Mucize Ruh- 2.Sayı

Page 1

Mayıs 2018

Sayı:2

_

l e z ü g , k e Gitm şey


Kimiz Biz? Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize Hoş geldiniz. Derginiz sizin yazılarınız ile siz ve diğer yazarların yazılarını buluşturuyor. Böylelikle derginin hem yazarı hem de en büyük okuru olmuş oluyorsunuz. Peki adımız neden Mucize Ruh? Her insanın içinde birikmişleri vardır. Her ne kadarbunları diğer insanlardan gizlemeye çalışsak ta içimizden dökmek isteriz. Ve çoğu zaman bunları yazarız. İşte bu yazdıklarımız her zaman gün yüzüne çıkmayı bekler. İnsanın içindeki bu enfes ruh eğer yazılarını gün yüzüne çıkarırsa ruhu büyük bir mucize ile buluşmuş olur. Ve işte bu yüzden adımız Mucize Ruh’tur.

GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ-TASARIM: EMİR YAPICI KAPAK GÖRSELİ: David Schermann Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. © Mayıs 2018


Gรถrsel: david schermann


İÇİNDE İkrar Sevdam Aşk

Ne Zaman Başlar Aşk Bir Kadın Hastalığıdır.

53Otobüs Nolu


EKİLER Gerçek Aşk Sessizliklerim Diyorum

Başkası Sessizliği Dinlemek Görsel: david schermann



İKRAR SEVDFAM Her görüşümde lisanım tutulur İki katı ise hızlı çarpan kalbim Heyecandan fırlıyor yerinden gözbebeklerim İkrar sevdamın güzide güzeli Bir gülüşüne bin meftun Hayatıma doğan güneşim Dalından düşen yaprak gibiydim İkrar sevdamın güzide güzeli Sandal ile açılmaktır seninle hayalim Ucu bucağı olmayan maviliklere Haykırıyorum seni bütün evrene İkrar sevdamın güzide güzeli Burak Sertdemir


Aşk ne zaman başlar sizin için? İlk gördüğünüzde mi yoksa derinlere inildiğinde mi ? İki insanı birbirine ne bağlar sizce aşk mı? Sevgimi? Yoksa aynı yerlerden kanayan kabuk tutmayan yaraları mı ? Kendini karşında ki insanın gözünden görmeyi denedin mi hiç? Yada onun gibi bakabildin mi dünyaya Aşk diyorsunuz. Nefesini keser, ilk görüşte olur diyorsunuz, Ben kabul etmiyorum. Aşk derinlere inildiğinde anlaşılır. Eğer bir insanın en derininde kendini bulabiliyorsa, aşk işte tam da o an başlar. Çünkü sen karşındakinde gerçek seni bulmuşsundur.


Peki sizce iki insanı birbirine bağlayan en önemli şey nedir? Güvenmiş, aşkmış, sevgiymiş... Bence değil. İki insanı birbirine bağlayan en önemli şey yaralarıdır. Şayet aynı yerden kırılmışsa iki insan, birbirlerini daha iyi anlarlar ve sen unutma! Bir insanın yarasını tanımaya başlayınca o insana güvenirsin, aşık olursun, seversin, eksik yanlarını doldurmak istersin. Çünkü bilirsin, seni asla kırıldığı yerden kırmayacağını. Her ne kadar değersiz olduğunu düşünsende bu hayatta, hiç karşında ki insanın gözünden bakmayı denedin mi kendine? Belki bir umut vardır diye umutlarını kaybetme. Çünkü ben, sen ve daha niceleri insanları umutlarıyla yeniden hayata döndürmek için çabalıyoruz. Ne olur sen de bir çocuğun gözünden bakmayı dene dünyaya. Masum. saf ve temiz bir şekilde Umudunu hiç kaybetme...

