiğini bile hatırlamıyordu ki, adamı hatırlasın. Adamın ısrarla ona doğru uzattığı hastane poşetine bakakaldı. İşte buna hiç hazır değildi! Adam poşeti eline tutturmaya çalışırken bir yandan da anlatmaya devam ediyordu. “Necip Bey dün gece hastanemize getirildiğinde üzerinde olanlar. Tabii şimdi istemezseniz sonra da size gönderebiliriz.¨ Tamam dercesine kafasını salladı. Zaten çok konuşmuştu. Dili damağı kurumuştu. Üşüyordu. Bu sohbeti daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu. Adamın elinden torbayı kaptı. Son bir kez Necip’e baktı ve hızla odadan kendini dışarı attı. Ardından kapı ağırca kapandı. Kapının arasında kalmışçasına daralan nefesini açmak için biraz
31
öne doğru eğildi. Oturmalıydı. Kendisiyle beraber adamın da odadan çıktığını fark etmemişti. Orada bulduğu ilk sandalyeye attı kendini. Eline tutuşturulmuş torbayı araladı. O sabah evden çıkarken bunları mı giymişti? Sorsalar, bilemezdi. Son zamanlarda hiç umurunda değildi ki ne giydiği. Kaçta gittiği, kaçta geldiği... Şimdi bilebilir miydi, tüm bunlar gerçekten ona mı aitti? Onun yüzünden mi kalp krizi geçirmişti? Biliyor muydu? Aklında bir soru diğerini kovalarken elleri de istemsizce torbanın içinde bir şeyler arıyordu. Anahtarlar, cüzdan, telefon, kalem... birden bir zarfa eline dokundu. Ceketinin iç cebinde, minik ama kalın bir zarf. O ana hiç de yakışmayan bir heyecanla zarfı ceketin cebinden çıkarttı. Bir anda tam karşısında durmuş ona hayretler içinde bakan adamı fark etti. Utandı. Başını önüne eğdi. Zarf, avuçlarının içinde katlandı. Sert kenarları parmaklarına battı. Hıçkırıkları, göz yaşlarıyla buluştu. Adam, hafifçe ona doğru eğildi. Bir şeyler söyledi. Eliyle adamı ittirip uzaklaştırdı. O tuhaf ölüm kokusu ciğerlerini yakıyordu. Bir an önce
oradan çıkmalıydı. Hızlıca asansöre doğru koştu. Eksi bilmem kaçıncı kattan, gün ışığına kavuşması sadece bir kaç saniye sürse de, yıllardır mahkûmmuşçasına asansörün kapısından kendini dışarı attı. Hastanenin önündeki banklardan en yakındakine oturdu. Çantasında sigara ararken avucunun içinde ezilmiş zarf çantaya düştü. Esen rüzgar, yanındaki duvara sarılmış hanımeli kokusunu teninde gezdirdi. Gözlerini kapadı. Ve hatırladı. Hamileydi. Sigarayı bırakmıştı. Zaten Necip de hiç yakıştıramazdı ona. Kendi içmezdi, ama ona da pek bir şey demezdi. İsterdi de kıyamazdı. Yine de ne mutlu olmuştu bıraktığını duyunca. Hep derdi ‘Sen, koklamaya doyamadığım bir çiçeksin.‘ Ne acıdır ki, onun yıllarca kokladığı tütün kokulu teni, ancak şimdi gerçekten koklanacak bir çiçeğe dönüşmüştü. Rüzgarın dağıttığı saçlarını gözünün önünden çekti. Çantanın içine düşen zarfı aldı. Düzeltti. Üzerinde neredeyse kaligrafik bir yazıyla ‘Burcu’ma’ yazıyordu. Bir banka cüzdanıyla, kenarına tutturulmuş katlanmış bir kağıt çıktı. Banka cüzdanını kenara koyup kağıdı aldı.