Elif Atlı


Gรถrsel: Nabhan


s ı m a m l ı p a y ı s a v o r p n ö t , H ay a u B . r i d i s i r e t s ö g o r t a y i t bir n u n o r t a y i t n a y a m l o ı s ı k , al n ü l ü g ; n a d a m n a p a k i s e k ı s perd a , n i d e s n a d , n i y e l y ö ı n s ar k ı s ı n a r e h n ı z ı n ı t a y a H . olun . n i r i d n degerle n i l p a h C e i l r a h C


Gรถrsel: Natila Drepina


Aşk Bir Kadın Hastalığıdır Bartolin Apsesi. Adını, tedavisini bulan doktor Bartholin’den almış. Çok ağrılı. Öldürmüyor. Yataklara düşürüyor ama uyutmuyor. İlk kez Demir’le tanıştığımızda tanıştım onunla da. Demir’le göz göze gelişlerimizde, karnımdan kasıklarıma inen krampların, günler sonraki ıstıraplı ağrısına ‘Bartolin Apsesi,’ dedi doktor. O günden sonra da bir erkeği ne kadar çok istesem, o kadar büyük oldu sancısı. Demir’den, çok, ama çok sonraydı; “Bu sefer ameliyatla Bartolin bezini tamamen alalım,” dedi doktorum, “madem habire şişiyor!” “Ne işe yarıyor bu bez?” “Cinsel ilişki sırasında salgı salgılayarak ilişkiyi kolaylaştırıyor.” “Nasıl yani? O zaman almasak?” “Canım iki tane var. Sağdakini alacağız, soldaki duracak.” “Almazsak?” “Bir şey olmaz, ama tekrar eder bu şişlik devamlı böyle. Ağrısını sen çekiyorsun.” Doktorum kadındı. Başkalarını bilmem ama aşk, demek ki benim için bir kadın hastalığıydı. Aşık olduğumda duyduğum istekten, tutkudan kaçamazdım ya. Ayrıca bu duyguyu seviyordum. Bu hastalığın tedavisi için bir kadına güvenemezdim doğrusu. Mutlaka erkek olan bir kadın doktoruna görünmeliydim. Öyle çok fazla aşık olmadım aslında. Bartolin şişliklerimin sayısı, aşklarımın sayısından fazladır. Demir ilk aşkımdı. Yani hatırlaması en masum olanı. Diğerlerinin sancısı Bartolin’in ağrısını unutturur nitelikte olduğundan, isimleriyle bahsetmeyi sevmiyorum. En sonuncusuyla evliliğin ucundan döndük zaten. Ya da ben döndüm, ansızın.


Hayatımda ilk defa iki aydır yalnızım. Bartolin mi? İkisi de hala benimle. Erkek olan kadın doktorum almadı onları. Sağ taraftaki arada şişiyor. İki ay önce, yani ilkbahardı, tüm vitrinlerde sarı renk vardı. Bu yazın moda rengiymiş. Bütün kıyafetlerin neredeyse hepsinin sarı olması rahatsız ediciydi. Resmen etrafta her gün göre göre sarıdan nefret etmiştim. Yine de iki ay önce Cuma günü, iş merkezimizin içindeki alışveriş mağazalarından birinin vitrinindeki o sarı elbiseye gözüm takıldı. Elbise çok özel bir elbise miydi, aslında değildi. Arkadaşlarımın daha sonra “kader” diyecekleri bir duygu beni ona çekiyordu. On beş dakika erken çıkmıştım işten. Bunu fırsat bilip, o gelene kadar kapıda bekleyeceğime, mağazadan içeri girdim. “Acaba asimetrik etekli şu sarı elbisenin başka rengi var mı?” Hayır anlamında başını sallayan tezgahtar kızın gözlerinin rengi çok güzeldi. Ben bunu içimden geçirmiştim. Elbiseyi de üstüme geçirmek istedim sarıdan başka rengi olmamasına rağmen. Niyeyse... Kabine girdiğimde bu mağazaya ilk defa girdiğimi fark ettim. İnsanın avukatlık ofisinin olduğu binada böyle mağazalar olması güzeldir oysa. Elbise üstüme dar gelmişti. Yine de zorlayarak sığmaya çalışıyordum ki, kabinin dışından ama mağazanın içinden gelen, onun sesini duydum. Ne dediğini anlamıyordum. Ama emindim onun sesiydi. Erken gelmişti demek ki. Konuşmalarından tezgahtar kızla daha önceden tanıştıkları anlaşılıyordu. Üstümdeki elbise oturmuş olsaydı anında çıkıp ona sürpriz yapacaktım aslında. Fakat o halde karşılarına çıkmaya utandım. Ne de olsa nişanlısıydım. Beni bu halde tanıştırmak istemezdi. O düşünceyle önce üstümü değiştirmeye karar verdim. Sesi gittikçe yakınlaşıyordu. Elbiseyi giymek için o kadar zorlamıştım ki, fermuar açılmıyordu.


“Bizim binada hiç güzel kadın yok ki, her gün o yüzden gelip bir beş dakika görmek istiyorum yüzünüzü...” Midem bulanmaya başlamıştı. Bu bulantı, beş metre ilerimde duran aşık olduğum adamın başka bir kadına kur yapmasından mıydı, içinde sıkışıp kaldığım elbisenin darlığından mıydı, yoksa daha aylar boyunca karşıma çıkacak şu rengin bayağılığından mıydı, bilmiyordum. Nihayet elbise beni bırakmıştı. Acelece giyinip arkama bile bakmadan mağazadan çıktım. Onun beni görüp görmediğini bilmiyorum. Bu konuda hiç yüzleşmedik. İki aydır da hiç görüşmedik. Bartolin Apsesi, bir kadın hastalığı. Dayanılmaz ağrılı. Kadın hastalıkları içinde en tehlikesiz, ama en sancılısı... Aşk, benim için bir kadın hastalığı. Hastalıklarımın içinde, ağrısı en dayanılmazı...

Didem Elif


53 Nolu Otobüs

Sabah 7, her zamanki gibi alarma uyandım. Gün aymış, yıldızlar göğü terk edeli çok olmuş . Fazla vaktim yok göğe bakmak için. Malum iş güç. Beni bekler hastalar, koridorlar, odalar.... Çabucak hazırlanıyorum yağmur karşılıyor sokakta beni.. Üzerime yağmur yağmayalı ne kadar çok oldu diyorum. Durup yağmurla uzun uzun konuşmak isterim lakin fazla vaktim yok.... Hemen bir toplu taşıma. 53 nolu otobüs. Haftanın bazen 3 bazen 4 günü hep aynı durak hep aynı otobüs ve tabi boş olursa hep aynı koltuk... Okula giden küçüklü büyüklü gençler. İşe yetişmeye çalışan takım elbiseli memurlar. Bir koltuktan hafif bir muzik sesi. Bir diğerinden kitapçıdan yeni alınmış bir kitabın huzuru. Bir diğerinde sevenlerini bekleten bir bebek. Bir diğerinde sizin geçtiğiniz bu yollardan ben dönüyorum dercesine bakan babayiğit bir bey amca. Böyle ışte. 30 dakika sürüyor genelde müthiş 53 nolu seyahatim. Şoförün gülümsemesi mutlu ediyor beni, yer vermem dua sebebi oluyor. Bir çocuğun saçını okşamam kocaman bir gülümseme yaratıyor. Ve her zamanki gibi her sabah olduğu gibi kalabalık bahçesinden içeri giriyorum hastanenin. Bu kalabalıktan size 10 tane oğluna hemşire eş arayan anne seçip çıkara bilirim. İki tanesi var bir buçuk yıldır pes etmediler korkarım buldu bulacaklar. En büyük mekanları da ağaçların sağında kalan çardaklar. Bahçede ki ağaçları seviyorum. Özellikle 4 mevsim yeşil kalan çam ağaçları ve baharda açan sümbülleri. Ve acilin önünden ayrıldığı zaman ambulansı.Acil demişken. Acilde beni; Hemşire beğenmeyen hastalar. Eşini erkek doktora muayene ettirmek istemeyen adamlar. Çocuğundan kan alınırken ağlayan anneler. Sevgilisinden ayrıldı diye ambulans ile gezintiye çıkan romantik ruhlar karşılıyor.Ah burası böyleyse servis ne durumda


acaba diye geçmiyor değil aklımdan. Keske vaktim olsada biraz oturup izlesem tüm bu olanları... Yeni hastalar gelmiş servise. Görevi devr almak. Her şeye rağmen buradan mutlu ayrılmak için dışarıdan getirdiğim her şeyi askıya asıyorum. Ee hadi başlayalım. Yeni yatışı olacak bir hasta. Hastadan çok yakını hasta gibi. Gerçi insanların beklemeye tahammulleri yok artık. Ama duvarlar arkasında güvende sanırız kendimizi. Art ardına gelip soruyor, oysa onu yatırabilmem için bir yatağın boşalması lazım. Her seferinde dahada sinirleniyor. Gözleri büyüyor. Bir an Görsel: Hadar Ariel Magar