‘Burcum, Benim Güzel Kadınım, Bir gün uçup özgürce kanatlarını rüzgarlara savuracağını bilsem de, seninle yıllanma hayallerime mani olamadım. Belki de daha zamanımız var sandım. Ya da öyle olsun istedim. Ama olamadı. Başka bir cana can olduğunu duyduğumdaki heyecanım, bunda benim bir payım olamayacağını bilmemin verdiği hüzne yenik düştü. Olsun, senin mutluluğun her şeye değerdi. Sana, dünyaya gelecek yavruna ve senin aşkınla yaşama şansına sahip gence, hayatın dikenlerinden uzak, sevgi dolu bir hayat diliyorum. Benim sana hissettiremediğim pek çok duyguyu sana yaşatması ve bunun daim olması en büyük arzum. İlk maaşımdan beri gelecekteki çocuğum için bir kenara ayırdığım - i ona asla sahip olamayacağımı öğrendiğimde dahi vazgeçemediğim - bir miktar param vardı. Dilerim yeni hayatında, sana, yavruna bir nebze de olsa katkı olur. Benden sana bir anı olur. Sevgimle kal, Necip’
Feray Altan
32
SAAT
SEKİZ
Saat sekiz. Uyandım. Üzerimde akşamdan kalma bir yorgunluk vardı. Sabahın ilk ışıkları tül perdeyi aşarak yüzümün sol tarafına vurdu. Gelen ışıkla beraber vücudumun hiç bir uzvunu kullanamadığımı fark ettim. Üzerimdeki yorgunluğu bir türlü atamıyordum. Bir aralık ayağa kalktım ve kalkmamla kendime gelmem bir oldu. Dünkü kule yapma oyununda arta kalan bir taş ayağıma “Ya Allah” diyerek girmişti. Sonra etrafıma bir göz attığımda, karşımda duran “Türkan Şoray” posteriyle karşı karşıya kaldım. Bakıştık. Belki on, belki yirmi dakika. Ruhumu tanrıya teslim etmiş gibiydim. Yataktan çıkıp çıkmamakta kararsız kaldığım bir vakit hayatım gözümün önünden bir film şeridi gibi geçti. Önceleri ne olduğunu bilmediğim bir duyguyu, şimdi derinlerde bir yerde hissediyordum. Bu duyguyu daha önce hiç hissetmediğimi, hissetsem de umurumda olmadığını anımsadım. Bunlarıdüşünürken karşımda duran kitap
33
rafına ilişti gözüm. Raflarda Dostoyevski’yi gördüm. Kitaplara bakar bakmaz o duyguyu hissetmeye başladım. Öyle ki, kitapların rengi bile gözümde artık zift gibiydi. Bu zift belki de Dostoyevski’nin bana bir armağanıydı. O karanlığın artık içime yavaş yavaş işlendiğini hissettiğim vakit beynimi kaygılar, kalbimi sanrılar sarmıştı. Yıllanmış kalbimde çaresizliği hissettim. Evet! Çaresizlik! Yıllardan beridir hissetmediğim o duygu çaresizlikti. İnsanın vücuduna kanser gibi yayılan kasvet. Aslında beyinde başlayan bir düşünce sürecidir çaresizlik. Düşün, düşün, düşün... Şunu yapmalıyım, bunu yapmalıyım... Gün geliyor, sabah sekiz, Türkan Şoray, ayağıma saplanan odun parçası, ölümsüz bir ışık, gözlerime siper olmuş ellerim; çaresizlik ilk kez dile geliyor. Dank ediyor bir anda kafama; doğduğum zaman dilime, öldüğüm zaman hatırıma gelmesi gereken o soru: nasıl yapacağım? Ece Ayhan zamanında “şiirimiz mor külhanidir abiler” demişti. Galiba hayatımız mor külhani abiler. Saat sekiz, uyandım abiler.
Enes Sevinç
Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya
İKİ KÜÇÜK KIZ İki küçük kız çocuğu, açız, dedi.
Annem atölyede elini kaptırdı,
Pahalı meyhanenin önünde,
dedi tombul olan.
hadi oradan, gözüm görmesin sizi, dedi garson.
Adam tereddüt etti.
Adam engel oldu, sigarasından bir nefes daha çekip.
Toplasan ikisi 24, bilemedin 25 ederdi.
İki küçük kız çocuğu, açız, dedi.
Garson, abi rakın hazır, gel içeri, dedi
Para istemiyoruz, biraz yemek
Radyoda Zeki, söylüyordu.
karşıdaki beş yıldızlı otelin direklerinde türlü milletten bayraklar hafifçe rüzgarda sallandı.
İki küçük kız çocuğu adama, vallahi para istemez, açız, dedi.
İri gözlüklü bir kadın ve kadın arkadaşı konuşarak içeri daldı. Duvardaki televizyonda siyah beyaz Ayhan Işık, Belgin Doruk el eleydi. İki küçük kız çocuğu, açız, dedi Adamın gözünün ta içine bakarak. Eviniz yok mu? Anne, baba?
35
Hafif rüzgar hiddetlendi. Camın önüne ekilen küçük bitkiler sallandı. Kapının ardında oturan şişman adam gevreyip etten bir tane daha istedi. Masayla sandalye arasına sıkıştı. Yanında, üstünde küçük timsah resmi olan sıska, ramazanda eskiden içmezdim, deyip kadehini yanındakine dokundurdu.
İki küçük kız çocuğu, açız abi, dedi, vallahi açız, babam yok, dedi ince olan.
Şişman, dün akşam ki ne maçtı, böyle şey görmedim, adamlar oynuyor yav, dedi.
Arkadaki masaya oturan kadınlardan iri gözlüklü, iyi giyimli olanı
Yanındaki şişmana dirsek attı.
cevap verseydin, dedi, ezdirme kendini, hakkını ara senle uğraşır, dedi. Karşısındaki ezik baktı, yaparım, dedi. boşver kızları, ne eti abi biz evde yiyemiyoruz, yemeğine bak, dedi İki küçük kız çocuğu, açız abi, dedi, bir kara kıştı ki, inanmazsın araba kara gömüldü çıkamadım, dedi. Yanındaki, o da bir şey mi, biz yolu kaybettik bir sefer, bir gün çıkamadık arabadan, dedi sırıtarak. Ortaya bir et tabağı daha geldi. Kadınların başı birbirine yaklaştı, sokak sakinleşti.