önce yatışını yapsak diyorum. Doktor bey de vizite gelmedi hala. Bir süreliğine unutuyorum onu. Yapmam gereken onca evrak işi var. Kağıtlar kağıtlar ve kağıtlar. Sekreterlik ve benim aramda hergün mekik dokuyan kağıtlar. Deste deste. Her şeye geç kaldığımız gibi online sisteme geçişte de geç kaldık. En zoruda buya. Insanlar değilde onlara ayrılacak vaktin bu kağıtların alması yoruyor beni. Kalem almak için elimi deskin üzerine uzatıyorum. Ve bir el.


Bileğimi geri çekemiyorum bir türlü. Bir el bileğimi sıkıyor. Kafamı kaldırıyorum hasta yakınının deli bakışları karşılıyor gözlerimi. Ömrüm boyunca unutamayacağım bakışlar bunlar. Bağırmaya başlıyor. Bağırması, çığlık atması gereken ben iken. O bu gorevide üstleniyor sağolsun. Zaten ben onca yılımı senin gibileri tedavi etmek için harcadım. Tüm kat başımıza yığıldı bile ama bileğim. Bileğim hala elinde. Güvenlik! Güvenlik nerede? Ah oda buradaymış müdahale etsin diye bakıyorum gözlerine. Elleri göğsünde bizi izliyor. Çay kahve ister misiniz diye sorasım geliyor. Lanet olsun diyorum bileğim. Tamam beyefendi diyorum. Sakin olun, halledicez şimdi. Şöyle böyle derken bir hasta gelip bileğimi kurtarıyor. Evet 3 güvenlik görevlisi olayı izlerken kolunda serum olan bir hasta kurtarıyor bileğimi. Ali amca bu. 3 aydır tedavi görüyor. Pek gelip gideni yok ama kimseye de küsmüyor, kızmıyor. Çalışıyorlar diyor, işleri var gelemezler yavrum der hep. Tüm hastalar senin gibi olsa demişimdir çoğu kez. 70 yaşında yüreği öyle büyük ki dünyada ki tüm canlılara yeter... Utanıyorum. Herkes izliyor. Kimse bir şey demedi. Ne yapmalı şimdi, nereye gitmeli? Ah şikayet etmeli. Dava açmalı. Gazetelere manşet oluruz miss gibi «hemsireye şiddet» iki vah vah bi tüh tüh olay unutulur gider. Ama bileğim... Hasta oldum. Ruhum hastalandı. Bileğim acımıyor aslında ruhum acıyor, incinen gururum acıyor. Akşam annem bugun nasıldı diye sorunca bileğimi anlatamicam her zamanki gibi iyiydi deyip kapatacağım telefonu.


Kurul hiçbir şey yapmıyor. Güvenlik görevlileri uzaklaştırıldı. Farklı genotipte başkaları gelir aynı zihniyette. Bileğimi delicesine sıkan o deli belediye başkanının akrabasıymış vip odasını açtı hastane, hemde çalıştığım servise. Aslında bileğim hiç acımadı incinen gururumun yanında.... Bi alçı iki atel bir kaç haftaya eski halini alır peki ruhum, gururum... Peki benim hakkım ya onurum? Verdiğim onca emeğim? Hak etmediğim halde düştüğüm durum? Ah gelişen teknoloji içinde yozlaşan toplum. Ah lanet olasıca pis ruhlular. Sizleri yakmalı, yıkmalı toplumdan temizlemeli. Gerçi temizlersek millet olarak sayımız pek azalır. Ne yapmalı. Tedavi. Evet bunları tedavi etmeli ama ederken kendimizden olmamalı. Nasıl olacaksa.... Sadece bir günüm böyleydi. Bunun gibi hastalıklı insanlar olmasa aslında seviyorum ben bu işi. Zeynep teyzenin gülüşü, Ahmet amcanın iki nasihatı iyi ediyor benim hastalığımı ama bunun gibi hastalıklı insanlar hep bir iz bırakıyor ruhumda... Bileğimi tutuyorum. Aslında ruhumu. 53 noyu bekliyorum. Tek umudum oymuş gibi. Gelip kurtarsın diye beni...