Aynen öyle abi, dedi, böyle maç görmedim. İki küçük kız çocuğu, açız, dedi. Abi bir şey alacak mısın bize, dedi. Gerçekten açız abi, dedi zayıf olan. Ediz hun çıktı, renksiz ekrana yüzünü eğerek. Zeki hala söylemeye devam ediyordu. Spa ve welness yazılı koca beyaz tabela otelin önünden bütün sokağı aydınlattı. Saunada uzanmış çıplak kadın, sırtında sıralı siyah taşlar. Poyraz arttı, açız, dediler bir kez daha
36
Abime meyve yaptırdım, dedi garson.
Tombul önce bindi, ardından ince olan.
Konuşmalar, uğultular yazar kasanın gürültüsüne sigara dumanı dolandı.
Adam garsonla yüz yüze kaldı
Lokantayı dolduran bir kahkaha attı, şişman adam.
abi ben sana demedim mi?
Ahmet Güven
Yanındaki sırnaştı, bence de, dedi. Işıklar soldu. Şunlara bir şeyler ver, dedi adam garsona, içeri kendini zor atıp
Tamam, söyledik işte gelecek yemeğiniz, uzakta bekleyin. Zeki bitti, Ayla Dikmen başladı. Simsiyah mercedes yanaştı. İki küçük kız çocuğu, açız, diyorlardı, abi gerçekten açız.
37
Çizim: Cenker Türeci
utandı, saklandı. Nasılda camdan hala bakıyorlardı.
Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya
SOBE! Ceren Özdinç 39
Çocukların saklanır taraflarında, Binaların kuytusunda, o ince heyecandayım Çabuk bitsin diye atlanılan sayıyım 15 isem 20’yim birden Sobeye varacak yolda nefessiz koşanım. Sobe! Yaşıma başıma eş bir bedenin savunmasız olsunundayım. Ekmek teknesinde gözümü bağlayanın hileli fısıltısındayım. Ve köşede bir gecekondu kızıl biberleri sarkan havaya dokunan o mayhoş kokusundayım. Çocuklara saatler asır derken Saat oldu, derken saniye Adımı haykıran kadının bekleyişlerindeyim pencerede. İçime amansız bir hüzün salan akşam ezanıyım. Çocukların 5 dakika yalvarışlarında Uzatılan ekmek arası reçel tadındayım. Yeni yaşımın sabırsızlığındayım bir akşamüstü . Ve nice yaşlarımın var edeceklerindeyim Içimde tüten bir şey var, zamanın vâr ettiklerinde, Havadan renkten bacadan tüten dumandan edâsız. Öyle bir sokak ki bu; Her köşede birer çocuk Sobelerinin heyecanındayım şimdi bir kaç satırda. Zaman dönedursun çocukluğa hasret, Var olan yoklukların ömründeyim şu vakit. Kalabalıklarda demet vermiş yalnızlıklardayım. Bir çift yeşil gözde, bazısı Bir çocuğun gülüşlerinde. Ötenin daha ötesinde hayallerdeyim. Çöpe attığım anılardır başlı başına zamanlığım, Niyetini bilmeyen gürültülerdir işittiklerim, Tekrarını düşlediğimdir bilhassa çocukluğum, Bendedir duyulmayan dertlerde kalabalık. Her şey zamana göre değişir ve hepsi Sürer hayata acımasız ayrılıkları. Bir nefes ki yok oluşlar onu delemez Kim var o nefese ki unuttursun zamanı, Yeni oluşlarda bitmek bilmeyen bitişlerdeyim. Nerede reçelli ekmekler nerede lastiğimiz? Sokaklarda çok şey değişir, Bir çocuk gülüşüne hasret çekmek değişmez.
Dicle Arslan
Çizim: Cenker Türeci
ANLAMSIZ,
Belli bellirsiz boğukluklar hissediyorum yüreğimim ta derinlerinde. Bitmek bilmeyen, geçmek bilmeyen anlamsızlıklar. Nedendir bilmem ama geçmeyeceği aşikar. Apansız bir hastalık gibi, sanki sadece beni değil tüm şehri kaplamış gibi... Düşünsene; anlamsız gelen bir şehir, anlamsız gelen düşünceler, sesler, ve dahası... İşlemiş tüm şehrin sokaklarına Bir bir, Hatalarımla, Yaralarımla, Ve geçmek bilmeyen hatıralarımla işlemiş.
40
Ç
IKMAZ SOKA 7. BÖLÜM
Eymen’le ellerini ayırdıklarında üçlü pavyondan ayrıldı. Sokaktaki insanların bakışları yine onlara yönelirken kimseyle muhatap olmak istemedi. Yeterince yoğun geçen bir günü vardı. Kendi evinin önüne geldiklerinde iki genç adama da sıkıca sarıldı. “Tuğçe, başka yer yok mu güzelim? Orası olmaz.” dedi Sinan. “Yok, gördünüz beraber aradık. Hem kendimi koruyabilirim, biliyorsunuz.” “Koruyamazsın demiyoruz zaten. Benim o Eymen denen adamı gözüm tutmadı. Çok fazla muhatap olma.” dedi Kenan. Sinan ve Kenan buydu işte. Havalı, kız düşkünü, deli dolu beyler olmalarının yanında konu sevdikleri olunca oldukça dikkatli ve ciddiydiler. “Nasıl da beğenmezlermiş. Siz beni mi kıskandınız?” derken iki adamın da yanaklarını sıkıyordu. “Ya kızım bir rahat dur.” diyen isyanları duymazlıktan geldi.
41
K
“Yarın beni almaya gelin beyler. “ dedi sıkıştırmaları sona erdiğinde. “O zaman yarına kadar uslu bir kız ol.” deyip genç kıza sarılıp Hazineden ayrıldılar. Onlar gidince eve girmek yerine sokakta gezinmeyi tercih etti. Babasına olan kırgınlığından dolayı yüz yüze gelmek istemiyordu. Belki de Ahmet’in yanına gidip futbol öğretebilirdi. Adımları tekrar arka mahalleye gittiğinde top oynayan çocukların arasına karıştı. Mavi gömlekli çocuğun ayağındaki topu kendi ayağına alırken hangi takıma ait olduğunu bilmediği, sol taraftaki kaleye ilerledi. Kaleci çocuk heyecanla kalesini savunmaya çalışırken attığı top çoktan gol olmuştu. Bir kısım çocuk buna sevinirken diğerleri itiraz nidalarında bulundular. Tuğçe’nin gözü Ahmet’teydi. Ahmet sadece hayranlıkla bakıyordu kendisine. Ona gülümseyip elinde top olan kaleciye ilerledi. Topu eline alıp “Sırayla geçin kaleye, şut çekeyim haydi.” dedi. Çocuklar kaleye geçmek için birbirlerini iterlerken uzaktan bir ıslık sesi duyuldu. Duyulan sesle herkes dur-
muş sesin geldiği tarafa bakarken siyah pantolonu, gri gömleğiyle kendilerine gelen bir Kabadayı görmüşlerdi. Bir bu eksikti. Bu adamla sürekli karşılaşmak kabak tadı vermeye başlamıştı. “Mehmet ağabey.”dedi aralarındaki küçük çocuklardan birkaçı. Koşarak genç adama sarıldılar. Herkes korkardı onun yıkılmaz duvarlarından, ama sevmekten asla vazgeçmezlerdi. Mahallenin en küçüğünden en büyüğüne farkındaydı herkes bu adamın özünde iyi olduğunun. “Durun lan!”derken birinin saçını okşadı. “Bizimle sen de oynar mısın, Mehmet ağabey? Tuğçe abla çok güzel oynuyor.” dediğinde adamın kaşları çatıldı. Bu Bücür futbolda mı biliyordu? Şüphelenmeye başlıyordu. Bücür ne biçim kızdı? Diğerleri gibi çekirdek çitleyip dedikodu yapsaydı ya? Kollarını bağlamış, Kabadayıyı izliyordu. Adamın kendisi hakkında düşüncelere daldığını, hatta futbol oynayabildiğine şaşırdığını anlamıştı.