Derya Tok


Görsel: Aziz Sıtkı Eskin


Gerçek Aşk Güneş, perdenin arasından evime bir hırsız gibi giriyordu. Gözlerimi açamıyordum. Doğruldum en nihayetinde. Bugün gerçek aşkı aramak için tekrar sokaklara düşeceğim. Aylardır bir umut çıkıyorum evden ama bulamıyorum gerçek aşkı . Beni yollara düşüren ise duyduğum bir cümle oldu. Biz aşka gidemeyiz, aşk bize gelir. Aşk bana gelmedi , ben ona gidiyorum artık.Yola koyuldum. Taş kaldırımlı caddelerden, adımlarımı büyük büyük atarak geçip gidiyordum. Bir an önce ulaşmalıyım aşka. Geçtiğim her sokakta arıyorum onun kokusunu. Kokular unutulmaz. Beyninin bir köşesinde hatırlanmayı bekliyordur sadece. Aşkın kokusu mu olur dediğinizi duyar gibiyim. Ben hissediyorum sanki o kokuyu tüm hücrelerimde. Kendinle konuşunca da geçmiyor bu yollar. Aşkı bulamayacağımı hissediyorum yollar uzadıkça. Geldim nihayet son durağıma. Aslında herkesin son durağıydı burası. Büyük bir yerdeyim. Sadece bir kişiyi aramak için onca eve bakacaktım. Mezarlar onların evi değil midir aslında? Annemi kaybettiğimde sekiz dokuz yaşlarındaydım. Genellikle yalnız takılır ve kimselerle konuşmazdım. Deli gözüyle bakarlardı bu sebepten. Sadece diğer insanlar benden biraz daha normal o kadar, ben deli değilim aslında. Annem bana gelemezdi ben ona gidiyordum. Gerçek aşkımı bugün de bulamadım. Sadece hissettim bana oğlum diye seslenişini. Her gün gel diye seslendiğini duydum. Yalnızmış buralarda. Yine yeniden her gün geleceğim anne. Çıkaracağım seni o dipsiz kuyudan.

Duygusuz Sair

Oysa aşk en yakınımızdaydı, görebilene…


Gรถrsel: Ethem Onur Bilgiรง


e N . n ı t a y a h k o y ı s a v o e r N P , n ü k m ü m k a m a s a y . yeniden k e m l i b e l i s ı n ı r a l k ı d a s n o s de ya l i g e d a f e d k l i , n a l o Önemli . k e m l i b e v e s a f e d y a t A z Og u


Sessizliklerim diyorum İçimdeki en büyük haykırışlar aslinda Kulağının duyamadığı fakat Kalbinin hissettiği Sessizliklerim diyorum Kafamda bir mahkeme Kalbimde bir idam Gözlerimde bitmeyecek bir umut Sessizliklerim diyorum acının en mükemmel tonu bilir misin sen sessizliklerimi

Elif Atlı



B A Åž K A S I


Onca zaman sonra susmuştum. İnsanlığa dair cümleler kurmaktan çok fazla

korkar olduğumdan, insanlar şöyledir, insanlar böyledir diyemiyorum. Daha önce de sustuğumu sandığım zamanlar oldu. Bazen de insan anca öldüğünde susar diye düşünüyordum. Ölmek gerekmiyorsa da ölmekle susmak birbirine çok yakın diye sezebiliyordum. Önceleri ne zaman sussam içimdeki ses konuşurdu. Anlatmaya bu kadar meraklı başka hiçbir şey görmedim. Tüm alemi cihan sussa o konuşur.