İkili uzun bir süre bakışırlarken bunu bölen Kabadayı olmuştu. “Oynayalım.” dedi. Az önce kaleye geçmek için savaşan çocuklar aralarında hiç anlaşma yapmadan iki grup olmuşlardı. Galiba az önceki gruplaşmanın aynısıydı. O yüzdendi bir anda ikiye ayrılmaları. “Ben hangi gruptanım?” dedi Tuğçe. “Bizim gruptan!” dedi iki tarafta. Genç kız bu duruma gülüp hala kendisini izleyen Ahmet’in grubuna ilerledi. Bu çocuk çok tatlıydı ve bir şeyler vardı bir türlü anlayamadığı. Sırf iyi futbol oynadığı için böyle bakıyor olamazdı bu çocuk. Çözecekti, onun da zamanı vardı. Kabadayı da karşı gruba geçtiğinde iki grupta ayrılmış kendi aralarında fısıldaşarak stratejilerini konuşuyorlardı. İki grupta kendi planlarını uygulamaya geçirmek için yerlerine geçerlerken Kabadayı ve Bücür, birbirlerine ifadesizce baktılar. Birbiriyle hiç anlaşamayan iki insan ancak rakip olurdu ve onlar da öyle yapıyordu. Maç başladığında gayet iddialı baş-
42
lamıştı. Açıkçası bir kıza göre mükemmel oynuyordu Bücür. Mehmet, içinden onaylasa da dışından asla bunu dile getirmeyecekti. Ama unuttuğu bir şey vardı. Asla, asla dememek. Mahallenin diğer çocukları, kadınlar, birkaç gençte toplanmış heyecanla maçı izliyordu. Mehmet, yıllardır mahallenin tozunu toprağını yutmuş, futbolsuz tek gün geçirmemiş biri olarak oldukça iyiydi. Ayağında ki topu almak için çabalayan Bücür, onu güldürüyordu. Yine de hayatta ilk değil son gülmek önemliydi. Genç kızla dalgasını geçerken top bir anda ayağından yok oldu. Tuğçe çocuklardan birine pas attığın da çocukta rahatlıkla kaleyle buluşturmuştu topu ve bir sayı almışlardı. Tezahüratlar havada uçuşurken oyuna en çok odaklanan sözde olgun olan iki insandı. Azılı düşman kesilmiş, birbirlerini yenebilmek için savaş veriyorlardı. Atamadığı her gol de sinirlenen Mehmet, çocuklara bağırıp kızarken Tuğçe bu durumu kafaya takmıyor, olduğu kadar az konuşuyordu. Sayı olarak eşitlerdi. Aslında söz konusu mahalle maçıysa doksan dakika, uzatmalar falan boştu. Sabah başlar, akşam ezanıyla bile
43
biterdi ama bu kez ki öyle değildi. “Maçın bitmesine son bir dakika.” diye bağırdı ne zaman geldiği bilinmeyen Ali. Duydukları genç adamı daha çok gaza getirirken Tuğçe’nin ayağındaki topa dikkat kesildi. Saçma hırsının kurbanı olmaya az kalmıştı. Kaleye ilerleyen kızın ayağına çelme taktığında Tuğçe, kendini yerde ellerinin üzerine düşerken buldu. Çocuklar bile susmuş şaşkınlıkla durumu izlerken Tuğçe, sadece gözlerini kapattı. Hayır, sinirlenmeyecekti. Bu aptal adamın saçma oyununa kurban olmayacak, istediğini vermeyecekti. “Abla, iyi misin?” dedi Ahmet. O korkutucu sessizliği bozan küçücük bir çocuk olmuştu. Düştüğü yerden doğrulurken sızlayan dizini boş vermeyi seçti. Daha beter olaylar görmüştü. Biraz sert düşmüş, çok muydu? “İyiyim.” dedi, iyi çıkarmaya çalıştığı sesiyle. Topu Kabadayıya atıp ayağa kalktı. “Daha fazla devam etmeye gerek yok. “ dedi. Evine doğru ilerlerken
arkasında oluşan uğultuları yok saydı. Öfkesinin kurbanı olmaktan asla vazgeçmeyen bu adamdan kurtuluş yok muydu? Çöplüğe mi gitmesi gerekirdi kurtulmak için? Yoksa orada da çıkar mıydı karşısına? O maça her şeye rağmen devam edebilirdi ama Kabadayıya benzemekten korktu. Normalde olsa kırmızı kart görürdü ama bu mahalle maçıydı. Devam etseler o da öfkesine yenik düşer birine zarar verirdi. Kendisini tanıyordu. Zili çalıp açılmasını beklerken sızlayan dizinden dolayı titrek bir iç çekti. Kapıyı annesi açtığın da sessizce içeri girip odasına ilerledi. Pantolonun kumaşı tenine değdiği her saniye yanan canına bir acı daha ekleniyordu sanki. Dolaptan şortunu çıkardı. Pantolonunu bacaklarından sıyırdığında epey derin yaralandığını gördü. Oysa çokta sert düşmemişti. Şortunu giyip banyoya gitti. Tentürdiyot ve pamukla yarasını temizleyip sargı beziyle dizindeki yarayı kapattı. Yatağına kendisini attığında hala devam eden bağırışları duydu. Normal değildi ama bu bağırışlar. Çocuklar bağırıyordu. Merakına
engel olamayıp pencerenin önüne gidip ne olduğuna baktı. Az önce maç yapan çocuklar birbirine girmiş deli gibi kavga ederken asıl dikkat çeken Ahmet’ti. Gözleri ürkek baksa da minik yumruklarını Kabadayıya savuruyordu. O ise tepkisizce bakıyordu. Pencereyi açıp kafasını dışarı uzatıp bu kez o ıslık çaldı. Herkes susarken “ Ne oluyor?” dedi ciddi bir ifadeyle. “Tuğçe abla, biz kazandık. Mehmet ağabey hile yaptı ama kabul etmiyorlar! Biz kazandık değil mi?” “Hayır, biz kazandık. Abla sen giderek hata ettin. Gitmesen devam edecektik ve biz kazanacaktık.” “İki grupta kazanamadı. Unuttunuz mu en son üç - üç berabereydik.” “Bana ne biz kazandık!” dedi Kabadayının grubundan biri. Bu adam gibi grubu da hileci, mızmız bir şeydi. Çocuklar tekrar birbirine girerken Ahmet kendisine koştu. “İyi misin abla. Dizin çok acıyor mu?” diye sordu.
44
“İyiyim merak etme. Kavga etme olur mu? Gerçek kazanan belli.” deyip güldü. Daha sonra kavga eden gruba dönüp “Hey, böyle kavga edecekseniz bir daha sizinle oynamam!” dediğinde kavga sona ermişti. Sokağa göz gezdirdiğinde Çöplükle Hazineyi ayıran o sınırda Hazineyi izleyen Çöplük insanlarını gördü. Hepsinin yüzünde bir memnuniyetsizlik vardı. Sanki çocukların birbirine düşman kesilmeleri bile onları tatmin etmemişti. O gözler de kıskançlık gördü de sebebini anlayamadı. “Güzel, kavga sona erdiğine göre ses yapmıyorsunuz; ben de biraz uyuyorum tamam mı? “ “Tamam abla, biri ses çıkarsın ben onu döverim.” dedi Enes. Az önce kendi grubundaydı ve aralarında en büyük çocuktu. On iki on üç yaşlarında olmalıydı. “Teşekkür ederim ablacığım.” deyip göz kırptı. Aklında türlü planlar vardı. Kabadayıya bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Hayır hayır, hakaret cümleleri değildi aklındakiler. Bu çocuklarla ilgili planlarını dile getirecekti ama bu adamın her
45
söylenene karşı çıkacağını bildiğinden bu seferlik susmayı seçti? Nasıl olsa yarın bir gün mutlaka bu konuyu dile getirecekti. Kendisine bakan adama baş selamı verip önce pencereyi, sonra perdeyi kapattı ve bu kez uyumak için yatağına girdi. *** “Tuğçe, kalk kızım. Saat kaç oldu geç kalıyorsun! “ diye bağıran annesiyle yastığına daha sıkı sarıldı. Dünden beri uyuyordu ama hala uykusu vardı. “Beş dakika daha lütfen.” diye mırıldandı. “Beş dakika falan yok. Az önce Sinan aradı yoldalarmış. Kalk, çocukları bekletme.” dediğinde hızla yerinden kalktı. O iki adamın en nefret ettiği şey bekletilmekti. Ve Tuğçe her konuda onları yenebilirdi ama bu konuda onları yenemezdi. Susmadan yakınıp, gün boyu asabi oluyorlardı ve onları çekebileceğini sanmıyordu. Lavaboya gidip elini yüzünü yıkadı. İhtiyaçlarını giderip odasına girdi. Siyah, dar bir pantolon giyip üzerinde puantiyeli olan v yaka gömleğini üzerine geçirdi. Saçlarını
tepeden bağlayıp küpelerini taktı. Bir rimel, bir rujla makyajını tamamlarken siyah fularını bileğine doladı. Paspal olmayı sevdiği kadar süslenmeyi de seviyordu. Sonuçta kızdı ve fıtratında süslenmek vardı. Standart kız profilinin dışında olsa bile. Mutfağa gidip hazır olan sofradan ekmeğinin arasına peynir ve domatesi sıkıştırıp annesini öptü. Hayır, babasını öpmeyecekti. “Geç gelebilirim haber ederim.” “Neden? Nereye gideceksin?” dedi babası. Duymamayı seçti. Mutfaktan çıkarken “Sana diyorum, Tuğçe.” dedi babası. Bu kez de susmayı seçti. İnadı inat biriydi. Susmak isterse kimse konuşturamazdı. Konuştuğunda da susturamazlardı. Evden çıktığında sokağa giriş yapan arabayı gördü. Önün de duran arabanın kapısını açıp bindi. “Selam gençler, beni özlediniz mi?” dedi neşeyle. Az önceki gergin ortamda olan kendisi değildi sanki.