Bütün anlattıklarımda, özellikle de eskiden, konuşmayı pek severken,

konuştuklarımın tüm dünyayı ve insanlığı anlatmasını onları sarmasını isterdim. Bunun olamayacağını anladım. İşte o zamandan beri susmayı kendime görev bildim.

Konuşmak, susmak, anlatmak, yazmak, tüm bu zihin enstrümanları kafamda

tıngırdarken uyandım. Belki de uyudum. Bu ikisi arasında bir yerde uykunun arafı uyanıklığın tanımlanamaz bir halindeydim. Çevreme bakındım. Karanlık ve kirli bir odanın içinde tek bir yatak. Kirli olan yerlerin karanlık olması da gerekir. Odanın pencereden uzak köşesinde kendine has kokusuyla, çiçekli yorganı üstünde, yastığın altının rengi geri kalan kısımlarından daha açık renkte olan bir çarşaf, bacakları paslı divanın üstünde yüz yıldır hiç hareket etmemiş gibi duruyordu. Odanın içinde, yatağa en uzak olacak şekilde yerleştirilmiş, bir bacağı ötekilerden daha kısa bir masa vardı. Masa odadaki en tertipli eşyaydı. Işığı açıp kapamaya yarayan is renkli düğme bu masanın sol üstündeydi. Masanın üstündeki kitaplar kapalı, tam ortasında bir kalem olan defterse yazılmaya hep hazır olmak zorundaymış gibi açık bir şekilde bekliyordu. Odadaki büyük lambanın haricinde, küçük bir düğmeyle açılıp kapatılan bir lamba daha vardı. Bu lambanın ışığı oldukça güçsüzdü. Tüm ışıklar kapanıp bu ışık açılınca, gün ışığında ve büyük lambanın parlak ışığında gözükmeyen masanın eksik parçası ortaya çıkıyordu. Sarı ama sağa sola sürtünmekten zımparalanmış gibi duran, bu nedenle sarısı pek anlaşılmayan ahşap bir sandalye. Ve üzerinde ancak güçsüz ve cılız ışıkta gözükebilen bir gölge. Masanın üstünde evvel-ebed açık duran o defteri o halde


bekleten sandalye ve belli belirsiz gölgeydi. Yalnızlığı seçtikleri ve ancak bu odada var olabilecekleri ortadaydı.

Uykuyla uyanıklık arasında nerde ve nasıl olduğunu anlayamadığım bir halde

çevremi izlemeye devam ediyordum. Tam olarak odanın neresindeydim ve olanları nerden görüyordum henüz anlayabilmiş değildim. Bu anlamlandırma çabam devam ederken, masanın hemen yanından, uzun zamandır açılmamış gibi bir gıcırtı çıkartan kapı açıldı. Kapının açıldığını ve içeriye birinin girdiğini gören gölge bir an tedirgin olsa da günün bu saatinde kimsenin onu göremeyeceğini anımsayınca derin bir nefes aldı. Kapıyla yatak arasındaki kısa mesafeyi aylak adımlarla geçen bu şüpheli ziyaretçi kendini yatağın üzerine bıraktı. Hareketsizce belli bir süre bekledikten sonra, gelir gelmez neden hemen yorganın altına girip uyumadığının pişmanlığıyla karnının ne kadar da acıkmış olduğunu fark etti. Açlık, kalabalık, uyku ve kararsızlık aklından bir bir geçerken, yorganın altında uyumanın kalabalıklar arasında yemek yemekten daha makul olduğuna kanaat getirerek nihayet yorganın altına girdi. Üzerinden ne kadar vakit geçtiğini bilmeden uyandığında odanın içinin karanlıkla dolduğunu gördü. Odanın ve hayatın en sevdiği hali buydu; önünü görecek kadar aydınlık, ortalıkta gözükmeyecek kadar da karanlık. Batmaya yakın ikindi sonrası güneşinin belli belirsiz gölgesi gibi. Gölgeler diye içinden geçirdi. Gölgeler ne iğrenç şeylerdi, zamana göre küçülüp büyüyen, varlıkları başka varlıklara muhtaç, belli belirsiz şekilleri olan, bazen var olan bazen yok olan, kendinin umacısı gibi bir önünde bir arkasında ortaya çıkan ışık dalkavukları. Aklından böyle garip garip şeyler geçince kendine kızdığı olurdu. Bu anlar öyle olurdu ki kendi sabit durur da geriye kalan her şey dönerdi, uçardı, karışırdı.

Kendine kızdığı an geçip de dünyayla beraber dönmeye başladığı zaman odanın

içine şöyle birgöz attı. Belki biraz pencereyi açmalıyım diye geçti içinden. Dışarıdan gelecek olan çocuk oynamagürültülerini düşününce bu fikrinden vazgeçti. Odanın içi yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordu. Bu aydınlık hiçbir zaman tam manasıyla aydınlık


hiçbir zaman tam manasıyla aydınlık olmaz, mutlaka belli bir karanlığı içinde barındırırdı. Buloş ortam odanın kirinden pasından mı oluyordu yoksa kir pas ortaya çıkmasın diye mi oluyordu, belirsizdi. Bu ikili odadaki tüm eşyalarla iş birliği yapmış, bir bütün olmuşlardı.

Garip ziyaretçi, pencerenin yanına giderek kalın siyah perdeyi hafifçe aralayarak

dışarıya baktı. Her zamanki insanlar her zamanki yerlerindeydi. (Manavdaki portakallar azalmış ama manavcı aynı yerde duruyordu.) hayata bu pencereden bakınca, dünyanın döndüğüne inanmak gülünç olmakla beraber inanılması çok zor bir gerçeklikti. Dünyanın bu sabitliğinin kendisinde yarattığı donukluk geçince perdenin küçük aralığını itinayla kapatıp odanın loşluğuna döndü. Karanlığın içinde birden sanki karşısında ayna varmış da kendisiyle konuşuyormuş gibi : yalnızlık mümkün(ü) olmayan bir hadisedir diye mırıldandı. Bunu duyan gölgeyse sandalyenin üzerinde irkildi. Önündeki defter ve kalemde olan gözleri aniden garip ziyaretçinin gözlerine mıhlandı. Yalnızlık mümkün olmayan bir hadisedir diye mırıldandı gölgece dilinde. Ortaya çıkmanın dehşeti kendisini sarınca hızla odanın en karanlık yerine yönelerek yok olmayı seçti.

Okurlar Akademisi Devamı Bir Dahaki Sayıda...


Sessizliği Dinlemek Evet! Başlıyorum bomboş sayfalara çizikler atmaya. Avuçlarımda büyüdüğüm umutlar. Farklı her şey. Sen, ben ve tıpkı biz gibi. Nasıl oldu da bu kadar kelime birleşebildi? Notalar eşliğindeki huzur dile geldi? Biraz hüzün, biraz kekik kokusu. Bahsettiğim tam da buydu. Sessizliği dinlemek… Bitmiş bir roman , taze sıkılmış portakal suyu, yeni açmış bir gonca gibi… Görebilmek her şeyi; kainatın kuruluşundan şimdiyi en saf temiz haliyle… Dokunduğum eşyalarda kalan parmak izlerin ve biliyorsun ki silinmesi güç, dokunduğun kalplerin. ‘Sen yanımda ol, bir yudum su ol. Ben baharı karşılarım’ dediğim. Göğüs gerebilmek anlatılması en güç anılara. Ve seni anlatabilmek çocuklara . Masumiyetini hissedebilmek bir anne kokusunda. Martılar gibi uzağa, hep çok uzağa. Ve sessizlikle karışıp tıpkı yok olmaya. İçimdeki korkularım, susup da anlatamadıklarım ve en güzeli de imkansızlıklarım. Saçlarının ne denli yumuşak olduğunu, kirpiklerinin kaşlarına değişini aralanmış bir pencereden esen rüzgarlarla seni görebilmek …

Seyda Görmez

Görsel: Anka Zhuravleva

ve haykırışlarını düşlemek. Cennetten dünyama



/mucizeruhdergi

/mucizeruhdergi.blogspot.com

M U C Ä° Z E R U H


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.