“Özledik tabi. Şimdi gideceğiz, kızlar peşimizi bırakmayacak ama seni gördükleri an toz olacaklar.” dediğinde keyifle güldü genç kız. Yılışık kızlardan hoşlanmıyordu. Hele kardeşi gibi gördüğü bu iki adama yılışan kızlardan hiç. Okula geldiklerinde arabadan inen genç kız iki yakışıklı adamın ortasına geçip kollarına girdi. Kızlar fenaydı ama beylerin de pek uslu durduğu söylenemezdi. “Bir kızla göz göze geldiğinizi göreyim yeminle döverim. Rezil olmanız umurum da olmaz.” “Yapma be güzelim. Azıcık bakalım.” dedi Sinan. Bu iki kardeşin aslında hiç bir farkı yoktu. Konu kızlar olunca ikisinin de ağzının suyu akıyor, kendilerinden geçiyorlardı. “Azıcık bak bakalım ne oluyor?” deyip adamın karnına dirseğini geçirdi. Acıdan kıvranan adam kısa bir inlemenin ardından ellerini yumruk haline getirip sustu. Bu kızdan korkulurdu, korkan herkese de hak verirdi. Bahçede ilerleyip çimlere ilerledi
46
ler. Kantin fazla kalabalık oluyordu. Çimlere oturup sohbet etmeye başladılar. Dersin başlamasına daha vardı. “Açım ben. Kim bana bir şeyler ısmarlar?” “Ne istiyorsun?” “Gönlünden ne koparsa be Kenan abim. Yeminle dilenci değilim.” derken avuç içini Kenan’a doğru uzatmıştı. “Abi valla çok açım. Yemin ediyorum kahvaltı etmeden geldim be abi.” derken hep beraber gülüyorlardı. Niyeti dilencilerle dalga geçmek değildi ama öyle insanların paraya muhtaç olduklarını da düşünmüyordu. Gerçek fakirler bir dilim ekmek istemeye utanan, gururlu insanlardı. Cebinden bir miktar para çıkardı genç adam. “Kahretsin yine çok bonkörüm. Git ne alacaksan al ama bir daha açım diye gelirsen bozuşuruz.” “Allah razı olsun abi. Abi gelmem bir daha abi.” deyip kantine geri adımlarla ilerlerken beyler kendisine kahkahalarla gülüyordu. Tuğçe de onlara eşlik edip geri geri gitmeye devam ederken birden sırtı-
47
atlayan varlıkla yere devrildi. Yanağına kondurulan sayısız öpücük kendisini boğarken dudakların sahibi belliydi. “Çok özledim, of valla özledim, yemin ediyorum çok özledim.” derken öpücüklerini ihmal etmeyen kişi Nazlıydı. Grubun son üyesi, en seveceni ve şüphesiz en çekici olanıydı. Yere düştüğünden dolayı Nazlının dizlerinde yatıyordu genç kız. Arkadaşına sarılacaktı da ah bir öpmesini bitirebilseydi. Ayrıca öpülmekten de nefret ederdi. Nihayet Nazlı kendisini rahat bıraktığın da yattığı yerden doğrulup karşısında ki kıvırcık saçlı kıza sarıldı. “Bende özledim kıvırcık” deyip saçlarını karıştırdı genç kızın. Ailesi başka şehirde yaşayan genç kız bir haftadır şehir dışındaydı ve Tuğçe’yi deli gibi özlemişti. “Dur bakayım, para mı o?” dedi Tuğçe’nin elindeki paraya uzanırken. “Evet, bebeğim.”deyip Kenan’ı
gösterdi. “Şu maldan aldım. Beraber harcayabiliriz.” dediğinde iki kız kahkaha atarken Kenan somurtan, Sinan kızlara eşlik edem taraftı. Birbirine sarılıp ayağa kalktılar. Kolunu Nazlının omzuna attığında arkalarından bir ses yükseldi. “Haram olsun lan param!” Bu cümle ikiliyi daha çok gülümsetirken kantine gidip çikolata, tost ve ayran aldılar. Nispet yapar gibi Kenan’ın karşısına geçip yerlerken bir de gülüyorlardı.
okula şimdilerde alışmıştı. Profesörlerden öğrendiği bilgiler artık çekici geliyordu. Ders saati yaklaştığında hep beraber gülerek ve birçok insanın dikkatini çekerek derse girdiler. Çok güzel ya da yakışıklı oldukları için değil normal dışı davrandıkları için dikkat çekiyorlardı. Dördü yan yana olduğunda kim? Ne der? Hiç düşünmeden her şeyi yapıyorlardı.
Tostundan bir lokma kalan genç kız tostu Kenan’a uzatıp “Yemek ister misin? Bak ne olursun çekinme kendi malınmış, parayı sen vermişsin gibi düşün.” dediğinde yeniden gülmeye başladılar.
Tüm gün olan dersleri bitmiş, yorgunlukla fakülte binasından çıkarlarken bir de işe gideceğini hatırladı. İçkiler konusunda çok fazla bilgisi yoktu. Hepsinin özel bardakları ve sunum şekli olduğunu biliyordu. Birinin ona öğretmesini umuyordu.
Yolları üniversitede kesişen dört arkadaştılar. Üç senede arkadaştan çok kardeş olmuş, yedikleri ayrı gitmez olmuştu. Kendi psikolojilerinde sıkıntılar olan bu dörtlü psikoloji okuyordu. Kime söylesen inanmazdı. Yoldan geçen delinin psikoloji okuyor olması daha muhtemeldi. Bu bölümü okuduğu için pek memnun olmayan Sinan’dı. Hayalleri farklı yöndeydi ama olmamıştı. İlk başlarda nefret ederek geldiği bu
Nazlı üniversitenin yurduna ilerlerken üçlü de arabaya bindi. Tuğçe’yi eve bırakıp gittiler. Eve girmek istemedi genç kız. Sabah zaten babasıyla soğuk geçen bir kaç dakika yaşamışlardı. Şimdi bir de pavyonda çalışacağını öğrenirse yerli olay çıkardı. Arka sokağa ilerlemeye başladı. Çocuklar her zaman ki gibi oyun oynuyorlardı. Aralarına katılıp bir kaç top sektirdi ve çalışacağı pavyondan içeri girdi.
48
Eymen localardan birine oturmuş, elinde viski, önünde kâğıtlarla uğraşıyordu. Siyah saçlı, hafif uzun sakallı, esmer tenli çekici bir adamdı. “Ben geldim.” Başını kaldıran adam kendisine gülümsedi. “Hoş geldin. Tezgâhın arkasına geç, sana biraz alkol konusunda ders vermek gerek. Hadi hızlı ol.” dedi. “Tamam, çantamı nereye koyabilirim?” “Çalıştığın yerin altında boş bir dolap var oraya.”cevabını aldığında başını sallayıp tezgâhın arkasına geçti. Akşam bir kaç saat vardı ve mekân boştu. Sarı saçlı, üzerinde ikinci bir deri gibi yapışmış parlak kırmızı taytı, aynı renk büstiyeriyle bir kadın sahnedeydi ve karşısındaki bir adamla konuşuyordu. Sanatçı olmalıydı. Çok fazla detaya takılmak istemese de elinde değildi. İstemeden de olsa detaylar gözüne çarpıyor, aklında yer ediniyordu. Birkaç dakika sonra, isminin Feridun olduğunu öğrendiği, kendisiyle yaşıt gibi duran bir adam hangisinin hangi bardakla sunum edileceğini, tavsiye isteyen müşterilere en sert, orta ve hafif olarak üçe ayrıl-
49
mış içkilerden bir kaçını söylemesini tembihlerken en sonunda “O zaman bir tane absent hazırla bakalım patrona.” dediğinde hızla başını sallayıp öğrendiği bilgileri uyguladı. Görsel hafızası iyi olduğu gibi çabuk öğrenen bir yapısı vardı. Hazırladığı içkiyi Eymen’e ikram ederken Eymen, gülüyordu. Zaten adama ne zaman baksa gülüyordu ya orası ayrı. İçilen bir yudumdan sonra herhangi bir söz duymayınca başarabildiğini umup yerine geçti. Vakit hızla ilerlerken içerisi curcunaydı. Çıplak gezen kadınlar yüzlerinde tonlarca makyajla masadan masaya koşarken garsonlar siparişleri götürüyordu. Bar tezgâhının önündeki sandalyelerde bir kaç müşteri vardı. Onlar yalnızlığı seçen kısımdı. Hayatın görünmeyen yüzüydü Hazineyle Çöplük. İnsanı tozpembe hülyalardan çıkaran, kendine gelmesini sağlayan, acı gerçekleri acıta acıta yüzüne vuran semtti. Bu semt Hazine ve Çöplük olarak ikiye ayrılsa da asıl adı Çıkmaz Sokaktı. Evet, cidden semtin adı buydu. Şehrin adıysa, Deniz. Deniz olmayan bir şehrin adıydı, Deniz. İronik ve garipti ama güzeldi.
“Bir cin versene.” diyen sesle düşüncelerinden sıyrıldı. Karşısında duran burada çalışan kadınlardan biri miydi değil miydi emin olamıyordu. Az önce kendisinden cin isteyen kadın Narin’di. Oysa yan pavyonda çalışmıyor muydu? Hoş burada çalışsa bile bu kadının amacı neydi? Yaptığı aptal şakadan sonra ne yüzle kendisiyle konuşabiliyordu? Aslında ona kızmak istemiyordu. Nedense ilk tanıştıkların da onu anlamıştı az çok. Hayat boş, eğlen coş kafasında görünen bu kadının içini görmüştü ama daha ilk tanışmanın sabahında gelen ihanet biraz ağır olmuştu. İntikamdan pek hoşlanmasa da bu kadın bir dersi hak ediyordu.
dönüp gitmesiydi. İşte bu durum kendisini şaşırtmıştı. Hoş neye şaşırdığını da bilmiyordu. Burası Çöplüktü. Hazineye düşman, semte ayak basan ayrı bir pişman.
SON
Gökyüzü
İsteğini yerine getirip içkisini doldurduğu bardağı kadına uzatırken ona doğru eğilip fısıldadı. “Güzel şakanı unutmadım. Ben insanları hazırlıksız yakalamayı sevmem. Yaptığının bedeli olacağını bil.” Sözleri bittiğinde karşısındaki kadından bir tepki bekledi. Bilmiyordu ne bekliyordu ama belki de kısa süreli de olsa bir korku istedi ama aldığı tek şey alaylı bir gülüş, sonrasında kadının kendisine kıçını
50
Yine de bir adIn kalmalI geriye Bütün kIrIlmIs. seylerin nihayetinde .
Ahmet Hamdi Tanpinar
Fotoฤ raf: Gรถzde Kaya
/mucizeruhdergi.blogspot.com /mucizeruhdergi /mucizeruhdergi
MUCÄ°ZE RUH